Kur'an anlatım üslubu itibarı ile, insana aşina olan edebi sanatları kullanan bir kitaptır. Temsili anlatım üslubu , anlatılan bir olayı görsel hale sokarak anlaşılmasını muhatap açısından kolay kılması bakımından, bu kitap içinde yerini almıştır. Bu anlatım üslubunun en önemli özelliği, oluşturulmuş aktörler ve olaylar üzerinden muhataplara mesaj vermek olup , bu üslup dahilinde yapılan bir anlatımda aktörlere ve olaya değil , aktörler ve olay üzerinden verilmek istenilen mesaja dikkat çekilmektedir.
Kur'an'ın bu anlatım üslubunu kullanarak vermek istediği mesajlar , mesaja değil aktörler ve olaylara odaklanan bir okuma yöntemi takip edilerek okunmaya çalışıldığı için , maalesef bazı sorular ortaya çıkmakta , ortaya çıkan sorulara ise , aktörler ve olaylar merkeze alınarak cevap verilmeye çalışılmaktadır.
Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen Adem ve İblis kıssası temsili anlatım üslubunun kullanıldığı bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Bu kıssa Adem , İblis ve Meleklerden oluşan bir aktör kadrosuna sahip olarak bizlere anlatılmakta, ve bunlar üzerinden bizlere bir takım mesajlar verilmektedir. Ancak kıssa genelde mesaj değil , aktörler ve kıssa içinde anlatılan olay merkeze alınarak okunmaya çalışıldığı için, bu kıssa ile ilgili bir çok soru ortaya çıkmış , verilmeye çalışılan cevaplar ise mesaj değil , aktörler ve olay merkeze alınarak verilmeye çalışılmıştır.
Yazımızda bu kıssanın mesaj içerikli okunmaması sonucu ortaya çıkan sorulardan birisi olan , Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin Allah (c.c) ile aralarında geçen konuşmada , insanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin nasıl bildikleri üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım»
demişti; melekler, «Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var
edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz»
dediler; (Allah) «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.
Bakara s. 30. ayetinde geçen Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı, Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz
Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde cevap vermeleri , insanın yer yüzünde kan dökücü ve fesat çıkarıcı olacağını Meleklerin, insan daha var edilmeden önce nasıl bildiği sorusu sorulmuş, ve bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar yapılarak, bir takım cevaplar verilmeye çalışılmıştır.
Bizim tefsirlerde yapılan bu yorumları "Kesinlikle yanlıştır" şeklinde bir ifade ile mahkum etmediğimizi baştan hatırlatarak , yapılan yorumların Kur'an'ın temsili anlatım üslubu dahilinde yapılmaması sonucunda kısır tartışmalara dönüştüğünü söylemek istiyoruz. Bizim yapacağımız yorumların "Kesin doğrular" olduğunu iddia etmediğimizi baştan hatırlatarak , Bakara s. 30. ayetindeki konuşma ile ilgili yorumlarımıza geçmek istiyoruz.
Yoruma geçmeden önce bu kıssanın "Temsili bir kıssa" olduğunu iddia etmemiz , dolayısı ile gerçekte yaşanmadığını iddia etmek anlamına gelecek, ve bir kısım kimse haklı olarak "Ne yani Allah bize yalan mı söylüyor?" şeklinde itirazlar yükselebilecektir.
Temsili anlatım üslubu, verilmek istenilen mesajın insan zihninde daha kolay anlaşılmasını ve kalıcı olmasını sağlaması açısından kullanılan bir yöntemdir. Örneğin tarihi bir karakterin canlandırıldığı bir sinema veya tiyatroya giden kimse, o karakteri canlandıran kişi için "Ya bu adam yalancı aslında bu gerçek hayatta doktor veya başka bir meslek sahibidir" şeklinde bir söz asla kullanmaz. Tarihi karakteri canlandıran aktörün gerçek kişiliğini bir tarafa bırakarak, o kişinin canlandırdığı tarihi karakteri izlemeye çalışır.
Kur'an'da anlatılan bir kıssanın temsili olduğunu iddia etmek (Bütün kıssaların temsili olduğu iddiasında olmadığımızı hatırlatırız) , Allah (c.c) nin haşa bize yalan söylediğini iddia etmek anlamına gelmez. Allah (c.c) biz kullarına yönelik olan mesajlarını iletmekte temsili anlatım üslubu kullanarak, vermek istediği mesajın daha kolay ve net anlaşılmasını sağlamaktadır.
Allah (c.c) ile Kur'an'da yer , gök , dağlar ile konuştuğunu beyan eden ayetler bulunduğu (41.11 - 33.72) herkesin malumudur. Biz bu ayetleri okurken nasıl konuşmanın nasıl cereyan ettiğini değil , o konuşma üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışırız. Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı, böyle bir düşünce içinde değerlendirmeye çalışacağız.
Kur'an'ın gayb alanına dair olan konuları bize teşbih (benzetme) yolu ile anlattığı malumdur. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması ve bizim onu gerçek olarak algılama imkanlarından yoksun olmamız nedeniyle, bizlere kendisini insanların tarafından bilinen, "Hükümdar" tasviri üzerinden anlatmaktadır. Yani Kur'an bilinmeyen gaybi alemi , şahit olduğumuz alemin bilinenlerine benzeterek anlatma yolunu kullanan bir üsluba sahiptir. Allah (c.c) kendisi için eli , gözü , arşı olduğunu beyan ettiği ayetleri, gerçek biçimde anladığımız takdirde ortaya bir çok problem çıkmakta , bu problemler bu gibi ifadelerin benzetme içermiş olması düşüncesi ile aşılmaktadır.
Mele ; Bir hükümdarın yanında bulunan danışman kadrosu için kullanılan bilinen bir terim olarak, Kur'an'da bildiğimiz hükümdarlar olan Yusuf kıssasında (12.43) , Süleyman (a.s) (27.38), Sebe melikesi (27.29), ve Firavun (28.38) ile ilgili anlatımlarda, gerçek anlamda kullanılmaktadır.
Aynı kelime "Mele-i Ala" (Yüce Topluluk) terkibi şeklinde, Saffat s. 8 , Sad s. 69. ayetinde geçmektedir. Mele-i Ala , kendisini bize bir hükümdar tasviri dahilinde anlatan Allah (c.c) nin teşbihi anlatım dahilinde kullandığı bir terkiptir. Yani bize kendisini hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin, etrafında hükümdar danışmanı olarak bu benzetmeye uygun olarak , Meleklerden oluşan bir kadrosu bulunmaktadır. Hükümdar teşbihi dahilinde bizlere kendisini tanıtan Rabbimizin , Bakara s. 30. ayetinde geçen Melekler ile konuşmasını izah etmek bundan sonra biraz daha kolaylaşacaktır.
Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşma , bize kendisini bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin , yanında olan danışman kadrosuna verdiği isim olan Mele-i Ala ile aralarında geçen temsili ve teşbihi anlatım dahilinde bir konuşmadır.
Mele-i Ala yani Melekler , Allah (c.c) "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" dediği zaman , cevaben "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" diyerek bir nevi onun yapacağını beyan ettiği iş hakkında bir nevi ona danışmanlık yaparak, bunun uygun olmayacağını beyan etmektedirler.
Yaptığından sorulmayacağını (21.23) beyan eden Rabbimizin yapacak olduğu bir şey konusunda Meleklerin onu sorgulamasını nasıl izah edebiliriz ?.
Allah (c.c) nin Melekler ile olan konuşması kendisini hükümdar olarak tanıtmış olmasının bir gereği olarak , hükümdarların yanında bulunan danışman kadrosu ile yapılmış temsili bir anlatım olarak görülmelidir. Yani konuşma gerçek olarak yapılmış bir konuşma değildir. Gerçek bir konuşma olarak anlaşıldığı takdirde Meleklerin Allah (c.c) ye nasıl itiraz edebildiği konusunda bir takım spekülasyonlara gitmek gerekecektir. Bu konuşmanın temsil içerdiğini düşündüğümüz zaman bu tür sorulara da gerek kalmayacaktır.
Bu konuda ortaya çıkan sorular ve yapılan yorumlar , Allah ile Melekler arasında geçen konuşmanın gerçekte birebir yapılmış karşılıklı bir konuşma olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki yapılan konuşma temsili bir anlatım üslubu üzerinden yapılmış olan bir konuşma olarak anlaşılmış olsaydı, bu tür soruların ne kadar gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.
Burada asıl bakılması gereken nokta, konuşma içinde geçen "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" cümlesidir. Melekler halife olarak var edilecek insanın yeryüzünde fesat çıkarıcı ve kan dökücü özelliğe sahip olacağını nereden bilmektedirler? sorusunun cevabı ,yine aynı sure içinde bulunmaktadır. Bu noktada sorulması gereken , "Melekler insanın fesat çıkarıcı ve kan dökücü olacağını nereden biliyorlardı ?" sorusu değil "Melekler neden insan için fesat çıkarıcı ve kan dökücü vasfını öne çıkarmaktadırlar?" sorusudur.
Bakara suresinin ayetlerine dikkat edilirse ağırlıklı olarak İsrailoğulları ile ilgili olup , kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık özellikleri bu kavim ile ilgili anlatımlarda öne çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara geçilmeden bu kıssanın anlatılmış olması dikkat çekicidir.
[002.011-12] Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, «Biz ancak
ıslah edicileriz» derler. Haberiniz olsun; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda
değildirler.
[002.027] Allah'ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini
emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, işte onlar hüsrana
uğrayanların ta kendileridir.
[002.204-205] İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında
söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna)
Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.O, dönüp gitti mi yeryüzünde ortalığı fesada
vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu
sevmez.
[002.084-85] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden
söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz. Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren,
onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir
olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir
kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası
ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine
onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
Verdiğimiz ayet meallerine dikkat edildiğinde insanın kan dökücülük ve fesat çıkarıcılık özelliği, İsrailoğulları örneğinde ortaya çıkmaktadır. Bakara s. 30. ayetinde Meleklerin "Orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" sözleri İsrailoğulları tarafından yapılan fesat ve kan dökücülüğe bir işaret ve onların yaptığı bu hataların Melekler üzerinden dile getirilmesidir.
Muhammed (a.s) ın Medineye hicret etmesi sonucunda , daha önceden elçi ve kitap ile tanışmış bir topluluk olan İsrailoğulları ile ilişkilerinin anlatıldığı Bakara suresindeki ayetler , bu kavmin iman etmemesi sonucunda düştüğü durumu Meleklerin lisanı üzerinden aktarmaktadır.
Melek ve Şeytan kavramları, insan için iyiliği ve kötülüğü sembolize eden kavramlardır. İyi birisi için "Melek gibi insan" , kötü birisi için "Şeytan gibi insan" deyimlerini hepimiz kullanırız. İsrailoğulları Muhammed (a.s) a iman etmemek sureti ile Şeytan olmayı tercih eden bir kavim olarak bizlere anlatılmaktadır.
Peki neden Meleklerin konuşması üzerinden böyle bir şeye işaret edilmektedir ?.
Melekler halife kılınacak olan insanın "Fesat çıkarıcı ve kan dökücü" özelliğini ortaya koyarken, kendilerinin özelliklerini de "Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde ifade etmektedirler. Bu ifadeler aslında Allah (c.c) nin yarattığı kullarda hasıl olan iki ayrı vasıftır. Kul , ya yaratanını överek yücelten ve onu devamlı takdis eden bir hayat üzere , ya da fesat çıkarıcı ve kan dökücü bir hayat üzere yaşamını idame ettirmektedir.
Allah'ı övmek , yüceltmek takdis etmek, yani ona İMAN üzerine dayalı bir yaşam ile , kan dökücülük ve fesat çıkarmaya yönelik yani KÜFÜR üzerine dayalı bir yaşam, yaşam sahasına gelmiş ve gelecek olan bütün insanların taşıyacakları iki ayrı vasıftır. Dünyaya gelen insan ya iman üzere , ya da küfür üzere bir hayat yaşayacaktır. İnsandaki iki zıt vasıf melekler üzerinden anlatılmaktadır.
[002.034] Hani Biz meleklere demiştik ki: «Âdem'e secde ediniz.» Onlar da
hemen secde edivermişlerdi. Yanlız İblîs kaçınmış, kibirlenmiş ve
kâfirlerden olmuştu.
Ademe secde etme olayını, bu anlattıklarımız üzerinden devam ettiğimiz takdirde, anlamak daha kolaylaşacaktır. Secde eden Melekler ile secde etmeyen Melek olan İblis , aslında insanın kendisini ifade etmektedir. Kendisine iki yol gösterilerek , ya takva ya da fücur yoluna gitme , ya şükredici ya da küfredici olma itiyadında yaratılan insan , Allah'a secde etmeyen bir yaşamı seçtiğinde "Şeytan" vasfını almaktadır. Kendisinde bulunan fücur ve küfür özelliklerini öne çıkaran bir yaşam ve bu yaşamın içselleştirilmesi insanın şeytan haline gelmesini beraberinde getirmektedir.
Tefsirlerde yapılan İblis'in Melek'mi yoksa Cin'mi olduğu yönündeki tartışmalar , kıssanın yaşanmış ve İblis'in gerçek bir şahsiyet olduğundan yola çıkarak yapılmış tartışmalara örnektir. Bu tartışmalar hala sürmekte olup , kıssanın temsili anlatım , İblis'in temsili bir şahsiyet olduğunu hesaba katarak okuduğumuz zaman , bu tartışmaların ne kadar gereksiz olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu noktada kıssanın temsili bir kıssa olarak değil , gerçekte yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan okuma sonucu ortaya çıkan meselelerden olan,Meleklerin Ademe secde etmesi de anlaşılacaktır. Allah (c.c) Ademi yarattıktan sonra onu Meleklerin karşısına dikerek , ona secde etmelerini emretmemiştir. Olay insan fıtratında olan iyilik ve kötülüğün ortaya çıkmasıdır. İçindeki iyilik duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde yani itaat ederken , içindeki kötülük duyguları ağır basan kişi, kendisine Allah tarafından verilen emre secde etmemekte yani isyan etmektedir.
Yine bu noktada , Ademe şeytanın yaklaşmasını da anlamak mümkün olacaktır. Bu kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğundan yola çıkılarak yapılan tefsirlerinde , Şeytan'ın cennete nasıl girdiği sorusu sorulmaktadır. Halbuki Şeytan Adem'e canlı bir kişilik olarak yaklaşmamıştır. Adem'in kandırılması , içindeki kötülük duygularının dışa yansıması sonucunda kendisine yasaklanan ağaca kendi hür iradesinin verdiği karar doğrultusunda hareket ederek yaklaşması sonucunda meydana gelmiştir. İnsan hür iradesi ile yaptığı kötülükler kötülük sembolü olan Şeytan ile özdeşleştirilerek , yaptığı amelin sonucu anlatılmaktadır.
Adem, iyilik ve kötülük vasfını içinde taşıyan bütün insanları temsil eden prototip bir kişidir. İçinde bulunan iyilik ve kötülük melekeleri ile hayata başlamış , kendisine Allah tarafından bir yol haritası çizilmiş , gitmesi ve gitmemesi gereken yol gösterilerek hayat alanına çıkarılmıştır. Günlerden bir gün , içindeki kötülük melekeleri ağır basarak kendisine yasaklanan ağaca yaklaşarak Allah'a isyan etmiştir. Fakat iyilik melekeleri bu sefer ağır basarak yaptığı hatayı anlamış ve hatasından tevbe ederek geri dönmüştür.
Sonuç olarak : Adem ve İblis kıssası gerçek yaşanmış bir kıssa değil , temsili bir kıssadır. Bu kıssanın temsili olduğunu iddia etmek , Kur'an'ı ret etmek anlamında değildir. Kur'an temsili anlatım üslubunu kullanan bir kitap olarak , bu anlatım üslubunu Adem kıssasında kullanmaktadır. Temsili anlatım üslubu bazı kişi ve olaylar üzerinden mesajı okumaya dayalı bir anlatım üslubudur.
Allah (c.c) kendisini bize hükümdara benzeterek anlatmasından dolayı , bir hükümdarın etrafında bulunan ve "Mele" olarak bildiğimiz danışman kadrosunu , teşbihi bir anlatım dahilinde "Mele-i Ala" şeklinde kendisi için kullanmaktadır.
Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmanın teşbihi anlatım dahilinde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) nin verdiği bir karara kimsenin itiraz etme yetkisi olamayacağına göre Meleklerin böyle bir itiraz yapması , mümkün değildir. Yapılan bu konuşma birebir gerçekleşmiş bir konuşma da değildir.
Meleklerin konuşması üzerinden verilen bilgiler insanın, iyi ve kötü yönünü ifade etmekte olup , bu ifade temsili bir anlatım üslubu içinde bizlere sunulmaktadır. Biz bu anlatımda mesaja odaklanarak bize asıl gerekli olanı almaya çalışmak yerine , anlatımın kendisi üzerine odaklanarak olayın gerçekliği üzerinden bir okuma yapmak sureti ile bir çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmaktayız.
Eğer kıssa temsili anlatım üslubunun özelliklerini kullanmış olduğundan yola çıkılarak daha kolay anlaşılır , kısır tartışmalar yerine mesajı anlamaya merkezli tartışmalar yapılabilirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
5 Aralık 2016 Pazartesi
3 Aralık 2016 Cumartesi
Şefaati Allah'ın İznine ve İstisnaya Bağlayan Ayetler Hakkında Bir Mülahaza
Şefaat konulu ayetler , Kur'an içindeki ayetlerin indiriliş gayesine taban tabana zıt bir şekilde anlaşılan ayetler olması itibarı ile dikkat çekmektedir. Şefaat konulu ayetleri tasnif ettiğimiz zaman , 3 farklı ayet gurubu karşımıza çıkmaktadır. 1- Şefaati kesinlikle ret eden ayetler , 2- Şefaate istisna getiren ayetler , 3- Şefaati izne bağlayan ayetler.
1. guruptaki şefaati kesinlikle ret eden ayetler üzerinde herhangi bir spekülasyon yapma imkanı olmamasına karşın , 2. ve 3. guruptaki ayetler üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , Allah (c.c) nin kendisinin dışındaki bir takım kimselere böyle bir yetki verebileceği yönündeki görüşlere destek olarak bu guruplardaki ayetler gösterilmektedir. Yazımızda, bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Şefaat konusunda öncelikli olarak bilinmesi gerekli olan nokta , bu inancın ilk defa Kur'an tarafından ortaya atılarak , hesap gününde cehennemi hak eden kulların , cenneti hak etmiş bazı kullar tarafından Allah (c.c) ye ricacı olarak onun af edilmesini istemek şeklinde bir inanç olmadığıdır.
Bu inanç Kur'an'ın nüzulü öncesinde Mekke müşriklerinde mevcut olan ve tapmış oldukları putlarını Allah ile aralarında yakınlaştıcı olarak görmek esasına dayanan bir inançtır. Şefaat konulu bütün Kur'an ayetleri, bu müşrik inancını ret etmek üzerine inşa edilmiştir. Allah (c.c) kimseye böyle bir yetki vermediğini , hesap gününde de bu yetkinin kendisine ait olduğunu beyan etmektedir.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
Kur'an çelişkisiz bir kitap olduğuna göre , bu kitap içinde aynı konudaki ayetlerin birinin "Ak" dediğine , ötekinin "Kara" demesi imkansızdır. Bir çok Müslümanın şefaat konusunda dikkat etmediği nokta burasıdır. Eğer bu konudaki ayetler, ön yargısız bir şekilde okunacak olsa , konu gayet açık net ve kolay bir biçimde anlaşılacaktır. Ancak rivayetler tarafından örülmüş duvarların aşılmaması için öyle engeller konulmuştur ki , bu engelleri aşmak mangal kadar bir yürek istemektedir.
Kur'an'ı ön yargısız bir şekilde okuyanlar , şefaat konulu 2. ve 3. guruba dahil olan ayetlerin , 1. guruba dahil olan ayetler ile bağının kurularak okunması gerektiğini çok iyi anlayacaklardır. Aksi takdirde, bir yerde "Şefaat yok" diyen ayetlerle , diğer yerde "Şefaat izne tabidir" diyen ayetlerin arasında bir çelişki olduğu zannı ortaya çıkacaktır.
Şefaatin bir müşrik inancı olduğunu ortaya koyan ayetlerden bir tanesi, ve bu konuda merkeze alınması gerekli ayetlerden birisi Yunus s. 18. ayetidir.
[010.018] Onlar, Allah'ın aşağısından olan, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.
Ayet içinde geçen "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" cümlesi, izin konusundaki ayetlerin anlaşılmasında anahtar konumundadır. Çünkü bu cümle Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancının Allah (c.c) kaynaklı olmadığını ifade etmektedir. Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancı , atalarından devir aldıkları bir inanç olup , bu inanç konusunda Allah (c.c) nin onlara kendisi tarafından böyle bir İZİN VERİLMEDİĞİ beyan edilmektedir.
[002.255] Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. ONUN İZNİ OLMADAN KATINDA ŞEFAAT EDECEK KİM DİR?. Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.
[010.003] Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. ONUN İZİN OLMADAN HİÇ KİMSE ŞEFAATÇİ OLAMAZ. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz!
[034.023] Allah'ın huzurunda, kendisinin İZİN VERDİĞİ KİMSEDEN BAŞKASINA şefâat fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür.
[053.026] Allah, dilediğine ve hoşnut olduğu(kulu)na izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.
Bu ayetler , Yunus s. 18. ayeti merkeze alınarak okunduğunda , şefaat etme izninin kimseye verilmemiş olduğunu hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin izin vermediği bir konuda onun izni ve bilgisi dahilinde hiç bir şeyin meydana gelmeyeceği için , kimsenin böyle bir yetkiye sahip olmadığı beyan edilmektedir.
Sadece bu ayetleri okuyarak ve bu ayetleri de rivayet kültürünün etkisi altında değerlendirenler "Bak kardeşim Allah izin verdiği kimselere şefaat yetkisi verecekmiş" şeklindeki ifadelerle , Allah dışında ihdas edilmiş şefaatçilere kapı aralamaya çalışmaktadır. Yalnız bu noktada yapılan büyük bir hatayı ya görmezden gelmekteler , ya da cehalet eseri ortaya çıkan yanlış sonucu bilmemektedirler.
Bu kimselere "Kur'an'da çelişkili ayetler var mıdır?" sorusu sorulacak olsa, onlardan alacağımız cevap, "Kesinlik hayır" olacaktır. Fakat izin konulu ayetleri dikkate alarak , diğer ayetleri göz ardı etmek sureti ile , Allah (c.c) nin kendisi dışındaki bazı kimselere şefaat etme izni vereceği düşüncesine sahip olmak , Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek anlamına gelecektir.
Allah (c.c) nin bir ayette dediğinin başka bir ayette tersini söylemesinin mümkün olmayacağına göre , şefaate izin şartı getiren ayetlerin de , şefaati ret eden ayetler ışığında okunması ve böyle bir iznin kimseye verilmediğini beyan etmiş olması açısından okunması gerekmektedir.
Bir başka gurup ayet ise şefaati istisnaya bağlayan ayetlerdir.
[019.087] Rahmanın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate malik olamayacaklardır.
Bu ayet şefaat konulu ayetlerin en fazla tahrifat yapılanlarından bir tanesidir. Bu ayetin bazı mealleri , Allah (c.c) dışında şefaatçilerin olduğu düşüncesine sahip bir ön yargı ile "Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez. şeklinde yapılmaktadır. Burada asıl nokta bir başka kişiye şefaat etmek değil, Allah tarafından şefaat olunmaktır. Allah dışında şefaatçi olduğunu düşünenler , bu düşüncelerini Kur'an'a onaylatmak için, bu türden anlam vermekte maalesef bir sakınca görmemektedirler. Ayet , "Allah (c.c) nin şefaatine malik olmak için gerekli şeyleri yapanlar, ancak Allah tarafından şefaate malik olacaklardır" anlamındadır.
[020.109] O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasınA şefaat fayda vermez.
Bu ayet , diğer ayet gibi başka şefaatçiler olduğu anlamı verilmek sureti ile çevrilmektedir. Ayet içindeki "başkasına " kelimesi, çoğunlukla "başkasının" şeklinde çevrilmek sureti ile, başka şefaatçiler olduğu, ayete söylettirilmeye çalışılmaktadır.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Şefaat yetkisinin tamamını kendi üzerine alan Allah (c.c) , bu yetkisini bir başka kimse ile asla paylaşmayacağını beyan etmesine rağmen , bu yetkiyi başta peygamber (a.s) olmak üzere , şeyhlerine , gavslarına paylaştıranlar bu yetkiyi acaba nereden buluyorlar?.
[043.086] O'nun aşağısından olanlara dua edenler şefaate malik olamazlar; ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka.
Bu ayette diğer şefaate istisna getiren ayetler gibi tahrifata uğratılan ayetlerdendir. Allah (c.c) dışında başka şefaatçiler olduğundan yola çıkılarak "O'ndan başka tapındıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hak ile şehadet edenler bunun dışındadır ve onlar bilirler" gibi mealler, bu ayetin tahrifine örnektir. Halbuki ayet önce Allah tarafından şefaate sahip olunmama sebebini açıklamakta , sonrasında ise Allah tarafından şefaat edilmeye nasıl hak kazanılacağını açıklamaktadır.
Sonuç olarak : Şefaat konulu ayetler , anlam itibarı en fazla tahrifata uğratılan, bir müşrik inancı olarak ret edilmesine rağmen , Müslüman inancında baş köşede yerini almıştır. Bu konudaki ayetler 3 farklı gurupta yer aldığı , şefaati izne ve istisnaya bağlayan ayetler , ilk gurupta olan şefaati ret eden ayetlerden bağımsız okunduğu için , Allah (c.c) dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi yer etmiş ve hala bu düşünce tüm şiddeti ile devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Şefaat konulu ayetler , şayet şefaatin Kur'an'ın belirttiği şekilde müşriklerin putlarına atfettikleri misyon üzerinden değerlendirilmeyerek , rivayet merkezli değerlendirildiği takdirde , müşriklerin sahip olduğu inancın bir benzerine Müslümanların da sahip olması anlamına gelir ki , bugün şefaat konusu gündeme geldiği zaman bir çok Müslüman Mekke müşriklerinin inançlarını İslam adına dile getirmektedirler.
Allah (c.c) nin kitabında çelişki asla olmayacağına göre , bu ayetler rivayetlerden sıyrılmış bir şekilde Kur'an bütünlüğünde okunduğunda herhangi bir problem kalmayacak , ve bu konudaki düşmanlığa varan ihtilaflarda sona erecektir.
[016.111] O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1. guruptaki şefaati kesinlikle ret eden ayetler üzerinde herhangi bir spekülasyon yapma imkanı olmamasına karşın , 2. ve 3. guruptaki ayetler üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , Allah (c.c) nin kendisinin dışındaki bir takım kimselere böyle bir yetki verebileceği yönündeki görüşlere destek olarak bu guruplardaki ayetler gösterilmektedir. Yazımızda, bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Şefaat konusunda öncelikli olarak bilinmesi gerekli olan nokta , bu inancın ilk defa Kur'an tarafından ortaya atılarak , hesap gününde cehennemi hak eden kulların , cenneti hak etmiş bazı kullar tarafından Allah (c.c) ye ricacı olarak onun af edilmesini istemek şeklinde bir inanç olmadığıdır.
Bu inanç Kur'an'ın nüzulü öncesinde Mekke müşriklerinde mevcut olan ve tapmış oldukları putlarını Allah ile aralarında yakınlaştıcı olarak görmek esasına dayanan bir inançtır. Şefaat konulu bütün Kur'an ayetleri, bu müşrik inancını ret etmek üzerine inşa edilmiştir. Allah (c.c) kimseye böyle bir yetki vermediğini , hesap gününde de bu yetkinin kendisine ait olduğunu beyan etmektedir.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
Kur'an çelişkisiz bir kitap olduğuna göre , bu kitap içinde aynı konudaki ayetlerin birinin "Ak" dediğine , ötekinin "Kara" demesi imkansızdır. Bir çok Müslümanın şefaat konusunda dikkat etmediği nokta burasıdır. Eğer bu konudaki ayetler, ön yargısız bir şekilde okunacak olsa , konu gayet açık net ve kolay bir biçimde anlaşılacaktır. Ancak rivayetler tarafından örülmüş duvarların aşılmaması için öyle engeller konulmuştur ki , bu engelleri aşmak mangal kadar bir yürek istemektedir.
Kur'an'ı ön yargısız bir şekilde okuyanlar , şefaat konulu 2. ve 3. guruba dahil olan ayetlerin , 1. guruba dahil olan ayetler ile bağının kurularak okunması gerektiğini çok iyi anlayacaklardır. Aksi takdirde, bir yerde "Şefaat yok" diyen ayetlerle , diğer yerde "Şefaat izne tabidir" diyen ayetlerin arasında bir çelişki olduğu zannı ortaya çıkacaktır.
Şefaatin bir müşrik inancı olduğunu ortaya koyan ayetlerden bir tanesi, ve bu konuda merkeze alınması gerekli ayetlerden birisi Yunus s. 18. ayetidir.
[010.018] Onlar, Allah'ın aşağısından olan, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.
Ayet içinde geçen "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?" cümlesi, izin konusundaki ayetlerin anlaşılmasında anahtar konumundadır. Çünkü bu cümle Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancının Allah (c.c) kaynaklı olmadığını ifade etmektedir. Mekke müşriklerinin sahip olduğu şefaat inancı , atalarından devir aldıkları bir inanç olup , bu inanç konusunda Allah (c.c) nin onlara kendisi tarafından böyle bir İZİN VERİLMEDİĞİ beyan edilmektedir.
[002.255] Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. ONUN İZNİ OLMADAN KATINDA ŞEFAAT EDECEK KİM DİR?. Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.
[010.003] Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’dır. ONUN İZİN OLMADAN HİÇ KİMSE ŞEFAATÇİ OLAMAZ. İşte O Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâla düşünmüyor musunuz!
[034.023] Allah'ın huzurunda, kendisinin İZİN VERDİĞİ KİMSEDEN BAŞKASINA şefâat fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür.
[053.026] Allah, dilediğine ve hoşnut olduğu(kulu)na izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.
Bu ayetler , Yunus s. 18. ayeti merkeze alınarak okunduğunda , şefaat etme izninin kimseye verilmemiş olduğunu hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin izin vermediği bir konuda onun izni ve bilgisi dahilinde hiç bir şeyin meydana gelmeyeceği için , kimsenin böyle bir yetkiye sahip olmadığı beyan edilmektedir.
Sadece bu ayetleri okuyarak ve bu ayetleri de rivayet kültürünün etkisi altında değerlendirenler "Bak kardeşim Allah izin verdiği kimselere şefaat yetkisi verecekmiş" şeklindeki ifadelerle , Allah dışında ihdas edilmiş şefaatçilere kapı aralamaya çalışmaktadır. Yalnız bu noktada yapılan büyük bir hatayı ya görmezden gelmekteler , ya da cehalet eseri ortaya çıkan yanlış sonucu bilmemektedirler.
Bu kimselere "Kur'an'da çelişkili ayetler var mıdır?" sorusu sorulacak olsa, onlardan alacağımız cevap, "Kesinlik hayır" olacaktır. Fakat izin konulu ayetleri dikkate alarak , diğer ayetleri göz ardı etmek sureti ile , Allah (c.c) nin kendisi dışındaki bazı kimselere şefaat etme izni vereceği düşüncesine sahip olmak , Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek anlamına gelecektir.
Allah (c.c) nin bir ayette dediğinin başka bir ayette tersini söylemesinin mümkün olmayacağına göre , şefaate izin şartı getiren ayetlerin de , şefaati ret eden ayetler ışığında okunması ve böyle bir iznin kimseye verilmediğini beyan etmiş olması açısından okunması gerekmektedir.
Bir başka gurup ayet ise şefaati istisnaya bağlayan ayetlerdir.
[019.087] Rahmanın katında ahid almışların dışında (onlar) şefaate malik olamayacaklardır.
Bu ayet şefaat konulu ayetlerin en fazla tahrifat yapılanlarından bir tanesidir. Bu ayetin bazı mealleri , Allah (c.c) dışında şefaatçilerin olduğu düşüncesine sahip bir ön yargı ile "Rahman’ın huzurunda, söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemez. şeklinde yapılmaktadır. Burada asıl nokta bir başka kişiye şefaat etmek değil, Allah tarafından şefaat olunmaktır. Allah dışında şefaatçi olduğunu düşünenler , bu düşüncelerini Kur'an'a onaylatmak için, bu türden anlam vermekte maalesef bir sakınca görmemektedirler. Ayet , "Allah (c.c) nin şefaatine malik olmak için gerekli şeyleri yapanlar, ancak Allah tarafından şefaate malik olacaklardır" anlamındadır.
[020.109] O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasınA şefaat fayda vermez.
Bu ayet , diğer ayet gibi başka şefaatçiler olduğu anlamı verilmek sureti ile çevrilmektedir. Ayet içindeki "başkasına " kelimesi, çoğunlukla "başkasının" şeklinde çevrilmek sureti ile, başka şefaatçiler olduğu, ayete söylettirilmeye çalışılmaktadır.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Şefaat yetkisinin tamamını kendi üzerine alan Allah (c.c) , bu yetkisini bir başka kimse ile asla paylaşmayacağını beyan etmesine rağmen , bu yetkiyi başta peygamber (a.s) olmak üzere , şeyhlerine , gavslarına paylaştıranlar bu yetkiyi acaba nereden buluyorlar?.
[043.086] O'nun aşağısından olanlara dua edenler şefaate malik olamazlar; ancak bilerek hakka şahitlik edenler başka.
Bu ayette diğer şefaate istisna getiren ayetler gibi tahrifata uğratılan ayetlerdendir. Allah (c.c) dışında başka şefaatçiler olduğundan yola çıkılarak "O'ndan başka tapındıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hak ile şehadet edenler bunun dışındadır ve onlar bilirler" gibi mealler, bu ayetin tahrifine örnektir. Halbuki ayet önce Allah tarafından şefaate sahip olunmama sebebini açıklamakta , sonrasında ise Allah tarafından şefaat edilmeye nasıl hak kazanılacağını açıklamaktadır.
Sonuç olarak : Şefaat konulu ayetler , anlam itibarı en fazla tahrifata uğratılan, bir müşrik inancı olarak ret edilmesine rağmen , Müslüman inancında baş köşede yerini almıştır. Bu konudaki ayetler 3 farklı gurupta yer aldığı , şefaati izne ve istisnaya bağlayan ayetler , ilk gurupta olan şefaati ret eden ayetlerden bağımsız okunduğu için , Allah (c.c) dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi yer etmiş ve hala bu düşünce tüm şiddeti ile devam ettirilmeye çalışılmaktadır.
Şefaat konulu ayetler , şayet şefaatin Kur'an'ın belirttiği şekilde müşriklerin putlarına atfettikleri misyon üzerinden değerlendirilmeyerek , rivayet merkezli değerlendirildiği takdirde , müşriklerin sahip olduğu inancın bir benzerine Müslümanların da sahip olması anlamına gelir ki , bugün şefaat konusu gündeme geldiği zaman bir çok Müslüman Mekke müşriklerinin inançlarını İslam adına dile getirmektedirler.
Allah (c.c) nin kitabında çelişki asla olmayacağına göre , bu ayetler rivayetlerden sıyrılmış bir şekilde Kur'an bütünlüğünde okunduğunda herhangi bir problem kalmayacak , ve bu konudaki düşmanlığa varan ihtilaflarda sona erecektir.
[016.111] O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Aralık 2016 Perşembe
Musa (a.s) Kıssasındaki Denizin Yarılması Olayı Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'da en fazla hacme sahip olan Musa (a.s) kıssası, toplumsal yasaların nasıl işleyiş gösterdiğinin canlı örneklerinin sergilendiği bir kıssadır. Musa (a.s) ın, kıssanın önemli aktörlerinden biri olan Firavun ile olan mücadelesi ve Firavunu yenilgiye götüren mücadele stratejisi , tüm zamanlardaki Firavunların yenilgiye uğratılmasının yolunu göstermesi açısından evrensel mesajlar içermektedir.
Bu kıssada gözümüze çarpan önemli noktalardan birisi , Musa (a.s) ve kavminin, yıllar süren mücadele sonunda Mısırı terk ederek denizin karşı kıyısına geçmeleri , ve bu geçişin denizin yarılması sonucunda gerçekleştiğinin beyan edilmesidir.
İsrailoğullarının Firavun'dan kurtuluşunun, denizin yarılması sonucunda olduğunu beyan eden ayetlerin üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , denizin yarılması olayının gerçek olarak meydana gelmediği , bu yarılma olayının Sünnetullah'a aykırı olduğu , yarılma olarak ifade edilen olayın , İsrailoğulları tarafından yapılan baraj olduğu , barajın kapaklarının açılarak Firavun ve ordusunun boğulduğu , veya denizin med cezir olayı neticesinde suların çekildiği zamanda İsrailoğullarının denizin karşısına geçtiği şeklinde yorumlar yapılarak , bu olay izah edilmeye çalışılmaktadır.
Yazımızda, denizin yarılması ile ilgili anlatımların nasıl bir bakış açısı ile okunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[002.050] Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
Denizin hakiki anlamda yarılmadığını iddia edenlerin ortaya koydukları delillerden bir tanesi "Sünnetullah" kavramı ile ilgili olup , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetlerden yola çıkarak, böyle bir değişimin mümkün olamayacağı ileri sürülmektedir. "Allah'ın sünneti" deyiminin geçtiği ayetlere baktığımızda, değişmeme yasasının tabiat kanunları ile ilgili olmadığını, toplumsal yasalar ile ilgili olduğunu görebiliriz.
Dolayısı ile denizin yarılmasının gerçekte mümkün olamayacağını iddia edenlerin , bu iddialarını "Sünnetullah" kavramına dayandırarak , tabiat yasalarının değişmemesi anlamında kullanmaları , Kur'an'dan onay almamaktadır. Bu olayın elbette Sünnetullah ile yakından ilgisi bulunmaktadır , fakat iddia edildiği gibi tabiat yasaları ile değil , toplumsal yasalar ile yakından ilgili bulunmaktadır.
"Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler, maalesef yanlış olarak tabiat yasalarının değişmemesi şeklinde anlaşılması sonucunda, denizin yarılması olayının farklı bir şekilde tevil edilmesi gerektiği düşüncesi hasıl olmuştur. "Sünnetullah" kavramını , toplumsal değişim yasaları çerçevesinde okuduğumuzda, bizim bakmamız gereken asıl meselenin denizin yarılıp yarılmamış olmasından ziyade, İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi yönünde olması gerektiği ortaya çıkacaktır.
Bu konuda yapılan bir okuma yanlışına dikkat çekmek istiyoruz. Denizin yarılması sonucunda gelişen olaylar iki yönlüdür , 1- İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulması , 2- Firavun ve ordusunun denizin yarılması sonucunda helak olması. Denizin yarılması sonucunda bu iki olayın meydana geldiği herkesçe malumdur.
Bizler , Kur'an kıssalarında anlatılan bu tür olayların gerçekte olup olmadığı konusuna odaklanarak , anlaşılması gereken asıl meseleyi maalesef ıskalamaktayız. Halbuki anlamada öncelik verilmesi gereken konu , bu olayların hangi sebeplere binaen gerçekleştiği konusu olması gerekmektedir. İşte "Sünnetullah" kavramı bu noktada devreye girerek , Allah'ın değişmeyen sünneti olan, toplumların kendi elleri ile işlediklerinin sonucunda yaptıklarının karşılığını alması , İsrailoğulları ve Firavun örneğinde bizlere gösterilmektedir.
İsrailoğulları Musa (a.s) önderliğinde, Firavun zulümden kurtulmak için yıllarca süren bir mücadele vermişler ,ve bu mücadele sonucunda toplumsal işleyiş yasaları ,yani Sünnetullah gereğince zulümden kurtulmayı hak ederek, denizin karşı kıyısına geçmişlerdir.
Firavun ise , İsrailoğullarına reva gördüğü, yıllar süren zulüm ve soykırım neticesinde , toplumsal işleyiş yasaları, yani Sünnetullah gereğince helak olmayı hak ederek , denizde boğulmuştur.
Sünnetullah'ta değişme olmamasına işte bizim bu noktadan bakmamız gerekmektedir . Bir toplumun kurtuluşu , bir toplumun batışı , kıyamete kadar değişmeyecek olan yasaların işlemesi neticesinde gerçekleşmiştir.
Kur'an'ın kıssa yollu anlatım yöntemi ile anlattığı bu olaylar , kıyamete kadar geçerli olacak olan toplumsal işleyiş yasalarının, geçmişlerin hayatlarında nasıl gerçekleştiğini bizlerin görerek ibret almasını amaçlayan anlatımlardır. Bizler, yanlış bir okuma sonucu sebepleri atlayarak , sonuç üzerinde odaklanıp , toplumları bu sonuca götüren sebepleri maalesef okumayarak , yapılan anlatımı bir nevi modern bir masala çevirmekteyiz.
Denizin yarılması ile İsrailoğullarının kurtulması , Firavun ve ordusunun boğulması bir sonuçtur. Bu kıssada bizim öncelikli olarak okumamız gereken taraf , İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebeplerin öne çıkarıldığı bir okuma yöntemi olmalıdır. Bu yöntem aynı zamanda, kıssayı tarihsel bir masal olmaktan çıkararak , evrensel mesajlar içeren bilgiler haline getirecektir.
İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebepleri Kur'an genelinde okuduktan sonra , kurtuluş ve batışa sebep olan denizin yarılmasının nasıllığı üzerinde fikir yürütmek daha kolaylaşacak , ve daha doğru bir anlayışa sahip olunacaktır.
Kurtuluş ve batışın denizin yarılması neticesinde gerçekleşmiş olmasını nasıl okumalıyız
[002.214] Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.
[012.110] Nihayet elçiler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.
[030.047] Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.
Kur'an içinde bir çok ayet , Allah (c.c) nin iman eden kullarına yardım edeceğini vaat etmektedir. Yine bir çok ayet , bu yardım vaadinin sözde kalmadığını , fiile dökülerek gerçekleştiğini bildirmektedir. Allah (c.c) nin yardımının , iman edenlerin kurtarılması , iman etmeyenlerin ise helak edilmesi şeklinde gerçekleştiği malumdur. Musa (a.s) kıssasında İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen olay, Allah (c.c) nin yardım yasasının işlemesi sonucunda meydana gelmiştir.
Allah (c.c) nin yardımının ve helakının "Sünnetullah" dediğimiz yasalar dahilinde gerçekleştiğini hatırlatmak istiyoruz. Bu yasa, kulların hak edişine bağlı olarak çalışmaktadır. Allah (c.c) nin yardımı, iman edenlerin bütün güçlerini ortaya koyarak yaptıkları mücadele sonucunda, artık yapacaklarının son haddesine kadar yaptıktan sonra, yapacak bir şeyleri kalmayarak, "Bittik artık" dedikleri yerde gelmektedir(Bakara s. 214).
[020.077] Musa'ya «Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar için kuru bir yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin» diye vahyettik.
[026.052] Biz Musa'ya: «Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz» diye vahyettik.
[026.061] İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın arkadaşları: «Yakalandık» dediler.
[026.062] Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
İsrailoğulları önlerinde deniz , arkalarında ise Firavun ordusunun bulunduğu ana gelene kadar sergiledikleri mücadelede artık sona gelmişler , fakat Firavun'un zulmüne bir türlü mani olamamışlardır. Onların deniz kıyısına gelene kadar geçirdikleri zaman içinde gösterdikleri mücadele azmi , Sünnetullah gereği Allah (c.c) nin yardımına hak kazandıklarını göstermektedir.
Denizin yarılması olayını bu perspektiften bakarak okumanın daha doğru bir yaklaşım olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu bakış açısı , bizleri denizin yarılıp yarılmadığı gibi kısır bir tartışma içinden çekip çıkartacak , Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile İsrailoğullarını kurtarmış olduğunu bizlere anlatacaktır.
İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucunda gerçekleşmiş olması , Bakara s. 214. ayetinde beyan edilen durumun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar sıkışan kullarına, "Ben buradayım" diyerek yardım elini uzatan Allah (c.c) ,yardımını hak eden kullarına asla kayıtsız kalmayacağını , İsrailoğullarına yapmış olduğu yardım ile canlı bir biçimde göstermektedir.
Bu noktada denizin yarılıp yarılmadığını tartışmaktan çok , neden böyle bir yol kullanıldığının anlatılmış olduğu üzerinde bir fikir yürütmek gerektiğini düşünmekteyiz.
İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucu olduğunun haber verilmesini , zor durumda kalarak yapacak bir şeyi olmayanlara ,eğer yardımı hak ettikleri takdirde , kimsenin gücü yetmediği anda, sadece Allah'ın yardım elinin uzatacağının bir göstergesi olarak okumak mümkündür. Böyle bir okuma, olayın gerçekte vuku bulup bulmadığı konusunda yapılan kısır tartışmalara da son verecektir.
Kıssalarda anlatılan bu gibi olaylar , geçmişte mesaj içerikli okunmaması sonucunda, masal içerikli bir okumaya dönüşerek asıl mesaj ıskalanmış , Kur'an üzerine kafa yoran bir kısım kimseler , bu okumalardaki yanlışlığa tepkisel bir biçimde yaklaşarak , olayların vakiliğini tartışmaya açmış , bu olayların gerçekte vaki olmadığını , bu tür anlatımların mecaz içerdiğini iddia etmişlerdir.
Edebi bir anlatım üslubu olarak Kur'an mecazı sıkça kullanmaktadır ,fakat aklımızın almadığı her olay için "Bu mecazdır" demek ne kadar doğru olabilir?. Allah ( c.c) bizlere, akıl almaz bir biçimde kurtardığını haber verdiği insanlar üzerinden zımnen şöyle seslenmektedir :
"Ey kullarım , benim size olan yardım vaadim elbette haktır, ben vaadimden asla dönmem. Ancak benim yardım vaadimin yerine gelmesi için , sizin bunu hak etmeniz gerekmektedir. Siz benim yardımımı hak ettiğiniz zaman , dünyanın bütün güçlerinin bir araya gelerek başaramayacağı şeyleri benim yapmaya gücüm elbette yeter. İsrailoğullarını "Artık bittik" dedikleri bir zamanda onları kurtarmış olmam ve bu kurtarışı , kimsenin gücünün yetmeyeceği bir yol ile yapmış olmam, size olan vaadimin gerçek ve ne kadar büyük güç sahibi olduğumun açık bir göstergesidir".
Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi kıyamete kadar geçerli bir vaattir. Bizler Musa (a.s) kıssasını okumakla , bu yardım vaadinin doğru olduğunu görmekteyiz. Eğer bizler çağdaş Firavunlara karşı yapacağımız mücadelede , tüm imkanlarımızı kullandığımız , ve var gücümüzle mücadele ettiğimiz takdirde Sünnetullah gereği Allah'ın yardımını hak ederek "Artık bittik" dediğimiz yerde, Allah'ın yardım eli bizlere ulaşacaktır.
İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtulmasının denizin yarılması sonucu gerçekleştiğini ret etmenin, Allah (c.c) nin yardım vaadinin gerçekleşmediği gibi bir düşünceyi barındırması açısından doğru bir düşünce olmadığını söylemek istiyoruz. Denizin yarılarak İsrailoğullarının kurtarılmış olduğunun ifade edilmesi , tüm zamanlarda başı dara düşen Müslümanların yardımı hak ettikleri takdirde olmaz denilen şeyin olarak , sıkıntıdan kurtarılacakları , denizin yarılmış olması ile ifade edilmektedir.
Bedir'de az sayıdaki Müslüman ordusunun müşrik ordusuna galebe çalması, onlar için denizin yarılmasıdır. Müşriklerden kaçarken mağaraya sığınan Muhammed (a.s) ve arkadaşının ölümden kurtulmaları, onlar için denizin yarılmasıdır. Huneyn günü mağlup olmaktan kurtularak galip gelinmiş olması ,Müslüman ordusu için denizin yarılmasıdır. Dün İsrailoğulları için denizin yarılması olarak gerçekleşen Allah'ın yardımı, hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar geçerli bir vaat olup , farklı şekillerde mutlaka gerçekleşecektir.
Kıssa okumalarında hatalı bir yöntem olarak gördüğümüz okuma yöntemi, sonuçlar üzerinde yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Halbuki sonuçlar değil , sebepler üzerine yoğunlaşan okuma yöntemi , kıssaların evrensel mesajlarının okunmasını kolaylaştıracaktır. Kıssalarda anlatılan sonuçlar, din dilinin anlatım üslubu olan ve insanların olayın vehametini daha kolay anlamalarına yönelik bir anlatım üslubudur.
Sonuç olarak : Kur'an kıssalarında bir takım sıra dışı olayların anlatılması , bu olayların vakiliğini tartışmaya açmıştır. İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulümnden kurtulduklarının haber verilmiş olması , bu yarılmanın gerçekte olup olmadığı konusunda bir takım spekülasyonlara yol açmıştır.
Bizim önerdiğimiz okuma yöntemi , bu olayların vakiliğini sorgulamak temeline dayalı bir okuma yöntemi değil , bu olayların neden böyle anlatıldığı üzerine yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Sebeplere odaklanan bir okuma yöntemi , kıssalardaki anlatımın , bizlere dair olan mesajlarının daha doğru ve net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.
İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulduklarının beyan edilmesi , bizlerin denizin yarılıp yarılmadığı konusunu tartışmaya açmaya değil , denizin yarılması ile sonuçlanan sebepleri tartışmaya açmaya yöneltmelidir. Çünkü denizin yarılması ile sonuçlanan olaylar , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işlemesi ile gerçekleşmiştir.
Denizin yarılması şeklinde gerçekleşen olay , yine Sünnetullah'ın bir tecellisidir. Bu yardım her zaman ve mekanda yaşan Müslümanlar için, hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar tecelli edecek bir yasadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kıssada gözümüze çarpan önemli noktalardan birisi , Musa (a.s) ve kavminin, yıllar süren mücadele sonunda Mısırı terk ederek denizin karşı kıyısına geçmeleri , ve bu geçişin denizin yarılması sonucunda gerçekleştiğinin beyan edilmesidir.
İsrailoğullarının Firavun'dan kurtuluşunun, denizin yarılması sonucunda olduğunu beyan eden ayetlerin üzerinde bir takım spekülasyonlara gidilerek , denizin yarılması olayının gerçek olarak meydana gelmediği , bu yarılma olayının Sünnetullah'a aykırı olduğu , yarılma olarak ifade edilen olayın , İsrailoğulları tarafından yapılan baraj olduğu , barajın kapaklarının açılarak Firavun ve ordusunun boğulduğu , veya denizin med cezir olayı neticesinde suların çekildiği zamanda İsrailoğullarının denizin karşısına geçtiği şeklinde yorumlar yapılarak , bu olay izah edilmeye çalışılmaktadır.
Yazımızda, denizin yarılması ile ilgili anlatımların nasıl bir bakış açısı ile okunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[002.050] Bir zamanlar biz sizin için denizi yardık, sizi kurtardık, Firavun'un taraftarlarını da, siz bakıp dururken denizde boğduk.
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
Denizin hakiki anlamda yarılmadığını iddia edenlerin ortaya koydukları delillerden bir tanesi "Sünnetullah" kavramı ile ilgili olup , "Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetlerden yola çıkarak, böyle bir değişimin mümkün olamayacağı ileri sürülmektedir. "Allah'ın sünneti" deyiminin geçtiği ayetlere baktığımızda, değişmeme yasasının tabiat kanunları ile ilgili olmadığını, toplumsal yasalar ile ilgili olduğunu görebiliriz.
Dolayısı ile denizin yarılmasının gerçekte mümkün olamayacağını iddia edenlerin , bu iddialarını "Sünnetullah" kavramına dayandırarak , tabiat yasalarının değişmemesi anlamında kullanmaları , Kur'an'dan onay almamaktadır. Bu olayın elbette Sünnetullah ile yakından ilgisi bulunmaktadır , fakat iddia edildiği gibi tabiat yasaları ile değil , toplumsal yasalar ile yakından ilgili bulunmaktadır.
"Allah'ın sünnetinde değişme yoktur" mealindeki ayetler, maalesef yanlış olarak tabiat yasalarının değişmemesi şeklinde anlaşılması sonucunda, denizin yarılması olayının farklı bir şekilde tevil edilmesi gerektiği düşüncesi hasıl olmuştur. "Sünnetullah" kavramını , toplumsal değişim yasaları çerçevesinde okuduğumuzda, bizim bakmamız gereken asıl meselenin denizin yarılıp yarılmamış olmasından ziyade, İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi yönünde olması gerektiği ortaya çıkacaktır.
Bu konuda yapılan bir okuma yanlışına dikkat çekmek istiyoruz. Denizin yarılması sonucunda gelişen olaylar iki yönlüdür , 1- İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulması , 2- Firavun ve ordusunun denizin yarılması sonucunda helak olması. Denizin yarılması sonucunda bu iki olayın meydana geldiği herkesçe malumdur.
Bizler , Kur'an kıssalarında anlatılan bu tür olayların gerçekte olup olmadığı konusuna odaklanarak , anlaşılması gereken asıl meseleyi maalesef ıskalamaktayız. Halbuki anlamada öncelik verilmesi gereken konu , bu olayların hangi sebeplere binaen gerçekleştiği konusu olması gerekmektedir. İşte "Sünnetullah" kavramı bu noktada devreye girerek , Allah'ın değişmeyen sünneti olan, toplumların kendi elleri ile işlediklerinin sonucunda yaptıklarının karşılığını alması , İsrailoğulları ve Firavun örneğinde bizlere gösterilmektedir.
İsrailoğulları Musa (a.s) önderliğinde, Firavun zulümden kurtulmak için yıllarca süren bir mücadele vermişler ,ve bu mücadele sonucunda toplumsal işleyiş yasaları ,yani Sünnetullah gereğince zulümden kurtulmayı hak ederek, denizin karşı kıyısına geçmişlerdir.
Firavun ise , İsrailoğullarına reva gördüğü, yıllar süren zulüm ve soykırım neticesinde , toplumsal işleyiş yasaları, yani Sünnetullah gereğince helak olmayı hak ederek , denizde boğulmuştur.
Sünnetullah'ta değişme olmamasına işte bizim bu noktadan bakmamız gerekmektedir . Bir toplumun kurtuluşu , bir toplumun batışı , kıyamete kadar değişmeyecek olan yasaların işlemesi neticesinde gerçekleşmiştir.
Kur'an'ın kıssa yollu anlatım yöntemi ile anlattığı bu olaylar , kıyamete kadar geçerli olacak olan toplumsal işleyiş yasalarının, geçmişlerin hayatlarında nasıl gerçekleştiğini bizlerin görerek ibret almasını amaçlayan anlatımlardır. Bizler, yanlış bir okuma sonucu sebepleri atlayarak , sonuç üzerinde odaklanıp , toplumları bu sonuca götüren sebepleri maalesef okumayarak , yapılan anlatımı bir nevi modern bir masala çevirmekteyiz.
Denizin yarılması ile İsrailoğullarının kurtulması , Firavun ve ordusunun boğulması bir sonuçtur. Bu kıssada bizim öncelikli olarak okumamız gereken taraf , İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebeplerin öne çıkarıldığı bir okuma yöntemi olmalıdır. Bu yöntem aynı zamanda, kıssayı tarihsel bir masal olmaktan çıkararak , evrensel mesajlar içeren bilgiler haline getirecektir.
İsrailoğullarını kurtuluşa , Firavun ve ordusunu batışa götüren sebepleri Kur'an genelinde okuduktan sonra , kurtuluş ve batışa sebep olan denizin yarılmasının nasıllığı üzerinde fikir yürütmek daha kolaylaşacak , ve daha doğru bir anlayışa sahip olunacaktır.
Kurtuluş ve batışın denizin yarılması neticesinde gerçekleşmiş olmasını nasıl okumalıyız
[002.214] Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali, başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır.
[012.110] Nihayet elçiler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.
[030.047] Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinlemeyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.
Kur'an içinde bir çok ayet , Allah (c.c) nin iman eden kullarına yardım edeceğini vaat etmektedir. Yine bir çok ayet , bu yardım vaadinin sözde kalmadığını , fiile dökülerek gerçekleştiğini bildirmektedir. Allah (c.c) nin yardımının , iman edenlerin kurtarılması , iman etmeyenlerin ise helak edilmesi şeklinde gerçekleştiği malumdur. Musa (a.s) kıssasında İsrailoğullarının kurtarılması , Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen olay, Allah (c.c) nin yardım yasasının işlemesi sonucunda meydana gelmiştir.
Allah (c.c) nin yardımının ve helakının "Sünnetullah" dediğimiz yasalar dahilinde gerçekleştiğini hatırlatmak istiyoruz. Bu yasa, kulların hak edişine bağlı olarak çalışmaktadır. Allah (c.c) nin yardımı, iman edenlerin bütün güçlerini ortaya koyarak yaptıkları mücadele sonucunda, artık yapacaklarının son haddesine kadar yaptıktan sonra, yapacak bir şeyleri kalmayarak, "Bittik artık" dedikleri yerde gelmektedir(Bakara s. 214).
[020.077] Musa'ya «Kullarımı geceleyin yola çıkar,denize değneğini vurarak onlar için kuru bir yol aç, ne yakalanmaktan kork ve ne de boğulmaktan çekin» diye vahyettik.
[026.052] Biz Musa'ya: «Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz» diye vahyettik.
[026.061] İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın arkadaşları: «Yakalandık» dediler.
[026.062] Musa: Asla! dedi, Rabbim şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.
[026.063] Bunun üzerine Musa'ya vahyettik ki: Asanı denize vur. O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.
İsrailoğulları önlerinde deniz , arkalarında ise Firavun ordusunun bulunduğu ana gelene kadar sergiledikleri mücadelede artık sona gelmişler , fakat Firavun'un zulmüne bir türlü mani olamamışlardır. Onların deniz kıyısına gelene kadar geçirdikleri zaman içinde gösterdikleri mücadele azmi , Sünnetullah gereği Allah (c.c) nin yardımına hak kazandıklarını göstermektedir.
Denizin yarılması olayını bu perspektiften bakarak okumanın daha doğru bir yaklaşım olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu bakış açısı , bizleri denizin yarılıp yarılmadığı gibi kısır bir tartışma içinden çekip çıkartacak , Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile İsrailoğullarını kurtarmış olduğunu bizlere anlatacaktır.
İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucunda gerçekleşmiş olması , Bakara s. 214. ayetinde beyan edilen durumun gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar sıkışan kullarına, "Ben buradayım" diyerek yardım elini uzatan Allah (c.c) ,yardımını hak eden kullarına asla kayıtsız kalmayacağını , İsrailoğullarına yapmış olduğu yardım ile canlı bir biçimde göstermektedir.
Bu noktada denizin yarılıp yarılmadığını tartışmaktan çok , neden böyle bir yol kullanıldığının anlatılmış olduğu üzerinde bir fikir yürütmek gerektiğini düşünmekteyiz.
İsrailoğullarının kurtuluşunun denizin yarılması sonucu olduğunun haber verilmesini , zor durumda kalarak yapacak bir şeyi olmayanlara ,eğer yardımı hak ettikleri takdirde , kimsenin gücü yetmediği anda, sadece Allah'ın yardım elinin uzatacağının bir göstergesi olarak okumak mümkündür. Böyle bir okuma, olayın gerçekte vuku bulup bulmadığı konusunda yapılan kısır tartışmalara da son verecektir.
Kıssalarda anlatılan bu gibi olaylar , geçmişte mesaj içerikli okunmaması sonucunda, masal içerikli bir okumaya dönüşerek asıl mesaj ıskalanmış , Kur'an üzerine kafa yoran bir kısım kimseler , bu okumalardaki yanlışlığa tepkisel bir biçimde yaklaşarak , olayların vakiliğini tartışmaya açmış , bu olayların gerçekte vaki olmadığını , bu tür anlatımların mecaz içerdiğini iddia etmişlerdir.
Edebi bir anlatım üslubu olarak Kur'an mecazı sıkça kullanmaktadır ,fakat aklımızın almadığı her olay için "Bu mecazdır" demek ne kadar doğru olabilir?. Allah ( c.c) bizlere, akıl almaz bir biçimde kurtardığını haber verdiği insanlar üzerinden zımnen şöyle seslenmektedir :
"Ey kullarım , benim size olan yardım vaadim elbette haktır, ben vaadimden asla dönmem. Ancak benim yardım vaadimin yerine gelmesi için , sizin bunu hak etmeniz gerekmektedir. Siz benim yardımımı hak ettiğiniz zaman , dünyanın bütün güçlerinin bir araya gelerek başaramayacağı şeyleri benim yapmaya gücüm elbette yeter. İsrailoğullarını "Artık bittik" dedikleri bir zamanda onları kurtarmış olmam ve bu kurtarışı , kimsenin gücünün yetmeyeceği bir yol ile yapmış olmam, size olan vaadimin gerçek ve ne kadar büyük güç sahibi olduğumun açık bir göstergesidir".
Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi kıyamete kadar geçerli bir vaattir. Bizler Musa (a.s) kıssasını okumakla , bu yardım vaadinin doğru olduğunu görmekteyiz. Eğer bizler çağdaş Firavunlara karşı yapacağımız mücadelede , tüm imkanlarımızı kullandığımız , ve var gücümüzle mücadele ettiğimiz takdirde Sünnetullah gereği Allah'ın yardımını hak ederek "Artık bittik" dediğimiz yerde, Allah'ın yardım eli bizlere ulaşacaktır.
İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtulmasının denizin yarılması sonucu gerçekleştiğini ret etmenin, Allah (c.c) nin yardım vaadinin gerçekleşmediği gibi bir düşünceyi barındırması açısından doğru bir düşünce olmadığını söylemek istiyoruz. Denizin yarılarak İsrailoğullarının kurtarılmış olduğunun ifade edilmesi , tüm zamanlarda başı dara düşen Müslümanların yardımı hak ettikleri takdirde olmaz denilen şeyin olarak , sıkıntıdan kurtarılacakları , denizin yarılmış olması ile ifade edilmektedir.
Bedir'de az sayıdaki Müslüman ordusunun müşrik ordusuna galebe çalması, onlar için denizin yarılmasıdır. Müşriklerden kaçarken mağaraya sığınan Muhammed (a.s) ve arkadaşının ölümden kurtulmaları, onlar için denizin yarılmasıdır. Huneyn günü mağlup olmaktan kurtularak galip gelinmiş olması ,Müslüman ordusu için denizin yarılmasıdır. Dün İsrailoğulları için denizin yarılması olarak gerçekleşen Allah'ın yardımı, hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar geçerli bir vaat olup , farklı şekillerde mutlaka gerçekleşecektir.
Kıssa okumalarında hatalı bir yöntem olarak gördüğümüz okuma yöntemi, sonuçlar üzerinde yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Halbuki sonuçlar değil , sebepler üzerine yoğunlaşan okuma yöntemi , kıssaların evrensel mesajlarının okunmasını kolaylaştıracaktır. Kıssalarda anlatılan sonuçlar, din dilinin anlatım üslubu olan ve insanların olayın vehametini daha kolay anlamalarına yönelik bir anlatım üslubudur.
Sonuç olarak : Kur'an kıssalarında bir takım sıra dışı olayların anlatılması , bu olayların vakiliğini tartışmaya açmıştır. İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulümnden kurtulduklarının haber verilmiş olması , bu yarılmanın gerçekte olup olmadığı konusunda bir takım spekülasyonlara yol açmıştır.
Bizim önerdiğimiz okuma yöntemi , bu olayların vakiliğini sorgulamak temeline dayalı bir okuma yöntemi değil , bu olayların neden böyle anlatıldığı üzerine yoğunlaşmış bir okuma yöntemidir. Sebeplere odaklanan bir okuma yöntemi , kıssalardaki anlatımın , bizlere dair olan mesajlarının daha doğru ve net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.
İsrailoğullarının denizin yarılması sonucunda Firavun zulmünden kurtulduklarının beyan edilmesi , bizlerin denizin yarılıp yarılmadığı konusunu tartışmaya açmaya değil , denizin yarılması ile sonuçlanan sebepleri tartışmaya açmaya yöneltmelidir. Çünkü denizin yarılması ile sonuçlanan olaylar , Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların işlemesi ile gerçekleşmiştir.
Denizin yarılması şeklinde gerçekleşen olay , yine Sünnetullah'ın bir tecellisidir. Bu yardım her zaman ve mekanda yaşan Müslümanlar için, hak edişe bağlı olarak kıyamete kadar tecelli edecek bir yasadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Kasım 2016 Pazartesi
Yunus s. 18. Ayeti : "Bunlar Bizim Allah Katında Şefaatçilerimiz" Diyen Müslümanlar
Allah (c.c) tarih boyunca indirdiği kitap ve gönderdiği elçiler ile , insanların sadece kendisini ilah ve rab olarak tanımaları gerektiğini ve yaşamlarını bu esas üzerine temellendirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Son kitabın indiği Mekke bilindiği üzere , Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı bir çok inanç ve ameli işleyen insanların oluşturduğu bir şehir idi. Bu şehirde yaşayan insanların bir çoğu, "Put" olarak tanımlanan, kimseye herhangi bir zarar veya faydası olmayan şeylere kulluk etmekte, bunları Allah ile aralarında aracı olarak görmekte idiler. Onların "Şirk" olarak tanımlanan bu düşünceleri ,Yunus s. 18. ayetinde şu şekilde haber verilmektedir.
[010.018] Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir.
Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.
Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.
Şefaat düşüncesinin altında karşılıklı menfaatler yattığı için , insanları sömürmenin en kolay yollarından birisi olan dini alanda hayli rağbet görmektedir. Şefaat edileceğine inanan kişi, kendisine Allah katında birisinin aracı olacağına inanmakla, ahiretini garanti altına aldığını düşünerek ömrünü rahat bir biçimde geçirmekte , şefaat edeceğine inanan kimse ise , kendisinden şefaat bekleyenler sayesinde , onların sırtlarından hem maddi , hem de manevi olarak kazanç sağlayarak ömrünü rahat bir biçimde geçirmektedir. "Alan memnun satan memnun" esasına dayanan bu sektörün alıcı ve satıcıları İslam dünyası içinde büyük bir yer kaplamaktadır.
Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.
Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz.
[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.
Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir.
Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) , rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır.
İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile , kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların , etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.
Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
[050.016] And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.
Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.
[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025] Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160] Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111] O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071] Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062] Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir.
Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.
Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır.
Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.
Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz.
Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.
Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.
Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır.
Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.
Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.
Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır.
Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.
Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.
Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[010.018] Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir.
Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.
Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.
Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.
Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz.
[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.
Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir.
Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) , rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır.
İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile , kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların , etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.
Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
[050.016] And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.
Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.
[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025] Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160] Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111] O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071] Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062] Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir.
Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.
Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır.
Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.
Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz.
Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.
Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.
Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır.
Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.
Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.
Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır.
Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.
Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.
Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Kasım 2016 Pazar
Fussilet s. 30-32. Ayetleri : Melekler İnsan Üzerine Nasıl İner ?
Yazımıza konu olarak seçtiğimiz ayetlerde, Allah (c.c) biz iman etmiş kullarına bir vaatte bulunmaktadır. Bu yazımızda Allah (c.c) nin bu vaadinin hayat için nasıl gerçekleştiğine dair bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.
Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz.
Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.
Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.
Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır.
Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir.
Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?.
"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir.
"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır.
Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab" olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir.
İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?. Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.
Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.
Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir.
Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır.
Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7).
Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve onu gerçek rab ve ilah olarak kabul etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir.
[008.012] Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım. Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.
Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir.
Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.
Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır.
Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.
[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.
Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.
Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.
Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır.
Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz.
İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.
Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.
Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz.
Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.
Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.
Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır.
Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir.
Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?.
"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir.
"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır.
Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab" olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir.
İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?. Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.
Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.
Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir.
Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır.
Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7).
Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve onu gerçek rab ve ilah olarak kabul etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir.
[008.012] Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım. Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.
Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir.
Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.
Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır.
Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.
[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.
Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.
Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.
Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır.
Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz.
İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.
Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
23 Kasım 2016 Çarşamba
Rad s. 11. ve Enfal s. 53. Ayetleri : Firavun Örneğinde Toplumsal Değişimin Yasaları
Yarattığı insanlara dünya hayatlarında uyması gereken kuralları, elçi ve kitapları vasıtası ile bildiren Allah (c.c), koymuş olduğu kurallara uymanın veya uymamanın, insanlara dünya ve ahiret hayatlarında nasıl bir karşılık ile döneceğini de kitapları ile kullarına haber vermiştir.
İnsanların ve toplumların dünya hayatlarında yaptıklarının karşılığını belirli yasalara bağlayarak, bu yasalar dahilinde kişi ve toplum ayrımı yapılmadan karşılığının verilmesine "Sünnetullah" denilmektedir.
Sünnetullah adı verilen toplumsal yasaların nasıl işlediği, hem kural olarak, hem de gerçek hayat içinde bu kuralın nasıl vaki olduğu bizlere Kur'an içinde haber verilmektedir. Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetleri, bu kuralı bize bildiren ayetlerdendir.
[Rad s.11] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim , kendisini değiştirmedikçe , Allah ta o kavmi değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.
[Enfal s. 49] Hani münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar: Bunları, dinleri aldattı, diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse; muhakkak ki Allah, Aziz' dir, Hakim'dir.
[Enfal s. 50] Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!
[Enfal s. 51] İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.
[Enfal s. 52] Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yoketti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir.
[Enfal s. 53] Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.
Allah (c.c) bu ayetlerde, bir insan veya topluluğun, menfi veya müspet yönde bir değişime uğramasının, insan veya toplumların yaptıkları sonucunda gerçekleşeceğini bildirmektedir. Yani değişimi Allah (c.c) değil , insan veya toplumlar başlatmakta, Allah (c.c) bu değişim isteğine göre koyduğu yasaları işleyiş alanına sokmaktadır.
[Ahzab s. 62] (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.
Allah (c.c) toplumsal işleyiş yasasının (Sünnetullah) kuralını koyduktan sonra, bu işleyişin geçmişteki yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği örneğini, yaşanmış kıssalar vasıtası ile bizlere bildirmektedir.
[Enfal s. 54] Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibi. Rabblarının ayetlerini yalanlamışlardı da, Biz de günahlarından dolayı onları helak etmiş ve Firavun hanedanını suda boğmuştuk. Hepsi de zalimlerdi.
Bilndiği üzere Musa (a.s) kıssası, Kur'an'da en fazla yer tutan bir kıssa olarak dikkat çekmektedir. Onun Firavun ve kendi kavmi ile olan mücadelesi, sadece geçmişte yaşanmış bitmiş olaylar değil, toplumsal yasaların gerçek hayat içinde nasıl işlediğinin gösterilmesine yönelik anlatımlardır. Enfal s. 53. ayetinde toplumsal yasaların kuralından bahsedildikten sonra, bu yasaların Firavun örneğinde işlemiş olduğu hatırlatılmaktadır.
Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına kadar geçen ayetleri kronolojik olarak alt alta koyup okuduğumuzda, elinde insanları yönetme ve iktidar gücü olanların ,bu gücü nasıl kullanmaMAsı gerektiği güç ve iktidar nimetini gereği gibi kullanmayanların, sonlarının nasıl olacağı hatırlatılmaktadır.
Firavun ve ordusunun karşı karşıya kaldığı son, sadece onlara özel bir durum değil, tarih boyunca elinde gücü halkını ezmek ve sömürmek için kullananların karşılaşacağı toplumsal bir yasa, yani Sünnetullah olarak okunmalı ve onların sonundan ibret alınmalıdır.
"Firavun ve ordusunu helaka götüren sebepler ne idi ?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı yolun izlendiği takdirde, tüm zamanlardaki güç ve iktidar sahiplerinin başlarına gelecek olan kaçınılmaz sonu da gösterecektir.
[Kasas s.4] Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş (ala) ve oranın halkını birtakın fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.
[Naziat s.24] «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[Şuara s. 29] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»
[Zuhruf s.51-54] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?«Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?»«Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?» Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.
Elinde yönetim ve iktidar gücü bulunduranların bilmesi gereken ilk şey, kendisinin ve elinin altında bulunan insanların tek sahibinin Allah (c.c) olduğudur. Bunu bilmeyen ve kendisini ülkenin tek hakimi , insanların ilahı ve rabbi olarak gören yönetim sahipleri, toplumsal yıkım yasasının ilk basamağını atlayarak, yıkıma bir adım yaklaşmış sayılırlar.
[Neml s. 15] Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da: «Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun» dediler.
Davud ve Süleyman (a.s) lar, elinde güç , servet ve iktidar bulunduran kimselere örneklik teşkil eden iki hükümdar olması açısından okunması ve anlaşılması gereken iki elçidir. Bu elçilerin kıssalarının merkezinde, tek ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi bilmek ve tanımak , icraatlarını bu esas üzerine kurmaları yatmaktadır.
Allah (c.c) nin insanların tek ilahı ve rabbi olmasını ret eden bir yönetim sahibi, yaptıklarının hesabını kimseye vermeyeceğini zannederek, ahireti inkar eden bir yönetim örneği sergilerler. Ahiret inancı olmayan kişi ve toplumlar , "Ne yapsak kardır" mantığı içinde hareket ederek, dünyayı fesada boğmaktan korkmayan bir yaşam sürdürür, bunun sonucunda ise toplumsal işleyiş yasaları gereğince helak edilirler.
Kendisini halktan biri olarak değil, ayrı bir konumda görüp, özel bir statüye sahip olduğunu zannederek, halkı zulme dayanan esaslara göre yönetmenin sonu, Firavun misali yıkıma uğramaktır. Yönetimi altında yaşayanların, ırk, renk, kabile, mezhep, meşrep, din v.s gibi alt kimliklerini dikkate alan bir yönetim uygulaması, zaman içinde o topluluklarda huzursuzluğun asıl nedenini oluşturarak, toplulukların güçsüz düşmesine sebep olacak ve beraberinde yıkımı getirecektir.
Firavun, kendisinin yönetimi altındaki etnik unsur olan İsrailoğullarına her türlü zulmü reva görürken, Süleyman (a.s) ise elinin altındaki etnik unsurları sosyal ve ekonomik ayrım gözetmeden yönetmeyi başaran bir hükümdar örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Irk, soy, kabile gibi insan ile ilgili unsurlar, dünya hayatının bir gerçeğidir. Bu gerçekler, yönetimi elinde bulunduranların elinde bir zulüm aracı olarak asla kullanılmamalıdır. Bir devletin çatısı altında mutlaka farklı ırk, kabile ve soylara bağlı etnik unsurlar mutlaka bulunmaktadır. Bir devletin gücü ve devamlılığı, bu unsurları birbirine bağlı tutmayı başardığı müddetçe sürecektir. Devletler bu etnik unsurlar arasında ayrım yapan bir politika gütmeye başladığında ise, Firavun misali güçten düşecek ve yıkım gerçekleşecektir.
Yaşadığımız dünyada yakın geçmişte ve şu anda yapılan savaşlara baktığımızda , farklı etnik unsurlara sahip olanların kışkırtılması sonucunda çıkarılmış savaşlar olduğunu görebiliriz. Bu savaşların verdiği zararlar ile dünyanın her tarafı yangın yerine dönüşmüştür. Bu savaşların yaşandığı ülkeler zaman içinde güçten düşerek, yıkıma mutlaka uğramıştır.
İnsanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan eden Hucurat s. 13 ve diğer ayetler, insanlar arasındaki yakınlığın anlatılması açısından okunması gereken ayetlerdir. Bir erkek ve bir dişiden yaratılan insanların kardeş olması, kardeşler arasında olması gereken birlik , beraberlik ve dayanışmayı da beraberinde getirmesi açısından okunarak, bir insanın diğer insana karşı olan üstünlüğünün, bizlerin belirlediği kriterlerin değil , Allah (c.c) nin belirlediği kriterlerin dikkate alınması , "Üst Kimlik" dediğimiz olguyu gündeme getirerek , "Alt Kimlik" dediğimiz ve insanlar arasında ayrımcılığı körükleyen unsurları da gündemden düşecektir.
Üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeni, ancak Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sistem içinde gerçekleşebilir. İnsanların ilahlık ve rabliğe soyunduğu bir sistemde, üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeninin kurulması asla mümkün değildir. Bu durum ise toplumların kendi içinde çatışmasını beraberinde getirecek, ve toplumları güçten düşürerek yıkılmalarına sebep olacaktır.
Firavunun ilahlık ve rablik iddiası , yönetim ile ilgili kuralları koyma hakkını kendisinde görmesi , koyduğu kuralların ise yanlış olması sonucunda, Sünnetullah'ın tecelli ederek onun iktidarının yıkımını getirmiştir. Onun ilahlık ve rablik iddiası, halkını küçümsemesini ve bölmesini, bir bölümünü soykırıma tabi tutmak sureti ile kendi iktidarını daha da sağlamlaştıracağı zannı, onun sonunu getirmiştir.
Sünnetullah'ı aşağıdaki dizeler kadar veciz bir şekilde anlatmaktadır.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
(Mehmet Akif Ersoy)
Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetlerinde belirlenen kurala göre Firavun sahip olduğu iktidar nimetini , kendisini ilah ve rab olarak görmek , halkı küçümsemek , halkın bir bölümünü soy kırıma uğratmak sureti ile kötüye kullanarak , değişim yasalarının kendisi aleyhinde gerçekleşmesini talep etmiş, Allah (c.c) ise bu değişim isteğinin karşılığını vermiştir.
Firavunluk sadece yönetim kademesindeki insanlar ile ilgili bir durum değil , kişisel olarak ta bu durum yaşanabilir. Önemli olan Firavun karakteri üzerinden verilen örnekleri üzerimizde taşımamak gerektiğidir. Firavun karakterine sahip olan bir kişi evin reisi olsa, bu zulmü aile bireyleri üzerinde, öğretmen olacak olsa talebeleri üzerinde uygulamaktan geri durmayacaktır.
Sonuç olarak : Kitabında koyduğu toplumsal yasalarda kıyamete kadar bir değişme olmayacağını beyan eden Allah (c.c) (İsra s.77 - Ahzab s.62 - Fetih s.23- Kehf s.55) , bu yasaların nasıl işleyeceğini yine kitabında beyan ederek , nasıl işlediğini ise kıssalar yolu ile canlı örneklerle göstererek, bizlerin bu anlatımlardan ibret almasını istemektedir.
Firavun, Sünnetullah'ın tecelli etmesinin en önemli örneği olarak , tarih boyunca gelecek yönetimlerin aynı yolu izlediği takdirde başına gelecek sonu gösteren son derece önemli bir aktördür. Onun denizde boğulması, iktidarının son bulması açısından okunması gereken bir son olup, tüm iktidar sahiplerinin denizde boğulması gerektiği gibi bir son akla gelmemelidir.
Elindeki yönetim gücünü kötüye kullananların bu gücü her ne surette olursa olsun kaybetmiş olmaları , toplumsal yasaların (Sünnetullah) işlemesinin bir gereği olduğu , ve bu işleyişin kıyamete kadar süreceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
İnsanların ve toplumların dünya hayatlarında yaptıklarının karşılığını belirli yasalara bağlayarak, bu yasalar dahilinde kişi ve toplum ayrımı yapılmadan karşılığının verilmesine "Sünnetullah" denilmektedir.
Sünnetullah adı verilen toplumsal yasaların nasıl işlediği, hem kural olarak, hem de gerçek hayat içinde bu kuralın nasıl vaki olduğu bizlere Kur'an içinde haber verilmektedir. Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetleri, bu kuralı bize bildiren ayetlerdendir.
[Rad s.11] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim , kendisini değiştirmedikçe , Allah ta o kavmi değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.
[Enfal s. 49] Hani münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar: Bunları, dinleri aldattı, diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse; muhakkak ki Allah, Aziz' dir, Hakim'dir.
[Enfal s. 50] Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!
[Enfal s. 51] İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.
[Enfal s. 52] Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yoketti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir.
[Enfal s. 53] Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.
Allah (c.c) bu ayetlerde, bir insan veya topluluğun, menfi veya müspet yönde bir değişime uğramasının, insan veya toplumların yaptıkları sonucunda gerçekleşeceğini bildirmektedir. Yani değişimi Allah (c.c) değil , insan veya toplumlar başlatmakta, Allah (c.c) bu değişim isteğine göre koyduğu yasaları işleyiş alanına sokmaktadır.
[Ahzab s. 62] (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.
Allah (c.c) toplumsal işleyiş yasasının (Sünnetullah) kuralını koyduktan sonra, bu işleyişin geçmişteki yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği örneğini, yaşanmış kıssalar vasıtası ile bizlere bildirmektedir.
[Enfal s. 54] Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibi. Rabblarının ayetlerini yalanlamışlardı da, Biz de günahlarından dolayı onları helak etmiş ve Firavun hanedanını suda boğmuştuk. Hepsi de zalimlerdi.
Bilndiği üzere Musa (a.s) kıssası, Kur'an'da en fazla yer tutan bir kıssa olarak dikkat çekmektedir. Onun Firavun ve kendi kavmi ile olan mücadelesi, sadece geçmişte yaşanmış bitmiş olaylar değil, toplumsal yasaların gerçek hayat içinde nasıl işlediğinin gösterilmesine yönelik anlatımlardır. Enfal s. 53. ayetinde toplumsal yasaların kuralından bahsedildikten sonra, bu yasaların Firavun örneğinde işlemiş olduğu hatırlatılmaktadır.
Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına kadar geçen ayetleri kronolojik olarak alt alta koyup okuduğumuzda, elinde insanları yönetme ve iktidar gücü olanların ,bu gücü nasıl kullanmaMAsı gerektiği güç ve iktidar nimetini gereği gibi kullanmayanların, sonlarının nasıl olacağı hatırlatılmaktadır.
Firavun ve ordusunun karşı karşıya kaldığı son, sadece onlara özel bir durum değil, tarih boyunca elinde gücü halkını ezmek ve sömürmek için kullananların karşılaşacağı toplumsal bir yasa, yani Sünnetullah olarak okunmalı ve onların sonundan ibret alınmalıdır.
"Firavun ve ordusunu helaka götüren sebepler ne idi ?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı yolun izlendiği takdirde, tüm zamanlardaki güç ve iktidar sahiplerinin başlarına gelecek olan kaçınılmaz sonu da gösterecektir.
[Kasas s.4] Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş (ala) ve oranın halkını birtakın fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.
[Naziat s.24] «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[Şuara s. 29] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»
[Zuhruf s.51-54] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?«Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?»«Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?» Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.
Elinde yönetim ve iktidar gücü bulunduranların bilmesi gereken ilk şey, kendisinin ve elinin altında bulunan insanların tek sahibinin Allah (c.c) olduğudur. Bunu bilmeyen ve kendisini ülkenin tek hakimi , insanların ilahı ve rabbi olarak gören yönetim sahipleri, toplumsal yıkım yasasının ilk basamağını atlayarak, yıkıma bir adım yaklaşmış sayılırlar.
[Neml s. 15] Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da: «Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun» dediler.
Davud ve Süleyman (a.s) lar, elinde güç , servet ve iktidar bulunduran kimselere örneklik teşkil eden iki hükümdar olması açısından okunması ve anlaşılması gereken iki elçidir. Bu elçilerin kıssalarının merkezinde, tek ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi bilmek ve tanımak , icraatlarını bu esas üzerine kurmaları yatmaktadır.
Allah (c.c) nin insanların tek ilahı ve rabbi olmasını ret eden bir yönetim sahibi, yaptıklarının hesabını kimseye vermeyeceğini zannederek, ahireti inkar eden bir yönetim örneği sergilerler. Ahiret inancı olmayan kişi ve toplumlar , "Ne yapsak kardır" mantığı içinde hareket ederek, dünyayı fesada boğmaktan korkmayan bir yaşam sürdürür, bunun sonucunda ise toplumsal işleyiş yasaları gereğince helak edilirler.
Kendisini halktan biri olarak değil, ayrı bir konumda görüp, özel bir statüye sahip olduğunu zannederek, halkı zulme dayanan esaslara göre yönetmenin sonu, Firavun misali yıkıma uğramaktır. Yönetimi altında yaşayanların, ırk, renk, kabile, mezhep, meşrep, din v.s gibi alt kimliklerini dikkate alan bir yönetim uygulaması, zaman içinde o topluluklarda huzursuzluğun asıl nedenini oluşturarak, toplulukların güçsüz düşmesine sebep olacak ve beraberinde yıkımı getirecektir.
Firavun, kendisinin yönetimi altındaki etnik unsur olan İsrailoğullarına her türlü zulmü reva görürken, Süleyman (a.s) ise elinin altındaki etnik unsurları sosyal ve ekonomik ayrım gözetmeden yönetmeyi başaran bir hükümdar örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Irk, soy, kabile gibi insan ile ilgili unsurlar, dünya hayatının bir gerçeğidir. Bu gerçekler, yönetimi elinde bulunduranların elinde bir zulüm aracı olarak asla kullanılmamalıdır. Bir devletin çatısı altında mutlaka farklı ırk, kabile ve soylara bağlı etnik unsurlar mutlaka bulunmaktadır. Bir devletin gücü ve devamlılığı, bu unsurları birbirine bağlı tutmayı başardığı müddetçe sürecektir. Devletler bu etnik unsurlar arasında ayrım yapan bir politika gütmeye başladığında ise, Firavun misali güçten düşecek ve yıkım gerçekleşecektir.
Yaşadığımız dünyada yakın geçmişte ve şu anda yapılan savaşlara baktığımızda , farklı etnik unsurlara sahip olanların kışkırtılması sonucunda çıkarılmış savaşlar olduğunu görebiliriz. Bu savaşların verdiği zararlar ile dünyanın her tarafı yangın yerine dönüşmüştür. Bu savaşların yaşandığı ülkeler zaman içinde güçten düşerek, yıkıma mutlaka uğramıştır.
İnsanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan eden Hucurat s. 13 ve diğer ayetler, insanlar arasındaki yakınlığın anlatılması açısından okunması gereken ayetlerdir. Bir erkek ve bir dişiden yaratılan insanların kardeş olması, kardeşler arasında olması gereken birlik , beraberlik ve dayanışmayı da beraberinde getirmesi açısından okunarak, bir insanın diğer insana karşı olan üstünlüğünün, bizlerin belirlediği kriterlerin değil , Allah (c.c) nin belirlediği kriterlerin dikkate alınması , "Üst Kimlik" dediğimiz olguyu gündeme getirerek , "Alt Kimlik" dediğimiz ve insanlar arasında ayrımcılığı körükleyen unsurları da gündemden düşecektir.
Üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeni, ancak Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sistem içinde gerçekleşebilir. İnsanların ilahlık ve rabliğe soyunduğu bir sistemde, üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeninin kurulması asla mümkün değildir. Bu durum ise toplumların kendi içinde çatışmasını beraberinde getirecek, ve toplumları güçten düşürerek yıkılmalarına sebep olacaktır.
Firavunun ilahlık ve rablik iddiası , yönetim ile ilgili kuralları koyma hakkını kendisinde görmesi , koyduğu kuralların ise yanlış olması sonucunda, Sünnetullah'ın tecelli ederek onun iktidarının yıkımını getirmiştir. Onun ilahlık ve rablik iddiası, halkını küçümsemesini ve bölmesini, bir bölümünü soykırıma tabi tutmak sureti ile kendi iktidarını daha da sağlamlaştıracağı zannı, onun sonunu getirmiştir.
Sünnetullah'ı aşağıdaki dizeler kadar veciz bir şekilde anlatmaktadır.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
(Mehmet Akif Ersoy)
Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetlerinde belirlenen kurala göre Firavun sahip olduğu iktidar nimetini , kendisini ilah ve rab olarak görmek , halkı küçümsemek , halkın bir bölümünü soy kırıma uğratmak sureti ile kötüye kullanarak , değişim yasalarının kendisi aleyhinde gerçekleşmesini talep etmiş, Allah (c.c) ise bu değişim isteğinin karşılığını vermiştir.
Firavunluk sadece yönetim kademesindeki insanlar ile ilgili bir durum değil , kişisel olarak ta bu durum yaşanabilir. Önemli olan Firavun karakteri üzerinden verilen örnekleri üzerimizde taşımamak gerektiğidir. Firavun karakterine sahip olan bir kişi evin reisi olsa, bu zulmü aile bireyleri üzerinde, öğretmen olacak olsa talebeleri üzerinde uygulamaktan geri durmayacaktır.
Sonuç olarak : Kitabında koyduğu toplumsal yasalarda kıyamete kadar bir değişme olmayacağını beyan eden Allah (c.c) (İsra s.77 - Ahzab s.62 - Fetih s.23- Kehf s.55) , bu yasaların nasıl işleyeceğini yine kitabında beyan ederek , nasıl işlediğini ise kıssalar yolu ile canlı örneklerle göstererek, bizlerin bu anlatımlardan ibret almasını istemektedir.
Firavun, Sünnetullah'ın tecelli etmesinin en önemli örneği olarak , tarih boyunca gelecek yönetimlerin aynı yolu izlediği takdirde başına gelecek sonu gösteren son derece önemli bir aktördür. Onun denizde boğulması, iktidarının son bulması açısından okunması gereken bir son olup, tüm iktidar sahiplerinin denizde boğulması gerektiği gibi bir son akla gelmemelidir.
Elindeki yönetim gücünü kötüye kullananların bu gücü her ne surette olursa olsun kaybetmiş olmaları , toplumsal yasaların (Sünnetullah) işlemesinin bir gereği olduğu , ve bu işleyişin kıyamete kadar süreceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Kasım 2016 Salı
Tekfirciliğe Yeni Bir Soluk Kazandıran MEALCİ HARİCİLİK Üzerine Bir Mülahaza
Tekfir, "Nankörlük , gerçeği örtmek , inkar etmek" anlamlarına gelen Ke-Fe-Re kökünden türemiş , dini bir terim olarak, bir kimsenin kendisi ile aynı dini görüşleri paylaşmayanlara karşı kullandığı dışlama ifadesi ve onu dinin dışına iterek Müslüman olarak görmemek anlamına gelen bir kelimedir. Dini meseleler konusunda farklı düşüncede olanların birbirlerini kafir, müşrik v.s gibi dini terimleri kullanarak suçlamalarına verilen ad olan "Tekfircilik" , ne yazık ki Müslümanlar arasındaki tartışmalarda sıkça kullanılmakta , kafir , müşrik v.s gibi dini terimler hoyratça harcanılmaktadır.
Ali (r.a) ve Muaviye arasında çıkan Sıffin savaşında , Muaviye'nin ordusundan bir gurubun, Ali ve Muaviye arasında hakem tayin edilmesini istemeleri , Ali (r.a) ın ordusundan olanların bir kısmının, yapılan hakemlik teklifini kabul etmeyerek "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı ile, hakemi kabul eden Ali (r.a) ı kafir ilan ederek ordudan ayrılmaları sonucu, tekfirciliğin atası olarak bilinen, haricilik fırkası ortaya çıkmıştır.
Bu fırkanın ana söylemi olan "Tekfircilik" , bu gün kendilerini "Ehli Hadis" olarak bildiğimiz fırkanın bir kısmında hala yaşatılmaktadır. Bu fırka tekfirciliği çok ileri bir noktaya götürerek, neredeyse imanın bir şartı olarak kabul etmekte, tekfir edilmesi gerektiğini düşündükleri bir kimseyi tekfir etmeyeni , "Kafiri tekfir etmeyen de kafirdir" diyerek , o kimseyi bile tekfir etmektedirler.
Hariciliğin ana söylemini oluşturan tekfircilik , bugün sadece "Ehli Hadis" veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz fırkaların bir kısmında değil , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin de elinde bir silah olarak kullanılmaktadır.
Hariciliğin asıl temelinde , Bedevilik yani çölde yaşamanın vermiş olduğu kabalık yatmaktadır. Bugün bu fırkanın bayrağını taşıyanların karşılarındaki kimseleri tekfir etmelerinin temelinde yatan asıl sebepleri , geçmişteki atalarında olduğu gibi insani ilişkilerde zayıflık , kabalık, karşısındaki kimseye saygı göstermeme , karşı fikre tahammülsüzlük , ahlaki değerlerden yoksunluk , tebliğ etmek gibi dertleri olmaması , psikiyatrik bazı sorunlar , savunduğu söylemi tam bilememekten kaynaklanan cehalet v.s gibi bir çok nedeni sıralamak mümkündür.
Tekfir , dini gereklilikten kaynaklanan bir söylem değil , insani zaaflardan kaynaklanan bazı sorunların getirmiş olduğu bir hastalıktır. Kendisinin Allah'a , Elçisine ve Kitaplarına iman etmediğini iddia eden bir kimsenin, kafir olduğunu söylemek elbette mümkündür , fakat Allah'a , Elçisine , Kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, kafir ve müşrik olduğunu iddia etmek için , Kur'an'ın açıkça "Şirk" ve "Küfür" olarak beyan ettiği, söz ve fiillerin o kimseden sadır olması gerekmektedir.
Kur'an dışı kaynakları Kur'an mesabesinde görerek , o kitaplardan edinilen hükümler ile insanları tekfir etmeye kalkmak, o kaynakları ilah ve rab edinmek anlamına gelecektir. Ehli Hadis düşüncesine mensup olan ve tekfiri din edinmiş bir kısım kimseler , Muhammed (a.s) adına gelen rivayetleri aynı Kur'an gibi görmek sureti ile , bu rivayetleri ret edenleri değil , eleştirenleri dahi tekfir etmekten geri kalmamaktadırlar.
Tekfirciliğin temelinde , kendi düşüncesini dinin merkezine koyarak bu düşünceyi tek ve nihai doğru , diğer düşünceleri ise yanlış olarak görmek, ve bütün düşünceleri bu merkezde değerlendirerek , karşı düşünceyi mahkum etmek yatmaktadır. Böyle bir düşünce içinde olmak, kendisinin Allah (c.c) adına konuşmaya yetkisi olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki , bu yetki sadece Muhammed (a.s) ile son bulmuş olan "Resul Nebi" yetkisine sahip olan kimselerden başkasına ait değildir.
"Resul Nebi" olan kimseler din adına herhangi bir yanlış yaptıklarında uyarılarak yanlışları vahiy ile düzeltilmektedir. Kur'an'da Muhammed (a.s) ın yaptığı bazı yanlışları düzelten ayetlerin bulunduğu herkesçe malumdur. Ancak din adına kesin ve net bir hüküm vermek durumunda olan biz gibi insanların , olabilecek muhtemel yanlışlarını düzeltecek resul olmak gibi bir makamda olamayacağımız muhakkaktır.
Bundan dolayı, her kim din adına konuşuyor ise , bu konuştuklarında mutlaka hata ve eksik olma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundadır. Söylediklerinin din adına kesin doğrular olduğunu iddia etmek, Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelir ki , böyle bir yetki artık son bulmuş, ve bir daha böyle bir yetkiye sahip olacak kimse de gelmeyecektir. Böyle bir yetki sahibi olduğunu iddia edenlerin ise, acilen tıbbi destek almaya ihtiyaçları bulunmaktadır.
Tekfirciliğe dayanan söylemin sadece Ehli Hadis fırkasına ait olmadığını , yeni nesil tekfircilik akımı olarak ifade edebileceğimiz ve Kur'an'ı öncellediğini iddia eden bazı kimselerde de rağbet gördüğünü üzülerek görmekteyiz.
Bu kimseler Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an'da olmadığı , bundan dolayı bu ibadetlerin "Şirk" , bu ibadetleri yerine getirenleri ise "Müşrik" olduklarını iddia ederek , mealci harici olarak tekfirciliğe yeni bir soluk kazandırmışlardır. Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an içinde nasıl yer aldıkları ile ilgili konuları daha önceki bazı yazılarımızda ele aldığımız için , bu yazımızın çerçevesi bu ibadetlerin olup olmadığı yönünde bir tartışma değil, yeni nesil tekfirciliğin bazı sakıncaları üzerine olacaktır.
Son yıllarda ülkemiz genelinde Kur'an merkezli din söyleminin rağbet görmesi ile birlikte bir takım usul ve üslup sorunları ortaya çıkmış , söylemin merkeze aldığı kitabın önerdiği davranışların tersine olan , davranış ve söylem hataları kendisini göstermiştir.
Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen bir insanda olması gereken en önemli haslet , Kur'an'ın bir Müslüman'dan istediği sevgi , saygı , hoşgörü , güzel bir dil , karşısındakine sövmeme , bilgi sahibi olmak , tebliğ metodu dahilinde hareket etmek gibi insani değerlere sahip olmasıdır. Bu değerlere sahip olmayan kimselerin , Kur'an adına ortaya çıkarak söyleyecekleri sözler, karşılarındaki insanları Kur'an'dan soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Kur'an'ı eline alarak bu kitap içindeki ayetler üzerinden fikir sahibi olan, ve bu fikirleri doğrultusunda herhangi bir konu hakkında yorum yapan bir kimsenin bilmesi gereken en önemli nokta , okuduklarından yaptığı çıkarımın tek doğru ve tek sahih bilgi olduğunu iddia etmeye haklarının olmadığıdır. Sahip olduğu düşüncenin doğru olduğunu , uygun bir dil ile karşısındakine söyledikten sonra , eğer düşüncesi kabul görmez ise üslubunu ve edebini bozmadan tartışmadan ayrılmalıdır.
Bu kimsenin eline aldığı Kur'an, en nihayetinde bir kişi tarafından Türkçeye çevrilmiş olup bu meal, o kimsenin sahip olduğu bilgi ve düşüncelerinin de yansıtıldığı bir çeviridir. Bu çevirilerden elbette Arap dilini bilmeyen kimseler faydalanabilirler, ancak bu mealler üzerinden "Kur'an'da .......yok" veya "Kur'an'da ........var" şeklinde müçtehitliğe soyunarak hüküm vermeye kalkışmak, büyük bir cürettir.
Okuduklarından anladığının doğru olduğunu düşünmek her kesin elbette en doğal hakkıdır , ancak tek doğru kendisini görerek kendisi dışındakileri yanlış görmek , hele hele onları şirk içinde ve müşriklik ile itham etmek , kendisini Kur'an ile ifade eden bir kimsenin asla yapmaması gereken bir yanlıştır. Çünkü Kur'an bizlere , karşımızdaki kimselere nasıl davranacağımızı bir çok ayette bildirmiştir.
[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.
Nahl s. 125. ayeti bir Müslüman'ın asla hatırdan çıkarmaması gereken ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet Müslümanlara nasıl bir yöntem dahilinde, karşısındaki kişiye yaklaşması gerektiğini öğretmektedir.
Tekfirciliğin temelinde ise, insana en güzel bir şekilde yaklaşmak değil , onun yanlışını görerek, hatasını düzeltmeye çalışmadan onu dışlamak ve rencide etmek yatmaktadır. Böyle bir yöntem ise , yanlış bir fikre sahip olduğu düşünlen kimsenin , o düşüncesine daha sağlam bir şekilde yapışmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramaz.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade edenlerin çok iyi bilmesi ve hayatları içinde uygulama alanına sokmaları gereken ayetlerden birisi de En'am s. 108. ayetidir. Sanal ortam üzerinden farklı fikirler taşıyan Müslümanlar arasında gördüğümüz bazı tartışmalar , öyle hakaret ve galiz küfürler ile yapılmaktadır ki , o küfür ve hakaretlerin bir çoğu, Müslüman olmayanların ağzından dahi çıkmamaktadır.
Okuduğu meal üzerinden bir fikre sahip olan kişinin , o fikrini mutlaklaştırarak en doğru ve nihai fikir olarak görmek yerine "Bu konudaki düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade ile karşısındakine yaklaşması gerekir. Böyle bir yaklaşım sahip olduğu düşüncenin eksik veya hata barındırma ihtimalini göz önüne aldığını gösterecektir.
Din konusunda meal üzerinden bilgi sahibi olarak , sahip olduğu bilgiyi tek doğru ve nihai bilgi olarak görerek hata ve yanılma payı bırakmayan kimse , kendisini Allah adına konuşmaya yetkili "Nebi Resul" bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Bir de kendi fikri doğrultusunda olmayanlara karşı tekfirci bir söylem kullandığı zaman , olay daha vahim bir hal almaktadır.
[073.010] Başkalarının diyeceklerine sabret, güzellikle onlardan ayrıl.
Bizler Müslüman olarak kafir ve müşrik aramak yerine , yanlış fikre sahip olduğunu düşündüğümüz kimseler ile güzel ilişkiler kurarak , onlarla diyalog imkanı aramak zorundayız. Eğer diyalog imkanı ortadan kalkacak olursa, onlardan güzellikle ayrılmak zorundayız.
Kur'an'ı öncellediğini iddia eden kimselerin bu konularda daha dikkatli olması , okudukları kitabın onlara verdiği bir vazifedir. Okuduğunu iddia ettiği Kur'an'ın ayetlerini başkalarına karşı tekfir malzemesi yapanlar , geçmişte yapılan Kur'an sayfalarının mızrak ucuna takılma ameliyesinin çağdaş versiyonunu uygulamaktan başka bir işe yapmış olmayacaklardır.
Kur'an başkalarına karşı silah olarak değil , önce kendimizi düzeltmek için okunması gereken bir kitaptır. Kur'an'ı kendisi için değil , başkalarını tekfir etmek için okuyan bir kimse, yine Kur'an tabiri ile "Kitap taşıyan eşek" olmaktan, veya Yahudiler misali iyiliği emredip kendilerini unutanlar olmaktan kurtulamayacaklardır.
"Akıl fukara olunca dil ukala olur"
Tekfircilik yöntemini kullanan insanlara baktığımızda , çoğunluğun bilgiden ve ilimden yoksun olduğu görülecektir. Tekfirciliğin mealci koluna baktığımızda ise, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş insanların bu yönteme sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Hariciliğin yeni nesli olan bu kimseler , yaptıkları çıkarımlar ile akıllara zarar düşünceleri ortaya atarak , bunların yanlış olduğunu iddia edenleri hiç çekinmeden kafir , müşrik olarak görerek, onları cehenneme gönderebilmektedirler.
Kur'an'ın doğru anlaşılması için gerekli olan bilgiyi elde etmeden Kur'an ile ilgili hükümler ihdas etmeye kalkan , hatta Arap dilini bilmediği halde Kur'an çevirisi yapmaya bu insanların düştüğü trajikomik durumlara, özellikle internet ortamındaki bazı sitelerde ve Facebook gibi sosyal medya ortamlarında sıkça şahit olmaktayız. Kur'anı anlamak için herkesin Arap dilini bilmesi gerektiği iddia etmemekle birlikte , Kur'an meali yapmak gibi boylarını aşan konulara girmemeleri gerekmektedir.
Dernek , vakıf gibi kuruluşlar altında toplanan Müslümanları , tağuti sistemden izin almak ve onun kontrolü altına girmek zilletine düştükleri için şirk işlemek ve müşrik olmakla suçlamak, tekfirciliğin zirve yapmış bir hali olarak bazı kimselerin dilinde dolaşmaktadır. Hiç bir dernek ve vakıf ile alakamızın olmadığını ve bunları temize çıkarmak gibi bir amacımız olmadığını öncelikle hatırlatarak , tekfirciliği din edinmiş bu insanların sanal ortamda dahi bunları paylaşmak için o ortama üye olmak zorunda olduklarını hiç dikkate almamaktadırlar.
Şayet ortada şirk işlemek gibi bir durum var ise bu tekfircilerin, sahipleri ateist kafir olan ve onlar tarafından kontrol edilen bu ortamlara girmek için onlardan izin almalarının hükmü acaba nedir ?. Facebook'a üye olmak sureti ile sahiplerinin iznini alarak , dernek veya vakıfçılığı tekfir edenler kendilerini ancak gülünç duruma düşürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Dernek , vakıf çatısı altında yapılan İslami faaliyetlerin bir takım yanlışları varsa , bu yanlışlar dile getirilerek , uyarılar yapılabilir , fakat harici mantığı ile hareket ederek bu kimseleri toptan müşrik olmakla itham etmek , haksızlık ve kendi yaptıkları yanlışı görmemek anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : "Haricilik" olarak bildiğimiz fırka , bedeviliğin getirdiği yaşam kültürünün eseri olup, insan ilişkilerini sıfıra indiren tekfirciliği esas alan bir söyleme sahip olarak bugün hala etkisini sürdürmektedir. Kendisini Kur'an'a nisbet ederek, söylemlerini bu kitap üzerinden dillendirmeye çalışan bir kısım insanda da bu söylemi maalesef söz konusudur.
Halbuki Kur'an tekfir ederek insanı dışlamak ve soğutmak yerine , onlara güzel bir dil kullanmayı ve insanların Allah dışındaki kulluk ettiklerine sövmemeyi esas alan bir ilişki önermektedir.
Bu ilişkileri en üst düzeyde kurması gereken bazı kimselerin Kur'an'dan anladıkları bazı meseleleri karşısındaki insanları aşağılamak ve hor görmek amacı ile kullanarak , tebliğ yönteminde asla olmaması gereken davranışları sergilemektedirler.
Tekfir imanın bir şartı değil , aksine imana gölge düşüren bir yöntemdir. Bir kimse hakkında hüküm vermek , "Hakim" makamında olan bir kimsenin hakkıdır. Bir kimse eğer kendisini küfür ve şirk'e düşüren söz ve fiilde bulunmuş ise ona direk "Sen kafirsin - müşriksin" şeklinde bir ifade bize hiç bir şey kazandırmaz. Olması gereken şey , o kişinin yanlışını uygun bir dil ile uyarmak , şayet uyarmayı kabul etmiyor ise , güzellikle ondan ayrılmaktır.
Din adına savunduğu bir konuyu ret eden birisini tekfir etmek , o kişinin din hakkındaki savunduklarının kesin doğru olduğunu da savunması anlamına gelir ki , bu doğru bir düşünce değildir. Din hakkında bir konunun kesin doğru olduğu ancak vahiy almak ile mümkün olur ki bu görev Muhammed (a.s) ile son bulmuştur. Bir kimsenin dini bir konuda savunduğu doğruları kesin doğru olarak değil , ancak kendisinin doğru olduğunu düşündüğü şey olarak ortaya koyabilir.
Bu yazının kimseyi küçümsemek , horlamak amacı ile yazılmadığını , ancak ortadaki bir gerçeğe dikkat çekmek amacı ile yazıldığına dikkat çekmek isteriz. Bu düşünceler , yıllarını Kur'an'ın okunması ve doğru anlaşılması için harcamış ve halen harcamakta olan , şahit olduğu yanlışlıklardan sevinç değil acı ve üzüntü duyan bir kimsenin gördüklerinin yazıya dökülmüş hali olup, acilen düzeltilmesi gereken hatalar olarak okunması gerektiğini söylemek istiyoruz.
"MEALCİ HARİCİLİK" deyimi kimseyi küçümsemek amacına yönelik değil , yapılan yanlışın hangi düşüncenin eseri olduğuna dair bir hatırlatmadır.
Yazılarımızı "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklinde bir cümle sonlandırma amacımız , yazdıklarımızın asla kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimiz , sadece yaptığımız okumalardan anladıklarımız , bu anladıklarımızda hata ve eksiklik olma ihtimalinin her zaman mevcut olabileceğine dikkat çekmek içindir.
Ali (r.a) ve Muaviye arasında çıkan Sıffin savaşında , Muaviye'nin ordusundan bir gurubun, Ali ve Muaviye arasında hakem tayin edilmesini istemeleri , Ali (r.a) ın ordusundan olanların bir kısmının, yapılan hakemlik teklifini kabul etmeyerek "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı ile, hakemi kabul eden Ali (r.a) ı kafir ilan ederek ordudan ayrılmaları sonucu, tekfirciliğin atası olarak bilinen, haricilik fırkası ortaya çıkmıştır.
Bu fırkanın ana söylemi olan "Tekfircilik" , bu gün kendilerini "Ehli Hadis" olarak bildiğimiz fırkanın bir kısmında hala yaşatılmaktadır. Bu fırka tekfirciliği çok ileri bir noktaya götürerek, neredeyse imanın bir şartı olarak kabul etmekte, tekfir edilmesi gerektiğini düşündükleri bir kimseyi tekfir etmeyeni , "Kafiri tekfir etmeyen de kafirdir" diyerek , o kimseyi bile tekfir etmektedirler.
Hariciliğin ana söylemini oluşturan tekfircilik , bugün sadece "Ehli Hadis" veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz fırkaların bir kısmında değil , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin de elinde bir silah olarak kullanılmaktadır.
Hariciliğin asıl temelinde , Bedevilik yani çölde yaşamanın vermiş olduğu kabalık yatmaktadır. Bugün bu fırkanın bayrağını taşıyanların karşılarındaki kimseleri tekfir etmelerinin temelinde yatan asıl sebepleri , geçmişteki atalarında olduğu gibi insani ilişkilerde zayıflık , kabalık, karşısındaki kimseye saygı göstermeme , karşı fikre tahammülsüzlük , ahlaki değerlerden yoksunluk , tebliğ etmek gibi dertleri olmaması , psikiyatrik bazı sorunlar , savunduğu söylemi tam bilememekten kaynaklanan cehalet v.s gibi bir çok nedeni sıralamak mümkündür.
Tekfir , dini gereklilikten kaynaklanan bir söylem değil , insani zaaflardan kaynaklanan bazı sorunların getirmiş olduğu bir hastalıktır. Kendisinin Allah'a , Elçisine ve Kitaplarına iman etmediğini iddia eden bir kimsenin, kafir olduğunu söylemek elbette mümkündür , fakat Allah'a , Elçisine , Kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, kafir ve müşrik olduğunu iddia etmek için , Kur'an'ın açıkça "Şirk" ve "Küfür" olarak beyan ettiği, söz ve fiillerin o kimseden sadır olması gerekmektedir.
Kur'an dışı kaynakları Kur'an mesabesinde görerek , o kitaplardan edinilen hükümler ile insanları tekfir etmeye kalkmak, o kaynakları ilah ve rab edinmek anlamına gelecektir. Ehli Hadis düşüncesine mensup olan ve tekfiri din edinmiş bir kısım kimseler , Muhammed (a.s) adına gelen rivayetleri aynı Kur'an gibi görmek sureti ile , bu rivayetleri ret edenleri değil , eleştirenleri dahi tekfir etmekten geri kalmamaktadırlar.
Tekfirciliğin temelinde , kendi düşüncesini dinin merkezine koyarak bu düşünceyi tek ve nihai doğru , diğer düşünceleri ise yanlış olarak görmek, ve bütün düşünceleri bu merkezde değerlendirerek , karşı düşünceyi mahkum etmek yatmaktadır. Böyle bir düşünce içinde olmak, kendisinin Allah (c.c) adına konuşmaya yetkisi olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki , bu yetki sadece Muhammed (a.s) ile son bulmuş olan "Resul Nebi" yetkisine sahip olan kimselerden başkasına ait değildir.
"Resul Nebi" olan kimseler din adına herhangi bir yanlış yaptıklarında uyarılarak yanlışları vahiy ile düzeltilmektedir. Kur'an'da Muhammed (a.s) ın yaptığı bazı yanlışları düzelten ayetlerin bulunduğu herkesçe malumdur. Ancak din adına kesin ve net bir hüküm vermek durumunda olan biz gibi insanların , olabilecek muhtemel yanlışlarını düzeltecek resul olmak gibi bir makamda olamayacağımız muhakkaktır.
Bundan dolayı, her kim din adına konuşuyor ise , bu konuştuklarında mutlaka hata ve eksik olma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundadır. Söylediklerinin din adına kesin doğrular olduğunu iddia etmek, Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelir ki , böyle bir yetki artık son bulmuş, ve bir daha böyle bir yetkiye sahip olacak kimse de gelmeyecektir. Böyle bir yetki sahibi olduğunu iddia edenlerin ise, acilen tıbbi destek almaya ihtiyaçları bulunmaktadır.
Tekfirciliğe dayanan söylemin sadece Ehli Hadis fırkasına ait olmadığını , yeni nesil tekfircilik akımı olarak ifade edebileceğimiz ve Kur'an'ı öncellediğini iddia eden bazı kimselerde de rağbet gördüğünü üzülerek görmekteyiz.
Bu kimseler Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an'da olmadığı , bundan dolayı bu ibadetlerin "Şirk" , bu ibadetleri yerine getirenleri ise "Müşrik" olduklarını iddia ederek , mealci harici olarak tekfirciliğe yeni bir soluk kazandırmışlardır. Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an içinde nasıl yer aldıkları ile ilgili konuları daha önceki bazı yazılarımızda ele aldığımız için , bu yazımızın çerçevesi bu ibadetlerin olup olmadığı yönünde bir tartışma değil, yeni nesil tekfirciliğin bazı sakıncaları üzerine olacaktır.
Son yıllarda ülkemiz genelinde Kur'an merkezli din söyleminin rağbet görmesi ile birlikte bir takım usul ve üslup sorunları ortaya çıkmış , söylemin merkeze aldığı kitabın önerdiği davranışların tersine olan , davranış ve söylem hataları kendisini göstermiştir.
Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen bir insanda olması gereken en önemli haslet , Kur'an'ın bir Müslüman'dan istediği sevgi , saygı , hoşgörü , güzel bir dil , karşısındakine sövmeme , bilgi sahibi olmak , tebliğ metodu dahilinde hareket etmek gibi insani değerlere sahip olmasıdır. Bu değerlere sahip olmayan kimselerin , Kur'an adına ortaya çıkarak söyleyecekleri sözler, karşılarındaki insanları Kur'an'dan soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Kur'an'ı eline alarak bu kitap içindeki ayetler üzerinden fikir sahibi olan, ve bu fikirleri doğrultusunda herhangi bir konu hakkında yorum yapan bir kimsenin bilmesi gereken en önemli nokta , okuduklarından yaptığı çıkarımın tek doğru ve tek sahih bilgi olduğunu iddia etmeye haklarının olmadığıdır. Sahip olduğu düşüncenin doğru olduğunu , uygun bir dil ile karşısındakine söyledikten sonra , eğer düşüncesi kabul görmez ise üslubunu ve edebini bozmadan tartışmadan ayrılmalıdır.
Bu kimsenin eline aldığı Kur'an, en nihayetinde bir kişi tarafından Türkçeye çevrilmiş olup bu meal, o kimsenin sahip olduğu bilgi ve düşüncelerinin de yansıtıldığı bir çeviridir. Bu çevirilerden elbette Arap dilini bilmeyen kimseler faydalanabilirler, ancak bu mealler üzerinden "Kur'an'da .......yok" veya "Kur'an'da ........var" şeklinde müçtehitliğe soyunarak hüküm vermeye kalkışmak, büyük bir cürettir.
Okuduklarından anladığının doğru olduğunu düşünmek her kesin elbette en doğal hakkıdır , ancak tek doğru kendisini görerek kendisi dışındakileri yanlış görmek , hele hele onları şirk içinde ve müşriklik ile itham etmek , kendisini Kur'an ile ifade eden bir kimsenin asla yapmaması gereken bir yanlıştır. Çünkü Kur'an bizlere , karşımızdaki kimselere nasıl davranacağımızı bir çok ayette bildirmiştir.
[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.
Nahl s. 125. ayeti bir Müslüman'ın asla hatırdan çıkarmaması gereken ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet Müslümanlara nasıl bir yöntem dahilinde, karşısındaki kişiye yaklaşması gerektiğini öğretmektedir.
Tekfirciliğin temelinde ise, insana en güzel bir şekilde yaklaşmak değil , onun yanlışını görerek, hatasını düzeltmeye çalışmadan onu dışlamak ve rencide etmek yatmaktadır. Böyle bir yöntem ise , yanlış bir fikre sahip olduğu düşünlen kimsenin , o düşüncesine daha sağlam bir şekilde yapışmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramaz.
[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.
Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade edenlerin çok iyi bilmesi ve hayatları içinde uygulama alanına sokmaları gereken ayetlerden birisi de En'am s. 108. ayetidir. Sanal ortam üzerinden farklı fikirler taşıyan Müslümanlar arasında gördüğümüz bazı tartışmalar , öyle hakaret ve galiz küfürler ile yapılmaktadır ki , o küfür ve hakaretlerin bir çoğu, Müslüman olmayanların ağzından dahi çıkmamaktadır.
Okuduğu meal üzerinden bir fikre sahip olan kişinin , o fikrini mutlaklaştırarak en doğru ve nihai fikir olarak görmek yerine "Bu konudaki düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade ile karşısındakine yaklaşması gerekir. Böyle bir yaklaşım sahip olduğu düşüncenin eksik veya hata barındırma ihtimalini göz önüne aldığını gösterecektir.
Din konusunda meal üzerinden bilgi sahibi olarak , sahip olduğu bilgiyi tek doğru ve nihai bilgi olarak görerek hata ve yanılma payı bırakmayan kimse , kendisini Allah adına konuşmaya yetkili "Nebi Resul" bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Bir de kendi fikri doğrultusunda olmayanlara karşı tekfirci bir söylem kullandığı zaman , olay daha vahim bir hal almaktadır.
[073.010] Başkalarının diyeceklerine sabret, güzellikle onlardan ayrıl.
Bizler Müslüman olarak kafir ve müşrik aramak yerine , yanlış fikre sahip olduğunu düşündüğümüz kimseler ile güzel ilişkiler kurarak , onlarla diyalog imkanı aramak zorundayız. Eğer diyalog imkanı ortadan kalkacak olursa, onlardan güzellikle ayrılmak zorundayız.
Kur'an'ı öncellediğini iddia eden kimselerin bu konularda daha dikkatli olması , okudukları kitabın onlara verdiği bir vazifedir. Okuduğunu iddia ettiği Kur'an'ın ayetlerini başkalarına karşı tekfir malzemesi yapanlar , geçmişte yapılan Kur'an sayfalarının mızrak ucuna takılma ameliyesinin çağdaş versiyonunu uygulamaktan başka bir işe yapmış olmayacaklardır.
Kur'an başkalarına karşı silah olarak değil , önce kendimizi düzeltmek için okunması gereken bir kitaptır. Kur'an'ı kendisi için değil , başkalarını tekfir etmek için okuyan bir kimse, yine Kur'an tabiri ile "Kitap taşıyan eşek" olmaktan, veya Yahudiler misali iyiliği emredip kendilerini unutanlar olmaktan kurtulamayacaklardır.
"Akıl fukara olunca dil ukala olur"
Tekfircilik yöntemini kullanan insanlara baktığımızda , çoğunluğun bilgiden ve ilimden yoksun olduğu görülecektir. Tekfirciliğin mealci koluna baktığımızda ise, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş insanların bu yönteme sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Hariciliğin yeni nesli olan bu kimseler , yaptıkları çıkarımlar ile akıllara zarar düşünceleri ortaya atarak , bunların yanlış olduğunu iddia edenleri hiç çekinmeden kafir , müşrik olarak görerek, onları cehenneme gönderebilmektedirler.
Kur'an'ın doğru anlaşılması için gerekli olan bilgiyi elde etmeden Kur'an ile ilgili hükümler ihdas etmeye kalkan , hatta Arap dilini bilmediği halde Kur'an çevirisi yapmaya bu insanların düştüğü trajikomik durumlara, özellikle internet ortamındaki bazı sitelerde ve Facebook gibi sosyal medya ortamlarında sıkça şahit olmaktayız. Kur'anı anlamak için herkesin Arap dilini bilmesi gerektiği iddia etmemekle birlikte , Kur'an meali yapmak gibi boylarını aşan konulara girmemeleri gerekmektedir.
Dernek , vakıf gibi kuruluşlar altında toplanan Müslümanları , tağuti sistemden izin almak ve onun kontrolü altına girmek zilletine düştükleri için şirk işlemek ve müşrik olmakla suçlamak, tekfirciliğin zirve yapmış bir hali olarak bazı kimselerin dilinde dolaşmaktadır. Hiç bir dernek ve vakıf ile alakamızın olmadığını ve bunları temize çıkarmak gibi bir amacımız olmadığını öncelikle hatırlatarak , tekfirciliği din edinmiş bu insanların sanal ortamda dahi bunları paylaşmak için o ortama üye olmak zorunda olduklarını hiç dikkate almamaktadırlar.
Şayet ortada şirk işlemek gibi bir durum var ise bu tekfircilerin, sahipleri ateist kafir olan ve onlar tarafından kontrol edilen bu ortamlara girmek için onlardan izin almalarının hükmü acaba nedir ?. Facebook'a üye olmak sureti ile sahiplerinin iznini alarak , dernek veya vakıfçılığı tekfir edenler kendilerini ancak gülünç duruma düşürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Dernek , vakıf çatısı altında yapılan İslami faaliyetlerin bir takım yanlışları varsa , bu yanlışlar dile getirilerek , uyarılar yapılabilir , fakat harici mantığı ile hareket ederek bu kimseleri toptan müşrik olmakla itham etmek , haksızlık ve kendi yaptıkları yanlışı görmemek anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : "Haricilik" olarak bildiğimiz fırka , bedeviliğin getirdiği yaşam kültürünün eseri olup, insan ilişkilerini sıfıra indiren tekfirciliği esas alan bir söyleme sahip olarak bugün hala etkisini sürdürmektedir. Kendisini Kur'an'a nisbet ederek, söylemlerini bu kitap üzerinden dillendirmeye çalışan bir kısım insanda da bu söylemi maalesef söz konusudur.
Halbuki Kur'an tekfir ederek insanı dışlamak ve soğutmak yerine , onlara güzel bir dil kullanmayı ve insanların Allah dışındaki kulluk ettiklerine sövmemeyi esas alan bir ilişki önermektedir.
Bu ilişkileri en üst düzeyde kurması gereken bazı kimselerin Kur'an'dan anladıkları bazı meseleleri karşısındaki insanları aşağılamak ve hor görmek amacı ile kullanarak , tebliğ yönteminde asla olmaması gereken davranışları sergilemektedirler.
Tekfir imanın bir şartı değil , aksine imana gölge düşüren bir yöntemdir. Bir kimse hakkında hüküm vermek , "Hakim" makamında olan bir kimsenin hakkıdır. Bir kimse eğer kendisini küfür ve şirk'e düşüren söz ve fiilde bulunmuş ise ona direk "Sen kafirsin - müşriksin" şeklinde bir ifade bize hiç bir şey kazandırmaz. Olması gereken şey , o kişinin yanlışını uygun bir dil ile uyarmak , şayet uyarmayı kabul etmiyor ise , güzellikle ondan ayrılmaktır.
Din adına savunduğu bir konuyu ret eden birisini tekfir etmek , o kişinin din hakkındaki savunduklarının kesin doğru olduğunu da savunması anlamına gelir ki , bu doğru bir düşünce değildir. Din hakkında bir konunun kesin doğru olduğu ancak vahiy almak ile mümkün olur ki bu görev Muhammed (a.s) ile son bulmuştur. Bir kimsenin dini bir konuda savunduğu doğruları kesin doğru olarak değil , ancak kendisinin doğru olduğunu düşündüğü şey olarak ortaya koyabilir.
Bu yazının kimseyi küçümsemek , horlamak amacı ile yazılmadığını , ancak ortadaki bir gerçeğe dikkat çekmek amacı ile yazıldığına dikkat çekmek isteriz. Bu düşünceler , yıllarını Kur'an'ın okunması ve doğru anlaşılması için harcamış ve halen harcamakta olan , şahit olduğu yanlışlıklardan sevinç değil acı ve üzüntü duyan bir kimsenin gördüklerinin yazıya dökülmüş hali olup, acilen düzeltilmesi gereken hatalar olarak okunması gerektiğini söylemek istiyoruz.
"MEALCİ HARİCİLİK" deyimi kimseyi küçümsemek amacına yönelik değil , yapılan yanlışın hangi düşüncenin eseri olduğuna dair bir hatırlatmadır.
Yazılarımızı "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklinde bir cümle sonlandırma amacımız , yazdıklarımızın asla kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimiz , sadece yaptığımız okumalardan anladıklarımız , bu anladıklarımızda hata ve eksiklik olma ihtimalinin her zaman mevcut olabileceğine dikkat çekmek içindir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)