Ledün İlmi olarak bilinen terkip, Kehf s. 60-82. ayetler arasında anlatılan Musa ve ilim verilen kul kıssasının 65. ayetinde geçmektedir. Tasavvuf kesiminde bu terkibe, Allah (c.c) tarafından bazı kullarına verilen özel bilgiler şeklinde bir anlam yüklenerek, ilah olmanın gereği olan ve Allah (c.c) dışında kimsenin sahip olmayacağı bazı özelliklere sahip insan tipleri üretilmiş, insanlar bu ilme sahip olduğu iddia edilen kişiler veya bu tür kişilerin menkibeleri ile maddi ve manevi yönden sömürülmektedir. Hurafe kültüründe meşhur birisi olan Hızır adlı kişinin maceraları ile ilgili olarak yüzlerce yıldır masallar ve yalanlar uydurulmasının temelinde, onun böyle bir ilme sahip olduğu iddiası yatmaktadır.
Ledün , de, da, den, dan, katından, yanından, nezdinden gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Bu kelime, Ledün İlmi şeklinde kullanıldığı zaman, Allah katından verilmiş ilim olarak anlaşılmaktadır.
Burada sorulması ve cevabının aranması gereken soru, Allah kendi katından kimlere ilim verir? sorusudur.
Allah (c.c) elçiler hariç hiç bir kuluna diğer insanlardan farklı bir ayrıcalık tanımaz. Nebi Resul olarak bildiğimiz seçilmiş insanların diğer insanlardan farkı ise, onlara vahyedilmiş olmasıdır. Onların bu noktada bizden ayrıcalıklı olması, onları Allah (c.c) katında özel bir statü sahibi yapmaz, her kul gibi onlarda öldükleri zaman hesaba çekileceklerdir.
Dünyaya gelen bütün insanlar istisnasız olarak yaşadıkları hayat içinde bir takım bilgiler ile hayatlarını sürdürürler. İnsanların sahip oldukları bilgiler, onların eğitim ve zeka durumları, bulundukları çevre ile yakından alakalıdır. Her insanın sahip olduğu ilim ve bilgi, onun kendi çabası ile kazandıkları olsa bile, neticede insanların sahip oldukları ilim ve bilgi onlara Allah (c.c) katından verilmektedir.
Hiç bir insanın Allah (c.c) nin bilgisi haricinde ilim ve bilgi sahibi olma imkanı yoktur. İnsanların sahip oldukları maddi veya manevi birikimler, yeryüzüne konulmuş olan yasalar çerçevesinde işlerlik kazanmakta ve her kul gayreti ve çabasının karşılığında ilim ve bilgiye sahip olmaktadır.
İstisnasız olarak bütün insanların sahip oldukları ilim ve bilgi, onlara Allah (c.c) katından yani onun ledün'nünden verildiğine göre, Ledün İlmi adı ile bildiğimiz terkib bütün insanların sahip olduğu bilgi ve ilim dahildir. Yani LEDÜN İLMİNE BÜTÜN İNSANLAR SAHİPTİR VEYA BÜTÜN İNSANLARIN SAHİP OLDUĞU BİLGİ ALLAH KATINDAN OLDUĞUNA GÖRE BU İLMİN ADI LEDÜN İLMİDİR.
Bu ilmin bütün insanlara şamil olduğunu bir kenara bırakarak, bazı Kur'an ayetleri üzerinden bazı insanların Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğuna inanarak, bu insanlara bir takım gaybi bilgilerin verildiğini iddia etmek, Nebi Resullere bile verilmemiş olan gaybi bilgilerin, bazı insanlara verilmiş olduğu iddiası fasit bir iddiadır.
Ledün İlmi deyimine farklı bir anlam yüklemek sureti ile bazı insanların yüceltilmeye çalışılması, bir takım akidevi sorunları beraberinde getirmesi açısından tehlikeler arz etmektedir şöyle ki;
Ledün İlmi olarak bilinen ilmin, çalışılarak ve gayret etmek ile kazanılmayacağı düşüncesi, bu deyimi istismar yolu ile insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü kurmak isteyen tasavvuf meşrebinin bir söylemidir. Muhammed (a.s) a İlmi Ledün Sultanı payesi vermek sureti ile bu payenin ondan sonra gelen varisleri olarak insanlara kendilerini lanse eden tarikat meşrebinin ileri gelenleri, Muhammed (a.s) gibi kendilerine de vahyedildiğini örtülü veya açık olarak zikrederek, diğer insanlar üzerinde sömürü tezgahları kurmaktadırlar.
Bu ilme sahip olduğu iddia edilen kişiler özellikle gaybi bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri bilinmektedir. Kendilerine tabi olan müritlerinin her halini bildikleri ve gördükleri hatta onların içlerinden geçenleri dahi bildikleri gibi iddiaların sıkça dile getirildiği malumdur.
Gayb bilgisine sahip olmak, insanların her halini görmek ve bilmek, onların içinden geçeni okuyabilmek, ilah olmanın bir gereği olduğu malumdur. Bu tür bilgile ve yetkilerin kullara verilmiş olabileceğini düşünmek ise, kişileri şirke düşürmesi açısından büyük tehlike arz etmektedir.
Bu gibi düşünceleri taşıyan kişiler veya bu gibi düşünceleri tasdikleyerek, mensubu oldukları kişiye bağlananlar, bu yolla kendilerinin dünya ve ahiret hayatlarının tehlike içinde olduğunu bilmelidirler.
Ledün ilmi adı ile ihdas edilen ve kişiye özel ilim iddiası, binlerce yıldır insanlığın başına bela olan Din Adamlığı sınıfının, İslam dünyasındaki versiyonları tarafından icat edilmiştir. Bu ilme sahip olduğu iddia edilen özel bir sınıf insana Allah (c.c) özel bilgiler verdiği iddiası, bu insanların Allah (c.c) ile haberleşme yeteneğine sahip insanlar olduğu anlamına gelir ki, bu iddia yalan ve iftiradan başka bir değer taşımaz.
Sonuç olarak; Ledün İlmi olarak bilinen ve bazı kullara özel olarak verilmiş olduğu zannedilen ilim, anlam olarak Allah katından verilen ilim olduğuna göre, Allah (c.c) bütün kullarına çalışmaları ve gayret etmelerinin karşılığında hak ettikleri ilmi vermektedir. Bu ilim belirli kullara verilmiş bir ilim değil, Allah'ın bütün kullarına verilmiş bir ilim olup, bütün insanların sahip olduğu ilim Allah katından olduğuna göre bütün insanların tamamı bu ilme sahiptir.
Ledün ilmi deyiminin, bazı insanlar tarafından istismar edilerek, ayrıcalıklı bir ilim olduğu iddiası, diğer insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü tezgahlarının kurulması için bir payanda olarak kullanılmaktadır. Halbuki Allah (c.c) hiç bir kuluna kendi yetkilerin paylaşmak için ne özel bir izin ne de özel bir ilim asla vermez. Kendilerine böyle özel ve ayrıcalıklı bir ilim verildiğini iddia edenler ise bu yalanlarının karşılığını acı biçimde ödeyeceklerini bilmelidirler.
Bu deyim ile bildiğimiz ilim herkeste olmasına rağmen istismar edilerek, dini maddi ve manevi kazanç kapısı olarak gören şarlatanların elinde tuttukları bir kılıç haline getirilmiştir.
Allah (c.c) bütün Müslümanları bu tür özel ilme sahip olduğu yalanları ile insanları aldatmaya çalışan şarlatanlardan muhafaza etsin.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
12 Mart 2017 Pazar
10 Mart 2017 Cuma
Veli Kelimesinin Dost Olarak Çevirilmesinin Getirdiği Bazı Sorunlar Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın bazı ayetlerinde bizlere Kafirleri - Hristiyanları - Yahudileri - Münafıkları VELİ edinmeyin şeklinde emirler verilmektedir. Bu ayetlerde geçen Veli - Evliya gibi kelimelerin genellikle Dost edinmeyin şeklinde çevrilmiş oldukları , meal okuyucularının gözünden kaçmamaktadır. Herhangi bir dile ait metnin, başka bir dile çevrilmeye çalışılmasında elbette bir takım sıkıntıların olması kaçınılmazdır. Hele bu metin Allah (c.c) nin Arap dili ile indirdiği bir kitap Kur'an olduğunda bu kitabın başka dile çevirisinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu kitap içindeki bazı kavram ve kelimelerin başka bir dilde karşılığının tam olarak meallere yansıtılamaması, bu kitabın çevirisini yapanlar tarafından, o kelimenin en yakın anlamını bulmaya yöneltmiştir.
Bir işte tasarrufa yetkili olmak, idare etmek, düzenlemek, işin idaresini birisine bırakmak gibi anlamlara gelen Veli, Kur'an'ın odak kavramlarından bir tanesidir. Bu kelimenin geçtiği ayetlerin, meallerde en yakın anlamı olan Dost şeklinde çevrilmiş olması, Türkiye dışındaki ülkelerde yaşayan ve Müslüman olmayan dost ve arkadaşlara sahip olanlar tarafından, Acaba bu ayet bizlere Müslüman olmayan kimselerle ilişki kurmamızı yasaklıyor mu? şeklinde sorulara, veya Türkiye içinde yaşayan fakat en yakın akrabaları İslam inancına karşı olan bazı kimseler de ise bu kimselerle nasıl bir ilişki içinde olunması gerektiği noktasında sorulara sebep olmaktadır.
Şurasını önemle hatırlatmak isteriz ki, Veli kelimesinin Dost şeklinde bir anlam verilerek çevrilmesi, bu kelimenin tam anlamını karşılamamaktadır. Mealler bu kelimeye başka anlam vermeden orjinal olarak bırakmış, ne anlama geldiğini ise dip not olarak belirtmiş olsa daha isabetli olabilirdi.
Allah (c.c) nin Kafir, Hristiyan, Yahudi, Müşrik, Münafık olarak tanımladığı, ve Onları veliler edinmeyin şeklinde verdiği emirler, onlarla veli kavramının anlam alanına giren konulardaki ilişkileri yasaklamaktadır. Allah (c.c) İslam inancına sahip olmayanların inançlarını sahiplenmek ve onların inanç esas ve kaidelerini kendi hayatlarına aktarmayı yasaklamıştır.
Peki bu insanlarla hiç mi ilişki kurulmayacak ?.
[005.005] Bugün, size, iyi ve temiz olanlar helal kılındı. Kitab verilmiş olanların yemeği size helaldir, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitab verilenlerdenb iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helaldir. Kim de imanı inkar ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.
Maide s. 5. ayetini okuduğumuzda, Kitap Ehli olarak tanımlanan kimselerin yemeğini yemekte, onların da Müslümanların yemeğini yemelerinde, yine bu kimselerin kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir.
Bu beyanlar ne anlama gelmektedir ?.
Bu beyanlar, Müslüman olmayanlarla velayet ilişkisi içine girilmeden insani anlamda ilişkiler kurulabileceği anlamına gelmektedir. Çünkü insanların birbirleri ile yemek yemeleri ve evlenmeleri, insani anlamda ilişkiler kurulması demek olup , Allah (c.c) Müslümanların kendilerinin dışındaki insanlar ile bu tür ilişkiler kurmasına izin vermiştir.
Ayrıca Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin ip uçlarını görmek mümkündür.
[018.032] Onlara iki adamı örnek ver ki; birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer) leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: «Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.»
[018.035] Adam, bu şekilde kendine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: «Bunun hiç yok olacağını sanmıyorum»
[018.036] «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»
[018.037] Arkadaşı da ona karşılık vererek dedi ki: «Sen, seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da insan şekline koyan Rabbini inkar mı ediyorsun?
[018.038] «Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.»
[018.039] «Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, lâ kuvvete illâ billah' demeli değil mi idin, eğer beni malca ve evlatça daha az görüyorsan?»
[018.040] «Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] «Yahut, bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.»
Yukarıdaki Kehf suresinde geçen Bahçe Sahipleri kıssasında iki kişi arasında geçen konuşmalara dikkat ettiğimizde bir kişinin Kafir, diğer kişinin ise Mümin olduklarını görmekteyiz. Ayet onların arasındaki ilişkiyi Sahibuhu (arkadaşı) olarak ifade etmektedir.
Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, Mü'min bir kimsenin Kafir bir kimse ile arasındaki arkadaşlık ilişkisidir. Mü'min kişi Kafir olan kişi ile velayet ilişkisi içine girmeden arkadaşlık sınırları dahilinde ilişkisini yürütmekte, onu yaptığı yanlışa karşı uyarmaktadır.
Saffat s. ayetlerinde, cennet ehli bir kimsenin, cehenneme düşmüş bir kimse ile olan konuşmasına baktığımızda, aralarında yine bir arkadaşlık ilişkisi olduğunu görmekteyiz.
[037.051] İçlerinden biri: «Benim, bir arkadaşım vardı» dedi.
[037.052] Derdi ki: Sen de mi tasdik edenlerdensin?
[037.053] Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten biz cezalanacak mıyız?»
[037.054] (Konuşan yanındakilere) Der ki: «Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?»
[037.055] Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
[037.056] Ona der ki: «Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.»
[037.057] «Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum.»
Bu ayetlerdeki konuşmalar bizlere, ahirette cennet ve cehennem ile karşılık gören iki kişinin, dünyada iken arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile olan yakınlığını da göstermektedir. Cennet ehli olan kişi, cehennem ehli olan kişi ile velayet ilişkisi içinde değil, arkadaşlık ilişkisi içinde dünya hayatlarında birbirleri ile olan arkadaşlığını sürdürmüşlerdir.
Tebliğ konusu ile ilgili olarak düşündüğümüzde, inandığımız dinin doğrularını başkalarına, yani inanmayanlara tebliğ etmek için, onlarla bir şekilde ilişki kurmak kaçınılmaz hatta gereklidir. Karşınızdaki kimseye tebliğ etmek için ona karşı olan yaklaşımımız insan olmanın gerekleri göz önünde bulundurularak olması gerektiğine göre, inanmayanlar ile ilişkilerin tamamen kesilmesi gibi bir durum da söz konusu olamaz. İnanmayanlar ile olan ilişkilerin kesilme emri onlar ile velayet ilişkisi içine girilmemesi noktasındadır.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın odak kavramlarından olan Veli nin , meallerde Dost olarak çevrilmesi, inanmayanlar ile ilişkileri olan bazı kimselerde, Allah bizleri bu kimseler ile dostluk kurmamayı mı emrediyor? şeklinde sorulara sebep olmaktadır. Allah (c.c) bizleri kafir, münafık, müşrik olarak nitelediği kimseler ile Veli kavramının anlam alanına dahil olan konularda ilişki kurulmasını yasaklamış olup, onlarla insani ilişkiler kurulmasını yasaklamamıştır.
Mü'min bir kimse, Mü'min olmayan bir kimse ile arkadaşlık bazında ilişkilerini yürütebilir, ancak bu ilişki Mü'min olmayan kimsenin inancını sahiplenmek, onun inancını savunmak noktasına geldiği zaman tehlike arz etmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) nin Kafir, Hristiyan, Yahudi, Müşrik, Münafık olarak tanımladığı, ve Onları veliler edinmeyin şeklinde verdiği emirler, onlarla veli kavramının anlam alanına giren konulardaki ilişkileri yasaklamaktadır. Allah (c.c) İslam inancına sahip olmayanların inançlarını sahiplenmek ve onların inanç esas ve kaidelerini kendi hayatlarına aktarmayı yasaklamıştır.
Peki bu insanlarla hiç mi ilişki kurulmayacak ?.
[005.005] Bugün, size, iyi ve temiz olanlar helal kılındı. Kitab verilmiş olanların yemeği size helaldir, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitab verilenlerdenb iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helaldir. Kim de imanı inkar ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.
Maide s. 5. ayetini okuduğumuzda, Kitap Ehli olarak tanımlanan kimselerin yemeğini yemekte, onların da Müslümanların yemeğini yemelerinde, yine bu kimselerin kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir.
Bu beyanlar ne anlama gelmektedir ?.
Bu beyanlar, Müslüman olmayanlarla velayet ilişkisi içine girilmeden insani anlamda ilişkiler kurulabileceği anlamına gelmektedir. Çünkü insanların birbirleri ile yemek yemeleri ve evlenmeleri, insani anlamda ilişkiler kurulması demek olup , Allah (c.c) Müslümanların kendilerinin dışındaki insanlar ile bu tür ilişkiler kurmasına izin vermiştir.
Ayrıca Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin ip uçlarını görmek mümkündür.
[018.032] Onlara iki adamı örnek ver ki; birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer) leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: «Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.»
[018.035] Adam, bu şekilde kendine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: «Bunun hiç yok olacağını sanmıyorum»
[018.036] «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»
[018.037] Arkadaşı da ona karşılık vererek dedi ki: «Sen, seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da insan şekline koyan Rabbini inkar mı ediyorsun?
[018.038] «Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.»
[018.039] «Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, lâ kuvvete illâ billah' demeli değil mi idin, eğer beni malca ve evlatça daha az görüyorsan?»
[018.040] «Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] «Yahut, bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.»
Yukarıdaki Kehf suresinde geçen Bahçe Sahipleri kıssasında iki kişi arasında geçen konuşmalara dikkat ettiğimizde bir kişinin Kafir, diğer kişinin ise Mümin olduklarını görmekteyiz. Ayet onların arasındaki ilişkiyi Sahibuhu (arkadaşı) olarak ifade etmektedir.
Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, Mü'min bir kimsenin Kafir bir kimse ile arasındaki arkadaşlık ilişkisidir. Mü'min kişi Kafir olan kişi ile velayet ilişkisi içine girmeden arkadaşlık sınırları dahilinde ilişkisini yürütmekte, onu yaptığı yanlışa karşı uyarmaktadır.
Saffat s. ayetlerinde, cennet ehli bir kimsenin, cehenneme düşmüş bir kimse ile olan konuşmasına baktığımızda, aralarında yine bir arkadaşlık ilişkisi olduğunu görmekteyiz.
[037.051] İçlerinden biri: «Benim, bir arkadaşım vardı» dedi.
[037.052] Derdi ki: Sen de mi tasdik edenlerdensin?
[037.053] Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten biz cezalanacak mıyız?»
[037.054] (Konuşan yanındakilere) Der ki: «Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?»
[037.055] Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
[037.056] Ona der ki: «Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.»
[037.057] «Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum.»
Bu ayetlerdeki konuşmalar bizlere, ahirette cennet ve cehennem ile karşılık gören iki kişinin, dünyada iken arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile olan yakınlığını da göstermektedir. Cennet ehli olan kişi, cehennem ehli olan kişi ile velayet ilişkisi içinde değil, arkadaşlık ilişkisi içinde dünya hayatlarında birbirleri ile olan arkadaşlığını sürdürmüşlerdir.
Tebliğ konusu ile ilgili olarak düşündüğümüzde, inandığımız dinin doğrularını başkalarına, yani inanmayanlara tebliğ etmek için, onlarla bir şekilde ilişki kurmak kaçınılmaz hatta gereklidir. Karşınızdaki kimseye tebliğ etmek için ona karşı olan yaklaşımımız insan olmanın gerekleri göz önünde bulundurularak olması gerektiğine göre, inanmayanlar ile ilişkilerin tamamen kesilmesi gibi bir durum da söz konusu olamaz. İnanmayanlar ile olan ilişkilerin kesilme emri onlar ile velayet ilişkisi içine girilmemesi noktasındadır.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın odak kavramlarından olan Veli nin , meallerde Dost olarak çevrilmesi, inanmayanlar ile ilişkileri olan bazı kimselerde, Allah bizleri bu kimseler ile dostluk kurmamayı mı emrediyor? şeklinde sorulara sebep olmaktadır. Allah (c.c) bizleri kafir, münafık, müşrik olarak nitelediği kimseler ile Veli kavramının anlam alanına dahil olan konularda ilişki kurulmasını yasaklamış olup, onlarla insani ilişkiler kurulmasını yasaklamamıştır.
Mü'min bir kimse, Mü'min olmayan bir kimse ile arkadaşlık bazında ilişkilerini yürütebilir, ancak bu ilişki Mü'min olmayan kimsenin inancını sahiplenmek, onun inancını savunmak noktasına geldiği zaman tehlike arz etmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Mart 2017 Perşembe
Fatiha s. 6. Ayeti : Allah (c.c) Kullarını Doğru Yola Nasıl İletir ?
Fatiha adı ile bildiğimiz sure , 7 den 70 e bir çok Müslüman tarafından ezbere bilinmekte ve her gün namazlarda okunmaktadır. Bizlerin kulluk bilincine sahip olmamızı sağlayacak mesajları olan bu surenin 6. ayeti olan İhdinassıratal mustakıme (Bizi doğru yola ilet) şeklinde yaptığımız duanın , nasıl bir anlama ve hayatımızda nasıl bir yeri olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır.
Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.
Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir.
Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.
Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.
Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.
Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir.
Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.
Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.
[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?
Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.
Sıddık , Şehit , Salihlerden olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.
Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir.
Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.
Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.
Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.
Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir.
Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.
Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.
Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.
Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir.
Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.
Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.
[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?
Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.
Sıddık , Şehit , Salihlerden olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.
Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir.
Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.
Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.
6 Mart 2017 Pazartesi
Kehf s. 25. Ayetinin Esed, İslamoğlu ve Öztürk Tarafından Yapılmış Olan Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza
Kur'an'ın Arap dilini bilmeyen insanlar tarafından anlaşılabilmesi için farklı dillere çevrilmesi, veya Tefsir dediğimiz yöntem ile bazı ayetlerinin yorumlanması , İslam dünyasında yapılan yaygın çalışmalardandır. Bu tefsir ve mealleri yapanların sahip oldukları bilgi birikimini bu çalışmalarına yansıtmış olmaları ise bir realitedir.
Tefsirlere bakıldığında bazı ayetlerin yorumlarının birbirlerinden farklı , hatta taban tabana zıt bir şekilde yapılmış olduğu , bir çok tefsir okuyucusunun gözünden kaçmamaktadır. Tefsirlerde yapılan bu yorumların doğru veya yanlış olma ihtimali elbette mevcuttur. Bir tefsircinin yapmış olduğu ayet yorumu , sahip olduğu bilgi birikiminin bir sonucu olup , hiç bir tefsirci yapmış olduğu yorumu nihai doğrular olarak göstermek , kendi görüşlerinin doğrultusunda yapılmayan yorumları mahkum etmek hakkına asla sahip değildir.
Tefsir çalışmaları , Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında kişilere daha geniş bir alan sağlarken, meal çalışmaları , tefsir kadar geniş alanda ayetleri yorumlama imkanı sağlamaz. Meal yapıcıları farklı yorumlanmaya müsait olan ayetlerde o ayetin aslına sadık kalmak sureti ile çevirmek zorundadırlar. Meal yapıcısı farklı yoruma müsait olan ayetlerde , doğru olduğunu düşündüğü yorumu , ayet çevirisi üzerinde parantez açmak, veya metin üzerinde oynama yapmak sureti ile kabul ettiği yorumu ayete onaylatmak hak ve yetkisine sahip değildir.
Söylemek istediklerimiz , bu konuda somut örnek göstermeye çalıştığımızda , daha net olarak anlaşılacaktır.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Yukarıdaki ayet Kehf s. 25. ayeti olup , Ashabı Kehf'in mağarada kalış süreleri ile ilgili olarak bir rakam vermektedir. Ayetin aslına uygun olarak yapılmış çevirisi şu şekildedir;
Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar. (Ö. Nasuhi Bilmen)
Bu ayet tefsirlerde iki farkı şekilde yorumlanmaktadır. Birinci yoruma göre Allah (c.c) Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıklarını haber vermektedir. İkinci yoruma göre ise , Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıkları konusunda insanların ortaya koyduğu iddia olup bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulması ile , insanlar tarafından ortaya atılan bu kalış süresi ret edilmektedir.
Kehf s. 25. ayeti ile ilgili olarak yapılan iki farklı yorumun birisinin doğru , birisinin yanlış olma ihtimali mevcuttur. Her iki yorumun da doğru olması mümkün değildir. Ancak doğru olarak kabul ettiğimiz yorumun doğruluğunu , veya yanlış olarak kabul ettiğimiz yorumun yanlış olduğunu bize haber verecek tek merci Allah (c.c) olup , hiç kimsenin artık ondan böyle bir haberi alması da mümkün değildir.
Yani bir ayetin yorumu hakkında doğru veya yanlış şeklinde öne süreceğimiz iddia , ortaya koyduğumuz deliller neticesindedir , ve bu delillerin doğruluğunu veya yanlışlığını onaylayacak ilahi bir merci yoktur.
Ortada böyle bir durum mevcut iken , bu ayet ile ilgili olarak yapılan yorumların herhangi birisinin kesin doğru , diğerinin ise kesin yanlış olarak nitelendirilmesi , yanlış bir tutum olacaktır. Bu ayet ile ilgili olarak yapılacak tek şey , kişinin doğru olarak kabul ettiği yorumu tercih etmesi , kabul etmediği yorumu ise yanlış olarak mahkum etmemesi olacaktır.
Ancak hiç kimsenin iki farklı yoruma açık olan bir ayetin çevirisi üzerinden kendi tercih ettiği yorumu ayete onaylatmak hakkı ve yetkisi de yoktur.
Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış olan çevirilerine baktığımızda , farklı yorumlardan birisini tercih ettiklerini ve bu tercihlerini yapmış oldukları ayet çevirilerine yansıttıklarını görmekteyiz.
Muhammed Esed :
Ve (bazıları,) onlar(ın) mağaralarında üçyüz yıl kaldı(ğını ileri sürüyor) ve kimileri de (bu sayıya) dokuz yıl daha ekliyorlar.
Mustafa İslamoğlu :
İmdi (kimileri) Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar (diye iddia ederlerken), bir (başkaları) da bu sayıya dokuz yıl daha ekledi.
Mustafa Öztürk :
Bazıları o gençlerin mağaralarında üç yüz yıl uyuyup kaldıklarını söylüyor. Bazıları ise buna dokuz yıl daha ekleyip üç yüz dokuz yıl kaldıklarından söz ediyor
Dikkat edilirse Kehf s. 25. ayetinin yapılan çevirileri , ayetin 2 farklı yorumundan birisinin tercih edilmiş halinin Allah'ın ayetine onaylatılmış bir halidir.
Herkesin Kur'an ayetleri üzerinde yorum yapmak veya yapılmış olan yorumlardan uygun olduğunu düşündüğünü kabul etmek hakkı elbette vardır. İsimlerini verdiğimiz kişiler bu alanda söz sahibi olduğunu düşündüğümüz kişilerdir. Ancak bu ayetlerin çevirisinde hatalı bir yöntem sergileyerek doğru veya yanlış olma ihtimali olan kendi düşüncelerini doğru olarak kabul ederek , Kehf s. 25. ayetini bu doğrultuda çevirmişlerdir.
İsimlerini verdiğimiz kişilerin Kehf s. 25. ayetinin , Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi değil , başkalarının böyle bir süre vermiş olduğunu , ve bu sürenin Allah (c.c) tarafından ret edildiği şeklinde yapılan yorumların doğru olduğunu kabul etmek hakları vardır. Ancak hiç kimsenin böyle bir yorumu , ayetin metni üzerinde oynamalar yapmak , veya parantez açmak sureti ile Allah (c.c) nin böyle söylediğini iddia etmek hakkı ve yetkisi yoktur.
Sayın İslamoğlu ve Öztürk , neden böyle bir çeviriyi tercih ettiklerini dip not olarak açıklamış olmalarına rağmen , onların kendi tercihlerini ayetin çevirisine yansıtmaya hakları olmadığını düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Esed ve İslamoğlu tarafından yapılan Kehf s. 25. ayetinin çevirisindeki şahsi yorumlar parantez içine alınmış olmasına rağmen , Öztürk tarafından yapılan çevirideki şahsi yorumlar , parantez içine dahi alınmadan sanki Allah (c.c) böyle diyormuş gibi gösterilerek daha bariz bir hataya imza atılmıştır.
Bu kimselerin yapmaları gereken , önce ayeti aslına sadık bir şekilde çevirmek , ayetin yorumu hakkındaki şahsi tercihlerini ise , dip not olarak belirtmek olması iken, kabul etmedikleri diğer yorumu görmezden gelerek , tek ve nihai doğru olarak kendi görüşlerini dikte ettirmeye çalışmış olmaları kabul edilir bir durum değildir.
Anlam yorum tarzında Kur'an çevirisi yapan kimselerin bir çoğu , ayet çevirisi gibi yorum alanı dar bir alanda çalıştıklarını unutarak , yorum alanı daha geniş olan ayet tefsiri alanında çalıştıkları zannetmeleri , veya yaptıkları çeviri tarzının bunu gerektirdiğini düşünerek ayet üzerinde bu tür tasarrufları yapmayı , kendilerine verilmiş bir yetki olarak görmektedirler.
Ancak bu tarz çevirilerin , okuyucular tarafından Allah'ın kesin olarak böyle dediği gibi bir zanna kapılmalarına ve farklı yorumlara açık olan ayetlerdeki yorum farklılıklarının önünü kapatmalarına sebep oldukları unutulmamalıdır.
Amacımızın bu çevirileri yapanların kişiliklerini zedelemek olmadığını özellikle hatırlatmak isteriz. Amacımız , bu veya başka kişilerin yaptıkları Anlam Yorum tarzı çevirilerin , kişilerin indi görüşlerini ayete söyletmeye daha müsait bir çeviri tarzı olduğu , meal okuyucularını ise daha dikkatli olması yönünde hatırlatmalar yapmaya yöneliktir.
Anlam Yorum tarzında yapılan Kur'an çevirilerini tamamen mahkum etmek gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte , konu etmeye çalıştığımız ayet örneğinde olduğu gibi , yoruma açık bazı ayet meallerinde Anlam yorum tarzı çevirilerin , kişisel tercihlerin öne çıktığı bir tarz olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Kehf s. 25. ayetinin iki farklı yorumundan hangisini tercih ettiğimiz sorulacak olursa , ayetin Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu ve o yorumu kabul ettiğimizi söyleyebiliriz. Bu kabulümüzün gerekçesi olarak ta şunları söyleyebiliriz ;
Ashabı Kehf'in mağarada uzun yıllar uyutulduktan sonra uyandırılan bir topluluk olduğunu onların kıssasının anlatıldığı ayetlerden öğrenmekteyiz. Ashabı Kehf'in sayıları ile ilgili ortaya atılan iddiaların ret edildiği 22. ayete baktığımızda seyekulune (diyecekler) şeklinde başlaması , başkaları tarafından bu konuda söylenecek ,olan iddiaların yanlış olduğunu beyan etmektedir.
Eğer Ashabı Kehf'in 309 yıl uyumuş olduğu , başkaları tarafından ortaya atılan , veya atılacak bir iddia ise , 22. ayette bulunan seyekulune kelimesinin 25. ayette de bulunması gerektiğini ve ayetin "Ve diyecekler ki onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar" şeklinde gelerek , onların Ashabı Kehf'in 309 yıl uyuduğunu söylediklerini ve 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir velisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulmuş olması ile karşı tarafın verdiği bu rakamın yanlış olduğunun beyan edildiği bize gösterilebilirdi.
[018.025] Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar.
[018.026] Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O ne güzel görendir. O ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka velisi yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.
Kehf s. 25. ayetini üzerinde herhangi bir oynama yapmadan okuduğumuzda Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl uyutulmuş olduğu , 26. ayette ise bu süreyi en iyi Allah (c.c) nin bildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yapılan ikinci yorum ise yukarıda görüldüğü gibi ayet üzerinde oynama ve parantezler sonucu yapılmış bir yorum olarak görülmektedir.
Bizim Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl kaldığını düşünmemiz bize , bu ayet hakkında yapılan diğer yorumu mahkum etmek hakkı vermez. bu ayet hakkındaki diğer yorumu kabul edenlere ise , kabul ettikleri yorumu ayete onaylatmak için ayet üzerinde oynama hakkını ise hiç vermez.
Bu meyandaTelevizyon ekranlarında tefsir dersleri yapan bazı hocaların yöntemleri üzerinde bir kaç söz etmek istiyoruz ;
Bazı hocalarımızın , yapmış oldukları tefsir derslerinde , tefsirciler tarafından farklı yorumlar yapılan bazı ayetlerin , sadece kendileri tarafından doğru olduğunu düşündükleri yorumlarına yer vermekte olduklarına , veya kendilerinin kabul ettiği yorumları kesin doğru kendilerinin kabul etmedikleri yorumları ise kesin yanlış şeklinde mahkum eden konuşmalarına şahit olmaktayız.
Bu hocalarımıza tavsiyemiz şu olacaktır ; Tefsir ettikleri ayetlerde kabul etmeseler dahi o ayetin farklı yorumları olduğunu dinleyicilerine aktarmalı , kendilerinin farklı yorumlardan hangisini tercih ettiklerini söylemelidirler. Dinleyiciler bu sayede daha geniş bir bakış açısı kazanacak , dersi veren hocamız da kendi görüşünü mutlaklaştırmamış olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. 25. ayetinin Esed , İslamoğlu ve Öztürk tarafından yapılmış olan çevirileri örneğinde , Kur'an çevirilerinde hatalı bir yöntem olduğunu düşündüğümüz , bazı ayetlerin aslına sadık kalmamak sureti ile , istenilen doğrultuda anlam verilmesinin yanlışlığına dikkat çekmeye çalıştık.
Bahsettiğimiz hatalı yöntemi bu 3 kişinin yaptığı bir meal üzerinden örneklendirmiş olmamız , bu tür hataların sadece bu 3 kişi tarafından yapıldığı veya onları hedef almak gibi bir niyete matuf olmadığı bilinmelidir.
Kur'an çevirileri , Kur'an tefsirine göre daha dar bir alana sahip olup , tefsircilerin bir ayet hakkında sahip olduğu farklı görüşlerin birisinin kabul edilerek , ayetin o yönde çevrilmeye çalışılması kabul edilebilir bir yöntem değildir. Çevirmen ayet üzerinde tarafsız bir bakış açısına sahip olmalı , bir ayet hakkındaki sahip olduğu görüşü ayete onaylatmaya çalışmamalıdır.
Bu noktada Kur'an meali okuyucusuna da görevler düşmekte , tek bir meale bağlı kalmak o meali yapan kimsenin muhtemel bazı hatalarını görememek olacağı için , bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumaya çalışmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Tefsirlere bakıldığında bazı ayetlerin yorumlarının birbirlerinden farklı , hatta taban tabana zıt bir şekilde yapılmış olduğu , bir çok tefsir okuyucusunun gözünden kaçmamaktadır. Tefsirlerde yapılan bu yorumların doğru veya yanlış olma ihtimali elbette mevcuttur. Bir tefsircinin yapmış olduğu ayet yorumu , sahip olduğu bilgi birikiminin bir sonucu olup , hiç bir tefsirci yapmış olduğu yorumu nihai doğrular olarak göstermek , kendi görüşlerinin doğrultusunda yapılmayan yorumları mahkum etmek hakkına asla sahip değildir.
Tefsir çalışmaları , Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında kişilere daha geniş bir alan sağlarken, meal çalışmaları , tefsir kadar geniş alanda ayetleri yorumlama imkanı sağlamaz. Meal yapıcıları farklı yorumlanmaya müsait olan ayetlerde o ayetin aslına sadık kalmak sureti ile çevirmek zorundadırlar. Meal yapıcısı farklı yoruma müsait olan ayetlerde , doğru olduğunu düşündüğü yorumu , ayet çevirisi üzerinde parantez açmak, veya metin üzerinde oynama yapmak sureti ile kabul ettiği yorumu ayete onaylatmak hak ve yetkisine sahip değildir.
Söylemek istediklerimiz , bu konuda somut örnek göstermeye çalıştığımızda , daha net olarak anlaşılacaktır.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Yukarıdaki ayet Kehf s. 25. ayeti olup , Ashabı Kehf'in mağarada kalış süreleri ile ilgili olarak bir rakam vermektedir. Ayetin aslına uygun olarak yapılmış çevirisi şu şekildedir;
Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar. (Ö. Nasuhi Bilmen)
Bu ayet tefsirlerde iki farkı şekilde yorumlanmaktadır. Birinci yoruma göre Allah (c.c) Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıklarını haber vermektedir. İkinci yoruma göre ise , Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıkları konusunda insanların ortaya koyduğu iddia olup bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulması ile , insanlar tarafından ortaya atılan bu kalış süresi ret edilmektedir.
Kehf s. 25. ayeti ile ilgili olarak yapılan iki farklı yorumun birisinin doğru , birisinin yanlış olma ihtimali mevcuttur. Her iki yorumun da doğru olması mümkün değildir. Ancak doğru olarak kabul ettiğimiz yorumun doğruluğunu , veya yanlış olarak kabul ettiğimiz yorumun yanlış olduğunu bize haber verecek tek merci Allah (c.c) olup , hiç kimsenin artık ondan böyle bir haberi alması da mümkün değildir.
Yani bir ayetin yorumu hakkında doğru veya yanlış şeklinde öne süreceğimiz iddia , ortaya koyduğumuz deliller neticesindedir , ve bu delillerin doğruluğunu veya yanlışlığını onaylayacak ilahi bir merci yoktur.
Ortada böyle bir durum mevcut iken , bu ayet ile ilgili olarak yapılan yorumların herhangi birisinin kesin doğru , diğerinin ise kesin yanlış olarak nitelendirilmesi , yanlış bir tutum olacaktır. Bu ayet ile ilgili olarak yapılacak tek şey , kişinin doğru olarak kabul ettiği yorumu tercih etmesi , kabul etmediği yorumu ise yanlış olarak mahkum etmemesi olacaktır.
Ancak hiç kimsenin iki farklı yoruma açık olan bir ayetin çevirisi üzerinden kendi tercih ettiği yorumu ayete onaylatmak hakkı ve yetkisi de yoktur.
Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış olan çevirilerine baktığımızda , farklı yorumlardan birisini tercih ettiklerini ve bu tercihlerini yapmış oldukları ayet çevirilerine yansıttıklarını görmekteyiz.
Muhammed Esed :
Ve (bazıları,) onlar(ın) mağaralarında üçyüz yıl kaldı(ğını ileri sürüyor) ve kimileri de (bu sayıya) dokuz yıl daha ekliyorlar.
Mustafa İslamoğlu :
İmdi (kimileri) Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar (diye iddia ederlerken), bir (başkaları) da bu sayıya dokuz yıl daha ekledi.
Mustafa Öztürk :
Bazıları o gençlerin mağaralarında üç yüz yıl uyuyup kaldıklarını söylüyor. Bazıları ise buna dokuz yıl daha ekleyip üç yüz dokuz yıl kaldıklarından söz ediyor
Dikkat edilirse Kehf s. 25. ayetinin yapılan çevirileri , ayetin 2 farklı yorumundan birisinin tercih edilmiş halinin Allah'ın ayetine onaylatılmış bir halidir.
Herkesin Kur'an ayetleri üzerinde yorum yapmak veya yapılmış olan yorumlardan uygun olduğunu düşündüğünü kabul etmek hakkı elbette vardır. İsimlerini verdiğimiz kişiler bu alanda söz sahibi olduğunu düşündüğümüz kişilerdir. Ancak bu ayetlerin çevirisinde hatalı bir yöntem sergileyerek doğru veya yanlış olma ihtimali olan kendi düşüncelerini doğru olarak kabul ederek , Kehf s. 25. ayetini bu doğrultuda çevirmişlerdir.
İsimlerini verdiğimiz kişilerin Kehf s. 25. ayetinin , Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi değil , başkalarının böyle bir süre vermiş olduğunu , ve bu sürenin Allah (c.c) tarafından ret edildiği şeklinde yapılan yorumların doğru olduğunu kabul etmek hakları vardır. Ancak hiç kimsenin böyle bir yorumu , ayetin metni üzerinde oynamalar yapmak , veya parantez açmak sureti ile Allah (c.c) nin böyle söylediğini iddia etmek hakkı ve yetkisi yoktur.
Sayın İslamoğlu ve Öztürk , neden böyle bir çeviriyi tercih ettiklerini dip not olarak açıklamış olmalarına rağmen , onların kendi tercihlerini ayetin çevirisine yansıtmaya hakları olmadığını düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Esed ve İslamoğlu tarafından yapılan Kehf s. 25. ayetinin çevirisindeki şahsi yorumlar parantez içine alınmış olmasına rağmen , Öztürk tarafından yapılan çevirideki şahsi yorumlar , parantez içine dahi alınmadan sanki Allah (c.c) böyle diyormuş gibi gösterilerek daha bariz bir hataya imza atılmıştır.
Bu kimselerin yapmaları gereken , önce ayeti aslına sadık bir şekilde çevirmek , ayetin yorumu hakkındaki şahsi tercihlerini ise , dip not olarak belirtmek olması iken, kabul etmedikleri diğer yorumu görmezden gelerek , tek ve nihai doğru olarak kendi görüşlerini dikte ettirmeye çalışmış olmaları kabul edilir bir durum değildir.
Anlam yorum tarzında Kur'an çevirisi yapan kimselerin bir çoğu , ayet çevirisi gibi yorum alanı dar bir alanda çalıştıklarını unutarak , yorum alanı daha geniş olan ayet tefsiri alanında çalıştıkları zannetmeleri , veya yaptıkları çeviri tarzının bunu gerektirdiğini düşünerek ayet üzerinde bu tür tasarrufları yapmayı , kendilerine verilmiş bir yetki olarak görmektedirler.
Ancak bu tarz çevirilerin , okuyucular tarafından Allah'ın kesin olarak böyle dediği gibi bir zanna kapılmalarına ve farklı yorumlara açık olan ayetlerdeki yorum farklılıklarının önünü kapatmalarına sebep oldukları unutulmamalıdır.
Amacımızın bu çevirileri yapanların kişiliklerini zedelemek olmadığını özellikle hatırlatmak isteriz. Amacımız , bu veya başka kişilerin yaptıkları Anlam Yorum tarzı çevirilerin , kişilerin indi görüşlerini ayete söyletmeye daha müsait bir çeviri tarzı olduğu , meal okuyucularını ise daha dikkatli olması yönünde hatırlatmalar yapmaya yöneliktir.
Anlam Yorum tarzında yapılan Kur'an çevirilerini tamamen mahkum etmek gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte , konu etmeye çalıştığımız ayet örneğinde olduğu gibi , yoruma açık bazı ayet meallerinde Anlam yorum tarzı çevirilerin , kişisel tercihlerin öne çıktığı bir tarz olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Kehf s. 25. ayetinin iki farklı yorumundan hangisini tercih ettiğimiz sorulacak olursa , ayetin Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu ve o yorumu kabul ettiğimizi söyleyebiliriz. Bu kabulümüzün gerekçesi olarak ta şunları söyleyebiliriz ;
Ashabı Kehf'in mağarada uzun yıllar uyutulduktan sonra uyandırılan bir topluluk olduğunu onların kıssasının anlatıldığı ayetlerden öğrenmekteyiz. Ashabı Kehf'in sayıları ile ilgili ortaya atılan iddiaların ret edildiği 22. ayete baktığımızda seyekulune (diyecekler) şeklinde başlaması , başkaları tarafından bu konuda söylenecek ,olan iddiaların yanlış olduğunu beyan etmektedir.
Eğer Ashabı Kehf'in 309 yıl uyumuş olduğu , başkaları tarafından ortaya atılan , veya atılacak bir iddia ise , 22. ayette bulunan seyekulune kelimesinin 25. ayette de bulunması gerektiğini ve ayetin "Ve diyecekler ki onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar" şeklinde gelerek , onların Ashabı Kehf'in 309 yıl uyuduğunu söylediklerini ve 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir velisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulmuş olması ile karşı tarafın verdiği bu rakamın yanlış olduğunun beyan edildiği bize gösterilebilirdi.
[018.025] Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar.
[018.026] Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O ne güzel görendir. O ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka velisi yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.
Kehf s. 25. ayetini üzerinde herhangi bir oynama yapmadan okuduğumuzda Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl uyutulmuş olduğu , 26. ayette ise bu süreyi en iyi Allah (c.c) nin bildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yapılan ikinci yorum ise yukarıda görüldüğü gibi ayet üzerinde oynama ve parantezler sonucu yapılmış bir yorum olarak görülmektedir.
Bizim Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl kaldığını düşünmemiz bize , bu ayet hakkında yapılan diğer yorumu mahkum etmek hakkı vermez. bu ayet hakkındaki diğer yorumu kabul edenlere ise , kabul ettikleri yorumu ayete onaylatmak için ayet üzerinde oynama hakkını ise hiç vermez.
Bu meyandaTelevizyon ekranlarında tefsir dersleri yapan bazı hocaların yöntemleri üzerinde bir kaç söz etmek istiyoruz ;
Bazı hocalarımızın , yapmış oldukları tefsir derslerinde , tefsirciler tarafından farklı yorumlar yapılan bazı ayetlerin , sadece kendileri tarafından doğru olduğunu düşündükleri yorumlarına yer vermekte olduklarına , veya kendilerinin kabul ettiği yorumları kesin doğru kendilerinin kabul etmedikleri yorumları ise kesin yanlış şeklinde mahkum eden konuşmalarına şahit olmaktayız.
Bu hocalarımıza tavsiyemiz şu olacaktır ; Tefsir ettikleri ayetlerde kabul etmeseler dahi o ayetin farklı yorumları olduğunu dinleyicilerine aktarmalı , kendilerinin farklı yorumlardan hangisini tercih ettiklerini söylemelidirler. Dinleyiciler bu sayede daha geniş bir bakış açısı kazanacak , dersi veren hocamız da kendi görüşünü mutlaklaştırmamış olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. 25. ayetinin Esed , İslamoğlu ve Öztürk tarafından yapılmış olan çevirileri örneğinde , Kur'an çevirilerinde hatalı bir yöntem olduğunu düşündüğümüz , bazı ayetlerin aslına sadık kalmamak sureti ile , istenilen doğrultuda anlam verilmesinin yanlışlığına dikkat çekmeye çalıştık.
Bahsettiğimiz hatalı yöntemi bu 3 kişinin yaptığı bir meal üzerinden örneklendirmiş olmamız , bu tür hataların sadece bu 3 kişi tarafından yapıldığı veya onları hedef almak gibi bir niyete matuf olmadığı bilinmelidir.
Kur'an çevirileri , Kur'an tefsirine göre daha dar bir alana sahip olup , tefsircilerin bir ayet hakkında sahip olduğu farklı görüşlerin birisinin kabul edilerek , ayetin o yönde çevrilmeye çalışılması kabul edilebilir bir yöntem değildir. Çevirmen ayet üzerinde tarafsız bir bakış açısına sahip olmalı , bir ayet hakkındaki sahip olduğu görüşü ayete onaylatmaya çalışmamalıdır.
Bu noktada Kur'an meali okuyucusuna da görevler düşmekte , tek bir meale bağlı kalmak o meali yapan kimsenin muhtemel bazı hatalarını görememek olacağı için , bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumaya çalışmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Mart 2017 Pazar
Fecr s. 27. ve 30. Ayetleri: Ey Mutmain Nefs Hitabı Kime Yapılmaktadır ?
Kur'an'ın doğru anlaşılmasında , okunan ayetlerin sure içi bağlam bütünlüğünün göz önünde bulundurulması, ve ön yargılardan arınmış bir bakış açısı çok önemlidir. Bağlamdan kopuk ve ön yargılı okumaların getirdiği sorunlar ,ve bu türden yapılan okumaların yol açtığı farklı fikir ve düşünceler , bizlerin hizip ve cemaatlere bölünmek sureti ile ayrışmalar yaşamamıza sebep olmaktadır.
Fecr s. 27. ve 30. ayetlerinde , Ey mutmain nefs şeklinde yapılan hitabın kime olduğu konusunda, tefsirlerde yapılmış yorumlarının sure bütünlüğü ile alakasız olduğu dikkatli Kur'an okuyucularının gözünden kaçmamaktadır. Yazımızda bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunu ele almaya çalışacağız.
Fecr s. 27. ayetinde Ey mutmain nefs şeklindeki hitap ile ilgili olarak tefsirlerde , bu hitabın cenneti hak etmiş kişiye yapıldığı şeklinde yorumlar yapılmaktadır. Ancak bu ayeti sure ve Kur'an bütünlüğünü dikkate alarak okuduğumuzda, bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunda farklı bir düşünce ortaya çıkacak , tefsirlerde yapılan yorumların isabetli olmadığı görülecektir.
Öncelikle surenin tamamının mealini paylaşarak konuyu sure bütünlüğünü dikkate alarak anlamaya çalışalım.
[089.001] Fecre and olsun,
[089.002] Ve on geceye,
[089.003] Çifte ve tek'e,
[089.004] Gitmekte olan geceye.
[089.005] Bunda akıl sahibi için bir yemîn yok mudur?
[089.006] Görmedin mi rabbın nasıl yaptı Ade?
[089.007] Sütunlar sahibi İrem'e?
[089.008] Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı.
[089.009] Vâdide kayaları yontan Semud kavmine?
[089.010] Kazıklar sahibi Firavun'a,
[089.011] Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.
[089.012] Böylece oralarda fesadı 'yaygınlaştırıp-arttırmışlardı.'
[089.013] Onun için de Rabbin üzerlerine bir azap kamçısı yağdırdı.
[089.014] Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.
[089.015] Ama insan, Rabbi onu her ne zaman imtihan edip de kendisi de ikramda bulunur, nimetler verirse: «Rabbim bana ikram etti.» der.
[089.016] Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: «Rabbim bana ihanette bulundu.» der.
[089.017] Hayır hayır doğrusu siz yetîme ikram etmiyorsunuz
[089.018] Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özendirmiyorsunuz.
[089.019] Mirası hak gözetmeden yersiniz.
[089.020] Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.
[089.021] Ama yer; parça parça dağıtıldığında.
[089.022] Rabbinin gelip melek sıra sıra dizildiği zaman,
[089.023] O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?
[089.024] Der ki, «Keşke hayatım için (güzel ameller) takdim etmiş olsa idim.»
[089.025] Artık o gün O'nun yapacağı azabı bir kimse yapamaz.
[089.026] O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.
[089.027] Ey mutmain nefis,
[089.028] Dön Rabbına. Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak.
[089.029] Artık kullarımın arasına gir.
[089.030] Gir, cennetime.
Sureyi kısaca özetleyecek olursak ; İlk ayetler yemin ile başladıktan sonra (1-5) devamında , yeryüzünde fesat çıkarmak sureti ile tuğyan eden önceki kavimlerin helak edildikleri haber verilmektedir (6-14). Surenin devamında Mekke'li inkarcılara yönelerek onların yaşamları içinde yaptıkları fesat ve tuğyan dile getirilmektedir (15-20). Devam eden ayetlerde ise kıyamet , hesap , ve yeryüzünde fesada ve tuğyana koşanların hesap günündeki akıbeti haber verilmektedir (21-26).
Surenin 27-30. ayetleri arasındaki yapılmış olan hitabın sure bütünlüğü ile uyumlu bir anlama sahip olması gerektiği halde , tefsirlere bakıldığında bu ayetler , sure bağlamından kopuk bir şekilde okunmak sureti ile cenneti hak etmiş olan kimseye yapılmış bir hitap olarak anlaşılmış ve o şekilde yorumlar yapılmıştır. Halbuki Fecr s. 27-30. ayetleri , surenin önceki ayetlerinde yeryüzünde fesat ve tuğyana koşanlara karşı yapılmış bir hitap olarak okunduğunda, sure bütünlüğüne daha uygun bir anlama sahip olmuş olacaktır. Çünkü yapılan hitap , hesap gününde cenneti hak etmiş bir kimseye değil , halen yaşayan dünya hayatını fesat ve tuğyan içinde yaşayanlara yönelik bir hitaptır.
Mutmain nefs deyiminin, hitap edilen bu kimseler ile ilgili bir anlama sahip olması gerektiğini düşünmekteyiz. Tefsirlerde bu konuda yapılan yorumlar , sure bütünlüğü dikkate alınarak değil , tasavvuf düşüncesindeki nefsi mutmainne terimine verilen anlam dikkate alınarak verilmiştir.
Tasavvuf kültüründe Nefsi Mutmainne şu şekilde tarif edilmektedir ; Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan , itmi'nan-ı kalp ile Allah'ı Rab kabul edip , onun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve ona ulaşan insanın nefsi.
Bu tarife delil olarak Fecr suresi 27-30. ayetleri delil getirilmiş olmasına karşın , bu ayetleri sure ve Kur'an bütünlüğünde okuduğumuzda bu delilin tutarlı olmadığı görülecek , bu ayetlerde geçen bazı kelimeleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımız zaman , söylemek istediklerimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Mutmainne ; Huzursuz , rahatsız edildikten sonra sakinleşmek , rahatlamak , huzur bulmak anlamına gelen El İtminanü ve Ettumaninetü kelimesinin , sakinleşmiş , rahatlamış , huzur bulmuş anlamında kullanılmasıdır.
Bu kelimenin konumuz ile bağını kurabileceğimiz Kur'an içinde geçtiği ayetler şunlardır;
[022.011] İnsanlardan öyleleri de vardır ki; Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır (etmaenne) . Başına bir bela gelirse; yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte apaçık kayıp budur.
[010.007] Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatı ile mutmain olanlar (vetmaennu) ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar;
[016.112-113] Allah size güven ve huzur içinde olan (mutmainneten) bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı. And olsun ki, aralarından kendilerine bir peygamber gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederlerken azaba uğradılar.
Nahl s. 112 ve 113. ayetlerinde verilen kasaba meselinde kendilerine verilen dünya malı ile mutmain bir halde yaşayan , bu nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen bir toplumun , başına gelenler anlatılarak , ilk muhataplar olan Mekkelilere gönderme yapılmaktadır. Fecr suresinin 6. ve 14. ayetleri arasına baktığımızda nimet içinde yüzen şehirlerin isimleri verilerek , bu şehirlerde yaşayan toplulukların helak edildiklerini görmekteyiz.
Kur'an kendilerinden önce helak edilmiş kavimleri örnek vererek , o kavimlerin Mekkelilerden kat be kat güçlü oldukları halde helak edildiklerini bir çok yerde haber vermektedir.
[034.045] Ve onlardan evvelkiler de tekzîp etmişlerdi. Halbuki onlar, ötekilerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Resûllerimizi tekzîp ettiler. Artık bak, Benim (onları) inkârım nasıl oldu?.
Fecr suresi içinde kendilerine verilenler ile mutmain olmuş ahireti unutarak tuğyan içinde koşmalarının bedelini helak ile ödeyen kavimler ile Mekkelilerin onlardan aşağı kalmayan bir yaşam sürdükleri hatırlatılarak uyarılmaktadır. Ey mutmain nefs şeklinde Fecr s. 27. ayetinde yapılan hitabın , huzuru ve tatmini kendilerine verilen nimetlere karşı tuğyan etmek yolu ile bulanlara karşı olması , konuyu Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımızda daha isabetli olarak görülmektedir.
Fecr s. 28. ayetindeki ircii (dön) emri , sure ve Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunduğunda, bu emrin halen dünya hayatını yaşayan kimseye yapılmış bir hitap olduğu anlaşılacaktır. Dünya hayatını yaşayarak ölmüş olan bir kimse için böyle bir emir , o kişinin ölmek sureti ile zaten Rabbine dönmüş olmasından dolayı söz konusu olamaz. Yani Allah (c.c) kıyamet gününde bir kuluna Rabbine dön şeklinde bir emir vermez ,çünkü kul Rabbine dönmüştür.
[041.050] Başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak: «Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum. RABBİME DÖNDÜRÜLÜRSEM, O'nun katında and olsun ki, benim için daha güzel şeyler vardır» der. İnkar edenlere, işlediklerini, and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun ki çetin bir azap tattıracağız.
[002.028] Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda ONA DÖNECEKSİNİZ; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?
[002.281] ALLAH'A DÖNECEĞİNİZ ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[010.056] Dirilten ve öldüren O'dur. ONA DÖNECEKSİNİZ.
Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri , dünya hayatını yaşayan halen ölmemiş olan insana yapılmaktadır. Dolayısı ile Fecr s. 28. ayetindeki Rabbine dön emri , halen yaşayan insana yapılan bir hitap olup , ölmüş ve görülen hesabı sonucunda cenneti hak etmiş insana yapılan bir hitap değildir.
Fecr s. 28. ayetindeki radiyeten merdiyeten (sen ondan razı o senden razı olmuş) cümlesi , insana rabbine nasıl bir halde dönmesi gerektiğini beyan etmektedir. Kulun dünya hayatında Rabbini razı edecek ameller işlemesi , Rabbinin o kulundan razı olmasını , kulun Rabbinden işlediği amellerinin karşılığında alacakları ise , o kulun Rabbinden razı olmasını beraberinde getirecektir.
[005.119] Allah dedi ki: «Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.»
[009.100] (İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.
[098.008] Onların Rableri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.
Yukarıdaki ayetler dünya hayatlarını Rablerini razı etmek doğrultusunda geçirenlerin , Rableri tarafından razı edileceğini haber vermektedir. Fecr s. 29. ve 30. ayetleri de bu sonucu haber vermektedir.
Sonuç olarak ; Fecr s. 27-30. ayetlerinde Ey mutmain olan nefs hitabının kime yapılmış olduğunu doğru biçimde anlayabilmek , ilgili ayetlerin sure bütünlüğü ile bağının kurulması ile mümkündür. Bütünlük gözetilerek yapılan bir okumada , yapılan hitabın huzuru , mutluluğu ve tatmini, yaşadıkları dünya hayatında sahip oldukları nimetlere nankörlük etmekte bulan , yaşadıkları beldelerde fesat ve tuğyanı çoğaltanlara ikaz olarak yapıldığı görülecektir.
Bu ayetlerin tefsirlerinde , yapılan hitabın cenneti hak etmiş olan kişilere olduğu yönündeki yorumlar , surenin bağlamından kopuk bir okumanın sonucudur.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Fecr s. 27. ve 30. ayetlerinde , Ey mutmain nefs şeklinde yapılan hitabın kime olduğu konusunda, tefsirlerde yapılmış yorumlarının sure bütünlüğü ile alakasız olduğu dikkatli Kur'an okuyucularının gözünden kaçmamaktadır. Yazımızda bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunu ele almaya çalışacağız.
Fecr s. 27. ayetinde Ey mutmain nefs şeklindeki hitap ile ilgili olarak tefsirlerde , bu hitabın cenneti hak etmiş kişiye yapıldığı şeklinde yorumlar yapılmaktadır. Ancak bu ayeti sure ve Kur'an bütünlüğünü dikkate alarak okuduğumuzda, bu hitabın kime yapılmış olabileceği konusunda farklı bir düşünce ortaya çıkacak , tefsirlerde yapılan yorumların isabetli olmadığı görülecektir.
Öncelikle surenin tamamının mealini paylaşarak konuyu sure bütünlüğünü dikkate alarak anlamaya çalışalım.
[089.001] Fecre and olsun,
[089.002] Ve on geceye,
[089.003] Çifte ve tek'e,
[089.004] Gitmekte olan geceye.
[089.005] Bunda akıl sahibi için bir yemîn yok mudur?
[089.006] Görmedin mi rabbın nasıl yaptı Ade?
[089.007] Sütunlar sahibi İrem'e?
[089.008] Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı.
[089.009] Vâdide kayaları yontan Semud kavmine?
[089.010] Kazıklar sahibi Firavun'a,
[089.011] Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.
[089.012] Böylece oralarda fesadı 'yaygınlaştırıp-arttırmışlardı.'
[089.013] Onun için de Rabbin üzerlerine bir azap kamçısı yağdırdı.
[089.014] Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.
[089.015] Ama insan, Rabbi onu her ne zaman imtihan edip de kendisi de ikramda bulunur, nimetler verirse: «Rabbim bana ikram etti.» der.
[089.016] Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: «Rabbim bana ihanette bulundu.» der.
[089.017] Hayır hayır doğrusu siz yetîme ikram etmiyorsunuz
[089.018] Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özendirmiyorsunuz.
[089.019] Mirası hak gözetmeden yersiniz.
[089.020] Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.
[089.021] Ama yer; parça parça dağıtıldığında.
[089.022] Rabbinin gelip melek sıra sıra dizildiği zaman,
[089.023] O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?
[089.024] Der ki, «Keşke hayatım için (güzel ameller) takdim etmiş olsa idim.»
[089.025] Artık o gün O'nun yapacağı azabı bir kimse yapamaz.
[089.026] O'nun vurduğu bağı kimse vuramaz.
[089.027] Ey mutmain nefis,
[089.028] Dön Rabbına. Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak.
[089.029] Artık kullarımın arasına gir.
[089.030] Gir, cennetime.
Sureyi kısaca özetleyecek olursak ; İlk ayetler yemin ile başladıktan sonra (1-5) devamında , yeryüzünde fesat çıkarmak sureti ile tuğyan eden önceki kavimlerin helak edildikleri haber verilmektedir (6-14). Surenin devamında Mekke'li inkarcılara yönelerek onların yaşamları içinde yaptıkları fesat ve tuğyan dile getirilmektedir (15-20). Devam eden ayetlerde ise kıyamet , hesap , ve yeryüzünde fesada ve tuğyana koşanların hesap günündeki akıbeti haber verilmektedir (21-26).
Surenin 27-30. ayetleri arasındaki yapılmış olan hitabın sure bütünlüğü ile uyumlu bir anlama sahip olması gerektiği halde , tefsirlere bakıldığında bu ayetler , sure bağlamından kopuk bir şekilde okunmak sureti ile cenneti hak etmiş olan kimseye yapılmış bir hitap olarak anlaşılmış ve o şekilde yorumlar yapılmıştır. Halbuki Fecr s. 27-30. ayetleri , surenin önceki ayetlerinde yeryüzünde fesat ve tuğyana koşanlara karşı yapılmış bir hitap olarak okunduğunda, sure bütünlüğüne daha uygun bir anlama sahip olmuş olacaktır. Çünkü yapılan hitap , hesap gününde cenneti hak etmiş bir kimseye değil , halen yaşayan dünya hayatını fesat ve tuğyan içinde yaşayanlara yönelik bir hitaptır.
Mutmain nefs deyiminin, hitap edilen bu kimseler ile ilgili bir anlama sahip olması gerektiğini düşünmekteyiz. Tefsirlerde bu konuda yapılan yorumlar , sure bütünlüğü dikkate alınarak değil , tasavvuf düşüncesindeki nefsi mutmainne terimine verilen anlam dikkate alınarak verilmiştir.
Tasavvuf kültüründe Nefsi Mutmainne şu şekilde tarif edilmektedir ; Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan , itmi'nan-ı kalp ile Allah'ı Rab kabul edip , onun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve ona ulaşan insanın nefsi.
Bu tarife delil olarak Fecr suresi 27-30. ayetleri delil getirilmiş olmasına karşın , bu ayetleri sure ve Kur'an bütünlüğünde okuduğumuzda bu delilin tutarlı olmadığı görülecek , bu ayetlerde geçen bazı kelimeleri Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımız zaman , söylemek istediklerimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Mutmainne ; Huzursuz , rahatsız edildikten sonra sakinleşmek , rahatlamak , huzur bulmak anlamına gelen El İtminanü ve Ettumaninetü kelimesinin , sakinleşmiş , rahatlamış , huzur bulmuş anlamında kullanılmasıdır.
Bu kelimenin konumuz ile bağını kurabileceğimiz Kur'an içinde geçtiği ayetler şunlardır;
[022.011] İnsanlardan öyleleri de vardır ki; Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder. Ona bir iyilik gelirse yatışır (etmaenne) . Başına bir bela gelirse; yüz üstü döner. Dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte apaçık kayıp budur.
[010.007] Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatı ile mutmain olanlar (vetmaennu) ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar;
[016.112-113] Allah size güven ve huzur içinde olan (mutmainneten) bir kasabayı misal verir: Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden Allah onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku belasını tattırdı. And olsun ki, aralarından kendilerine bir peygamber gelmişti, onu yalancı saydılar. Haksızlık ederlerken azaba uğradılar.
Nahl s. 112 ve 113. ayetlerinde verilen kasaba meselinde kendilerine verilen dünya malı ile mutmain bir halde yaşayan , bu nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen bir toplumun , başına gelenler anlatılarak , ilk muhataplar olan Mekkelilere gönderme yapılmaktadır. Fecr suresinin 6. ve 14. ayetleri arasına baktığımızda nimet içinde yüzen şehirlerin isimleri verilerek , bu şehirlerde yaşayan toplulukların helak edildiklerini görmekteyiz.
Kur'an kendilerinden önce helak edilmiş kavimleri örnek vererek , o kavimlerin Mekkelilerden kat be kat güçlü oldukları halde helak edildiklerini bir çok yerde haber vermektedir.
[034.045] Ve onlardan evvelkiler de tekzîp etmişlerdi. Halbuki onlar, ötekilerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Resûllerimizi tekzîp ettiler. Artık bak, Benim (onları) inkârım nasıl oldu?.
Fecr suresi içinde kendilerine verilenler ile mutmain olmuş ahireti unutarak tuğyan içinde koşmalarının bedelini helak ile ödeyen kavimler ile Mekkelilerin onlardan aşağı kalmayan bir yaşam sürdükleri hatırlatılarak uyarılmaktadır. Ey mutmain nefs şeklinde Fecr s. 27. ayetinde yapılan hitabın , huzuru ve tatmini kendilerine verilen nimetlere karşı tuğyan etmek yolu ile bulanlara karşı olması , konuyu Kur'an bütünlüğünde değerlendirmeye çalıştığımızda daha isabetli olarak görülmektedir.
Fecr s. 28. ayetindeki ircii (dön) emri , sure ve Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunduğunda, bu emrin halen dünya hayatını yaşayan kimseye yapılmış bir hitap olduğu anlaşılacaktır. Dünya hayatını yaşayarak ölmüş olan bir kimse için böyle bir emir , o kişinin ölmek sureti ile zaten Rabbine dönmüş olmasından dolayı söz konusu olamaz. Yani Allah (c.c) kıyamet gününde bir kuluna Rabbine dön şeklinde bir emir vermez ,çünkü kul Rabbine dönmüştür.
[041.050] Başına gelen sıkıntıdan sonra, kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak: «Bu benim hakkımdır; kıyametin kopacağını sanmıyorum. RABBİME DÖNDÜRÜLÜRSEM, O'nun katında and olsun ki, benim için daha güzel şeyler vardır» der. İnkar edenlere, işlediklerini, and olsun ki bildireceğiz. Onlara and olsun ki çetin bir azap tattıracağız.
[002.028] Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda ONA DÖNECEKSİNİZ; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?
[002.281] ALLAH'A DÖNECEĞİNİZ ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[010.056] Dirilten ve öldüren O'dur. ONA DÖNECEKSİNİZ.
Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri , dünya hayatını yaşayan halen ölmemiş olan insana yapılmaktadır. Dolayısı ile Fecr s. 28. ayetindeki Rabbine dön emri , halen yaşayan insana yapılan bir hitap olup , ölmüş ve görülen hesabı sonucunda cenneti hak etmiş insana yapılan bir hitap değildir.
Fecr s. 28. ayetindeki radiyeten merdiyeten (sen ondan razı o senden razı olmuş) cümlesi , insana rabbine nasıl bir halde dönmesi gerektiğini beyan etmektedir. Kulun dünya hayatında Rabbini razı edecek ameller işlemesi , Rabbinin o kulundan razı olmasını , kulun Rabbinden işlediği amellerinin karşılığında alacakları ise , o kulun Rabbinden razı olmasını beraberinde getirecektir.
[005.119] Allah dedi ki: «Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.»
[009.100] (İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.
[098.008] Onların Rableri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.
Yukarıdaki ayetler dünya hayatlarını Rablerini razı etmek doğrultusunda geçirenlerin , Rableri tarafından razı edileceğini haber vermektedir. Fecr s. 29. ve 30. ayetleri de bu sonucu haber vermektedir.
Sonuç olarak ; Fecr s. 27-30. ayetlerinde Ey mutmain olan nefs hitabının kime yapılmış olduğunu doğru biçimde anlayabilmek , ilgili ayetlerin sure bütünlüğü ile bağının kurulması ile mümkündür. Bütünlük gözetilerek yapılan bir okumada , yapılan hitabın huzuru , mutluluğu ve tatmini, yaşadıkları dünya hayatında sahip oldukları nimetlere nankörlük etmekte bulan , yaşadıkları beldelerde fesat ve tuğyanı çoğaltanlara ikaz olarak yapıldığı görülecektir.
Bu ayetlerin tefsirlerinde , yapılan hitabın cenneti hak etmiş olan kişilere olduğu yönündeki yorumlar , surenin bağlamından kopuk bir okumanın sonucudur.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Mart 2017 Cumartesi
Neml s. 82. Ayeti : Dabbetü'l - Arz ve Kim Olduğu Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın kıyametin vaktini vermemiş , o saat gelmeden önce onun bir takım alametlerinden bahsetmemiş olmasına rağmen , rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri şeklinde açılan başlıklarda , Muhammed (a.s) a atfen bir çok rivayet uydurulmuş olduğu herkesçe malumdur. Kıyametten önce Dabbetü'l Arz olarak bilinen bir yaratığın çıkacağına dair haberler , rivayet kitaplarının en mütenahi köşelerinde yerini almış bir vaziyettedir.
Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.
Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir.
Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır.
[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır.
[008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
[008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.
[011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.
[011.056] Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru yol üzeredir benim Rabbım.
[016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) , melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
[016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.
[022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.
[024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
[029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.
[031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.
[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.
[035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.
[035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
[042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının delillerindendir.
[045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.
Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.
Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.
[027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
[027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
[027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
[027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
[027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?»
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım.
[030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar (la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.
[052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.
Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.
ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.
Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.
[033.045] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
[048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
[073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.
Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?.
Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır.
Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz.
[007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.
[004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.
[016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
[010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.
[025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»
[006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.
[043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de. Yakında bilecekler! buyurdu.
Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir.
Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.
Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.
Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.
Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.
[099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;
[084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit
[071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük.
Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.
[007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!» dedi.
Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ sayılacaktır.
BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.
Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki, Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin.
[011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.
[078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.
Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık.
KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ.
Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir.
Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir.
Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.
Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.
Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.
Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir.
Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.
Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir.
Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır.
[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır.
[008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
[008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.
[011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.
[011.056] Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru yol üzeredir benim Rabbım.
[016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) , melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
[016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.
[022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.
[024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
[029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.
[031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.
[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.
[035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.
[035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
[042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının delillerindendir.
[045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.
Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.
Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.
[027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
[027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
[027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
[027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
[027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?»
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım.
[030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar (la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.
[052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.
Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.
ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.
Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.
[033.045] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
[048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
[073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.
Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?.
Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır.
Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz.
[007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.
[004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.
[016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
[010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.
[025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»
[006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.
[043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de. Yakında bilecekler! buyurdu.
Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir.
Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.
Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.
Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.
Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.
[099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;
[084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit
[071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük.
Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.
[007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!» dedi.
Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ sayılacaktır.
BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.
Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki, Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin.
[011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.
[078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.
Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık.
KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ.
Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir.
Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir.
Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.
Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.
Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.
Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir.
Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Mart 2017 Perşembe
Nisa s. 78. ve 79. Ayetleri Arasında Çelişki Var mı ?
Son yıllarda Kur'an'a olan yönelişin neticesinde Kur'an meali okuyanlar çoğalmış , fakat bu okumalarda, bazı ayetlerin Kur'an bütünlüğü ile olan bağının kurulamaması neticesinde , meal okuyucularının bazılarının kafalarında istifhamlar oluşmakta , ve bu istifhamlara cevaplar arama yoluna gitmektedirler. Özellikle internet ortamında boy gösteren ve Kur'an ayetleri arasında çelişki arayan sitelere rastladıklarında ise kafaları daha da fazla karışmaktadır.
[004.082] Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı?
Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok
çelişkiler bulurlardı.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık
kılmayan Allah'a aittir.
Bir Müslüman Kur'an ayetleri arasında çelişki olabileceğini asla düşünmez. Kur'an ayetlerinin birbirleri ile aralarında çelişki olduğu gibi bir durum sezdiğinde , bu durumun Allah'ın kitabındaki bir hatadan dolayı değil, kendisinin konuyu doğru kavrayamamış olmasından kaynaklandığını bilir. Ancak bazı Kur'an ayetleri arasında kuramadığı bağın nasıl kurulabileceğini öğrenmek ve araştırmak kişinin en tabii hakkı ve vazifesidir.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Şubat 2017 Pazartesi
Kendilerinin İnsanlar Üzerine Hafiz ve Vekil Olarak Gönderildiklerini Zanneden Müslümanlar
İnsanlar sahip oldukları dini inançlarının diğer insanlar tarafından da kabul edilmesi isteyerek , bu isteklerini çeşitli yollarla diğer insanlara iletmeye çalışırlar. Olayı biz Müslümanlar bazında değerlendirdiğimizde , sahip olduğumuz İslam inancının diğer insanlar tarafından bilinmesi , tanınması ve kabul edilmesi için yaptığımız ameliyenin adına Tebliğ, İslam adına sahip olduğumuz inancın başkaları tarafından kabul edilmesi için kullanılan yönteme ise Tebliğ Metodu denilmektedir.
Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir.
Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.
Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar.
Allah (c.c) elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.
[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.
[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.
[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»
[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.
[042.006] Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir.
Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.
İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.
Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır.
Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.
Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır.
İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.
Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse , öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.
Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz.
Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.
Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır.
İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir.
[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.
Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.
Sonuç olarak ; Müslümanlar din adına sahip oldukları görüşlerin başkaları tarafından kabul edilmesini istemek hakkına elbette sahiptir. Ancak bu hakkı onlardan talep ederken onlara karşı kullandıkları dil önemlidir. Müslümanların birbirlerine karşı olan ilişkilerinde öne çıkarmaya çalışmaları gereken dil Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ dili olmalıdır.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.
Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir.
Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.
Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar.
Allah (c.c) elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.
[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.
[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.
[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.
[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.
[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»
[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.
[042.006] Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir.
Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.
İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.
Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır.
Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.
Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır.
İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.
Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse , öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.
Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.
Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz.
Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.
Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır.
İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir.
[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.
Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır.
İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.
Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Şubat 2017 Cumartesi
Kataa Fiili Örneğinde Kelimelerin Hakiki Anlam Mecaz Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza
Allah (c.c) nin son elçisi aracılığı ile indirdiği alemlere yol gösterici olan Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu kavmin dili üzerine nazil olan bir kitaptır. Bu kitabın ihtiva ettiği ayetler , konuşulan dilin lafız mana ilişkisinin sınırları dahilindedir. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi kurallar bulunmakta olup , Kur'an da bu edebi kuralları kullanmak sureti ile mesajını muhataplarına ileten bir kitaptır.
Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler.
Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir.
Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.
Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.
Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir.
Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.
Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.
[012.031] Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.
Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin , hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.
[005.033] Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.
Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.
[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049] Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.
Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz.
Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir.
Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.
Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.
Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur.
[007.072] Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007] Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa) istiyordu.
[006.045] Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066] Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».
Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını , kökünü kesmek olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).
Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.
[029.029] «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.
Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.
[003.127] ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.
Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.
[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?.
Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.
[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.
Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.
[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune) amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.
Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?
Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.
[007.160] Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[013.031] Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.
Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.
Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[006.094] Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166] İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).
Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau) (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.
[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.
[011.081] Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».
Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.
[013.004] Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027] Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[027.032] (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün).»
Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .
Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.
Sonuç olarak Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.
Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler.
Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır.
Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir.
Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.
Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.
Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir.
Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.
Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;
[059.005] Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.
[012.031] Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.
Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin , hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.
[005.033] Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.
Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.
[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049] Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.
Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz.
Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir.
Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.
Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.
Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur.
[007.072] Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007] Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa) istiyordu.
[006.045] Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066] Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».
Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını , kökünü kesmek olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.
[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).
Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.
[029.029] «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.
Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.
[003.127] ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.
Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.
[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?.
Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.
[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.
Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.
[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune) amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.
Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?
Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.
[007.160] Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.
[013.031] Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.
Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.
Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[006.094] Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166] İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).
Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.
[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau) (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.
[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.
[011.081] Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».
Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.
[013.004] Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027] Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.
Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[027.032] (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün).»
Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.
[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .
Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.
Sonuç olarak Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.
Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.
Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)