Allah (c.c), son elçi Muhammed (a.s) a kadar sayısını kendisinin bildiği elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kullarının yaşamına müdahale etmiş, onların kendi emirleri hilafına yaptığı hataları, elçilere indirdiği kitaplar ile ikaz etmek sureti ile, kullarının kendisinin istediği yönde hayat sürmelerini istemiştir. Binlerce yıllık insanlık tarihini kısaca, elçilere tabi olanlar ile elçilere olmak istemeyenler arasında geçen mücadeleler olarak özetlemek mümkündür.
Günümüze geldiğimizde ise, bazı kimseler tarafından elçi ve kitapların insan hayatını yönlendirmesi noktasında gerekli olup olmadığı konusunun gündem yapılmaya, kitap ve elçileri hayattan çıkarmayı amaçlayan bir söylem üretilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. İşin ilginç olan tarafı ise, bu konuyu dile getiren kimselerin bir kısmının daha önceden Kur'an Müslümanlığı söylemini dile getirmekte olmaları, şimdilerde ise Kur'an'ın insan hayatına müdahalesi ret etmek için ortaya bu tür iddialar atmaya çalışmalarıdır.
Kitap ve elçilerin insan hayatını yönlendirmesinin gereksiz olduğunu iddia edenlerin ortaya attıkları gerekçelerden bir tanesi ise, insanın yaratılışında mevcut olan ve adına AKIL, VİCDAN, FITRAT dediğimiz melekelerin bu konuda yeterli olacağı, insanların bu melekelerin yönlendirmesi ile doğruyu bulabilecekleri şeklinde ortaya atılmaktadır.
Bu iddiaların ortaya atılmasında, son yıllarda Kur'an'ı anlama yöntemi olarak önerilen Tarihselcilik düşüncesinin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın belli bir zaman, mekan ve coğrafyada yaşayan insanlara indiği, muhteviyatının sadece onlara hitap ettiği, bugün bu kitabın bizlere dair herhangi söyleyebileceği bir şeyin olmadığı şeklinde ortaya atılan tarihselcilik söyleminin bu konuda rol oynadığını, Kur'an'ın anlaşılmasında tarihi arkaplanı bilmenin gereğini iddia eden tarihsel okuma yöntemini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir, Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler, elçi ve kitaplara ihtiyaç duyulmaması için yeterli ise, bu melekeler ilk insandan beri mevcut olduğuna göre, Allah neden o insanlara elçi ve kitaplar göndermiştir?. Eğer bu melekeler insan için yeterli ise, neden dünyadaki tüm insanlar bu melekeleri kullanarak dünyayı cennete çevirmek yerine, cehenneme dönmesini sağlıyorlar?.
İddiaya göre, insanda var olan bu melekeler, kitap ve elçilerin yönlendirmesine gerek bırakmayacak şekilde insanlara doğruyu bulmada yardımcı olacağına, Allah (c.c) de insanlardaki bu melekelerin yaratıcısı olmasından dolayı bunları bildiğine göre, neden bütün bunlara rağmen elçiler ve kitaplar göndererek insanların hayatlarına müdahale etmek gereği duymuştur?.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
(Kıyamet s. 36)
Bu sorunun cevabını Kıyamet s. 36. ayetinden başlayarak bulmak mümkündür. Allah (c.c) insanı başıboş yaratmamıştır, elçiler ve kitaplar insana bir sahibinin olduğunu hatırlatan en önemli belgelerdir. Elçiler ve kitapların gönderiliş nedenini en kısa bir cümlede özetlemek gerekirse bunu söyleyebiliriz. Peki neden Allah (c.c) insana, "Ben seni Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler ile donattım, bunlar senin doğru yolu bulmana yarar, bunun haricinde başka şeylere ihtiyacın yoktur" diyerek dünyaya salıvermemiştir?.
[001.002] Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Kur'an'a baktığımızda kendisini bizlere Alemlerin Rabbi olarak tanıtan Allah (c.c), böyle bir payeyi hak etmesinin nedenini yine kitabında açıklamaktadır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısı, ve bunların devamı için gerekli olan gücün sahibi olduğunu bizlere haber veren Allah (cc) kendisini bizlere mülkü elinde bulunduran bir hükümdar tasviri ile anlatmaktadır.
[067.001] Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey'e kadîrdir.
Yönetmek ile görevli olduğu topraklarda asayiş ve güvenliği sağlamak için, halkın uyması gereken bir takım kanun ve uygulamaları devreye sokmak nasıl her hükümdarın en doğal hakkı ve görevi ise, yarattığı insanların kendi mülkünde nasıl hareket edeceklerine dair kanunlar ve uygulamalar devreye koymak, Allah'ın da en doğal hakkıdır. Allah (c.c) bu hakkını ise elçileri vasıtası ile gönderdiği kitaplarla bizlere bildirmektedir.
Nasıl ki insanlar yaşamış olduğu topraklarda mevcut bulunan kanun ve hükümlere aykırı davranışlar yaptığında cezalandırılmayı hak ediyorsa, Allah'ın mülkünde yaşayan insanlarda onun koyduğu yasalara aykırı davranışlarda bulunduklarında cezalandırılmayı hak edeceklerdir.
İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden olan, ve adına Dünya denilen bir yerde yaşayan varlık cinslerinden birisidir. Bu varlık cinsinin en önemli özelliği ise, iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapısı olmasıdır.
[076.003] Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da
nankör.
Yaratılış hamurunda her iki uca da meyyal olma özelliği olan insan, yaşamı içinde yaptığı, İyi veya Kötü olarak değerlendirilen amellerinin hepsini, Kur'an'ın Semi, Basar, Fuad olarak bildirdiği duyu organlarını kullanarak yapmaktadır. Allah'ın bizlere kendisini RAB olarak tanıtmasının tezahürlerinden bir tanesi, bu kelimenin anlamına uygun olarak, insanın yaşamı içinde ona gerekli olan her türlü ihtiyacını karşılaması şeklinde karşılık bulması olduğunu hatırladığımızda, insanın eğitim ve öğretime olan ihtiyacını da karşılayan Allah (c.c) dir. Ancak bu eğitim ve öğretimin önünde duran ve insanı her an bu yoldan saptırmaya çalışan önemli bir etken vardır.
Şeytan, bu bağlamda insanı kötülüğe sevk eden en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın İblis adı ile temsili bir kişilik olarak bize sunduğu bu kavram, onun sözleri üzerinden insanın nasıl kötülüğe sevk edilebileceğini göstermektedir. Şeytan dediğimiz zaman artık aklımıza insanın haricinde ontolojik mahiyete sahip ayrı bir varlık türü değil, insanı kötülüğe sevk eden her türlü unsur akla gelmekte, onun ayağını kaydırarak cehenneme yuvarlanmasına sebep olan her türlü etken bu isimle anılmaktadır.
Şeytan faktörü insan hayatı için çok önemli olup, boşluk kabul etmeyen insan fıtratının Allah (c.c) kabul etmemesinden dolayı ortaya çıkan boşluğu, şeytan doldurmaktadır. Şeytan, sadece teolojinin alanı içine değil, hayatın bütününe giren bir kavramdır. Biz bu kavramı sadece teolojik tartışmalar içine hapsetmemizden dolayı, bu kavramın insan hayatı içindeki yeri ve insana olan zararları maalesef yeterince anlaşılamamaktadır.
Doğuştan Semi, Basar, Fuad ile donatılan insan, Şeytan faktörü olmadığı takdirde bu melekelerini iyilik doğrultusunda kullanabilme imkanı mevcut olmasına rağmen, bütün insanlarda mevcut olan her iki uca meyyal olma durumu, doğuştan gelen melekelerin, şeytan faktörünün etkisi ile doğru yönde kullanılamamasının verebileceği zararlardan korunmak için bir klavuza sahip olması ihtiyacını doğurmuştur.
Yarattığı insanların Rabbi olmasının kendisine verdiği hak ve yetkiye dayanarak, onların eğitici ve öğreticisi olma hakkına sahip olan Allah (c.c) nin insanları eğitmek ve öğretmek için klavuz olarak gönderdiği elçi ve kitapların hayatımızdaki önemini şu şekilde örneklendirebiliriz;
Beyaz Eşya olarak bildiğimiz ürünlerin hepsinde, Kullanma Klavuzu adı ile bildiğimiz bir kitapçık bulunmaktadır. Bu ürünleri alanlar yetkili servis elemanlarının yaptığı kurulum ve onların yol göstermesi olmadan, izinsiz olarak ürünü kullanmaya kalktıklarında doğacak aksaklıklardan yetkili servisler sorumlu değildir. Çünkü yetkili servisin ve kullanma klavuzunun talimatlarına uymamak sureti ile üründe arıza meydana gelmesine sebep olmuştur.
Yetkili servis elemanlarını bir elçi, aldığımız ürünlerde bulunan kullanma klavuzlarını da bir kitap olarak gördüğümüzde, elçi ve kitapların insan hayatındaki önemi daha kolay anlaşılabilecektir. Yaşadığı hayatı elçi ve kitap yönlendirmesi olmadan yaşamaya çalışan insanların da doğacak arızalardan dolayı ödeyecekleri bedelin, ebedi cehennem olduğu yine kitap içindeki ayetlerde bildirilmektedir.
Şimdi, elçi ve kitapların insan hayatı için önemine dikkat çektikten sonra, elçi ve kitapların gereksiz olduğunu iddia etmek ne anlama gelecektir? sorusunun cevabını aramaya çalışalım.
Elçi ve kitaplar insanın başıboş olmadığını hatırlatması açısından önemli belgeler olduğuna göre, bir insanın kendisi için elçi ve kitabı gereksiz görmesi, onun Allah'ın murakabesi altına girmek istememesi anlamına gelecektir.
Kur'an'ın bir çok ayeti Allah'ın insana verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Bu bahsetmenin sebebi, insanın kendisini bunca nimeti verenin karşısında acizliğini bilmesi, kendisini ona borçlu hissederek minnet altında kalmasını sağlamaktır. Bu noktada Din kelimesinin Borç anlamına gelmiş olması da dikkat çekicidir.
İnsanın kendisini birisine karşı borçlu olduğunu bilmesi, ona karşı minnet duymasını da beraberinde getirmektedir. Kulun kendisine karşı her türlü nimeti sunan Allah'a karşı duyması gereken minnet, onun kendisi ile ilgili isteklerine olumlu cevap şeklinde olması gerekmektedir. Biz bir insandan gelen bir nimete bile şükür ile karşılık vermek, teşekkür etmek ihtiyacını hissederken, bize her türlü nimeti verene karşı şükür ile karşılık vermek yerine nankörlük yapmak af edilir bir şey değildir. Bize bir insandan gelen nimete karşı ona küfretmek aklımızın ucundan dahi geçmez iken, Allah'tan bize gelen nimetlere karşı nankörlük etmek hangi aklın ürünü olabilir?.
Kitap ve elçiler, insandaki akıl, fıtrat, vicdan gibi melekelerin hangi yönde çalışması gerektiğini hatırlatmak için geldiklerine göre, insandaki bu melekelerin bu rehberlikten bağımsız kaldığında doğru şekilde çalışacağı garantisi yoktur. Çünkü Şeytan faktörü her zaman bu melekelerin yanlış yönde çalışması için iş başındadır. Akıl, fıtrat, vicdan eğer elçi ve kitaplardan bağımsız bir yol tutmak isterse, onlardan boşalan bu yeri başka rehberler dolduracaktır. Boşluk kabul etmeyen bu melekeler, bazı insanlar tarafından her ne kadar doğru şekilde çalışacağı düşünülse dahi, Şeytan faktörü bu melekelerin doğru yönde çalışmamasında önemli rol oynayacaktır.
Kitap ve elçilerin artık gereksiz olduğunu iddiasını dile getirenlerin bir kısmının Deist düşünceye sempati duydukları malumdur. Bu düşüncenin temelinde Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, onun insanlar üzerindeki tasarruf hakkını ret etmek yatmaktadır.
Eğer bir kimse doğduğu topraklarda kitap ve elçi çağrısından mahrum bir hayat sürerek, sadece kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu bilerek bir yaşam sürdüğü yani Doğuştan Deist olduğu takdirde, onun ahirette kurtuluşa ermesi mümkün olabilir. Fakat kitap ve elçi çağrısı ile muhatap olmuş, hele hele yaşamının bir kısmını bu kitap elçinin çağrısına uygun bir hayat sürmüş ve Sonradan Deist olmuş ise, bu kimsenin ahirette kurtuluşa ermesi biraz zor gözükmektedir.
Elçi ve kitapların ortak mesajı, insanların rabbi ve ilahı olarak sadece Allah'ın bilinmesi ve o yönde bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmaktır. Şayet insanlar bu mesajlardan soyutlanmış bir hayat sürmek istediklerinde, bu hayatın Kur'an literatüründeki adı Şirktir. Fıtri melekelerini kullanarak elçi ve kitap rehberliğinden bağımsız bir hayat sürdüğünü iddia edenlerin sürecekleri hayat, onları asla tevhidi bir yaşama götürmeyecektir.
Her doğan kişinin fıtrat üzere doğduğu, bu fıtratın sonra çeşitli yollarla yönlendirilebileceği şeklindeki Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetin doğruluk payı olduğu muhakkaktır. Kimsenin Hay Bin Yekzan misali ıssız bir adada yalnız başına büyüyerek, fıtratını zararlı dış etkenlerden koruma imkanı olmadığına göre, fıtratın dış etkenlerden korunmasında önemli rolü bulunan, elçi ve kitapların fonksiyonu asla dışlanmamalıdır.
Tarih boyunca dünyanın kan gölünde boğulmasına sebep olan ve halen sebep olmakta olanların da diğer insanlar gibi doğuştan vicdan sahibi olarak yaratılmışlardı, ancak onların bu vicdanlarını Şeytan esareti altına alarak, doğru yönde kullanmalarına engel olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kendi mülkünde nasıl yaşanılması gerektiğini bizlere öğreten Allah (c.c) nin bu öğretisinin gereksiz olduğunu Kur'an'ın tarihsel bir kitap olduğu gerekçesi ile ret etmeye kalkmak, açık bir inkardır. Elbette insanların yaşadıkları hayatta istedikleri yolu seçme özgürlükleri bulunmaktadır, bu yolu değiştirmeleri için kimsenin kimseye baskı yapma hakkı yoktur.
Kur'an'ın muhteviyatında sadece indiği zaman ve mekan ile sınırlı olabilecek ve bugüne dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünebileceğimiz ayetler olsa da, bu kitabın tamamının tarihsel olduğu anlamına gelmez. Bu düşünce kendisini Kur'an'ın bağlayıcılığından sıyırmak isteyenlerin sadece inkarlarına getirebilecekleri bir bahane olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
12 Ağustos 2017 Cumartesi
8 Ağustos 2017 Salı
Fussilet s. 34-36. Ayetleri: İnsanları Kazanmanın Yolu Sabır ve Tatlı Dil
İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.
Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.
Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.
[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.
[041.035] Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.
[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.
Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.
Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir.
Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.
Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır.
Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir.
İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.
Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.
Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.
Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.
İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.
Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.
Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.
[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.
Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.
Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.
Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.
[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.
[041.035] Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.
[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.
Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.
Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir.
Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.
Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır.
Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir.
İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.
Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.
Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.
Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.
İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.
Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.
Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.
[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.
Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.
Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Ağustos 2017 Pazar
Mümeyyiz Aklın Eksikliği ve Bu Durumun Müslümanlar Üzerinde Çıkardığı Sorunlar
İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyeti demek olan Mümeyyiz Akıl eksikliği, en geniş anlamda insanlığın, dar anlamda ise biz Müslümanların başta gelen sorunlarından bir tanesidir. Söylenen bir sözün doğruluğunu veya yanlışlığını söylenen söze göre değil de, sözü söyleyene göre tartmak olarak ifade edebileceğimiz bir yansıması olan mümeyyiz akıl eksikliği, biz Müslümanlar da fırkacılığı körükleyen etkenlerden bir tanesi olarak ta karşımızda durmaktadır.
Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.
Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır.
Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.
Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler.
Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.
Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir.
Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.
Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır.
Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.
Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır.
Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.
Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.
Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.
Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar.
Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.
Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.
Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.
Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir.
Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.
Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır.
Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.
Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler.
Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.
Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir.
Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.
Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır.
Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.
Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır.
Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.
Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.
Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.
Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar.
Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.
Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.
Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.
Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir.
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması
Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Temmuz 2017 Cumartesi
Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar
Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.
Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.
أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ
Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.
[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.
[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.
[025.003] O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.
[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.
[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.
[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.
[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için El Melik isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.
Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.
Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.
Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.
Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.
İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.
Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.
İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir.
Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır.
Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.
İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ
Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.
[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.
[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.
[025.003] O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.
[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.
[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.
[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.
[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için El Melik isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.
Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.
Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.
Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.
Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.
İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.
Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.
İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir.
Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır.
Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.
İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Temmuz 2017 Perşembe
Abese Suresindeki Ama'ya Sırtını Dönen Kişi Kim?
Abese suresinin ilk ayetleri gelen ama'ya sırtını dönen ve yüzünü ekşiten bir kimseden bahsetmektedir. Tefsirlere baktığımızda bu kimsenin Muhammed (a.s) olduğu yönünde genel bir kanı bulunmaktadır. Fakat bu kanının aksine olarak ortaya sürülen bazı fikirlerde, bu kimsenin Muhammed (a.s) değil, Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire olduğu iddia edilmektedir.
Ama'ya karşı yanlış davranış sergileyen kişinin Muhammed (a.s) olduğu yönündeki fikirlerin, konu ile ilgili ayetlerin rivayetler doğrultusunda okunmasından dolayı ortaya atıldığı iddia edilerek, bu kimsenin Muhammed (a.s) olmadığı söylenmektedir. Yazımızda konu ile ilgili ayetleri ele almaya çalışarak, sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kişinin kim olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
عَبَسَ وَتَوَلَّىٰ
[080.001] Yüzünü ekşitti ve ardını döndü.
أَنْ جَاءَهُ الْأَعْمَىٰ
[080.002] Kendisine a'ma geldi diye.
Konuyu hiç rivayetlere getirmeden ve isimlere takılmadan, sadece ayetlerin bize gösterdiği yol üzerinden gitmeye çalışarak baktığımızda, 1. ve 2. ayetlerde yanına bir ama (kör) gelmesinden dolayı yüzünü ekşiten bir arkasını dönen bir kimseden bahsedilmektedir.
وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّىٰ
[080.003] Ne bileceksin sen belki o arınacak?
أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَىٰ
[080.004] Yahut öğüt alacaktı da bu, kendisine fayda verecekti.
3. ve 4. ayetler muhatap alınan kişiye gelen ama'nın durumundan bahsetmektedir. Burada muhatap alınan kişinin kim olduğunu gelecek olan ayetlerden öğreneceğimiz için, direk olarak Burada bahsedilen kişi şu dur demiyoruz.
أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَىٰ
[080.005] Fakat istiğnâ edene gelince
فَأَنْتَ لَهُ تَصَدَّىٰ
[080.006] İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.
وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّىٰ
[080.007] Onun arınmamasından sana ne?
Burada sahneye 3. bir kişi daha çıkmaktadır. Sahneyi görselleştirecek olursak sahnede 1- Ama olan bir kişi, 2- İstiğna eden bir kişi, 3- Müstağni kişide yankı uyandırmaya çalışan X kişisi olmak üzere 3 kişi bulunmaktadır. 3. kişiye X kişisi dememiz, bu şıktaki kişinin kim olduğunun kendiliğinden ortaya çıkacağı içindir.
وَأَمَّا مَنْ جَاءَكَ يَسْعَىٰ
[080.008] Fakat o kimse ki, sana koşarak geldi.
وَهُوَ يَخْشَىٰ
[080.009] Ki o, korkar durumdadır.
فَأَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّىٰ
[080.010] sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.
Bu ayetlerdeki muhatabın kim olduğunu düşündüğümüzde sahnedeki 3 kişiden birisi olması gerekmektedir. Muhatabın koşarak gelen ama'nın olması mümkün değildir. Muhatabın müstağni kişinin de olması mümkün görünmediğine göre, geriye X kişisi kalmaktadır.
Buraya kadar olan ayetleri görselleştirerek anlatacak olursak;
Sahnede 3 kişi bulunmakta, bu 3 kişiden ama olan koşarak gelir fakat o anda X kişisi istiğna eden bir kişi ile uğraşmakta olduğu için, ama'ya sırtını çevirir yüzünü ekşitir. İlerleyen ayetler, X kişisine ama kişiye yaptığı bu muamelenin yanlış olduğunu ikaz etmektedir. Şimdi 100 kişiye X olarak belirttiğimiz kişinin kim olduğunu sorsak acaba ne cevap alabiliriz dersek, bu kişinin Muhammed (a.s) dan başkası olabileceğini söyleyecek kaç kişi çıkacaktır?.
Sonuç olarak; Ama kimseye sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kimsenin Muhammed (a.s) olduğu net bir biçimde ortada iken, çeşitli saiklerle bu kişinin başka bir kimse olduğunu iddia etmek, bizlerde mezhebi kaygıları Kur'an'a onaylatmak amacını taşıdığı zannını kuvvetlendirmektedir.
İmamların masumiyeti teorisine inanan Şia'nın bu ayetler hakkında farklı bir görüş serdederek, ama kişiye karşı yüzünü ekşiten kişinin Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire adlı kişi olduğunu iddia etmesi, imamların masumiyeti teorilerine bu ayetlerin gölge düşürmesinden dolayı, zorlama yollarla Muhammed (a.s) haricinde bir kimseye işaret ettiği yönündeki görüşlerine sebep olmuştur. Çünkü imamların masum olması öncelikle Muhammed (a.s) ın masum olmasını gerektirmektedir ki, elçisi masum olmayan bir dinin sonradan gelen imamları masum olabilsin.
İşin ilginç tarafı, bu görüşün Türkiye genelinde Kur'an merkezli düşündüğünü iddia eden Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi isimler tarafından da savunulmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ama'ya karşı yanlış davranış sergileyen kişinin Muhammed (a.s) olduğu yönündeki fikirlerin, konu ile ilgili ayetlerin rivayetler doğrultusunda okunmasından dolayı ortaya atıldığı iddia edilerek, bu kimsenin Muhammed (a.s) olmadığı söylenmektedir. Yazımızda konu ile ilgili ayetleri ele almaya çalışarak, sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kişinin kim olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
عَبَسَ وَتَوَلَّىٰ
[080.001] Yüzünü ekşitti ve ardını döndü.
أَنْ جَاءَهُ الْأَعْمَىٰ
[080.002] Kendisine a'ma geldi diye.
Konuyu hiç rivayetlere getirmeden ve isimlere takılmadan, sadece ayetlerin bize gösterdiği yol üzerinden gitmeye çalışarak baktığımızda, 1. ve 2. ayetlerde yanına bir ama (kör) gelmesinden dolayı yüzünü ekşiten bir arkasını dönen bir kimseden bahsedilmektedir.
وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّىٰ
[080.003] Ne bileceksin sen belki o arınacak?
أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَىٰ
[080.004] Yahut öğüt alacaktı da bu, kendisine fayda verecekti.
3. ve 4. ayetler muhatap alınan kişiye gelen ama'nın durumundan bahsetmektedir. Burada muhatap alınan kişinin kim olduğunu gelecek olan ayetlerden öğreneceğimiz için, direk olarak Burada bahsedilen kişi şu dur demiyoruz.
أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَىٰ
[080.005] Fakat istiğnâ edene gelince
فَأَنْتَ لَهُ تَصَدَّىٰ
[080.006] İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.
وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّىٰ
[080.007] Onun arınmamasından sana ne?
Burada sahneye 3. bir kişi daha çıkmaktadır. Sahneyi görselleştirecek olursak sahnede 1- Ama olan bir kişi, 2- İstiğna eden bir kişi, 3- Müstağni kişide yankı uyandırmaya çalışan X kişisi olmak üzere 3 kişi bulunmaktadır. 3. kişiye X kişisi dememiz, bu şıktaki kişinin kim olduğunun kendiliğinden ortaya çıkacağı içindir.
وَأَمَّا مَنْ جَاءَكَ يَسْعَىٰ
[080.008] Fakat o kimse ki, sana koşarak geldi.
وَهُوَ يَخْشَىٰ
[080.009] Ki o, korkar durumdadır.
فَأَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّىٰ
[080.010] sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.
Bu ayetlerdeki muhatabın kim olduğunu düşündüğümüzde sahnedeki 3 kişiden birisi olması gerekmektedir. Muhatabın koşarak gelen ama'nın olması mümkün değildir. Muhatabın müstağni kişinin de olması mümkün görünmediğine göre, geriye X kişisi kalmaktadır.
Buraya kadar olan ayetleri görselleştirerek anlatacak olursak;
Sahnede 3 kişi bulunmakta, bu 3 kişiden ama olan koşarak gelir fakat o anda X kişisi istiğna eden bir kişi ile uğraşmakta olduğu için, ama'ya sırtını çevirir yüzünü ekşitir. İlerleyen ayetler, X kişisine ama kişiye yaptığı bu muamelenin yanlış olduğunu ikaz etmektedir. Şimdi 100 kişiye X olarak belirttiğimiz kişinin kim olduğunu sorsak acaba ne cevap alabiliriz dersek, bu kişinin Muhammed (a.s) dan başkası olabileceğini söyleyecek kaç kişi çıkacaktır?.
Sonuç olarak; Ama kimseye sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kimsenin Muhammed (a.s) olduğu net bir biçimde ortada iken, çeşitli saiklerle bu kişinin başka bir kimse olduğunu iddia etmek, bizlerde mezhebi kaygıları Kur'an'a onaylatmak amacını taşıdığı zannını kuvvetlendirmektedir.
İmamların masumiyeti teorisine inanan Şia'nın bu ayetler hakkında farklı bir görüş serdederek, ama kişiye karşı yüzünü ekşiten kişinin Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire adlı kişi olduğunu iddia etmesi, imamların masumiyeti teorilerine bu ayetlerin gölge düşürmesinden dolayı, zorlama yollarla Muhammed (a.s) haricinde bir kimseye işaret ettiği yönündeki görüşlerine sebep olmuştur. Çünkü imamların masum olması öncelikle Muhammed (a.s) ın masum olmasını gerektirmektedir ki, elçisi masum olmayan bir dinin sonradan gelen imamları masum olabilsin.
İşin ilginç tarafı, bu görüşün Türkiye genelinde Kur'an merkezli düşündüğünü iddia eden Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi isimler tarafından da savunulmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
26 Temmuz 2017 Çarşamba
İki Müslüman Birbirine Kılıç Çektiği Zaman Ölen de Öldüren de Cehennemde midir?
Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olduğu söylenen, fakat Gayri Metluv Vahiy teorisi ile Kur'an ile eşdeğer haline getirilen, uygulamada ise Kur'an'ın önüne geçirilen hadisler, yüzyıllardır Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda baş rolü üstlenmektedir. Karizmatik bir yapıya büründürülmek sureti ile sorgulanamaz duruma getirilen rivayet kitaplarındaki bazı hadisler, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulama ise bazı kimseleri büyük ölçüde rahatsız etmektedir.
Yazımızda Tırmizi hariç, Kütübü sitte'nin tamamında bulunan bir rivayeti ele alarak bu rivayetin Kur'an karşısındaki konumunu ele almaya çalışacağız.
Ebü Bekre Nüfey' İbni Haris es-Sekafî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir".
Bunun üzerine ben:
- Ya Resulallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
- "Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu" buyurdu.
Rivayete göre Muhammed (a.s), birbirine karşı kılıç çeken iki Müslümanın her ikisinin de cehennemlik olduğunu söylemektedir. Bize gelen bir rivayetin doğruluğunu eğer Kur'an ile sağlamasını yapacak olursak, bu rivayet için şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür;
[049.009] Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa
aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla
Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını
adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.
Hucurat s. 9. ayetine baktığımızda, Mümin olarak vasıflanan iki topluluk savaştığında aralarının düzeltilmesi istenilmekte, şayet araları düzeltildikten sonra mümin taraftan olan herhangi bir gurup, diğer guruba saldıracak olursa, barışı bozan diğer taraf ile savaşılması emredilmektedir. Yapılacak olan bu savaşta mutlaka, barışı bozan taraftan da, barışı yeniden sağlamak isteyen taraftan da ölenler olacaktır.
Hucurat s. 9. ayetinde gördüğümüz durumu, yukarıdaki rivayete göre değerlendirecek olursak, ayet içinde MÜMİN olarak belirtilen ve birbirlerine karşı kılıç çeken her iki tarafın da cehennemlik olması söz konusudur. Ancak barışı bozan taraf ile savaşılmasını Allah (c.c) nin emretmiş olduğunu düşündüğümüzde, Allah'ın savaşmayı emretmiş olması ve emrettiği taraftan ölen bir kimseyi cehenneme atacak olması, rivayetin sahihliğine gölge düşürmektedir.
Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında çıkan Cemel, Sıffin gibi savaşlarda, bir çok Müslümanın kanı aktığı herkesçe malumdur. Bu rivayetin, savaşan her iki tarafın yanında yer almayarak, tarafsız kalanlar tarafından ortaya atılmış olabileceği imkan dahilindedir. Çünkü Muhammed (a.s) eğer böyle bir söz söyleyecek olsaydı mutlaka Meşru bir gerekçe olmaksızın şeklinde bir istisna payı bırakması gerekirdi ki, rivayet Hucurat s. 9. ayeti ile çelişki arz etmesin. Rivayet bu hali ile ayet ile çelişkili bir duruma düşmektedir.
Rivayet bu hali ile, Müslümanların birbirlerine kılıç çektiği savaşlara işaret etmekte, yani gaybi bir durumu göstermektedir. Hadis olarak bize gelen sözlerin bazılarında Muhammed (a.s) tarafından gelecekte olacak bazı savaşlara işaret edilerek bu savaşlarda bazı gurupları destekleyen, bazı gurupları ise kınayan sözlerin olduğu bilinmektedir.
Yani mevcut durum hakkında Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği fakat ona söyletilen rivayetler bulunup, onun ağzından mevcut durum hakkında sözler uydurulmak sureti ile ona destekletilmiş veya onun tarafından yerilmiştir.
Sonuç olarak; Hadislerde raviler tarafından duyduklarına eksiltme veya artırma yaptıkları, hadis konusu ile ilgili araştırma yapanlarca malumdur. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace tarafından gelen bu rivayet şayet bize "Meşru bir gerekçe olmaksızın iki Müslüman bir birine kılıç çektiği zaman ölen de öldüren de cehennemdedir" şeklinde gelmiş olsaydı, bu rivayetin sahih olabileceğini düşünebilirdik. Çünkü o meşru gerekçeyi Hucurat s. 9. ayetinden bulma imkanımız bulunmaktadır. Ancak rivayet bu hali ile maalesef sahih olarak görünmemektedir.
Muhammed (a.s) böyle bir söz söylemiş olsa dahi, bu sözün siyak ve sibakının bulunması, hadislerin doğru anlaşılmasında önemli rol oynayan, Ne, Nerede, Niçin,Nasıl, Ne için ve Kime sorularının sorularak cevabının alınması gerekmektedir. Çünkü rivayet bu hali ile eksik ve Hucurat s. 9. ayeti ile sağlaması yapıldığında ayet ile çelişmektedir.
Ayet ile rivayet çeliştiği zaman rivayetin değil, ayetin tercih edilmesi gerektiği selim akıl sahibi her Müslüman tarafından bilinmektedir. Rivayetin büyük hadis kitaplarında bulunmuş olması, bizler için ölçü olmamalı, Kur'an ile çelişip çelişmediği dikkate alınmalıdır. Bizler bir hadis hakkındaki kanaatimizi, o sözü direk Muhammed (a.s) dan işitmediğimiz için, belirli kriterlere göre söylemek durumundayız. Bu kriterler ise, hadislerin isim yapmış hadis kitaplarında olması değildir.
Müslümanların birbirleri ile olan her türlü kavgaları elbette kapanmaz yaralar açmaktadır. Olması gereken bütün Müslümanların birbirleri ile kardeşlik hukukunun gerekleri dahilinde ilişkilerde bulunmasıdır. Böyle bir çalışma yapma nedenimiz de, özellikle Kur'an'ı merkeze alan kimselerin hadisler konusunda takınacakları tutuma bir örnek olmaya çalışmaktır. Eğer bir rivayet ret edilecekse, ret edilme nedeni gösterilmeli toptancı bir mantık sergilenmemelidir.
Rivayet bu hali ile, Müslümanların birbirlerine kılıç çektiği savaşlara işaret etmekte, yani gaybi bir durumu göstermektedir. Hadis olarak bize gelen sözlerin bazılarında Muhammed (a.s) tarafından gelecekte olacak bazı savaşlara işaret edilerek bu savaşlarda bazı gurupları destekleyen, bazı gurupları ise kınayan sözlerin olduğu bilinmektedir.
Yani mevcut durum hakkında Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği fakat ona söyletilen rivayetler bulunup, onun ağzından mevcut durum hakkında sözler uydurulmak sureti ile ona destekletilmiş veya onun tarafından yerilmiştir.
Sonuç olarak; Hadislerde raviler tarafından duyduklarına eksiltme veya artırma yaptıkları, hadis konusu ile ilgili araştırma yapanlarca malumdur. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace tarafından gelen bu rivayet şayet bize "Meşru bir gerekçe olmaksızın iki Müslüman bir birine kılıç çektiği zaman ölen de öldüren de cehennemdedir" şeklinde gelmiş olsaydı, bu rivayetin sahih olabileceğini düşünebilirdik. Çünkü o meşru gerekçeyi Hucurat s. 9. ayetinden bulma imkanımız bulunmaktadır. Ancak rivayet bu hali ile maalesef sahih olarak görünmemektedir.
Muhammed (a.s) böyle bir söz söylemiş olsa dahi, bu sözün siyak ve sibakının bulunması, hadislerin doğru anlaşılmasında önemli rol oynayan, Ne, Nerede, Niçin,Nasıl, Ne için ve Kime sorularının sorularak cevabının alınması gerekmektedir. Çünkü rivayet bu hali ile eksik ve Hucurat s. 9. ayeti ile sağlaması yapıldığında ayet ile çelişmektedir.
Ayet ile rivayet çeliştiği zaman rivayetin değil, ayetin tercih edilmesi gerektiği selim akıl sahibi her Müslüman tarafından bilinmektedir. Rivayetin büyük hadis kitaplarında bulunmuş olması, bizler için ölçü olmamalı, Kur'an ile çelişip çelişmediği dikkate alınmalıdır. Bizler bir hadis hakkındaki kanaatimizi, o sözü direk Muhammed (a.s) dan işitmediğimiz için, belirli kriterlere göre söylemek durumundayız. Bu kriterler ise, hadislerin isim yapmış hadis kitaplarında olması değildir.
Müslümanların birbirleri ile olan her türlü kavgaları elbette kapanmaz yaralar açmaktadır. Olması gereken bütün Müslümanların birbirleri ile kardeşlik hukukunun gerekleri dahilinde ilişkilerde bulunmasıdır. Böyle bir çalışma yapma nedenimiz de, özellikle Kur'an'ı merkeze alan kimselerin hadisler konusunda takınacakları tutuma bir örnek olmaya çalışmaktır. Eğer bir rivayet ret edilecekse, ret edilme nedeni gösterilmeli toptancı bir mantık sergilenmemelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Temmuz 2017 Salı
Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar
Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.
Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.
Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.
Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.
Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür.
Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.
Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.
Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.
Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.
Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur.
Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.
Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.
Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır.
Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır.
Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.
Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.
Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.
Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.
Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür.
Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.
Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.
Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.
Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.
Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur.
Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.
Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.
Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.
Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır.
Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır.
Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.
21 Temmuz 2017 Cuma
Kur'an Müslümanlığı'nın Gidişatı Hakkında Bir Öz Eleştiri
Türkiye gündemine yaklaşık 50 sene kadar önce giren ve geleneksel din anlayışının rivayeti öncellemesine karşı, Kur'an'ın öncellenmesini öneren bir düşünce akımı olan Kur'an Müslümanlığı, kişisel gözlemlerimize dayanarak vardığımız kanı sonucunda artık tıkanma noktasına gelmiş, antitez ve ilmi bir temelden yoksun olarak ortaya çıkmasının sonucu, elle tutulur gözle görülür herhangi bir düşünce üretememiş olmasından dolayı, kendilerini daha önce bu isimle tanıtan bazı kimseler tarafından, Kur'an'ın bugün bizim için ne ifade ettiği şeklinde sorgulamaları ve Kur'an'dan kaçışları gündemdeki yerini almaya başlamıştır.
Allah (c.c) yi yaratıcı olarak tanıyan, fakat onun yarattığı kulları üzerinde tasarruf hakkını hatırlatan elçi ve kitapları ret eden bir düşünce akımı olan Deizm, daha önce kendisini Kur'an'a nisbet ederek tanıtan bazı kimseler arasında revaç bulmaya başlamış, bir kısım kimsede ise, bu akımın kitaba ve elçiye iman eden fakat kitap ve elçinin hayat içinde işlevini yansıtmayan, Deizm'e farklı bir boyut kazandıran Kuran'cı Deizm akımı oluşmaya başlamıştır
Yazımızda bu akımın neden bu noktaya geldiği hususundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışarak, daha sonraki Kur'an'ın hayatımız içindeki anlamı ve yeri nasıl olmalıdır? konulu yazılarımıza zemin hazırlamaya gayret edeceğiz. Kur'an Müslümanlığı deyimini kullanmış olmamız, genelde bu isimle bilindiği için olup, bu deyimi kullanmanın sakıncaları konusunu daha önce işlemeye çalışmıştık.
Kur'an Müslümanlığı, rivayet ve kişilerden beslenen din algısına karşı Kur'an'ın dinde belirleyici olması düşüncesi etrafında toplanan az sayıda Müslüman'ın gayretleri sonucunda Türkiye gündemine oturmuştur. Fakat bu hareket bugün, daha önceleri kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen bazı insanların nezdinde miadını doldurmuş bir hareket olarak görülmekte, ve Kur'an'ın insan hayatı için pek de gerekli bir kitap olmadığı düşüncesinden yola çıkılarak, kökü batı kaynaklı Deizm olan, fakat Türkiye genelindeki tabanı daha önce İslam'ı savunan bir kısım insan tarafından oluşturulan bir inanç sistemi etrafında toplanılmaya başlandığı gözlemlenmektedir.
Deizm, felsefe olarak insanın fıtratındaki sese kulak vermesi ve bu sesin ona kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu ve ona inanması gerektiğini söylemesi bakımından belki makul bir düşünce akımı olarak görülebilir. Fakat bu makuliyetin, hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmamış insanlar için geçerli olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmuş, hele bir de kendisini bir zamanlar Kur'an Müslümanı olarak tanıttıktan sonra Deist olmuş insanlar için, bu düşünce artık bir inkarcılık felsefesi haline dönüşmektedir.
Kur'an'ın neden bu insanlar nezdinde artık gözden düşmeye başladığı meselesi uzun uzadıya ve bir çok yönden bakılarak irdelenebilecek bir konudur. Biz bu noktaya gelme sebeplerine bu akımın Türkiye genelindeki tarihçesini kısaca özetleyerek başlayabiliriz.
Bu akımı başlatanlar samimi ve gayretli insanlar olmakla birlikte, akademik ve ilmi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle, işe öncelikle rivayet kültürünü şiddetli biçimde eleştirerek başlamışlar, bundan dolayı rivayet kültürü savunucuları ile aralarında müthiş bir düşmanlık belirmiştir. Bu düşmanlık halen sürmekte olup, özellikle Kur'an'ı savunan kesimin tebliğ ve insanlara yaklaşım konusunda, savundukları kitabın önerdiği metodu ısrarla kullanmadığını üzülerek söylemek istiyoruz.
Kur'an'ı savunan kesimi özellikle suçlama sebebimiz, Kur'an'ı öncellediklerini iddia etmiş oldukları halde, farklı düşüncelere yaklaşım konusunda kitaba uygun davranışlar sergilememiş olmalarından ötürüdür. Aslında her iki tarafın da birbirlerine olan yaklaşımları üslup ve edep bakımından, İslam adına hareket ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.
Yıllardır ve halen Kur'an Müslümanlığı adına söz söyleyenlerin ve üretim yapanların büyük bir çoğunluğu, Hadis, Sünnet, Mezhep, Tarikat v.s gibi geleneksel din algısına karşı ilan edilen bir savaşın erleri olarak savaş meydanlarında yerini almış, karşısındaki düşmanı yerle bir etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Halbuki bu insanlar tez olarak Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ ve çalışma yöntemi kullanmış olsalardı, bugün rivayet kültürünü savunan birçok kimse, savundukları yanlışları görme fırsatına sahip olabilirdi. Fakat ne yazık ki, kullanılan yanlış yöntemler, rivayet kültürü savunucularının sahip oldukları düşünceye daha sıkı sarılmalarına sebep olmaktadır.
Bazı kimselerin inandıkları din ile yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu kapatamamaları, Kur'an'dan kaçışı hızlandıran bir etken olarak önümüzde durmaktadır. Yaşadığı seküler hayattan taviz vermeden Kur'an Müslümanı olmak isteyenlerin bir kısmı, bu işin böyle olmayacağını anladıklarında, yaşadığı hayatı terk etmeyi değil, inandıkları kitabı terk etmek sureti ile yaşadıkları ikilemden kurtulmayı denemektedirler.
Kısacası halen Kur'an Müslümanlığı akımı, yöntem ve metodoloji sıkıntısı içinde bocalayan bir hareket olarak, bu hareket içinde yıllarca kalmış bazı insanlar arasında bir doyum ve bıkkınlık meydana getirmiş, bu insanların bir kısmının artık Küstüm ben oynamıyorum diyerek meydandan çekilmelerine sebep olmaktadır.
Kur'an'ın yakın yıllarda ilahiyat alanında çalışan akademik kariyer sahibi insanların da gündemine gelmesi, Kur'an'ın anlaşılması konusundaki yöntem hatalarının da onlar tarafından konuşularak daha ciddi bir şekilde gündeme gelmesine, ve yöntem konusunda yeni öneriler getirilmesine sebep olmuştur.
Olayları, içinde bulunduğu tarihsel koşulları dikkate alarak anlamaya çalışan batı kaynaklı bir düşünce akımı olan Tarihselcilik, Kur'an'ın doğru anlaşılması için teklif edilen bir yöntemlerden birisi olarak Türkiye gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Tarihüstücülük olarak niteleyebileceğimiz, Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, bu kitabın nazil olduğu toplumun sosyal ve ekonomik şartlarının göz önüne alınmaması sonucunda ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının nereye vardığı dikkate alındığında, Kur'an'ın tarihsel döneminin anlaşılması büyük önem arz etmektedir.
Türkiye bazında Kur'an'ın tarihsel yöntem ile anlaşılmasını savunan akademisyenlerin, Kur'an'ın tarihsel bir kitap olmasından ötürü artık bu kitabın bize dair söyleyebileceği herhangi bir şey olmadığını savunduklarını söylemenin, onlara karşı yapılabilecek bir haksızlık olacağını öncelikle söylemek istiyoruz. Bu kimselerin ortaya koyduğu düşüncenin temelinin, Kur'an'ın tamamen evrensel bir kitap olduğuna dair ortaya konulan düşüncelerin yanlışlığının dile getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an'ın tarihsel bir kitap olarak artık bugün bize herhangi bir şey söylemediği iddialarının ise, bu kimselerin açtığı tarihselcilik düşüncesi ile yetinmeyerek daha ileri gitmek isteyen kimselerin, Kur'an konusunda düştükleri çıkmazın çözümü için ortaya attıkları düşünceler olduğunu söylemek mümkündür. Ancak tarihselciliği ortaya atanları bu konuda suçlamamakla birlikte, bu düşüncenin ortaya atılmasıyla, Kur'an'dan kaçmanın bazı kimseler arasında daha hızlandığı, ve bu kaçmaya gerekçe olarak tarihselcilik düşüncesinin merdiven hazırladığını da görmekteyiz.
Tarihselciliğin bazı kimseler arasında, Kur'an'ın artık geçmişte kalmış ve o çağın Araplarına söylediği bir söz olduğu, bu kitabın evrensel olarak görülebilecek ayetlerinin ise zaten insan fıtratında bulunan bilgiler ile bilinebileceği, dolayısı ile bugün yaşayan insanların kutsal kitapların tahakkümüne !! ihtiyacı olmadığı olarak görülmesi, tarihselcilik düşüncesinin bir ileri adımı olarak, eskiden kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen insanların bir kısmında rağbet görmektedir.
Kısacası, kendisini daha önce Kur'an Müslümanı olarak niteleyen, fakat inandıkları kitap konusunda bazı sıkıntılar yaşayan insanlar, bu kitabı ve bu kitabın önerdiği hayatı terk etmek için gerekli olan alt yapıyı, maalesef tarihselcilik düşüncesinin kendilerine verdiği cesaretten almaktadırlar. Tarihselciliğin böyle bir düşünceye kapı aralamasını iddia etmiş olmamız, bu düşüncenin tamamen mahkum edilmesi gerektiğini savunanların yanında olduğumuzu da göstermemelidir.
Kanaatimiz o dur ki, Kur'an'ın kendi tarihinde okunması ve anlaşılması ile, onun tarihsel bir kitap olarak görülerek tamamen terk edilmesi düşüncesi arasında bir fark olması gerektiğinin anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar bu kitabın sorumluluğundan kendilerini kurtarmanın yolu olarak tarihselcilik düşüncesini göstermek sureti ile, kaçışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışacaklardır.
Kimsenin üzerinde vekil olmadığımızı, kimseye vekil olarak gönderilmediğimizi elbette bilmekteyiz. Ancak Allah (c.c) nin gönderdiği kitap ve elçileri ret eden bir hayattan hesap gününde sorumlu tutulacağımıza olan inancımız, bizleri bu kaçışların en aza inmesi, ve konuda çözümlerin üretilmeye çalışılması gerektiğini düşündürmektedir.
Yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere, bu yazımız bir öz eleştiri mahiyetinde olup, Kur'an konusunda çıkmaza düşerek, düştüğü çıkmaz sonucunda bu kitabın artık hayat için gereksiz olduğu yönünde üretilen düşüncelere tutunmanın çözüm olmadığını söylemek için, önce bu noktaya nasıl gelindiğinin ortaya konulması, yapılan hataların dile getirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra elimizden geldiğince, düşülen hatalara dikkat çekmeye çalışacak, hataların telafisi için gereken çözüm önerilerini sunmaya çalışacağız.
Buradan Kur'an üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve konuşan kesime bir çağrıda bulunmak istiyoruz;
Kısır tartışmalar yerine insanların neden böyle bir duruma geldiğini düşünerek, bu durumu hızlandıracak kavgaları bırakarak, elle tutulur gözle görülür somut öneriler sunmak sureti ile, Kur'an konusunda düşünen insanlara ışık tutmaya çalışmanız, sizler ve herkes için daha faydalı olacaktır.
Allah (c.c) yi yaratıcı olarak tanıyan, fakat onun yarattığı kulları üzerinde tasarruf hakkını hatırlatan elçi ve kitapları ret eden bir düşünce akımı olan Deizm, daha önce kendisini Kur'an'a nisbet ederek tanıtan bazı kimseler arasında revaç bulmaya başlamış, bir kısım kimsede ise, bu akımın kitaba ve elçiye iman eden fakat kitap ve elçinin hayat içinde işlevini yansıtmayan, Deizm'e farklı bir boyut kazandıran Kuran'cı Deizm akımı oluşmaya başlamıştır
Yazımızda bu akımın neden bu noktaya geldiği hususundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışarak, daha sonraki Kur'an'ın hayatımız içindeki anlamı ve yeri nasıl olmalıdır? konulu yazılarımıza zemin hazırlamaya gayret edeceğiz. Kur'an Müslümanlığı deyimini kullanmış olmamız, genelde bu isimle bilindiği için olup, bu deyimi kullanmanın sakıncaları konusunu daha önce işlemeye çalışmıştık.
Kur'an Müslümanlığı, rivayet ve kişilerden beslenen din algısına karşı Kur'an'ın dinde belirleyici olması düşüncesi etrafında toplanan az sayıda Müslüman'ın gayretleri sonucunda Türkiye gündemine oturmuştur. Fakat bu hareket bugün, daha önceleri kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen bazı insanların nezdinde miadını doldurmuş bir hareket olarak görülmekte, ve Kur'an'ın insan hayatı için pek de gerekli bir kitap olmadığı düşüncesinden yola çıkılarak, kökü batı kaynaklı Deizm olan, fakat Türkiye genelindeki tabanı daha önce İslam'ı savunan bir kısım insan tarafından oluşturulan bir inanç sistemi etrafında toplanılmaya başlandığı gözlemlenmektedir.
Deizm, felsefe olarak insanın fıtratındaki sese kulak vermesi ve bu sesin ona kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu ve ona inanması gerektiğini söylemesi bakımından belki makul bir düşünce akımı olarak görülebilir. Fakat bu makuliyetin, hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmamış insanlar için geçerli olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmuş, hele bir de kendisini bir zamanlar Kur'an Müslümanı olarak tanıttıktan sonra Deist olmuş insanlar için, bu düşünce artık bir inkarcılık felsefesi haline dönüşmektedir.
Kur'an'ın neden bu insanlar nezdinde artık gözden düşmeye başladığı meselesi uzun uzadıya ve bir çok yönden bakılarak irdelenebilecek bir konudur. Biz bu noktaya gelme sebeplerine bu akımın Türkiye genelindeki tarihçesini kısaca özetleyerek başlayabiliriz.
Bu akımı başlatanlar samimi ve gayretli insanlar olmakla birlikte, akademik ve ilmi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle, işe öncelikle rivayet kültürünü şiddetli biçimde eleştirerek başlamışlar, bundan dolayı rivayet kültürü savunucuları ile aralarında müthiş bir düşmanlık belirmiştir. Bu düşmanlık halen sürmekte olup, özellikle Kur'an'ı savunan kesimin tebliğ ve insanlara yaklaşım konusunda, savundukları kitabın önerdiği metodu ısrarla kullanmadığını üzülerek söylemek istiyoruz.
Kur'an'ı savunan kesimi özellikle suçlama sebebimiz, Kur'an'ı öncellediklerini iddia etmiş oldukları halde, farklı düşüncelere yaklaşım konusunda kitaba uygun davranışlar sergilememiş olmalarından ötürüdür. Aslında her iki tarafın da birbirlerine olan yaklaşımları üslup ve edep bakımından, İslam adına hareket ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.
Yıllardır ve halen Kur'an Müslümanlığı adına söz söyleyenlerin ve üretim yapanların büyük bir çoğunluğu, Hadis, Sünnet, Mezhep, Tarikat v.s gibi geleneksel din algısına karşı ilan edilen bir savaşın erleri olarak savaş meydanlarında yerini almış, karşısındaki düşmanı yerle bir etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Halbuki bu insanlar tez olarak Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ ve çalışma yöntemi kullanmış olsalardı, bugün rivayet kültürünü savunan birçok kimse, savundukları yanlışları görme fırsatına sahip olabilirdi. Fakat ne yazık ki, kullanılan yanlış yöntemler, rivayet kültürü savunucularının sahip oldukları düşünceye daha sıkı sarılmalarına sebep olmaktadır.
Bazı kimselerin inandıkları din ile yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu kapatamamaları, Kur'an'dan kaçışı hızlandıran bir etken olarak önümüzde durmaktadır. Yaşadığı seküler hayattan taviz vermeden Kur'an Müslümanı olmak isteyenlerin bir kısmı, bu işin böyle olmayacağını anladıklarında, yaşadığı hayatı terk etmeyi değil, inandıkları kitabı terk etmek sureti ile yaşadıkları ikilemden kurtulmayı denemektedirler.
Kısacası halen Kur'an Müslümanlığı akımı, yöntem ve metodoloji sıkıntısı içinde bocalayan bir hareket olarak, bu hareket içinde yıllarca kalmış bazı insanlar arasında bir doyum ve bıkkınlık meydana getirmiş, bu insanların bir kısmının artık Küstüm ben oynamıyorum diyerek meydandan çekilmelerine sebep olmaktadır.
Kur'an'ın yakın yıllarda ilahiyat alanında çalışan akademik kariyer sahibi insanların da gündemine gelmesi, Kur'an'ın anlaşılması konusundaki yöntem hatalarının da onlar tarafından konuşularak daha ciddi bir şekilde gündeme gelmesine, ve yöntem konusunda yeni öneriler getirilmesine sebep olmuştur.
Olayları, içinde bulunduğu tarihsel koşulları dikkate alarak anlamaya çalışan batı kaynaklı bir düşünce akımı olan Tarihselcilik, Kur'an'ın doğru anlaşılması için teklif edilen bir yöntemlerden birisi olarak Türkiye gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Tarihüstücülük olarak niteleyebileceğimiz, Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, bu kitabın nazil olduğu toplumun sosyal ve ekonomik şartlarının göz önüne alınmaması sonucunda ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının nereye vardığı dikkate alındığında, Kur'an'ın tarihsel döneminin anlaşılması büyük önem arz etmektedir.
Türkiye bazında Kur'an'ın tarihsel yöntem ile anlaşılmasını savunan akademisyenlerin, Kur'an'ın tarihsel bir kitap olmasından ötürü artık bu kitabın bize dair söyleyebileceği herhangi bir şey olmadığını savunduklarını söylemenin, onlara karşı yapılabilecek bir haksızlık olacağını öncelikle söylemek istiyoruz. Bu kimselerin ortaya koyduğu düşüncenin temelinin, Kur'an'ın tamamen evrensel bir kitap olduğuna dair ortaya konulan düşüncelerin yanlışlığının dile getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an'ın tarihsel bir kitap olarak artık bugün bize herhangi bir şey söylemediği iddialarının ise, bu kimselerin açtığı tarihselcilik düşüncesi ile yetinmeyerek daha ileri gitmek isteyen kimselerin, Kur'an konusunda düştükleri çıkmazın çözümü için ortaya attıkları düşünceler olduğunu söylemek mümkündür. Ancak tarihselciliği ortaya atanları bu konuda suçlamamakla birlikte, bu düşüncenin ortaya atılmasıyla, Kur'an'dan kaçmanın bazı kimseler arasında daha hızlandığı, ve bu kaçmaya gerekçe olarak tarihselcilik düşüncesinin merdiven hazırladığını da görmekteyiz.
Tarihselciliğin bazı kimseler arasında, Kur'an'ın artık geçmişte kalmış ve o çağın Araplarına söylediği bir söz olduğu, bu kitabın evrensel olarak görülebilecek ayetlerinin ise zaten insan fıtratında bulunan bilgiler ile bilinebileceği, dolayısı ile bugün yaşayan insanların kutsal kitapların tahakkümüne !! ihtiyacı olmadığı olarak görülmesi, tarihselcilik düşüncesinin bir ileri adımı olarak, eskiden kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen insanların bir kısmında rağbet görmektedir.
Kısacası, kendisini daha önce Kur'an Müslümanı olarak niteleyen, fakat inandıkları kitap konusunda bazı sıkıntılar yaşayan insanlar, bu kitabı ve bu kitabın önerdiği hayatı terk etmek için gerekli olan alt yapıyı, maalesef tarihselcilik düşüncesinin kendilerine verdiği cesaretten almaktadırlar. Tarihselciliğin böyle bir düşünceye kapı aralamasını iddia etmiş olmamız, bu düşüncenin tamamen mahkum edilmesi gerektiğini savunanların yanında olduğumuzu da göstermemelidir.
Kanaatimiz o dur ki, Kur'an'ın kendi tarihinde okunması ve anlaşılması ile, onun tarihsel bir kitap olarak görülerek tamamen terk edilmesi düşüncesi arasında bir fark olması gerektiğinin anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar bu kitabın sorumluluğundan kendilerini kurtarmanın yolu olarak tarihselcilik düşüncesini göstermek sureti ile, kaçışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışacaklardır.
Kimsenin üzerinde vekil olmadığımızı, kimseye vekil olarak gönderilmediğimizi elbette bilmekteyiz. Ancak Allah (c.c) nin gönderdiği kitap ve elçileri ret eden bir hayattan hesap gününde sorumlu tutulacağımıza olan inancımız, bizleri bu kaçışların en aza inmesi, ve konuda çözümlerin üretilmeye çalışılması gerektiğini düşündürmektedir.
Yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere, bu yazımız bir öz eleştiri mahiyetinde olup, Kur'an konusunda çıkmaza düşerek, düştüğü çıkmaz sonucunda bu kitabın artık hayat için gereksiz olduğu yönünde üretilen düşüncelere tutunmanın çözüm olmadığını söylemek için, önce bu noktaya nasıl gelindiğinin ortaya konulması, yapılan hataların dile getirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra elimizden geldiğince, düşülen hatalara dikkat çekmeye çalışacak, hataların telafisi için gereken çözüm önerilerini sunmaya çalışacağız.
Buradan Kur'an üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve konuşan kesime bir çağrıda bulunmak istiyoruz;
Kısır tartışmalar yerine insanların neden böyle bir duruma geldiğini düşünerek, bu durumu hızlandıracak kavgaları bırakarak, elle tutulur gözle görülür somut öneriler sunmak sureti ile, Kur'an konusunda düşünen insanlara ışık tutmaya çalışmanız, sizler ve herkes için daha faydalı olacaktır.
18 Temmuz 2017 Salı
DAVUD (a.s): Dünya'nın Özlem Duyduğu Bir Yönetici Örneği
Kur'an, hayatı yönlendiren bir kitap olarak okunduğu zaman, bu kitap içindeki kıssa yollu anlatımlar ile geçmiş hayatlardan verilen örneklerin, bizlerin hayatını yönlendirmede kilit rol oynayabileceği görülecektir. Davud (a.s), Kur'an içinde zikri geçen elinde iktidar ve güç bulunduran bir Kral Peygamber olarak önümüzde durmaktadır. Onun kıssasını şayet hayata dokunan bir şekilde okuduğumuzda, bu elçinin kıssasından tam da hayatın içinden örnekler alınabileceği görülecektir.
Yönetici konumunda olanların, yönetimi altında tuttuğu insanlar ve sahip oldukları coğrafya üzerinde, insan dışında bitki ve hayvan gibi diğer unsurlar üzerinde de belirleyici rol oynadıklarını düşündüğümüzde, Kur'an içinde örnekleri verilen Yönetici olarak hayat süren Davud ve Süleyman (a.s) gibi elçilerin kıssaları öne çıkmaktadır. Bu gibi kimselerin yöneticilik örnekliği, yine Kur'an içinde gördüğümüz evrensel bir karakter haline gelmiş olan Firavun ve Nemrut gibi zalimlerin yöneticilik örnekliklerine alternatif çözümler sunmaktadır.
İnsanları yönetimleri altında tutan kimselerde olması gereken önemli hasletleri sıralayacak olursak, şunlar öne çıkmaktadır;
1- Kendilerini, yönetimleri altında tuttukları insanların ve coğrafyanın İlahı ve rabbi olarak görmemeleri.
2- Kendilerinin üzerinde daha üstün ve yenilmez bir güç olduğunu bilmeleri.
3- Adalet üzere tesis edilmiş bir yönetim sergilemeleri.
4- Yönetim esaslarını alemlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c.) den almaları.
5- Mazlumu ezen bir güce değil, mazlumların hakkına sahip olan caydırıcı askeri güce sahip olmaları.
6- İnsan yaşamı için önemli olan bitki hayvan gibi ekolojik dengenin bozulmaması için gerekli önlemleri alması.
Yukarıda sıraladığımız şartları Davud (a.s) kıssasında anlatılan yönetim biçiminde görmekteyiz.
[027.015] And olsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi «Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» dediler.
Neml s. 15. ayetinde Davud ve oğlu Süleyman (a.s) ların ağzından çıkan "Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" sözleri, yöneticilik makamına gelerek, bu makamda kendisini insanların ilahı ve rabbi olarak gören kimselere ibret olması gereken bir sözdür. Hangi makama sahip olunursa olunsun, bu makama oturan kimselerin, kendilerini bu makama kimin oturttuğunu bilmeleri, ve ona göre davranış sergilemeleri, uygulamaları gereken en önemli icraatlardan bir tanesidir.
Halkın bir kesimini önemseyen, diğer kesimini ise hiç dikkate almayarak, halkın arasında Firavunvari bir yönetim sergilemenin sonunun ne olduğunun, Firavun'un helak edilmesi örneğinde anlatılması, elinde iktidar gücünü bulunduranların önemsemesi gereken bir hatırlatmadır. Halkı arasında adil davranmayan hükümdarların iktidarı er geç yıkılmaya mahkumdur. Sad s. 21. ve 26. ayetleri arasında geçen davacılar arasında nasıl hüküm verilmesinin gerektiği, tüm yöneticilere Davud (a.s) örneği üzerinden öğretilmektedir.
Adil bir yöneticinin aynı zamanda, halkını zalimlerden korumak için, askeri bakımdan da caydırıcı bir güce sahip olması gerekmektedir. Savaş, Ordu, Silah gibi kavramlar, her ne kadar hoş olmayan kavramlar olsa da, bir Dünya gerçeği olarak karşımızdadır. Davud (a.s) ın kıssasındaki, demiri işlemesi, zırh yapma sanatına sahip olması, Talut'un ordusunda asker iken Calut'u öldürmesi gibi anlatımlar onun askeri bakımdan bilgiye sahip bir kimse olduğunu da göstermektedir.
Yönetim makamına oturan bir kimsenin, yaşadığı Dünya'nın gerçekleri karşısında acemi olmaması, Dünya'nın içinde bulunduğu sorunlara karşı çözüm üreten bir zeka ve kadroya sahip olması çok önemlidir. Böyle bir yönetime sahip olmayan ülkeler, diğer ülkelerin işgali altına girmekten kurtulamazlar.
Davud (a.s) kıssasında gördüğümüz önemli bir unsur da, dağların ve kuşların ona müsahhar kılınması mealindeki ayetlerdir. Maalesef bu ayetler hayatın gerçekleri dikkate alınarak okunmak yerine, masal tadında hikayeler olarak okunmak sureti ile asıl buhar olup uçmuş gitmiştir.
Müsahhar kelimesi ve türevlerinin Kur'an içinde geçişlerine dikkat ettiğimiz zaman bu kelimenin, Kevni Ayetler veya Doğa olarak bildiğimiz unsurlar ile birlikte kullanıldığını görürüz. Allah (c.c) Dağ, Kuş olarak bildiğimiz insan harici unsurları sadece Davud'a değil, bütün insanların emrine müsahhar kılmıştır. Bu unsurların Davud ile birlikte tesbih etmesini, onun doğanın dengesini koruması olarak okuduğumuz zaman, bu anlatımları anlamak kolaylaşacak ve güncel hale gelecektir. Davud (a.s) adil bir yönetici olarak, hükmettiği coğrafya içinde sadece insanların değil, insanların yaşamları için önemli unsurlar olan Doğayı korumakta da dikkat gösteren bir yönetim sergilemek sureti ile bu alanda da örneklik oluşturmuştur.
Davud (a.s) ın yaptığı bu koruma, şu anda yaşadığımız Dünya'nın en büyük tehlikelerinden bir ekolojik dengenin bozulmasıdır. Daha çok kazanmak için yaşadığımız Dünya üzerinde her türlü fesadı deneyen insanlar, elleri ile yaptıklarının cezasının acı biçimde ödemeye başlamışlar, fakat Dünya'nın içinde bulunduğu bu tehlikenin farkında olsalar bile gerekli önlemleri almakta birbirleri ile anlaşma sağlayamamaktadırlar.
Yönetimleri altında bulunan coğrafyanın ve insanların daha iyi, güzel ve zengin yaşamaları için ifsadın her biçimini deneyen insanların yaptığı bu hata, yine kendilerine dönmüş, işledikleri yüzünden bozulan ekolojik dengenin zararlarını yine insanlar çekmektedir. Yaptıkları uluslararası toplantılarda, üretimin kısıtlanarak daha az kazanmak anlamına gelmek olacak olan sanayi gazlarının atmosfere daha az dağılması için alınacak önlemler konusunda bile anlaşma sağlamayan bu ülkeler, Dünya'yı büyük bir helake sürükledikleri, bu helake kendilerinin de maruz kaldığı zaman anladıklarında, artık iş işten geçmiş olacaktır.
Yönetim sahiplerinin hakim oldukları cpğrafya içindeki insanlarını daha iyi yaşatmak için, insan haricindeki unsurları yok eden bir politika izlemeleri, zaman içinde o coğrafyadaki insanların da yok olmasına sebep olacaktır. Bu durum değişmez bir toplumsal yasa olarak daha önce yaşanmış, şartların oluştuğu her zaman içinde yeniden tekrarlanacaktır.
Yaptıkları korkunç kitle imha silahları ile, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan yöneticiler için de Davud (a.s) güzel bir örnektir. Sahip olduğu askeri gücü mazlumları ezmek yönünde kullanmayarak, zalimlere karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanmak, yeri geldiğinde zalimlere karşı mazlumların hakkını askeri güç kullanarak aramak, adil bir yöneticinin olması gereken vasıflarındandır.
Sonuç olarak; Dünya tarihinde milyonlarca kişinin ölümüne yol açan ve halen sürmekte olan savaşları çıkaranlara kim olduklarına dikkat ettiğimizde, ellerindeki imkanlara güvenerek kendilerini yenilmez zannederek, diğer insanlar üzerinde ilahlık ve rablik iddiasında bulunduklarını ve bu kimselerin Dünya üzerinde kapanmaz yaralar açtıklarını görmekteyiz. Bu insanların sebep olduğu yıkımların etkisi insanlar üzerinden yıllarca kalmakta, yaşanılan coğrafyalar cehenneme çevrilmektedir.
Davud (a.s) Kur'an içinde geçen iktidar sahibi bir elçi olarak, tüm zamanlarda gelecek olan iktidar ve güç sahipleri için örnek bir yönetici portresi oluşturmaktadır. Çünkü o elinde bulundurduğu gücü kendisine emanet olarak Allah'ın verdiğine inanmakta, ve güç ve iktidarını bu doğrultuda kullanmakta idi.
Elinde güç ve iktidar bulunan kimseler şayet bu elçinin örnekliğini dikkate alan bir yönetim sergilemek sureti ile sahip oldukları gücü kullanacak olduklarında, yaşadığımız Dünya şimdikinden daha güzel olacaktır.
Davud (a.s) kıssası bize zalime karşı durmanın yolunu öğreten bir kıssa olarak ta okunmayı beklemekte, adil bir yöneticinin tevhit ve adalet temeli üzerine dayanmış olan yönetiminin nasıl olması gerektiğini öğretmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yönetici konumunda olanların, yönetimi altında tuttuğu insanlar ve sahip oldukları coğrafya üzerinde, insan dışında bitki ve hayvan gibi diğer unsurlar üzerinde de belirleyici rol oynadıklarını düşündüğümüzde, Kur'an içinde örnekleri verilen Yönetici olarak hayat süren Davud ve Süleyman (a.s) gibi elçilerin kıssaları öne çıkmaktadır. Bu gibi kimselerin yöneticilik örnekliği, yine Kur'an içinde gördüğümüz evrensel bir karakter haline gelmiş olan Firavun ve Nemrut gibi zalimlerin yöneticilik örnekliklerine alternatif çözümler sunmaktadır.
İnsanları yönetimleri altında tutan kimselerde olması gereken önemli hasletleri sıralayacak olursak, şunlar öne çıkmaktadır;
1- Kendilerini, yönetimleri altında tuttukları insanların ve coğrafyanın İlahı ve rabbi olarak görmemeleri.
2- Kendilerinin üzerinde daha üstün ve yenilmez bir güç olduğunu bilmeleri.
3- Adalet üzere tesis edilmiş bir yönetim sergilemeleri.
4- Yönetim esaslarını alemlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c.) den almaları.
5- Mazlumu ezen bir güce değil, mazlumların hakkına sahip olan caydırıcı askeri güce sahip olmaları.
6- İnsan yaşamı için önemli olan bitki hayvan gibi ekolojik dengenin bozulmaması için gerekli önlemleri alması.
Yukarıda sıraladığımız şartları Davud (a.s) kıssasında anlatılan yönetim biçiminde görmekteyiz.
[027.015] And olsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi «Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» dediler.
Neml s. 15. ayetinde Davud ve oğlu Süleyman (a.s) ların ağzından çıkan "Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" sözleri, yöneticilik makamına gelerek, bu makamda kendisini insanların ilahı ve rabbi olarak gören kimselere ibret olması gereken bir sözdür. Hangi makama sahip olunursa olunsun, bu makama oturan kimselerin, kendilerini bu makama kimin oturttuğunu bilmeleri, ve ona göre davranış sergilemeleri, uygulamaları gereken en önemli icraatlardan bir tanesidir.
Halkın bir kesimini önemseyen, diğer kesimini ise hiç dikkate almayarak, halkın arasında Firavunvari bir yönetim sergilemenin sonunun ne olduğunun, Firavun'un helak edilmesi örneğinde anlatılması, elinde iktidar gücünü bulunduranların önemsemesi gereken bir hatırlatmadır. Halkı arasında adil davranmayan hükümdarların iktidarı er geç yıkılmaya mahkumdur. Sad s. 21. ve 26. ayetleri arasında geçen davacılar arasında nasıl hüküm verilmesinin gerektiği, tüm yöneticilere Davud (a.s) örneği üzerinden öğretilmektedir.
Adil bir yöneticinin aynı zamanda, halkını zalimlerden korumak için, askeri bakımdan da caydırıcı bir güce sahip olması gerekmektedir. Savaş, Ordu, Silah gibi kavramlar, her ne kadar hoş olmayan kavramlar olsa da, bir Dünya gerçeği olarak karşımızdadır. Davud (a.s) ın kıssasındaki, demiri işlemesi, zırh yapma sanatına sahip olması, Talut'un ordusunda asker iken Calut'u öldürmesi gibi anlatımlar onun askeri bakımdan bilgiye sahip bir kimse olduğunu da göstermektedir.
Yönetim makamına oturan bir kimsenin, yaşadığı Dünya'nın gerçekleri karşısında acemi olmaması, Dünya'nın içinde bulunduğu sorunlara karşı çözüm üreten bir zeka ve kadroya sahip olması çok önemlidir. Böyle bir yönetime sahip olmayan ülkeler, diğer ülkelerin işgali altına girmekten kurtulamazlar.
Davud (a.s) kıssasında gördüğümüz önemli bir unsur da, dağların ve kuşların ona müsahhar kılınması mealindeki ayetlerdir. Maalesef bu ayetler hayatın gerçekleri dikkate alınarak okunmak yerine, masal tadında hikayeler olarak okunmak sureti ile asıl buhar olup uçmuş gitmiştir.
Müsahhar kelimesi ve türevlerinin Kur'an içinde geçişlerine dikkat ettiğimiz zaman bu kelimenin, Kevni Ayetler veya Doğa olarak bildiğimiz unsurlar ile birlikte kullanıldığını görürüz. Allah (c.c) Dağ, Kuş olarak bildiğimiz insan harici unsurları sadece Davud'a değil, bütün insanların emrine müsahhar kılmıştır. Bu unsurların Davud ile birlikte tesbih etmesini, onun doğanın dengesini koruması olarak okuduğumuz zaman, bu anlatımları anlamak kolaylaşacak ve güncel hale gelecektir. Davud (a.s) adil bir yönetici olarak, hükmettiği coğrafya içinde sadece insanların değil, insanların yaşamları için önemli unsurlar olan Doğayı korumakta da dikkat gösteren bir yönetim sergilemek sureti ile bu alanda da örneklik oluşturmuştur.
Davud (a.s) ın yaptığı bu koruma, şu anda yaşadığımız Dünya'nın en büyük tehlikelerinden bir ekolojik dengenin bozulmasıdır. Daha çok kazanmak için yaşadığımız Dünya üzerinde her türlü fesadı deneyen insanlar, elleri ile yaptıklarının cezasının acı biçimde ödemeye başlamışlar, fakat Dünya'nın içinde bulunduğu bu tehlikenin farkında olsalar bile gerekli önlemleri almakta birbirleri ile anlaşma sağlayamamaktadırlar.
Yönetimleri altında bulunan coğrafyanın ve insanların daha iyi, güzel ve zengin yaşamaları için ifsadın her biçimini deneyen insanların yaptığı bu hata, yine kendilerine dönmüş, işledikleri yüzünden bozulan ekolojik dengenin zararlarını yine insanlar çekmektedir. Yaptıkları uluslararası toplantılarda, üretimin kısıtlanarak daha az kazanmak anlamına gelmek olacak olan sanayi gazlarının atmosfere daha az dağılması için alınacak önlemler konusunda bile anlaşma sağlamayan bu ülkeler, Dünya'yı büyük bir helake sürükledikleri, bu helake kendilerinin de maruz kaldığı zaman anladıklarında, artık iş işten geçmiş olacaktır.
Yönetim sahiplerinin hakim oldukları cpğrafya içindeki insanlarını daha iyi yaşatmak için, insan haricindeki unsurları yok eden bir politika izlemeleri, zaman içinde o coğrafyadaki insanların da yok olmasına sebep olacaktır. Bu durum değişmez bir toplumsal yasa olarak daha önce yaşanmış, şartların oluştuğu her zaman içinde yeniden tekrarlanacaktır.
Yaptıkları korkunç kitle imha silahları ile, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan yöneticiler için de Davud (a.s) güzel bir örnektir. Sahip olduğu askeri gücü mazlumları ezmek yönünde kullanmayarak, zalimlere karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanmak, yeri geldiğinde zalimlere karşı mazlumların hakkını askeri güç kullanarak aramak, adil bir yöneticinin olması gereken vasıflarındandır.
Sonuç olarak; Dünya tarihinde milyonlarca kişinin ölümüne yol açan ve halen sürmekte olan savaşları çıkaranlara kim olduklarına dikkat ettiğimizde, ellerindeki imkanlara güvenerek kendilerini yenilmez zannederek, diğer insanlar üzerinde ilahlık ve rablik iddiasında bulunduklarını ve bu kimselerin Dünya üzerinde kapanmaz yaralar açtıklarını görmekteyiz. Bu insanların sebep olduğu yıkımların etkisi insanlar üzerinden yıllarca kalmakta, yaşanılan coğrafyalar cehenneme çevrilmektedir.
Davud (a.s) Kur'an içinde geçen iktidar sahibi bir elçi olarak, tüm zamanlarda gelecek olan iktidar ve güç sahipleri için örnek bir yönetici portresi oluşturmaktadır. Çünkü o elinde bulundurduğu gücü kendisine emanet olarak Allah'ın verdiğine inanmakta, ve güç ve iktidarını bu doğrultuda kullanmakta idi.
Elinde güç ve iktidar bulunan kimseler şayet bu elçinin örnekliğini dikkate alan bir yönetim sergilemek sureti ile sahip oldukları gücü kullanacak olduklarında, yaşadığımız Dünya şimdikinden daha güzel olacaktır.
Davud (a.s) kıssası bize zalime karşı durmanın yolunu öğreten bir kıssa olarak ta okunmayı beklemekte, adil bir yöneticinin tevhit ve adalet temeli üzerine dayanmış olan yönetiminin nasıl olması gerektiğini öğretmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Temmuz 2017 Cumartesi
Yasin Suresinde Anlatılan Koşarak Gelen Adam Kıyametten Önce Cennete mi Girdi?
Kur'an ön yargılı okunmak sureti ile, kendi bütünlüğü ve muhataplarına iletmek istediği mesaj dikkate alınmadığı zaman, isteyenin istediğini söyletebilme imkanı bulduğu hale gelebilen bir kitaptır. Yasin suresi içinde anlatılan bir kıssada, zikri geçen bir kişinin üzerinden anlatılan bazı sözler, kabir azabı gibi konulara delil olarak sunulmaktadır. Kur'an'ı rivayet veya ön yargı destekli bazı düşünceleri onaylayan bir kitap haline getirmeye çalışmak, yine bu kitabın kendi içindeki bütünlüğü tarafından ret edilerek, kalbinde hastalık olanların elinde oyuncak haline gelmekten kurtarmaktadır.
Yasin suresi içinde adı belirtilmeyen bir şehre iki elçi gönderildiği, bu elçilerin üçüncü bir elçi ile daha desteklendiği, bu elçilere iman etmiş olan bir adamın şehrin diğer ucundan koşarak geldiği ve kavmine elçilere iman etmeleri gerektiğini hatırlattığını görmekteyiz. Konu ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir;
[036.020] Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim, elçilere uyun» dedi.
[036.021] «Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[036.022] «Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz.»
[036.023] «Ben, O'nun aşağısından olan ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.»
[036.024] «O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.»
[036.025] «Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.»
[036.026] Ona: «Cennete gir» denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir bilseydi» dedi.
[036.027] «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.»
Kavmine, gelen elçilere iman etmeleri için çağrı yapan kişi, büyük ihtimal kavmi tarafından öldürülür ve konumuzu ilgilendiren taraf ise bu kişinin öldükten sonra söylediği sözlerdir. Yasin s. 26. ve 27. ayetleri okuduğumuz zaman, bu kişinin öldüğü zaman hemen cennete gitmiş olduğu, bu kişinin cennette kavmi için hayıflandığını görmekteyiz.
Kabir hayatının var olduğuna inanan bir kimse için bu ayetler delil işlevi görerek, Bak öldükten sonra cennete gitmiş ve daha hayatta olan kavmi için ah vah ediyor diyebilir. Veya Allah yolunda öldürülenlerin diriler olduğunu beyan eden ayetlerdeki diriliğin, hakiki anlamda bir dirilik olduğunu düşünen bazı kimseler için yine bu ayetler delil işlevi görerek, Bak Allah yolunda ölenler diri olmasa nasıl kavmi ile alakalı olarak konuşabilir şeklinde sözler sarf edebilir.
Fakat Kur'an'daki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zaman ile ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerinden kalkan kimselerin kabirlerinde hiç bir şeyden habersiz olarak çok az bir zaman kaldıklarını beyan edilmiş olması, bu iddiaların çürümesine sebep olacaktır. Ayrıca cennet ve cehenneme gidişin yeniden diriliş sonrası görülecek hesabın sonrasında olacağını beyan eden ayetleri baz aldığımızda, bu kişinin ölümünün hemen ardından cennete gitmiş olması dikkati çekecektir.
Kavmi tarafından öldürülen kişinin, kavmi henüz hayatta iken söylediği sözleri Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeden okumak ve anlamaya çalışmak, görüldüğü üzere bir takım müşkülata yol açacaktır. Öyleyse bu sözleri öyle bir okuyup anlamalıyız ki, Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında herhangi bir çelişkili durum ve müşkülat ortaya çıkmasın.
İlgili ayetlerde ölen kişiye Qıle (denildi) ifadesinin geçmiş zaman sigasında kullanılmış olması, bizlerde cennete girme olayının birebir gerçekleştiği düşüncesi oluşturmamalıdır. Zümer s. 68. ayetinden sonrasını okuyanlar o ayetlerde kıyamet, hesap, cennete ve cehenneme girme olayları ile ilgili anlatımların yine geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. Kur'an'ın yine diğer ayetlerinde henüz vaki olmamış olan sura üfürülme hadisesinin geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir.
Dolayısı ile, Yasin s. 26. ve 27. ayetlerinde ölen kişi için kullanılan geçmiş zaman sigasının, kabir hayatı ile ilgili bir delil olarak sunulması Kur'an bütünlüğüne sunulduğu zaman geri tepecektir, çünkü Kur'an henüz vaki olmamış, yani gelecekte olacak olan bazı olaylar için, vaki olmuş gibi geçmiş zaman sigasını kullanabilmektedir.
Biz bu kişinin sözlerini dikkate alarak, bu sözlerin bize dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceğini düşünerek okuduğumuz zaman, ön yargıları da bir tarafa bırakmış olabileceğiz.
Burada o kişinin cennete girmesine sebep olan amelleri dikkate alarak, bizlerin de cennete nasıl gidebileceğini öğrenmek mümkündür. Kişinin konuşmalarını okuduğumuz zaman, onun gelen elçilere iman ettiğini, Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul ettiğini, kavminin işlediği şirk'i ret eden bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Böyle bir yaşamın ahiret hayatındaki karşılığı ise, herkes için Cennete gir denilmek olup, cennete girebilmek için gerekli olan kriterler, bu kimsenin yaşamı ve sözleri üzerinden bizlere anlatılmaktadır.
Allah'a ve elçilere iman eden bir hayat sürmek demek, sadece belirli ritüelleri günün ve senenin bazı zamanlarında icra etmek olarak görülmemelidir. Ritüellerin icra edildiği vakitlerin dışında da insan hayatını ilgilendiren her konuda tevhit temelli bir hayat sürmenin ahiret karşılığı cennet olduğu gibi, bu hayatın tersinin sürüldüğü bir yaşam ise cehennemdir.
Kur'an bir çok yerde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere bu mesajı vermektedir. Yasin s. 13 ve 29. ayetler arasında da bu mesajı görmekteyiz.
Kıssayı böyle bir perspektiften bakarak okumaya çalıştığımızda, hem ön yargılardan uzak bir okuma yapmış, hem de ön yargılı okumaların sonucu ortaya çıkabilecek çelişkili durumlardan da kurtulmuş olacağız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yasin suresi içinde adı belirtilmeyen bir şehre iki elçi gönderildiği, bu elçilerin üçüncü bir elçi ile daha desteklendiği, bu elçilere iman etmiş olan bir adamın şehrin diğer ucundan koşarak geldiği ve kavmine elçilere iman etmeleri gerektiğini hatırlattığını görmekteyiz. Konu ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir;
[036.020] Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim, elçilere uyun» dedi.
[036.021] «Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[036.022] «Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz.»
[036.023] «Ben, O'nun aşağısından olan ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.»
[036.024] «O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.»
[036.025] «Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.»
[036.026] Ona: «Cennete gir» denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir bilseydi» dedi.
[036.027] «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.»
Kavmine, gelen elçilere iman etmeleri için çağrı yapan kişi, büyük ihtimal kavmi tarafından öldürülür ve konumuzu ilgilendiren taraf ise bu kişinin öldükten sonra söylediği sözlerdir. Yasin s. 26. ve 27. ayetleri okuduğumuz zaman, bu kişinin öldüğü zaman hemen cennete gitmiş olduğu, bu kişinin cennette kavmi için hayıflandığını görmekteyiz.
Kabir hayatının var olduğuna inanan bir kimse için bu ayetler delil işlevi görerek, Bak öldükten sonra cennete gitmiş ve daha hayatta olan kavmi için ah vah ediyor diyebilir. Veya Allah yolunda öldürülenlerin diriler olduğunu beyan eden ayetlerdeki diriliğin, hakiki anlamda bir dirilik olduğunu düşünen bazı kimseler için yine bu ayetler delil işlevi görerek, Bak Allah yolunda ölenler diri olmasa nasıl kavmi ile alakalı olarak konuşabilir şeklinde sözler sarf edebilir.
Fakat Kur'an'daki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zaman ile ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerinden kalkan kimselerin kabirlerinde hiç bir şeyden habersiz olarak çok az bir zaman kaldıklarını beyan edilmiş olması, bu iddiaların çürümesine sebep olacaktır. Ayrıca cennet ve cehenneme gidişin yeniden diriliş sonrası görülecek hesabın sonrasında olacağını beyan eden ayetleri baz aldığımızda, bu kişinin ölümünün hemen ardından cennete gitmiş olması dikkati çekecektir.
Kavmi tarafından öldürülen kişinin, kavmi henüz hayatta iken söylediği sözleri Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeden okumak ve anlamaya çalışmak, görüldüğü üzere bir takım müşkülata yol açacaktır. Öyleyse bu sözleri öyle bir okuyup anlamalıyız ki, Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında herhangi bir çelişkili durum ve müşkülat ortaya çıkmasın.
İlgili ayetlerde ölen kişiye Qıle (denildi) ifadesinin geçmiş zaman sigasında kullanılmış olması, bizlerde cennete girme olayının birebir gerçekleştiği düşüncesi oluşturmamalıdır. Zümer s. 68. ayetinden sonrasını okuyanlar o ayetlerde kıyamet, hesap, cennete ve cehenneme girme olayları ile ilgili anlatımların yine geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. Kur'an'ın yine diğer ayetlerinde henüz vaki olmamış olan sura üfürülme hadisesinin geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir.
Dolayısı ile, Yasin s. 26. ve 27. ayetlerinde ölen kişi için kullanılan geçmiş zaman sigasının, kabir hayatı ile ilgili bir delil olarak sunulması Kur'an bütünlüğüne sunulduğu zaman geri tepecektir, çünkü Kur'an henüz vaki olmamış, yani gelecekte olacak olan bazı olaylar için, vaki olmuş gibi geçmiş zaman sigasını kullanabilmektedir.
Biz bu kişinin sözlerini dikkate alarak, bu sözlerin bize dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceğini düşünerek okuduğumuz zaman, ön yargıları da bir tarafa bırakmış olabileceğiz.
Burada o kişinin cennete girmesine sebep olan amelleri dikkate alarak, bizlerin de cennete nasıl gidebileceğini öğrenmek mümkündür. Kişinin konuşmalarını okuduğumuz zaman, onun gelen elçilere iman ettiğini, Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul ettiğini, kavminin işlediği şirk'i ret eden bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Böyle bir yaşamın ahiret hayatındaki karşılığı ise, herkes için Cennete gir denilmek olup, cennete girebilmek için gerekli olan kriterler, bu kimsenin yaşamı ve sözleri üzerinden bizlere anlatılmaktadır.
Allah'a ve elçilere iman eden bir hayat sürmek demek, sadece belirli ritüelleri günün ve senenin bazı zamanlarında icra etmek olarak görülmemelidir. Ritüellerin icra edildiği vakitlerin dışında da insan hayatını ilgilendiren her konuda tevhit temelli bir hayat sürmenin ahiret karşılığı cennet olduğu gibi, bu hayatın tersinin sürüldüğü bir yaşam ise cehennemdir.
Kur'an bir çok yerde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere bu mesajı vermektedir. Yasin s. 13 ve 29. ayetler arasında da bu mesajı görmekteyiz.
Kıssayı böyle bir perspektiften bakarak okumaya çalıştığımızda, hem ön yargılardan uzak bir okuma yapmış, hem de ön yargılı okumaların sonucu ortaya çıkabilecek çelişkili durumlardan da kurtulmuş olacağız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Temmuz 2017 Cuma
Mehmet Okuyan'ın Yasin s. 6. Ayetinin Meali Hakkındaki İddiasının Kur'an Bütünlüğü Açısından Değerlendirilmesi
Sayın Mehmet Okuyan hoca Yasin s. ile ilgili yapmış olduğu derslerinden birisinde, bu surenin 6. ayetinin, meallerde yanlış olarak çevrildiğini iddia ederek, doğru olduğunu düşündüğü çevirinin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi vermektedir.
[006.156-157] Demeyesiniz ki: Bizden önce kitab, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden hiç haberimiz yok.Yahut: «Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk», demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
[034.044] Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.
[035.042] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.
[037.168-169] Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı;«Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk.»
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri Araplara herhangi bir uyarıcı gelmediğine dair bilgi veren ayetlerdendir. Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerini, Araplara daha önce uyarıcı geldiği şeklinde bir anlam vererek çevirdiğimiz zaman, bu ayetler ile çelişkili bir durum arz edecektir.
[016.043] Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
[021.007] Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
Bu ayetlerde zikir ehline yani daha önce kitap gönderilenlere sorulması istenmesinin sebebi, Arap toplumuna daha önce herhangi bir elçinin gönderilmemiş olmasındandır.
Sayın Okuyan hoca da çok iyi bilmektedir ki, Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, ayetler arasındaki uyumdur. Kur'an bir yerde Ak dediğine, bir başka yerde Kara demeyeceğine göre, böyle bir durum varmış görüntüsü oluşturacak her türlü çeviri, okuyucular arasında kafa karışıklığına neden olacaktır.
Sayın Okuyan hocanın tefsir çalışması içinde olduğunu bilmemiz, yazacağı tefsirde Yasin s. 6. ayetinin çevirisi ve tefsiri ile ilgili yapacağı hatalı çeviri ve yorumlar, haklı olarak itirazlara neden olacaktır. Sayın hocanın bu konuda yaptığı ders içinde kullandığı CİNAYET kelimesi, yakışıksız ve iddialı bir kelime olup, bazı konularda ortaya koyduğu iddiaları mutlak görme açısından yanlış olduğunu burada kendisine hatırlatmak istiyoruz.
Sonuç olarak; Yasin s. 6. ayetinde geçen مَا edatı, olumsuz anlam verilerek çevrildiğinde (aşağı yukarı bütün mealler bu yöndedir), doğru ve Kur'an bütünlüğü ile uyumlu bir anlam yakalanmış olacaktır. Sayın Okuyan hocanın CİNAYET olarak ifade ettiği bu doğru anlamın tersine yapılacak olan مَا edatına ismi mevsul anlamı verilerek yapılan çeviriler ise, Kur'an bütünlüğü ile uyum sağlamayacağı gibi, Kur'an'da çelişki varmış gibi bir durum ortaya çıkaracaktır. Sayın hocanın bu durumu dikkate alması, yazacağı tefsirde itirazlara sebep olacak bir yanlışa düşmesine mani olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yukarıdaki videoda sayın Okuyan hoca, لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ şeklindeki Yasin s. 6. ayetinin "Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu
uyarman için indirilmiştir." şeklinde yapılan çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmektedir. İddiasının gerekçesi ise, ayet içindeki مَا edatının meallerde olumsuz anlam verilerek çevrilmiş olmasıdır. Sayın Okuyan bu edatın olumsuzluk anlamı verilerek yapılan çevirilerinin yanlış, hatta CİNAYET olduğunu iddia ederek, bu edatın ismi mevsul anlamında çevrilmesi gerektiğini, dolayısı ile Yasin s. 6. ayetindeki Ataları uyarılmamış ibaresinin, Ataları da uyarıldığı gibi şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunmaktadır.
İbrahim (a.s) ın Arapların İsmail (a.s) dan atası olduğu iddiasına katılmakla beraber, Yasin s. 6. ayetinin ifade ettiği anlam, Arap kavmine kendi dili ile ilk defa Muhammed (a.s) ın gönderilmiş olduğudur.
Biz sayın Okuyan'ın bu ayet ile ilgili öne sürdüğü düşünceye katılmadığımızı, Yasin s. 6. ayetinin Okuyan hocanın söylediği gibi çevrildiğinde, yapılan bu çevirinin Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında büyük bir sorun meydana geleceğini, hatta hocanın tabiri ile CİNAYET olacağını düşünmekteyiz.
Kur'an içinde Yasin s. 6. ayetinin benzeri olan iki tane daha ayet vardır. Bunlardan birisi Kasas s. 46. ayeti, diğeri ise Secde s. 3. ayetidir. Öncelikle bu ayetlerdeki مَا edatının da Okuyan hocanın iddia ettiği olumsuz anlam verilerek çevrilmesi yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerektiğini hatırlatarak, bu edata ismi mevsul anlamı verildiğinde ortaya çıkabilecek çelişkiyi Kur'an bütünlüğünde göstermeye çalışacağız.
[Kasas s.46] Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin.
Senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir
rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[Secde s.3] Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce
kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir toplumu korkutman için, Rabbin
tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.
Dikkat edilirse her iki ayette de مَا edatı bulunmakta, ve bu edatların her ikisi de olumsuz anlam verilerek çevrilmekte, bu şekilde yapılan çevirilerin ise, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Yasin s. 6. ayetinde bulunan مَا edatı, eğer sayın Okuyan'ın iddia ettiği gibi ismi mevsul anlamı çevrilmesi gerekiyor ise, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde bulunan edatların da aynı şekilde ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerekecektir. مَا edatının ismi mevsul anlamı verilerek yapılan Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetinin çevirilerinin ise şu şekilde olması gerekecektir.
[Kasas s.46] Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[Secde s.3] Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.
Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde geçen مَا edatını olumsuz anlam verilerek çevirmek yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevirdiğimiz zaman, Araplara Muhammed (a.s) dan önce bir uyarıcının gelmiş olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Sayın Okuyan hoca İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında Araplara herhangi bir uyarıcı gelmiş olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu şekilde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğünde sağlamasını yaptığımızda, ortaya çelişkili bir durum çıkmaktadır.
Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde geçen مَا edatını olumsuz anlam verilerek çevirmek yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevirdiğimiz zaman, Araplara Muhammed (a.s) dan önce bir uyarıcının gelmiş olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Sayın Okuyan hoca İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında Araplara herhangi bir uyarıcı gelmiş olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu şekilde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğünde sağlamasını yaptığımızda, ortaya çelişkili bir durum çıkmaktadır.
[006.156-157] Demeyesiniz ki: Bizden önce kitab, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden hiç haberimiz yok.Yahut: «Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk», demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
[034.044] Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.
[035.042] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.
[037.168-169] Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı;«Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk.»
[043.021] Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı
tutunuyorlar?
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri Araplara herhangi bir uyarıcı gelmediğine dair bilgi veren ayetlerdendir. Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerini, Araplara daha önce uyarıcı geldiği şeklinde bir anlam vererek çevirdiğimiz zaman, bu ayetler ile çelişkili bir durum arz edecektir.
[016.043] Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
[021.007] Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
Bu ayetlerde zikir ehline yani daha önce kitap gönderilenlere sorulması istenmesinin sebebi, Arap toplumuna daha önce herhangi bir elçinin gönderilmemiş olmasındandır.
Sayın Okuyan hoca da çok iyi bilmektedir ki, Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, ayetler arasındaki uyumdur. Kur'an bir yerde Ak dediğine, bir başka yerde Kara demeyeceğine göre, böyle bir durum varmış görüntüsü oluşturacak her türlü çeviri, okuyucular arasında kafa karışıklığına neden olacaktır.
Sayın Okuyan hocanın tefsir çalışması içinde olduğunu bilmemiz, yazacağı tefsirde Yasin s. 6. ayetinin çevirisi ve tefsiri ile ilgili yapacağı hatalı çeviri ve yorumlar, haklı olarak itirazlara neden olacaktır. Sayın hocanın bu konuda yaptığı ders içinde kullandığı CİNAYET kelimesi, yakışıksız ve iddialı bir kelime olup, bazı konularda ortaya koyduğu iddiaları mutlak görme açısından yanlış olduğunu burada kendisine hatırlatmak istiyoruz.
Sonuç olarak; Yasin s. 6. ayetinde geçen مَا edatı, olumsuz anlam verilerek çevrildiğinde (aşağı yukarı bütün mealler bu yöndedir), doğru ve Kur'an bütünlüğü ile uyumlu bir anlam yakalanmış olacaktır. Sayın Okuyan hocanın CİNAYET olarak ifade ettiği bu doğru anlamın tersine yapılacak olan مَا edatına ismi mevsul anlamı verilerek yapılan çeviriler ise, Kur'an bütünlüğü ile uyum sağlamayacağı gibi, Kur'an'da çelişki varmış gibi bir durum ortaya çıkaracaktır. Sayın hocanın bu durumu dikkate alması, yazacağı tefsirde itirazlara sebep olacak bir yanlışa düşmesine mani olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)