30 Ocak 2015 Cuma

Ritüel Secdenin İmkanı Üzerine

Secde" Kur'an'ın odak kavramlarından bir tanesi olup, kişinin yücelttiği varlığa karşı olan saygı ifadesinin dışa vurumudur. Bu bağlamda bu kelimenin anlam alanı içine giren ritüel olarak bu hareketin Müslümanlar tarafından yapılmış olmasının yanlış olduğu, Kur'an'ın böyle ritüel bir secdeden bahsetmediği iddiaları ortaya atılarak, tabiri caizse "Kitaplı Deizm" diyebileceğimiz bir düşünce akımı oluşturulmak istenmektedir. Bu akıma göre "Allah(c.c) Kitap ve Elçi göndermiştir ama bu Kitap'ı yorumlama konusunda Elçi örnekliği bizi bağlamaz. Kitap'ın içindeki bazı ritüel ibadetler tamamen mecazî olarak anlaşılmalıdır" şeklinde bir iddiada bulunulmaktadır. Kısacası Kur'an adında bir kitaba inandığını iddia eden fakat namaz, oruç, abdest, hacc vb. ritüelleri red eden fırka oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Bu bağlamda ritüel secde diye bir şey olmadığını, Kur'an'da geçen bu kelimenin "itaat" anlamına geldiğini, güneşin, ayın, ağaçların Allah'a secde etmesi ile ilgili ayetleri okuyarak "bunlar yatarak mı secde ediyorlar?" diyerek gelenek dininin bir tezahürü olan "parçacı okuma" örneklerini sergilemektedirler.

Kur'an okumalarında yapılan en büyük yanlışlık; "biz Kitap'tan ne anlamak istiyoruz?" şeklinde bir soru sorulup, o soruya uygun cevap aramaktır. Halbuki aslolan "Kitap bize nasıl bir mesaj vermek istiyor?" sorusunun cevabını aramak olmalıdır. Kur'an'da herhangi bir konu ile alakalı olarak düşünce beyan etmek için, o konu ile ilgili ayetlerin tümü ele alınmalı ve ön kabulden uzak bir yaklaşım sergileyerek okunmaya çalışılmalıdır.

Bu tür bir okumaya "secde etmek" ile ilgili ayetler örnek olup, ön kabul olarak "Kur'an'da ritüel yani şekilsel secde yoktur" şeklinde bir düşünceyi Kur'an'a onaylatma çabası içine girildiği görülmektedir. Biz bu yazımızda "Kur'an'da ritüel secde vardır" şeklinde bir ön kabul ile değil, ilgili ayetleri başka ayetler ile bağlamaya çalışarak konu ile ilgili düşüncelerimizi paylaşacağız.

"Secde" kelimesi "öne eğilme, aşağı bükülme ve tezellül gösterme, kendini alçak tutma veya kendi kibirini, gururunu kırma" anlamlarına gelir. Allah'a karşı kendini alçaltma, alçak tutma veya kendi kibirini, gururunu kırmayı, ibadet etmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. İNSAN, HAYVAN ve CANSIZLARI kapsayan genel bir sözcüktür (Elmüfredat).

Bu kelimenin Kur'an'da geçtiği ayet meallerini paylaşarak anlam alanını kavramaya çalışalım.

[013.015] Yerde ve göklerdeki kimseler de, gölgeleri de, sabah akşam, ister istemez Allah'a secde ederler.

[016.049] Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler, büyüklük taslamaksızın Allah'a secde ederler.

[022.018] Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur. Doğrusu Allah ne dilerse yapar.

[055.006] Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.

[016.048] Allah'ın yarattığı şeylerin, gölgeleri sağa sola vurarak, Allah'a boyun eğerek secde etmekte olduklarını görmüyorlar mı?

Yukarıdaki ayet mealleri, secdeyi ritüel anlamda okumanın mümkün olmadığı ayetlerdir. Burada secdeden kasıt; Allah(c.c)'nin yarattığı varlıklar üzerinde koyduğu kurallara uyulması anlamındadır.

[015.028-30] Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.» «Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın! (Fekau lehu sacidin)» Bunun üzerine meleklerin hepsi bütünüyle secde etti.

[038.071-73] Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın (Fekau lehu sacidin)» Meleklerin hepsi topluca secde etti;

[002.034] Meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.

[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.

[018.050] Hani biz meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik; İblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. İblis cinlerden oldu; Rabbinin emrinden dışarı çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne fena bir değişmedir!

[017.061] Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.

[020.116] Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti.

Adem ve İblis kıssasının anahtar terimlerinden biri olan "secde" kelimesinin HİCR ve SÂD Sureleri'nde geçen pasajlarına baktığımızda "fekau lehu sacidin" ibaresindeki "fekau" kelimesi üzerinde durmak gerekmektedir.

Bu kelimenin kökü "Ve-Ka-E" olup "bir nesnenin sabit ve payidar olması, düşmesi" anlamına gelir. Konumuzla alakalı olarak "vakaat tairu" (Kuş kondu), "vakaal mataru" (Yağmur düştü) deyimleri "bir nesnenin yukarıdan aşağı doğru inmesi, düşmesi" anlamındadır. Meleklerin "fekau" kelimesi ile ifade edilen secdeleri; onların bizim anladığımız anlamda secde ettiklerini ifade etmektedir.

[020.070] Nihâyet sahirler, secde eder oldukları halde (yerlere) atıldılar. «Harun ile Mûsa'nın Rabbine imân ettik,» dediler.

[026.046] Sihirbazlar, hemen secde ediciler olarak yere atıldı.

Firavun'un sihirbazlarının iman etmesi bahsinde geçen bu iki ayet içinde "atıldılar" olarak çevrilen kelimenin Arapça metni "fe ulkiye"dir. Bu kelimenin anlamı ve konumuzu ilgilendiren birkaç geçiş yerini görelim.

Sihirbazların secde eylemini şekilsel olarak yaptıklarının bir göstergesi olarak bu kelimenin anlamı ve diğer ayetlerde kullanılışı bütüncül okumanın bir örneği olması açısından önemlidir.

"El ilkau"; "bir nesneyi, daha sonra onunla karşı karşıya gelebilecek veya ona tesadüf edilebilecek bir yere atmak, bırakmak" demektir. Yaygın kullanımda, her türlü atmanın adı haline gelmiştir. Sihirbazların kendilerini "secde eder olarak atmaları", onların bu eylemi ritüel olarak yaptıklarını göstermektedir. Musa(a.s)'ın asası, Yusuf(a.s)'ın kuyuya ve İbrahim(a.s)'ın ateşe atılması ile ilgili olarak bu kelime geçmektedir.

[020.019] Allah «onu yere at. (Elkahe)«dedi. Böylece, o da onu attı (Fe elkahe); (bir de ne görsün) o hemen hızla koşan bir yılan .«Tut onu! Korkma, Biz onu eski haline çevireceğiz» buyurdu.

[007.116-117] «Siz atın» (Elkuu) dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler. Biz de Musa'ya, «Asanı at!» (Elkı) diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor.

[012.010] Üvey kardeşlerden biri dedi ki; «Yusuf'u öldürmeyiniz; eğer mutlaka bir şey yapmak istiyorsanız, onu bir kuyunun dibine atınız da (Ve elkuhu) yoldan geçecek kervanlardan biri onu çıkarıp alsın.»

[037.097] Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın! (Fe ulkuhu) dediler.

Secdenin "harru" kelimesi ile ifade edildiği ayetler de önemli göstergelerdir.

[012.100] Babasını ve annesini Arş üzerine yükseltti; onun için secdeye kapandılar (Ve harru lehu sücceden). Dedi ki: «Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendir. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan O'dur.»

[019.058] İşte bunlar Allah'ın kendilerine nimetler sunduğu peygamberler; Adem'in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan; İbrahim ve İsmail'in neslinden ve doğru yola erdirdiğimizden, seçip beğendiklerimizdendirler. Rahman'ın ayetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı (Harru sücceden).

[032.015] Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar (Harru sücceden) ve Rablerini hamd ile tesbih ederler.

[017.107]  De ki: «İster ona inanın, ister inanmayın; zira bundan önce kendilerine bilgi verilmiş olanlara okununca çeneleri üstü secdelere kapanıyorlar (Yehirrune).

[017.109] Ağlayarak çene üstü yere kapanırlar (Yehirrune); bu, onların gönüllerindeki saygıyı artırır.

[038.024] (Davut) dedi ki: «Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten karışıkların (bir toplum içinde yaşayanların) çoğu biribirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az. Davut kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi , rüku ederek yere kapandı (veharre) , tevbe ederek (Allah'a) yöneldi.

[025.073] Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır olarak kapanmazlar (lem yahirrune).

FURKAN 73 ayeti; Müminlerin vasıfları olarak, onlara Allah'ın ayetleri hatırlatıldığında kör ve sağır olarak kapanmak yerine, yukardaki ayet meallerindeki gibi secde ediciler olarak kapanacaklarını beyan etmektedir.

"Harre"; "kendisinden bir 'Harir' duyulacak şekilde düşmek" anlamında olup, "Harir" sözcüğü ise "yüksek bir yerden düşen su, yağmur, rüzgar vb. türden olan şeylerin sesi"ne denilmektedir. Bu kelimenin geçtiği diğer ayet meallerini gördüğümüzde, konu biraz daha açıklığa kavuşacaktır.

[007.143] Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi de onunla konuşunca: «Rabbim, bana göster, Seni göreyim» dedi. (Allah:) «Beni asla göremezsin. Ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.» Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti, Musa bayılarak yere düştü (Harre). Kendine geldiğinde: «Sen ne yücesin (Rabbim) . Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim» dedi.

[016.026] Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Fakat Allah onların binalarını temelinden sarstı, çatı tepelerinden üzerlerine çöktü (Feharre) ve azap onlara farkedemedikleri bir yönden geldi.

[022.031] Allah için, O'na ortak koşmaksızın birliğini tanıyan kimseler olun. Her kim Allah a ortak koşarsa, sanki gökten düşüp (Harre) de kendisini kuşlar kapışmış veya rüzgar kendisini ücra bir yere sürüklemiş atmış olur.

[034.014] Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce (Harre), ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı.

[019.090] Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir (ve tahirru)!

"Harre" kelimesinin diğer ayetlerdeki geçişlerinin verdiği bilgiden hareketle, "yüksekten düşmek" anlamı dikkate alındığında; secde etmenin "Harre" fiili birlikte kullanılmış olması, bu eylemin şekli olarak yapıldığının bir kanıtıdır.

Sebe ülkesine giden Hüdhüd'ün söyledikleri de konumuz için önem arz etmektedir.

[027.024-25] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar. Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye.

Bunları söylerken "secde" emrinin sadece yatıp kalkmak şeklinde bir eylem olduğunu iddia etmiyoruz. Allah'a kulluk dediğimiz olay kompleks bir eylem olup, kulun sadece Allah'ı İlah olarak kabul ettiğinin dışa vurumu ve şekilsel bir göstergesidir. Secde karşıtlarının bu eylemi sadece yatıp kalkmak olarak gören ve kulluğunu başka ilahların yol göstericiliğine göre belirleyenlerin yaptıkları yanlışları kalkan edinerek buna karşı çıkmaları yaptıkları en büyük hatadır. 

[068.042-43] O gün işler son derece güçleşir, paçalar tutuşur. secdeye dâvet edilirler, fakat kâfirler secde edemezler. Gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet sarmış bulunur, halbuki o secdeye onlar sağ sâlim iken da'vet olunuyorlardı.

KALEM 42-43 ayetleri; dünyada iken secdeye davet edilip bunu red edenlerin düşecekleri sonucu şimdiden haber vermektedir. Kur'an'a iman ettiğini iddia ederek böyle bir emri red eden insanlar, bu tehdidi göz önünde bulundurarak içinde bulundukları bu tür düşünceleri Kur'an bütünlüğündeki ayetleri okuyarak yeniden gözden geçirmelerini tavsiye etmekteyiz.

Şeytanların sağdan yanaşma taktikleri olarak vasıflandırabileceğimiz bu tür iğvalara karşı uyanık olunması, Kur'an'ın parçacı ve ön kabullu yaklaşımlardan kurtulup salim bir kafa ile okunması, bizleri bu tür yanlışlara düşmekten alıkoyacak ve Şeytan iğvalarından korunmada yardımcı olacaktır.

Sonuç olarak; bazı kimselerin "secde" eyleminin ritüel bir eylem olmadığını ve bu kelimenin Kur'an'da geçtiği ayetlerdeki anlamın bunu yansıtmadığını belirtmeleri doğru bir düşünce değildir. Secde eylemi insanlığın ortak hafızası olup, kişilerin tazim ettiği varlığa karşı duydukları saygının dışa vurum ifadesidir. Bu şekilsel eylem, ilk insandan beri olup, sadece İlah farkı olarak Allah veya onun dışında başka bir ilah için yapılmaktadır. Allah(c.c) emri; bu eylemin sadece kendisi için olması gerektiğidir ve bu emir birçok ayette beyan edilmiştir. Hal böyle iken "Kur'an'da ritüel secde diye bir şey yoktur" şeklindeki bir ifade; İblis'in Adem'e secde etmeyi red etmesi durumu ile aynıdır. Allah(c.c) bizlere "Bana secde edin" diye buyuruyor ancak biz ona "Senin Kitap'ında böyle bir secde yok" diyerek İblisleşiyor isek, onun "Şeytan" olması gibi bizim de Şeytan veya onun askerilerinden olmamız ve bu küfrümüz sebebi ile ebedi cehennem ehli olmamız kaçınılmazdır.

[025.064] Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.

[096.019] Sakın ona itaat etme; sen secde et, Rabbine yaklaş.

[053.062] Haydi Allah'a secde edip O'na kulluk edin!

[039.009] Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkar eden kimse gibi olur mu? De ki: «Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.»

[009.112] Allah'a tevbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen, rüku ve secde eden, uygun olanı buyurup fenalığı yasak eden ve Allah'ın yasalarını koruyan müminlere de müjdele.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Namaz Müşriklerin İbadeti midir ?

Yazımıza attığımız başlığın konuya yabancı olanlar tarafından biraz yadırganacağını umuyoruz , ancak Namaz ibadeti ile ilgili olarak ortaya atılan bazı düşünceleri bilenler için bu başlık pek yadırgayıcı gelmeyecektir.

Son yıllarda Kur'an gündem edilmeye başlanması sevindirici bir durum olmasının yanısıra, aşırı ve geçmişteki haricilik benzeri yaklaşımlar maalesef bu düşünce içinde de baş göstermektedir. Bu tür yaklaşımların sebeblerinden en başta geleni Kur'anı salt bir metin gibi okuyarak geçmiş ile herhangi bir bağı olmadan okumak , onun "Zikr" yani hatırlatıcı bir Kitap olduğunu hiç hesaba katmamaktır. 

Kur'anın "Zikr", yani hatırlatıcı olması bizim için önemli bir noktadır. Adem (a.s) ile başlayan insanlık serüveni içinde gelen bütün Elçiler kendilerinden önce bilinen fakat unutulmuş olanı hatırlatmak için gönderilmişlerdir. Bu noktada Elçilerin tamamına vahy edilen bilgilerin ortak adlarından birisi "Zikr" olup, bu isim Kur'an içinde geçerlidir ve Kur'anın nazil olmaya başlaması ile önceden bilinen fakat unutulan bazı bilgiler yeniden doğru bir zemine oturtulmuştur. 

Nuzül öncesi bilinen, fakat zayi edilen (Meryem s. 59) kulluk görevlerinden bir tanesi de "SALAT" tır. Salat , Kur'an da en fazla geçen ve anlam alanı geniş bir kelimedir. Bu yazımızda bu kelimenin içerdiği anlamlardan olan ve dilimizde "NAMAZ" olarak bildiğimiz ibadet üzerinde duracak ve bu ibadetin, müşrik ibadeti olduğu düşüncesinin ne kadar doğru!! olduğunu ele almaya çalışacağız. 

Rabbimiz bizleri sadece kendisine kul olmak için yaratmış ve kendisinin dışındakilere kul olmayı "Şirk" olarak nitelemiştir. Yarattığı insanın fıtratına , kendisinden yüce olarak gördüğü bir varlığa tazim etme şeklinde bir özellik yükleyen Rabbimiz bu varlığın sadece kendisi olması gerektiğini ve bunun tersi bir durumun "Şirk" olduğunu bütün Elçileri vasıtası ile kullarına bildirmiştir. 

"Salat" , Arap dilinde "Çok anlamlı" olarak ifade edilen kelimeler gurubuna dahil bir kelimedir. Bu kelimenin konumuzu ilgilendiren anlamını , "kişinin yönelimi" olarak kısaca ifade edebiliriz. Bu bağlamda Allah (c.c) kişinin yöneliminin sadece kendisine ait olması gerektiğini en son Zikr de bir çok defalar "Salatı ayakta tutun" emri ile beyan etmiştir.  

Namaz ibadeti hakkında, bazı arkeolojik bulgulardaki, secde eden insan figürlerine bakarak , "Bakın sizin kıldığınız namazın aynısını puta tapanlarda kılıyor" diyerek bu ibadetin bir müşrik ibadeti olduğunu iddia edenler, aslında çok önemli bir noktayı bilerek veya bilmeyerek kaçırmakta ve bir gerçeği itiraf etmektedirler.

Bunu demekle , Secde , Rüku , Kıyam şeklindeki ibadet şekillerinin tarihinin sadece Muhammed (a.s) ile başlamadığını itiraf etmektedirler. Adem ile başlayan insanlık serüveninde en önemli olgu insanın Allah (c.c) kul olmasına bütün gücü ile karşı çıkacağını haber veren "Şeytan" olgusunun altının çizilmesi gerekmektedir.

İnsanın cevherinde gerçek ve tek olan bir İlaha kulluk etme özelliği yatmaktadır , Şeytan bu cevheri bozarak insanları "Şirk" bataklığına bulaştırmıştır. Adem ve İblis kıssası bu olayı görsel temalar ile bizlere anlatmaktadır. 

Adem ve Eşini yaratan Allah (c.c) onlara nasıl yaşayacaklarına dair olan bilgileri " yiyin için şu ağaca yaklaşmayın" ifadeleri ile verdiğini bizlere beyan etmektedir. İnsanın ilk muhatap olduğu bilgi, Allah (c.c) nin İlahlığına dayalı bir bilgidir yani "Tek tanrılı bir Din" dir. Şeytan bu Dini bozarak yerine kendisinin hevasına uygun bir Din dayatacağına dair olan sözlerini hatırladığımızda "Şirk Dini" dediğimiz olgunun sonradan arız olduğu görülür.  
 
Secde ederek, İlah olarak kabul ettiği varlığa olan yaklaşma ritüeli insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olup arkeolojik bulgularda elde edilen secde eden insan figürleri bu hafızanın bir delilidir. Secde ederek İlahına yaklaşma ritüeli ilk insanın tarihi kadar kadim bir gelenektir ve bu geleneğin başlaması tek ilah inancının ilk olması nedeniyle Allah (c.c) nin Ademe öğretmiş olması ile birlikte başlamıştır.

 Şeytan olgusu burada devreye girerek Allah (c.c) ye olan kulluğu başka yerlere kanalize ederek insanları şirke düşürme sözünü yerine getirmiştir. Bu noktada, Allah (c.c) için yapılan secde onun dışında edinilen ilahlara yapılmaya başlanmıştır. Arkeolojik buluntulardaki secde eden insan figürleri bu durumun bir sonucu olup , secdenin insanlığın kadim bir ortak kültürü olduğu noktasında önemli bir noktadır. 

Bütün bunlardan sonra adına "NAMAZ" dediğimiz secdeli ibadet şekli, Müslüman olsun  Müşrik olsun bütün insanlığın ortak bir ritüeli olup, ayrışım noktası sadece İLAHLARIN FARKLI olmasıdır demek sanırım yanlış olmayacaktır. Müslüman kişi Namazını tek İlah olarak bildiği Allah (c.c) için kılarken , Müşrik kişi ilah olarak bildiği herhangi bir varlık için bu Namazı kılar aradaki fark sadece bu dur. 

Burada bilerek veya bilmeyerek yapılan bir hata vardır ki o da , yapılan secde eyleminin sadece müşriklere has olduğu iddiasıdır. Halbuki asıl olan secdenin Allah (c.c) için olması ve bu  secdenin zaman içinde yönünün değişerek şirk unsuru haline gelmiş olması secdenin asıl boyutu olan sadece Allah (c.c) için olduğu gerçeğini değiştirmez.

Olayın adını NAMAZ olarak koyacak olursak bu durumu nuzül öncesi Mekke müşrikleri çerçevesinde şöyle değerlendirebiliriz;

Secde, Rüku,Kıyam dan oluşan kadim bir ibadet kültürü mutlaka Mekkeli müşriklerde de yapılmaktaydı . Bunun adını NAMAZ koyacak olursak , Mekkeli müşriklerde Namaz kılmaktaydılar ancak kıldıkları bu Namazı Allah (c.c) için değil ona yaklaşmak için ihdas ettikleri putlarına kılarak yani şirk  karıştırararak eda etmekteydiler. Onların bu ibadetleri Enfal s. 35 ve Maun s. Ayetlerinde kınanmaktadır. Allah (c.c) Elçisi Muhammed (a.s) ile yapılan bu ibadetleri şirk boyutundan kurtarıp asli boyutu olan Tevhidi boyuta yeniden getirmiştir. 

Bunları söylerken , bu gün Müslümanların namaz şuuru noktasında ne halde oldukları konusu başlı başına problem arz eder bir haldedir. Cami içersinde Allah (c.c) ye secde eden kişi bu secdenin ne anlama gelmesi şuurundan nasipsiz bir halde dışarıya çıktığı zaman hayatını başka ilahların belirleyiciliğine bırakmaktadır. 

 Salatın kötülüklerden alıkoyan bir tarafının olması , maalesef bu gün zayi edilmiş ve bazılarının elinde bir kalkana dönüşerek kılınan namazların şuurdan yoksun oluşunun kabahatı yanlışı yapan Müslümanlara değil , namazın kendisine yüklenmeye çalışılmaktadır. 

Yapılan en büyük yanlış Kur'andaki "Salatı ikame" geçen Ayetlerin tamamının sadece namaza indirgenilmesi olup, "Kıl beşi bitir işi" misali her şeyin beş vakit namazı kılmak ile bitttiği zannı oluşturulmuştur. Salatın kötülüklerden alıkoyması , onun Allahı birlemenin bir göstergesi olması artık unutulmuş ve Salat zayi edilmiştir. Bu gün tartışılması gereken asıl konu bu namazların tevhidi bir eylem olduğu şuurunun yeniden kazandırılması olmalıdır. 

Bazı yazılarımızda vurgulamaya çalıştığımız üzere , bu tür suni gündemlerle vakit kaybetmek bizlere hiç bir şey kazandırmayacağı gibi aksine daha geriye götürecektir. Bu tür suni gündemlerden bir tanesi "Namaz" kelimesinin arapça değil farsça olduğu , dolayısı ile İranlı müşriklerin dilinden geçtiği ve müşrik ibadeti !! olduğu iddiasıdır. 

Bu iddiada bir gerçeğin sesli olarak itirafından başka bir şey değildir eğer İranlı müşrikler namaz kılıyorlar ise bu namaz, onların kendi putlarını tazim etmek için icad ettikleri bir ibadet şekli değildir. Tek Tanrılı din asıl olması ve çok Tanrılı dinin sonradan arız olması insanlık tarihinin bir gerçeği olmasından yola çıkarak , eğer İranlı müşrikler namaz kılıyorlar ise bu namazı onlarda zaman içinde zayi ederek tevhidi boyutundan çevirerek şirk boyutuna dönüştürmüşlerdir.  

Her topluluğa Elçi gönderen Allah (c.c) İranlılara da Elçi göndererek onlara kime kul olmaları gerektiğini öğretmiştir, ancak zaman içinde bu öğretiler terk edilerek Şeytani öğretiler öne geçmiş ve Allah (c.c) için olması gereken namaz da iranlıların şirk olarak icra ettikleri bir ibadet haline gelmiştir.

Geleneksel Din algısında Namazın sanki ilk defa Muhammed (a.s) ın Elçiliği ile gündeme geldiği , Cibrilin ona namaz kılmayı öğrettiği gibi iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Muhammed (a.s) önce bir insan , sonra da Mekkenin bir ferdi olması hasebiyle yaşayan bir kültür ile iç içe yaşamaktadır. Kur'an ona vahyedilmeye başladığında, ona vahyedilenlerin büyük bölümü Mekkelilerin yanlış inançlarını düzeltmeye yöneliktir. 

Mekkelilerin yanlış inançlarının başında Şirk gelmekte ve kulluk adına yaptıkları şeyleri sadece Allah (c.c) için yapmamaktaydılar. Mekkelilerde binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri ve o tarihin getirdiği ortak hafıza ile yaşantılarına devam etmekteydiler. 

Kur'an eğer bu arka plan düşüncesi içinde okunmaz ise ve bu gün dağ başına inmiş ve muhteviyatının ilk defa inen bilgiler ve bu bilgilerin içini bizler doldurmakla görevli imişiz gibi okuduğumuzda bu tür tarji komik çıkarımlar kaçınılmazdır. Kur'an , binlerce yıllık insanlık tarihinin birikimine sahip olan bir topluluğa inmiş ve topluluğun unuttuğu veya yanlış olan inançlarını, sağlam bir temele oturtmayı amaçlamıştır.

Sonuç olarak; Namaz ibadeti hakkında yanlış uygulamayı kalkan edinerek bir takım olumsuz düşünceler ortaya atılmakta ve bu ibadete bir takım arkeolojik bulgulara dayanarak "Müşrik ibadeti" olduğu iddiası gündeme getirilmektedir. Bu iddia aslında bir gerçeğin itirafı olup insanlığın, Adem den beri süre gelen bilgi alışverişinin bir ürünüdür. İnsanlığın , Secde etmek şeklinde olan İlah olarak kabul ettiği varlığa karşı olan tazimi önce Allaha karşı yapılırken geçen zaman içinde şirk düşüncelerinin hakim olması neticesinde Allah (c.c) nin dışındakiler için yapılmaya başlanmıştır. Bu ibadetin adını "Namaz" olarak koyacak olursak bu ibadeti yapmayan hiç bir insan yoktur , her insan Namaz kılmaktadır ancak bu Namazı İlah olarak bildikleri varlığa özgü kılarlar. Bir Mü'min bu ibadeti Allah (c.c) için bir Müşrik bu ibadeti Allah (c.c) nin dışında ilah olarak kabul ettikleri varlıklar için yaparlar fark sadece bu dur. 

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

26 Ocak 2015 Pazartesi

Allah (c.c) den Ümit Kesmemenin İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar Üzerinden Örnekliği

Allah (c.c) , kendisinin her şeye güç yetiren olduğunu , kendisine dua edildiğinde ona icabet edeceğini , Kur'anın bir çok Ayetinde beyan etmiştir. Bu beyanını, sadece iddia boyutunda kalmayarak ispatlamıştır. Bu sebebten ötürü kullarına kendisinden hiç bir zaman ümit kesmemesini ve ona dua etmekten geri durmamasını öğütleyen Rabbimiz , ondan ümit kesmeyi ve ondan başkalarından istemeyi dalalet olarak haber vermiştir. 

Kur'an kıssalarının sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsedilmeden bize dönük mesajlar olarak okunması gerektiğini , kıssalar ile ilgili yazılarımızda hatırlatmaktayız. Bizler için imkansız olarak düşündüğümüz bir şeyin Allah (c.c) içinde aynı şekilde imkansız olmadığının açık seçik gösterilmesi, kıssa yollu anlatımlar üzerinden yapılarak iddianın ispatı da yapılmıştır.

[042.028] Umutsuzluğa düşmelerinin ardından yağmuru indiren, rahmetini yayan O'dur. O, övülmeğe layık olan dosttur.
[039.053]  De ki: «Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.»

[002.186]  Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.

İbrahim ve Zekeriyya (a.s) ların ortak yönleri ikisininde ileri yaşa gelmelerine rağmen çocuk sahibi olamamış olmalarıdır. Onların bu durumları şöyle anlatılmaktadır. 

 
[037.100-1]  «Rabbim! Bana sâlihlerden (bir çocuk) ihsan buyur.» Biz de onu pek yumuşak tâbiatli bir oğul ile müjdeledik.

İbrahim (a.s) ın Saffat s. Ayetlerinde bu şekilde dile getirdiği isteği , "İbrahim'in Misafirleri" nin anlatıldığı Hud , Hicr , Zariyat surelerinde gerçekleşme haberi şu şekilde verilmektedir. 

 [011.069] And olsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. «Selam sana» dediler, «Size de selam» dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.
 [011.070]  Ona ellerini uzatmadıklarını görünce kendilerini yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku duydu. Onlar: «Korkma, zira biz Lut kavmine gönderildik!» dediler.
 [011.071]  Bu arada, İbrahim'in ayakta duran karısı gülünce, «Ona İshak'ı ardından Yakub'u müjdeleriz» dediler.
 [011.072]  «Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu şaşılacak bir şey» dedi.
 [011.073] Dediler ki: Allah'ın emrine şaşıyor musun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur.

 [015.051]  Onlara İbrahim'in konuklarını da anlat:
 
[015.052] Hani İbrahim'in yanına girip selâm verdiklerinde O «Biz sizden korkuyoruz» dedi.
 [015.053]  Dediler ki: Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.
 [015.054]  «Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?» deyince:
 [015.055]  Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma! dediler.
 [015.056]  Dedi ki: Sapıklardan başka Rabbının rahmetinden kim ümidini keser?

 [051.024]  İbrahim'in ikram edilmiş konuklarının haberi sana geldi mi?
 [051.025]  Yanına girdikleri vakit: «Selam!» dediler. O da: «Selam! Görülmedik bir topluluk» dedi.
 [051.026] Gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi
 [051.027]  Onu, önlerine yaklaştırdı «Yemez misiniz?» dedi.
 [051.028]  Derken onlardan korkmaya başladı. «Korkma» dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.
 [051.029]  Bunun üzerine zevcesi hayretle seslenerek döndü, yüzünü kapayarak: Kısır bir kocakarı, dedi.
 [051.030] Onlar: «Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir» dediler.
 
İlerlemiş yaşına ve kısır karısına rağmen , Rabbinden ümit kesmeyen İbrahim (a.s) ın bu isteğinin karşılandığının haberi ,kendisi ve karısı tarafından insan olmaları nedeniyle şaşkınlık ile karşılanır. İbrahim (a.s) haberi aldığında zaman ilk şaşkınlığını " Sapıklardan başka Rabbının rahmetinden kim ümidini keser?" diyerek atar ve bu söz bizler içinde bir mesaj taşımaktadır. 

Zekeriyya (a.s) ın Rabbinden çocuk istediği şu şekilde dile getirilmektedir. 

[019.001]  Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad.
[019.002]  Bu, Rabbinin Zekeriyya kuluna olan rahmetini, bir anıştır.
[019.003] Hani o, gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti:
[019.004] Rabbim! dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.
[019.005] Ben bu halimle, arkamdan yerime geçecek olan akrabalardan endişeliyim. Karımda kısır bulunuyor, onun için bana bir dost ver!
[019.006]  «Ki bana da mirasçı olsun, Yakub ailesine de mirascı olsun. Rabbim, onu sen rızana kavuştur.»
[019.007]  Allah: «Ey Zekeriya! Sana, Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik» buyurdu.
[019.008]  Zekeriya: «Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?» dedi.
[019.009] (Ona gelen melek:) «İşte böyle» dedi. «Rabbin dedi ki: -Bu benim için kolaydır, daha önce sen hiç bir şey değil iken, seni yaratmıştım.»
[019.010]  Zekeriya «Rabbim! Öyleyse bana bir alamet ver» dedi. Allah: «Senin alametin, sağlam ve sıhhatli olduğun halde üç gün üç gece insanlarla konuşamamandır» buyurdu.

[003.037]  Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı, güzel bir bitki gibi yetiştirdi; onu Zekeriya'nın himayesine bıraktı. Zekeriya mabedde onun yanına her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. «Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?» demiş, o da: Bu, Allah'ın katındandır» cevabını vermişti. Doğrusu Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.
[003.038]  Orada Zekeriya Rabbine dua etti: «Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet, doğrusu Sen duayı işitirsin».

[021.089]  Zekeriya da: «Rabbim! Beni tek Başıma bırakma, Sen varislerin en hayırlısısın» diye nida etmişti.
[021.090] Biz de ona icabet ederek, Yahya'yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.

Ortak noktaları ileri yaşa gelmiş olmalarına rağmen çocuk sahibi olamamak olan İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar üzerinden , ümit kesmemenin ve dua etmenin Allah katındaki karşılığı canlı olarak gösterilmektedir. 

Bunlar anlatımlardan bizlere düşen hisse ne olmalıdır dersek şunları söylemek mümkündür; 

Kullar hayatlarının her hangi bir zamanında zor ve sıkıntılı durumlara düşebilirler , bu durumlar imtihan olgusu içinde değerlendirilmesi gerekmektedir , bu durumlarda yapılması gerekenlerin ne olması gerektiği, bizden öncekilerin içine düştükleri sıkıntılı durumlardan kurtulmak için takip ettikleri yol anlatılarak, bizlerin de o yolu takip etmesi öğütlenmektedir. 

İbrahim ve Zekeriyya (a.s) ların ileri yaşa gelmiş olmalarına rağmen çocuk sahibi olamamış olmaları onlar için bir sıkıntı kaynağıdır , onlar bu sıkıntıyı aşmak için yaşadıkları zaman şartları içinde yapılabilecek olan gerekli çalışmayı yapmış oldukları muhakkaktır. Onlar Allah (c.c) nin kuluna yardım etmesi için koymuş olduğu kuralı gayet iyi bilmektedirler. Kendi sıkıntıları olan çocuk sahibi olamamalarını aşmak için gerekli olan sebeblere tevessül etmiş olmalarına rağmen yine çocuk sahibi olamamışlardır. 

Allah (c.c) kuluna yardım etmeyi üzerine almış olduğunu ve bir çok Ayette bu vazifeyi nasıl yerine getirdiğini bize yaşanmış örnekleri ile anlatmaktadır. Allah (c.c) nin kuluna yardım sözünü yerine getirmesi için kulun öncelikle çalışıp gayret etme şartı vardır. Bu şartları yerine getirmeden hiç bir kula yardım sözü gerçekleşmez. 

  [002.214] Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

Allah (c.c) nin yardımı kulun yapması gerekenlerin tamamını yapıp artık daha yapacak bir şeyi kalmadıktan sonra gelir . İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar örneğinde bunu görmekteyiz. O yaşlarına kadar ellerinden geleni yapmalarına rağmen elleri boş kalmış ve artık yardımı hak etmişlerdir. Bu durumu sadece doğum olayı ile sınırlandırmamak gerekir , bizler içine düştüğümüz her türlü sıkıntılı durumdan kurtulmak için gerekli olan çalışmayı yaparak bu yardıma hak kazanabiliriz. 

İşleri kesat giden bir esnaf evinde oturarak dua ettiği takdirde işleri dahada bozulacaktır. İşleri kesat giden esnaf eğer erkenden işine gider işlerinin yolunda gitmesi için gereken ne ise onu yaptığı takdirde bir çeşit fiili dua yapmış olur ve sıkıntılarından kurtulma imkanına sahip olur. 

Allah (c.c) nin yardım sözü belli kurallara bağlıdır , buna "Sünnetullah" denilmekte ve bu kural ilk günden son güne kdar değişmemiş ve değişmeyecektir. Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumlardan kurtulmak için önce bu durumdan kurtulmanın çarelerini aramak ve bu çareleri sonuna kadar kullanmak zorundayız . 

Bunları yaparken her zaman ümitvar olmak zorundayız , çünkü arkamızda tek İlah ve yardımcı olarak kabul ettiğimiz bir Rabbimiz var. O bizlerin kendisinden başka yardımcısı olmadığına inandığımızı ve bu inancımızı yerine getirdiğimizi gördüğünde kendisini üzerine vazife aldığı yardımı yerine getirecektir , sözüne en sadık olan ondan başka kim vardır. 

 [030.047]  Andolsun ki, senden önce birçok peygamberleri kavimlerine gönderdik de onlara apaçık delillerle vardılar. Onun üzerine suç işleyenlerden intikam aldık. Mü'minlere yardım ise üzerimizde bir hak oldu.

Sonuç olarak; Bir çok Ayetinde bizlere kendisinden ümit kesmemeyi emreden ve dua ettiğimizde bize icabet edeceğini buyuran Rabbimiz , verdiği sözü yerine getirdiğine dair geçmişteki canlı örnekleri kıssalar ile bizlere anlatmaktadır. Allah (c.c) kullarına yardım etme sözünü yerine getirmek için bir takım kurallar koymuş ve bu kurallar yerine gelmeden bu sözünü yerine getirmemektedir. Kur'an kıssalarını bize dönük mesajlar olarak okuduğumuzda bir kıssa içinden belki onlarca konu başlığı çıkabilecek mesajlar çıkabilmektedir. İbrahim ve Zekeriyya (a.s) lar üzerinden verilen bu örnek , onların şahsında ümitvar olmanın ve dualara icabet eden Rabbimizin verdiği sözde nasıl durduğunun canlı örneklerini vererek bizlere aynı surumlara düştüğümüzde kime ve nasıl yönelmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Dinde Belirleyicimiz Hangi Kitap Olmalıdır?

Müslümanlar arasındaki bitmez tükenmez ihtilafların en başta gelen sebeblerinden bir tanesi, belirleyici kitap konusudur. Belirleyicilik konusunda bir ittifak sağlayamayan Müslümanlar aralarındaki ihtilafları tabi oldukları kitapların kendilerine verdikleri bilgi doğrultusunda çözmeye çalıştıkları için maalesef birliktelik sağlamakta zorluk çekmektedirler. Bu durum Kur'anda şu şekilde beyan edilmektedir. 

[023.051]  Ey Resul ler, temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun; çünkü gerçekten ben yapmakta olduklarınızı biliyorum.
[023.052] İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim: öyleyse benden sakının.
[023.053]  Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Mü'minun s. 51-53. Ayetlerinde Resulleri aracılığı ile , Resullere ve onların muhataplarına tayyip olanların yenmesini , salih amellerde bulunulmasını , ondan sakınılmasını emreden Rabbimizin bu emrine muhalefet edenler, vahyin belirleyiciliğini terkederek başka belirleyiciler altında toplanarak bu belirleyiciler ile yetinmeye başlamışlardır. Bu Ayetler dün insanların Din de, içine düştükleri ihtilaf sebebini beyan etmekte , dün kü bu durum bu gün ve yarın da maalesef böyle gidecektir.

Halbuki Rabbimiz, Din de belirleyici olması gereken Kitabın kriterlerini yine Kur'an da beyan etmiştir. 

 [022.008]  İnsanlardan kimi, hiç bir bilgisi, yol gösterici ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında tartışır-durur.
[031.020]  Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç bir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap da olmadan Allah hakkında mücadele edip durmaktadır.
 [028.050]  Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir! Elbette Allah zalim kavmi doğru yola iletmez.

Yukardaki Ayetler ,Allah hakkında konuşmak için belirlenmiş kriteri beyan etmektedir. Bu kriterler "Hüden" (Yol gösterici) ve "Münir" (Aydınlatıcı) vasfına sahip olması gerekmekteymiş , peki bu vasfa sahip olan Kitap acaba hangi Kitaptır?.

[002.002]  Bu  kitap (Kur'an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir (HÜDEN).
[002.185]  Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici (HÜDEN)ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz.
[027.1-2]  Ta, Sin, Bunlar Kuran'ın, Kitab-ı Mübin'in ayetleridir.birer hidayet (HÜDEN)ve müjde olmak üzare o mü'minlere
[031.002-3] Bunlar, iyi davranan kimseler için rahmet ve doğru yol rehberi (HÜDEN) olan hikmetli Kitap'ın ayetleridir.

[005.015]  Ey Kitap ehli! Kitap'dan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatan ve çoğundan da geçiveren peygamberimiz gelmiştir. Doğrusu size Allah'tan bir NUR ve apaçık bir Kitap gelmiştir.
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Resul Nebi ye uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen NUR'A (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.
[057.009]  Sizi karanlıklardan NUR'A çıkarsın diye kuluna parlak parlak ayetler indiren O'dur. Muhakkak ki, Allah size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.
[004.174] Ey insanlar, bakın size Rabbinizden kesin bir delil geldi; size açık bir NUR indirdik.

Yukarıdaki örnek Ayet meallerinin delaleti ile , Allah hakkında konuşmak için rehber ve aydınlatıcı tek kitap KUR'AN DIR. 

Dinde belirleyici kitabın Kur'an olması gerektiğini gördükten sonra farklı düşüncede olan Müslümanların bir noktada birleşebilmeleri için bu Kitabın rehberliğine ihtiyaçları olduğu muhakkaktır. Herhangi bir konudaki fikir ayrılığında olanların öncelikle bu noktada birleşmeleri gerekmektedir. 

Herhangi bir konuda fikir ayrılığında olan Müslümanların ortak bir paydada buluşmadan yapacakları tartışmalar sonuçsuz kalmaya baştan mahkumdur. Çünkü ,A kişisinin bir konu hakkındaki ileri sürdüğü delil ile , B kişisinin herhangi bir konuda ileri sürdüğü deliller farklı rehberlerden  getirildiği zaman düşünce birliğinin olması mümkün değildir. 

Bu gün Müslümanlar arasında bitmez tükenmez tartışmaların sebebi, farklı rehberler ihdas edinilmiş olması ve ortaya konan delillerin bu rehberlerdeki yazanlar olduğundan hareket etmeleridir , olayı örnekleyecek olursak ; 

Bu gün Din adına ortaya konan bir takım konular , Şefaat , Nuzulu İsa , Recm , Kabir azabı v.s ve buraya almadığımız bir çok konudaki ihtilafların kaynağı farklı belirleyicilerin ışığında bakıldığı içindir. 

Kur'an, maaleseftir ki, adı var fakat kendisinin her hangi  etkisi olmayan bir kitap olarak yüzyıllardır "Mahcur" (terkedilmiş) bırakılmıştır. Bütün Müslümanların iman ettiği ettiğini iddia ettikleri Kitap, Din konusunda her hangi bir belirleyiciliği olmayan , Din konusunda belirleyici olan başka kitapları onaylatma aracı haline getirilmiştir.

Bu sebebtendir ki , Kur'anı yol gösterici olarak ortaya koyan ve kendi düşüncesine delil olarak ortaya koyan bir kişiye maalesef, "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" denilebilmektedir. 

Herhangi bir konuda tartışma yapan kişilerin öncelikle yapması gereken şu dur ki; Ortak bir aydınlatıcı ve yol gösterici kitap üzerinde fikir birliği sağlamadan hiç kimse ile tartışma ortamına girmemelidirler. Tartışma yapacak olan kişiler aralarında Kur'anın hakemliği konusunda anlaştıktan sonra farklı düşündükleri konular üzerinde tartışarak ortak bir noktada birleşme imkanı elde edebilirler.

Bu meyanda , "Allaha ve Resulune itaat edin" veya "İhtilaflarınızda Allahı ve Resulunu hakem tayin edin" şeklinde Ayetlerin hatırlatılarak , Allah itaatın Kur'ana , Resule itaatın bu gün için hadislere olması gerektiği noktasında itirazlar gelecektir. 

Bu Ayetlere her Müslümanın iman etmesi gerekmektedir , ancak bu Ayetlerin bize böyle bir yol gösterip göstermediği ,yani Resule itaatın hadise itaat olması gerektiği konusunun açıklığa kavuşması gerekmektedir. 

Bu gün elimizde bir çok , Muhammed (a.s) ın söylediği iddia edilen hadis kitapları mevcut olup bu kitaplar içinde sahih olmayan sözler sahih olanlardan fazlaca miktarda bulunmaktadır. Özellikle bazı hadis kitaplarının isimleri öyle bir hale getirilmiştir ki " O ne diyorsa doğrudur yanlış olma ihtimali mümkün değildir" denilerek Kur'an ile eşdeğer hale getirilmiştir. 

Müslümanların büyük çoğunluğu yüzyıllardır gelen bu tür baskılar nedeniyle , bu kitapların adı geçtimi bunları eleştirmenin dinden çıkmakla eşdeğer olduğunu zannederek bu baskı altında yıldırılmışlardır. Öncelikle Kur'an dışındaki bütün kitapların zan içerdiğini yanlış olma ihtimali olduğunu bu kitabın adı ne olursa olsun bunun böyle olduğunun altının kalın çizgilerle çizilmesi gerekmektedir. 

Öncelikle şunu açık ve net olarak ortaya koymak gereklidir; Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) nin Kitabı ile çelişen ona aykırı bir söz ve fiilde bulunması İMKANSIZDIR. 

Bir kişinin delil ortaya koyduğu Ayete karşı olarak ortaya konan rivayet eğer Kur'anla çelişiyorsa , Kur'anın değil rivayetin red edilmesi gerektiğinin doğru br uslupla karşımızdaki kimseye anlatılması gereklidir. 

Maaleseftir' ki kitleleri "Hadis inkarcılığı" şeklinde bir tehlikeye karşı uyaranlar , hadisleri savunmak adına kitleleri "Kur'an inkarcığı" na sevk etmektedirler. "Hadis inkarcılığı" olarak lanse ettikleri tehlike öyle bir hale getirilmiştir ki benim zavallı Müslüman kardeşim, karşısına gelen Ayet şeklindeki bir delil ile hadis şeklindeki bir delil çeliştiği zaman sırf "Hadis inkarcısı" demesinler diye "Kur'an inkarcısı" olmayı yeğlemektedir.

Kur'ana çağıran bir kişinin , karşısındaki bu tür düşüncede olan kişiye karşı , çağırdığı Kitabın ona öğrettiği tebliğ kuralları dahilinde , bu düşüncesinin yanlış olduğunu anlatması gerekmektedir. Bu yanlışlığı ona anlatamadığı , bu yanlışlığın karşımızdaki kişi tarafından anlaşılmadığı zaman ,ihtilaf edilen konularda fikir birliğinin sağlanması imkansızdır.

Bu durum Müslümanlar olarak karşımızdaki en büyük ihtilaf kaynağımızdır. Bizler eğer Kur'anın belirleyici bir kitap olmasını istiyorsak , başkalarının Kur'an dışındaki belirleyici kitaplarının Kur'an karşısında hiç bir hükmü olmadığının anlatılması gerekmektedir. Bunun kolay bir yol olmadığının elbette ki farkındayız , dinlerini Kur'an ile çelişen rivayetler üzerine kuranların Kur'anın belirleyici olması noktasında ayak direteceklerini unutmamalıyız. 

Sonuç olarak; Dinde belirleyici kitap olarak sadece Kur'an, aramızdaki ihtilafların çözümünde hakem kitap olmalıdır. Bu hakemliği bize Rabbimiz bildirmektedir. Diğer kitapların doğruluğu ve yanlışlığı sorunu, bu kitabın hakemliğinde çözülmesi gerekmektedir. Yüzyıllardır mahalle baskısı yöntemi ile "Aman haa sakın hadis inkarcısı olmayın" diyenlerin , kendilerine tabi olan insanları "Kuran inkarcığına" yönlendirmiş olduklarını bu düşüncede olan Müslümanlara uygun bir uslupta anlatmamız gerekmektedir ki , aramızdaki ihtilaflarda Kur'an belirleyici olsun ve ihtilaflar en aza indirgensin .

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Ocak 2015 Perşembe

Çocuk Evliliği Arap Örfü müdür ?

Bu günlerde, Sayın Nurettin Yıldız Hocanın bir konuşması sonucu başlayan çocuk evliliği meselesi ile ilgili olarak yapılan yorumlara baktığımızda , bu tür evliliğin o günkü Arap geleneği içinde değerlendirilmesi gerektiği şeklinde sözler işitmekteyiz.

Kur'an Ayetlerinin öncelikle , "Tarihsel Bağlam" dediğimiz nuzül zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınarak okunması şeklindeki düşüncenin doğru ve gerekli olduğunu elbette ki red etmiyoruz. Ancak böyle bir örfün fıtrat yasalarına uygun olup olmadığı meselesi önem arz etmektedir. 

Bu yazıyı yazarken , bazılarının Kur'an hakkındaki düşüncelerini göz önüne alarak bu düşünceleri izale etmek , yani birilerine şirin görünmek veya bu düşünceyi ortaya atanları linç etmek kampanyasının bir mücahidi olmak kaygısının asla gözetilmediğini  baştan söylemek istiyoruz. Ama bazılarına şirin görünmeyi eleştirenlerin aynı yanılgıya düşerek eski tefsircilere şirin görünmek gibi bir kaygıları olduğunu ve bu tür düşünceleri onların yorumlarının belirleyici olduğunu düşünerek söylediklerini düşündüğümüzü anti parantez belirtelim.

Olay ; Talak s. 4. ayetindeki "Velle i lem yahıdne" ( adet görmeyenler) ibaresinden henüz adet görmeyen küçük kızların evlenebileceğinin bu Ayet ile teyid edildiği düşüncesidir. 

Bu düşünceyi savunma adına getirilen argümanlardan bir tanesi de, bu tür evliliklerin Arap örfünde olduğu , Kur'anın tarihsel bağlam okuması gereği bu örfü Kur'anın kabul ettiği ve bu örfe uygun olarak çocukların boşanması ile hükümlerin vaz edildiğidir. 

Böyle bir örfün olduğunu , eski tefsirlerden ve rivayetlerden getirilen deliller ile ortaya koyma çalışmalarını doğru bulmadığımızı , bu tefsirlerdeki görüşlerin neticede kişisel yorumlar olduğu ve bunları kutsamak gibi bir vazife içinde olmamamız gerektiğini hatırlatmak isteriz. 

Kur'an elbette, nuzül öncesi Arap örfü olarak uygulanan bir takım kuralları red etmemiştir ve bazı hükümleri " Örfe uygun olması" şartına bağlayarak süre gelen yaşantıyı red etmeden aynen devamını sağlamıştır. Tabi ki bu örfün Kur'an Ayetleri ile çelişki arz etmemesi gibi bir mecburiyet sözkonusur.

Burada esas sıkıntılı nokta ,ortadaki Kur'an ayetini rivayetler ve eski tefsirlerde yer alan bilgiler doğrultusunda anlamaya kalkmaktır. Yani rivayet ve tefsirlerdeki bilgileri Kur'ana onaylatma ameliyesidir , bu tür bir ameliyenin yol açtığı sorunlar gündeme geldiğinde verilen , " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" cevabı olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunun göstergesidir. 

Öncelikle Talak s. 4. ayetindeki , hayız görmeyenlerin ve hayızdan kesilmiş olanların 3 ay iddet beklemelerinin amacı onların hamile olup olmadıklarının belli olması ve neslin emniyeti açısındandır. Hayız görmeyenlerden kasıt kız çocukları ise , Arap örfünü kutsamak adına, "Hayız görme çağına gelmeyen kız çocuklarının evlendirilip onlarla cinsel ilişki kurulmasına izin verilmiştir , boşanma aşamasına geldikleri zaman hamile olup olmadıklarının belli olması için 3 ay beklemelerini Kur'an emretmiştir" denilirse bu düşüncenin kabul edilmesi imkansızdır. 

Arap örfünde hayız görmeye BAŞLAMIŞ bir kızın ileri yaşlarda olan birisi ile evlendirilmesi, örfi bir durum olabilir. Q günkü sosyo ekonomik şartlar muvacehesinde böyle uygulamaların olmuş olmasını kabul edebiliriz .Yani bu gün yaşadığımız zaman ve mekan şartlarını göz önüne alarak 1500 yıl öncesini yargılamanın yanlış olduğunu elbette biliyoruz. Ancak fıtrat yasalarına aykırı bir durum olan, hayız görmeye başlamayan bir kız çocuğuyla evlenip onunla cinsel ilişki kurulmasını ,Arap örfünde bu vardı diyerek kabul etmenin, yanlışın ötesinde bir durum olduğunu da ifade etmek isteriz. 

Bir konuda Kur'anın belirleyiciliği mi yoksa rivayetlerin veya eski tefsircilerin belirleyiciliği mi öncellerimiz olmalıdır ?. Bunun cevabı "Rivayetler veya eski tefsirciler olmalıdır" denilirse bu düşüncede olanların yolu açık olsun ancak , eğer "Kur'an olmalıdır" denilirse Kur'an bize bu konuda şu bilgileri verir.

Talak s. 4. ayetindeki boşanma hükümlerinin vaz edildiği Ayette "Nisaüküm ( kadınlarınız) ibaresi bu konudaki düşüncemizi belirlemesi gereken ahahtar bir kelimedir. 

Nisa kelimesi ; "Vakit bakımından ertelemek , tehir etmek" anlamına gelen "Ennes'ü" kelimesinden gelmektedir. Hayız vakti gecikerek hamile olması umulan kadına "Nesietül mer'etü" , böyle olan bir kadına "Nesuun" denilir. (Elmüfredat) 

İnsan cinsinin dişi olanına Arapça da onun hayız görmeye başlamış olması ve bazen hayzının gecikerek hamile olması sözkonusu olması nedeniyle böyle bir ad verilmiştir. Hayız görmeyen kız çocuğuna asla "Nisa" denilmez. Kur'an genelinde bu kelimenin geçtiği Ayetlere bakıldığında kız çocuğuna delalet edebilecek bir tek Ayet yoktur.

Bu anlamı göz önüne alarak "Nisaüküm" olarak kullanılan bir kelimenin hayız görmek ile bağlantısını kurarak bu kelime ile ifade edilen insan cinsinin, kız çocuklarla alakası asla olaMAyacağının kolayca anlaşılması gerekirdi. "Talak s. 4. Ayeti hayız görme zamanına gelmiş fakat farklı sebeblerden ötürü hayız GÖRMEYEN evli kadının boşanma süreci ile ilgili hükmü beyan etmektedir" denilmekten korkulma sebebi eski tefsircilerin kemiklerinin sızlaması korkusu ise varsın onların kemikleri sızlasın , ama onların hatırı kırılmasın diye KUR'ANIN BELİRLEYİCİLİĞİ  göz ardı edilmesin.

Sonuç olarak; Kız çocukların evlendirilmesi meselesini, "Arap örfünde böyle bir durum söz konusu idi" denilerek tarihsel bağlam şeklinde okumak, Fıtrat Ayetleri ile Kitap Ayetlerinin birbiri ile çeliştiğini iddia etmek anlamına gelmektedir. Talak s. 4. Ayeti kesinlikle , hayız görme çağına gelmediği halde evlendirilerek onunla cinsel ilişki kurulduktan sonra boşanma aşamasına gelen bir çocuğun bekleme süresini anlatmaz. Talak s. 4. Ayeti , NİSA kelimesinin anlamına uygun olarak hayız görme durumunda olan kadınların evlenmesinden sonra herhangi bir sebeble hayız görmedikleri halde boşanma süreçlerindeki bekleme sürelerini anlatır. Eski tefsirleri veya rivayetleri kutsayarak Kur'anı okuma durumunda olanların düştükleri bu durumu görerek bu tür düşüncelerini yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ediyoruz. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Kabir Azabını Kabul etmemek Değil Kabul Etmek Sapıklıktır.

Müslümanlar arasında bir çok konuda görüş ayrılıkları olduğu bilinen bir gerçektir. Birbirleri ile görüş ayrılığına düşen iki Müslümanın bir diğerine "Sapık" damgası vurduğu da bilinen bir gerçektir. Kur'anın bazı inasanlara bu damgayı vurduğunu bir çok Ayet içinde görmekle birlikte bu damgayı hak edenlerin, Ayetlerin beyanının aksine hareket etmeleri sonucu buna  hak kazandıklarını bilmekteyiz. 

Ancak Müslümanların birbirine bu damgayı vurmaları ,ellerindeki "Hüden" ( Yol gösterici) ,"Münir"(Aydınlatıcı) Kur'an ile değil ,bu vasıfları yükledikleri başka kitapların yol göstericiliği ile olmaktadır. Kur'an dışı her hangi bir bilgi kaynağını Hüden ve Münir olarak gören bir kısım Müslümanlar bu kitaplardaki düşüncelerin aksini iddia edenleri "Sapık" , "Kafir" , "Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi yaftalarla itham etmektedir. 

Kur'anın her konuda belirleyici bir Kitap olduğu için, bize gelen bilgileri bu Kitabın verileri ile ölçer tartar ona göre kabul veya red ederiz , olması gereken bu dur. Eğer birisine "Kafir" demek gerekirse bu Kitabın aksine bir iddiada bulunduğu için deriz , başka kitaplara aykırı söz söylediği için birisine böyle iddia da bulunmak silahın geri dönmesi misali sahibine döner. 

"Tekfirnikof" marka tüfeği alarak önüne gelen ateş açan bir kısım insanlar bu tüfeğin namlusunun onlara yönelik  , tekfir edilmeleri asıl gereken kendileri olduğunu bilmelidirler. Onların tekfir ettikleri insanların düşünceleri Kur'anın doğruları olup , kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış gördükleri için önüne geleni tekfir etmeyi maharet sayan kesim aslında kendilerinin buna daha layık olduklarını aşağıda ele almaya çalışacağımız "Kabir azabı" konusu üzerinden göreceklerdir.

"Kabir azabı" konusu , Kur'anın bu konuda herhangi bir beyanı olmamasına rağmen bir takım rivayetler aracılığı ile inanç konuları arasına sokularak, bir nevi imanın şartı haline getirilmiştir. "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir iddia da bulunan, sanki Kur'ana ters bir iddiada bulunmuş gibi muamale görerek , "Kafir , Sapık , Hadis inkarcısı v.s" gibi sözlerle itham edilmektedir. 

Yazımızda , Kabir azabı konusunun tarihi temellerini ortaya koyarak bu düşüncenin nereden geldiği ve bu düşüncenin nasıl Kur'ana aykırı bir düşünce olduğu , SAPIK vey KAFİR damgası vurulması şart ise RED EDENLERİN değil, KABUL EDENLERİN  bu damgayı yemesi gerektiği üzerinde olacaktır.

Kabir azabı düşüncesinde en önemli konu , azab görenin beden değil RUH olduğudur , fakat Kur'an insanı böyle bir ayrıma yani BEDEN-RUH ayrımına tabi tutmaz. Kur'an, ölen insanın bedeninin çürüdüğü ve çürümüş kemiklerin bir araya getirilerek yeniden yaratılacağını beyan eder. Aynı Kur'an , insanda RUH diye ölmeyen bir şey olduğu konusunda en ufak bir bilgi kırıntısı dahi vermez. Hal böyle iken Kabir azabı ile ilgili düşünce de , azab gören şeyin beden değil ruh olduğu ve ruhun asla ölmediği iddiası vardır.

Peki Kur'anda olmayan BEDEN-RUH ayrımı İslam düşüncesine nasıl girdi ve neredeyse imanın şartı haline geldi ?. 

Beden-ruh ayrımı , Yunan felsefecilerinin savunduğu bir düşünce olup (burada Eflatun u zikredebiliriz), ruhun ölmeyip başka bedenlere girerek yaşadığı düşüncesi yani "Reenkarnasyon" bu tür düşüncelerin bir uzantısıdır. Şia nın aşırı kollarından olan  ve bu gün Suriye de yaşayan Nusayrilik te bu düşünce etkin bir rol oynamaktadır.   

Yunan felsefecilerinden etkilenin, İslam felsefecileri aracılığı  ile  beden -ruh ayrımı İslam düşüncesi içine girmiştir. Temeli Yunan felsefesi olan "Ruhun ölümsüzlüğü" meselesi , İslam düşüncesi ile harmanlanarak " Madem ruhlar ölmez öyleyse ruhlar dünyada yaptıkları işlerin karşılığını kıyamet gününe kadar görürler" şeklinde bir iddia ile "Kabirlerin Cennet bahçelerinden bir bahçe" veya "Cehennem çukurlarında bir çukur" olacağı düşüncesi Yunan felsefecilerinin etkisi ile içimize girmiştir.

 Ancak burada bir kaç yönden çelişki ve arızalı durumlar ortaya çıkmaktadır; 

Öncelikle kökü dışardan ithal bir fikir olan "Ruhun ölümsüzlüğü" ilkesi Kur'an ile çelişen bir düşüncedir. Siz Yunan dan bir düşünce ithal ederek bunu İslam düşüncesindeki , yaptıklarının karşılığını öldükten sonra almak ile harmanlarsanız ortaya hilkat garibesi bir düşünce ortaya çıkar. 

Eğer bu düşünceyi kabul edecek olursak şunu da kabul etmemiz gerekmektedir; Madem ruhlar ölümsüz öyleyse kıyamet günü yeniden diriliş olayı bedenen olmaması gerekir , ölmeyen bir şeyin yeniden dirilmesi söz konusu olamaz. Bu düşünceden hareketle Yunan felsefesi etkisinde kalan İslam felsefecileri , "Cismani haşir yoktur ruhani haşir vardır" diyerek bedenen haşri red etmişlerdir. Halbuki bir çok Kur'an Ayeti yeniden dirilişin BEDENEN olacağını beyan etmiştir, bu düşüncenin İslam literatüründeki adı KÜFR dür. 

Bu şekilde İslam düşüncesine giren "Kabir azabı" konusu rivayetler desteği ile dini bir temele!! oturtulmaya çalışılmıştır. Halbuki Kur'an da bir çok Ayet, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zamanı , yeniden dirilenlerin kendi aralarında yapacakları konuşma üzerinden vermektedir . 

[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Yasin s. 52. Ayetinde gördüğümüz sözün sahipleri eğer kabirlerinde azap görür bir halde kalmış olsalardı bu gib bir söz edecekler bizlere haber verilirmiydi?.

Bu ve benzeri Ayetlerin, Kur'anda yer almış olmasına rağmen hala bazılarımızın "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" şeklindeki itirazlarını duyar gibi olmaktayız. Bağlamından kopartılmış Ayetleri kullanarak (Mü'min s. 46) bu ithal düşünceye dayanak yapmaya çalışmak işin ayrı bir yanlış tarafıdır.

Hem kabir azabını kabul etmek , hem de bedenen dirilişi kabul etmek çelişkili bir durum arz edeceği için , ya kabir azabını kabul etmekle birlikte cismani haşri red edeceğiz , ya da kabir azabı diye bir şey yoktur diyerek bedenen haşri kabul edeceğiz. 

Hem kabir azabını kabul etmek , hemde cismani haşri kabul etmek çelişkili bir durumdur. Bir çok Ayet , kıyamet sonrası dirilen insanların hesaplarının görüldükten sonra Cennet veya Cehenneme sevk edileceğini beyan etmesine rağmen hesap gününden önce böyle bir karşılığın olacağını söylemek Kur'an ile çelişir.

Kabir azabı konusunu kabul etmenin beraberinde getirdiği problemleri sıralayacak olursak ; 

1- Kur'anın Beden - Ruh şeklinde bir ayrım yapmış olmamasına rağmen böyle bir ayrımı kabul etmek. 
2- Bir çok Kur'an ayeti Kıyamet sonrası kurulacak olan mahkeme de herkesin sorguya çekileceğini beyan ederken , kişinin ölür ölmez hesaba çekilerek kabirde Cenneti veya Cehennemi yaşayacağı Kur'anla çelişmektedir. 
3- Şayet ruh ölümsüz ise yeniden dirilişin bedenen olacağını kabul etmek çelişkili bir durumdur.
4-Kur'anın böyle bir haberi yok iken , Yunan felsefesinden ithal edilen fikirleri İslam düşüncesine sokmak. 
5-Ön kabul olarak ortaya bir konunun meşruiyetini Kur'an Ayetlerine kabul ettirmeye çalışmak.

Şimdi soruyoruz ; Evet ortada yanlış olan bir durum vardır ama bu durum KABİR AZABINI RED ETMEK MİDİR ? YOKSA KABUL ETMEK MİDİR?

Şimdi soruyoruz; Ortada sapkın olan bir durum vardır , BU SAPKINLIK KABİR AZABINI RED ETMEK Mİ DİR YOKSA KABUL ETMEK Mİ DİR?.

Şimdi ellerine "Tekfirnikof" marka tüfekleri alarak sağa sola rast gele ateş açan "Din Magandaları" bu tüfeğin namlusunun kendilerine yönelik olduğunu görmelidirler. Kendi sapkun düşüncelerine bakmadan başkalarını kabir azabını red ettikleri  gerekçesi ile tekfir edenler asıl sapık olanların kendileri olduğunu bilmelidirler. 

Bizlere "Vay sen kabir azabını redmi ediyorsun?" diye soranlara asıl bizler , " Yoksa sen kabir azabını kabul mu ediyorsun?" diye sorarak bu tür düşüncelerin sapkınlık olduğunu hatırlatmalıyız.Bu konuda savunma yapmaları gerekenler Kur'ana rağmen böyle bir inanç içinde olanlardır.

Sonuç olarak; İslam düşüncesine ithal fikirler ile sokulan beden-ruh ayrımının sonucu işin nereye vardığı görülmektedir. Her konuda belirleyici olması gereken Kur'anın yerine Yunan felsefesinin belirleyici olduğu "Ruh" kavramı insan ile özdeşleştirilmiş ve "Ruhun ölümsüzlüğü" prensibi yerleştirilmiştir. Temeli bu şekilde atılan düşünceye İslam düşüncesinde olan Dünyada iken yapılanların karşılığını ölümden sonra alma konusu da kıyamet sonrası için değil ölüm sonrası kabre konulduktan sonra başlatılmıştır. Hal böyle iken, temeli Yunan felsefesine dayanan "Kabir azabı" meselesi İslam düşüncesi içine sokularak Dinleştirilmiş ve red edenin sapık olarak damga yediği bir mesele haline gelmiştir. Ortada eğer bir sapkınlık varsa bu sapkınlık kabir azabını red edene değil kabul edene ait olmalıdır.Bizler Müslüman olarak Kur'anın bize din olarak verdiği bilgilere itibar etmekle , bunun dışındaki ithal edilmiş düşüncelere itibar etmemekle mükellefiz bunun gerisi lafu güzaf tır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Ocak 2015 Salı

Adem ve İblis Kıssasını Okuma Kılavuzu

Adem ve İblis kıssası Kur'an'da yedi ayrı sure içinde geçmektedir. Bu kıssa içinde yapılan anlatımlar ile ilgili olarak tefsir kitaplarında birçok yorumların yapıldığı malumdur. Ancak iddiamız odur ki; yapılan bu yorumların birçoğu kıssanın anlatım amacını yakalayabilmiş değildir. Bu amacın yakalanmama sebebinin, kıssanın anlatım uslubunu doğru anlamamaktan kaynaklandığını düşünmekteyiz. Yazımızın amacı kıssayı anlatmak değil, anlamaya çalışırken gözetilmesi gerektiğini düşündüğümüz bazı noktalar üzerinde durmak olacaktır.

Kur'an'ın anlatım üsluplarından bir tanesi de; olayı görselleştirerek anlatma metodu olup, muhatapların zihninde kalıcılık sağlamasıdır. Bu metot özellikle gaybî ve bizim için algılanması imkansız olan konular için kullanılmıştır. Bu anlatımda öne çıkan en önemli faktör; gaybın yani duyu organlarımız ile şahit olamadığımız alanın, benzetme yolu ile yani duyu organlarımız ile şahit olduğumuz alana benzetilerek anlatılmasıdır. Adem ve İblis kıssasında bu tür bir anlatım uslubu ortaya çıkmakta olup, kıssayı okurken bu üslubun dikkate alınması gerekmektedir.

Kıssayı okurken bu üslup dikkate alınmalı ve kıssada yapılan anlatımlar birebir yaşanmış ve gerçek bir olaymışçasına OKUNMAMALIDIR. Tefsir kitaplarında yer alan ve cevabı verilememiş, verilmiş olsa da bu cevapların yeni sorular üretmiş olması ve netice olarak bitmeyen sorular içinde kısır döngü içinde kalmanın en başta gelen sebebi kıssanın yaşanmış bir olay gözü ile okunmasıdır.

Kıssanın konuşma uslubu içinde anlatılmış olması, oradaki konuşmaların birebir gerçekleştiği zannına bizleri kaptırmamalıdır. Allah(c.c)'nin bazı ayetlerlerde dağlar, gök ve yer ile konuşması anlatılmaktadır. Mesela AHZAB 72 ayetinde dağların kendilerine teklif edilen emaneti reddettiği, FUSSİLET 11 ayetinde göklere ve yere "isteyerek veya istemeyerek gelin" emrine karşılık onların "isteyerek geldik" cevabını verdikleri görülür. Bu ifadeleri gerçek anlamda yapılmış konuşmalar olarak görmek mümkün değildir. Konuşma üslubu üzerinden Rabbimizin bizlere vermek istediği mesajı okumak lazımdır. Aksi takdirde bu konuşmaların nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımızda, bunun cevabını bulamayız veya bulduğumuzu zannettiğimiz yanlışlar çıkar.

Allah(c.c)'nin konuşma keyfiyetinin bizler gibi asla olamayacağı düşüncesi üzerinden gidilerek, kıssa içindeki yapılan konuşmaların okuyucuya mesaj içerikli anlatımlar ve bu mesajın, muhatapların anlayacağı üslup olan karşılıklı konuşma üzerinden aktarılması olarak okunsaydı, bugün kıssa ile ilgili birçok sorunun ve tartışılan konuların ne kadar gereksiz olduğu anlaşılırdı.

Kıssa ile ilgili yapılan en önemli yanlış; kıssanın yaşanmış, bitmiş bir olay olarak okunmasıdır. Kıssayı görsel bir eser anlatımı üslubunu dikkate alarak okuduğumuzda, kıssa içindeki kişi ve objelerin her an yaşayan kişiler olduğu ortaya çıkacaktır. Adem ve İblis'in portesi üzerinden anlatılan Şeytan, kıyamete kadar yaşayacak karakterler olup, bu iki karakter birbirlerine düşman olarak yaşayacak ve aralarındaki savaş kıyamete kadar sürecektir.

Kıssanın BAKARA Suresi içinde geçen kısmına baktığımızda; Allah(c.c)'nin yeryüzünde halife kılma sözüne karşı meleklerin bir itirazı sözkonudur. Tefsir kitapları bu itirazın mahiyeti üzerinde uzun uzun izahlarda bulunmuşlardır. Bu izahatların sebebi; konuşmayı gerçek olarak algıladıkları içindir. Halbuki meleklerin böyle bir itirazı asla olamaz. Tefsir yazarları, onların "kan dökecek ve fesad çıkarak olanı mı kılacaksın?" sözlerini, BAKARA içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin, onların kan dökücülüğü ve fesad çıkarıcılığı ile bağını kurmaya çalışsalardı bu kadar izahata ve İsrailiyat ile doldurmalarına gerek kalmazdı.

Adem'in yaratıldığı yerin nerede olduğu da ihtilaflı konulardan birisidir. "Cennet" olarak vasıflanan yerin dünyada mı, yoksa Ahirette mi olduğu tefsirlerin tartışma konularından bir tanesidir. Bahsi geçen "Cennet"in nerede olduğundan çok, onun üzerinden verilmek istenen mesajın Ademoğullarına verilen nimetler olduğu okunmaya çalışılsaydı, bu tür ihtilaflar ortaya çıkmazdı. 

Allah(c.c)'nin meleklere Adem'e secde etmelerini emretmeleri, sanki Adem'i meleklerin karşısına dikerek "buna secde edin" şeklinde bir emir verdiği, İblis'in buna karşı çıktığı düşünülmekte olup, "Allah(c.c) bir insana neden secde etmeyi emretsin? Bu secde onu yarattığı için kendisinedir" şeklinde itirazlar gelmektedir. Tefsirciler, burada verilmek istenen mesajı anlamaya yönelik bir okuma yapmış olsalardı; Allah(c.c)'nin kuluna emrettiği herhangi bir konuda hata aramaya yönelmeden, kendi hevasını öne çıkarmadan emre tabi olunması gerektiği mesajını çıkararak, bu tür ihtilaflı konular ile vakit geçirmezlerdi.

Adem ve eşine yasaklanan ağacın hangi ağaç olduğu konusu tefsirlerde tartışılan konulardan birisidir. Halbuki kıssanın yaşayan bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmadan yapılan bir okumada, bu ağacın temsili olarak anlatıldığı ve Allah(c.c)'nin kullarına elçileri vasıtası ile indirdiği Kitaplar'da, onlara nehyettiği ve yaklaşmamalarını emrettiği şeylerin tamamını temsil ettiği düşünülerek okunsaydı, bu ağacın hangi ağaç olduğunu tartışmanın ne kadar komik olduğu anlaşılırdı.

İblis'in melek mi yoksa cin mi olduğu kıssanın tartışmalı konularından bir tanesidir. Allah(c.c) "bütün meleklere" diyerek İblis'in secde edenlerden olmadığının beyanı, onun "melek" olduğu, KEHF 50 ayetinde "kane min elcinni" ibaresinin "o cinlerdin idi" şeklinde anlamlandırılması sonucu, bir yerde "melek", bir yerde "cin" olduğu ifade edilen bir İblis ortaya çıkmaktadır. Halbuki kıssa içinde geçen "kane" fiiline "-idi" anlamı yerine, kıssanın diğer ayetlerde geçtiği yerlerde verilen "oldu" anlamı verilseydi; "İblis'in cinlerden olduğu" anlamı verilir ve "İblis'in cinlerden olmasının" ne anlama geldiği meselesi Kur'an'ın cinlerin insanları saptırması ve şirke düşürmelerini anlatan ayetler ile bağlantısı kurularak okunmuş olsaydı, bu tür hararetli tartışmaların yapılmasına gerek duyulmazdı.

İblis'in ontolojik mahiyeti yine cevabı bulunmamış sorulardandır. Kovulduktan sonra Adem'in bulunduğu Cennet'e girerek onu aldatması, sanki gözle görünür canlı bir varlık olarak algılanmıştır. Adem ve eşine vesvese vererek kandırması, onun canlı ve gözle görünür bir varlık olarak karşılarına dikilmiş olmadığını göstermektedir. Kovulduktan sonra "Şeytan" vasfı verilerek ona hitap edilmesi, Kur'an'ın odak kavramlarından olan bu kelimenin ihtiva ettiği anlamın "İblis" adı verilen bir temsil üzerinden müşahhaslaştırılarak anlatılmasıdır.

Onun ontolojik mahiyeti olduğu düşünülmesi, kulun hayatının sonuna kadar tevbe etme imkanı olmasından yola çıkılarak, onun da tevbe edebileceği gibi bir traji komik bir iddiayı beraberinde bile getirmiş olması, yapılan bir yanlışın başka bir yanlışı beraberinde getirmesine kötü bir örnektir.

İblis adında yaratılmış bir varlık olmadığını iddia etmemiz, yanlış anlaşılarak "Şeytan" diye bir varlık olmadığını iddia ettiğimiz anlamına GELMEMELİDİR. Kur'an; Şeytan kavramını anlama kolaylığı olması açısından "İblis" adını verdiği temsili bir varlık üzerinden canlandırarak anlatmıştır, olay budur.

"İblis" kelimesi; sözlükte "ümidini kesmiş" anlamında ve kafirler için kullanılmaktadır. Düşünün; Allah(c.c) bir varlık yaratıyor ve adını "İblis" koyuyor. Bu şekil ismi konulan varlığın "Ey Rabbim! Beni neden ümidini kesen biri olarak yarattın?" şeklinde bir soru sorma hakkı yok mudur? Rabbimiz yarattığı kulunun iradesini iki yoldan birini seçme konusunda serbest bırakmıştır ama bakıyoruz İblis ismi verilen bir varlık yaratılmış ve bunun ümit kesenlerden olacağı baştan belirlenmiş. Böyle bir durum Allah(c.c)'nin adaleti ile bağdaşmaz.

Tefsir kitaplarında İblis ile ilgili olarak birçok malumat vardır. Bu malumatları buraya almadan açık ve net olarak şunu söyleyebiliriz; İBLİS HAKKINDAKİ TEFSİR KİTAPLARINDAKİ BÜTÜN KUR'AN DIŞI BİLGİLERİN TAMAMI HURAFE, UYDURMA VE İSRAİLİYYAT OLUP GÜVENİLİRLİĞİ ASLA YOKTUR.

Kıssayı Kur'an genelinde okuduğumuzda, asıl aktörün Adem'den çok İblis olduğu görülecektir. Şeytan adı verilerek onun üzerinden verilen konuşmalar, Şeytan olgusuna dikkati çekmek, onun bize olan düşmanlık yollarını kendisinin üzerinden muhataba aktararak, bizlerin bu tür iğvalar ile karşımıza gelen kim olursa olsun ŞEYTAN vasfını taşıdığının bilinmesi içindir.

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı, insanların kafasına takılan bir soru olarak bu kıssa içinden cevap aranmaya çalışılan konulardan birisidir. İlk yaratılanın Adem ve eşi olduğu ve çoğalmanın kardeş evliliği ile sağlandığı konusuna getirilen itirazî delil, kıssanın A'RAF 11'de "Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı." ayetinden yola çıkılarak; Adem'den önce yaratılanlar olduğu ve çoğalmanın diğer insanlarla sağlandığıdır. Kıssanın A'RAF Suresi içindeki ayetlerini bütünlük içinde okuduğumuzda, bu kıssanın yaşanmış bitmiş bir kıssa OLMADIĞI, her an yaşanan bir kıssa olduğu mesajı çıkmaktadır.

İnsan neslinin kardeşler ile evlenerek çoğaldığı iddiasında olmamakla birlikte nasıl çoğaldığı konusunda A'RAF 11 ayetinin delil olarak sunulması parçacı bir okumanın ürünü olup, Kur'an'ın bizlere bu konuda "net ve kesin bir bilgi" vermediğini düşündüğümüzü, "şayet bu bilgi gerekli olsaydı verilirdi" diyerek bilgi verilmeyen bir konunun peşinde koşmanın kişileri yanlışa düşürme ihtimalinin yüksek olduğunu hatırlatalım.

Bütün bunlardan sonra konuyu toparlayacak olursak;

Kur'an kıssalarının anlatımının, belli bir tarihî olayı yansıtmak amacı ile olmadığının bilinmesi, kıssayı okumaya başlamanın anahtarı sayılır.

Adem ve İblis kıssası gaybî bir kıssa olup, Kur'an'ın gaybî konulardaki anlatım uslubu olan şahit olduğumuz alan verilerine benzeterek anlatılmış bir kıssadır. 

Allah(c.c)'nin; melekler, İblis ve Adem ile olan konuşmasının gerçek bir konuşma olmadığı hatırdan ÇIKARILMAMALIDIR. Bu konuşmalar üzerinden verilmek istenen mesajın ne olduğu okunmaya çalışılarak kıssanın anlatım amacı daha doğru anlaşılacaktır.

Adem ve İblis kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa olarak değil, her an yaşanan ve kıyamete kadar yaşanacak olan İnsan ve Şeytan arasındaki savaşın Adem ve eşi örneği üzerinden anlatılarak, bizlerin de her an için Şeytan'ın iğvasına muhatap olanlar olarak ona karşı nasıl savaşılması gerektiğinin bilgilerini verilmiş olması açısından okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssadaki her anlatımın bize dönük mesajları aranarak okunduğunda, tefsirlerde yapılmış olan bir çok tartışmanın yersiz olduğu görülecektir.

Sonuç olarak; yazımıza "Okuma Klavuzu" şeklinde bir başlık atma sebebimiz, Kur'an kıssalarının okunmasında gördüğümüz yaşanmış bitmiş bir kıssa olarak okuma yanlışına, Adem ve İblis kıssasında da düşülmüş olmasıdır. Bizleri direk ilgilendirdiği için bu kıssa Kur'an'ın en önemli kıssası olup, bize dönük mesajları okunamadığı takdirde kıssadan alınması gereken hisse alınmamış olacaktır. Adem ve İblis kıssasını sadece belli kişiler ile sınırlandırmadan, bütün insanların kıssası olarak okuduğumuz zaman verilmek istenen mesaj doğru anlaşılacaktır. Kıssa eğer Kur'an'ın edebî anlatım üslubu göz önüne alınmadan okunacak olursa, içindeki anlatımlar üzerinden bir çok ihtilaflı konu üretilir ve bunların cevaplarının bulunması için yapılan yorumlar başka soruları beraberinde getirerek büyük bir açmaza götürür.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ocak 2015 Pazar

Kur'an Hakkında Konuşmak

Son yıllarda Kur'anın gündem edilmeye başlanması ,bir çok olumlu gelişmenin yanında bir takım olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Kur'anın gündem edilmesinin olumlu yanı , Kur'an dışındaki bilgilerin "Din" olarak sunulmasına karşı çıkan insanların çoğalmış olmasıdır ve bu sevindirici bir gelişmedir, olumsuz tarafı ise bir takım okuma metodlarının geliştirilmiş olması neticesinde aynı Kitabı okuyanların , geçmişteki fırkalaşmaya benzer bir tutum içine girmiş olmalarıdır. 

Peki neden herkes okuduğu Ayetlerden farklı bir şeyler çıkararak diğerinin çıkarımını beğenmez ve birbirini tekfir eder ?. 

Yazımızda bu durumu irdelemeye çalışıp fırkalaşmayı en aza indirmek konusundaki düşüncelerimizi ve okuma yöntemi teklifimizi paylaşmaya çalışacağız.

Kur'an yıllarca tekel altında tutularak , sadece bazı insanların anlayacağı bir Kitap olarak lanse edilmiş ve o bazı insanların anlattıkları veya yazdıkları Kur'an yerine geçmiştir. Türkiye ölçeğinde baktığımızda bu işin böyle yürümeyeceği yaklaşık 50 yıl öncesinden dile getirilmeye başlanmış ve tabiri caizse , zincirler şakırdatılmaya başlanmıştır. 

Zincirler kırılmış ancak bu sefer ortaya daha başka sıkıntılar  baş göstererek, farklı Kur'an anlayışları ortaya çıkmıştır ve herkes bir başkasının okuduğu ve anladığı Ayetler hakkında "sen yanlışsın ben doğruyum" demeye başlamıştır. Yazımızın amacı kimin yanlış kimin doğru olduğundan ziyade birbirine yanlış diyenlerin ne kadar doğru oldukları meselesidir. 

Kur'anı okuyan kişi eğer orjinal metni okuyarak anlamaktan yoksun ise , bir başkası tarafından yapılan çevirileri okumak durumundadır. Bu durumu kesinlikle yadırgamadığımızı söyleyerek , bu söylemekteki amacımızın meali yapan kişinin, bir takım düşünce kalıplarına sahip olduğunu ve bu çeviriyi yaparken bu kalıpları öne çıkarma ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatmaktır.

 Bu bağlamda, yapılan çeviriler hakkındaki düşüncelerimizi kısaca paylaşmak yerinde olacaktır; Türkiye de son yıllarda bir hayli çevirinin yapıldığı malumdur, bu çevirileri iki ayrı kategoride değerlendirmek mümkündür. 1- Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , 2- Anlam yorum tarzı çeviriler. 

Metne sadık kalarak yapılan çeviriler , orjinal metindeki kelimenin birebir çevirisini esas alarak yapılan çeviriler olup , kişisel düşüncelerin anlama etki etmemesi cihetinden bakıldığında daha güvenilirdir. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı , motamot yapılan bir çeviri ile türkçenin ifade kalıplarının eksiklik arz ederek yapılan bazı meallerin anlaşılmamasıdır.

Anlam yorum tarzı çeviriler , orjinal metni esas almakla birlikte yorum ağırlıklı bir çeviriyi esas almaktadır. Bu çeviri tarzının olumsuz tarafı kişisel düşüncelerin anlama etkisinin daha fazla olmasıdır. Bu tarz çevirileri kesinlikle red etmek gibi bir düşüncemiz olmadığını beyan ederek , metne sadık kalarak yapılan çevirileri tercih ettiğimizi söyleyelim. 

Meal okurken tek bir meale bağlı kalarak okumak yerine bir kaç tane mealden faydalanmak , bir mealdeki olası hata veya ifade eksikliğinin diğer meal tarafından giderilme ihtimali açısından faydalı olacaktır. 

Meal meselesinden sonra, iş okuduklarımızı anlamak meselesine gelecektir , işin en önemli kısmı da burasıdır.

Hepimiz (Bu satırları yazanda dahil) okuduğumuz Kur'an dan  anladıklarımızın, kendi kapasitemiz ve düşünce yapımız dahilindeki okumalardan yaptığımız çıkarımlar olduğunu unutmamak zorundayız. Hiç kimsenin okuduğu Ayetlerden yaptığı çıkarımlar mutlak doğru olarak görülemez ve gösterilemez. Aynı Kitabı okuyanların düştüğü en büyük yanlışlardan birisinin bu nokta olduğunu düşünüyoruz. 

Zincirleri kopararak geleneksel din algısını yıkan insanların bir kısmının , "Kur'an Müslümanı" adı altında geleneksel din algısının bir ürünü olan "Şeyh Mürit" ilişkisini devam ettirdiğini üzülerek görmekteyiz. Beğendiği Alimin Kur'an yorumunu "Mutlak doğru" kabul edenler, bu doğrular üzerinden farklı düşünce içindekileri mahkum etmeye çalışmaktadırlar. 

İnsanların bilmediklerini bir başkasından öğrenmesi gayet normal bir durumdur , ancak bu öğrenilenin, o kişinin şahsi düşüncesi olduğu unutulmamalıdır , veya kişi kendisinin herhangi bir yorumunu nihai doğru olarak görerek diğer yorumları mahkum etme hakkına sahip değildir. Hiçkimse yaptığı okumalardaki çıkarımlarının doğru olduğu noktasında Allah (c.c) den vahiy almamaktadır , hiç kimse ortaya koyduğu düşüncenin kendi şahsi düşüncesi olduğunu unutmamalıdır , hiç kimsenin kendi yorumunu veya kabul ettiği alimi kabul etmesi yolunda kimseye baskı yapma hakkı olmadığını bilmesi gerekmektedir. 

Bu tür yaklaşımlar karşımızdaki farklı düşüncelere daha esnek veyumuşak bir tavır sergilememize sebeb olacak ve diyalog ortamı doğacaktır.

Yapılan okumalarda yanlış çıkarımlar olacaktır ve bu yanlışlığın tesbitinin neye göre, hangi kritere göre yapılacağı meselesi düşünce farklılıklarının doğmasına sebeb olmaktadır. Aynı Kur'anı okuyan iki kişinin , aynı konu hakkındaki farklı yorumları bir kişinin diğerine göre yanlış olmasını beraberinde getirecektir. 

Bir kişinin diğerine "Sen yanlışsın Ben doğruyum" demesi için doğru olarak öne sürdüğü argümanların Kur'an bütünlüğüne uygun olması gerekmektedir , yanlışların ve doğruların delili Kur'an olmalıdır ki ortak bir payda üzerinde buluşma imkanı kolaylaşsın.

Bu sefer de, Kur'an okumalarında ortak bir bakış açısının önemi ortaya çıkacak ve bu noktanın tesbitinin neye göre yapılacağı gündeme gelecektir.  Farklı bakış açıları doğruların sayısını çoğaltacağı için herkes kendisinin ortaya koyduğu delilin doğru olduğunu iddia edecektir. Nasreddin hoca misali herkese " Sende haklısın" demek mümkün olamayacağına göre, haklı olmak için ortak bir bakış açısı içinde olmak gerekmektedir. Ortak bir bakış açısında buluşamayanların delilleri kendilerine göre haklı olacağından yapılan diyalog " Havanda su dövmek" misali olacaktır.

Geleneksel din algısından kurtulan insanların önündeki engel , modernist bir din algısına düşme tehlikesidir. Bu tarz bir algıda ortaya çıkan en bariz nokta , Kur'anın sanki bu gün inmişcesine yapılan bir okuma olup , indiği zaman ve mekan şartlarının göz önünde bulundurulmamasıdır. Muhammed (a.s) a inen Kitap , binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarih içindeki bilgilere sahip olan bir kavmi muhatap almaktadır. 

Bu muhatabiyet sadece onlarla sınırlı olmamakla birlikte , bizlere dönük mesajının doğru olarak okunmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kur'an içindeki bilgiler , yaşayan bir topluma ve kendinden öncekilerin bilgi birikimine sahip olan insanlara inmiştir, hiç bir bilgi için "yahu bu ne demek istiyor?" şeklinde bir söz edilmemiş olup , salat , oruç , hac , kurban ,şefaat , şirk , tevhid , ölüm ,ahiret v.s gibi meseleler bu konularda daha önce bilgi sahibi olmaları nedeniyle ilk defa işitilen konular olmamıştır. 
 
Bu gün yapılan okumalarda bu ve benzeri bilgilerin önceki bilinmişlikleri göz ardı edilerek , Kitap sanki bu gün ve dağ başına mushaf halinde inmiş bir kitap olarak okunarak , Kur'anın ana konuları bu bilgilerin göz ardı edilmesi yolu ile anlaşılmaya çalışılmaktadır. Ortak hafıza dediğimiz şey , ilk insandan beri süregelen bilgilerin bir sonrakiler tarafından kullanılması sureti ile bir ilerleme kaydedilmesidir. Bu hafıza Din alanında da geçerlidir, bu alandaki bilgiler de bir insandan diğer insana devredilerek gelmiştir , eğer biz bütün geçmişi silerek elimizdeki Kitabı okumaya kalkarsak duvara toslayan araba misali darmadağın olmamız kaçınılmazdır.  

Peki doğru bir okumanın yolu nasıl olmalıdır ?. 

Kur'an arapça bir dil üzerine nazil olmuş bir Kitap olduğu için öncelikle Kur'an içindeki Ayetlerin anlamlarının Arap dilindeki karşılığı göz önüne alınmalıdır. Kur'an arapların günlük dilde kullanmış olduğu bazı kelimelere özel anlamlar yükleyerek ona farklı bir anlam yüklemiştir , bu yükleme sözlük anlamı göz önüne alınarak yapılmış bu yüklenmiş anlamın adına "Istılahi Anlam" denilir. 

Kelimeler Ayet içinde tek başına ele alınarak değil , cümle ile birlikte ele alınarak okunmalıdır. Örnek verecek olursak , "Salat" kelimesi çok anlamlı kelimelerden olup bütün geçtiği yerlerde aynı anlama gelmez. Salatın ritüel kısmı olan namaz konusunda red yoluna gidenler, bu çok anlamlılığı bilerek veya bilmeyerek istismar etmektedirler . Ahzab s. 56. Ayetinde ki " Allah ve Meleklerin Resule salat etmeleri" ni , "Allah ve Melekleri resule namaz mı kılıyor?" diyerek traji komik bir soru ile karşımıza çıkmaktadırlar. 

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi usluplar vardır , bir kelimenin hakiki veya mecaz anlama geldiği, Ayet ve Kur'an bütünlüğü gözetilerek tesbit edilmelidir . Hiç kimse kendi indi yorumu olarak bir kelimeye keyfi anlam yüklemeye hakkı yoktur. Geçmişte , "Batınilik" denilen akım bu yönde bir düşünceyi esas alarak , kelimelerin bütününe kendi düşünceleri doğrultusunda anlamlar yükleyerek bir anla(ma)ma çalışması yapmışlar , bu gün dahi bu geleneğin etkisinde kalanlar mevcut olup kendi anla(ma)malarını mutlaklaştırarak, kafalarınca bir Kur'an yazmaktadırlar.

Bu gibi sıradışı yöntemler Kur'anı anlamayı değil , anlamamayı esas almakta olup, bu anlamama üzerinden üretilen farklı düşünceler Dinin aslı gibi gösterilerek bir kısım insanın sapmasına sebeb olmaktadır. İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Tevrata yapmış oldukları işlem bizlere anlatılarak , aynı işlemin Kur'ana yapılmaması öğütlenmektedir. 

"Kelilmelerin yerinden oynatılması" , " Dillerin eğilip bükülmesi" gibi deyimler üzerinden Kitaba yapılan zulümler anlatılarak onların akıbetleri beyan edilmekte ve aynı akıbete bizlerinde düçar olmaması için, Kitaba sımsıkı sarılmamız emredilmektedir. Bu sarılma ameliyesinin nasıl olaması gerektiği yine Kitabın içindeki Ayetlerden okunabilir.

Kur'anın ve önceki Kitapların ortak çağrısı , Allah (c.c) nin tek İlah olarak tanınması ve onun önerdiği kuralların hayata hakim olmasıdır. Yapılan okumalarda bu çağrı göz ardı edilerek başka öncellemelere yer verildiği takdirde herkesin ayrı bir Kur'anı ortaya çıkar büyük bir kaos doğar. Bu tür kaosa yol açmamak için Kur'anın Tevhidi çağrısı merkeze alınarak bir okuma yapılması ve bu okumanın hayata pratize edilme çalışmalarına girişilmesi gerekmektedir.

Tevhidi bir gaye gözetilmeden yapılan okumalar , daha önceki red ettiğimiz geleneksel din algısındaki benzer yanlışlara düşme ihtimalini beraberinde getirmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.Elçilerin kıssaların anlatılma sebebi onlar üzerinden yürütülen bu mücadelenin bizler içinde aynı şekilde yürütülmesi gerektiğinin hatırlatılmasıdır. Elçi kıssalarını onların Tevhid merkezli mücadelesinin boyutunu anlamak ve onları örnek edinmek gayesi ile okumak varken sadece yaşanmışlık içinde kalıp bize dönük mesajını okumamak ve kıssa içindeki tali meseleler ile uğraşmak doğru bir yöntem değildir. 

Tevhidi bir gözle okunan Kur'anda onu bizlere getiren Elçi nin konumu net olarak görülecektir, ne Allah (c.c) nin koyduğu gibi haram helal koyucusu birisi olarak , ne de tamamen dışlanmış alalade bi insan muamelesine tabi tutulmaktan çıkarılacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an hakkında konuşmak herkesin hakkıdır , bu hakkı kimse tekeline alamaz, ancak bu hakkı kullanırken uygulanacak yöntem sorunlarını görmezlikten gelemeyiz . Kur'an hakkında söylenecek sözlerin kişilerin düşünce kalıplarına göre şekilleneceği unutulmadan , Kur'an hakkında yapılan bütün yorumların kişilerin indi yorumları olduğu bilinmelidir . Önemli olan bu yorumları tek doğru olarak kabul ederek diğerlerini mahkum etmemektir. Kur'an hakkında konuşmak için , bu Kitabın öncelikli konularının ne olduğu ortaya konarak bu öncelikler göz önüne alınarak okumalar yapılması ve hayata pratize edilmeye çalışılması gerekmektedir. Hayatımız yansımayan bir Kitap sadece entellektüel sohbet malzemesi olarak kalarak, eskilerin saten nakışlı kılıfların içinden çıkarmamalarından bir farkı olmayacaktır. Yazılarımızın sonunda "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklindeki ifademiz bu tür kaygıların bir ürünü olup, konuştuğumuz Ayet hakkındaki görüşlerimizin kendi düşüncemiz olduğu ne bizim ne başkasının bu düşüncemizi mutlak doğru görme hakkı olmadığını unutmadığımızın bir ifadesidir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Nisa s. 15-16. Ayetleri : Fuhuş Suçunun Yaptırımı

Zina fiili , aralarında meşru bir bağ olmayan iki kişinin cinsel ilişkisidir. Bu fiil, toplumsal ahlakı olumsuz yönde etkilemesi ve meydana gelecek sonuçları bakımından doğacak sonuçları önlemek amacı ile yasaklanmış ve yasağa uyulmaması halinde bir takım cezalar getirilmiştir. 

Nur s. 2. Ayeti zina eden kadın ile erkeğe 100 celde vurulmasını emretmektedir. Bu ceza, kadın ve erkeğin birlikte yaptıkları gayri meşru ilişkinin dünyadaki cezasıdır. Gayri meşru ilişki her zaman kadın ve erkek arasında değil , kadınlar ve erkekler arasında da meydana gelmektedir. 

Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri bu durum ile ilgili bir takım düzenlemeler getirmektedir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan fuhuşta bulunmuş olanların aleyhine sizden dört şahit ikame edi- niz. Eğer şehadet ederlerse o kadınları evlerde tutunuz. Kendilerine öIüm gelinceye kadar veya onlara Allah bir yol açıncaya kadar.

"Fahişeten" kelimesi, içine zina fiilini de alan bir kelime dir. Bu Ayette kadınlar arasındaki fuhuş ile ilgili hükümleri görmekteyiz , Ayet içindeki hükümleri 2 bölümde inceleyebiliriz. 

1- Fiili işlediklerine dair kesin kanıt. Bu durum 4 şahit getirilmesi gerektiği şeklinde beyan edilmektedir. 
2- İtiraf etmeleri veya fiili işledikleri sabit olduğu takdirde ölene veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutulmaları . 

Bir suça ceza verilebilmesi için önce suçun sabit olması gerekmektedir .Bu sabitlik ,suçu işleyen kişinin itirafı , veya suç işlenirken görenlerin şehadeti ile gerçekleşir. Suç sabit olduktan sonra suçun cezasının uygulama safhası gerçekleşir. 

Bu uygulama , 1- Evlerde tutulmak şeklinde gerçekleşebilir , ta ki ölene veya Allah onlara bir yol açana kadar ,bu gerçekleşme şeklini biraz açabiliriz;

Evlerde tutmak , onları toplumdan tecrit ederek , suç işlemelerine engel olmak veya tedavi ederek bu fiilden vazgeçirmeye çalışmak şeklinde olabilir. Kur'anın nazil olduğu zaman çerçevesi içinde bu tür fiillerin tedavi ile ortadan kaldırılması şeklinde bir uygulama bilinmediği için onları , tecrit yöntemi önerilmiştir . Günümüzün gelişen Kainat Ayetleri sayesinde bu tür kişilerin tedavi edilmesi mümkün olmaktadır."Ölene kadar" şeklinde bir ifade , onlara bu fiillerinden vazgeçmeleri yönünde yapılan işlemin sürekli ve ısrarlı olmasını ifade etmektedir, bu tür fiiller toplum ahlakı üzerinde derin yaralar açması açısından dikkate alındığında göz yumulmaması ve her türlü önlemin alınmasını gerektirmektedir.

"Allah onlara bir yol açıncaya kadar" ibaresi , onların bu tür tecrit veya tedavi süreçlerinin ne zamana kadar olması gerektiğini beyan etmektedir. Bu süreç onların artık bu fiili işlemekten tevbe ederek vazgeçmeleri şeklinde olacaktır. 

[004.016] Sizden bir çift fuhuş yaparsa onlara eziyet edin. Eğer tövbe edip hallerini ıslah ederlerse onları cezalandırmaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tevvab ve rahîmdir

Nisa s. 16. Ayetinde bu fiili işleyen iki erkeğe yapılacak işlem beyan edilmektedir. Bu Ayette önlem olarak " Eziyet" edilmesi önerilmektedir . Bu eziyet nasıl olacaktır, onlara işkencemi yapılacaktır , döveleceklermi dir ? . El cevap ; Hayır .

"Eza" kelimesi ; "Bir canlının nefsine , cismine , kazancına , servetine ilişen dünyevi veya uhrevi zarar" anlamında bir kelimedir. 

Onlara "Eza" edilmesi demek , onların nefsinin arzu ettiği bu fiili yapmalarına engel olmak demektir. Bu engel olmak şekli ucu açık bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kelimenin ifade ettiği anlamın uygulanması, onlara işkence ve dayak atmak şeklinde bir eziyet vermek değil , onların nefislerinin arzu ettiği bu gayri ahlaki durumdan onları engellemek şeklinde bir zarar vermekle olacaktır.

Nisa s. 15. ayetinde beyan edilen tecrit hükmü erkekler içinde geçerlidir. Öncelikle onların toplum içinden tecrit edilerek bu fiili işlemelerine engel olunması gerekmektedir. Onların bu fiillerinden vazgeçmeleri için tedavi edilmeleri de onlara uygulanabilecek işlemler dahilindedir. Hallerini düzletmeleri için gerekli yardımların yapılması kapsamında ele alabileceğimiz bu yöntemleri , kişilerin topluma kazandırılması prensipleri çerçevesinde ele alarak ,o doğrultuda gerekli olan önlemlerin alınması gerekmektedir. 

Toplumlarda suç işlemenin cezai müeyyideleri olması gerekir , öncelikli olan suça eğilimi teşvik eden unsurların ortadan kaldırılması olmalıdır. İnsanları aç bırakırsanız onlar hırsızlık yaptığı takdirde onları cezalandırmak adil bir tutum değildir. Aynı şekilde toplumda zinaya yol açacak unsurları ortadan kaldırmadan , ahlaklı bir toplum yetiştirme çabası içinde olmadan yapılacak cezai işlemler suçun azalması yönünde herhangi bir fayda sağlamaktan uzak kalacaktır. 

Nuzül dönemindeki imkanlar ile, bu günün imkanları elbette bir değildir , dün lezbiyen veya homoseksüel   insanları topluma kazandırmak için herhangi bir rehabilitasyon çalışması yapma imkanı yok iken, bu gün bu tür imkanlar mevcut olup , bu tür cinsel sapkınlıkların tedavi ile yok edilmesi mümkündür. 

O günün imkanları , "kadınların evlerde tutulması" yöntemi ile tecrit edilerek bu sapkınlıklarını başkalarına sirayet ettirme imkanlarını ellerinden almayı amaçlarken, bu gün "kadınları evlerde tutmanın" anlamını biraz daha genişleterek bu evleri , "tedavi merkezleri" olarak okuyabiliriz , tabiki buna rağmen ısrarcı olanlara daha sert yaptırımlar uygulanabilir.

Nisa s. 15. ve 16. Ayetlerinin , Nur s. 2. Ayeti ile nesh edildiği iddiasına katılmadığımızı ve Kur'anda hiç Ayetin bu şekil bir neshedilme işlemine tabi tutulduğunu düşünmediğimizi ifade edelim . Nur s. Ayetleri iki ayrı cinsin zinasını anlatırken , Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri aynı cinslerin birbirleri ile olan zinası ile ilgili hükümleri ortaya koymaktadır. 


Bu konuda şöyle bir soru akla gelebilir ; Nur s. 2. Ayeti zina eden kadın ve erkeğe uygulanacak olan had cezasını beyan etmektedir , kadınların ve erkeklerin birbirleri ile olan zinaları hakkkında Kur'anda onlar için uygulanacak bir had cezası varmıdır ?. 


Buna verilecek cevabımız , "Hayır yoktur" olacaktır . Bunu söylerken, bu tür sapkınlıkta ısrarcı olanlara herhangi bir cezai müeyyide uygulanmayacağını kast etmiyoruz. Toplumda meydana gelen her suçun cezasını Kur'anda bulmanın imkanı olmadığını hatırlattıktan sonra , Kur'anda bulunmayan bazı cezai hükümlerin ,(İslami bir yönetimin olduğunu varsayarak söyliyoruz) İslam hukukçularının çalışmaları ile tayin edilebileceğini söyleyelim. 


Sonuç olarak; Nisa s. 15. ve 16. Ayetleri kadın ve erkeğin aynı cinsle yaptıkları fuhuş ile ilgili olarak hüküm beyan etmektedir. Burada Nur s. 2. Ayetinde olduğu gibi herhangi bir had cezası öngörülmemekle birlikte , bu fiili işleyenlerin yapmalarını önleyici tedbirler getirilmektedir. Şayet bu konuda ısrarcı olurlarsa cezai müeyyide uygulanabilir , bu müeyyide Kur'an da bulunmamakla birlikte hukukçuların tesbiti ile yapılabilir. 


                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.