Kur'an'ın
gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında,
tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını
söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem
edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak
mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması
gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların
tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bunları
tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına
inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük
olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek
yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.
Kullandığımız
dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri
konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir
ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da
namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri
sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.
"Salat"
kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim"
olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24
saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün
belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri
kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi
gerekmektedir.
Namazın vakitleri ile ilgili
tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu
en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya
çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu
düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak
üzerinde olacaktır.
"Sadece Kur'an" demek; salt
bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden
önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön
bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu
onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin
örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük
yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak
anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini
hatırlatalım.
Bu söylemin için doldurmak adına
yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı
hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin
yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu
görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir
okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek
olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca
görülebildiğini söyleyebiliriz.
"Tarihi arka
plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün
ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı
açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek
istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön
bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde
olacaktır.
İnsanların birbirleri ile olan
iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan
bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile
gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini
alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile
ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde
bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu
bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere
çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum"
şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan
dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına
benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli
olarak el değiştirip yola devam edecektir.
Din
adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak
sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi
muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup,
bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir.
Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren
insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.
Namaz
dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil
olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu
ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı.
Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona
Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.
Elçiler,
insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya
bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c)
tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın
içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece
"vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin
insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.
Bir
öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında
uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu
noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve
olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.
Elçilerin
de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an
ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir.
Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.
Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.
Bu
ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki
tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen
zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu
söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.
Bu
farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden
ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça
bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline
alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı
sonuçlar verebileceği tartışılır.
Bu çıkarım
çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı,
sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak
olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak
başlanan bir çalışma olduğu ortadadır.
Öncelikle
şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili
anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek
ayet ile görelim;
[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.
[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar.
[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.
[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.
[048.009] Tâ
siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve
tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.
[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.
[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.
Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.
Zekeriya(a.s)
kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin
demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği
olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli
zamanlarda değil, günün tamamındadır.
Bu tür
ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer
zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini
doğuracaktır.
Bu bağlamda namaz vakitleri
konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de
ele aldığımızda şunları görebiliriz.
[011.114] Gündüzün
iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl.
Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.
HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı"
şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar
şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini
içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve
uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını
ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.
[017.078] Güneşin
kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de
kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten
şahitlidir.
İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa
geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu
ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı
ifade ettiği görülmektedir.
[020.130] O
halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de
gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.
TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.
Kur'an'da
bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet
Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel
yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye
çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin
kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı.
Şayet
Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi
vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit,
ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak
delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden
yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri
hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne
kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.
Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap"
olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı
bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık
olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli
kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara
zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod
üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kur'an
1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma
vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı
eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz
vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu
söyleyebiliriz.
Burada tevâtüren gelen bu
uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir.
Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda
ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile
ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu
bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı
zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde
mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.
Muhammed(a.s)'ın
bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına
sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım
çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup
olmadığı tartışmaya açıktır.
Muhammed(a.s)'a
gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair
yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net
"muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.
Örnek
verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle
bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır"
diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili
cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı
cezayı emretmiş olmasıdır.
Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.
Sonuç
olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı
kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı
olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu"
bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye
girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o
örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır.
Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye
mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir.
Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine
namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir
göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı
olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak
ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar
getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.