Cennet , Allah (c.c) nin dünya hayatında iman edip salih amel işleyenlere ahirette vereceğini vaad ettiği bir karşılık olup , cenneti hak etmenin yolunu , kitabında bir çok ayet içinde beyan etmektedir. Gelgelelim kitap harici ortaya atılan bilgiler , cennete gitmenin yolunu Kur'an ın beyan ettiği şartlar haricine bağlayıp , bu şartları yerine getirenlerin cenneti hak edeceğini söyleyerek insanları aldatmaktadırlar. Bu yazımızda her Müslümanın hayali olan cennet'in, bu kadar ucuz olup olmadığını , aramızdaki ihtilaflarda tek hüküm kaynağı olan Kur'ana bakarak okumak istiyoruz.
[002.214] Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına
gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı
onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve
beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki
Allah'ın yardımı yakındır.
Cennet yolunun kimlere ve nasıl açılacağı beyan eden sadece bu ayet olmayıp ,Kur'an geneline yayılmış bir çok ayet , dünya hayatında nasıl bir yaşam karşılığında bu cennetin hak edileceğini beyan etmektedir.
[003.142] Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden
cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
[009.016] Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden
başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden bırakılacağınızı mı
sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
[029.002-3] And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken,
insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah
elbette doğruları bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.
Bu konudaki ayetlerin geneline baktığımızda , cennet halkından olmak için gerekli olan ameller, iman ve salih amel çerçevesinde özetlenen bir hayat sürmekten geçmektedir. Kur'an , iman ve salih amel ile ifade edilen yaşamın nasıl olmasını gerektiğini bir çok yerde beyan etmiş , ayrıca bu yaşamı canlı bir şekilde hayatlarına geçiren elçiler ve onunla birlikte olan iman edenlerin hayatlarını kıssa olarak anlatarak canlı modelleri bizlere sunmuştur.
Ancak delillerini Kur'ana dayamayan kitaplara baktığımızda , iman'ın tarifi sadece "dil ile ikrar kalb ile tasdik" kuralına bağlanarak, amel bu kuralın dışında bırakılmıştır. Cennet ehli olmak için yapılması gerekenler dil ile tekrarlanan kelimelere bağlanmış , ancak bu kelimenin hayat sahasına geçirilmesi için çalışma şartı gibi bir şart, maalesef konulmamıştır.
Kur'anda geçen yaşam örneklerine baktığımız zaman , bütün mücadelenin o kelimeyi hayat sahasına indirmek isteyenler ile , indirmek istemeyenler arasında geçtiğini hatırlayacak olursak , hayatın anlamını Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için yapılan bir mücadele içinde olmak şeklinde olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Bakara s. 214. ayetine baktığımızda , cennet talibi olanların başlarına gelenler hatırlatılarak bu olayları yaşamadığımız müddetçe, bizimde cennete giremeyeceğimiz beyan edilmektedir.
Peki bu ayette anlatılan olaylar iman edenlerin başlarına neden gelmiştir ? , böyle olaylar hepimizin başına gelmek zorunda mı? , böyle şeyler başımıza gelmeden cennete girmek imkanı yokmu dur ?.
Bu soruların cevabının verilebilmesi için , insanın yaratılış gayesini ve bu gayenin yolunu tıkamak isteyen unsurları dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[051.056] Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
Zariyat suresindeki bu ayet, insanın yaratılış gayesini anlatmaktadır. Hayatın, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek isteyenler ile, bu ayet çerçevesinde bir hayat sürmek istemeyenlerin arasında sürüp giden bir mücadeleden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durumun Kur'anda nasıl anlatıldığını görmek için Bakara s. 213. ayetini okumak gerektiğini düşünüyoruz.
[002.213] İnsanlar bir tek ümmet oldu. Bunun üzerine, Allah nebileri müjdeci ve uyarıcı
olarak gönderdi; insanların ayrılığa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm
vermek için onlarla birlikte hak Kitaplar indirdi. Ancak Kitap verilenler,
kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden onda
ayrılığa düştüler. Allah, inananları, ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izni ile
eriştirdi. Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
İnsanlar yaratılış gayelerini unutarak , Allah (c.c) dışında tabi olunacak başka merciler bulmaya çalıştığı zaman, arz üzerinde fesat meydana gelmektedir. Allah (c.c) insanlara yaratılış gayelerini hatırlatmaları için nebiler ve onlarla birlikte kitaplar göndererek , insanların bu kitabın belirlediği kurallara uymalarını istemiştir. Ancak bazı insanlar bu kurallara uymayı red ederek , hayatlarını başkalarının belirlediği kurallara göre yönlendirmek istediklerini beyan ederek, elçi ve kitaplara karşı savaş açmıştır.
İnsanlar, elçiye tabi olanlar ve karşı olanlar olmak üzere 2 guruba ayrıldığında, bu iki gurup arasında çekişmeler kaçınılmaz olarak başlamaktadır. İman ettiğini iddia edenlerin elçi ve kitaplara karşı olanlara nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiği, yaşanmış örneklerle karşımızda durmaktadır.
Bakara s. 213. ayeti mucibince , müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen son nebi Muhammed (a.s) da, kendisinden önceki elçilerin başına gelenlerin bir benzeri ile karşılaşmıştır. Allah (c.c) , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara , kendilerinden önceki elçi ve onlara tabi olan mü'minlerin başlarından geçenleri "Kıssa" şeklinde anlatarak , vahye karşı çıkanlar ile nasıl bir mücadele yolu izleneceğini canlı örnekleri ile anlatmıştır.
Bu mücadeleler anlatılırken , Allah (c.c) elçi ve iman edenlere yardım ettiğini ve böyle bir yardımın kendi üzerine borç olduğunu bildirmektedir.
[012.110] Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana
çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse
kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri
çevrilmez.
[030.047] Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik,
onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara
yardım etmek bize hak olmuştur.
[006.034] Andolsun senden önce de peygamberler yalanlandı; onlara
yardımımız gelinceye kadar yalanlandıkları ve eziyete uğratıldıkları şeye
sabrettiler. Allah'ın sözlerini (va'dlerini) değiştirebilecek yoktur. Andolsun,
gönderilenlerin haberlerinden bir bölümü sana da geldi.
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya
hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.
Allah (c.c) kendisinin elçi ve iman edenlere yardım edeceğine dair olan vaadinin gerçekleşmesini belirli kurallara bağlamış ve bu kurallar dün nasıl işlediyse , bu , yarın ta ki kıyamete kadar hiç değişmeden işleyecektir.
Bakara s. 214. ayetine baktığımızda Allah (c.c) nin yardımının ne zaman geldiği anlatılmaktadır "Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır." cümlesi Allah (c.c) nin yardım yasasının nasıl ve ne zaman işlediğini anlatmaktadır.
Yaşanan hayat içinde , Allah (c.c) nin yasalarının belirleyici olmasını istemeyenler , isteyenlerden sayı ve güç olarak her zaman fazla olmuşlar ve bu güçlerini iman edenleri sindirmek için kullanmışlardır. İman edenler sayı ve güç bakımından az olsalar bile , yılmadan çalışmış gayret etmişler, ve bu gayretlerini güçlerinin son haddine kadar sürdürmüşlerdir. İman edenlerin bu gayretleri Allah (c.c) nin vaadi olan yardım yasalarının işlemesine neden olarak, iman edenler kafirlere galebe çalmışlardır.
Bu örnekleri çok iyi okuyan Muhammed (a.s) ve ona tabi olan ashabı 23 yıl süren mücadele sonunda çıkarıldıkları şehir olan Mekke ye muzaffer olarak geri dönmüşlerdir. Bu geri dönüşe zemin hazırlayan ayetler, Allah (c.c) nin onlardan öncekilere nasıl ve ne zaman ve hangi şartlar altında kaldıklarında yardım vaadinin nasıl işlediğini çok iyi okuyarak içselleştirdikleri ayetlerdir.
Bu ayetleri bugün okuduğumuzda bizlere nasıl bir mesaj vermektedir ?
Hayatın akışı dün nasıl cereyan etmiş ise , bugün de aynen devam etmektedir. Kul olma gereğini Allah (c.c) ye hasretmek isteyenler ile , bu gereği başkalarına hasretmek isteyenler arasındaki mücadele , dün olduğu gibi bu gün , yarın ta ki kıyamete kadar sürecektir.
Bizler eğer kul olma sorumluluğunu, Allah (c.c) nin belirlediği esaslar üzerinden yaşanan bir hayat içinde devam ettirenlerin tarafında olmak istiyorsak ki cennete giden kapının anahtarını böyle bir yoldan gitmek açacaktır , o zaman bu yürüyeceğimiz yolun işaret taşları Kur'an içinde bizleri beklemektedir.
Cennet yolu güllük gülistanlık bir yol değildir. Hele rivayet ve hurafelerle bezenmiş , Kur'an ayetlerinin yer bulmadığı kitaplarda anlatıldığı gibi , günde bilmem kaç defa çekilen tesbih , salavat , nafile namaz gibi mekanik ritüelleri yaparak bol hurili bir cennet, ancak rüyamızda göreceğimiz bir cennet olacaktır.
"İman ve salih amel" çerçevesinde olması gereken bir hayatın sadece "iman" kısmını alarak , bu kısmı da sadece dil ile ikrar düzeyinde bırakan bir yaşam , "salih amel" olarak yapılan kısmı sadece tapınaklarda icra edilen dini bir hayat olarak görmenin bizlere cennet kapısını ne kadar açabileceğini hesap günü göreceğiz.
Bizler , "Allah (c.c) nin yardımı" denildiği zaman , aklımıza ilk gelen şey Bedir harbinde Meleklerin elinde kılıç ile inerek müşrik ordusunu hak ile yeksan ettiği şeklindeki düşüncelerdir. Bu anlayış bizleri, Kur'an ile uzaktan yakından alakası olmayan bir yardım anlayışı içine sokarak , Meleklerin hala inerek bizim yerimize savaşmasını beklemekteyiz.
Allah (c.c) ne Bedir de, ne başka bir savaş meydanında, gökten melekleri indirerek onları savaştırMAmıştır. Bu düşünce, tamamen tefsir kitaplarında Bedir harbi ile ilgili ayetlerin, Sünnetullah yasalarının doğru okunmadan yorumlanması sonucunda yapılan, uydurma yorumlardan başkası değildir. Bu aptalca inancın tezahürü , Çanakkale ve Kıbrıs harbinde de ortaya çıkarak , orada yeşil sarıklı dedelerin veya Meleklerin savaştığına dair masallar hala köy kahvelerinde, veya masallara meraklı tarikat erbabı tarafından anlatılmaktadır.
Elçi kıssalarına baktığımızda , elçi ve iman edenlere olan yardımın, onların güçlerinin son haddine kadar çalışıp gayret etmeleri sonucunda geldiğini görürüz. Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı bu kıssaları sadece sohbet malzemesi yaparak , deniz yarılıp yarılmadı mı ? şeklinde sabahlara kadar süren tartışmalar yaptıklarını söylemek mümkün değildir.
Muhammed (a.s) ve ashabı Musa (a.s) kıssasını, onun Firavun'a karşı nasıl bir mücadele yöntemi izlediğini öğrenerek , aynı yolu izlemek için okumuş ve o mücadele örneği , onlara yol göstermiştir.
Bu gün aynı kitabı okuduğunu iddia edenlerin bir kısmı , Musa (a.s) ın kıssasını masal tadında okuyarak hoşça vakit geçirmek , bir kısmı ise kafasına göre bir sünnetullah tarifi ortaya atarak deniz'in yarılmasını te'vil edebilmek için sabahlamaktadır.
Musa (a.s) kıssasının ,Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunduğunda , bu mücadelenin yıllarca sürdüğünü görürüz . İsrailoğullarının Mısır'ı terketmelerine kadar olan süreç, onların var güçleri ile Firavun ve ordusuna karşı koymaya çalışarak ayakta kaldıklarının bir kanıtıdır. Bu sürecin devamı olan Mısır dan çıkmak için deniz kıyısına varmak, artık yapılacakların son haddine kadar yapıldığı ve insan olarak onların elinden bir şeyin gelemeyeceği bir an dır.
"Nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır."
Bu cümlenin tecelli ediş şekli en açık ve net bir biçimde Musa (a.s) kıssasının , deniz yarılması ile ilgili anlatımlarında görülmektedir. Bizler hala bunların olup olmadığı üzerinde vakit geçire duralım , elin oğlu dünya üzerinde her türlü fesadı yaparak mazlumların ensesinde boza pişirmektedir.
Sonuç olarak ; Cennet , her Müslümanın hayalini kurduğu bir yer olup , bu yerin hak edilmesi belirli şartları yerine getirmeye bağlanmıştır. Hurafelerle doldurulmuş sayfaları halka okuyan vaizlerin ağzına düşen cennet'in yolu onlara göre , belirli sayıda yapılan virdler , ne kadar çok nafile namaz o kadar huri , hatim seansları ile hayata geçirilen bir dini yaşantıdan geçmektedir.
Fakat Allah (c.c) cennete gitmenin yolunu , bu kitaplarda yazanın aksi bir şekilde beyan etmektedir. Hayat içinde tek ilah olarak Allah (c.c) nin kurallarının hakim olması için çalışılan bir hayat, cennetin garantisi olarak bizlere beyan edilmektedir. Bu hayat tarzının kolay olmadığı Kur'anın bir çok ayetine yayılmış olan yaşantı örnekleri ile anlaşılmaktadır.
Allah (c.c) bu zorlukların , kendisi tarafından gelecek olan yardımlarla aşılacağını vaad etmektedir. Ancak bu yardımların nasıl ve ne şekilde yürütülen bir mücadele sonunda geleceği de aynı ayetlerin içinde yer almaktadır. Bizler Müslümanlar olarak , sadece Allah (c.c) nin yardım edeceği vaadinin olduğu ayetleri okuyup , bu yardımın nasıl geleceğini bildiren ayetleri okumadığımız için , "Armut piş ağzıma düş" tarzı bir hayat yaşayarak , bizim yerimize Allah (c.c) nin savaşmasını beklemekteyiz.
Allah (c.c) nin böyle bir yardım sünneti olmadığını hala bir çoklarımız anlamış değildir. Bizler , Bakara s. 213. ayetinin beyanı gereğinde , aramızdaki ihtilafların kitap rehberliğinde çözüleceği bir hayatın ikamesi için çalışmak ve gayret etmek ,bu uğurda can ve malı esirgememek ile mükellef olduğumuzun önce bilincine varmak zorundayız.
Bu bilinç içinde olanlar , kendilerinden önce aynı bilince sahip olanların izledikleri yolu izleyerek , bu yolda önlerine çıkan engelleri aşacaklardır. Bu engelleri aşmak mutlaka kolay olmayacaktır. Allah (c.c) nin iman edip salih amel işleyenlere vaad ettiği nimetler dünya hayatında yattığımız yerden kazanılmadığını bilmek her iman iddiasında olan kişi için bilinmesi gereken en önemli bilgi olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
19 Kasım 2015 Perşembe
16 Kasım 2015 Pazartesi
Bakara s. 125. Ayeti : El Beyt'in (Kabe) İnsanlar İçin Mesabe Kılınması
Allah (c.c) nin bizim için razı olduğu (5.3) , ve ondan başkasının bizden kabul edilmeyeceği (3.85) din'in bir rüknü olan Hac ibadeti , diğer rükünlerin mekanik ve ruhsuz bir hale getirilmesine paralel olarak, aynı şekilde ruhsuz ve mekanik bir hale getirilmiştir. Tevhidi bir yaşamın, sembollerle ile ifadesi olan bu ibadet , amacından uzak bir şekilde ifa edilerek , tamamen ilmihal bilgileri etrafında oluşturulmuş kuralların ifa edilmesi ile "Hacı bey" veya "Hacı abla" lakabını almaya yönelik bir ibadet haline getirilmiştir. Bu yazımızda , Bakara s. 125. ayeti etrafında bu ibadetin nasıl bir maksadı olduğunu okumaya ve anlamaya çalışacağız.
Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz.
"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır
Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).
[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.
Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır.
"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır.
[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16] Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.
İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir.
Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.
Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.
El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ;
Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır.
"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.
Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir.
Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.
El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;
[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.
Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.
Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır.
Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir.
Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir.
Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.
İbrahim'in makamından salatgah edinmek ;
Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım.
"Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.
Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.
İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir.
Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.
Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel haline gelmiştir.
Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ;
Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.
"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.
Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.
"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır.
Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz.
Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir.
[022.027-8] İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.
Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.
Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir.
Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak;
İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir.
Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır.
Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz.
Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.
El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır.
Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir.
Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz.
Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz.
"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır
Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).
[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.
Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır.
"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır.
[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16] Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.
İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir.
Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.
Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.
El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ;
Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır.
"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.
Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir.
Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.
El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;
[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.
Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.
Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır.
Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir.
Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir.
Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.
İbrahim'in makamından salatgah edinmek ;
Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım.
"Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.
Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.
İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir.
Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.
Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel haline gelmiştir.
Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ;
Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.
"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.
Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.
"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır.
Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz.
Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir.
[022.027-8] İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.
Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.
Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir.
Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak;
İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir.
Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır.
Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz.
Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.
El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır.
Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir.
Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz.
Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Kasım 2015 Perşembe
Bakara s. 111-112. Ayetleri : Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir
Allah (c.c) göndermiş olduğu elçi ve kitapları ile bizlere , yaşadığımız dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ise kalıcı olduğunu beyan etmektedir. Ahiret hayatında , "Cennet" ve "Cehennem" olmak üzere iki mekan olduğunu , bu mekanlarda kalacak olanların , buraları yaşadıkları dünya hayatı içinde yapacak olduğu amelleri ile hak edeceklerini bildirmektedir.
Allah (c.c) Kur'anda, cennet veya cehenneme gidecek olanların, bu mekanları hak etmek için, belirli kimliğe sahip olmaları şartını değil , belirli kriterlere göre bir yaşam sürmelerini gerekli kılmış olsa da , her din mensubu cennete kendilerinin gideceklerini iddia ederek , cennetin rezervasyonunu şimdiden yaparak cenneti tekellerine almışlardır.
Bakara s. 111 ve 112. ayetleri bu durumu bizlere anlatan , cennete gitmenin kriteri konusunda bilgi veren ayetlerdendir.
[002.111] Ve dediler ki: Yahudi ve Hristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek. Bu onların kuruntusudur. De ki: Eğer sadıklar dan iseniz delilinizi getirin.
[002.112] Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Ayetlere baktığımızda , Yahudiler kendilerinin , Hıristiyanlar da kendilerinin cennete gideceklerini söylemektedirler , cenneti tekelleştirme furyasına biz müslümanları da katacak olursak , bizlerde cennete sadece bizim gideceğimizi iddia etmekteyiz. Tekelci mantığa sahip olan ,Yahudi ve Hıristiyanların kendi yollarından başka yolun doğru olmadığı iddiaları başka ayetlerde de geçmektedir.
[002.135] «Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız» dediler. «Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız» de.
[004.122-125] İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.O, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve Allah'tan başka da ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulabilir.Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.Ve din itibariyle daha güzel kimdir o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah a teslim etmiş, ve Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah da İbrahim'i bir dost edinmiştir.
Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından dillendirilen , ancak Allah (c.c) tarafından reddedilen tekelci mantığın aynısı bu gün Müslümanlar tarafından dile getirilerek , Müslümanlardan başkasının cennete gidemeyeceği iddia edilmektedir.
Bu yazının konusu Yahudi ve Hıristiyanların da cennete gidebileceği değildir. Yazının konusu belirli bir kimliğe sahip olmak değil , belirli kritere sahip olmak ve bu kriterlerin ne olduğu üzerinedir.
Biz Müslümanlar , Kur'anın reddettiği Yahudi ve Hıristiyan olanların cennete gideceği düşüncesini , aynen devam ettirerek , sadece bizlerin cennete gideceğimiz iddiasını dile getirmekteyiz. Ancak "Müslüman kimliği altında yaşadığımız bu hayat acaba bizi cennete götürmeye yetecek mi ?" sorusunu kendimize sorarak bunun cevabını aramaya çalıştığımız pek söylenemez.
Bu gün "İslam dini"ne mensubiyet adına yaptığımız ameller olan , ve sadece ritüel boyuta indirgenmiş namaz , oruç , hacc gibi ibadetleri ihya etmemiz sonucunda cennete gideceğimiz gibi bir inanç mevcuttur. Bu inanç doğru bir yaklaşım olmayıp , İslam dinini sadece tapınaklarda yaşanan bir din haline , Müslümanları da cami dışında başka dinlere ,yani başka sistemlere tabi olan insanlar haline getirmiştir.
Bu gün insanlara "Din" dediğimiz zaman , bir çoğun aklına , sadece belirli zamanlarda yaşanan ve hayatın bir kısmında hakim olan kurallar akla gelmektedir. Din kavramının hayatın her zamanı ve anına dair söyleyecek sözü olduğu , bir çok kişi tarafından bilinmemekte , veya bilinse dahi bu kuralların artık uygulanamaz olduğu düşüncesidir. Aynı insanlar hayatlarında uyguladıkları veya tabi oldukları kuralların, İslam harici bir din'in kuralları olduğunu maalesef bilmemektedirler.
Cennete nasıl gidilir ve oraya kimler gider?.
Allah (c.c) ayetlerinde , iman edip salih amel işlemek ve Muhsinlerden olmak neticesinde cennete gidileceğini beyan etmektedir, peki bu şartların içi nasıl doldurulur ?. Muhammed (a.s) ve arkadaşları tarafından yaşanan din iman sadece dil ile söylenen bir söz değil , hayat içinde yaşanan bir olgudur , zaman içerisinde iman kavramı etrafında gelişen farklı mülahazalar Kur'anın perspektifinden bakılmaması sonucunda bazılarını memnun etmek için eğilip bükülen bir kavram haline getirilmiştir . Müslümanlar olarak yaptığımız en büyük hata , "İman" kavramının tarifini amele dökmemek sureti ile onu sadece dilde söylenen bir söz haline sokmak olmuştur.
Klasik İslam düşüncesinde iman'ın tarifi , "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde olup , yüzyıllardır bitmek tükenmez tartışmalardan bir tanesi, "Amel imandan bir cüz müdür değil midir?" tartışmalarıdır. "Ehli sünnet velcemaat" akidesine göre ,ameller imandan bir cüz değildir , eğer ameli imanın bir cüzü sayarsak herkes kafir olur korkusu ile iman sadece dile tahsis edilmiş bu iman'ın ispatı olması gereken amelsiz bir iman, cennetin garantisi !! sayılmıştır.
Hayat sahasından çıkarılmış , ve sadece söze indirgenerek , cennetin garantilendiği bir din söylemi ve tatbiki içine giren biz Müslümanların artık dünyaya söyleyecekleri bir şeyleri kalmamıştır. Bu durum maalesef başta bir Müslümanları ve diğer insanları temeli zulme dayanan beşeri dinlere mahkum etmiştir.
"Salih amel"siz iman sahiplerinin cennete gitme şansları ne kadarsa , "İman"sız salih amel sahiplerinin cennete gitme şansları aynıdır.
Geçmişten gelen , amel imandan bir cüzmü dür değilmi dir ? tartışmalarının temelinde yatan sebeb , Allah (c.c) nin dininin tüm kuralları ile yaşam alanına sokulmak istenilmeyişidir. Amelin imandan bir cüz olmadığı düşüncesi akide olarak dine sokulduğunda , insanlar Allah (c.c) nin dinini hayata pratize etmek gibi bir mecburiyetten kurtulmuş olacaklar , neticede kafalarına göre takılmanın önü açılmış olacaktır. Bu tarif ile, hayata pratize etmek amacı ile indirilmiş olan İslam yaşanan bir hayat içinden çıkarılmış , ortaya çıkan boşluk ise başka sistemler tarafından doldurulmuştur.
Amelsiz iman'ın ne işe yaradığı, bu gün dünya üzerindeki müslümanların durumuna bakıldığında , imansız amel'in ne işe yaradığı ise bu gün dünya üzerinde yaşayan gayri müslimlere baktığımızda daha kolay anlaşılmaktadır.
Bu gün dünya üzerinde yaşayan Müslümanların büyük bir kesiminin "Din" olarak bildikleri en önemli etkinliklerden bir tanesi, bu dinin kutsal kitabı olan Kur'anı okumaktır. Kur'an sadece sevab kazanmak , hastaları iyileştirmek , kızına koca , oğluna eş , işlerin açılması v.s gibi şeylere faydası olan bir kitap haline getirilmiştir.
Biz Müslümanların, kitabımızı bu hale getirmiş olmamız , yaşadığımız dünya hayatı içerisinde bizlerin büyük bir zillet ve meskenet damgası yememize sebep olmuş ve bu damga halen üzerimizdedir. Biz Müslümanların yaptıkları en önemli hatalardan birisi de , "Ayet okumak" denilince sadece Kur'an içindeki ayetlerin okunacağı zannı ile yaşanan bir dini hayatın akla getirilmesidir.
Bizim dışımızdaki insanlar , özellikle Avrupa ve Amerika , Japonya gibi ülkelerde yaşayan insanlar ise, "Ayet okumak" denilince Kur'an dışında olan , "Kainat ayetleri" denilen ayetleri okuyarak büyük bir maddi güce ulaşmışlardır. Kısacası Müslümanlar kitabın bir kısmına , Müslüman olmayanlar ise kitabın diğer bir kısmına iman etmektedirler.
Her iki kesimde ortaya çıkan en büyük eksiklik, "Kitap" kavramı içine giren ayetlerin bütününü okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. Kitap ve kainat içindeki ayetlerin birbirinden ayrılarak okunması sonucunda ortaya çıkan durum , içinde yaşadığımız dünyanın kan ve gözyaşı seli içinde boğulmasına sebep olmaktadır.
Cennete gidebilmek için "Kitab" ın tamamı okunmalıdır. Yani , kevni ayetleri sadece bir kesim , kitabi ayetleri sadece bir kesim okumamalıdır. Kevni ayetlerin okunması sonucu batılılar tarafından elde edilen güç servet doğru kullanılmayarak , emperyalist amaçlar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum ise,"kevni ayetleri okuma klavuzu" diyebileceğimiz Kur'anın, batılı emperyalistler tarafından okunmayarak bir nevi canavara dönüşmelerini beraberinde getirmiştir.
Biz Müslümanların Kur'an okuması şu misale benzemektedir ; Herhangi bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı televizyon v.s gibi eşyanın içinde bulunan kullanma klavuzunu sadece okumak sureti ile o eşyanın çalışmasını beklemektir. Halbuki o eşyanın içine kullanma klavuzunun konulma sebebi , o klavuzdaki talimatları okuyarak eşyanın doğru çalışmasını sağlayacak kurulumu yapmaktır.
Müslüman olmayanların ise kevni ayetleri okuması şu misale benzemektedir ; Yapmış oldukları herhangi bir teknoloji ürünü aletin nasıl kullanılması gerektiğine dair olan bilgileri göz ardı ederek , "biz yaptık istediğimiz gibi kullanırız" mantığını güttükleri için yaptıkları teknoloji onların ellerinde bir zulüm aracı haline gelmiştir.
Halbuki Müslümanların yapması gereken şey , Kur'an ile birlikte kevni ayetleri de okumaya çalışmak , Müslüman olmayanların ise , kevni ayetler ile elde edilmiş olan teknolojinin nasıl kullanılması gerektiğini, kitabi ayetlerden öğrenmek olmalıdır.
Batılı emperyalistler tarafından kevni ayetlerin okunması sonucunda elde edilen silahlar başlarından boca edilirken , biz Müslümanların yaptığı şey sadece bu durumun sona ermesi için beddua seansları düzenlemek ve gökten melek inmesini beklemektir. Halbuki Allah (c.c) şu anda gökten melekleri bizler için değil , hak ettikleri için batılı emperyalistler için indirmektedir.
Bizlerin Yahudi ve Hıristiyanlara öykünerek , kendimizi "Seçilmiş kullar" olarak görmemiz , bizi sadece bir aldanma içerisine sokmuş, zillet ve meskenet damgası boynumuzda hala asılı olarak dünya hayatımızı sürdürmekte ve cennette kaç tane huri alacağımızı okuyacağımız salavat adedine bağlayarak avunmaktayız.
Bizler insanları cennet veya cehenneme gönderme memurumu yuz?.
Allah (c.c) cennete gitmek için yapılacak amellerin "Mü'min" olarak yapılma şartını koşmaktadır. Günümüzde bir çok kişi misal olarak, Edison adlı kişinin insanlığa karşı yapmış olduğu faydalı çalışmalardan dolayı, onun cehenneme gitmesinin haksızlık olacağını söyleyerek onun yerinin cennet olması gerektiğini söylemektedir.
Şurasını asla unutmamalıyız ; Bizler kimsenin cennet veya cehenneme gideceğini söylemek gibi bir hak ve yetkiye sahip değiliz, Allah (c.c) nin konudaki adaletinden asla şüphemiz yoktur. Allah (c.c) bir kişiyi cennet veya cehenneme soktuğu zaman , o kişinin orayı hak edip etmediği konusunda ona karşı bir itirazda bulunmak gibi bir hakkımız yoktur ,çünkü kişi girmiş olduğu cennet veya cehennemi, yaşadığı hayat ile hak etmiş ve bu konuda ona en küçük bir haksızlık yapılmamıştır.
Allah (c.c) cennete gitme kriterlerini belirli kimselere göre değil , kişilerin o koyduğu kriterleri yerine getirip getirmediğine bakarak belirler. Allah (c.c) cennete gitmenin en başka gelen şartını kendisinin tek ilah olarak bilinmesine ve ona göre yapılan düzenlemeleri hayata aktarılmasına bağlamıştır.
Tevhid biz Müslümanların yaşantısının neresinde ?.
Müslümanlar olarak "Şirk" diye bildiğimiz durumu , sadece Mekke de Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet put ile sınırlandırarak, onların kırılması sonucunda artık şirk diye bir durumun bizlerin hayatında yeri olmadığını , şirk denilen şeyin sadece tahtadan taştan putlara tapmak olduğunu , hayatımızda bir kere olsun "La ilahe illallah" dediğimiz zaman cennetin garanti olduğu gibi temeller üzerine bir din bina ederek , ahirette de zaten hazır olan şefaatçilerimiz !! sayesinde , dünyada günah işlesek bile bunların affettirileceği inancı içinde yarınımızdan emin bir hayat sürmekteyiz.
Bu inanç ve düşünce ne kadar doğrudur ?.
Hayatlarının sadece bir kısmını din olarak bildiğimiz kurallara hasreden bizler, hayatımızın bütün kısmında din kurallarının geçerli olması gerektiği bilincinden uzak bir yaşam sürmekteyiz. "Din" denilince artık çağa söyleyeceği bir şeyi kalmamış kurallar bütünü akla gelerek , çağın gereklerine uygun kurallar, yani dinler ihdas edilmesi gerektiği inancı bizlerin zihinlerinde yer etmiştir.
Ancak dünyada yaşanan kaosun nedeni , insan eli ile hayata geçirilmek istenilen beşeri ideolojiler yani dinler olup, beşeri dinlerin insana vereceği herhangi bir şeyin olmadığı yakınen anlaşılmış ancak bu duruma alternatif olacak İslami bir söylem maalesef geliştirilememektedir. İslam adına konuştuğunu iddia edenlerin büyük bir kısmı, yaşanan hayatın gerçeklerinden uzak bir din söylemi içinde oldukları için söylediklerinin bir çoğu kabul görmemektedir.
Nasıl bir İslam söylemi insanları celbedebilir ?.
Bu sorunun cevabı , "insanları celbetmek için İslam'ın kuralları konusunda indirime gitmek , söylemi yumuşatmak adına bazı şeyleri güzel göstermek gibi ameliyeler içinde olmak" değildir.
Bu gün İslam'ın anahtar kavramları olan , Tevhid , Şirk , Tağut gibi kavramlar özellikle bir takım tekfirci gurupların söylemi olduğu için , bir çoklarımız bu kelimeleri duyduğu anda ürpermektedir. Halbuki bu kavramların içerdiği anlamları öteleyerek sürülen bir hayat'ın bedeli, dünya ve ahirette hüsrana uğramak olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu kavramların ifade ettiği anlamlar, insan hayatının en önemli kavramları olmasına rağmen , bazılarının elinde bazılarını tekfir etmek için kullanılan bir silah haline gelmiştir. İslam'ın hakimiyeti denildiği zaman , bir çoğumuzun zihninde beliren imaj , sakalın kesilmediği , kadınların ikinci plana itildiği , bazı suçlara verilen cezaların Kur'ana aykırı olduğu (recm cezası gibi) bir yönetim olup böyle bir yönetim altında kendisini Müslüman olduğunu iddia edenler bile haklı olarak yaşamak istememektedirler.
"İslam düşüncesi" altında yaşanan çağın okunarak , yapılan yanlışlıklar doğru bir dil ile anlatılmadığı müddetçe , insanların bir çoğu İslam adlı dinden kaçarak başka dinlerin kucağında yer arayacaklardır. Başka dinlerden kastımız elbette , Yahudilik , Hıristiyanlık , Budizm v.s gibi dinler değildir. "Din" kavramını kısaca , "kişinin yaşamını belirleyen kurallar" olarak tarif ettiğimizde , hiç bir kişinin böyle bir kuraldan beri bir hayat süremeyeceğine göre , kimsenin dinsiz bir hayat sürmesi mümkün değildir. Kişilerin hayatında İslam adlı din olmaz ise , mutlaka başka isimlerle anılan dinler hakim olacaktır.
Bu konuda en büyük sorun, Kur'an dilinin yaşayan insanlara olan hitabının anlatılmasında yaşanmaktadır. Örneğin , "Salat" kavramının sadece namaza indirgenmiş olması kişileri "Kıl beşi bitir işi" modunda bir hayata yöneltmiş , salat sadece namaz olmuş bu namaz ise sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş sportif bir faaliyet haline dönüştürülmüştür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , müslümanların yaşantısı ile örnek olamamaları neticesinde yaşadıkları hayatın İslam olduğunu zannedenler , "İslam buysa ben gavur kalmayı tercih ederim" demektedirler.
Müslümanlar olarak eksik kaldığımız taraflardan bir tanesi , İslam'ın tüm kuralları ile hakim olacağı "İslam devleti" kavramının içini doldurmaktaki olan sıkıntılarımızdır. Fıkıh , içtihad , mezhep gibi kavramlar üzerinden yapılan kişisel çıkarımların dinleştirildiği bir islam düşüncesine sahip olmamız ve bu kavramlar üzerinden güncel bir söylem geliştirilememesi, bizleri bu konularda yaşanan çağa dair islamın bir söylemi olmadığı düşüncesine götürmektedir.
İslam'ın diğer sistemlere karşı bir alternatif oluşturması için , onun her zaman ve zemine dair söylemi olduğunu bilmek ve bu söylemi, Kur'anı merkeze alarak oluşturmak gerekmektedir. Aksi takdirde Kur'an bizlerin elinde sadece birbirimizi tekfir etmeye yarayan bir obje haline dönüşecektir. Bu gün bir çok müslüman entellektüelin bu konuda artık pes ederek , içinde yaşadığımız sistemi içselleştirmiş olması bu sıkıntıların sonucudur. Birçok müslüman entelektüel , Tağut , Tevhid , Şirk gibi kavramları duyduklarında , "Siz hala oralardamısınız" diyerek bıyık altından gülmektedirler (bir çoğunun sakalı ve bıyığı keserek imaj değiştirdiğini hatırlatalım).
Son zamanlarda ortaya atılan "Ilımlı İslam" projelerinin hayata geçirilmeye başlanması sayesinde, İslam dininin çehresi değiştirilmiş , ve bu din şirk'e bile müsamaha gösteren "Vur ensesine al lokmasını" türünden bir Müslüman tipini tavsiye eden bir inanç haline getirilmiştir. İslam'ın sadece gönüllerde ve kalplerde yaşanan mistik bir inanç haline getirilmesi, en çok kendi sistemlerini dünyaya hakim kılmak isteyen emperyalistlerin işine yaramaktadır.
Kimseye ses etmeyen , gelene ağam gidene paşam diyen bir Müslüman tipinin kimseye zararı olmayıp, böyle bir Müslüman tipinin bütün dünyada yaygınlaşması kimseyi rahatsız etmeyecek hatta memnun edecektir.
Sonuç olarak ; Cennet hayali, ahirete inanan tüm insanlar için güzel bir hayal olup , bu hayalin gerçekleşmesinin şartlarını, Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir. Ahirette cenneti hak etmek için , dünyayı cehenneme çeviren düşünceleri reddeden bir hayatın yaşanması başta gelen şart olarak görülmektedir. İman ve Salih amel birlikteliği içinde ,ve Muhsinlerden olarak yaşanması gereken bir hayatın karşılığı, sadece ritüel boyuta indirgenmiş bir dini yaşam değildir. Hayatın her alanına dair sözü olan bir inancın müntesibi olduğumuzun önce bizler tarafında idrak edilmesi , sonra diğer insanları doğru bir dil ile anlatılması gerekmektedir.
Bunun sağlanması için , Kur'anın mistik duygulara hitap eden bir kitap değil , insanın yaşadığı hayatta karşısına çıkan her şeye dair sözü olan bir kitap olduğunu bilinci içinde önce biz Müslümanların olması gereklidir. Kur'anın her çağa olan hitabı derken , ayakkabının nasıl bağlanması gerektiğini dahi yazması gereken bir kitap akla getirilmemelidir. Özellikle son yıllarda çıkan Kur'an merkezli düşüncenin açmazlarından birisi böyle bir düşünce olup , aradıkları bazı şeylerin kitapta olmadığını gören bir kısım insan, artık bu kitabı red etmektedirler.
Bu insanların en büyük yanlışı, okudukları kitabın ayetlerinin ana yolun işaretlerini beyan ettiği , yan yollarda çıkan durumlara yani o konuda Kur'an içinde net bilgi bulunmamasına karşı insanlar tarafından, ana yolun işaretlerin beyan eden ayetleri örnek alarak yaşanan günün sorunlarına çözüm üretilebilir , bu çözüm çalışmalarının lüteratürdeki ismi "İçtihad" dır. İçtihad yolu ile diri ve canlı tutulan bir kitabın çağrısı , her zaman içinde yaşayan insanlar tarafından anlaşılarak , yaşanan zamana dair olan mesajlar daha kolay anlaşılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) Kur'anda, cennet veya cehenneme gidecek olanların, bu mekanları hak etmek için, belirli kimliğe sahip olmaları şartını değil , belirli kriterlere göre bir yaşam sürmelerini gerekli kılmış olsa da , her din mensubu cennete kendilerinin gideceklerini iddia ederek , cennetin rezervasyonunu şimdiden yaparak cenneti tekellerine almışlardır.
Bakara s. 111 ve 112. ayetleri bu durumu bizlere anlatan , cennete gitmenin kriteri konusunda bilgi veren ayetlerdendir.
[002.111] Ve dediler ki: Yahudi ve Hristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek. Bu onların kuruntusudur. De ki: Eğer sadıklar dan iseniz delilinizi getirin.
[002.112] Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Ayetlere baktığımızda , Yahudiler kendilerinin , Hıristiyanlar da kendilerinin cennete gideceklerini söylemektedirler , cenneti tekelleştirme furyasına biz müslümanları da katacak olursak , bizlerde cennete sadece bizim gideceğimizi iddia etmekteyiz. Tekelci mantığa sahip olan ,Yahudi ve Hıristiyanların kendi yollarından başka yolun doğru olmadığı iddiaları başka ayetlerde de geçmektedir.
[002.135] «Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız» dediler. «Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız» de.
[004.122-125] İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.O, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve Allah'tan başka da ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulabilir.Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.Ve din itibariyle daha güzel kimdir o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah a teslim etmiş, ve Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah da İbrahim'i bir dost edinmiştir.
Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından dillendirilen , ancak Allah (c.c) tarafından reddedilen tekelci mantığın aynısı bu gün Müslümanlar tarafından dile getirilerek , Müslümanlardan başkasının cennete gidemeyeceği iddia edilmektedir.
Bu yazının konusu Yahudi ve Hıristiyanların da cennete gidebileceği değildir. Yazının konusu belirli bir kimliğe sahip olmak değil , belirli kritere sahip olmak ve bu kriterlerin ne olduğu üzerinedir.
Biz Müslümanlar , Kur'anın reddettiği Yahudi ve Hıristiyan olanların cennete gideceği düşüncesini , aynen devam ettirerek , sadece bizlerin cennete gideceğimiz iddiasını dile getirmekteyiz. Ancak "Müslüman kimliği altında yaşadığımız bu hayat acaba bizi cennete götürmeye yetecek mi ?" sorusunu kendimize sorarak bunun cevabını aramaya çalıştığımız pek söylenemez.
Bu gün "İslam dini"ne mensubiyet adına yaptığımız ameller olan , ve sadece ritüel boyuta indirgenmiş namaz , oruç , hacc gibi ibadetleri ihya etmemiz sonucunda cennete gideceğimiz gibi bir inanç mevcuttur. Bu inanç doğru bir yaklaşım olmayıp , İslam dinini sadece tapınaklarda yaşanan bir din haline , Müslümanları da cami dışında başka dinlere ,yani başka sistemlere tabi olan insanlar haline getirmiştir.
Bu gün insanlara "Din" dediğimiz zaman , bir çoğun aklına , sadece belirli zamanlarda yaşanan ve hayatın bir kısmında hakim olan kurallar akla gelmektedir. Din kavramının hayatın her zamanı ve anına dair söyleyecek sözü olduğu , bir çok kişi tarafından bilinmemekte , veya bilinse dahi bu kuralların artık uygulanamaz olduğu düşüncesidir. Aynı insanlar hayatlarında uyguladıkları veya tabi oldukları kuralların, İslam harici bir din'in kuralları olduğunu maalesef bilmemektedirler.
Cennete nasıl gidilir ve oraya kimler gider?.
Allah (c.c) ayetlerinde , iman edip salih amel işlemek ve Muhsinlerden olmak neticesinde cennete gidileceğini beyan etmektedir, peki bu şartların içi nasıl doldurulur ?. Muhammed (a.s) ve arkadaşları tarafından yaşanan din iman sadece dil ile söylenen bir söz değil , hayat içinde yaşanan bir olgudur , zaman içerisinde iman kavramı etrafında gelişen farklı mülahazalar Kur'anın perspektifinden bakılmaması sonucunda bazılarını memnun etmek için eğilip bükülen bir kavram haline getirilmiştir . Müslümanlar olarak yaptığımız en büyük hata , "İman" kavramının tarifini amele dökmemek sureti ile onu sadece dilde söylenen bir söz haline sokmak olmuştur.
Klasik İslam düşüncesinde iman'ın tarifi , "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde olup , yüzyıllardır bitmek tükenmez tartışmalardan bir tanesi, "Amel imandan bir cüz müdür değil midir?" tartışmalarıdır. "Ehli sünnet velcemaat" akidesine göre ,ameller imandan bir cüz değildir , eğer ameli imanın bir cüzü sayarsak herkes kafir olur korkusu ile iman sadece dile tahsis edilmiş bu iman'ın ispatı olması gereken amelsiz bir iman, cennetin garantisi !! sayılmıştır.
Hayat sahasından çıkarılmış , ve sadece söze indirgenerek , cennetin garantilendiği bir din söylemi ve tatbiki içine giren biz Müslümanların artık dünyaya söyleyecekleri bir şeyleri kalmamıştır. Bu durum maalesef başta bir Müslümanları ve diğer insanları temeli zulme dayanan beşeri dinlere mahkum etmiştir.
"Salih amel"siz iman sahiplerinin cennete gitme şansları ne kadarsa , "İman"sız salih amel sahiplerinin cennete gitme şansları aynıdır.
Geçmişten gelen , amel imandan bir cüzmü dür değilmi dir ? tartışmalarının temelinde yatan sebeb , Allah (c.c) nin dininin tüm kuralları ile yaşam alanına sokulmak istenilmeyişidir. Amelin imandan bir cüz olmadığı düşüncesi akide olarak dine sokulduğunda , insanlar Allah (c.c) nin dinini hayata pratize etmek gibi bir mecburiyetten kurtulmuş olacaklar , neticede kafalarına göre takılmanın önü açılmış olacaktır. Bu tarif ile, hayata pratize etmek amacı ile indirilmiş olan İslam yaşanan bir hayat içinden çıkarılmış , ortaya çıkan boşluk ise başka sistemler tarafından doldurulmuştur.
Amelsiz iman'ın ne işe yaradığı, bu gün dünya üzerindeki müslümanların durumuna bakıldığında , imansız amel'in ne işe yaradığı ise bu gün dünya üzerinde yaşayan gayri müslimlere baktığımızda daha kolay anlaşılmaktadır.
Bu gün dünya üzerinde yaşayan Müslümanların büyük bir kesiminin "Din" olarak bildikleri en önemli etkinliklerden bir tanesi, bu dinin kutsal kitabı olan Kur'anı okumaktır. Kur'an sadece sevab kazanmak , hastaları iyileştirmek , kızına koca , oğluna eş , işlerin açılması v.s gibi şeylere faydası olan bir kitap haline getirilmiştir.
Biz Müslümanların, kitabımızı bu hale getirmiş olmamız , yaşadığımız dünya hayatı içerisinde bizlerin büyük bir zillet ve meskenet damgası yememize sebep olmuş ve bu damga halen üzerimizdedir. Biz Müslümanların yaptıkları en önemli hatalardan birisi de , "Ayet okumak" denilince sadece Kur'an içindeki ayetlerin okunacağı zannı ile yaşanan bir dini hayatın akla getirilmesidir.
Bizim dışımızdaki insanlar , özellikle Avrupa ve Amerika , Japonya gibi ülkelerde yaşayan insanlar ise, "Ayet okumak" denilince Kur'an dışında olan , "Kainat ayetleri" denilen ayetleri okuyarak büyük bir maddi güce ulaşmışlardır. Kısacası Müslümanlar kitabın bir kısmına , Müslüman olmayanlar ise kitabın diğer bir kısmına iman etmektedirler.
Her iki kesimde ortaya çıkan en büyük eksiklik, "Kitap" kavramı içine giren ayetlerin bütününü okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. Kitap ve kainat içindeki ayetlerin birbirinden ayrılarak okunması sonucunda ortaya çıkan durum , içinde yaşadığımız dünyanın kan ve gözyaşı seli içinde boğulmasına sebep olmaktadır.
Cennete gidebilmek için "Kitab" ın tamamı okunmalıdır. Yani , kevni ayetleri sadece bir kesim , kitabi ayetleri sadece bir kesim okumamalıdır. Kevni ayetlerin okunması sonucu batılılar tarafından elde edilen güç servet doğru kullanılmayarak , emperyalist amaçlar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum ise,"kevni ayetleri okuma klavuzu" diyebileceğimiz Kur'anın, batılı emperyalistler tarafından okunmayarak bir nevi canavara dönüşmelerini beraberinde getirmiştir.
Biz Müslümanların Kur'an okuması şu misale benzemektedir ; Herhangi bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı televizyon v.s gibi eşyanın içinde bulunan kullanma klavuzunu sadece okumak sureti ile o eşyanın çalışmasını beklemektir. Halbuki o eşyanın içine kullanma klavuzunun konulma sebebi , o klavuzdaki talimatları okuyarak eşyanın doğru çalışmasını sağlayacak kurulumu yapmaktır.
Müslüman olmayanların ise kevni ayetleri okuması şu misale benzemektedir ; Yapmış oldukları herhangi bir teknoloji ürünü aletin nasıl kullanılması gerektiğine dair olan bilgileri göz ardı ederek , "biz yaptık istediğimiz gibi kullanırız" mantığını güttükleri için yaptıkları teknoloji onların ellerinde bir zulüm aracı haline gelmiştir.
Halbuki Müslümanların yapması gereken şey , Kur'an ile birlikte kevni ayetleri de okumaya çalışmak , Müslüman olmayanların ise , kevni ayetler ile elde edilmiş olan teknolojinin nasıl kullanılması gerektiğini, kitabi ayetlerden öğrenmek olmalıdır.
Batılı emperyalistler tarafından kevni ayetlerin okunması sonucunda elde edilen silahlar başlarından boca edilirken , biz Müslümanların yaptığı şey sadece bu durumun sona ermesi için beddua seansları düzenlemek ve gökten melek inmesini beklemektir. Halbuki Allah (c.c) şu anda gökten melekleri bizler için değil , hak ettikleri için batılı emperyalistler için indirmektedir.
Bizlerin Yahudi ve Hıristiyanlara öykünerek , kendimizi "Seçilmiş kullar" olarak görmemiz , bizi sadece bir aldanma içerisine sokmuş, zillet ve meskenet damgası boynumuzda hala asılı olarak dünya hayatımızı sürdürmekte ve cennette kaç tane huri alacağımızı okuyacağımız salavat adedine bağlayarak avunmaktayız.
Bizler insanları cennet veya cehenneme gönderme memurumu yuz?.
Allah (c.c) cennete gitmek için yapılacak amellerin "Mü'min" olarak yapılma şartını koşmaktadır. Günümüzde bir çok kişi misal olarak, Edison adlı kişinin insanlığa karşı yapmış olduğu faydalı çalışmalardan dolayı, onun cehenneme gitmesinin haksızlık olacağını söyleyerek onun yerinin cennet olması gerektiğini söylemektedir.
Şurasını asla unutmamalıyız ; Bizler kimsenin cennet veya cehenneme gideceğini söylemek gibi bir hak ve yetkiye sahip değiliz, Allah (c.c) nin konudaki adaletinden asla şüphemiz yoktur. Allah (c.c) bir kişiyi cennet veya cehenneme soktuğu zaman , o kişinin orayı hak edip etmediği konusunda ona karşı bir itirazda bulunmak gibi bir hakkımız yoktur ,çünkü kişi girmiş olduğu cennet veya cehennemi, yaşadığı hayat ile hak etmiş ve bu konuda ona en küçük bir haksızlık yapılmamıştır.
Allah (c.c) cennete gitme kriterlerini belirli kimselere göre değil , kişilerin o koyduğu kriterleri yerine getirip getirmediğine bakarak belirler. Allah (c.c) cennete gitmenin en başka gelen şartını kendisinin tek ilah olarak bilinmesine ve ona göre yapılan düzenlemeleri hayata aktarılmasına bağlamıştır.
Tevhid biz Müslümanların yaşantısının neresinde ?.
Müslümanlar olarak "Şirk" diye bildiğimiz durumu , sadece Mekke de Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet put ile sınırlandırarak, onların kırılması sonucunda artık şirk diye bir durumun bizlerin hayatında yeri olmadığını , şirk denilen şeyin sadece tahtadan taştan putlara tapmak olduğunu , hayatımızda bir kere olsun "La ilahe illallah" dediğimiz zaman cennetin garanti olduğu gibi temeller üzerine bir din bina ederek , ahirette de zaten hazır olan şefaatçilerimiz !! sayesinde , dünyada günah işlesek bile bunların affettirileceği inancı içinde yarınımızdan emin bir hayat sürmekteyiz.
Bu inanç ve düşünce ne kadar doğrudur ?.
Hayatlarının sadece bir kısmını din olarak bildiğimiz kurallara hasreden bizler, hayatımızın bütün kısmında din kurallarının geçerli olması gerektiği bilincinden uzak bir yaşam sürmekteyiz. "Din" denilince artık çağa söyleyeceği bir şeyi kalmamış kurallar bütünü akla gelerek , çağın gereklerine uygun kurallar, yani dinler ihdas edilmesi gerektiği inancı bizlerin zihinlerinde yer etmiştir.
Ancak dünyada yaşanan kaosun nedeni , insan eli ile hayata geçirilmek istenilen beşeri ideolojiler yani dinler olup, beşeri dinlerin insana vereceği herhangi bir şeyin olmadığı yakınen anlaşılmış ancak bu duruma alternatif olacak İslami bir söylem maalesef geliştirilememektedir. İslam adına konuştuğunu iddia edenlerin büyük bir kısmı, yaşanan hayatın gerçeklerinden uzak bir din söylemi içinde oldukları için söylediklerinin bir çoğu kabul görmemektedir.
Nasıl bir İslam söylemi insanları celbedebilir ?.
Bu sorunun cevabı , "insanları celbetmek için İslam'ın kuralları konusunda indirime gitmek , söylemi yumuşatmak adına bazı şeyleri güzel göstermek gibi ameliyeler içinde olmak" değildir.
Bu gün İslam'ın anahtar kavramları olan , Tevhid , Şirk , Tağut gibi kavramlar özellikle bir takım tekfirci gurupların söylemi olduğu için , bir çoklarımız bu kelimeleri duyduğu anda ürpermektedir. Halbuki bu kavramların içerdiği anlamları öteleyerek sürülen bir hayat'ın bedeli, dünya ve ahirette hüsrana uğramak olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu kavramların ifade ettiği anlamlar, insan hayatının en önemli kavramları olmasına rağmen , bazılarının elinde bazılarını tekfir etmek için kullanılan bir silah haline gelmiştir. İslam'ın hakimiyeti denildiği zaman , bir çoğumuzun zihninde beliren imaj , sakalın kesilmediği , kadınların ikinci plana itildiği , bazı suçlara verilen cezaların Kur'ana aykırı olduğu (recm cezası gibi) bir yönetim olup böyle bir yönetim altında kendisini Müslüman olduğunu iddia edenler bile haklı olarak yaşamak istememektedirler.
"İslam düşüncesi" altında yaşanan çağın okunarak , yapılan yanlışlıklar doğru bir dil ile anlatılmadığı müddetçe , insanların bir çoğu İslam adlı dinden kaçarak başka dinlerin kucağında yer arayacaklardır. Başka dinlerden kastımız elbette , Yahudilik , Hıristiyanlık , Budizm v.s gibi dinler değildir. "Din" kavramını kısaca , "kişinin yaşamını belirleyen kurallar" olarak tarif ettiğimizde , hiç bir kişinin böyle bir kuraldan beri bir hayat süremeyeceğine göre , kimsenin dinsiz bir hayat sürmesi mümkün değildir. Kişilerin hayatında İslam adlı din olmaz ise , mutlaka başka isimlerle anılan dinler hakim olacaktır.
Bu konuda en büyük sorun, Kur'an dilinin yaşayan insanlara olan hitabının anlatılmasında yaşanmaktadır. Örneğin , "Salat" kavramının sadece namaza indirgenmiş olması kişileri "Kıl beşi bitir işi" modunda bir hayata yöneltmiş , salat sadece namaz olmuş bu namaz ise sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş sportif bir faaliyet haline dönüştürülmüştür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , müslümanların yaşantısı ile örnek olamamaları neticesinde yaşadıkları hayatın İslam olduğunu zannedenler , "İslam buysa ben gavur kalmayı tercih ederim" demektedirler.
Müslümanlar olarak eksik kaldığımız taraflardan bir tanesi , İslam'ın tüm kuralları ile hakim olacağı "İslam devleti" kavramının içini doldurmaktaki olan sıkıntılarımızdır. Fıkıh , içtihad , mezhep gibi kavramlar üzerinden yapılan kişisel çıkarımların dinleştirildiği bir islam düşüncesine sahip olmamız ve bu kavramlar üzerinden güncel bir söylem geliştirilememesi, bizleri bu konularda yaşanan çağa dair islamın bir söylemi olmadığı düşüncesine götürmektedir.
İslam'ın diğer sistemlere karşı bir alternatif oluşturması için , onun her zaman ve zemine dair söylemi olduğunu bilmek ve bu söylemi, Kur'anı merkeze alarak oluşturmak gerekmektedir. Aksi takdirde Kur'an bizlerin elinde sadece birbirimizi tekfir etmeye yarayan bir obje haline dönüşecektir. Bu gün bir çok müslüman entellektüelin bu konuda artık pes ederek , içinde yaşadığımız sistemi içselleştirmiş olması bu sıkıntıların sonucudur. Birçok müslüman entelektüel , Tağut , Tevhid , Şirk gibi kavramları duyduklarında , "Siz hala oralardamısınız" diyerek bıyık altından gülmektedirler (bir çoğunun sakalı ve bıyığı keserek imaj değiştirdiğini hatırlatalım).
Son zamanlarda ortaya atılan "Ilımlı İslam" projelerinin hayata geçirilmeye başlanması sayesinde, İslam dininin çehresi değiştirilmiş , ve bu din şirk'e bile müsamaha gösteren "Vur ensesine al lokmasını" türünden bir Müslüman tipini tavsiye eden bir inanç haline getirilmiştir. İslam'ın sadece gönüllerde ve kalplerde yaşanan mistik bir inanç haline getirilmesi, en çok kendi sistemlerini dünyaya hakim kılmak isteyen emperyalistlerin işine yaramaktadır.
Kimseye ses etmeyen , gelene ağam gidene paşam diyen bir Müslüman tipinin kimseye zararı olmayıp, böyle bir Müslüman tipinin bütün dünyada yaygınlaşması kimseyi rahatsız etmeyecek hatta memnun edecektir.
Sonuç olarak ; Cennet hayali, ahirete inanan tüm insanlar için güzel bir hayal olup , bu hayalin gerçekleşmesinin şartlarını, Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir. Ahirette cenneti hak etmek için , dünyayı cehenneme çeviren düşünceleri reddeden bir hayatın yaşanması başta gelen şart olarak görülmektedir. İman ve Salih amel birlikteliği içinde ,ve Muhsinlerden olarak yaşanması gereken bir hayatın karşılığı, sadece ritüel boyuta indirgenmiş bir dini yaşam değildir. Hayatın her alanına dair sözü olan bir inancın müntesibi olduğumuzun önce bizler tarafında idrak edilmesi , sonra diğer insanları doğru bir dil ile anlatılması gerekmektedir.
Bunun sağlanması için , Kur'anın mistik duygulara hitap eden bir kitap değil , insanın yaşadığı hayatta karşısına çıkan her şeye dair sözü olan bir kitap olduğunu bilinci içinde önce biz Müslümanların olması gereklidir. Kur'anın her çağa olan hitabı derken , ayakkabının nasıl bağlanması gerektiğini dahi yazması gereken bir kitap akla getirilmemelidir. Özellikle son yıllarda çıkan Kur'an merkezli düşüncenin açmazlarından birisi böyle bir düşünce olup , aradıkları bazı şeylerin kitapta olmadığını gören bir kısım insan, artık bu kitabı red etmektedirler.
Bu insanların en büyük yanlışı, okudukları kitabın ayetlerinin ana yolun işaretlerini beyan ettiği , yan yollarda çıkan durumlara yani o konuda Kur'an içinde net bilgi bulunmamasına karşı insanlar tarafından, ana yolun işaretlerin beyan eden ayetleri örnek alarak yaşanan günün sorunlarına çözüm üretilebilir , bu çözüm çalışmalarının lüteratürdeki ismi "İçtihad" dır. İçtihad yolu ile diri ve canlı tutulan bir kitabın çağrısı , her zaman içinde yaşayan insanlar tarafından anlaşılarak , yaşanan zamana dair olan mesajlar daha kolay anlaşılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Kasım 2015 Pazartesi
Allah (c.c) nin Bilgisini Sınırlayan Düşüncenin Batıllığına Dair "İbrahim'in Misafirleri" Kıssasından Bir İhticac
Muhammed (a.s) ın vefatını müteaakiben başgösteren siyasi ayrılmalar neticesinde, bu ayrılıklar akidevi bir temele oturtulmaya çalışılmış bir çok fırka ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda islam topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı toplumlardan insanların islama dahil olmaları neticesinde müslümanlar farklı kültürlerle tanışmışlar, bu durum Yunan , İran ve Hint düşüncesinin İslam düşüncesi ile harmanlanması şeklinde gelişmiştir.
Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır. "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir.
Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.
Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır.
Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir.
Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz.
Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.
"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği iddialarıdır
Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.
Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.
Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız.
Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.
Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır.
Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz.
Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.
İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız.
İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir.
Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;
"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez"
Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.
Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.
Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).
Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir.
Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir.
İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.
Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?.
Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir.
Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler.
[051.0337] Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık
Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.
Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?.
Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu.
Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir.
Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?.
"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.
Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.
Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir.
Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler.
Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;
[015.088] Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.
Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?.
El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.
Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.
Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir.
Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır. "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir.
Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.
Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır.
Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir.
Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz.
Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.
"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği iddialarıdır
Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.
Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.
Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız.
Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.
Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır.
Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.
Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz.
Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.
İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız.
İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir.
Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;
"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez"
Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.
Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.
Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).
Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir.
Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir.
İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.
Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?.
Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir.
Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler.
[051.0337] Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık
Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.
Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?.
Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu.
Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir.
Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?.
"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.
Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.
Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir.
Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler.
Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;
[015.088] Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.
Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?.
El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.
Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.
Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir.
Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2015 Cumartesi
Bakara s.101-103. Ayetleri : Yahudilerin Algı Operasyonlari ve Günümüzdeki Uzantıları
Kur'an okumalarında yaptığımız eksik ve hatalı okumalardan bir tanesi , okuduğumuz ayetin sadece hitap ettiği belirli bir kesimi ilgilendirdiği , bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı yönünde tefekkürde bulunmamaktır. Kur'anda "Ey İsrailoğulları" şeklinde başlayan hitapların, sadece hitap ettiği kesime yönelik olduğu düşüncesi ,bu eksik ve hatalı okumalardan bir tanesidir.
Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda , onların içinden çıkmış olan bir "Samiri" karakteri , veya Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) a iman edilmemesi için yaptıkları sihir denen şeyin mahiyeti , o günlerde yapılan bu işlerin sadece o güne has değil, evrensel bir algı operasyonun ilk örnekleri olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Kur'andaki "Sihir" kavramını , günümüz moda tabiri olan "Algı operasyonu" deyimi ile aynileştirmek mümkündür. Bu yöntem ile insanların bakış açıları farklı bir yöne çekilerek , istenilen amacın hasıl olmasına çalışılmaktadır.
Bakara s. 102. ayeti , üzerinde birbirinden farklı yorumlarda bulunulan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Biz bu ayet hakkında daha önce "Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut" başlıklı bir yazıda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise , bu ayet üzerinden verilmek istenilen güncel mesajı , ve Kur'an ayetlerinin hitap ettiği kesimin sadece indiği zaman ve mekan ve kişiler ile sınırlı olmadığı düşüncemizi ,pratik bir okuma üzerinden göstermeye çalışacağız.
Kur'anın İsrailoğulları hakkındaki verdiği bilgiler , onların yaptıkları bazı yanlışların, biz müslümanlar tarafından tekrar edilmemesine yönelik mesajlar olarak okunmasının gerektiğini düşünerek , bu düşüncemizi, "Bakara s. 101-103 ayetlerinin güncel ve bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını arayarak ortaya koymaya çalışacağız.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Peygamber, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.102] Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvvet) aleyhinde şeytanların uyduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: «Biz, yalnızca bir fitne (denemeden geçiren kimse) yiz, sakın küfretme» demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise, kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi.
[002.103] [I Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı; Allah katındaki sevab daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
Ayetlere baktığımızda Medineli yahudilerin, kendisinden önce gelen kitap ve elçileri tasdik eden Muhammed (a.s) a inanmak yerine , Süleyman (a.s) ın öğretilerini takip ettiklerini iddia eden yahudilere uyarak Muhammed (a.s) a iman etmeyi red ettiklerini görmekteyiz. Medineli yahudilerin Süleyman (a.s) ın adını ve öğretilerini kullanarak , gönderilmiş bir elçiyi nasıl red ettirmeye çalıştıkları 102. ayet içinde okunmaktadır.
"Şeytan" olarak ifade edilen medineli yahudilerin, insanlara "Sihir" yani , "Aldatma ve hile yolu ile insanların dikkatlerini başka yöne çekerek göz boyamak" yolu ile Muhammed (a.s) a inanmaktan alıkoyduklarını görmekteyiz. Sihir için kullandıkları yöntem , Süleyman (a.s) ın mülkü yani risaleti ile ilgili bilgileri halka yem olarak kullanıp ve bu bilgileri kendi hevaları doğrultusunda sunarak , yani halkın gözünü boyayarak onları doğru yoldan saptırmaktadırlar.
Yahudilerin , Süleyman (a.s) gibi bir elçinin söylemi üzerinden gittiklerini söyleyerek , onun gibi bir elçi olan Muhammed (a.s) ın red edilmesi için yaptıkları çalışmalar , onların algı operasyonu konusunda ne kadar mahir !! bir topluluk olduğunu göstermesi açısından ibrete şayandır.
Şeytani faaliyetleri anlamak için , "İnsanların seçimlerini etkilemek , ve onların kararlarını yönlendirmek" anlamında moda bir tabir olan, "Algı operasyonu" deyiminin , Medineli bazı şeytan yahudilerin , diğer yahudiler üzerinde nasıl bir yol izlediğini bize anlatan konumuz ile ilgili ayetleri dikkatli okumak gerekmektedir.
Bu ayetleri günümüze taşıyacak olursak ;
Tarih boyunca , bazı insanların , bazı insanları kendi düşüncelerini kabul etmesi için , onlar tarafından kutsal bilinen bazı duyguları istismar ettiklerine şahid olmaktayız. Kutsal olarak bilinen duyguların başında "Din" gelmekte olup , bu duygular bir şekilde istismar edilerek , insanların aldatılması , ve inandırılması kolaylaştırılmıştır.
Evrensel bir karakter olan, "Samiri" karakterinin anlatıldığı ayetlere baktığımızda , yapmış olduğu buzağının, gerçek ilah olduğunu halka inandırmak için "Resulun izi" ni kullandığını söylemektedir. Bu deyim , halka kendi düşüncesini empoze etmek için yanlışların içine bir avuç doğru katarak , yani "göz boyacılığı" yapmak sureti ile kandırmak anlamına gelmektedir.
Dini duyguların istismar edilerek , taraftar toplama geleneği dün olduğu gibi bu gün de devam etmektedir. İnsanların kendilerine tabi oldukları takdirde , bu tabiiyetin kendilerine dünya ve ahirette büyük faydalar sağlayacağı iddiası çağdaş şeytan ve samirilerin başta gelen söylemlerindendir.
Kendilerini islami bir hizb'e mal ederek , "Mescidi Dırar" olarak tabir edebileceğimiz oluşumlar içinde olanların kullandıkları yöntemlerden bir tanesi , içinde bulundukları oluşumun en doğru oluşum olduğu , Allah (c.c) ve peygamberinin tavsiye ettiği bir yol olduğu gibi söylemlerdir. Bu söylemleri pekiştirmek için , Muhammed (a.s) adına yalan söylemekten , Kur'an ayetlerini kendi oluşumlarını meşrulaştırmak amacı ile hevalarınca te'vil etmekten geri durmamışlar ve hala durmamaktadırlar.
Tabanlarını müslüman kesimin oluşturduğu bazı siyasi hiziplerde bu yöntemi kullanarak , partilerinin islama en yakın parti olduğu iddiasını dile getirmektedirler bu siyasi hiziplerde aynı algı operasyonu yöntemini kullanarak , mensubu oldukları siyasi hizb'in görüşlerinin en doğru yol olduğu , herkesin bu hizb'i desteklemesi gerektiği , bu gün müslüman olduğunu iddia edenlerin bu hizbi destekleyerek amaçlarına ulaşabilecekleri , desteklemeyenlerin islam dairesi dışına çıkacakları iddialarının dile getirilmesi , insanları etkilemenin en kolay yolunun din istismarından geçtiğini göstermektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Dünya hayatının metaından olan iktidar , insana güzel gösterilen geçici zevklerin başında gelmektedir. Bu zevk uğruna binlerce yıldır nice kanlar dökülmüş , hala dökülmekte , ve dökülmeye devam edecektir. Yeryüzündeki iktidar sahiplerinden olan Firavun'un bu iktidarını ayakta tutmak için kullandığı güçlerden bir tanesi de "Sihir" dir . Sahip olduğu sihirbazlar ile halkın gözünün boyayarak , ne kadar güçlü olduğu algısını onlar sayesinde yaratan Firavun'un çağdaş örnekleri de onun yolunu izlemektedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , bu araçların fikirlerin yayılmasında kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu araçlar bir kısım insanın elinde silaha dönüşerek , kimisinin iktidarını sağlamlaştırmak , kimisinin iktidarını yıkmak için kullanılmaktadır. Bu araçlar çağdaş firavunların elinde kendi iktidarlarını sağlamlaştırıcı , karşıt güçleri yıkmaya çalışan bir silah olarak, günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde ve bizim ülkemizde kullanılmaktadır.
Gazete , dergi , tv gibi iletişim araçlarını elinde tutan belirli guruplar , sadece o kendi guruplarını halka güzel ve doğru göstermek , karşısındaki gurubu çirkin ve yanlış göstermek amacına yönelik yayınlar yaparak , halkın gözünü boyama yoluna gitmektedirler.
Olaya siyasi guruplar açısından baktığımızda , bu guruplar kendilerinin besledikleri gazete , dergi , tv gibi kuruluşlar aracılığı ile , yaptıkları icraatları abartılı bir biçimde sunmakta, karşıt siyasi görüşün icraatlarını ise kötüleme yoluna gitmektedirler. Hiç bir siyasi gurup kendi gurubunun haricinde oaln bir partinin icraatı veya görüşü ile ilgili olarak olumlu bir tavır sergilememekte , "ne etsemde bunun bir yanlışını bulsam" mantığı içinde düşünmektedir.
Halk ise yandaşı olduğu siyasi gurubun yayınlarını takip ederek , o doğrultuda düşünceler içine girmekte ve yanlışları bile doğru görmeye başlayarak , bu yanlışların ateşli bir taraftarı haline gelmektedir.
Son yıllarda ülkemizde , "Algı operasyonu" , "Toplum mühendisliği" gibi deyimler sıkça duyulur olmuştur. Bu deyimler , Kur'an literatüründeki "Sihir" ve "Sihirbaz" terimlerinin günümüzdeki karşılıklarıdır. Her ideoloji , bünyesinde barındırdığı bazı imkanları kullanarak halk üzerinde zihin baskısı oluşturmakta , ve halkın kendi istedikleri biçimde düşünmelerini temin etmeye yönelik yayınlar ve çalışmalar yapmaktadırlar.
Bu toplum mühendisleri , Medineli yahudilerin kullandıkları taktik olan halkın gözündeki doğruları kullanarak , o halkı kendilerinin istediği biçimde düşünmeye , konuşmaya , hareket etmeye yönelik çalışmalarda bulunmaktadırlar.
İtalyan politikacı Makyavel'in ideoloji haline getirdiği , "Başarıya ulaşmak için her yol mübahtır" anlayışı , maalesef kendisini müslüman kimliği ile tanıtan kişi ve kuruluşlara da sirayet ederek , bu düşünce uygun ameller hiç çekinmeden uygulanmakta ahlaki ve dini ilkeler ayaklar altında çiğnenmektedir.
Ahlaken ve dinen yasak olan yalan söylemek sanki bir iman esası haline gelmiş , tv , gazete , dergi gibi yayın organlarında gerektiğinde "yalan haber" olarak nitelenen haberleri yaymaktan bile çekinilmez bir hale gelinmiştir.
Bu tür ahlaksızlıkları kendilerini müslüman olarak tanıtan kişilerin yapmış olması işin ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir. Özellikle son yıllarda ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin islami bir söylem içinde olması , bu tür konularda daha hassas olunması gerektiğini düşündürmesine rağmen , islami hassasiyetleri olmayanları bile mumla aratacak kadar algı operasyonları , toplum mühendisliği yapılması geçici dünya hayatının metaının müslümanları ne kadar celbettiğini göstermektedir.
Bu siyasi partinin , yıllarca aynı kulvarda yürüdüğü , devlet imkanlarından faydalandırmasına karşılık onların oy desteğinden faydalandığı bir başka islami gurup ile ters düşerek, onları vatan hainliği gibi suçlamalarda bulunması halk arasında kimin doğru , kimin yalan söylediğinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Bu siyasi partiyi destekleyen yayın organları , ile "Paralel yapı" olarak adlandırılan bu oluşumun yayın organları arasında aylardır süren algı operasyonları ile, kendilerinin haklı , karşısındakinin haksız , ve hain olduğunu yaymaya çalışmaktadır.
Bizler , "Ne olursa olsun elimizdeki gücü ve iktidarı kaybetmeyelim" mantığında değil , "Ne olursa olsun hak ve adaletten ayrılmayalım" düşüncesi içinde olmak zorundayız. Bizim inandığımız değerler içinde , "Ahirete iman" esası önemli bir nokta olup , ahiret dediğimiz mekan ebedi olup , buradaki hayatımız , dünya hayatımızdaki yaptığımız amellere göre şekillenecektir.
Şayet bizler , ahiret merkezli bir hayatı terkederek , sadece dünya merkezli hayata yönelirsek , bizim islami hassasiyetleri olmayanlardan hiç bir farkımız kalmayacaktır. Bundan dolayıdır ki elimizde olan imkanlar ne kadar çekici olursa olsun , ahiret hayatı için satmaya asla değmezler. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın karşılığı , dünya hayatında fakirlik ve iktidarsızlık olsa bile , ahiret hayatında zenginlik ve rahatlık olarak karşılığı verilecektir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabında belirli bir kesime hitab eden ayetlerin sadece o kesimi ilgilendirdiği, bize dönük herhangi bir mesajı olmadığı düşüncesi ile okunan ayetler , bizleri doğru bir düşünceye götürmeyecektir. "Okuduğumuz ayetlerin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir" sorusununcevabını aramaya yönelik okumalar bizleri doğru bir düşünceye yönlendirecektir.
Biz bu düşünce ile , Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının sadece onları alakadar etmediği , hatta onlardan daha fazla biz müslümanları alakadar ettiği düşüncesi içinde , İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bize dönük mesajını okumaya çalışmaktayız. Bu yazımızda Bakara s. 101-103. ayetlerinde Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) ın risaletini red etmek için Süleyman (a.s) ın risaleti üzerinden "Sihir" , günümüz tabiri ile "Algı operasyonu" yaptıklarını görmekteyiz.
Dün Firavun ve Yahudiler tarafından yapılan , Kur'anın "Sihir" kelimesi ile anlattığı işler , bu gün dünyanın her tarafında "Algı operasyonu" veya "Toplum mühendisliği" deyimlerinin ifade ettiği şekilde kitleleri yönlendirmek amacı ile aynen devam ettirilmektedir. Bu tür yöntemlerin tercih edilme sebebi , geçici dünya menfaatleri kendilerine güzel gösterilen insanların , bu menfaatleri elde etmede herhangi bir sınır ve kural tanımamalarıdır.
Bizler , "Müslüman" kimliğini taşıdığımızı iddia etmemiz hasebi ile , dünya ve ahiret dengesini, bize Allah (c.c) nin önerdiği kurallar dahilinde tutmamız gerekmektedir. Hem müslüman olduğunu iddia etmek , hem geçici dünya menfaatini elinde tutmak için hiç bir kural tanımamak , müslüman kimliğini taşıdığı iddia edenler büyük bir yanlıştır. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın bize olan getirisi , bizleri geçici dünya menfaatlerinden yoksun etse dahi , ebedi olan ahirette büyük bir getirisi olacaktır. Bizler üzerimizde yapılan algı operasyonlarına karşı uyanık olmak , ve kimse üzerinde böyle operasyonlar ile zihnini bulandırarak geçici zevkleri elde etmek için kullanmamak zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'anda İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda , onların içinden çıkmış olan bir "Samiri" karakteri , veya Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) a iman edilmemesi için yaptıkları sihir denen şeyin mahiyeti , o günlerde yapılan bu işlerin sadece o güne has değil, evrensel bir algı operasyonun ilk örnekleri olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Kur'andaki "Sihir" kavramını , günümüz moda tabiri olan "Algı operasyonu" deyimi ile aynileştirmek mümkündür. Bu yöntem ile insanların bakış açıları farklı bir yöne çekilerek , istenilen amacın hasıl olmasına çalışılmaktadır.
Bakara s. 102. ayeti , üzerinde birbirinden farklı yorumlarda bulunulan bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Biz bu ayet hakkında daha önce "Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut" başlıklı bir yazıda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ise , bu ayet üzerinden verilmek istenilen güncel mesajı , ve Kur'an ayetlerinin hitap ettiği kesimin sadece indiği zaman ve mekan ve kişiler ile sınırlı olmadığı düşüncemizi ,pratik bir okuma üzerinden göstermeye çalışacağız.
Kur'anın İsrailoğulları hakkındaki verdiği bilgiler , onların yaptıkları bazı yanlışların, biz müslümanlar tarafından tekrar edilmemesine yönelik mesajlar olarak okunmasının gerektiğini düşünerek , bu düşüncemizi, "Bakara s. 101-103 ayetlerinin güncel ve bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını arayarak ortaya koymaya çalışacağız.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Peygamber, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.102] Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvvet) aleyhinde şeytanların uyduklarına uydular. Süleyman ise küfretmedi; ancak şeytanlar küfretti. Onlar, insanlara sihiri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: «Biz, yalnızca bir fitne (denemeden geçiren kimse) yiz, sakın küfretme» demedikçe hiç kimseye (bir şey) öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça onunla hiç kimseye zarar veremezlerdi. Onlar ise, kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiç bir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kadar kötü; bir bilselerdi.
[002.103] [I Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı; Allah katındaki sevab daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.
Ayetlere baktığımızda Medineli yahudilerin, kendisinden önce gelen kitap ve elçileri tasdik eden Muhammed (a.s) a inanmak yerine , Süleyman (a.s) ın öğretilerini takip ettiklerini iddia eden yahudilere uyarak Muhammed (a.s) a iman etmeyi red ettiklerini görmekteyiz. Medineli yahudilerin Süleyman (a.s) ın adını ve öğretilerini kullanarak , gönderilmiş bir elçiyi nasıl red ettirmeye çalıştıkları 102. ayet içinde okunmaktadır.
"Şeytan" olarak ifade edilen medineli yahudilerin, insanlara "Sihir" yani , "Aldatma ve hile yolu ile insanların dikkatlerini başka yöne çekerek göz boyamak" yolu ile Muhammed (a.s) a inanmaktan alıkoyduklarını görmekteyiz. Sihir için kullandıkları yöntem , Süleyman (a.s) ın mülkü yani risaleti ile ilgili bilgileri halka yem olarak kullanıp ve bu bilgileri kendi hevaları doğrultusunda sunarak , yani halkın gözünü boyayarak onları doğru yoldan saptırmaktadırlar.
Yahudilerin , Süleyman (a.s) gibi bir elçinin söylemi üzerinden gittiklerini söyleyerek , onun gibi bir elçi olan Muhammed (a.s) ın red edilmesi için yaptıkları çalışmalar , onların algı operasyonu konusunda ne kadar mahir !! bir topluluk olduğunu göstermesi açısından ibrete şayandır.
Şeytani faaliyetleri anlamak için , "İnsanların seçimlerini etkilemek , ve onların kararlarını yönlendirmek" anlamında moda bir tabir olan, "Algı operasyonu" deyiminin , Medineli bazı şeytan yahudilerin , diğer yahudiler üzerinde nasıl bir yol izlediğini bize anlatan konumuz ile ilgili ayetleri dikkatli okumak gerekmektedir.
Bu ayetleri günümüze taşıyacak olursak ;
Tarih boyunca , bazı insanların , bazı insanları kendi düşüncelerini kabul etmesi için , onlar tarafından kutsal bilinen bazı duyguları istismar ettiklerine şahid olmaktayız. Kutsal olarak bilinen duyguların başında "Din" gelmekte olup , bu duygular bir şekilde istismar edilerek , insanların aldatılması , ve inandırılması kolaylaştırılmıştır.
Evrensel bir karakter olan, "Samiri" karakterinin anlatıldığı ayetlere baktığımızda , yapmış olduğu buzağının, gerçek ilah olduğunu halka inandırmak için "Resulun izi" ni kullandığını söylemektedir. Bu deyim , halka kendi düşüncesini empoze etmek için yanlışların içine bir avuç doğru katarak , yani "göz boyacılığı" yapmak sureti ile kandırmak anlamına gelmektedir.
Dini duyguların istismar edilerek , taraftar toplama geleneği dün olduğu gibi bu gün de devam etmektedir. İnsanların kendilerine tabi oldukları takdirde , bu tabiiyetin kendilerine dünya ve ahirette büyük faydalar sağlayacağı iddiası çağdaş şeytan ve samirilerin başta gelen söylemlerindendir.
Kendilerini islami bir hizb'e mal ederek , "Mescidi Dırar" olarak tabir edebileceğimiz oluşumlar içinde olanların kullandıkları yöntemlerden bir tanesi , içinde bulundukları oluşumun en doğru oluşum olduğu , Allah (c.c) ve peygamberinin tavsiye ettiği bir yol olduğu gibi söylemlerdir. Bu söylemleri pekiştirmek için , Muhammed (a.s) adına yalan söylemekten , Kur'an ayetlerini kendi oluşumlarını meşrulaştırmak amacı ile hevalarınca te'vil etmekten geri durmamışlar ve hala durmamaktadırlar.
Tabanlarını müslüman kesimin oluşturduğu bazı siyasi hiziplerde bu yöntemi kullanarak , partilerinin islama en yakın parti olduğu iddiasını dile getirmektedirler bu siyasi hiziplerde aynı algı operasyonu yöntemini kullanarak , mensubu oldukları siyasi hizb'in görüşlerinin en doğru yol olduğu , herkesin bu hizb'i desteklemesi gerektiği , bu gün müslüman olduğunu iddia edenlerin bu hizbi destekleyerek amaçlarına ulaşabilecekleri , desteklemeyenlerin islam dairesi dışına çıkacakları iddialarının dile getirilmesi , insanları etkilemenin en kolay yolunun din istismarından geçtiğini göstermektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Dünya hayatının metaından olan iktidar , insana güzel gösterilen geçici zevklerin başında gelmektedir. Bu zevk uğruna binlerce yıldır nice kanlar dökülmüş , hala dökülmekte , ve dökülmeye devam edecektir. Yeryüzündeki iktidar sahiplerinden olan Firavun'un bu iktidarını ayakta tutmak için kullandığı güçlerden bir tanesi de "Sihir" dir . Sahip olduğu sihirbazlar ile halkın gözünün boyayarak , ne kadar güçlü olduğu algısını onlar sayesinde yaratan Firavun'un çağdaş örnekleri de onun yolunu izlemektedir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , bu araçların fikirlerin yayılmasında kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu araçlar bir kısım insanın elinde silaha dönüşerek , kimisinin iktidarını sağlamlaştırmak , kimisinin iktidarını yıkmak için kullanılmaktadır. Bu araçlar çağdaş firavunların elinde kendi iktidarlarını sağlamlaştırıcı , karşıt güçleri yıkmaya çalışan bir silah olarak, günümüzde dünyanın bir çok ülkesinde ve bizim ülkemizde kullanılmaktadır.
Gazete , dergi , tv gibi iletişim araçlarını elinde tutan belirli guruplar , sadece o kendi guruplarını halka güzel ve doğru göstermek , karşısındaki gurubu çirkin ve yanlış göstermek amacına yönelik yayınlar yaparak , halkın gözünü boyama yoluna gitmektedirler.
Olaya siyasi guruplar açısından baktığımızda , bu guruplar kendilerinin besledikleri gazete , dergi , tv gibi kuruluşlar aracılığı ile , yaptıkları icraatları abartılı bir biçimde sunmakta, karşıt siyasi görüşün icraatlarını ise kötüleme yoluna gitmektedirler. Hiç bir siyasi gurup kendi gurubunun haricinde oaln bir partinin icraatı veya görüşü ile ilgili olarak olumlu bir tavır sergilememekte , "ne etsemde bunun bir yanlışını bulsam" mantığı içinde düşünmektedir.
Halk ise yandaşı olduğu siyasi gurubun yayınlarını takip ederek , o doğrultuda düşünceler içine girmekte ve yanlışları bile doğru görmeye başlayarak , bu yanlışların ateşli bir taraftarı haline gelmektedir.
Son yıllarda ülkemizde , "Algı operasyonu" , "Toplum mühendisliği" gibi deyimler sıkça duyulur olmuştur. Bu deyimler , Kur'an literatüründeki "Sihir" ve "Sihirbaz" terimlerinin günümüzdeki karşılıklarıdır. Her ideoloji , bünyesinde barındırdığı bazı imkanları kullanarak halk üzerinde zihin baskısı oluşturmakta , ve halkın kendi istedikleri biçimde düşünmelerini temin etmeye yönelik yayınlar ve çalışmalar yapmaktadırlar.
Bu toplum mühendisleri , Medineli yahudilerin kullandıkları taktik olan halkın gözündeki doğruları kullanarak , o halkı kendilerinin istediği biçimde düşünmeye , konuşmaya , hareket etmeye yönelik çalışmalarda bulunmaktadırlar.
İtalyan politikacı Makyavel'in ideoloji haline getirdiği , "Başarıya ulaşmak için her yol mübahtır" anlayışı , maalesef kendisini müslüman kimliği ile tanıtan kişi ve kuruluşlara da sirayet ederek , bu düşünce uygun ameller hiç çekinmeden uygulanmakta ahlaki ve dini ilkeler ayaklar altında çiğnenmektedir.
Ahlaken ve dinen yasak olan yalan söylemek sanki bir iman esası haline gelmiş , tv , gazete , dergi gibi yayın organlarında gerektiğinde "yalan haber" olarak nitelenen haberleri yaymaktan bile çekinilmez bir hale gelinmiştir.
Bu tür ahlaksızlıkları kendilerini müslüman olarak tanıtan kişilerin yapmış olması işin ayrı bir boyutunu teşkil etmektedir. Özellikle son yıllarda ülkemizde iktidarda bulunan siyasi partinin islami bir söylem içinde olması , bu tür konularda daha hassas olunması gerektiğini düşündürmesine rağmen , islami hassasiyetleri olmayanları bile mumla aratacak kadar algı operasyonları , toplum mühendisliği yapılması geçici dünya hayatının metaının müslümanları ne kadar celbettiğini göstermektedir.
Bu siyasi partinin , yıllarca aynı kulvarda yürüdüğü , devlet imkanlarından faydalandırmasına karşılık onların oy desteğinden faydalandığı bir başka islami gurup ile ters düşerek, onları vatan hainliği gibi suçlamalarda bulunması halk arasında kimin doğru , kimin yalan söylediğinin anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
Bu siyasi partiyi destekleyen yayın organları , ile "Paralel yapı" olarak adlandırılan bu oluşumun yayın organları arasında aylardır süren algı operasyonları ile, kendilerinin haklı , karşısındakinin haksız , ve hain olduğunu yaymaya çalışmaktadır.
Bizler , "Ne olursa olsun elimizdeki gücü ve iktidarı kaybetmeyelim" mantığında değil , "Ne olursa olsun hak ve adaletten ayrılmayalım" düşüncesi içinde olmak zorundayız. Bizim inandığımız değerler içinde , "Ahirete iman" esası önemli bir nokta olup , ahiret dediğimiz mekan ebedi olup , buradaki hayatımız , dünya hayatımızdaki yaptığımız amellere göre şekillenecektir.
Şayet bizler , ahiret merkezli bir hayatı terkederek , sadece dünya merkezli hayata yönelirsek , bizim islami hassasiyetleri olmayanlardan hiç bir farkımız kalmayacaktır. Bundan dolayıdır ki elimizde olan imkanlar ne kadar çekici olursa olsun , ahiret hayatı için satmaya asla değmezler. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın karşılığı , dünya hayatında fakirlik ve iktidarsızlık olsa bile , ahiret hayatında zenginlik ve rahatlık olarak karşılığı verilecektir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabında belirli bir kesime hitab eden ayetlerin sadece o kesimi ilgilendirdiği, bize dönük herhangi bir mesajı olmadığı düşüncesi ile okunan ayetler , bizleri doğru bir düşünceye götürmeyecektir. "Okuduğumuz ayetlerin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir" sorusununcevabını aramaya yönelik okumalar bizleri doğru bir düşünceye yönlendirecektir.
Biz bu düşünce ile , Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının sadece onları alakadar etmediği , hatta onlardan daha fazla biz müslümanları alakadar ettiği düşüncesi içinde , İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bize dönük mesajını okumaya çalışmaktayız. Bu yazımızda Bakara s. 101-103. ayetlerinde Medineli yahudilerin , Muhammed (a.s) ın risaletini red etmek için Süleyman (a.s) ın risaleti üzerinden "Sihir" , günümüz tabiri ile "Algı operasyonu" yaptıklarını görmekteyiz.
Dün Firavun ve Yahudiler tarafından yapılan , Kur'anın "Sihir" kelimesi ile anlattığı işler , bu gün dünyanın her tarafında "Algı operasyonu" veya "Toplum mühendisliği" deyimlerinin ifade ettiği şekilde kitleleri yönlendirmek amacı ile aynen devam ettirilmektedir. Bu tür yöntemlerin tercih edilme sebebi , geçici dünya menfaatleri kendilerine güzel gösterilen insanların , bu menfaatleri elde etmede herhangi bir sınır ve kural tanımamalarıdır.
Bizler , "Müslüman" kimliğini taşıdığımızı iddia etmemiz hasebi ile , dünya ve ahiret dengesini, bize Allah (c.c) nin önerdiği kurallar dahilinde tutmamız gerekmektedir. Hem müslüman olduğunu iddia etmek , hem geçici dünya menfaatini elinde tutmak için hiç bir kural tanımamak , müslüman kimliğini taşıdığı iddia edenler büyük bir yanlıştır. Hak ve adaletten ayrılmadan sürülen bir hayatın bize olan getirisi , bizleri geçici dünya menfaatlerinden yoksun etse dahi , ebedi olan ahirette büyük bir getirisi olacaktır. Bizler üzerimizde yapılan algı operasyonlarına karşı uyanık olmak , ve kimse üzerinde böyle operasyonlar ile zihnini bulandırarak geçici zevkleri elde etmek için kullanmamak zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Kasım 2015 Çarşamba
Yusuf (a.s) a Atılan Bir İftira:Tağuti Sistemde Görev Aldığı İddiası
Türkiye'de genellikle seçim zamanları ortaya çıkan tartışmalar da , sağcı muhafazakar partileri destekleyen müslümanların , yaşadığımız sistem içinde görev almanın yanlış olmadığını , Yusuf (a.s) ın aynı durumda olduğunu iddia ederek , böyle bir sistem içinde görev alınabileceği düşüncesine, onun üzerinden delil getirerek bir meşruiyet arayışına gittiklerini görmekteyiz. Bu yazımızın konusu , mevcut yaşadığımız sistem içinde görev alıp veya almamanın fıkhi hükmü olmayıp , Yusuf (a.s) ın içinde bulunduğu durumun tahlilinin yapılmaya çalışılması olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; Türkiye de içinde bulunduğumuz sistem ilgili hükümler, kişilerin okudukları kitab'tan anladıkları ve çıkardıkları hükümler olup , bu hükümleri kimseye dayatma hakları yoktur. A şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde görev almanın "Haram" olduğunu iddia ediyorsa , bu düşünce sadece kendisini bağlar ve başkalarına bu düşünce içine olması gerektiği gibi bir dayatmada bulunamaz.
Aynı şekilde B şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde içinde görev almanın "Helal" olduğunu iddia ediyorsa bu düşünce sadece kendisini bağlar ve kimseye bu düşünceyi sahiplenmesi gerektiğini dayatamaz. Türkiye sınırları içinde yaşayan müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , farklı kaynakları baz alarak bazı konular hakkında fikir yürütmeye çalışarak , başkalarını bu fikre ortak olmasını istemektir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Din adına ortaya koyduğumuz bir görüş ,ya birisinin içtihadını taklit veya kendimizin o konu hakkındaki çıkarımı olup , başkalarının bu görüşleri kabul etmesi gerektiği konusunda zorlamada bulunmak büyük bir hatadır.
Kur'anı baz alarak yapmaya çalıştığımız bir çıkarım , bazı durumları meşrulaştırma çabasına yönelik olmamalıdır. Kur'an hiç kimsenin kendi düşüncesini onaylamak için indirilmiş bir noter kitabı değildir. Böyle okunan bir kitap kişilerin elinde ancak bir silaha dönüşerek , herkesin istediği gibi anlayabileceği ,yorumlayabileceği bir oyuncaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi gelelim konumuza ;Yusuf (a.s) kuyuya atıldıktan sonra onu bulan kervancılar, "El aziz" olarak adlandırılan kişiye satar. Aziz'in karısı Yusuf'a karşı olan isteğini ifade etmesine rağmen Yusuf bu isteği geri çevirir ve Aziz'in karısı Yusuf'a iftira atar. Yapılan mahkeme de Yusuf'un suçsuz olduğu ortaya çıkmış olsa da , kadın'ın konumu gereği Yusuf suçlu duruma düşer.
Yusuf s. 29. ayetinde Aziz tarafından yapılan konuşma, Aziz'in kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
[012.029] «Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.»
Aziz'in karısına hitaben , "istiğfar et ve hata işleyenlerden oldun" demesinin , onun açık bir şirk içinde olmadığını gösterdiğini düşünmekteyiz. Musa (a.s) kıssasında gördüğümüz Firavun karakterinin , kendisini en zirvede birisi olarak ilah ve rab olduğunu iddia etmesine karşılık , Aziz, kendisini en tepede gören birisi değil , aksine tepesinde daha üst bir makam sahibi olduğu bilinci içinde olduğunu , onun karısına karşı olan sözlerinden anlamaktayız.
Yusuf yıllarca yattığı hapis'ten çıkarak Melik ile yaptığı konuşmada aralarında şunlar geçer.
[012.054] Melik de dedi: getirin bana onu kendime tahsıs edeyim! bunun üzerine vaktâ ki onunla konuştu, dedi: sen bu gün, nezdimizde cidden bir mevkı' sahibisin, eminsin,
[012.055] Dedi: beni Arz hazineleri üzerine me'mur et, çünkü ben iyi korur, iyi bilirim
[012.056] Ve işte bu suretle Yusüfü o arzda temkin ettik, neresinde isterse makam tutuyordu, biz rahmetimizi dilediğimize nasıb ederiz, ve muhsinlerin ecrini zayi' etmeyiz
Melik ile Yusuf arasında geçen konuşma sonucunda , Yusuf'un Melik tarafından Mısır ekonomisinin üzerinde tek yetkili olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır. Melik'in Yusuf'a teklif ettiği görev , Yusuf'u o konuda tek yetkili olarak seçmesi , yapacağı icraat konusunda ona herhangi bir müdahele de bulunmaması, bizlere Yusuf (a.s) yaptığı görevin günümüz T.C si içindeki sistemin şartları ile herhangi bir benzer durumun olmadığını göstermektedir.
Buradan bizler için çıkarılması gereken nokta şu dur ; Yusuf , kendisine Melik tarafından verilen görevi, kurulu bir düzenin çarklarını döndürmek için kabul etmemiştir. Yusuf ,Mısır ülkesi için ileride gördüğü tehlikenin çarelerini ortaya koyarak , kendisinin belirlediği bir sistemi devam ettirmek üzere görev almıştır. Melik eğer bildiğimiz anlamda tağut olsaydı , kendisi ikinci planda kalmaz , Yusuf'un teklif ettiği planı uygulama alanına koymasına müsaade etmez veya kendi önerdiği sistemi uygulamasını isterdi.
Günümüze geldiğimizde , T.B.M.M ne seçilen milletvekilleri , hangi partiden olursa olsun , isterse namazlı abdestli kişiler , isterse dinsiz imansız kişiler olsun , 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuralları belirlenen sistemi devam ettirmek için , "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim." şeklinde yemin etmektedirler.
Şimdi şunu sorarız ; Eğer Yusuf (a.s) hayatta olsa , kuralları belirlenmiş böyle bir sistemi devam ettirmek için yemin edermiydi , veya böyle bir meclis içinde görev alarak bakanlık yaparmıydı?.
Elcevab= Asla böyle bir yemin etmez ,ve böyle bir görevi asla kabul etmezdi.
Mevcut sistem içindeki muhafazakar kesimin aldığı görevi Yusuf (a.s) ın aldığı görev ile denkleştirme çalışmaları , Yusuf (a.s) atılmış olan açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar , yaptıkları işin yanlış olduğunu bilerek , buna bir kılıf uydurmak isteyenlerin işi olup , böyle bir iftiraya gerek duyanlar bunu hesabını acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için uyguladığı çare konusunda da bir takım spekülasyonlar yapıldığını görmekteyiz. Yusuf (a.s) kardeşinin yanında kalması için , onun yükünün içine hükümdarın su kabını koymuş , bu kabı onun çalmış olduğunu, dolayısı ile bu suçun karşılığının alıkonulmak olduğu , kardeşlerine onların geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezasının ne olduğu sorularak , o cezayı kardeşine uyguladıklarını görmekteyiz.
Yusuf'un kardeşlerinin geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezası ile , Mısır ülkesindeki hırsızlık cezasının büyük ihtimal aynı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü evrensel adalet ilkelerinde suç işleyen birisinin yerine başka birisi cezalandırılamaz. Melik'in kuralları da bu merkezde olup aynı kural uygulanmıştır.
[012.070] Yusuf onların yüklerini yükletirken, bir su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: «Ey kervancılar, siz hırsızsınız!»
[012.071] Onlara doğru yönelerek «Neyi kaybettiniz?» dediler.
[012.072] Görevlilerden biri dedi ki; «Ölçü kabı olarak kullanılan melik'in su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim.»
[012.073] Allah'a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz, dediler.
[012.074] (Yusuf'un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?
[012.075] «Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o melik'in dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
76. ayete baktığımızda "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" ibaresi önemli bir noktayı ortaya koymaktadır.
Melik'in dinine yani geçerli kurallarına göre bir insanın alıkonulması için , onun suç işlemiş olması gerekmektedir. Suç işlememiş olan birinin alıkonulması Melik'in dininde yani kurallarında yoktur. Bu ise Melik'in dininin yani kurallarının adil olduğu ve astığı astık ,kestiği kestik Firavunvari bir yönetim sergilemediğini göstermektedir.
Bir kişi yönetim kademesinin en üzerinde olsa dahi, Mısır ülkesinin yerleşik kurallarının o kişi içinde aynı şekilde işlemiş olduğu, evrensel adalet ilkelerinin en temel ilkesi olan kişilerin makam ve mevkisi ne olursa olsun adalet önünde eşit olması ilkesinin herkes için aynı şekilde işlediğini göstermektedir. Bu adalet ilkesi daha önce Yusuf (a.s) için pek işlememiş olsa da , Yusuf (a.s) bu ilkeyi kendi lehine olarak işleterek kardeşini sadece kendisi istediği için alıkoyamamış ve kardeşini alıkoymak için bir yola başvurmuştur.
İlerleyen ayetler bu durumu anlatmasına rağmen , kendilerinin içinde olduğu durumu Yusuf (a.s) ile denkleştirmek isteyenler bunu görememiş veya görmek istememiştir.
[012.078] Kardeşleri: «Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz» dediler.
[012.079] Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!
Adil bir sisteme göre , suçu kim işlemiş ise o cezayı çekecek , ve esas suçluya bedel bir başkası onun yerine ceza almayacaktır. Melik'in böyle bir kuralı olması , onun evrensel adalet ilkelerini uygulayan birisi olduğunun bir göstergesi olup, onun tağuti bir sistemin başında bulunmuş olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olacaktır.
"Melik'in dini" deyimi yanlış anlaşılarak , Melik'in tağuti bir yönetim sergilediği gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmış ve "Böyle sistem sahibinin verdiği görevi Yusuf (a.s) gibi bir elçi nasıl kabul etti ise bizimde kabul etmemizde bir beis yoktur" denilerek ,yapılan yanlışa kılıf uydurulmaya çalışılmıştır.
Görülüyor ki Yusuf (a.s) tağuti bir sistem içinde görev alan birisi değil , sistemin başında olan ve evrensel adalet ilkelerine bağlı olan ve kendisini ilah ve rab olarak görmeyen bir Melik'in ülkesinde ondan bağımsız bir yönetim sergilemektedir.
Günümüz Türkiyesinde, iktidar olan parti her ne kadar islami bir söylem içinde olmuş olsa bile, mevcut sistemin her kuruluşunu kabul ederek bunların yönetimini elinde tutmaktadır. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa , faiz sistemi ile yürütülen banların yönetimine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) bu gün yaşamış olsa, fuhuş sektörünün devlet eli ile işletilmesine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa, mevcut sistemin kurucusunun kabri başında kıyam yaparak Allah (c.c) den başkasına hasredilmemesi gereken duruşu bir ölüye yaparmıydı? , veya milli bayram günlerinde anıt kabir özel defterine "Ulu önder Atatürk" diye başlayan sözleri dizermiydi?.
Yazdıklarımızı okuyan bir kısım kişilerin , "Ne yani iktidarda bir başka parti olsunda müslümanlara zulüm mü etsin?" şeklinde itirazlar serd edebileceğini tahmin edebiliyoruz. Bu itirazlara cevabımız, geçmişte elçi olarak görevlendirilenlerin hangisinin böyle bir durumu kabul ettiğini sormak ve bunun cevabını istemektir. Bizler, "ne olursa olsun iktidarda bizler olalım" mantığında değil , İslami kimliğimizden taviz vermeden yaşamak zorundayız. İktidar sahipleri eğer bizden başkaları olurlar ve bizlere zulüm edecek olurlarsa , bizden öncekilerin yaptıkları mücadeleler, Kur'an ayetlerinde beyan edilmiştir. Bizler rahat bir hayat yaşamak için değil , müslümanca bir hayat yaşamak için yaratıldık ve o isimden başka bir isim altında can vermemekle emrolunduk.
Sonuç olarak ; Türkiyede son yıllarda iktidar olan siyasi partinin kadrolarında islami söylem sahiplerinin bulunmuş olmaları , içinde yaşadığımız sistemin ise yönetim tarzının gayri islami olması , bu yönetim başında bulunanları bir takım meşruiyet arama yarışı içine sokmuştur. Gayri islami bir sistemi idame ettirenlerin islami söylem sahipleri olması ,traji komik bir durum olması onları bile rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık geçmişte yaşanan bir takım olayların yaşadığımız sistem içinde yönetici olmanın cevazına dair bir durum ortaya koyabileceği yönündeki çalışmalara ,Yusuf (a.s) ın kıssası içinde okuduğumuz onun yöneticiliği ile mevcut iktidarın yöneticiliği arasında bir bağ kurulmaya çalışılarak , kılıf uydurulmaya çalışılmaktadır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Yusuf (a.s) başkalarının koyduğu kuralı değil , kendi koyduğu kuralı uygulamış ve bu konuda tek yetkili olmuştur.Yaşadığı ülkenin başındaki Melik , Firavun gibi bir yönetici değil , iman sahibi ve evrensel adalet ilkelerini uygulayan bir yöneticidir. Sırf bu gün içinde bulunduğumuz durumu kurtarmak için , Melik'e "Tağut" , Yusuf (a.s) a da "Tağut hizmetkarı" damgası yapıştırmaya çalışmak bu kişilere atılmış en büyük iftira olacaktır.
İktidar imkanlarını terkedemeyen zevata tavsiyemiz şu dur ; İçinde bulunduğunuz makam ve servetin dayanılmazlığını sizler daha iyi bilirsiniz , "Buraları terkedin" demeye hakkımız olmadığını da biliyoruz ancak sizlere , "Kur'an ayetlerini ve Allah (c.c) nin elçilerini işinize geldiği gibi kullanarak içinde bulunduğunuz durumu meşrulaştırmak için kullanmaya hakkınız yoktur" demek , hakkımız ve vazifemizdir , bunu böyle biliniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki ; Türkiye de içinde bulunduğumuz sistem ilgili hükümler, kişilerin okudukları kitab'tan anladıkları ve çıkardıkları hükümler olup , bu hükümleri kimseye dayatma hakları yoktur. A şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde görev almanın "Haram" olduğunu iddia ediyorsa , bu düşünce sadece kendisini bağlar ve başkalarına bu düşünce içine olması gerektiği gibi bir dayatmada bulunamaz.
Aynı şekilde B şahsı, Türkiye de mevcut sistem içinde içinde görev almanın "Helal" olduğunu iddia ediyorsa bu düşünce sadece kendisini bağlar ve kimseye bu düşünceyi sahiplenmesi gerektiğini dayatamaz. Türkiye sınırları içinde yaşayan müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , farklı kaynakları baz alarak bazı konular hakkında fikir yürütmeye çalışarak , başkalarını bu fikre ortak olmasını istemektir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki ; Din adına ortaya koyduğumuz bir görüş ,ya birisinin içtihadını taklit veya kendimizin o konu hakkındaki çıkarımı olup , başkalarının bu görüşleri kabul etmesi gerektiği konusunda zorlamada bulunmak büyük bir hatadır.
Kur'anı baz alarak yapmaya çalıştığımız bir çıkarım , bazı durumları meşrulaştırma çabasına yönelik olmamalıdır. Kur'an hiç kimsenin kendi düşüncesini onaylamak için indirilmiş bir noter kitabı değildir. Böyle okunan bir kitap kişilerin elinde ancak bir silaha dönüşerek , herkesin istediği gibi anlayabileceği ,yorumlayabileceği bir oyuncaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi gelelim konumuza ;Yusuf (a.s) kuyuya atıldıktan sonra onu bulan kervancılar, "El aziz" olarak adlandırılan kişiye satar. Aziz'in karısı Yusuf'a karşı olan isteğini ifade etmesine rağmen Yusuf bu isteği geri çevirir ve Aziz'in karısı Yusuf'a iftira atar. Yapılan mahkeme de Yusuf'un suçsuz olduğu ortaya çıkmış olsa da , kadın'ın konumu gereği Yusuf suçlu duruma düşer.
Yusuf s. 29. ayetinde Aziz tarafından yapılan konuşma, Aziz'in kimliği hakkında bize bilgi vermektedir.
[012.029] «Yusuf, sen bundan yüz çevir. Sende (kadın) günahın dolayısıyla bağışlanma dile. Doğrusu sen günahkârlardan oldun.»
Aziz'in karısına hitaben , "istiğfar et ve hata işleyenlerden oldun" demesinin , onun açık bir şirk içinde olmadığını gösterdiğini düşünmekteyiz. Musa (a.s) kıssasında gördüğümüz Firavun karakterinin , kendisini en zirvede birisi olarak ilah ve rab olduğunu iddia etmesine karşılık , Aziz, kendisini en tepede gören birisi değil , aksine tepesinde daha üst bir makam sahibi olduğu bilinci içinde olduğunu , onun karısına karşı olan sözlerinden anlamaktayız.
Yusuf yıllarca yattığı hapis'ten çıkarak Melik ile yaptığı konuşmada aralarında şunlar geçer.
[012.054] Melik de dedi: getirin bana onu kendime tahsıs edeyim! bunun üzerine vaktâ ki onunla konuştu, dedi: sen bu gün, nezdimizde cidden bir mevkı' sahibisin, eminsin,
[012.055] Dedi: beni Arz hazineleri üzerine me'mur et, çünkü ben iyi korur, iyi bilirim
[012.056] Ve işte bu suretle Yusüfü o arzda temkin ettik, neresinde isterse makam tutuyordu, biz rahmetimizi dilediğimize nasıb ederiz, ve muhsinlerin ecrini zayi' etmeyiz
Melik ile Yusuf arasında geçen konuşma sonucunda , Yusuf'un Melik tarafından Mısır ekonomisinin üzerinde tek yetkili olarak tayin edildiği anlaşılmaktadır. Melik'in Yusuf'a teklif ettiği görev , Yusuf'u o konuda tek yetkili olarak seçmesi , yapacağı icraat konusunda ona herhangi bir müdahele de bulunmaması, bizlere Yusuf (a.s) yaptığı görevin günümüz T.C si içindeki sistemin şartları ile herhangi bir benzer durumun olmadığını göstermektedir.
Buradan bizler için çıkarılması gereken nokta şu dur ; Yusuf , kendisine Melik tarafından verilen görevi, kurulu bir düzenin çarklarını döndürmek için kabul etmemiştir. Yusuf ,Mısır ülkesi için ileride gördüğü tehlikenin çarelerini ortaya koyarak , kendisinin belirlediği bir sistemi devam ettirmek üzere görev almıştır. Melik eğer bildiğimiz anlamda tağut olsaydı , kendisi ikinci planda kalmaz , Yusuf'un teklif ettiği planı uygulama alanına koymasına müsaade etmez veya kendi önerdiği sistemi uygulamasını isterdi.
Günümüze geldiğimizde , T.B.M.M ne seçilen milletvekilleri , hangi partiden olursa olsun , isterse namazlı abdestli kişiler , isterse dinsiz imansız kişiler olsun , 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kuralları belirlenen sistemi devam ettirmek için , "Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyet'e ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim." şeklinde yemin etmektedirler.
Şimdi şunu sorarız ; Eğer Yusuf (a.s) hayatta olsa , kuralları belirlenmiş böyle bir sistemi devam ettirmek için yemin edermiydi , veya böyle bir meclis içinde görev alarak bakanlık yaparmıydı?.
Elcevab= Asla böyle bir yemin etmez ,ve böyle bir görevi asla kabul etmezdi.
Mevcut sistem içindeki muhafazakar kesimin aldığı görevi Yusuf (a.s) ın aldığı görev ile denkleştirme çalışmaları , Yusuf (a.s) atılmış olan açık bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu tür iftiralar , yaptıkları işin yanlış olduğunu bilerek , buna bir kılıf uydurmak isteyenlerin işi olup , böyle bir iftiraya gerek duyanlar bunu hesabını acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
Yusuf (a.s) ın kardeşini alıkoymak için uyguladığı çare konusunda da bir takım spekülasyonlar yapıldığını görmekteyiz. Yusuf (a.s) kardeşinin yanında kalması için , onun yükünün içine hükümdarın su kabını koymuş , bu kabı onun çalmış olduğunu, dolayısı ile bu suçun karşılığının alıkonulmak olduğu , kardeşlerine onların geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezasının ne olduğu sorularak , o cezayı kardeşine uyguladıklarını görmekteyiz.
Yusuf'un kardeşlerinin geldiği yerdeki hırsızlık suçunun cezası ile , Mısır ülkesindeki hırsızlık cezasının büyük ihtimal aynı olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü evrensel adalet ilkelerinde suç işleyen birisinin yerine başka birisi cezalandırılamaz. Melik'in kuralları da bu merkezde olup aynı kural uygulanmıştır.
[012.070] Yusuf onların yüklerini yükletirken, bir su kabını kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadi şöyle bağırdı: «Ey kervancılar, siz hırsızsınız!»
[012.071] Onlara doğru yönelerek «Neyi kaybettiniz?» dediler.
[012.072] Görevlilerden biri dedi ki; «Ölçü kabı olarak kullanılan melik'in su tasını kaybettik. Onu geri getirene ödül olarak bir deve yükü zahire verilecek buna ben kefilim.»
[012.073] Allah'a andolsun ki, bizim yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz hırsız da değiliz, dediler.
[012.074] (Yusuf'un adamları) dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezası nedir?
[012.075] «Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona el konulur; biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler.
[012.076] Bunun üzerine kardeşinin kablarından evvel onlarınkini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin kabından çıkardı. İşte Biz, Yusuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa o melik'in dinine göre; kardeşini tutabilecek değildi. Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir bilen vardır.
76. ayete baktığımızda "Melik'in dinine göre kardeşini alıkoyamazdı" ibaresi önemli bir noktayı ortaya koymaktadır.
Melik'in dinine yani geçerli kurallarına göre bir insanın alıkonulması için , onun suç işlemiş olması gerekmektedir. Suç işlememiş olan birinin alıkonulması Melik'in dininde yani kurallarında yoktur. Bu ise Melik'in dininin yani kurallarının adil olduğu ve astığı astık ,kestiği kestik Firavunvari bir yönetim sergilemediğini göstermektedir.
Bir kişi yönetim kademesinin en üzerinde olsa dahi, Mısır ülkesinin yerleşik kurallarının o kişi içinde aynı şekilde işlemiş olduğu, evrensel adalet ilkelerinin en temel ilkesi olan kişilerin makam ve mevkisi ne olursa olsun adalet önünde eşit olması ilkesinin herkes için aynı şekilde işlediğini göstermektedir. Bu adalet ilkesi daha önce Yusuf (a.s) için pek işlememiş olsa da , Yusuf (a.s) bu ilkeyi kendi lehine olarak işleterek kardeşini sadece kendisi istediği için alıkoyamamış ve kardeşini alıkoymak için bir yola başvurmuştur.
İlerleyen ayetler bu durumu anlatmasına rağmen , kendilerinin içinde olduğu durumu Yusuf (a.s) ile denkleştirmek isteyenler bunu görememiş veya görmek istememiştir.
[012.078] Kardeşleri: «Ey Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz» dediler.
[012.079] Dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!
Adil bir sisteme göre , suçu kim işlemiş ise o cezayı çekecek , ve esas suçluya bedel bir başkası onun yerine ceza almayacaktır. Melik'in böyle bir kuralı olması , onun evrensel adalet ilkelerini uygulayan birisi olduğunun bir göstergesi olup, onun tağuti bir sistemin başında bulunmuş olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olacaktır.
"Melik'in dini" deyimi yanlış anlaşılarak , Melik'in tağuti bir yönetim sergilediği gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmış ve "Böyle sistem sahibinin verdiği görevi Yusuf (a.s) gibi bir elçi nasıl kabul etti ise bizimde kabul etmemizde bir beis yoktur" denilerek ,yapılan yanlışa kılıf uydurulmaya çalışılmıştır.
Görülüyor ki Yusuf (a.s) tağuti bir sistem içinde görev alan birisi değil , sistemin başında olan ve evrensel adalet ilkelerine bağlı olan ve kendisini ilah ve rab olarak görmeyen bir Melik'in ülkesinde ondan bağımsız bir yönetim sergilemektedir.
Günümüz Türkiyesinde, iktidar olan parti her ne kadar islami bir söylem içinde olmuş olsa bile, mevcut sistemin her kuruluşunu kabul ederek bunların yönetimini elinde tutmaktadır. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa , faiz sistemi ile yürütülen banların yönetimine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) bu gün yaşamış olsa, fuhuş sektörünün devlet eli ile işletilmesine talip olurmuydu?. Yusuf (a.s) eğer bu gün yaşamış olsa, mevcut sistemin kurucusunun kabri başında kıyam yaparak Allah (c.c) den başkasına hasredilmemesi gereken duruşu bir ölüye yaparmıydı? , veya milli bayram günlerinde anıt kabir özel defterine "Ulu önder Atatürk" diye başlayan sözleri dizermiydi?.
Yazdıklarımızı okuyan bir kısım kişilerin , "Ne yani iktidarda bir başka parti olsunda müslümanlara zulüm mü etsin?" şeklinde itirazlar serd edebileceğini tahmin edebiliyoruz. Bu itirazlara cevabımız, geçmişte elçi olarak görevlendirilenlerin hangisinin böyle bir durumu kabul ettiğini sormak ve bunun cevabını istemektir. Bizler, "ne olursa olsun iktidarda bizler olalım" mantığında değil , İslami kimliğimizden taviz vermeden yaşamak zorundayız. İktidar sahipleri eğer bizden başkaları olurlar ve bizlere zulüm edecek olurlarsa , bizden öncekilerin yaptıkları mücadeleler, Kur'an ayetlerinde beyan edilmiştir. Bizler rahat bir hayat yaşamak için değil , müslümanca bir hayat yaşamak için yaratıldık ve o isimden başka bir isim altında can vermemekle emrolunduk.
Sonuç olarak ; Türkiyede son yıllarda iktidar olan siyasi partinin kadrolarında islami söylem sahiplerinin bulunmuş olmaları , içinde yaşadığımız sistemin ise yönetim tarzının gayri islami olması , bu yönetim başında bulunanları bir takım meşruiyet arama yarışı içine sokmuştur. Gayri islami bir sistemi idame ettirenlerin islami söylem sahipleri olması ,traji komik bir durum olması onları bile rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık geçmişte yaşanan bir takım olayların yaşadığımız sistem içinde yönetici olmanın cevazına dair bir durum ortaya koyabileceği yönündeki çalışmalara ,Yusuf (a.s) ın kıssası içinde okuduğumuz onun yöneticiliği ile mevcut iktidarın yöneticiliği arasında bir bağ kurulmaya çalışılarak , kılıf uydurulmaya çalışılmaktadır.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Yusuf (a.s) başkalarının koyduğu kuralı değil , kendi koyduğu kuralı uygulamış ve bu konuda tek yetkili olmuştur.Yaşadığı ülkenin başındaki Melik , Firavun gibi bir yönetici değil , iman sahibi ve evrensel adalet ilkelerini uygulayan bir yöneticidir. Sırf bu gün içinde bulunduğumuz durumu kurtarmak için , Melik'e "Tağut" , Yusuf (a.s) a da "Tağut hizmetkarı" damgası yapıştırmaya çalışmak bu kişilere atılmış en büyük iftira olacaktır.
İktidar imkanlarını terkedemeyen zevata tavsiyemiz şu dur ; İçinde bulunduğunuz makam ve servetin dayanılmazlığını sizler daha iyi bilirsiniz , "Buraları terkedin" demeye hakkımız olmadığını da biliyoruz ancak sizlere , "Kur'an ayetlerini ve Allah (c.c) nin elçilerini işinize geldiği gibi kullanarak içinde bulunduğunuz durumu meşrulaştırmak için kullanmaya hakkınız yoktur" demek , hakkımız ve vazifemizdir , bunu böyle biliniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)