Nahl s. 124. ayeti olan إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ cümlesi, elimizde olan meallerin bir çoğunda, "Cumartesi yasağı, ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok
ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında
elbette hükmedecektir." şeklinde çevrilmekte, tefsirlerde ise bu konuda çeşitli yorumlarda bulunulmaktadır.
Biz, bu ayetin çevirisinde herhangi bir hata bulunduğunu iddia etmemekle birlikte, ayet içinde bulunan ve onda olarak çevrilen فِيهِ ibaresinin, السَّبْتُ (cumartesi yasağı) kelimesine götürmenin bazı soruları beraberinde getirebileceğini düşünmekteyiz şöyle ki;
Cumartesi yasağı olarak bildiğimiz yasağın, İsrailoğullarına has ve yaptıkları bazı yanlışlar sonucunda onlara ceza olarak verilmiş bir yasak olduğu herkesçe malumdur. Nahl s. 124. ayetinin bu durum göz önüne alınmak sureti ile bir çevirisinin yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.160-1] Yahudilerin zulmetmeleri ve birçok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasaklandıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle daha önce kendilerine helâl olan temiz şeyleri haram kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.
[006.146] Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.
[016.118] Sana anlattıklarımızı, daha önce, yahudi olanlara da haram kılmıştık; biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde İsrailoğullarına çiğnemiş oldukları yasaklardan dolayı, onlara daha önce helal olan bazı şeylerin ceza olarak haram kılındığı bildirilmektedir. Cumartesi günü çalışmama yasağı, evrensel bir yasak olmadığı için sadece İsrailoğullarına verilmiş olan cezalardan bir tanesidir. Bundan dolayı Nahl s. 124. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, ayetin İsrailoğullarına böyle bir yasağın hangi sebepten ötürü verildiğini ifade ediyor olsun.
[016.120] Muhakkak ki İbrahim başlı başına bir ümmet idi, tek bir hanîf
olarak Allaha itaat için kıyam etmişti ve hiç bir zaman müşriklerden olmadı.
[016.121] Allah'ın nimetlerine şükredendi. Allah onu seçmiş ve doğru yola
iletmişti.
[016.122] Ve Biz O'na dünyada bir güzellik verdik ve şüphe yok ki, o
ahirette elbette sâlihlerdendir.
[016.123] Sonra sana vahyettik: «Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine
uy. O müşriklerden değildi.»
Nahl s. 120-123. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde İbrahim (a.s) dan bahsedildiğini görmekteyiz. Nahl s. 124. ayetine verilecek olan anlamın, bu ayetler ile uyum içinde olması gerektiğini düşünmekteyiz. Cumartesi yasağının onda, yani İbrahim'in dininde ihtilaf edenlere farz kılınmış olmasının, ayetlerin bağlamı açısından daha uygun düşeceğini düşünmekteyiz.
Bu noktada İbrahimin dini ile ifade edilmek istenilen şeyin ne olduğunun açığa kavuşturulması gerekmektedir. Nisa s. 160. ve 161. ayetlerine baktığımızda, İsrailoğullarının zulmetmeleri, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz almaları, insanların mallarını haksızlıkla yemeleri, İbrahim'in dininin esaslarını çiğnemeleri anlamına gelmektedir.
Bundan dolayı Nahl. s. 124. ayetindeki Fihi ibaresinin cumartesi yasağına değil, İbrahim'in dinine işaret ettiği yönünde bir parantez açılmak sureti ile anlam verilmesi daha makul görülmektedir.
"Cumartesi yasağı, ancak onda (İbrahim'in dininde) ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı. Ve şüphe yok ki, senin Rabbin Kıyamet günü onların arasında ihtilâf ettikleri şey hakkında elbette hükmedecektir."
Tetkik etme imkanı bulduğumuz Kur'an çevirilerinin sadece Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu'nun bu doğrultuda anlam ve yorumda bulunduğunu gördük.
Muhammed Esed Meali:
Sebt gününün gözetilmesi sadece, onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp çekişenlere emredilmişti; şüphe yok ki, bu çekişip durdukları konuda, Kıyamet Günü onların aralarında148 elbette senin Rabbin hükmedecektir.
Muhammed Esed yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Yani, Hz. İbrahim
hakkında. Bu ifadeden kasıt şudur: Yahudilerin çoğu, Tevhid dininin
esaslarına açıkça ters düşen bir biçimde, sırf bu büyük Peygamber'in
soyundan gelmiş olmalarına dayanarak kendilerinin “Allah tarafından
seçilmiş kavim” olduklarını ileri sürmek suretiyle Hz. İbrahim'in gerçek
dininden sapmışlardı. (“Onun hakkında uyuşmaz görüşler ileri sürüp
çekişenler” ifadesiyle dile getirilmek istenen de, kanaatimizce işte bu
sapmadır.) Kur’an'da sık sık işaret edildiği gibi, bu manevî taşkınlık
ya da küstahlık, İsrailoğulları'na -ve yalnızca onlara- birtakım ciddî
yasaklar, kısıtlamalar ve mecburiyetler yükletilerek Allah tarafından
cezalandırılmıştır. İşte bu kısıtlama ya da ilave yükümlülüklerden biri
de Sebt (Cumartesi) günü her türlü işten, alış verişten uzak durmaktır.
En geniş anlamıyla bu pasaj, Allah tarafından öngörülen tüm biçimsel
yükümlülüklerin (ritual), kendi başlarına dinî birer amaç olmadıklarını,
ama sadece manevî ve ruhanî disiplinin biçimlendirilmesinde araç ve
vesile olarak iş gördüklerini işaret etmektedir."
Mustafa İslamoğlu Meali:
Cumartesi yasağı sadece, bu konuda (İbrahim`in inanç sisteminden) farklılaşıp kopmuş olan kimselerin aleyhine oluşturulmuş bir durumdu. Ama şu kesin ki, Rabbin Kıyamet Günü üzerinde sürekli çekişip durdukları bu konuda onlar arasında hüküm verecektir.
Mustafa İslamoğlu bu ayet için ayrıca, "Bu konuda ihtelefu sözcüğüne şöyle bir anlam da yükleyebiliriz. Hz. İbrahim'in inanç sisteminden kopmaları sonucu bu yasak oluşmuştu. İhtelefe aynı zamanda bir şeyden ayrılmak, uzaklaşmak, kopmak anlamına gelir. Ki, bir üstteki ayetlerin Hz İbrahim'le alakalı olduğu düşünülünce bu anlam daha makul olsa gerek" demektedir.
Kur'an Yolu adlı tefsirde ise, Nahl s. 124. ayeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: Eski tefsirlerde genellikle yahudilerin, hakkında görüş ayrılığına düştükleri şeyin “sebt günü” (cumartesi yasağı) olduğu belirtilmiştir; fakat İbn Âşûr’un da belirttiği gibi (XIV, 322-323) bunu bir önceki âyette geçen İbrâhim ve “İbrâhim’in dini” olarak anlamak daha isabetlidir. Buna göre âyeti şöyle açıklamak uygun olacaktır: Sebt günü ile ilgili yasaklar, bazı taşkınlıkları ve dikbaşlılıkları sebebiyle sadece Mûsâ kavmine özel bir ceza olarak Allah tarafından konulmuştur, İbrâhim ve onun diniyle ilgisi yoktur. Âyetten anlaşıldığına göre Mekkeliler’in temasta bulunduğu bazı yahudi grupları, diğer birçok konuda olduğu gibi Hz. İbrâhim’in kişiliği ve dini konusunda da görüş ayrılığına düşmüşlerdi (bk. Âl-i İmrân3/65-68).
Araf suresi içinde geçen, cumartesi yasağını çiğneyen İsrailoğullarından olan bir topluluğun başlarına gelenlerin, eğer onların bu konuda ihtilaf etmelerinden dolayı başlarına geldiği söylenecek olursa, burada dikkat edilmesi gereken noktanın yasak konulduktan sonra o topluluğun helake uğradığıdır. Nahl s. 124. ayetinde geçen asıl mesele, İsrailoğullarının neden önce kendilerine helal olan bazı şeylerin, sonradan haram kılındığı meselesidir. Ayrıca Medine'de nazil olan surelerin içindeki İbrahim (a.s) ile ilgili ayetlerin, kitap ehlinin onun dinine aykırı inanç ve amel içinde oldukları özellikle vurgulanmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
12 Aralık 2017 Salı
3 Aralık 2017 Pazar
Müstevdeun Kelimesi Üzerinden Ölüm İle Diriliş Arasında Geçecek Zamanı Okumak
Kur'an içinde geçen kelimeler, din adına bizlere sunulan bazı bilgilerin sağlamasını yapmak konusunda da faydalar sağlamaktadır. Yazımıza konu aldığımız Müstevdeun kelimesinin anlamı, aynı zamanda bizleri İslam kültüründe yaygın olan Kabir azabı konusunda bilgi sahibi de yapmaktadır. Ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında Kur'an içindeki başka ayetlerde de bilgiler bulunmasına karşın, biz sadece bu kelime üzerinden bir çalışma yaparak,Kur'an içinde geçen bir kelimenin aynı zamanda bizleri başka konularda da bilgi sahibi yapabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık
[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»
Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz.
[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»
Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.
Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.
Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;
Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.
Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.
Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.
Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.
Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir.
Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.
Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık
[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»
Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz.
[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»
Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.
Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.
Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;
Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.
Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.
Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.
Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.
Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir.
Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.
Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Aralık 2017 Cuma
Yunus s. 83. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Yunus s. 75. ve 93. ayetleri arasında geçen Musa (a.s) kıssasının 83. ayetinde Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.
فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ
Bu ayetin yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir:
[Yunus s. 83] Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.
Bu çeviriye göre Musa (a.s) a İsrailoğullarından küçük bir grup iman ediyor, geri kalanları ise Firavun korkusundan dolayı Musa (a.s) a iman etmiyor. Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde, korkan tarafın iman eden küçük gurup değil, iman etmeyen geri kalan gurubun olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ayetin Arapça metnini dikkatli okuduğumuzda, böyle bir çeviri yapmanın uygun olmadığı görülecektir.
Bizim iddiamız, Ayetin çevirisinde hata yapılmış olduğudur. Ayetin kelime kelime çevirisini yaptığımızda, yapılan hata ortaya çıkacaktır.
فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ Musa'ya iman eden olmadı.
إِلَّا ancak imân etti
ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ kendi kavminden bir zürriyet
عَلَىٰ خَوْفٍ korku üzerinde oldukları halde
مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ Firavun ve melesinin
أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ onları fitneye düşürmesinden, onları işkenceye uğratmasından
وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ Firavun, yeryüzünde çok ululanan
وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ ve çok aşırı giden müsriflerden idi.
"Musa'ya iman eden olmadı. ancak kendi kavminden bir zürriyet, Firavun ve melesinin onları fitneye düşürmesinden korku üzerinde oldukları halde imân etti. Firavun, yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı giden müsriflerden idi."
Bu çeviriye bakıldığında ise, korkan tarafın iman eden küçük gurup olduğu anlaşılmaktadır. Yani İsrailoğullarından iman eden küçük gurup, Firavun'un zalim bir kişi olmasından korkmalarına rağmen Musa (a.s) a iman etmişlerdir. Ayet içindeki Ala havfin ( korku üzerinde oldukları halde) ibaresi, iman eden gurubun halini ifade etmektedir. Halbuki çeviriler bu ibareyi diğer guruba atfeden bir çeviri yapmışlardır.
84. ve 86ayetleri okuduğumuzda konu daha net olarak anlaşılacaktır.
[Yunus s.84] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.
[Yunus s. 85] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için fitne konusu kılma!
[Yunus s.86] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»
Yunus s. 84. ayetinde Musa (a.s) kendisine iman edenlere hitaben, böyle bir korkunun gereksizliğini hatırlatmakta, 85. ve 86.ayetlerde ise, kendisine iman edenler onu bu hatırlatmalarına karşı olumlu cevap vermektedirler.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde, Yunus s. 83. ayetine Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verilmiş olan anlamın doğru olduğunu söyleyebiliriz.
(Yunus s. 83) Artık Mûsa'ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Fir'avun'dan ve onların cemaatinden bir belaya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Fir'avun ise muhakkak ki, o yerde yüksek idi ve şüphe yok ki, o haddi tecavüz edenlerden idi. (Ömer Nasuhi Bilmen)
Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan Yunus s. 83. ayetinin çevirisinde, korkan tarafın iman eden taraf olduğu şeklinde bir çeviri yapıldığı, ve bu çevirinin diğer çevirilerden farklı olduğu görülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
Bu ayetin yapılan çevirilerinin bir çoğunun hatalı şekilde yapılmış olmasını iddia etmemiz, bizim doğru olduğunu iddia ettiğimiz çevirinin doğru olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirecektir. Yapılan meallerin birbirinin kopyası olması, kopya edilen meallerin herhangi bir yanlışa düşmüş olabileceği üzerinde fikir yürütülmemesi, Arapça bilmekten daha önemli olan ayet, sure Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesi, bu hataları körükleyen sebeplerdendir. Bu ayetin yapılmış çevirileri hakkında herhangi bir bilgisi olmayan kişi, bu ayeti çevirmeye kalktığında, mutlaka Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan çevirisinin benzerini yapacaktır.
Sonuç olarak: Yunus s. 83. ayetine Türkçe meallerde verilen "Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için
kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun
yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi." şeklindeki anlamın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Ayet içindeki anahtar durumda olan Ala havfin ibaresinin, Musa (a.s) a iman etmeyen gurup için kullanılmış olması hatanın sebebini oluşturmaktadır. Bu ibarenin halbuki Musa (a.s) a iman eden gurup için kullanılması gerekirdi. Ayetlerin bağlamına dikkat ettiğimizde, doğru olduğunu düşündüğümüz anlamın, sadece Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verildiğini gördük.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ
Bu ayetin yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir:
[Yunus s. 83] Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.
Bu çeviriye göre Musa (a.s) a İsrailoğullarından küçük bir grup iman ediyor, geri kalanları ise Firavun korkusundan dolayı Musa (a.s) a iman etmiyor. Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde, korkan tarafın iman eden küçük gurup değil, iman etmeyen geri kalan gurubun olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ayetin Arapça metnini dikkatli okuduğumuzda, böyle bir çeviri yapmanın uygun olmadığı görülecektir.
Bizim iddiamız, Ayetin çevirisinde hata yapılmış olduğudur. Ayetin kelime kelime çevirisini yaptığımızda, yapılan hata ortaya çıkacaktır.
فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ Musa'ya iman eden olmadı.
إِلَّا ancak imân etti
ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ kendi kavminden bir zürriyet
عَلَىٰ خَوْفٍ korku üzerinde oldukları halde
مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ Firavun ve melesinin
أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ onları fitneye düşürmesinden, onları işkenceye uğratmasından
وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ Firavun, yeryüzünde çok ululanan
وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ ve çok aşırı giden müsriflerden idi.
"Musa'ya iman eden olmadı. ancak kendi kavminden bir zürriyet, Firavun ve melesinin onları fitneye düşürmesinden korku üzerinde oldukları halde imân etti. Firavun, yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı giden müsriflerden idi."
Bu çeviriye bakıldığında ise, korkan tarafın iman eden küçük gurup olduğu anlaşılmaktadır. Yani İsrailoğullarından iman eden küçük gurup, Firavun'un zalim bir kişi olmasından korkmalarına rağmen Musa (a.s) a iman etmişlerdir. Ayet içindeki Ala havfin ( korku üzerinde oldukları halde) ibaresi, iman eden gurubun halini ifade etmektedir. Halbuki çeviriler bu ibareyi diğer guruba atfeden bir çeviri yapmışlardır.
84. ve 86ayetleri okuduğumuzda konu daha net olarak anlaşılacaktır.
[Yunus s.84] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.
[Yunus s. 85] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için fitne konusu kılma!
[Yunus s.86] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»
Yunus s. 84. ayetinde Musa (a.s) kendisine iman edenlere hitaben, böyle bir korkunun gereksizliğini hatırlatmakta, 85. ve 86.ayetlerde ise, kendisine iman edenler onu bu hatırlatmalarına karşı olumlu cevap vermektedirler.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde, Yunus s. 83. ayetine Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verilmiş olan anlamın doğru olduğunu söyleyebiliriz.
(Yunus s. 83) Artık Mûsa'ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Fir'avun'dan ve onların cemaatinden bir belaya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Fir'avun ise muhakkak ki, o yerde yüksek idi ve şüphe yok ki, o haddi tecavüz edenlerden idi. (Ömer Nasuhi Bilmen)
Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan Yunus s. 83. ayetinin çevirisinde, korkan tarafın iman eden taraf olduğu şeklinde bir çeviri yapıldığı, ve bu çevirinin diğer çevirilerden farklı olduğu görülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyetî
kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder
içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem'ine bu gibi âyetlerle
teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet... Hz. Musa,
o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân
etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet.,
(artık Musa'ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi)
dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa'nın kavmi alan İsrail
oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin
Firavun'dan ve onların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri
tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde)
yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle
imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında
(ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki,
o) lanete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde
rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail'den nice kimseleri öldürmüş,
yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu."
Bu ayetin yapılan çevirilerinin bir çoğunun hatalı şekilde yapılmış olmasını iddia etmemiz, bizim doğru olduğunu iddia ettiğimiz çevirinin doğru olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirecektir. Yapılan meallerin birbirinin kopyası olması, kopya edilen meallerin herhangi bir yanlışa düşmüş olabileceği üzerinde fikir yürütülmemesi, Arapça bilmekten daha önemli olan ayet, sure Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesi, bu hataları körükleyen sebeplerdendir. Bu ayetin yapılmış çevirileri hakkında herhangi bir bilgisi olmayan kişi, bu ayeti çevirmeye kalktığında, mutlaka Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan çevirisinin benzerini yapacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
26 Kasım 2017 Pazar
Araf s. 175. Ayetinde Geçen "Fe etbeahuşşeytanü" İbaresinin Çevirisi Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an çevirilerinde göze çarpan hatalardan bir tanesi de aynı ibarenin geçtiği ayetlerin birbirinden farklı anlamda çevrilmiş olmasıdır. Başka meallerden kopya çekerek meal hazırlamayan, Kur'an bütünlüğüne hakim olan bir çevirmen, aynı ibarenin diğer ayetlerde yapılan çevirisine dikkat etmek sayesinde, daha önce yapılmış bazı hatalı çevirileri görebilir, dolayısı ile kendisi de aynı hataya düşmekten de kurtulabilir.
Araf s. 175. ayetini meallerden karşılaştırmalı olarak okuyan, ve ayet içindeki kelimelerin geçtiği diğer ayetlerde nasıl çevrilmiş olduğuna dikkat eden bir Kur'an okuyucusu, bu ayet içinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinde bir farklılık olduğunu görecek, ve bu ayetin çevirisinde bir hata olup olmadığını sorgulayacak, Kur'an bütünlüğüne dikkat eden bir okuma yaptığında ise, hatayı görebilecektir.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ
Bu ayetin tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok mealde şu şekilde çevrilmiş olduğunu gördük.
Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığı sonunda da azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat.
Çeviride problem olarak gördüğümüz nokta, ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ ibaresinin bir çok mealde "şeytanın arkasına taktığı", "onu şeytan peşine taktı", "Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bizim çeviri problemi olarak gördüğümüz nokta, bir çok kişi tarafından normal bir çeviri olarak görülebilir, çünkü konu şeytan olduğunda bir çok ayette Allah (c.c) bizlere ona tabi olmamamızı emretmektedir. Bu ayetlerdeki emirlerden dolayı bir çok çevirmen Araf s. 175. ayetinin çevirisinde hata sayılacak bir çeviriye imza atmıştır.
Bu ayetin çevirisini yapanlar (bütün çevirmenlerin aynı hataya düştüğünü iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) şayet ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ kelimesinin geçtiği diğer ayetlere dikkat eden bir çeviri yapmış olsalardı, bu hataya düşmeyeceklerdi.
Bu kelimenin aynısı iki ayrı sure içinde daha geçmektedir.
Hicr s. 18. ayeti:
إِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُبِينٌ
Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, onu da parlak bir alev takip eder.
Saffat s. 10. ayeti:
إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
Ancak çalıp kapan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Bir de kelimenin iki yerde geçen Fe etbeuhum şeklinde geçişlerini de örnek vermek istiyoruz.
Yunus s. 90. ayeti:
وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا ۖ حَتَّىٰ إِذَا أَدْرَكَهُ
الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
Taha s. 78. ayeti:
فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
Bunun üzerine Firavun, askerleri ile birlikte onların (israiloğullarının) peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.
Konumuz olan kelimenin farklı zamirlerle kullanılan başka geçişleri de mevcut olmakla birlikte, yazıyı uzatmamak adına bu kadar örnekle yetiniyoruz. Şimdi verdiğimiz örnek ayetlerin çevirisi ile, Araf s. 175. ayetine yapılan ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çevirileri karşılaştıracak, örnek ayetlere Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu iddia ettiğimiz anlam doğrultusunda bir meal örneği vererek, yapılan hatayı göstermeye çalışacağız.
Hicr s. 18. ve Saffat s. 10. ayetleri, Muhammed (a.s) a inen vahye karşı herhangi bir dış etkenin müdahalesi olmadığı bildiren bir bağlama dahil olan ayetlerdendir. Hicr s. 18. ayetini şayet Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çeviriler doğrultusunda bir anlam vermeye kalktığımızda, bu ayetin çevirisi kulak hırsızlığı yapanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklinde değil, kulak hırsızlığı yapanın alevli ateşi takip ettiği şeklinde yapılması gerekirdi.
Daha net anlaşılması için: Kulak hırsızı önde kaçarken onu arkasından alevli ateşin takip ettiğini ifade eden doğru anlam yerine, alevli ateş önde kaçarken onu arkasından kulak hırsızının takip ettiği şeklinde yapılan bir Hicr s. 18. ayeti çevirisi nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen meallerde öyle hatalıdır.
Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Hicr s. 18. ayetine de, "Kulak hırsızlığı yapanı parlak ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.
Saffat s. 10. ayeti de aynı şekildedir, ayette sözü çalıp kapan olursa o sözü çalanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklindeki doğru anlam yerine, sözü çalıp kapanın yakıcı alevi takip ettiği şeklinde yapılan bir çeviri nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen anlam da öyle hatalıdır.
Yine Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Saffat s. 10. ayetine de, Ancak çalıp kapan olursa, o çalıp kapan delip geçen yakıcı ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.
Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerinde, Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarının peşine düştüğü bildirilmektedir. Eğer bu ayetlerin çevirilerini Araf s. 175. ayetine verilen hatalı anlamı baz alarak yapacak olduğumuzda, İsrailoğullarının Firavun ve askerlerinin peşine düştüğü şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki, böyle bir anlamın hatalı olacağı herkesçe malumdur.
Hal böyle iken neden Araf s. 175. ayetinin çevirisini hatalı olarak yapanlar bu noktaya dikkat etmeden çeviri yapmışlardır. Çeviri yapanların Arap dilini bilmediklerini söylemek onlara haksızlık olacaktır, fakat kopyacı veya ilgili kelimenin Kur'an içinde geçişlerine dikkat etmediklerini söylemek haksızlık olmayacaktır.
Araf s. 175. ayetinin kelime kelime çevirisi şu şekildedir:
Vetlu aleyhim: Onlara oku
Nebeellezî âteynâhu âyâtina: Ayetlerimizi verdiğimiz adamın haberini
Fenseleha minhâ: Fakat o ayetlerimizden sıyrıldı
Fe etbeahuş şeytânu: Şeytan (ayetlerimizden sıyrılan adama) tabi oldu, peşine düştü
Fe kâne minel gâvîn: Böylelikle azgınlardan oldu.
Problem, ayet içinde geçen Fe etbeauşşeytanu ibaresinin, Şeytan ona tabi oldu, peşine takıldı şeklinde çevrilmesi gerekirken, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı şeklinde çevrilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu noktada Fe etbeahu kelimesindeki hu zamirinin, "O" veya "Ona" şeklinde her iki anlamında
verilebilmesinin gramer olarak mümkün olduğu, Fe etbeahuşşeytanü kelimesinin, O şeytana tabi oldu anlamına gelebileceği gibi, Şeytan ona tabi oldu anlamına da gelebileceği iddia edilebilir.
Bu kelimenin, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı anlamının doğru olduğunu düşündüğümüzde, Hicr s. 18. ayetine, Kulak hırsızlığı yapan alevli ateşi takip etti anlamı, Saffat s. 10. ayetine, Çalıp kapan yakıcı alevi takip etti, Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerine, İsrailoğulları Firavun ve ordusunu takip etti peşine takıldı anlamının verilmesi gerekirdi. Bu ayetlere verilen anlamlar ne kadar doğru ise ki değildir, Araf s. 175. ayetindeki Fe etbeahuşşeytanü kelimesine verilen O şeytana tabi oldu anlamı da o kadar doğrudur.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok meal bu ayeti hatalı olarak çevirirken, doğru olarak çevirenler de bulunmaktadır.
----Adem Uğur:Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
Araf s. 175. ayetini meallerden karşılaştırmalı olarak okuyan, ve ayet içindeki kelimelerin geçtiği diğer ayetlerde nasıl çevrilmiş olduğuna dikkat eden bir Kur'an okuyucusu, bu ayet içinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinde bir farklılık olduğunu görecek, ve bu ayetin çevirisinde bir hata olup olmadığını sorgulayacak, Kur'an bütünlüğüne dikkat eden bir okuma yaptığında ise, hatayı görebilecektir.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ
Bu ayetin tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok mealde şu şekilde çevrilmiş olduğunu gördük.
Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytanın arkasına taktığı sonunda da azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat.
Çeviride problem olarak gördüğümüz nokta, ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ ibaresinin bir çok mealde "şeytanın arkasına taktığı", "onu şeytan peşine taktı", "Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı" şeklinde çevrilmiş olmasıdır. Bizim çeviri problemi olarak gördüğümüz nokta, bir çok kişi tarafından normal bir çeviri olarak görülebilir, çünkü konu şeytan olduğunda bir çok ayette Allah (c.c) bizlere ona tabi olmamamızı emretmektedir. Bu ayetlerdeki emirlerden dolayı bir çok çevirmen Araf s. 175. ayetinin çevirisinde hata sayılacak bir çeviriye imza atmıştır.
Bu ayetin çevirisini yapanlar (bütün çevirmenlerin aynı hataya düştüğünü iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) şayet ayet içinde geçen فَأَتْبَعَهُ kelimesinin geçtiği diğer ayetlere dikkat eden bir çeviri yapmış olsalardı, bu hataya düşmeyeceklerdi.
Bu kelimenin aynısı iki ayrı sure içinde daha geçmektedir.
Hicr s. 18. ayeti:
إِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُبِينٌ
Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, onu da parlak bir alev takip eder.
Saffat s. 10. ayeti:
إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ
Ancak çalıp kapan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Bir de kelimenin iki yerde geçen Fe etbeuhum şeklinde geçişlerini de örnek vermek istiyoruz.
Yunus s. 90. ayeti:
وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا ۖ حَتَّىٰ إِذَا أَدْرَكَهُ
الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لَا إِلَٰهَ إِلَّا الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
Taha s. 78. ayeti:
فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
Bunun üzerine Firavun, askerleri ile birlikte onların (israiloğullarının) peşine düştü. Deniz onları gömüp boğuverdi.
Konumuz olan kelimenin farklı zamirlerle kullanılan başka geçişleri de mevcut olmakla birlikte, yazıyı uzatmamak adına bu kadar örnekle yetiniyoruz. Şimdi verdiğimiz örnek ayetlerin çevirisi ile, Araf s. 175. ayetine yapılan ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çevirileri karşılaştıracak, örnek ayetlere Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu iddia ettiğimiz anlam doğrultusunda bir meal örneği vererek, yapılan hatayı göstermeye çalışacağız.
Hicr s. 18. ve Saffat s. 10. ayetleri, Muhammed (a.s) a inen vahye karşı herhangi bir dış etkenin müdahalesi olmadığı bildiren bir bağlama dahil olan ayetlerdendir. Hicr s. 18. ayetini şayet Araf s. 175. ayetine verilen ve hatalı olduğunu düşündüğümüz çeviriler doğrultusunda bir anlam vermeye kalktığımızda, bu ayetin çevirisi kulak hırsızlığı yapanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklinde değil, kulak hırsızlığı yapanın alevli ateşi takip ettiği şeklinde yapılması gerekirdi.
Daha net anlaşılması için: Kulak hırsızı önde kaçarken onu arkasından alevli ateşin takip ettiğini ifade eden doğru anlam yerine, alevli ateş önde kaçarken onu arkasından kulak hırsızının takip ettiği şeklinde yapılan bir Hicr s. 18. ayeti çevirisi nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen meallerde öyle hatalıdır.
Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Hicr s. 18. ayetine de, "Kulak hırsızlığı yapanı parlak ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.
Saffat s. 10. ayeti de aynı şekildedir, ayette sözü çalıp kapan olursa o sözü çalanı yakıcı bir alevin takip ettiği şeklindeki doğru anlam yerine, sözü çalıp kapanın yakıcı alevi takip ettiği şeklinde yapılan bir çeviri nasıl hatalı olursa, Araf s. 175. ayetine verilen anlam da öyle hatalıdır.
Yine Araf s. 175. ayetinde geçen Fe etbeahuşşeytanü ibaresinin çevirisinin Şeytanın arkasına taktığı şeklinde yapılan çevirisini baz alarak Saffat s. 10. ayetine de, Ancak çalıp kapan olursa, o çalıp kapan delip geçen yakıcı ateşi takip eder" anlamı verilmesi gerekirdi.
Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerinde, Firavun ve askerlerinin İsrailoğullarının peşine düştüğü bildirilmektedir. Eğer bu ayetlerin çevirilerini Araf s. 175. ayetine verilen hatalı anlamı baz alarak yapacak olduğumuzda, İsrailoğullarının Firavun ve askerlerinin peşine düştüğü şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki, böyle bir anlamın hatalı olacağı herkesçe malumdur.
Hal böyle iken neden Araf s. 175. ayetinin çevirisini hatalı olarak yapanlar bu noktaya dikkat etmeden çeviri yapmışlardır. Çeviri yapanların Arap dilini bilmediklerini söylemek onlara haksızlık olacaktır, fakat kopyacı veya ilgili kelimenin Kur'an içinde geçişlerine dikkat etmediklerini söylemek haksızlık olmayacaktır.
Araf s. 175. ayetinin kelime kelime çevirisi şu şekildedir:
Vetlu aleyhim: Onlara oku
Nebeellezî âteynâhu âyâtina: Ayetlerimizi verdiğimiz adamın haberini
Fenseleha minhâ: Fakat o ayetlerimizden sıyrıldı
Fe etbeahuş şeytânu: Şeytan (ayetlerimizden sıyrılan adama) tabi oldu, peşine düştü
Fe kâne minel gâvîn: Böylelikle azgınlardan oldu.
Problem, ayet içinde geçen Fe etbeauşşeytanu ibaresinin, Şeytan ona tabi oldu, peşine takıldı şeklinde çevrilmesi gerekirken, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı şeklinde çevrilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu noktada Fe etbeahu kelimesindeki hu zamirinin, "O" veya "Ona" şeklinde her iki anlamında
verilebilmesinin gramer olarak mümkün olduğu, Fe etbeahuşşeytanü kelimesinin, O şeytana tabi oldu anlamına gelebileceği gibi, Şeytan ona tabi oldu anlamına da gelebileceği iddia edilebilir.
Bu kelimenin, O şeytana tabi oldu, şeytanın peşine takıldı anlamının doğru olduğunu düşündüğümüzde, Hicr s. 18. ayetine, Kulak hırsızlığı yapan alevli ateşi takip etti anlamı, Saffat s. 10. ayetine, Çalıp kapan yakıcı alevi takip etti, Yunus s. 90. ve Taha s. 78. ayetlerine, İsrailoğulları Firavun ve ordusunu takip etti peşine takıldı anlamının verilmesi gerekirdi. Bu ayetlere verilen anlamlar ne kadar doğru ise ki değildir, Araf s. 175. ayetindeki Fe etbeahuşşeytanü kelimesine verilen O şeytana tabi oldu anlamı da o kadar doğrudur.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz bir çok meal bu ayeti hatalı olarak çevirirken, doğru olarak çevirenler de bulunmaktadır.
----Adem Uğur:Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
----Bayraktar Bayraklı: Onlara şu adamın haberini oku! Kendisine âyetlerimizi vermiştik; fakat onlardan sıyrılıp çıktı. Ondan dolayı şeytan kendisini takip etti ve sonunda azgınlardan oldu.
----Diyanet Vakfı: Onlara (yahudilere), kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
----Edip Yüksel: Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz, ancak onlardan sıyrılmış-geçmiş kimsenin ne duruma düştüğünü anlat onlara. Sapkın onu saptırıncaya kadar izlemişti.
----İlyas Yorulmaz: Ayetlerimizi kendisine verdiğimiz kimsenin haberini onlara oku. O ayetlerimizden uzaklaşmış ve şeytan da onu takip edip izlemiş, o da azgınlardan olmuştu.
----Kadri Çelik: Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, bu yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am b. Baura’nın) haberini oku.
----Muhammed Esed: Ve kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara atan kimsenin başına gelecek olanı anlat onlara: Şeytan yetişip yakalar onu ve o da, başka niceleri gibi, vahim bir sapışla sapıp gider.
Konumuz olan kelimenin çevirisinde yapılan hata, aynı zamanda ayetteki çok önemli bir anlatımın da yok edilmesine yol açmıştır. Şeytanın Allah'ın ayetlerinden sıyrılan kişinin peşine takılması, onu takip etmesi, Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış olmanın ne kadar büyük bir cürüm olduğunu da ifade etmesi bakımından önemli bir anlatımdır. Bilindiği gibi insanlar genellikle şeytanın peşine takılan bir yol izlerler, fakat bu ayette bu durum böyle olmamış, şeytan başka birisinin peşine takılmıştır.
Bu durumu bizim dilimizde meşhur olan, Şeytana dahi pabucunu ters giydirmek deyimi ile izah etmek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. Ayet içinde zikri geçen kişi her kimse küfürde öyle bir zirve yapmıştır ki, şeytanı dahi kendisine hayran bırakarak, onu bile kendisine tabi kılabilmiştir.
Burada şeytanın kimliği üzerinde herhangi bir yorum yapmaya çalışmak konuyu uzatacaktır. Ayet ile ilgili olarak sadece çevirisi ile ilgili bir çalışma yapmaya çalıştığımız için, Araf s. 175-176. ayetlerinin mesajı üzerinde daha sonraki yazılarımızda durmaya gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
----Sadık Türkmen: Onlara, şu kimsenin haberini de oku/anlat: Kendisine ayetlerimizi vermiştik, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytanın peşine takıldı nihayet azgınlardan oluverdi.
[043.036] Kim Rahmanın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.
[043.036] Kim Rahmanın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o, ona arkadaş olur.
Bu durumu bizim dilimizde meşhur olan, Şeytana dahi pabucunu ters giydirmek deyimi ile izah etmek konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. Ayet içinde zikri geçen kişi her kimse küfürde öyle bir zirve yapmıştır ki, şeytanı dahi kendisine hayran bırakarak, onu bile kendisine tabi kılabilmiştir.
Burada şeytanın kimliği üzerinde herhangi bir yorum yapmaya çalışmak konuyu uzatacaktır. Ayet ile ilgili olarak sadece çevirisi ile ilgili bir çalışma yapmaya çalıştığımız için, Araf s. 175-176. ayetlerinin mesajı üzerinde daha sonraki yazılarımızda durmaya gayret edeceğiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kadri Çelik:
Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, bu yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am b. Baura’nın) haberini oku.
Onlara, kendisine ayetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, bu yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am b. Baura’nın) haberini oku.
25 Kasım 2017 Cumartesi
Araf s. 168. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın Türkçe yapılmış çevirilerinde ortaya çıkan sorunlardan bir tanesi, metnin kast ettiği anlamın çeviriye yansıtılamaması, çeviride herhangi bir hata olmasa dahi, okuyucunun ilgili ayetin mealini okurken bir takım tereddütlere düşebilmesidir. Araf suresi 168. ayetinin yapılmış olan bazı meallerini okuyanların kafasında oluşabilecek bazı sorular, ne demek istediğimizin daha net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا ۖ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır.
Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan hasenat (iyiliklerle), bazan da seyyiat (kötülükler) ile imtihana çektik. Sonunda belki dönerler diye.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, metnin kast ettiği anlam çeviriye yansıtılamamış olduğu görülmektedir şöyle ki;
Ayetin bağlamının İsrailoğulları ile ilgili olduğunu hatırlatarak, aynı surenin 160. ayetinde, "Biz, onları on iki oymağa, ümmetlere ayırdık" buyurulmuş olmasını dikkate aldığımızda, bu topluluğun 12 ayrı kabile halinde olduğu anlaşılmaktadır. Ayet bu 12 topluluğun içinde الصَّالِحُونَ (salih olanlar) olarak ifade edilen bir gurubun, bir de دُونَ ذَٰلِكَ ۖ(bunun aşağısında) olarak ifade edilen bir gurubun olduğunu bildirmektedir. Yani Araf s. 168. ayetinde İsrailoğulları 1- Salih olanlar, 2- Salih olmayanlar olarak 2 gurupta toplanmaktadır.
Çevirilerin ilk cümlesinde geçen Onları kelimesi, bütün İsrailoğullarını kapsamına alırken, ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesi ise, bütün İsrailoğullarını kapsamını almamakta, sadece salih olan gurubun dışında olan ve دُونَ ذَٰلِكَ olarak ifade edilen gurubu kapsamına almaktadır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz bazı meallerde, bu noktaya dikkat edilmediği dikkat çekmektedir. Ayetin çevirisinde bu noktanın dikkate alınmamasının ne gibi sakıncası olabilir? diye sorulduğunda şu cevabı verebiliriz.
Allah (c.c) İsrailoğullarını Hasenat ve Seyyiat ile imtihana çektiğini bildirmekte, onların böyle bir imtihana çekilmelerinin sebebi ise, Sonunda belki dönerler cümlesi ile ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dönmelerini istediği şey, İsrailoğullarının yaptıkları gayrı salih olan davranışları terk ederek, salih davranışlarda bulunmalarını sağlamak olduğu malumdur.
Yukarıda Araf s. 168. ayetinin İsrailoğullarını 2 guruba ayırdığını söylemiştik. Ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesinin sadece İsrailoğullarının 2. gurubunu, yani salih olmayanlarını kapsamına aldığına dikkat eden bir çeviri yapılmayarak, her iki gurubu da içine alabilen bir anlam dahilinde çevrildiği zaman, dikkatli bir meal okuyucusu haklı olarak, Allah (c.c) neden salih olanları da dönsünler diye imtihana çekmektedir, zaten onlar salih olan kişiler diyerek bir itirazda bulunacaktır.
Böyle bir itiraza mahal bırakılmaması için, Araf s. 168. ayetinde Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini gösteren bir anlam dahilinde çeviri yapılması daha uygun olacaktır.
----Ömer Nasuhi Bilmen: Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık. Onlardan sâlih kimseler vardır. Ve onlardan onun dûnunda kimseler de vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, tâ ki (fenalıklarından) dönüversinler.
----Bayraktar Bayraklı: Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. İçlerinden bazıları iyi kimselerdi; bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları, yanlışlarından belki dönerler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Kadri Çelik: Onları (Yahudileri) grup grup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. Belki (kötülüklerinden) dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Mustafa İslamoğlu: Ve onları gurup gurup yeryüzünün her tarafına dağıttık; onların aralarında dürüst ve erdemli kimseler olduğu gibi, böyle olmayanlar da var. Bu sonuncuları belki kendilerine dönerler umuduyla, hem bağış ve bollukla hem sıkıntı ve darlıkla sınadık.
----Diyanet Vakfı: Onları (yahudileri) gurup gurup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Muhammed Esed: Ve onları (ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve erdemli kimselerdi; bazılarıysa böyle değildi: bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık, ki belki doğru yola dönerler.
Yukarıda verilen örnek çeviriler, Araf s. 168. ayetinde geçen, Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini ifade eden çevirilerdir. Meal okuyucusunun kafasında herhangi bir itiraz belirmemesi için, bazı ayetlerde bu tür ayrıntılara dikkat edilmesi, şağlıklı bir Kur'an çevirisi için önemlidir.
Kur'an'ın Türkçeye yapılmış çevirilerinde malum olduğu üzere metne sadık kalmak, veya anlam yorum merkezli olmak şekilde ortaya çıkan iki ana damar mevcuttur. Bu her iki ana damarın artıları ve eksileri bulunmakla birlikte, bir ayetin çevirisinde izlenecek en sağlıklı yöntem, ilgili ayetin kastının okuyucuya en doğru ve sağlıklı biçimde yansıtılması olmalıdır. Parantez veya dipnot şeklinde yapılacak izahlar, bazı ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırması bakımından bazen gereklidir.
Araf s. 168. ayeti:
Biz onları (İsrailoğullarını) yeryüzünde (12 boy olmak üzere) topluluğa ayırdık.(12 boya ayırdığımız) bu topluluktan salih olanlar ve salih olmayanlar da vardır.(Salih olmayan topluluğu) yaptıkları davranışları terk etmelerine sebep olsun diye iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.
Bu noktada, Allah (c.c) nin salih olmayan bir topluluğu yaptıkları davranışları terk etmeleri için neden sadece kötülükler ile değil de, iyilikler ile imtihan ettiği de sorulabilir, bu sorunun cevabını almak için, aynı surenin 94-95-96. ayetlerine bakılabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا ۖ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır.
Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan hasenat (iyiliklerle), bazan da seyyiat (kötülükler) ile imtihana çektik. Sonunda belki dönerler diye.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, metnin kast ettiği anlam çeviriye yansıtılamamış olduğu görülmektedir şöyle ki;
Ayetin bağlamının İsrailoğulları ile ilgili olduğunu hatırlatarak, aynı surenin 160. ayetinde, "Biz, onları on iki oymağa, ümmetlere ayırdık" buyurulmuş olmasını dikkate aldığımızda, bu topluluğun 12 ayrı kabile halinde olduğu anlaşılmaktadır. Ayet bu 12 topluluğun içinde الصَّالِحُونَ (salih olanlar) olarak ifade edilen bir gurubun, bir de دُونَ ذَٰلِكَ ۖ(bunun aşağısında) olarak ifade edilen bir gurubun olduğunu bildirmektedir. Yani Araf s. 168. ayetinde İsrailoğulları 1- Salih olanlar, 2- Salih olmayanlar olarak 2 gurupta toplanmaktadır.
Çevirilerin ilk cümlesinde geçen Onları kelimesi, bütün İsrailoğullarını kapsamına alırken, ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesi ise, bütün İsrailoğullarını kapsamını almamakta, sadece salih olan gurubun dışında olan ve دُونَ ذَٰلِكَ olarak ifade edilen gurubu kapsamına almaktadır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz bazı meallerde, bu noktaya dikkat edilmediği dikkat çekmektedir. Ayetin çevirisinde bu noktanın dikkate alınmamasının ne gibi sakıncası olabilir? diye sorulduğunda şu cevabı verebiliriz.
Allah (c.c) İsrailoğullarını Hasenat ve Seyyiat ile imtihana çektiğini bildirmekte, onların böyle bir imtihana çekilmelerinin sebebi ise, Sonunda belki dönerler cümlesi ile ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dönmelerini istediği şey, İsrailoğullarının yaptıkları gayrı salih olan davranışları terk ederek, salih davranışlarda bulunmalarını sağlamak olduğu malumdur.
Yukarıda Araf s. 168. ayetinin İsrailoğullarını 2 guruba ayırdığını söylemiştik. Ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesinin sadece İsrailoğullarının 2. gurubunu, yani salih olmayanlarını kapsamına aldığına dikkat eden bir çeviri yapılmayarak, her iki gurubu da içine alabilen bir anlam dahilinde çevrildiği zaman, dikkatli bir meal okuyucusu haklı olarak, Allah (c.c) neden salih olanları da dönsünler diye imtihana çekmektedir, zaten onlar salih olan kişiler diyerek bir itirazda bulunacaktır.
Böyle bir itiraza mahal bırakılmaması için, Araf s. 168. ayetinde Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini gösteren bir anlam dahilinde çeviri yapılması daha uygun olacaktır.
----Ömer Nasuhi Bilmen: Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık. Onlardan sâlih kimseler vardır. Ve onlardan onun dûnunda kimseler de vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, tâ ki (fenalıklarından) dönüversinler.
----Bayraktar Bayraklı: Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. İçlerinden bazıları iyi kimselerdi; bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları, yanlışlarından belki dönerler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Kadri Çelik: Onları (Yahudileri) grup grup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. Belki (kötülüklerinden) dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Mustafa İslamoğlu: Ve onları gurup gurup yeryüzünün her tarafına dağıttık; onların aralarında dürüst ve erdemli kimseler olduğu gibi, böyle olmayanlar da var. Bu sonuncuları belki kendilerine dönerler umuduyla, hem bağış ve bollukla hem sıkıntı ve darlıkla sınadık.
----Diyanet Vakfı: Onları (yahudileri) gurup gurup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Muhammed Esed: Ve onları (ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve erdemli kimselerdi; bazılarıysa böyle değildi: bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık, ki belki doğru yola dönerler.
Yukarıda verilen örnek çeviriler, Araf s. 168. ayetinde geçen, Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini ifade eden çevirilerdir. Meal okuyucusunun kafasında herhangi bir itiraz belirmemesi için, bazı ayetlerde bu tür ayrıntılara dikkat edilmesi, şağlıklı bir Kur'an çevirisi için önemlidir.
Kur'an'ın Türkçeye yapılmış çevirilerinde malum olduğu üzere metne sadık kalmak, veya anlam yorum merkezli olmak şekilde ortaya çıkan iki ana damar mevcuttur. Bu her iki ana damarın artıları ve eksileri bulunmakla birlikte, bir ayetin çevirisinde izlenecek en sağlıklı yöntem, ilgili ayetin kastının okuyucuya en doğru ve sağlıklı biçimde yansıtılması olmalıdır. Parantez veya dipnot şeklinde yapılacak izahlar, bazı ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırması bakımından bazen gereklidir.
Araf s. 168. ayeti:
Biz onları (İsrailoğullarını) yeryüzünde (12 boy olmak üzere) topluluğa ayırdık.(12 boya ayırdığımız) bu topluluktan salih olanlar ve salih olmayanlar da vardır.(Salih olmayan topluluğu) yaptıkları davranışları terk etmelerine sebep olsun diye iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.
Bu noktada, Allah (c.c) nin salih olmayan bir topluluğu yaptıkları davranışları terk etmeleri için neden sadece kötülükler ile değil de, iyilikler ile imtihan ettiği de sorulabilir, bu sorunun cevabını almak için, aynı surenin 94-95-96. ayetlerine bakılabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Kasım 2017 Cumartesi
Enam s. 121. Ayeti: Üzerine Allah'ın Adı Anılmadan Kesilen Hayvan Haram mıdır?
Kur'an'da bulunan bazı hükümlerin bugün bizim için ne ifade etmiş olabileceğinin bilinmesi, öncelikle o hükümlerin ilk muhataplar için ne ifade ettiğinin bilinmesi ile yakından alakası bulunmaktadır. Bir hükmün ilk muhataplara ne dediği anlaşılmadan, bize dair ne söylemiş olabileceğini anlamak güçleşecek, bizi zora sokan hükümlerle kendimizi bağlayarak, aynı zamanda gereksiz dini hükümlerin üretilmesine sebebiyet verilmiş olacaktır.
Bu duruma, üzerine Allah'ın adının anılmadığı hayvanların yenilmesinin Haram, olduğu düşüncesini örnek olarak verebiliriz. Bugün dahi bazı Müslümanlar, yedikleri etin kimin tarafından kesildiğine özellikle dikkat etmekte, kasapların müşrik olup olmadığı noktasında dikkat göstermekte, kesilen hayvanların üzerine Allah'ın adının anılıp anılmamış olması üzerinde titizlikle durmaktadırlar.
[006.118] Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yeyin, şayet O'nun ayetlerine inananlardan iseniz.
[006.119] Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.
[006.121] Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu; bir fısktır. Doğrusu, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederseniz; şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz.
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları diledimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size temiz olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
Enam s. 118-119-121. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde üzerine Allah'ın adı anılmamış olan hayvanların yenilmemesinin emredildiğini görmekteyiz. Bu emir bugün bir çok kimse tarafından, üzerine besmele çekilmemiş olan hayvanlarının etlerinin yenilmemesi gerektiği şeklinde anlaşılmaktadır. Konuyu sadece bu ayetler üzerinden anlamaya çalıştığımızda, bu düşünce içinde olmanın yanlış olmadığı görülebilir, fakat bu konudaki diğer ayetleri de okuduğumuz zaman, asıl meselenin besmele çekip çekmemekte değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah'ın dışındaki başka isimlerin anılmasında olduğu görülecektir.
[022.028] Ta ki kendileri için faydalara şahid olsunlar ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin. Çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.034] Biz; her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. O'na teslim olun. Sen mütevazı olanları müjdele.
[022.036] Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
Hac s. 28-34-36. ayetlerinde, hayvan kesiminin Hac ibadeti ile alakalı olduğunu görmekteyiz. İbadet kastı ile yapılan bir kesimin kime ibadet edildiğini göstermek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Allah'a ibadet kastı ile yapılan bir hayvan kesiminde Allah'ın adının anılması gereği ortadadır.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.» Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.
[016.115] Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri haram etmiştir. Darda kalan, aşırı gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartiyle bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder.
[002.173] Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
[005.003] Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Yukarıda ayetler içinde geçen Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların haram olduğunun beyan edilmiş olması, daha önceki ayetlerde geçen, Allah'ın adının anılması meselesini açığa kavuşturmaktadır.
Konunun öncelikle ilk muhataplar nezdindeki durumu, kesilen hayvanın üzerine sadece Allah'ın adının anılmaması değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah dışındaki başka isimlerin anılıyor olmasıdır. Allah (c.c) nin kesilen bir hayvanın üzerine kendi adının anılmasını istemesinden kasıt, daha önce Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah dışında başka isimler anmak sureti ile, Allah'ın adını anmamış olmalarıdır.
Bu nokta kavranıldığı zaman, bugün yediğimiz etlerin üzerine Allah'ın adının anılması gibi bir şartın gerekmediği de anlaşılacaktır. Bugün kasap veya marketlerden alınan etlerin haram olmasını gerektirecek olan tek durum, bu etler kesilirken üzerlerine Allah (c.c) dışındaki isimlerin anılıyor olmasıdır. Yapılan kesimlerde Allah adının anılmamış olması, etin haram olmasını gerektirecek bir durum değildir.
Biz şayet market veya kasaptan aldığımız bir etin, kesilirken üzerine Allah dışında başka bir ismin anıldığını kesin ve net olarak biliyor isek, bu etin yenilmesi işte o zaman haram olur, aksi takdirde böyle bir bilgiye sahip değilsek, etin yenilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Yine hayvan kesimi ile alakalı olarak, bazı kimselerin hayvan kesen kasapların itikadi durumları hakkında yani Müslüman mı yoksa Müşrik mi olup olmadıkları konusunda bilgi sahibi olmadıkları için, rastgele yerden et almamaları, kendileri tarafından kesilen hayvanları yemeleri konusuna da değinmek istiyoruz.
Bir etin haram olmasını gerektirecek olan durum, o eti kesenin kimliği ile alakalı bir durum değildir. Bir kimse eğer Müslüman olmasa dahi kestiği hayvanın üzerine herhangi bir isim anmadan kesmiş ise, bu hayvanın eti helaldir ve yenilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.
Ehli kitabın yiyeceklerinin bize helal olan kısmı, onların yaptığı yemeklerin sadece zeytinyağlı olanlarının helal olması anlamına gelmez. Kestikleri hayvanlar üzerine Allah'ın adı dışında adlar anmamış oldukları takdirde, Allah'ın adını anmamış olsalar dahi, onların kestiklerinin yenmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Sonuç olarak; Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılmasının emredilmesi meselesinin arka planında, Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah (c.c) nin dışında başka isimler anmasında yatmaktadır. Bu arka plan hesaba katılmadan ortaya atılan, kesilen hayvan üzerine Allah adının anılmasının Farz olduğu şeklindeki hüküm, geçmişte yaşamış olan bazı fıkıhçılar tarafından dahi kabul görmemiştir.
Bugün Müslümanlardan bir kesimi kasap veya marketten aldıkları etin üzerine Allah adının anılıp anılmadığı konusunda bir takım tereddütler gösterip, kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Böyle bir sıkıntı şayet, Kur'an'ın bu konudaki emrinin hangi sebepten ötürü olduğu kavranıldığında ortadan kalkacaktır.
Bugün market ve kasaplardan alınan etlerin yenilmesinde dini açıdan herhangi bir sakınca olmayıp gönül rahatlığı ile yenilebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu duruma, üzerine Allah'ın adının anılmadığı hayvanların yenilmesinin Haram, olduğu düşüncesini örnek olarak verebiliriz. Bugün dahi bazı Müslümanlar, yedikleri etin kimin tarafından kesildiğine özellikle dikkat etmekte, kasapların müşrik olup olmadığı noktasında dikkat göstermekte, kesilen hayvanların üzerine Allah'ın adının anılıp anılmamış olması üzerinde titizlikle durmaktadırlar.
[006.118] Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yeyin, şayet O'nun ayetlerine inananlardan iseniz.
[006.119] Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz? Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.
[006.121] Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan yemeyin. Çünkü bu; bir fısktır. Doğrusu, şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar. Şayet onlara itaat ederseniz; şüphesiz ki siz de müşrikler olursunuz.
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları diledimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: Size temiz olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Allah'tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.
Enam s. 118-119-121. ayetlerine baktığımızda, o ayetlerde üzerine Allah'ın adı anılmamış olan hayvanların yenilmemesinin emredildiğini görmekteyiz. Bu emir bugün bir çok kimse tarafından, üzerine besmele çekilmemiş olan hayvanlarının etlerinin yenilmemesi gerektiği şeklinde anlaşılmaktadır. Konuyu sadece bu ayetler üzerinden anlamaya çalıştığımızda, bu düşünce içinde olmanın yanlış olmadığı görülebilir, fakat bu konudaki diğer ayetleri de okuduğumuz zaman, asıl meselenin besmele çekip çekmemekte değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah'ın dışındaki başka isimlerin anılmasında olduğu görülecektir.
[022.028] Ta ki kendileri için faydalara şahid olsunlar ve Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yeyin. Çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.034] Biz; her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. O'na teslim olun. Sen mütevazı olanları müjdele.
[022.036] Kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Ön ayaklarının biri bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yanları yere yaslandığı vakit de onlardan yiyin, kanaat edip istemeyene de, isteyene de yedirin. Böylece onları sizin buyruğunuza verdik ki, şükredesiniz.
Hac s. 28-34-36. ayetlerinde, hayvan kesiminin Hac ibadeti ile alakalı olduğunu görmekteyiz. İbadet kastı ile yapılan bir kesimin kime ibadet edildiğini göstermek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Allah'a ibadet kastı ile yapılan bir hayvan kesiminde Allah'ın adının anılması gereği ortadadır.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir.» Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder.
[016.115] Allah size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasının adına kesilenleri haram etmiştir. Darda kalan, aşırı gitmemek ve başkasının hakkına el uzatmamak şartiyle bunun dışındadır. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder.
[002.173] Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, başkasının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyendir
[005.003] Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyle kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Yukarıda ayetler içinde geçen Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların haram olduğunun beyan edilmiş olması, daha önceki ayetlerde geçen, Allah'ın adının anılması meselesini açığa kavuşturmaktadır.
Konunun öncelikle ilk muhataplar nezdindeki durumu, kesilen hayvanın üzerine sadece Allah'ın adının anılmaması değil, kesilen bir hayvanın üzerine Allah dışındaki başka isimlerin anılıyor olmasıdır. Allah (c.c) nin kesilen bir hayvanın üzerine kendi adının anılmasını istemesinden kasıt, daha önce Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah dışında başka isimler anmak sureti ile, Allah'ın adını anmamış olmalarıdır.
Bu nokta kavranıldığı zaman, bugün yediğimiz etlerin üzerine Allah'ın adının anılması gibi bir şartın gerekmediği de anlaşılacaktır. Bugün kasap veya marketlerden alınan etlerin haram olmasını gerektirecek olan tek durum, bu etler kesilirken üzerlerine Allah (c.c) dışındaki isimlerin anılıyor olmasıdır. Yapılan kesimlerde Allah adının anılmamış olması, etin haram olmasını gerektirecek bir durum değildir.
Biz şayet market veya kasaptan aldığımız bir etin, kesilirken üzerine Allah dışında başka bir ismin anıldığını kesin ve net olarak biliyor isek, bu etin yenilmesi işte o zaman haram olur, aksi takdirde böyle bir bilgiye sahip değilsek, etin yenilmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
Yine hayvan kesimi ile alakalı olarak, bazı kimselerin hayvan kesen kasapların itikadi durumları hakkında yani Müslüman mı yoksa Müşrik mi olup olmadıkları konusunda bilgi sahibi olmadıkları için, rastgele yerden et almamaları, kendileri tarafından kesilen hayvanları yemeleri konusuna da değinmek istiyoruz.
Bir etin haram olmasını gerektirecek olan durum, o eti kesenin kimliği ile alakalı bir durum değildir. Bir kimse eğer Müslüman olmasa dahi kestiği hayvanın üzerine herhangi bir isim anmadan kesmiş ise, bu hayvanın eti helaldir ve yenilmesinde hiçbir sakınca yoktur.
[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.
Ehli kitabın yiyeceklerinin bize helal olan kısmı, onların yaptığı yemeklerin sadece zeytinyağlı olanlarının helal olması anlamına gelmez. Kestikleri hayvanlar üzerine Allah'ın adı dışında adlar anmamış oldukları takdirde, Allah'ın adını anmamış olsalar dahi, onların kestiklerinin yenmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Sonuç olarak; Kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılmasının emredilmesi meselesinin arka planında, Mekke'li müşriklerin kestikleri hayvanların üzerine Allah (c.c) nin dışında başka isimler anmasında yatmaktadır. Bu arka plan hesaba katılmadan ortaya atılan, kesilen hayvan üzerine Allah adının anılmasının Farz olduğu şeklindeki hüküm, geçmişte yaşamış olan bazı fıkıhçılar tarafından dahi kabul görmemiştir.
Bugün Müslümanlardan bir kesimi kasap veya marketten aldıkları etin üzerine Allah adının anılıp anılmadığı konusunda bir takım tereddütler gösterip, kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Böyle bir sıkıntı şayet, Kur'an'ın bu konudaki emrinin hangi sebepten ötürü olduğu kavranıldığında ortadan kalkacaktır.
Bugün market ve kasaplardan alınan etlerin yenilmesinde dini açıdan herhangi bir sakınca olmayıp gönül rahatlığı ile yenilebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Kasım 2017 Salı
Enam Suresindeki İbrahim (a.s) Kıssasında Geçen "Heze Rabbi" İfadesinin Çevirileri Üzerine
İbrahim (a.s) gönderildiği kavminin işlediği şirk amellerinin yanlışlığını canını ortaya koyarak dile getiren elçilerden biri olarak, adı kıyamete kadar dillerde dolaşacak, şirk'e karşı olan duruşu ise bütün Müslümanlara örnek olacaktır. Onun kıssasının anlatıldığı Enam suresi içinde geçen ayetlerde kullandığı Heze Rabbi ifadesinin, İşte Rabbim bu dur şeklinde yapılan çevirilerinin, kıssa bütünlüğü ile uygunluk arz etmediğini, hatta bazı meal okuyucularında, İbrahim (a.s) ın bunları neden rab olarak kabul etmiş olmasının bazı soru işaretlerine neden olabileceğini dikkate alarak, bu ibarenin çevirisi üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssası şöyledir.
[006.074] İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.
İbrahim (a.s) ın babasına böyle bir söz söylemiş olması, gerçek rab ve ilah olarak kimin tanınması gerektiği konusunda bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Heze Rabbi ifadesinin çevirisinde, bu durumun dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
[006.075] Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Enam s. 74. ayetinde babasına "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" diyerek, Allah dışındakilerin ilah ve rab olarak tanınmasının sapkınlık olduğunu bilen birisine, 75. ayette "kesin iman edenlerden olması için" denilmesi, bazı kimselerde, İbrahim (a.s) iman ediyor muydu yok etmiyor muydu? sorusunun sorulmasına neden olabilecektir.
Bu sorunun cevabını Bakara s. 260. ayetinde bulabiliriz. O ayetteki İbrahim (a.s) ın "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" sözüne karşılık, Allah (c.c) nin ona "İnanmıyor musun?" diye sorduğunda, onun "İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için" şeklinde verdiği cevap, kafalarda oluşabilecek bir takım istifhamları ortadan kaldıracaktır. İbrahim (a.s) kesin iman etmekte, fakat bu imanının daha da perçinlenmesi, kavminin de bu yolla göklerin ve yerin melekutunun kimin olduğunu öğrenmesi için, Deneme Yanılma yöntemi diyebileceğimiz bir yol seçilmektedir.
[006.076] Gece basınca bir yıldız gördü, «heze rabbi!» dedi; yıldız batınca, «batanları sevmem» dedi.
[006.077] Ayı doğarken görünce, «heze rabbi!» dedi, batınca, «Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum» dedi.
[006.078] Güneşi doğarken görünce «heze rabbi, bu daha büyük!» dedi; batınca, «Ey kavmim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım» dedi.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın bunları rab olarak tanımadığını, onları inkar ettiğini dile getiren bir şekilde çevrilmesi, kıssanın bütünlüğü ile daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Çünkü burada İbrahim (a.s) ın kavminin, Yıldız, Ay ve Güneş üzerinden hayata geçirdikleri bir şirk inancı mevcut olup, bu inancı ret eden İbrahim (a.s) ın söylediği, Heze Rabbi ifadesinin bu inancın yanlışlığını vurgulayan bir şekilde çevirisinin yapılması daha uygun düşecektir.
Musa (a.s) kıssasına baktığımızda, Musa (a.s) karşısında mağlup olan sihirbazların iman etmesini müteakip, Firavun tarafından onlara söylenen Ementüm bihi gable en ezene leküm....... (Araf s. 123- Taha s. 71- Şuara s.49) sözünün, sihirbazların imanını inkar eden bir anlama sahip olması, ve bu anlamın çevirilere "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız?" , "Demek ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha" şeklindeki sihirbazların iman etmesine karşı çıkan anlamlarla doğru olarak yansıtılması örnek alınarak, İbrahim (a.s) ın Heze Rabbi sözüne de yansıtılması, daha isabetli olacaktır.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın kavminin şirkini inkar eden bir ifade dahilinde , Bu mu benim Rabbim?, Rabbim buymuş ha! gibi inkar ifadeleri şeklinde çevrilmesi kanaatimizce daha uygun düşmektedir.
Ali Fikri Yavuz:
Vakta ki İbrahim’in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü: "- Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince: "- Ben öyle batanları sevmem" dedi.
İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssası şöyledir.
[006.074] İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.
İbrahim (a.s) ın babasına böyle bir söz söylemiş olması, gerçek rab ve ilah olarak kimin tanınması gerektiği konusunda bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Heze Rabbi ifadesinin çevirisinde, bu durumun dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.
[006.075] Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Enam s. 74. ayetinde babasına "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" diyerek, Allah dışındakilerin ilah ve rab olarak tanınmasının sapkınlık olduğunu bilen birisine, 75. ayette "kesin iman edenlerden olması için" denilmesi, bazı kimselerde, İbrahim (a.s) iman ediyor muydu yok etmiyor muydu? sorusunun sorulmasına neden olabilecektir.
Bu sorunun cevabını Bakara s. 260. ayetinde bulabiliriz. O ayetteki İbrahim (a.s) ın "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" sözüne karşılık, Allah (c.c) nin ona "İnanmıyor musun?" diye sorduğunda, onun "İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için" şeklinde verdiği cevap, kafalarda oluşabilecek bir takım istifhamları ortadan kaldıracaktır. İbrahim (a.s) kesin iman etmekte, fakat bu imanının daha da perçinlenmesi, kavminin de bu yolla göklerin ve yerin melekutunun kimin olduğunu öğrenmesi için, Deneme Yanılma yöntemi diyebileceğimiz bir yol seçilmektedir.
[006.076] Gece basınca bir yıldız gördü, «heze rabbi!» dedi; yıldız batınca, «batanları sevmem» dedi.
[006.077] Ayı doğarken görünce, «heze rabbi!» dedi, batınca, «Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum» dedi.
[006.078] Güneşi doğarken görünce «heze rabbi, bu daha büyük!» dedi; batınca, «Ey kavmim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım» dedi.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın bunları rab olarak tanımadığını, onları inkar ettiğini dile getiren bir şekilde çevrilmesi, kıssanın bütünlüğü ile daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Çünkü burada İbrahim (a.s) ın kavminin, Yıldız, Ay ve Güneş üzerinden hayata geçirdikleri bir şirk inancı mevcut olup, bu inancı ret eden İbrahim (a.s) ın söylediği, Heze Rabbi ifadesinin bu inancın yanlışlığını vurgulayan bir şekilde çevirisinin yapılması daha uygun düşecektir.
Musa (a.s) kıssasına baktığımızda, Musa (a.s) karşısında mağlup olan sihirbazların iman etmesini müteakip, Firavun tarafından onlara söylenen Ementüm bihi gable en ezene leküm....... (Araf s. 123- Taha s. 71- Şuara s.49) sözünün, sihirbazların imanını inkar eden bir anlama sahip olması, ve bu anlamın çevirilere "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız?" , "Demek ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha" şeklindeki sihirbazların iman etmesine karşı çıkan anlamlarla doğru olarak yansıtılması örnek alınarak, İbrahim (a.s) ın Heze Rabbi sözüne de yansıtılması, daha isabetli olacaktır.
Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın kavminin şirkini inkar eden bir ifade dahilinde , Bu mu benim Rabbim?, Rabbim buymuş ha! gibi inkar ifadeleri şeklinde çevrilmesi kanaatimizce daha uygun düşmektedir.
Ali Fikri Yavuz:
Vakta ki İbrahim’in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü: "- Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince: "- Ben öyle batanları sevmem" dedi.
Abdullah Parlıyan:
"Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi.
"Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR."Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi
12 Kasım 2017 Pazar
Maide s. 67. Ayeti: Allah (c.c) Muhammed (a.s) ı Korudu da Diğer Elçilerini Neden Korumadı?
Maide s. 67. ayetinde Allah (c.c) kulu ve elçisi Muhammed (a.s) a hitaben, Allah seni insanlardan koruyacaktır buyurmakta, fakat başka ayetlerde ise İsrailoğullarına gönderilen bazı elçilerin onlar tarafından öldürüldüğünü haber vermektedir (Bakara s. 87. 91- Maide s. 70). Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı insanlardan koruması, İsrailoğulları tarafından öldürülen bazı elçileri ise korumaması, kalbinde hastalık olan bazı kimseler tarafından Allah'ın adaletsiz !! olduğuna dair delil olarak sunulmaya çalışılmakta, veya Kur'an hakkında herhangi bir şüphesi olmayan bazı kimselerde, böyle bir durumun nasıl izah edilebileceği sorusu cevap aramaktadır.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Allah (c.c) Maide s. 67. ayetinde elçisine yüklemiş olduğu görevini ifa etmesi yolunda yapacağı çalışmalarda onu koruyacağını vaat etmektedir. Allah'ın bu vaadinin yerine gelmesi onun yeryüzüne koyduğu sebep-sonuç ilişkileri yasası ile yakından alakalı bir durum olup, Muhammed (a.s) için ayrı bir koruma yasası, veya ona özel bir torpil yapması asla söz konusu değildir.
Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı arkadaşı ile birlikte mağarada iken koruduğuna dair bir ayet olan Tevbe s. 40. ayeti, bizleri bu konuda daha net bilgi sahibi yapacak, Allah'ın yeryüzüne koyduğu koruma yardım yasalarının nasıl işlediğini de gösterecektir.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Tevbe s. 40. ayetinde Allah (c.c) Mekke'den çıkarılan elçinin Medine'ye olan yolculuğunda meydana gelen bir olayı bizlere anlatmaktadır. Bu olay siyer kitaplarında abartılı bir şekilde anlatılarak, alınması gereken asıl mesaj ötelenmekte, masal şeklinde bir anlatıma dönüştürülmektedir. Bu olay aslında bizlere hayatın tam içinden mesajlar vermekte, Tevekkül kavramının yaşadığımız hayat içinde nasıl şekillenmesi gerektiğini öğretmektedir.
Muhammed (a.s) yanındaki arkadaşı ile birlikte bir takım tehlikeler ile karşı karşıya kalabileceklerini bilerek yolculuğa çıkmışlar, ve kendilerini öldürmek için yola çıkan müşrikler tarafından öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Muhammed (a.s), kendilerini öldürmek için takip edenlere karşı herhangi bir tedbir almadan Allah beni nasıl olsa korur diyerek, onları takip edenlerin karşısına çıkmamış, yani tedbirsiz davranmamış, böyle bir durumda kalan herhangi bir insanın yapabileceği normal bir davranışı sergilemiştir.
Muhammed (a.s) kendisinin Allah (c.c) nin elçisi olduğunu bildiği halde neden, herhangi bir insanın sergileyeceği davranışı sergilemeyi tercih etmiştir?. Bu sorunun cevabı bizlere aynı zamanda, Allah'ın bütün kulları üzerine koyduğu yardım ve koruma yasasının nasıl işlediğinin cevabını da verecektir.
Allah (c.c) için yeryüzünde ne ayrıcalık tanıyacağı bir kul, ne de ayrıcalık tanıyacağı bir topluluk vardır. Kim olursa olsun, hangi topluluk olursa olsun, onun koymuş olduğu yasalara tabidir, ve bu kişi ve toplulukların işlediklerinin karşılığı sebep-sonuç ilişkisi dahilinde karşılık görür. Bu noktanın bilinmesi konumuz ile yakından alakalıdır.
Anlatmak istediğimizi, Muhammed (a.s) ın yolculuğu ile örneklendirmeye çalışalım.
Muhammed (a.s) ve arkadaşı şayet müşriklerden korunmak için bir mağaraya sığınmamış olsalardı, müşrikler tarafından yakalanacak ve öldürüleceklerdi. Onların yakalanmamak için mağaraya sığınmak sureti ile tedbir almaları, yakalanarak öldürülmelerine engel olmuştur. Yani Allah (c.c) nin Tevbe s. 40. ayetinde, " Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti" şeklinde buyurmasının karşılığı, gökten sihirli bir değnek yardımı veya onlara ayrıcalık tanınması şeklinde değil, tamamen onların aldığı korunma tedbirinin bir sonucudur. Allah (c.c) elçisi ve arkadaşını onların aldıkları korunma tedbirleri neticesinde korumuştur.
Allah (c.c) eğer Muhammed (a.s) a diğer kullarından farklı bir ayrıcalık tanımış, ona torpilli davranmış olsaydı, Uhut harbinde yara almazdı. Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan Uhut harbinde siyer kaynaklarının verdiği bilgiye Muhammed (a.s) ın dişi kırılmış ve bazı yerlerinden yara almıştı. Onun böyle bir duruma düşmesi, Allah (c.c) nin koyduğu sebep-sonuç yasalarının her kul için aynı işlediğini, hiç bir kul için farklı bir yasa olmadığını göstermektedir.
Şayet Allah (c.c) Muhammed (a.s) için özel bir koruma yasası uygulamış olsaydı, onun kılına dahi zarar gelmemesi gerekirdi. Ne var ki böyle olmamış, Muhammed (a.s) da diğer insanlar gibi aynı yasaya tabi tutulmuş, Müslümanların bozguna uğraması neticiesinde düşman ordusu tarafından ona da zarar gelmiştir.
Şimdi gelelim İsrailoğullarına gönderilen bazı elçilerin öldürülmesi meselesine;
Allah (c.c) İsrailoğullarına gönderdiği elçiler için de yardım ve koruma yasalarını değiştirmemiş, sebep- sonuç yasalarını onlar için de işletmiştir. İsrailoğullarına gelen bu elçiler düşmanlarına karşı gerekli olan korunma tedbirini çeşitli sebeplerden ötürü yeteri kadar alamadıkları için, onlar tarafından öldürülmüşlerdir. Şayet o elçiler düşmanlarından korunmak için gerekli olan tedbiri alabilmiş olsalardı, düşmanları tarafından öldürülmezlerdi. Burada o elçileri öldürüldükleri için suçlamak gibi bir amaç içinde olmadığımız bilinmelidir. Amacımız Allah'ın koyduğu yasalarda hiç kimse için bir değişiklik olmadığına dikkat çekmektir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı düşmanlarından koruyacağı vaat ederek, İsrailoğullarına gönderdiği bazı elçileri korumamak sureti ile öldürülmelerine izin vermesi, elçilerine yardım ve koruma konusunda ayrıcalık tanıyıp tanımadığı konusunda bir takım tereddütler uyandırmış, kalbinde hastalık olan bazı kimselerin ise, Allah'ın bu konuda adil davranmadığı iddialarına sebep olmuştur.
Bu kimseler şayet konuya art niyetli bir şekilde yaklaşmak yerine, öğrenmek amaçlı yaklaşmış olsalardı, Allah (c.c) nin bütün elçilerine vaat ettiği yardım ve koruma konusunda, onların çabalarına bağlı olarak yasalar koyduğunu, bütün insanlar için aynı yasaları işlettiğini, bu yasaları uygulayanların yardıma hak kazandığını anlarlar, Allah hakkında böyle yanlış sözler etmeye cesaret edemezlerdi.
Muhammed (a.s) şayet düşmanları tarafından öldürülmedi ise, bu yönde yaptığı gayret ve çabalarının karşılığında olmuş, İsrailoğullarının bazı elçileri öldürülmüş ise, onların bu yönde yaptığı çabaların yetersiz kalması neticesinde meydana gelmiştir. Yani Allah (c.c) Muhammed (a.s) a torpil yapmamış, diğer elçilere de adaletsiz davranmamıştır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Allah (c.c) Maide s. 67. ayetinde elçisine yüklemiş olduğu görevini ifa etmesi yolunda yapacağı çalışmalarda onu koruyacağını vaat etmektedir. Allah'ın bu vaadinin yerine gelmesi onun yeryüzüne koyduğu sebep-sonuç ilişkileri yasası ile yakından alakalı bir durum olup, Muhammed (a.s) için ayrı bir koruma yasası, veya ona özel bir torpil yapması asla söz konusu değildir.
Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı arkadaşı ile birlikte mağarada iken koruduğuna dair bir ayet olan Tevbe s. 40. ayeti, bizleri bu konuda daha net bilgi sahibi yapacak, Allah'ın yeryüzüne koyduğu koruma yardım yasalarının nasıl işlediğini de gösterecektir.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Tevbe s. 40. ayetinde Allah (c.c) Mekke'den çıkarılan elçinin Medine'ye olan yolculuğunda meydana gelen bir olayı bizlere anlatmaktadır. Bu olay siyer kitaplarında abartılı bir şekilde anlatılarak, alınması gereken asıl mesaj ötelenmekte, masal şeklinde bir anlatıma dönüştürülmektedir. Bu olay aslında bizlere hayatın tam içinden mesajlar vermekte, Tevekkül kavramının yaşadığımız hayat içinde nasıl şekillenmesi gerektiğini öğretmektedir.
Muhammed (a.s) yanındaki arkadaşı ile birlikte bir takım tehlikeler ile karşı karşıya kalabileceklerini bilerek yolculuğa çıkmışlar, ve kendilerini öldürmek için yola çıkan müşrikler tarafından öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Muhammed (a.s), kendilerini öldürmek için takip edenlere karşı herhangi bir tedbir almadan Allah beni nasıl olsa korur diyerek, onları takip edenlerin karşısına çıkmamış, yani tedbirsiz davranmamış, böyle bir durumda kalan herhangi bir insanın yapabileceği normal bir davranışı sergilemiştir.
Muhammed (a.s) kendisinin Allah (c.c) nin elçisi olduğunu bildiği halde neden, herhangi bir insanın sergileyeceği davranışı sergilemeyi tercih etmiştir?. Bu sorunun cevabı bizlere aynı zamanda, Allah'ın bütün kulları üzerine koyduğu yardım ve koruma yasasının nasıl işlediğinin cevabını da verecektir.
Allah (c.c) için yeryüzünde ne ayrıcalık tanıyacağı bir kul, ne de ayrıcalık tanıyacağı bir topluluk vardır. Kim olursa olsun, hangi topluluk olursa olsun, onun koymuş olduğu yasalara tabidir, ve bu kişi ve toplulukların işlediklerinin karşılığı sebep-sonuç ilişkisi dahilinde karşılık görür. Bu noktanın bilinmesi konumuz ile yakından alakalıdır.
Anlatmak istediğimizi, Muhammed (a.s) ın yolculuğu ile örneklendirmeye çalışalım.
Muhammed (a.s) ve arkadaşı şayet müşriklerden korunmak için bir mağaraya sığınmamış olsalardı, müşrikler tarafından yakalanacak ve öldürüleceklerdi. Onların yakalanmamak için mağaraya sığınmak sureti ile tedbir almaları, yakalanarak öldürülmelerine engel olmuştur. Yani Allah (c.c) nin Tevbe s. 40. ayetinde, " Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti" şeklinde buyurmasının karşılığı, gökten sihirli bir değnek yardımı veya onlara ayrıcalık tanınması şeklinde değil, tamamen onların aldığı korunma tedbirinin bir sonucudur. Allah (c.c) elçisi ve arkadaşını onların aldıkları korunma tedbirleri neticesinde korumuştur.
Allah (c.c) eğer Muhammed (a.s) a diğer kullarından farklı bir ayrıcalık tanımış, ona torpilli davranmış olsaydı, Uhut harbinde yara almazdı. Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan Uhut harbinde siyer kaynaklarının verdiği bilgiye Muhammed (a.s) ın dişi kırılmış ve bazı yerlerinden yara almıştı. Onun böyle bir duruma düşmesi, Allah (c.c) nin koyduğu sebep-sonuç yasalarının her kul için aynı işlediğini, hiç bir kul için farklı bir yasa olmadığını göstermektedir.
Şayet Allah (c.c) Muhammed (a.s) için özel bir koruma yasası uygulamış olsaydı, onun kılına dahi zarar gelmemesi gerekirdi. Ne var ki böyle olmamış, Muhammed (a.s) da diğer insanlar gibi aynı yasaya tabi tutulmuş, Müslümanların bozguna uğraması neticiesinde düşman ordusu tarafından ona da zarar gelmiştir.
Şimdi gelelim İsrailoğullarına gönderilen bazı elçilerin öldürülmesi meselesine;
Allah (c.c) İsrailoğullarına gönderdiği elçiler için de yardım ve koruma yasalarını değiştirmemiş, sebep- sonuç yasalarını onlar için de işletmiştir. İsrailoğullarına gelen bu elçiler düşmanlarına karşı gerekli olan korunma tedbirini çeşitli sebeplerden ötürü yeteri kadar alamadıkları için, onlar tarafından öldürülmüşlerdir. Şayet o elçiler düşmanlarından korunmak için gerekli olan tedbiri alabilmiş olsalardı, düşmanları tarafından öldürülmezlerdi. Burada o elçileri öldürüldükleri için suçlamak gibi bir amaç içinde olmadığımız bilinmelidir. Amacımız Allah'ın koyduğu yasalarda hiç kimse için bir değişiklik olmadığına dikkat çekmektir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı düşmanlarından koruyacağı vaat ederek, İsrailoğullarına gönderdiği bazı elçileri korumamak sureti ile öldürülmelerine izin vermesi, elçilerine yardım ve koruma konusunda ayrıcalık tanıyıp tanımadığı konusunda bir takım tereddütler uyandırmış, kalbinde hastalık olan bazı kimselerin ise, Allah'ın bu konuda adil davranmadığı iddialarına sebep olmuştur.
Bu kimseler şayet konuya art niyetli bir şekilde yaklaşmak yerine, öğrenmek amaçlı yaklaşmış olsalardı, Allah (c.c) nin bütün elçilerine vaat ettiği yardım ve koruma konusunda, onların çabalarına bağlı olarak yasalar koyduğunu, bütün insanlar için aynı yasaları işlettiğini, bu yasaları uygulayanların yardıma hak kazandığını anlarlar, Allah hakkında böyle yanlış sözler etmeye cesaret edemezlerdi.
Muhammed (a.s) şayet düşmanları tarafından öldürülmedi ise, bu yönde yaptığı gayret ve çabalarının karşılığında olmuş, İsrailoğullarının bazı elçileri öldürülmüş ise, onların bu yönde yaptığı çabaların yetersiz kalması neticesinde meydana gelmiştir. Yani Allah (c.c) Muhammed (a.s) a torpil yapmamış, diğer elçilere de adaletsiz davranmamıştır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Kasım 2017 Çarşamba
Nisa s. 66. Ayetindeki "Uktülu Enfüseküm" Emrinin, "Kendinizi Öldürün" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine
Kur'an meallerinde bazı kelime veya deyimlerin maksada uygun bir şekilde çevrilmesi yerine, orjinal metne uygun olarak çevrilmiş olması, kullandığımız dil ile bazı çelişkiler arz etmektedir. Buna örnek olarak Nisa s. 66. ayetinde geçen Uktülu enfüseküm emrini verebiliriz. Bu emir bazı meallerde, Kendinizi öldürün şeklinde çevrilmekte, ve böyle bir emrin karşılığı bizim kullandığımız Türkçe de İntihar edin şeklinde bir anlama gelmektedir.
Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.
Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.
Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir.
Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.
Muhammed Esed:
Yukarıda verdiğimiz çeviri örneklerinde, ayet içinde geçen Uktülu enfüseküm emrinin, savaşmak emri ile alakası kurularak anlam verildiği görülmekte, bu doğrultuda yapılan meallerin, daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.
وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا
Bu ayetin yapılan bazı çevirileri şu şekildedir;
Ali Bulaç:
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.
Süleyman Ateş :
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.
Örnek olarak verdiğimiz meallerde, Uktülu enfüseküm emrinin, Kendinizi öldürün şeklinde çevrildiği görülmekte, böyle bir emrin bizim dilimizdeki karşılığı ise, İntihar edin anlamına gelmektedir. Böyle bir çevirinin bazı istifhamlara sebep olması bakımından uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Uygun olan çevirinin, emrin maksadına uygun bir çeviri olabileceğini söyleyebiliriz.
Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.
Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir.
Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.
Bayraktar Bayraklı :
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.
Muhammed Esed:
Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları (imanlarında) daha güçlü kılardı,
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2017 Salı
Nisa s. 29. Ayetindeki "Ve la Taktülu Enfüseküm" Emrinin, "İntihar Etmeyiniz" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine
Kur'an'ın bir başka dile çevirisinde veya bazı ayetlerinin yorumlanmasında, ilgili ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmeden çeviri veya yorumunun yapılmasından dolayı, ortaya bazı anlama sorunlarının çıktığı malumdur. Yazımızda Nisa s. 29. ayeti içinde geçen bir cümlenin, yapılan çeviri ve yorumlarında bağlam ve bütünlük gözetilmemesi ortaya çıkan bir soruna dikkat çekmeye çalışacağız.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.
Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.
(Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.
Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.
Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.
(Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.
Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.
(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun yeniden barışa dönmesi emredilmektedir.
Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir.
Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.
Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.
Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.
(Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.
Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.
Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.
(Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.
(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.
Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.
(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun yeniden barışa dönmesi emredilmektedir.
Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir.
Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.
Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Kasım 2017 Pazar
Nisa s. 1. Ayeti Hakkında Bir Düşünce Denemesi
İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusu, Kur'an'dan cevabı aranan ve üzerinde bir takım fikirler yürütülen bir konu olup, bu sorunun cevabının Nisa s. 1. ayetinden çıkarılmaya çalışıldığı, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu ayet üzerinde yapılan yorumlara göre, İnsan nesli Adem adı verilen ilk insandan ve ondan eşinin yaratılması ile çoğalmıştır. Fakat burada insan neslinin, Kur'an tarafından haram kılınmış olan kardeş evliliği ile mi çoğaldığı sorusu ortaya atılmış, ve böyle bir cevap itirazlara neden olmuştur.
Bu itirazlara cevabın ise insan neslinin bu şekilde çoğalmadığı, birden fazla Adem yaratılmak sureti ile insan neslinin çoğaldığı şeklinde verilmeye çalışıldığı, yine konu ile alakalı olanların malumudur. Biz yazımızda insan neslinin nasıl çoğaldığı üzerinde fikir yürütmeye çalışmak değil, Nisa s. 1. ayetinden nasıl mesajlar çıkabileceği üzerinde bir düşünce denemesi yapmaya çalışacağız.
Kur'an ayetleri ile ilgili yapılan okumalarda, kafalarda oluşan sorulara cevap aramak yerine, okunan ayetin ne gibi mesajlar ihtiva etmiş olabileceği üzerinde yoğunlaşmaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna Nisa s. 1. ayeti üzerinden cevaplar aramaya çalışmanın, başka soruları da beraberinde getirmekte olduğu malumdur. Öyleyse bu ayetten böyle bir sorunun cevabını aramaya çalışmak yerine, içermiş olabileceği mesajları okumaya çalışmak daha sağlıklı olacaktır.
Kanaatimizce Nisa s. 1. ayeti, bizlere insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermek yerine, insanları yaratan Allah'tan sakınmayı tavsiye etmektedir. Yine kanaatimizce Kur'an, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda net bir bilgi vermemekte, bu konuda Kur'an içinden aranmaya çalışılan cevaplar ise kişisel yorumlardan öteye geçmemektedir.
[004.001] (Elmalılı meali) Ey o bütün insan kömeleri! Sakının o Rabbınıza karşı gelmekten ki sizleri bir tek nefisten yarattı, ondan eşini yarattı da ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretti, sakının o Allaha karşı gelmekten ki siz onun ve o rahimlerin hurmetine biribirinizden dilek dilersiniz, çünkü o Allah üzerinizde gözcü bulunuyor.
Kanaatimizce bu ayette merkeze alınması gereken kelime, ettuqu (sakının) kelimesidir. Onun insanları yaratmış olması, ondan sakınmamız için bir gerekçe olarak gösterilmektedir. Surenin devamındaki ayetler yetim hakları ile ilgili olup, yetim hakkını yemekten sakındıran Allah (c.c) nin nasıl bir kudret sahip olduğunun önceden hatırlatılmış olması, yetim malları üzerinde yetki sahibi olanların daha dikkatli davranmasına yönelik mesajlar olarak ta okunabilir.
İnsanların yaratılışını ifade eden Nefsin Vahidetin (Bir tek nefis) deyimini, insan neslinin Adem'den çoğalması olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir problem daha çıkmaktadır.
[007.189] O, o zattır ki sizi bir tek nefisten (min nefsin vahidetin) yarattı, eşini de ondan yarattı ki gönlü buna ısınsın. Onun için eşine yaklaşınca o hafif bir yükle hamile kaldı, bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden kendilerini yetiştiren Allah'a şöyle dua ettiler: «Bize salih bir çocuk ihsan edersen, yemin ederiz ki, kesinlikle şükreden kullarından oluruz!»
[007.190] Allah onlara salih bir çocuk verince; kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştukları şeyden münezzeh tir.
Nisa s. 1. ayetinde geçen Nefsin Vahidetin deyiminin aynısını Araf s. 189. ayetinde de görmekteyiz. Bu ayetlerde geçen kişiyi ayet içinde geçen bu deyimden ötürü Adem olarak anlayan bazı tefsirciler, Adem ve eşinin Allah'a şirk koşup koşmadığı üzerinde tartışmaya girmişlerdir. Adem, eğer Allah (c.c) tarafından elçi olarak seçilmiş bir kişi ise, onun böyle bir cürmü işlemiş olması kanaatimizce asla mümkün gözükmemektedir.
Nisa s. 1. ayetinde geçen deyimin başka ayetlerde geçişleri ise şu şekildedir.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.
[031.028] (İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Unutulmasın ki, Allah her şeyi bilen ve görendir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
Bu ayetleri de dikkate alarak Nefsin Vahidetin deyimini, Erkek ve Kadın olarak yaratılmış olan insan cinsinin hamurunun aynı olduğunu ifade etmekte kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum ise bizi şöyle bir düşünceye götürebilir.
Kadın ve Erkek olarak yaratılmış insan cinsinin aynı hamurdan yaratıldığı, tarihin her devrinde özellikle kadınların aşağılık yaratıklar olduğu üzerine kurulan düşüncelerin batıllığı, renk, dil, ırk v.s gibi farklılıkları olsa da dahi herkesin ortak paydasının önce insan olmak üzere kurulan ilişkilere dayanması gerektiğini, Nisa s. 1. ayetinden okumak mümkündür. Bu ayet bizi aynı zamanda Hucurat s. 13. ayetine götürecek, iki ayet ile arasında sıkı bir bağ olduğu da görülecektir.
[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.
Hucurat s. 13. ayetinde de insanların bir erkek ile bir dişiden yaratılmış olmasının fizyolojik bilgi vermekten öte, Allah'ın yaratıcı kudreti, bu kudretin yarattığı insanların bazı farklılıkları olsa da, bu farklılıkların bir insanın diğer bir insan üzerinde üstünlük vesilesi olamayacağı vurgusu yapılmaktadır.
İnsanların birbirleri ile yakın ilişkiler kurmasındaki önemli etkenlerden bir tanesinin akrabalık bağları olduğunu düşündüğümüzde, insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olduğunun beyan edilmesinin bizleri Kardeş kardeşe evlenerek mi çoğaldık? sorusunu sormak yerine, böyle bir yaratılış şeklinin ifade edilmiş olmasından, insanların birbirleri ile olan yakınlığının hatırlatılmak istenildiğini, böylelikle insanların birbirlerine karşı üstünlük kozlarının ortadan kalktığını ve birbirleri ile aynı hamurdan yaratılmış olmanın bir yakınlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini anlayabiliriz.
Nisa s. 1. ayetinde geçen Zevcehe Kelimesinin anlamı genel olarak bir erkeğin eşi anlamında kullanıldığı için bir takım yanlışlara kapı aralayabilmektedir. Bu kelimenin Birbirinin benzeri şeklinde bir anlama sahip olması dikkate alınarak, Nisa s. 1. ayetinde geçen kelimeye anlam verilmiş olsaydı, yanlış anlamaların büyük ölçüde önü alınabilirdi.
Sonuç olarak; Nisa s. 1. ayeti insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabını öğrenmek için okunmak yerine, insanların yaratılış hamurunun aynı olduğu, insanları yaratma gücüne sahip olan Allah (c.c) den sakınılması gerektiği gibi mesajlar dahilinde okunduğunda bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu itirazlara cevabın ise insan neslinin bu şekilde çoğalmadığı, birden fazla Adem yaratılmak sureti ile insan neslinin çoğaldığı şeklinde verilmeye çalışıldığı, yine konu ile alakalı olanların malumudur. Biz yazımızda insan neslinin nasıl çoğaldığı üzerinde fikir yürütmeye çalışmak değil, Nisa s. 1. ayetinden nasıl mesajlar çıkabileceği üzerinde bir düşünce denemesi yapmaya çalışacağız.
Kur'an ayetleri ile ilgili yapılan okumalarda, kafalarda oluşan sorulara cevap aramak yerine, okunan ayetin ne gibi mesajlar ihtiva etmiş olabileceği üzerinde yoğunlaşmaya çalışmak, bizleri daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna Nisa s. 1. ayeti üzerinden cevaplar aramaya çalışmanın, başka soruları da beraberinde getirmekte olduğu malumdur. Öyleyse bu ayetten böyle bir sorunun cevabını aramaya çalışmak yerine, içermiş olabileceği mesajları okumaya çalışmak daha sağlıklı olacaktır.
Kanaatimizce Nisa s. 1. ayeti, bizlere insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermek yerine, insanları yaratan Allah'tan sakınmayı tavsiye etmektedir. Yine kanaatimizce Kur'an, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda net bir bilgi vermemekte, bu konuda Kur'an içinden aranmaya çalışılan cevaplar ise kişisel yorumlardan öteye geçmemektedir.
[004.001] (Elmalılı meali) Ey o bütün insan kömeleri! Sakının o Rabbınıza karşı gelmekten ki sizleri bir tek nefisten yarattı, ondan eşini yarattı da ikisinden bir çok erkekler ve dişiler üretti, sakının o Allaha karşı gelmekten ki siz onun ve o rahimlerin hurmetine biribirinizden dilek dilersiniz, çünkü o Allah üzerinizde gözcü bulunuyor.
Kanaatimizce bu ayette merkeze alınması gereken kelime, ettuqu (sakının) kelimesidir. Onun insanları yaratmış olması, ondan sakınmamız için bir gerekçe olarak gösterilmektedir. Surenin devamındaki ayetler yetim hakları ile ilgili olup, yetim hakkını yemekten sakındıran Allah (c.c) nin nasıl bir kudret sahip olduğunun önceden hatırlatılmış olması, yetim malları üzerinde yetki sahibi olanların daha dikkatli davranmasına yönelik mesajlar olarak ta okunabilir.
İnsanların yaratılışını ifade eden Nefsin Vahidetin (Bir tek nefis) deyimini, insan neslinin Adem'den çoğalması olarak aldığımızda karşımıza şöyle bir problem daha çıkmaktadır.
[007.189] O, o zattır ki sizi bir tek nefisten (min nefsin vahidetin) yarattı, eşini de ondan yarattı ki gönlü buna ısınsın. Onun için eşine yaklaşınca o hafif bir yükle hamile kaldı, bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden kendilerini yetiştiren Allah'a şöyle dua ettiler: «Bize salih bir çocuk ihsan edersen, yemin ederiz ki, kesinlikle şükreden kullarından oluruz!»
[007.190] Allah onlara salih bir çocuk verince; kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştukları şeyden münezzeh tir.
Nisa s. 1. ayetinde geçen Nefsin Vahidetin deyiminin aynısını Araf s. 189. ayetinde de görmekteyiz. Bu ayetlerde geçen kişiyi ayet içinde geçen bu deyimden ötürü Adem olarak anlayan bazı tefsirciler, Adem ve eşinin Allah'a şirk koşup koşmadığı üzerinde tartışmaya girmişlerdir. Adem, eğer Allah (c.c) tarafından elçi olarak seçilmiş bir kişi ise, onun böyle bir cürmü işlemiş olması kanaatimizce asla mümkün gözükmemektedir.
Nisa s. 1. ayetinde geçen deyimin başka ayetlerde geçişleri ise şu şekildedir.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma ve bir geçiş yeri belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık.
[031.028] (İnsanlar!) Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, ancak tek bir nefsin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Unutulmasın ki, Allah her şeyi bilen ve görendir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
Bu ayetleri de dikkate alarak Nefsin Vahidetin deyimini, Erkek ve Kadın olarak yaratılmış olan insan cinsinin hamurunun aynı olduğunu ifade etmekte kullanılmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum ise bizi şöyle bir düşünceye götürebilir.
Kadın ve Erkek olarak yaratılmış insan cinsinin aynı hamurdan yaratıldığı, tarihin her devrinde özellikle kadınların aşağılık yaratıklar olduğu üzerine kurulan düşüncelerin batıllığı, renk, dil, ırk v.s gibi farklılıkları olsa da dahi herkesin ortak paydasının önce insan olmak üzere kurulan ilişkilere dayanması gerektiğini, Nisa s. 1. ayetinden okumak mümkündür. Bu ayet bizi aynı zamanda Hucurat s. 13. ayetine götürecek, iki ayet ile arasında sıkı bir bağ olduğu da görülecektir.
[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.
Hucurat s. 13. ayetinde de insanların bir erkek ile bir dişiden yaratılmış olmasının fizyolojik bilgi vermekten öte, Allah'ın yaratıcı kudreti, bu kudretin yarattığı insanların bazı farklılıkları olsa da, bu farklılıkların bir insanın diğer bir insan üzerinde üstünlük vesilesi olamayacağı vurgusu yapılmaktadır.
İnsanların birbirleri ile yakın ilişkiler kurmasındaki önemli etkenlerden bir tanesinin akrabalık bağları olduğunu düşündüğümüzde, insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olduğunun beyan edilmesinin bizleri Kardeş kardeşe evlenerek mi çoğaldık? sorusunu sormak yerine, böyle bir yaratılış şeklinin ifade edilmiş olmasından, insanların birbirleri ile olan yakınlığının hatırlatılmak istenildiğini, böylelikle insanların birbirlerine karşı üstünlük kozlarının ortadan kalktığını ve birbirleri ile aynı hamurdan yaratılmış olmanın bir yakınlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini anlayabiliriz.
Nisa s. 1. ayetinde geçen Zevcehe Kelimesinin anlamı genel olarak bir erkeğin eşi anlamında kullanıldığı için bir takım yanlışlara kapı aralayabilmektedir. Bu kelimenin Birbirinin benzeri şeklinde bir anlama sahip olması dikkate alınarak, Nisa s. 1. ayetinde geçen kelimeye anlam verilmiş olsaydı, yanlış anlamaların büyük ölçüde önü alınabilirdi.
Sonuç olarak; Nisa s. 1. ayeti insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabını öğrenmek için okunmak yerine, insanların yaratılış hamurunun aynı olduğu, insanları yaratma gücüne sahip olan Allah (c.c) den sakınılması gerektiği gibi mesajlar dahilinde okunduğunda bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2017 Cuma
Al-i İmran s. 104. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza
Kendisini çelişkisiz bir kitap olarak tanımlayan (Nisa s. 82- Kehf s. 1) Kur'an'ın, Türkçeye yapılmış çevirilerinde, bazı ayetler arasında çelişki varmış gibi bir durum oluştuğu, meal okuyucularının bir çoğu tarafından teşhis edilmektedir. Böyle bir duruma, çevirenin Kur'an bütünlüğüne olan hakimiyetsizliği veya ön yargıları gibi etkenlerin neden olduğu da bir gerçektir.
Yazımızda Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirilerini örnek vererek, muhtemel bir çelişki iddiasına kapı aralayacak iddianın, bu ayetin nasıl bir çevirisi ile aşılabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ ۚ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Bu ayetin ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.
Böyle bir çeviriden, iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin müminlerin içinden belirli bir topluluğa verildiği, dolayısı ile müminler içinden başka bir gurubun bu emrin muhatabı olmaktan çıktığı anlaşılabilir. Halbuki aynı surenin 110. ayetini okuyan bir kimse, 104. ayet ile 110. ayet arasında çelişkili bir durum olduğunu görecek, kalbinde hastalık olanlar mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmeye yeltenecek, bu konuda art niyeti olmayanlar ise, bu müşkülün nasıl aşılabileceğini düşüneceklerdir.
Çünkü 104. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi belirli bir guruba tahsis ederken, 110. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi bütün müminlere tahsis etmektedir.
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ
بِاللَّهِ ۗ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ ۚ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
Al-i İmran s. 110. ayetine baktığımızda iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi ile bütün iman iman edenlerin muhatap olduğu anlaşılmaktadır.
Öyleyse Al-i İmran s. 104. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, 110. ayet ile arasında çelişkili bir durum arz etmesin, iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek görevi ile tüm müminlerin muhatap olduğu anlaşılabilsin. Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirisi kısmıyet ifade eden bir şekilde değil, külliyet ifade eden bir şekilde yapıldığında daha doğru olacaktır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu'nun bu ayrıntıya dikkat eden bir çeviri yaptığını gördük.
Erhan Aktaş Meali.
--Al-i İmran s. 104- Siz, hayra çağıran, iyiliği öğütleyip, kötülükten alıkoyan bir ümmet olun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Mustafa İslamoğlu Meali.
--Al-i İmran s. 104- Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran (Ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Mustafa İslamoğlu:
Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapılan çeviriler, aynı surenin 110. ayeti ile uyum gösteren, yani kısmıyet değil külliyet ifade eden, kalbinde hastalık olanların herhangi bir bahane bulamayacağı, dikkatli meal okuyucularının ise 104. ve 110. ayet arasında müşkül bir durum göremeyeceği şekilde yapılan bir çeviridir. Böyle bir ayrıntıya dikkat çekme amacımız Kur'an meali yapmaya soyunanların dikkatini çekmek, bir ayetin çevirisinin diğer bir ayet ile çelişki arz eder bir duruma düşürmeden yapmaları gerektiğinin önemini göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirilerini örnek vererek, muhtemel bir çelişki iddiasına kapı aralayacak iddianın, bu ayetin nasıl bir çevirisi ile aşılabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ ۚ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Bu ayetin ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir.
Sizden, hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.
Böyle bir çeviriden, iyiliği emredip kötülükten nehyetmenin müminlerin içinden belirli bir topluluğa verildiği, dolayısı ile müminler içinden başka bir gurubun bu emrin muhatabı olmaktan çıktığı anlaşılabilir. Halbuki aynı surenin 110. ayetini okuyan bir kimse, 104. ayet ile 110. ayet arasında çelişkili bir durum olduğunu görecek, kalbinde hastalık olanlar mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmeye yeltenecek, bu konuda art niyeti olmayanlar ise, bu müşkülün nasıl aşılabileceğini düşüneceklerdir.
Çünkü 104. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi belirli bir guruba tahsis ederken, 110. ayet iyiliği emredip kötülükten nehyetmeyi bütün müminlere tahsis etmektedir.
كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ
بِاللَّهِ ۗ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ ۚ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
Al-i İmran s. 110. ayetine baktığımızda iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevi ile bütün iman iman edenlerin muhatap olduğu anlaşılmaktadır.
Öyleyse Al-i İmran s. 104. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki, 110. ayet ile arasında çelişkili bir durum arz etmesin, iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek görevi ile tüm müminlerin muhatap olduğu anlaşılabilsin. Al-i İmran s. 104. ayetinin çevirisi kısmıyet ifade eden bir şekilde değil, külliyet ifade eden bir şekilde yapıldığında daha doğru olacaktır.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu'nun bu ayrıntıya dikkat eden bir çeviri yaptığını gördük.
Erhan Aktaş Meali.
--Al-i İmran s. 104- Siz, hayra çağıran, iyiliği öğütleyip, kötülükten alıkoyan bir ümmet olun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
Mustafa İslamoğlu Meali.
--Al-i İmran s. 104- Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran (Ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Mustafa İslamoğlu:
Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar.
Erhan Aktaş ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapılan çeviriler, aynı surenin 110. ayeti ile uyum gösteren, yani kısmıyet değil külliyet ifade eden, kalbinde hastalık olanların herhangi bir bahane bulamayacağı, dikkatli meal okuyucularının ise 104. ve 110. ayet arasında müşkül bir durum göremeyeceği şekilde yapılan bir çeviridir. Böyle bir ayrıntıya dikkat çekme amacımız Kur'an meali yapmaya soyunanların dikkatini çekmek, bir ayetin çevirisinin diğer bir ayet ile çelişki arz eder bir duruma düşürmeden yapmaları gerektiğinin önemini göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)