Kur'anın ihtiva ettiği ayetlerin bazıları , önceki toplulukların yaptıkları bir takım yanlışlıkları anlatarak sonrakilerin, öncekiler tarafından yapılmış olan aynı hatalara düşmelerinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Kur'an okuyucuları şayet , okudukları ayetler içinde anlatılan geçmiştekilerin hatalarını, sadece onlara has olduğu düşüncesi ile okuyacak olursa , yapılan bu anlatımların amacı buhar olup havaya uçacak , okunan ayetler "geçmişlerin masalları" olarak kalacaktır.
Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar ile ilgili ayetleri , bu anlayış içinde okunması gereken ayetlerden olup , onların yaptıkları hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Maalesef bizler, o topluluklar ile ilgili ayetleri, sadece onlara has bir durum olarak okuduğumuz için, gerekli ibretleri almaktan yoksun bir halde, ilgili ayetleri okumaya devam etmekteyiz.
Yazımıza konu edeceğimiz Tevbe s. 31. ayeti, işte böyle bir ayet olup , ayet içinde bahsi geçen Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olması nedeni ile, onların bazı insanları "Rab" olarak ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği, biz Müslümanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , aynı tehlikenin bizler içinde geçerli olduğu şuurundan yoksun milyonlarca Müslüman bugün hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere , şeyhleri ve hocaları rab ittihaz etmektedirler.
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ
وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا
وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
[009.031] Onlar Allah'ın astında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı rabler edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve
onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri
emredilmişti.
Bu ayeti ilk okuduğumuz zaman, yapılan hatanın sadece Yahudi ve Hristiyanlar ile sınırlı olduğu , biz Müslümanların böyle bir hatanın içinde olduğumuz, bir çok kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyecektir. Bu duruma sebep olan şey ise , Kur'anın odak kavramlarından olan "Rab" kavramının biz Müslümanlar tarafından doğru olarak kavranılmamış olmasıdır.
Bu ayetin nüzulü ile ilgili bilgilere baktığımızda , sahabe ve Muhammed (a.s) arasında geçtiği rivayet edilen bir konuşma bizlere , "Rab" kavramının Müslüman hayatında ifade etmesi gereken anlamı net olarak ortaya koymaktadır.
Muhammed (a.s) ın Tevbe s. 31. ayetini okuması üzerine , önceden Hristiyan olan Adiy Bin Hatim adlı sahabe, "Biz onlara ibadet etmiyorduk" şeklinde bir itirazda bulunur. Bu itiraz üzerine Muhammed (a.s) ın o sahabeye, bizlere de "Rab" kavramının anlamsal çerçevesini öğreten, " Onlar Allah'ın helal kıldığını haram , haram kıldığını helal kıldıkları takdirde onlara tabi olmuyor muydunuz?" sorusuna "Evet onlara tabi oluyorduk" şeklinde cevap verince, rahipleri rab olarak ittihaz etmenin ne anlama geldiği de ortaya daha net olarak çıkmış bulunmaktadır.
Kur'an öncesi Arapların günlük dillerinde kullandıkları "Rab" kelimesi, "Besleyen , büyüten , yetiştiren , ihtiyaçları karşılayan" anlamına sahip bir kelime olarak "Beytürrabbi" (Evin Reisi) anlamında yani , bir evin içindeki fertlerin sosyal , ekonomik ve ahlaki yönden sorumluluğunu üstlenmek anlamında kullanılmaktaydı. Rab, yani "Evin Reisi" olarak kabul edilen kişi , o evin içinde yaşayan kişilerin sorumluluğunu yüklenmekle , onlar üzerinde bir takım hak sahibi olma hakkına sahiptir.
Allah (c.c) bu kelimeyi kendisi için "Rabbül Alemin" şeklinde kullanarak , yaratmış olduğu her şeyin üzerinde hak ve yetki sahibi olduğunu bizlere bildirmiş , rab olarak kendisinden başkasının kabul edilmemesini , böyle bir kabulün "Şirk" olduğunu , bu suçun cezasının ise ebedi cehennem olduğunu bizlere, kitabının bir çok yerinde haber vermiştir.
Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile kendisinden başkalarını ilah ve rab olarak benimseyenleri uyarmış , uyarıları ret edenleri ise helak etmiştir. Bütün elçilerin sadece Allah (c.c) nin rab olarak kabul edilmesini ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini tebliğ etmelerine karşın , bu elçilerden sonra insanların bir çoğu değişik saiklerle ,doğru yoldan saparak şeytanın yoluna uymuş, ve onun dışında ilah ve rabler edinmişlerdir.
Tevbe s. 31. ayeti , bu duruma işaret ederek , Yahudi ve Hristiyanların Hahamlarını , Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa (a.s) ı Allah'ın dışında rabler edindiklerini haber vermektedir.
Bu rab edinme durumu insan hayatında nasıl ve ne şekilde tezahür etmektedir?.
Haham ve rahipler hiç kimseye "Bizler sizin rabbiniziz" şeklinde bir hitapta asla bulunmamıştır. Aksine bu kimseler, Allah adına insanlara nasihatta bulunduklarını iddia eden, ve sadece ona kul olunmasını söyleyen insanlardır. Asıl problem Haham ve Rahiplerin Allah'a kulluğa çağırmak adına, kendilerine kulluğa çağırmış olmalarındadır.
Kur'an tarafından eleştirilen bu insanlar, Allah adına konuştuklarını iddia etmelerine karşılık , konuştukları sözler Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Ancak onlar bu yalanları "Bunu Allah böyle emrediyor veya söylüyor" şeklinde insanlara anlatarak, kendi yanlarından ürettiklerini, insanlara Allah adını kullanarak söylemekte ve böylelikle onları aldatmaktadırlar.
Haham ve Rahiplerin rab edinilmesi, onların dillerini kitaba eğip bükerek , Allah adına yalanlar ve iftiralar uydurması yolu ile gerçekleşmesine karşın , Meryem oğlu İsa (a.s) ın rab edinilmesi nasıl gerçekleşmektedir?.
Yaşadığı hayat boyunca Allah (c.c) rab olduğunu insanlara anlatan İsa (a.s) (Maide s.117), vefatı sonrasında , kendisi rab olarak benimsenir bir hale gelmiştir. Bu noktada, "İnsanlar neden böyle bir yanlışa düşme ihtiyacı hissederler ?" sorusunun cevabının verilmesi önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabı , Muhammed (a.s) ın da bizler tarafından neden rab ittihaz edinildiğini de ortaya çıkaracaktır.
Dini duyguların sömürülmesi yolu ile insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulması yolu , insanlığın kadim bir adeti olup her devirde bu yol denenmiş , hala denenmekte , kıyamete değin denenecektir.
Allah ve Elçiler, insanlar için en önemli ve en karizmatik iki isim olup , yalancı ve hilebaz insanların elinde bu iki isim, maalesef oyuncak ve insanları aldatmak için kullanılan bir paravan olarak kullanılmaktadır. Bir takım insanlar, kendi yanlarından üretmiş oldukları fikir ve düşünceler ile , diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için, bu iki ismi ağızlarından düşürmemekte ve yalanlarını insanların güven duyduğu bu iki isme isnat ederek , insanların aldanmasını sağlamaktadırlar.
Meryem oğlu İsa (a.s) , güvenilir bir insan olması ve onun söylediği bir sözün insanlar arasında daha kolay kabul görmesi nedeniyle, sahtekarların elinde önemli bir koz haline gelmiştir. Onun söylemediği, fakat onun tarafından söylenmiş olduğu iddia edilen yalan ve iftira olan sözlerin, insanlar arasında ona duyulan güven nedeni ile ona isnat edilerek insanların aldatılması yolu daha kolay açılmaktadır.
İnsanlar tarafından güven duyulan kişilerin istismar edilerek insanların aldatılma yolunu , kendilerine İsa (a.s) bağlı olduğunu iddia eden bazı insanların yapmış olduğunun haber verilmesi , bu yolun daha sonra başka elçi isminin de kullanılarak yapılabileceğini haber vermeyi amaçladığını söylemek , şu anda Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumu dikkate aldığımızda yanlış olmayacaktır.
Bu yalan ve iftira fırtınası, acaba İsa (a.s) has durum mudur yoksa son elçi Muhammed (a.s) da bu yalan ve iftira fırtınasından nasibini almış mıdır?.
Bugün şayet yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa (bunu bir varsayım olarak söylediğimizi hatırlatalım), Tevbe s. 31. ayeti aynı şekilde yeniden nazil olarak , ayet içinde bahsedilen isimlere "HOCALAR" ve "MUHAMMED" şeklinde bir ilave gelir miydi ?.
Her iki sorunun cevabı maalesef "EVET" şeklinde olacaktır.
Bugün Müslüman toplum içinde çöreklenmiş olan "Hoca" , "Şeyh" v.s gibi dini lakaplı insanların büyük çoğunluğu , sahip oldukları bu lakapları insanları aldatmak için kullanmaktadır. Bu kimseler insanları aldatmak için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözlerle ona atfen bir çok yalan ve iftira uydurarak , insanları kendilerine kul etmektedirler.
Aynı durum Muhammed (a.s) adına sözler uydurularak, ve bu sözler Kur'an ile eşdeğer kılınarak, Müslümanlar üzerinde oynanmaktadır. Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği sözler, onun söylediği sözler olarak insanlara okunmakta, ve bu sözler Kur'anın önüne geçirilerek, insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulmaktadır.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda, "Din Adamı" kisvesi altında dolaşan bir çok insanın , bu kisve altında insanları maddi ve manevi olarak sömürmekte ve bu yolla inanılmaz bir güç imparatorluğu kurduklarını görmekteyiz.
Bu gücü kurmak için kullandıkları en önemli silah Allah ve elçisi adına uydurdukları yalan ve iftiralardır. Allah ve elçisinin söylediğini iddia ettikleri sözler ile insanları sömüren bu insanların yaptığı iş Tevbe s. 31. ayetinde beyan edilen durum ile birebir örtüşmektedir.
Hal böyle iken hocaları ve Muhammed (a.s) ı rab edinmekten kurtulmanın ve bu istismarın önünün kesilme yolunun nasıl mümkün olabileceği sorusu cevabını aramaktadır.
Bu sorunun cevabını konumuz olan ayetin içinde ayan beyan görmekteyiz. İnsanları rab edinerek şirk'e düşmek , böylelikle ebedi cehennem ehli olanlardan olmamak için önerilen yegane yol sadece ve sadece ALLAH'A KUL OLMAKtır.
Elçiler dahil olmak üzere hangi isim altında gelirse gelsin , bize gelen bilgi ve haberlerin doğruluğu ve yanlışlığı Allah adına konuştuklarını iddia edenlerin eline bırakılmamalıdır. Bu gibi insanların eline bırakılan din gerçek bir din değil , insanları aldatmak için kullanılan bir paravan haline gelecektir.
Bu konuda herkes elini taşın altına koyarak , sorumluluklarını iman ettiğini iddia ettikleri kitaptan öğrenmek zorundadırlar. Başkalarının öğrettiklerine razı olarak tembelliğe ve hazırcılığa alışan insanların aldatılması ve din adına her türlü yola saptırılması daha kolay hale gelecektir.
Kur'anın Haham ve Rahip olarak belirttiği isimlerin öne çıkan özelliği , kendilerini insanlara din öğretmekle sorumlu oldukları zannını vermiş olmalarıdır. Dinlerini asıl kaynağından kendilerinin öğrenmelerinin mümkün olmadığı , hatta yanlış , hatta küfür olduğuna inandırılan zavallı halk yığınları , bu yanlış ve küfre düşmemek için!! dinlerini, Haham , Rahip ve Hocalardan öğrenmek yoluna gitmektedirler.
Müslüman dünyasına baktığımızda kendilerine Hoca , Şeyh v.s gibi isimler verilmiş olan bir çok ismin bu görevlerini kitabın kendilerine gösterdiği şekilde değil , şeytanın kendilerine gösterdiği şekilde ifa ettiğini görmekteyiz.
Müslüman dünyası, kendisini "Din Adamı" sınıfına mensup insanların tasallutundan kurtarmadığı müddetçe , insanlar kıyamete dek din adına aldatılmaktan kurtulamayacaktır.
Tevbe s. 31. ayeti böyle bir sınıfın insanlar üzerinde kurduğu baskıya dikkat çekerek , insanların bu gibi şarlatanların elinde oyuncak olmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayet "Din Adamı" şeklinde bir sınıfın oluşmasına asla müsaade etmemiş olmasına rağmen , bu sınıf özellikle Müslüman dünyası içinde önemli bir rol oynayarak Müslümanları hem maddi yönden , hem de manevi yönden iliklerine kadar sömürmektedirler.
Müslümanların maddi ve manevi yönden sömürülmesinin önü bu sınıfın ortadan kalkması ile mümkün olacaktır.
Kendisine din adına gelen bir bilgiyi "Falan dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmadan söylenen sözü, o sözü söyleyen kimseye göre değil , sözün kendisine göre değerlendiren Müslümanlar İslam dünyası içinde çoğalmadıkça, din adamları sınıfının tasallutundan kurtulmak asla mümkün olmayacaktır.
Bu kurtuluş sağlanmadığı müddetçe , Allah ile aldatılmaya dünden razı olan insanlar azalmak yerine gün geçtikçe çoğalarak , dinden kazanç sağlayanlar , bu kapının sağladığı servete göz dikerek gün geçtikçe azalmak yerine daha da çoğalacaklardır.
Hiç kimsenin kurtuluşu , asla başka bir kimsenin elinde değildir.
Müslüman olarak yaptığımız en büyük hatalardan bir tanesi , kolaycı bir yolu seçerek kurtuluşumuzun anahtarının başkalarının elinde olduğu zannı içinde olmamızdır. Kerameti müritlerinden menkul bir takım sahtekarların elinde oyuncak olan zavallı halk yığınlarının bu kimselerden kurtulamamalarının sebeplerinden bir tanesi, onların hesap gününde yardımcı olacakları inancıdır.
Bu inancın yanlış olduğu , hesap gününde Allah (c.c) nin dışında kimsenin elçiler dahil olmak üzere böyle bir yetkiye sahip olmadığı düşüncesinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması , bu gibi sahtekarların önünü büyük ölçüde kesecektir. Ahirette şefaat beklentisi içinde olan zavallı halk yığınları , bu şefaati dünya hayatında salih amel işleyerek Allah'tan beklemek yerine , hesap gününde kendilerine dahi faydası olmayacak din baronlarından beklemelerinin sonunun hüsran olacağını eğer dünya hayatlarında öğrenmezler ise , ahiret hayatlarında öğrenmeleri onlara hiç bir fayda getirmeyecektir.
Sonuç olarak ; Tevbe s. 31. ayetinin öne çıkan en önemli mesajı , kişi merkezli bir din algısına değil vahiy merkezli bir din algısına sahip olmanın gereğine dairdir. Vahyin kontrolünden yoksun bırakılan insanların eline bırakılan din , ayrı bir sınıf meydana getirerek "Din Adamlığı" adında, insanları aldatmanın yolunun arandığı bir sektöre dönüşecektir. Bu sektörün ortadan kalkması , Müslümanların şu anda içinde bulunduğu fikri ve düşüncelerin vahyin ışığında yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olacaktır.
Hocalarını şeyhlerini rab edinmeye devam eden bir topluluğun burnunun pislikten kurtulması asla mümkün olmadığı gibi , pisliğe batmaya devam edecektir. Bugün İslam dünyası olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıların başta gelen sebeplerinden bir tanesi dinimizi öğrenmek için seçtiğimiz yanlış kişilerdir. Bu yanlışlardan kurtulmak ise, herkesin dinini ana kaynağından öğrenmek için harekete geçmesi ile mümkün olacaktır.
Dinini ana kaynağından öğrenmeye başlayanlar , din adına kendilerine gelen bilgileri kimden gelirse gelsin sorgulamadan kabul etmeyecek , bu suretle kişilerin din adına kurmuş oldukları saltanat sallanmaya başlayacaktır.
RABBİMİZ BİZLERİ HOCALARI ŞEYHLERİ RAB EDİNMEK YERİNE KENDİSİNİ RAB EDİNENLERDEN KILSIN.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
15 Ağustos 2016 Pazartesi
7 Ağustos 2016 Pazar
Kabe'nin Taşını Öpmek İçin Mekke'ye Giden Hacı Adaylarına Hatırlatmalar
İçinde bulunduğumuz günler, Allah(c.c)'ın yol bulabilenlere farz kıldığı bir ibadet olan hac ibadeti için insanların Mekke şehrine gitmeye başladığı günler olup, bu ibadet diğer farz kılınan ibadetler gibi ilerleyen zaman içinde içi boşaltılmış, olması gereken boyutundan çıkarılarak kuru bir ritüel haline çevrilmiş, neredeyse Mekke'ye mü'min giden kişinin, oradan müşrik olarak döndüğü bir ibadet haline getirilmiştir.
Allah(c.c)'ı tek ilah ve rab olarak kabul etmenin bir gösterisinin yapıldığı bu topraklarda yapılan hac ibadeti ile ilgili bazı hareketler, bırakın tevhidi bir gösteri olmayı, maalesef şirkin bir gösterisi haline dönüşmüş olarak yapılmaktadır.
Bu yazımızda; hac ve umre ibadeti için Mekke'ye gidenlerin, yapmayı bir ibadet haline dönüştürmüş oldukları ve bunu yapabilmek için birbirini ezmeyi dahi göze aldıkları, Kabe'nin taşını öpme ve ona yüz sürme yarışının yanlışlığını, yanlışlığın ötesinde kişinin itikadında yaptığı hasarı ele almaya çalışarak, bu ibadet için Mekke'ye giden hacı adaylarına bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.
Hac ibadeti bilindiği üzere, gönderiliş amaçları yeryüzünde şirki ortadan kaldırarak tevhidi hakim kılmak olan elçilerden biri olan atamız İbrahim(a.s)'ın, yaşadığı kavmi terk ederek geldiği, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan ve "Mekke" olarak bildiğimiz topraklarda "El Beyt" olarak beyan edilen "Kabe"yi, oğlu İsmail(a.s) ile birlikte yeniden yükseltmesinin ardından yapmış olduğu duasının, Rabbi tarafından kabul edilmesi sonucunda insanlara farz kılınmıştır.
Bu ibadetin öne çıkan önemli bir özelliği sembolik bir ibadet olmasıdır. Bu sembollerin en önemlisi ise "Kabe" olarak bildiğimiz taştan yapılmış bir binadır. Allah(c.c) bu yapıyı "Beytim" (Evim) olarak niteleyerek (2:125, 22:26) insanların oraya sığınmasını istemekte, oraya sığınanların ise emin olacaklarını (3:97) bizlere bildirmektedir.
Kabe olarak bildiğimiz taştan imal edilmiş olan bu yapının içine girmek ile emin olunmayacağı aşikardır. Emin olmak durumu, "şirk tehlikesinden emin olmak" anlamında olup, bu tehlikeden ancak tevhide sığınılarak emin olunacaktır. Bu bina etrafında "tavaf" adı verilen dönüşler ile insanlar buraya sığındığını göstererek, şirk tehlikesinden nasıl emin olacağının sembolik olarak gösterisi yapılmaktadır.
İşte Kabe adı ile bildiğimiz yapının sembolize ettiği anlam, tevhidi bir yaşamın nasıl olması gerektiğini, atamız İbrahim(a.s)'ın yaşantısı temelinde nasıl olması gerektiğini bizlere öğretmekte olup, tavaf ritüeli ile bu evin etrafını dönmek demek, orayı korumak yani tevhidi koruyarak şirke karşı olan duruşu sergilemek anlamına gelmektedir. Kur'an'ın Hac ve Kabe ile ilgili ayetlerini, Kur'an'ın temel çağrısı olan tevhid eksenli bir okumaya tabi tuttuğumuzda bu gerçek açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Kur'an'ın özellikle İbrahim(a.s) kıssasının kavmi ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetleri içselleştirerek okumaya çalıştığımızda, yaratılış gayemiz ve hayatın anlamı net olarak ortaya çıkmaktadır. Onun canı pahasına şirke karşı duruşu, kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyenler için örneklik teşkil etmesi gerekmektedir. Hac ibadeti; işte onun bu duruşunun her yıl yad edilerek, şirke karşı onurlu duruşun onun şahsında anılması ve sonraki gelenler tarafından onun izinde yüründüğünün bir gösterisidir.
Onun şirke karşı olan mücadelesi kendisinden önce ve sonra gelen bütün elçilerin ortak mücadelesidir. Her yıl belirli zamanlarda onun yaşadığı topraklarda yapılan bir araya gelmelerde, onun anısı tekrar yad edilerek, kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyenlerin yaşam gayelerinin ne olduğu hem kendileri tarafından, hem de başkalarına gösterilmek sureti ile kıyamete değin yaşatılmaya çalışılmaktadır.
İşte hac ibadetinin olması, bilinmesi ve icra edilmesi gereken boyutu budur.
Ancak ilerleyen zamanlarda, Kur'an'dan kopuşun getirdiği din algısının öğretileri sonucunda; Hac ibadetinin boyutu da değişime uğrayarak, bu ibadet sadece kuru bir ritüel yığını haline sokulmuş, bu ibadeti icra etmek için o topraklara nice zahmetler ile giden yığınların bir çoğunun tevhidi bir şuurdan yoksun olarak icra ettiği bir ibadet haline getirilmiştir.
Tevhidi şuurun uyanık kalmasını sağlayan bir ARAÇ olması gereken Kabe'nin işlevi, zaman içinde değişim göstererek AMAÇ haline gelmiş, taşına ne pahasına olursa olsun el ve yüz sürülmesi gerekli ve bundan sevap umulan bir yapı olarak görülmeye başlanmıştır.
"Canım Kabe'm varsam sana yüzüm gözüm sürsem sana"
Mekke ve Kabe ile ilgili olarak halkın ağzında dolaşan ilahi sözlerine baktığımızda, bu ibadetin tevhidi boyutunun asla gündem edilmediği, sadece kuru bir ritüel haline sokulmuş ve özellikle Kabe'nin taşını öpmek ve el yüz sürmek ile, gitmekteki amacın hasıl olabileceği yönündeki sözleri ihtiva eden ilahileri okuyarak veya dinleyerek yapılan bir ibadet ile, doğduğu günkü gibi tertemiz bir hale gelineceği zannı, çoğu Müslüman arasında yaygın bir inançtır.
Hac ibadetinin asıl amacı olan Hac görevini ifa ederek tevhidi şuuru hayatında pratik olarak yaşadığını Allah(c.c)'a göstermesi gereken insanların Kabe'nin taşını kutsar bir hale gelmeleri, bu taşa dokunmak ve öpebilmek için her türlü tehlikeyi göze almaya çalışmalarının itikadi boyutları da bulunmaktadır.
Bir "araç" olarak görülmesi gereken Kabe'nin "amaç" haline dönerek, taşına dokunulması ve öpülmesinin haccın neredeyse bir rüknü haline getirilmiş olması, kişileri şirke taşıması açısından tehlike arz etmektedir.
İnsanları taştan ve tahtadan putlara tazim etmekten alıkoymak için gelmiş elçilerin ümmetlerinin, taşa tazim eder hale gelmeleri, ki bu taş Kabe'nin taşı olsa dahi, olacak iş değildir. Bu noktada Hac ibadetini ifa etmek için Mekke'ye giden hacı adaylarının çok dikkatli olması gerekmektedir. Birçok insanın birbirini ezmek pahasına dahi olsa Kabe'nin taşına ve eşiğine yüz sürmek ve öpmek için yarışması, kişileri şirke sokması açısından tehlikeli bir durumdur.
Hac ibadetini ifa etmek için giden Müslümanlara öncelikle bu ibadetin nasıl yapılmasını öğreten ilmihal içerikli bilgiler yerine, bu ibadetin nasıl bir ibadet olduğu, nasıl bir ibadet olması gerektiği öğretilerek tevhidi bir şuur sahibi olarak Mekke'ye gönderilmelidir.
Bu isteğimizin biraz hayal olduğunun farkında olduğumuzu söylemek istiyoruz. D.İ.B. adı verilen kuruluşun içinde olanların bir çoğunun bu şuura vakıf olamadıklarını düşündüğümüzde, isteğimizin kişilerin şahsi gayretleri ile yerine gelebileceği muhakkaktır.
Camilerde kurdukları Kabe maketleri etrafında dönmenin, atamız İbrahim(a.s)'ın şirke karşı olan duruşunun yad edilerek bu duruşun her an canlı olduğunun hatırlanması olduğunu, hacı adaylarına acaba kaç tane D.İ.B görevlisi anlatabilir? Maalesef Hac ibadetinin ilmihal boyutunu değil, tevhidi boyutunu öne çıkararak hacı adaylarına anlatan görevlilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır.
Bugün Hac ibadetinin olması gereken boyutunu Kur'an'dan anlayamayan fakat kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse eden bir kısım insanın diline sakız ettiği "Kabe puttur" sloganına, bu yapıyı puthane haline getiren bazı Müslümanların sebep olduğunu hatırlamak isteriz. Bu yapıyı puthane haline getirenlerin yanlışlığına dikkat çekmeyerek, onların yaptığını doğru olarak kabul ederek, Kabe'yi put olarak görmeye çalışan bu gibi insanlar, bu gibi yanlış düşüncelerini Kur'an'ı baz alarak düzeltmeleri gerekmektedir.
Şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki; Kabe'nin yapılmasında bir araç olarak kullanılan taşların hiçbir şekilde kutsiyetleri bulunmamakta ve herhangi bir taştan farkı bulunmamaktadır. Hac görevi için Mekke'ye giden hacı adaylarının Kabe ile ilgili olarak yapması gereken ritüel; onu okşamak, öpmek, koklamak, el yüz sürmek için insanları ezmeye çalışmak değil, onun etrafında tavaf etmek olmalıdır. Bu tavafın ise sadece "dön baba dönelim" şeklinde değil, tevhidi bir şuur ile yapılması gerektiği de unutulmamalıdır.
Taştan hayır bekler bir hale gelmek, Müslüman için olmayacak bir hal olup, Kabe adındaki yapının taşını kutsamak için yarışa girmek, bu ibadetten hasıl olması gereken bir amaç değildir. Kabe'nin taşını kutsamak için yarışa girmek, kişinin imanında hasara yol açan bir durumu beraberinde getirmesi açısından büyük tehlike arz etmektedir.
Bu ibadeti icra etmek için Mekke'ye giden hacı adaylarının öncelikle bu ibadetin ne olduğu ve ne için yapıldığı şuurunu Kur'an'dan öğrenmeleri gerektiği açıktır. Kur'an'dan öğrenilmeyen bu ibadet, bazı hurafe kitaplarından veya cahil din görevlilerinden öğrenilmekte, sonuç olarak kuru kuru icra edilen bir ritüel haline dönüşmektedir.
RABBİMİZ BİZLERİ, KABE'NİN TAŞINI KUTSAMAK İÇİN YARIŞAN KULLARINDAN DEĞİL, ATAMIZ İBRAHİM(A.S)'IN YOLUNU İZLEDİĞİNİ DOST-DÜŞMAN HERKESE GÖSTEREN BİR ŞUURA SAHİP OLAN KULLARINDAN KILSIN.
29 Temmuz 2016 Cuma
MUHAMMED S. 30. Ayeti : Münafıkları Tanıma Yolları
Bir toplumun düşünce ve fikirlerini benimsemeyen , fakat benimsiyor görünerek onlardan olduğu izlenimini veren , aslında o topluma zarar vermek amacında olan kişilerin, Kur'andaki ismi MÜNAFIKtır. Bu karakterdeki insanların, içlerinde yaşadıkları topluma verdikleri zararlar , o topluma düşman olan ve düşmanlıklarını açıkça izhar eden insanlardan daha fazla olup , sakınılması gereken düşman guruplarının başında gelmektedir.
Bu karakteri taşıyan insanlar ile ilgili olarak Kur'an tarafından verilen bilgiler , kitap içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu kimseler ile ilgili olarak verilen bilgilerin hicret sonrası Medinede inen ayetler gurubunda yer alması, ve "Kafir" olarak nitelenen guruplardan daha fazla yer tutması ayrıca dikkate değerdir.
Medinede "Devlet" olarak niteleyebileceğimiz bir oluşum içine girmiş olan Müslümanların, bu oluşumlarını yıpratmak ve kırmak için yapılan tahribat çalışmalarından bir tanesi, nifak yolu ile o topluluğun içine girmiş olanlar marifeti ile gerçekleştirilmeye çalışılmış, ancak bu münafıklar , başta Muhammed (a.s) olmak üzere ashabım basiret ve feraseti sayesinde başarılı olamamışlardır.
Münafıkların başarılı olamamalarının sebebi ise , onların Kur'an tarafından açığa vurulan yüzlerinin Müslümanlar tarafından doğru biçimde okunmuş ve hayata yansıtılmış olmasıdır. Devletleri yıkmak için kullanılan kadim bir yollardan biri olan münafıklık, dün olduğu gibi , bugün , yarın, ta ki kıyamete kadar kullanılacak bir yol olup , bize düşen görev ise , bunların yüzlerini açığa vuran ayetlerin güncel mesajlarını okuyarak içimizdeki münafıkları tanımak ve onları açığa çıkarmak olmalıdır.
Muhammed (a.s) ve ashabının kendilerine Kur'an tarafından münafıklar ile ilgili verilen bilgileri doğru okumalarına karşın , sonraki gelenlerin bu bilgileri doğru okuduklarını söylemek maalesef mümkün değildir.
[047.030] Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.
Muhammed s. 30. ayeti , 20. ayetten başlayan bir bağlama sahip bir ayettir. Biz öncelikle bazı rivayetlerde münafıkların isimlerinin Muhammed (a.s) a bildirilmesi , onun da başka bir sahabeye bu isim listesini vermesi ile ilgili rivayetleri tahlil ederek , bu ayetin bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği yönünde düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız.
Ayet , "İnsanlara her gün bir balık balık vermek yerine , balık tutmayı öğreten" bir anlama sahip olduğu halde , balık tutmak yerine , başkalarından gelecek balığı bekleyen bir hal içinde olan biz Müslümanlarca farklı algılanmış, ve Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde , Medinedeki münafıkların isimlerinin kendisine bildirildiği, ve onunda bu isimleri Huzeyfe Bin Yeman adlı sahabeye verdiği , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bu sahabe kimin cenazesine katılmamış ise onun münafık olduğu , hatta Ömer'in bu sahabeye elindeki listede kendi isminin olup olmadığı yönünde soru sorduğu , ve "Yok" cevabı aldığı yönünde bazı rivayetler mevcuttur.
Bu rivayetlerin , Muhammed s. 30. ayetini baz alarak değerlendirdiğimizde güvenilirliğinin olmasının pek mümkün görünmediği açıktır şöyle ki ; Ayet münafıkların isminin özel olarak Muhammed (a.s) a verilmediğini açıkça beyan etmektedir. Münafıkların kim olduklarını kendisine indirilen ayetlerin verdiği bilgiler doğrultusunda sahip olduğu basiret ve feraset ile öğrenen Muhammed (a.s) ın böyle bir isim listesini Huzeyfe adlı sahabeye vermesi de pek mümkün değildir.
İsim listesini Huzeyfe ye vererek vefat eden Muhammed (a.s) ın , kendisinin vefatı sonrasında yaptıklarından pişman olarak münafıklığından dönerek iman edenlerin olması ihtimalini göz ardı ederek böyle bir liste yapması asla mümkün değildir. Ömer'in kendi adının listede olup olmadığını sorması ise daha garip bir durum olup , kişi münafık olup olmadığını önce kendisi zaten bilmektedir. Ömer gibi bir sahabenin kendisinin münafık olup olmadığını Huzeyfeden sormuş olması asla mümkün değildir.
Dolayısı ile Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde münafık olarak bildiği kişileri vahiy ile değil , vahyin kendisine vermiş olduğu basiret ve feraset ile bilmiştir. Bizlerde onlar gibi aynı feraset ve basireti göstererek içimizdeki hainleri görebilme yeteneğine sahip olmak zorundayız.
Muhammed s. 30. ayeti dahil olmak üzere, evrensel bir karakter olan münafıkların nasıl tanınacağı yönündeki bilgileri , Kur'an içinde yayılmış ayetlerde vermektedir.
Bu ayetlerin tamamını alt alta koyarak okuduğumuz zaman bütün ayetlerdeki münafık karakterinin ortak noktası , "İman ettim" sözünün hakkını vermeyerek , sözde bir iman sahibi olmaları , Müslümanların maslahatına uygun olan işlerde onlarla birlikte hareket etmemeleri , her fırsatta onların tekerine çomak sokmaya çalışmaları , Müslümanların düşmanları ile birlikte olmaları , olarak özetlenebilir.
Muhammed s. 30. ayeti münafıkların en öne çıkan karakteristik özellikleri tek ayet içinde beyan eden bir ayet olması nedeniyle dikkati çekmektedir. Bu ayet feraset ve basiret sahibi olan bir kişinin , karşısındaki kişinin sözlerinden, onun nasıl bir karakter sahibi olduğunu anlaması gerektiğini hatırlatmaktadır.
Münafık karakteri , kendisini gizlemeyi çok iyi bilen bir karakter olduğu için , onların bu gizliliklerinin bir şekilde çözülmesi ve ifşa edilmesi büyük önem arz etmektedir. Gizliliklerini koruyarak bir toplum içinde nifaklarını sürdürmeyi başaran bu kişilerin , o topluma verdikleri zararların telafi edilmesi çok zordur.
Kur'an bu noktada balık vermeyerek balık tutmayı öğreten bir tutum içinde , münafık karakterinin evrensel boyutlarını bizlere vererek , dün Medinede , bugün Türkiyede , yarın başka bir yerde çıkabilecek münafıkların nasıl bir yöntem üzerinde olacaklarını bizlere öğretmektedir.
Hiç kimsenin kalbinin yarılarak münafık olup olmadığı anlaşılamayacağına göre , kişilerin münafık olup olmadıkları sözlerinin ve eylemlerinin kime ve neye hizmet ettiğine dikkat edilerek, ne oldukları konusunda bir karar verebilmek daha kolay olacaktır.
Şurası bir gerçektir ki , hiç bir münafık "Ben münafığım" diyerek ortalıkta dolaşmaz , ancak onun münafık olduğu fitne yani deneme zamanlarında kimin yanında , kime hizmet ettiği , kimin yararını , kimin zararını düşündüğüne bakılarak ne olduğu ortaya çıkar.
Bu karaktere sahip insanlar , uzaydan gelen ve bizden farkı olan yaratıklar değildir. Ancak onların bilinmesi ve ayrıştırılması bizler gibi Müslüman ismine , Müslüman bir cemaate mensup olmaları nedeniyle tanınmaları güçleşmektedir.
Kimsenin adına , cemaatine , sakalına , sarığına gözünün yaşına aldanmadan yaptığının , ettiğinin , dediğinin kimin yararına olduğuna bakarak kim olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.
Bir topluluk içinde olan münafıkların teşhis edilerek onların bertaraf edilebilmesi o topluluk içinde olan ve özellikle yönetici konumunda olan kimselerin BASİRET ve FERASET sahibi olmalarından geçmektedir . Basiret ve feraset sahibi olmayan yöneticilerin hakim olduğu topluluklar , başta münafıklar olmak üzere , her türlü düşmana açık bir durum sergileyeceklerdir.
Yönetici kadroların ve toplulukların , münafıklıkları ayan beyan belli olan kişi ve cemaatlerle bir takım menfaat ilişkisi girerek , başında bulundukları toplulukların zarara uğramalarına sebep olması af edilemez bir durumdur. Özellikle İslamı referans alan toplulukların geçici dünya malı ve mevkisi için bu gibi kişi ve cemaatlerden gelecek bazı faydalara aldanarak , onların nifaklarını görmezden gelmeleri , ilerleyen zamanlarda önü alınamayacak felaketlere yol açacaktır.
Münafık oldukları ayan beyan açık belli olan bir topluluk ile yapılan işbirliği sonucunda başında bulunduğu topluluğun zarar görmesine sebep olan bir yöneticinin bahane olarak , aldatıldığını veya baştan bilemediğini öne sürerek yapılan yanlışı örtme yoluna gitmesi ise "Özrü kabahatinden büyük" deyimi ile ifade edilebilir.
İslamı referans alan hareket içinde münafıkların yer almaması , o hareketin İslamı sözde değil , özde referans alması ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde o hareketin içine giren münafıklar çeşitli yollarla o hareketi asıl amacından sapmasına sebep olacak yönlendirmede bulunabilir. Medinede bulunan İslam devletinin içine sızmış olan münafıkların bertaraf edilmesinde en önemli nokta, bu hareketin vahyi merkeze alması ve vahiyden kaynaklanan hareket metodunu hayata pratize etmesi önemli rol oynamıştır.
Sonuç olarak ; "Münafık" adı ile bildiğimiz insan karakteri , bir toplum içindeki en zararlı karakter olup "Kafir" olarak bilinen insanlardan daha zararlı bir guruptur. Kur'anın Medinede inen ayetlerini guruplandıracak olursak , ilk sırada münafıklar ile ilgili ayetler gelmektedir.
Bu ayetlerin daha fazla olmasının sebebi, münafık karakterinin ne kadar zararlı ve içten kemiren bir gurup olduğunun bilinmesinin zor olduğu , fakat bilinmesinin de o kadar elzem olduğu içindir. Münafık karakterli insanlar sözleri ile değil, eylemleri ile kendilerini belli ederek, ne olduklarını bu şekilde ortaya koymaktadırlar.
Bu karakterin bilinme ve tanınma yolları Kur'anın bir çok yerinde beyan edilmesine karşın , bu karakter sahibi olan kişi ve cematininin Türkiye boyutunda sebep olduğu olaylar, münafık karakterinin önceden bilinmesi ve tespit edilmesi yönünde Kur'an tarafından verilen bilgilerin göz ardı edildiğini göstermektedir.
Eğer bu karaktere sahip olan kişi ve cemaati , baisret ve feraset sahibi yöneticiler tarafından çok önceden bilinip ve önlem alınsa idi , bu cemaatin sebep olduğu olayların boyutu bu kadar acı olmadan önlem alınacak ve zararları daha az olarak atlatılmış olacaktı.
Bu karakteri taşıyan insanlar ile ilgili olarak Kur'an tarafından verilen bilgiler , kitap içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu kimseler ile ilgili olarak verilen bilgilerin hicret sonrası Medinede inen ayetler gurubunda yer alması, ve "Kafir" olarak nitelenen guruplardan daha fazla yer tutması ayrıca dikkate değerdir.
Medinede "Devlet" olarak niteleyebileceğimiz bir oluşum içine girmiş olan Müslümanların, bu oluşumlarını yıpratmak ve kırmak için yapılan tahribat çalışmalarından bir tanesi, nifak yolu ile o topluluğun içine girmiş olanlar marifeti ile gerçekleştirilmeye çalışılmış, ancak bu münafıklar , başta Muhammed (a.s) olmak üzere ashabım basiret ve feraseti sayesinde başarılı olamamışlardır.
Münafıkların başarılı olamamalarının sebebi ise , onların Kur'an tarafından açığa vurulan yüzlerinin Müslümanlar tarafından doğru biçimde okunmuş ve hayata yansıtılmış olmasıdır. Devletleri yıkmak için kullanılan kadim bir yollardan biri olan münafıklık, dün olduğu gibi , bugün , yarın, ta ki kıyamete kadar kullanılacak bir yol olup , bize düşen görev ise , bunların yüzlerini açığa vuran ayetlerin güncel mesajlarını okuyarak içimizdeki münafıkları tanımak ve onları açığa çıkarmak olmalıdır.
Muhammed (a.s) ve ashabının kendilerine Kur'an tarafından münafıklar ile ilgili verilen bilgileri doğru okumalarına karşın , sonraki gelenlerin bu bilgileri doğru okuduklarını söylemek maalesef mümkün değildir.
[047.030] Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen onları konuşma tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.
Muhammed s. 30. ayeti , 20. ayetten başlayan bir bağlama sahip bir ayettir. Biz öncelikle bazı rivayetlerde münafıkların isimlerinin Muhammed (a.s) a bildirilmesi , onun da başka bir sahabeye bu isim listesini vermesi ile ilgili rivayetleri tahlil ederek , bu ayetin bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği yönünde düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışacağız.
Ayet , "İnsanlara her gün bir balık balık vermek yerine , balık tutmayı öğreten" bir anlama sahip olduğu halde , balık tutmak yerine , başkalarından gelecek balığı bekleyen bir hal içinde olan biz Müslümanlarca farklı algılanmış, ve Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde , Medinedeki münafıkların isimlerinin kendisine bildirildiği, ve onunda bu isimleri Huzeyfe Bin Yeman adlı sahabeye verdiği , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında bu sahabe kimin cenazesine katılmamış ise onun münafık olduğu , hatta Ömer'in bu sahabeye elindeki listede kendi isminin olup olmadığı yönünde soru sorduğu , ve "Yok" cevabı aldığı yönünde bazı rivayetler mevcuttur.
Bu rivayetlerin , Muhammed s. 30. ayetini baz alarak değerlendirdiğimizde güvenilirliğinin olmasının pek mümkün görünmediği açıktır şöyle ki ; Ayet münafıkların isminin özel olarak Muhammed (a.s) a verilmediğini açıkça beyan etmektedir. Münafıkların kim olduklarını kendisine indirilen ayetlerin verdiği bilgiler doğrultusunda sahip olduğu basiret ve feraset ile öğrenen Muhammed (a.s) ın böyle bir isim listesini Huzeyfe adlı sahabeye vermesi de pek mümkün değildir.
İsim listesini Huzeyfe ye vererek vefat eden Muhammed (a.s) ın , kendisinin vefatı sonrasında yaptıklarından pişman olarak münafıklığından dönerek iman edenlerin olması ihtimalini göz ardı ederek böyle bir liste yapması asla mümkün değildir. Ömer'in kendi adının listede olup olmadığını sorması ise daha garip bir durum olup , kişi münafık olup olmadığını önce kendisi zaten bilmektedir. Ömer gibi bir sahabenin kendisinin münafık olup olmadığını Huzeyfeden sormuş olması asla mümkün değildir.
Dolayısı ile Muhammed (a.s) yaşadığı zaman içinde münafık olarak bildiği kişileri vahiy ile değil , vahyin kendisine vermiş olduğu basiret ve feraset ile bilmiştir. Bizlerde onlar gibi aynı feraset ve basireti göstererek içimizdeki hainleri görebilme yeteneğine sahip olmak zorundayız.
Muhammed s. 30. ayeti dahil olmak üzere, evrensel bir karakter olan münafıkların nasıl tanınacağı yönündeki bilgileri , Kur'an içinde yayılmış ayetlerde vermektedir.
Bu ayetlerin tamamını alt alta koyarak okuduğumuz zaman bütün ayetlerdeki münafık karakterinin ortak noktası , "İman ettim" sözünün hakkını vermeyerek , sözde bir iman sahibi olmaları , Müslümanların maslahatına uygun olan işlerde onlarla birlikte hareket etmemeleri , her fırsatta onların tekerine çomak sokmaya çalışmaları , Müslümanların düşmanları ile birlikte olmaları , olarak özetlenebilir.
Muhammed s. 30. ayeti münafıkların en öne çıkan karakteristik özellikleri tek ayet içinde beyan eden bir ayet olması nedeniyle dikkati çekmektedir. Bu ayet feraset ve basiret sahibi olan bir kişinin , karşısındaki kişinin sözlerinden, onun nasıl bir karakter sahibi olduğunu anlaması gerektiğini hatırlatmaktadır.
Münafık karakteri , kendisini gizlemeyi çok iyi bilen bir karakter olduğu için , onların bu gizliliklerinin bir şekilde çözülmesi ve ifşa edilmesi büyük önem arz etmektedir. Gizliliklerini koruyarak bir toplum içinde nifaklarını sürdürmeyi başaran bu kişilerin , o topluma verdikleri zararların telafi edilmesi çok zordur.
Kur'an bu noktada balık vermeyerek balık tutmayı öğreten bir tutum içinde , münafık karakterinin evrensel boyutlarını bizlere vererek , dün Medinede , bugün Türkiyede , yarın başka bir yerde çıkabilecek münafıkların nasıl bir yöntem üzerinde olacaklarını bizlere öğretmektedir.
Hiç kimsenin kalbinin yarılarak münafık olup olmadığı anlaşılamayacağına göre , kişilerin münafık olup olmadıkları sözlerinin ve eylemlerinin kime ve neye hizmet ettiğine dikkat edilerek, ne oldukları konusunda bir karar verebilmek daha kolay olacaktır.
Şurası bir gerçektir ki , hiç bir münafık "Ben münafığım" diyerek ortalıkta dolaşmaz , ancak onun münafık olduğu fitne yani deneme zamanlarında kimin yanında , kime hizmet ettiği , kimin yararını , kimin zararını düşündüğüne bakılarak ne olduğu ortaya çıkar.
Bu karaktere sahip insanlar , uzaydan gelen ve bizden farkı olan yaratıklar değildir. Ancak onların bilinmesi ve ayrıştırılması bizler gibi Müslüman ismine , Müslüman bir cemaate mensup olmaları nedeniyle tanınmaları güçleşmektedir.
Kimsenin adına , cemaatine , sakalına , sarığına gözünün yaşına aldanmadan yaptığının , ettiğinin , dediğinin kimin yararına olduğuna bakarak kim olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.
“Batılı demokrasilerin ılımlı Müslümanlara ihtiyaç duydukları bir dönemde, “hizmet” içindeki ben ve arkadaşlarım Batının yanında yer aldık.”
Yukardaki kelimeler , 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye içinde İslamı referans aldığını iddia eden bir hareket liderinin ağzından çıkan kelimelerdir. Bu sözlerin samimi bir Müslümanın ağzından çıkma imkan ve ihtimali asla yoktur. Bu sözler , 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinde faaliyet gösteren bir cemaatin neye ve kime hizmet ettiğini ve Kur'anın MÜNAFIK olarak nitelediği bir kişiden sadır olabilecek sözlerdir.
Kendisine "Ben Müslümanım" diyen birisi batılı kafirlerin yanında yer alarak, onlara hizmet etmesinin asla mümkün olmadığına göre, onlara hizmet eden birisi de asla Müslüman olamaz.
Bu kişinin başında olduğu örgütün sebep olduğu olayların Türkiyeye vermek istediği zararın boyutunu dikkate aldığımızda , kimlerle ne derece tehlikeli işbirlikleri ve ihanet içinde olduğu görülecektir.
Bir topluluk içinde olan münafıkların teşhis edilerek onların bertaraf edilebilmesi o topluluk içinde olan ve özellikle yönetici konumunda olan kimselerin BASİRET ve FERASET sahibi olmalarından geçmektedir . Basiret ve feraset sahibi olmayan yöneticilerin hakim olduğu topluluklar , başta münafıklar olmak üzere , her türlü düşmana açık bir durum sergileyeceklerdir.
Yönetici kadroların ve toplulukların , münafıklıkları ayan beyan belli olan kişi ve cemaatlerle bir takım menfaat ilişkisi girerek , başında bulundukları toplulukların zarara uğramalarına sebep olması af edilemez bir durumdur. Özellikle İslamı referans alan toplulukların geçici dünya malı ve mevkisi için bu gibi kişi ve cemaatlerden gelecek bazı faydalara aldanarak , onların nifaklarını görmezden gelmeleri , ilerleyen zamanlarda önü alınamayacak felaketlere yol açacaktır.
Münafık oldukları ayan beyan açık belli olan bir topluluk ile yapılan işbirliği sonucunda başında bulunduğu topluluğun zarar görmesine sebep olan bir yöneticinin bahane olarak , aldatıldığını veya baştan bilemediğini öne sürerek yapılan yanlışı örtme yoluna gitmesi ise "Özrü kabahatinden büyük" deyimi ile ifade edilebilir.
İslamı referans alan hareket içinde münafıkların yer almaması , o hareketin İslamı sözde değil , özde referans alması ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde o hareketin içine giren münafıklar çeşitli yollarla o hareketi asıl amacından sapmasına sebep olacak yönlendirmede bulunabilir. Medinede bulunan İslam devletinin içine sızmış olan münafıkların bertaraf edilmesinde en önemli nokta, bu hareketin vahyi merkeze alması ve vahiyden kaynaklanan hareket metodunu hayata pratize etmesi önemli rol oynamıştır.
Sonuç olarak ; "Münafık" adı ile bildiğimiz insan karakteri , bir toplum içindeki en zararlı karakter olup "Kafir" olarak bilinen insanlardan daha zararlı bir guruptur. Kur'anın Medinede inen ayetlerini guruplandıracak olursak , ilk sırada münafıklar ile ilgili ayetler gelmektedir.
Bu ayetlerin daha fazla olmasının sebebi, münafık karakterinin ne kadar zararlı ve içten kemiren bir gurup olduğunun bilinmesinin zor olduğu , fakat bilinmesinin de o kadar elzem olduğu içindir. Münafık karakterli insanlar sözleri ile değil, eylemleri ile kendilerini belli ederek, ne olduklarını bu şekilde ortaya koymaktadırlar.
Bu karakterin bilinme ve tanınma yolları Kur'anın bir çok yerinde beyan edilmesine karşın , bu karakter sahibi olan kişi ve cematininin Türkiye boyutunda sebep olduğu olaylar, münafık karakterinin önceden bilinmesi ve tespit edilmesi yönünde Kur'an tarafından verilen bilgilerin göz ardı edildiğini göstermektedir.
Eğer bu karaktere sahip olan kişi ve cemaati , baisret ve feraset sahibi yöneticiler tarafından çok önceden bilinip ve önlem alınsa idi , bu cemaatin sebep olduğu olayların boyutu bu kadar acı olmadan önlem alınacak ve zararları daha az olarak atlatılmış olacaktı.
26 Temmuz 2016 Salı
Firavunların Haman'ı ve Karun'u Olmaya Soyunan Dini Lider ve Cemaatler
Biz hala Kur'an'ın tarihsel mi yoksa evrensel mi olduğunu tartışırken, bu kitap içinde sembol haline gelmiş olan "Firavun - Haman - Karun" isimlerinin güncel versiyonlarının dünya üzerinde yaptıkları her türlü fesat hareketlerini görmezden gelerek, Müslümanlar olarak o fesat hareketlerinin bir piyonu olmaya maalesef devam etmekteyiz. Dünya genelinde yaşanan fesat olaylarını doğru bir şekilde tahlil edebildiğimiz zaman, Kur'an'ın kıssalar ile yaptığı anlatımların ve o kıssalardaki bazı şahıs isimlerinin ne kadar canlı ve güncel olduğu ortaya çıkacaktır.
Firavun - Haman - Karun gibi isimler, Musa(a.s) kıssasında geçen ve yaşadıkları hayat biçimi açısından artık evrensel bir isim haline gelmiş şahsiyetlerdir. Dün bu isimler ile anılan şahsiyetlerin, müstazaflaştırılmış İsrailoğulları üzerinde yaptıkları zulmü, bugün içlerinde İsrail'in de olduğu bazı devletler diğer devletlere uygulayarak dünyayı kan ve göz yaşına boğmaktadırlar.
Dünya üzerinde yaşanan bu zulmü gördüğümüzde, Kur'an'ın tevhid merkezli ve şirk sistemlerine düşman olan çağrısının ne kadar evrensel ve önemli olduğu gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Çünkü şirk sistemlerini kendilerine esas olan Firavunvari yönetimler, insanları baskıları altında tutmak için birçok yolu denemekte, Haman ve Karun bu baskının iki ayağı olarak Firavun ile birlikte saç ayağını oluşturmaktadır.
Türkiye'de yaşanan son olaylarda başı çeken şahsın ve o şahsın meydana geliştirdiği oluşumun, İslami bir referansa sahip olması, Firavunların dünya üzerinde fesada dayalı emellerini gerçekleştirmek yönünde ne kadar hain ve sinsi davrandıklarını da ortaya çıkmaktadır.
Firavunların karakteristik özelliklerinden bir tanesi de etrafındaki yardakçılarının yardımı ile arzularına ulaşma istekleridir. Haman adlı kişi, Firavun'un ilahlık sevdası yolunda kullandığı kişilerden bir tanesidir. KASAS ve MÜ'MİN Surelerindeki ayetlerde, onun bu sevdası şu şekilde anlatılmaktadır.
[028.038] Firavun dedi ki: «Ey önde gelenler, sizin için benden başka bir ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.»
[040.036-7] Firavun: Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın İlahına ulaşırım! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı.
Bu ayetleri ön yargılı bir okumaya tabi tuttuğumuzda; akidelerini "Allah semadadır" şeklinde Allah(c.c)'ye mekan biçen bir söylem üzerine kurmuş selefi ekolünün, bu söyleminin doğruluğunu(!) Firavun üzerinden delillendirme çabasına şahit oluruz.
Ancak bu okuma Allah(c.c)'yi hakkıyla takdir edememenin getirdiği bir söylem olup, ölü Kur'an okuyucularının harcı olan bir okumadır. Ancak Kur'an'ın bu isimler üzerinden evrensel bir mesaj verdiğini düşünenler için çarpıcı mesajlar içeren ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın bazı olay ve şahıslar üzerinden vermek istediği mesajı okuyamayanlar; ya ön yargılarını kabul ettirmek amaçlı ya da bu olay ve şahısları birer masal kahramanı olarak okumaya mahkum kalarak, Firavunlara hizmet edeceklerdir.
Firavun; bilindiği üzere kavmine karşı kendisini "İlah" ve "Rab" olarak lanse eden bir kimsedir. Dün Musa(a.s) kıssasında yaşayan, bugün dünyayı kan gölüne çeviren bütün Firavunların da ulaşmak istedikleri değişmeyen en üst makam; ilahlık ve rablık makamıdır.
Dün Musa(a.s) kıssasındaki Firavun'un ilahlık ve rablık makamına ulaşmak için kullandığı HAMAN adlı şahsiyet, Firavun gibi evrensel bir sembol haline gelerek Firavunlar'ın emellerine ulaşmak için kullandıkları kişi, kurum, tarikat, cemaat, örgüt, devlet gibi isimler altında bugün de dünya üzerinde hayatiyetlerini sürdürmektedirler.
Haman adlı karakterin, Firavunlar'ın ilahlık ve rablık sevdaları yolunda onlara yardım eden, onların önünü açan bir konuma sahip olduğunu düşündüğümüzde, bu karakterin ölerek tarih sahnesinden çekilmiş bir karakter değil, halen yaşayan ve kıyamete kadar yaşayacak olan diri bir karakter olduğu ortaya çıkacaktır.
Türkiye'de son yaşadığımız askeri darbe girişiminde başrol oynayan şahıs ve onun liderliğindeki harekete baktığımızda; bu kişi ve lideri olduğu hareketin "FİRAVUNLARIN HAMAN"ı olmaya soyunmuş bir role sahip olduğunu açık ve net bir şekilde görebiliriz.
ABD adını almış olan çağdaş firavunların ülkesi, dünya üzerindeki birçok ülkeyi ekonomik ve sosyal açıdan sömürerek ilahlık ve rablık makamına yükselmek için bir tek değil, birçok HAMAN kullanmaktadır. Olayı Türkiye boyutunda düşündüğümüzde, ABD adlı çağdaş firavunların ülkesinin, Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için kullandığı çağdaş Haman "Fethullah Gülen" adlı şahıs ve onun liderliğinde oluşan "Hizmet hareketi"dir.
Çağdaş firavunlar ilahlık ve rablık sevdalarına ulaşmak için sadece çağdaş Hamanlar kullanmakla kalmamakta, yine Musa(a.s) kıssasında gördüğümüz ve akıl almaz bir servet sahibi olarak ortaya çıkan KARUN adlı karakterin çağdaş versiyonu, çağdaş firavunların ilahlık ve rablık sevdaları yolunda yeniden tarih sahnesine çıkarılmaktadır.
"Hizmet hareketi" adlı oluşumun Türkiye ve dünya üzerinde diğer ülkelerdeki faaliyetleri ile meydana getirdiği servet ve sahip olduğu zenginlik dikkate alındığında olayın boyutları ortaya çıkmaktadır. Bu hareket, kendisine verilen HAMAN ve KARUN'luk görevi ile FİRAVUNLAR'ın ilahlık ve rablık sevdalarının yolunu açan bir işleve sahip olmuştur.
Firavunlar'ın Haman'ı olmaları için, önce Karun haline getirilen cemaatlerin bu gücü, yine firavunlar tarafından fesat amaçlı kullanılmakta olduğunu Türkiye'de son yaşadığımız olaylar bizlere göstermiştir. Maddi güç yolu ile Türkiye ve dünyanın birçok ülkesinde örgütlenen "Hizmet hareketi" adlı oluşum, bu gücünü firavunların hizmetinde kullanarak kime ve neye hizmet ettiğini açıkça belli etmiştir.
İslam'ı referans alan bu hareketin geldiği nokta; vahyi kendisine rehber edinmeyen lider ve cemaatlerin neye ve kime hizmet edebileceğini göstermesi açısından ibret vericidir.
Firavunlar'ı yok etmek için gelen elçilerin ümmeti olmakla övünenlerin; bırakın onları yok etmek, onların Haman ve Karunlar'ı olarak yaşadıkları topraklara ihanet içine girmeleri ibret verici bir durumdur.
Yaşadığımız bu olaylar bizlere nasıl bir ibret dersi olmalıdır?
Yaşadığımız bu olaylar; İslam'ı kendisine referans edinenlerin şeytana karşı daha da uyanık olması gerektiğini bir kere daha göstermiştir. İnsan şeytanlarının oluşturduğu küresel güçlerin taktiklerinden bir tanesi; lider tasallutuna bağlı olan grup ve cemaatleri para ve servete boğarak çok daha rahat biçimde kullanmalarıdır.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.
Çağdaş firavunların taktiklerinden bir tanesi de; elinde tutmak istediği kişi ve cemaatleri maddi güç bakımından desteklemek ve onları dünyevileştirmektir. Bunu yaparken alt tabakada olan bağlılara ise, bu paranın ve gücün İslam'ın ilerlemesi ve büyümesi için kullanılacağı yalanı söylenerek, zavallı ve cahil kesimin maddi olarak istismar edilmesi sağlanmaktadır.
Başını "Hizmet hareketi" adlı oluşumun çektiği maddi güç ve servet elde etme yolu ile İslam'ı yayma yalanına, bu hareketi örnek alan diğer dini cemaatlerin de katılmış olması, içinde bulunduğumuz tehlikenin boyutlarını göstermektedir. Türkiye genelindeki dini cemaatlere baktığımızda; son yıllarda maddi güç elde etme yoluna giderek, kendilerine bağlıları artırma çabalarına şahit olmaktayız. Bu durum onların şer güçler tarafından istismar edilmesine kapı aralamaktadır.
Bugün "Hizmet hareketi" adı altındaki oluşum kullanılarak denenmeye çalışılan şeytani emel asla son bulmayacak, yarın başka bir şekilde, başka bir cemaat kullanılarak denenmeye çalışılacaktır. Bize bu noktada düşen görev ise; içinde olduğumuz cemaat ve liderin böyle oyunlara alet olmamasına dikkat etmek olacaktır.
İçinde olduğumuz hareket eğer referansını vahiyden alarak düşünce temelini tevhidi esaslar üzerine kurarak, bütün mücadelesini dünya üzerindeki şirk ve fesadın ortadan kalkması için yapmak yönünde bir yol çizecek olursa; firavunlar tarafından kullanılarak yeni Haman ve Karun adayı cemaatler olma tehlikesinde uzak kalacaklardır.
Dini söylemi olan kişi ve cemaatlerin son yaşadığımız olayları çok iyi okuyup aynı yanlışa düşmekten bir an evvel kurtulmaya çalışmaları gerekmektedir. Haman ve Karun olmaktan kendisini kurtaramayan hareketler, firavunların elinde hazır bir lokma olmaya her zaman aday bir duruma düşmekten kendilerini kurtaramazlar.
Bugün bir kısım Müslüman tarafından tartışılan Kur'an'ın tarihsel mi yoksa evrensel bir kitap mı olduğu tartışmaları bir tarafa bırakılarak, özellikle Kur'an'ın bütün elçilerin temel çağrısı olan tevhid temelli çağrısı baz alınarak, dünyadaki kişiler ve olaylar bu temele göre okunmalı ve Müslümanlar olarak bunlar gündem edilmelidir. Suni tartışmalar bizleri bir yere götürmemekte, aksine götürmesi gereken yeri unutturarak firavunların elinde lokma olan kuzulara dönüştürmektedir.
Sonuç olarak; Firavun - Haman - Karun üçlüsü, dünyayı fesada boğan evrensel bir sembol haline gelmiş karakterler olarak dünya yüzünde hayatiyetlerini sürdürmekte ve sürdürmeye devam edeceklerdir. Firavun karakterinin öne çıkan özelliğinden bir tanesi de fesadını yaymak için kullandığı kişilerdir.
"Haman", firavunların fesatlarını yaymak için kullandıkları piyonlardan bir tanesi olup, Türkiye'de yaşadığımız son olaylar çerçevesinde düşündüğümüzde, bu karakterin bu günkü karşılığını firavunların amaçlarına hizmet eden dini cemaatler olduğunu görebiliriz.
Firavunlar, Hamanlaştırmak istediği cemaatleri önce Karunlaştırarak onları dünyevileştirmekte, böylelikle amaçlarına daha kolay hizmet etmelerini sağlamaktadırlar. Bu durumu son yaşadığımız olaylar bize göstermiş ve bize bu olaydan bir ibret çıkarmak düşmüştür.
Bu ibret ise; İslamın tevhidi söylemini öne çıkararak firavunların kurduğu şirk sistemlerini Musa(a.s) gibi alt etmeye çalışmak, Harun olma sevdasından vaz geçerek Karun olmamaya çalışmaktır.
25 Temmuz 2016 Pazartesi
Kişilerin Değil İlkelerin Yönettiği İslami Hareketin Önemi Üzerine
İnsanların katılımı ile oluşturulmuş olan fikir ve düşünce hareketlerinde, liderlik makamı önemli bir konum arz etmektedir. Bu hareketlerde ortaya çıkan sorunların en önemlilerinden bir tanesi , lider konumunda olan kişilere yüklenen karizma ve onların vazgeçilemez oldukları düşüncesidir. Olayı, İslamı referans alan fikir ve düşünce hareketleri açısından değerlendirdiğimizde , bu sorun daha da büyümekte, ve neredeyse liderin ilah konumuna yükseldiği bir hareket ortaya çıkmaktadır.
Kur'anda Muhammed (a.s) ın bizler için "en güzel örnek" olarak vasıflandırılmış olması , lider konumunda olan kişilerin bu görevlerini nasıl kullanacakları , liderin etrafında toplanmış olan kişilerin ise , o lidere bakış açıları ve davranışlarının nasıl olması gerektiği konusunda bizleri yeterince bilgi sahibi kılmaktadır.
Onun "Kul bir Elçi" olarak vasıflandırılmış olması, onun şahsından öte taşımış olduğu görevin öne çıkması anlamına gelmektedir. Onun şahsından öte taşımış olduğu misyonun öne çıkması gerektiği , İslamı referans alan tüm hareketlerin ortak çıkış noktası olması gerekmektedir.
[003.144] Muhammed, sadece resuldür. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.
Al-i İmran s. 144. te ki onun öldürüldüğü haberleri üzerinde dağılan sahabenin eleştirildiği ayeti dikkate aldığımızda, liderin değil ilkelerin öne çıktığı bir İslami hareket modeli görebiliriz. Bu ayet, İslami bir hareket içinde lider konumunda olan kişiye yüklenecek durumu izah eden önemli bir ayettir. Ayet, olayı ondan öncede resullerin geçmiş ve bu resullerin ölmüş olduğuna bağlayarak , kişilerin değil düşüncenin ön planda olması gereğine vurgu yapmaktadır.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde ona yapılması emredilen itaat, onun keyfi icraatına değil vahiy ile kendisine emredilenedir. O kendisine itaat edilmesi gereken bir lider olması hasebiyle asla gurur ve kibire kapılmamış , her zaman kul bir elçi olduğu kendisine hatırlatılmış bir kişi olarak , kendisinden sonra gelecek kuşaklara , liderliğin nasıl yapılması gerektiği konusunda evrensel bir örnek oluşturmuştur.
Kur'anın bazı ayetlerinde ona "Kendi günahın için tevbe et" şeklinde verilen emirler , onun başıboş bırakılmadığını , yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatan ayetler olup , liderlik konumunda olan kişiler için dikkate alınması gereken ayetler gurubundandır. Çünkü ona kendisinin sorumlu olduğunu hatırlatan Allah (c.c), bu tür ayetlerle onun etrafındaki kimselere de onun hatadan münezzeh olmadığını bildirmektedir.
Kur'anın bazı ayetlerine baktığımızda Allah (c.c) tarafından azarlanmış olması , onun hatadan beri olmadığının bilinmesi bakımından önemli bir husustur. Siyer kitaplarında Muhammed (a.s) a ashabı tarafından yöneltilen bazı eleştiriler ve sorgulamalar, bu tür ayetlerin sahabe tarafından doğru algılanmasının bir sonucu olup , onun hatadan münezzeh olmadığının açık bir göstergesidir.
Muhammed (a.s) ın elçiliğinin bize bakan yönlerinden önemli bir husus , onun kişiler üzerine değil, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışını tebliğ etmiş olmasıdır. Ancak ilerleyen zamanlarda, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışı değil , kişiler üzerine kurulu bir din anlayışı öne çıkarılmış, ve bu anlayış özellikle tarikat ve cemaat yapılanmalarında baş rolü oynamaktadır.
Zaman içinde Muhammed (a.s) ın "Kul ve Elçi" konumu daha ileriye taşınarak "Yarı ilah" konumuna taşınmış , böylelikle onun dışındaki bazı insanların karizmatik bir yapıya büründürülmesi yolu da otomatikman açılmıştır. Şayet geleneğimizde Muhammed (a.s) ı ashabının anladığı biçimde gelişen anlayış aynı şekilde devam ettirilmiş olsaydı , bugün karizmatik yapıya büründürülmüş , ilah konumuna çıkarılarak postlarına yapışmış liderlerin arzı endam etmesi güçleşecek, hatta imkansız hale gelecekti.
Muhammed (a.s) sonrası oluşturulan tarikat ve cemaat yapılanmalarında ortaya çıkan en önemli husus "vahiy merkezli" değil "kişi merkezli" bir din anlayışıdır. Bu çarpık anlayış bugüne kadar böyle gelmiş ve Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başını işte bu çarpık anlayış çekmektedir.
Tarikat ve cemaat yapılanmalarının başında olan lider konumunda olan kişilerin "Sorgulanamaz" bir konuma yükseltilmesi Kur'anın önerdiği bir yöntem değildir. Aksine Kur'an böyle bir yöntemi ret etmekte , liderin etrafında olan kişiler tarafından her an murakabede tutulmasını istemektedir.
Liderin murakabe altında tutulması, haliyle bilgi birikimi ve cesaret işi olup , ne acıdır ki lider etrafında olan kişilerin bilgi ve cesaret sahibi olmaları, o yapılanma tarafından engellenerek "Lider tasallutu" oluşturulmuştur.
"Lider tasallutu" şeklinde meydana gelen yapılanmaların büyük sıkıntılar doğurması kaçınılmazdır. Lidere kayıtsız itaat şeklinde koşulan şarta riayet edilmediği takdirde kafir olunacağı korkusu salınan mürit ve tabiler , kafir olmamak !! için " O ne derse doğrudur" diyerek, sorgulamaz bir teslimiyet içine girmişlerdir.
Lider karizmasına dayanan hareketlerde o hareketin devamı o lider ile kaim olduğu düşüncesi ağırlıklı olarak hakim olduğu için , lider öldüğünde sanki mensup olunan hareketinde bittiği gibi bir tutum ve düşünce içine girilmektedir. Şayet lider merkezli bir hareket yerine , ilke merkezli bir hareket oluşturulmuş olsaydı , liderlerin geçici, hareketin ise baki olduğu inancı hakim olur, liderin ölmesi ile hareketin bittiği veya akamete uğradığı inancı asla hakim olmazdı.
Lider karizmasına dayalı hareketlerin istismara daha açık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle uluslararası şer güçler , bir belde üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için o belde üzerinde olan bazı cemaat ve tarikat yapılanmalarını kullanmakta olduğu gözlemlenmektedir. Binlerce bağlısı olan bir cemaatin liderini ikna ettiğiniz zaman, onun arkasındaki binlerce kişiyi de ikna etmiş olmanın kolaylığını bilen şer güçler , bu gibi yapılanmalara sızarak o gurupları kendi emellerine çok rahat bir biçimde alet edebilmektedir.
İslami mücadele sürecinde meydana gelen cemaatleşmelerde bu gibi yanlışların önünün alınması, ancak lider konumunda olan kişilerinde sorgulanabilir olduğu düşüncesinin hakim olmasından geçmektedir. Liderin yaptığından sorumlu olduğunu düşünmesi ve tabilerine hesap verme korkusu, onu verdiği kararlar noktasında daha dikkatli davranmaya sevk edecektir.
"Bu nasıl mümkün olacaktır?" sorusunun cevabı, bu noktada verilmesi gerekmektedir.
İslami bir hareketin, vahyi temel alan ilkeler üzerine kurulmuş olması , hareket içindeki lider konumunda olanların karizmatik bir yapıya bürünmesine ve vazgeçilmez olarak görülmesine engel olacaktır. Çünkü, hareket içinde olan her kişi potansiyel olarak liderlik yapabilecek bir konuma sahip olarak yetiştirilecek ve kendisini en az lider kadar sorumlu olarak görecektir.
İslami bir hareket içinde bütün yük sadece lider konumunda olan kişinin sırtına yüklenerek , diğerleri ondan gelecek olan emirleri kayıtsız şartsız olarak uygulamak ile görevli elemanlar pozisyonunda değildir. Aksine, şura (danışma) ile alınan kararlarda insiyatif sahibi olan , lideri gerektiğinde uyaran kişiler olarak hareket içinde sorumluluk sahibi alan kişiler olmalıdır.
Böyle olmaz ise ne olur ? .
Böyle olmaz ise, liderin ilah konumuna oturtulduğu bir tarikat yapılanmasına girmiş bir hareket oluşmuş olur ki , artık bu hareket amacından saptırılmaya , istismar edilmeye müsait bir hareket halini alarak, şer güçlerin elinde oyuncak olmaya aday bir hareket haline gelir.
Bunun en canlı örneğini son günlerde Türkiye üzerinde oynanmaya çalışılan oyunda baş rolü üstlenen ve temeli İslami söylem üzerine dayalı olan "Hizmet hareketi" nin düşmüş olduğu ihanette görmek mümkündür.
Başındaki kişinin en üst derecede karizma sahibi olduğu bu yapı , dünyanın başına musallat olan şeytanlardan olan A.B.D ile yapmış olduğu işbirliği ile , A.B..D adı ile anılan şeytanın esiri olmuş ve Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi yönünde, onlara yardımcı olarak büyük bir ihanet içine girmiştir.
Eğer bu hareket vahyi temel alarak hareket etmiş olsaydı bırakın ihanet etmeyi , kuklası olduğu A.B.D yi Müslümanlar için en büyük tehlike olarak görecek , ve onlardan gelecek yardım adı altında olan hiçbir şeyi kabul dahi etmeyerek "Hizmet hareketi" ni onların hizmetine sunmuş olmayacaktı.
Şayet başındaki zat bu ihanet içinde olsa bile , bağlıları liderin yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek ona itaat etmeyecekler, ve lideri bu konuda yalnız bırakarak hatasını göstereceklerdi. Ama maalesef böyle olmamış , tam bir teslimiyet içinde topluca bu ihanetin içine girerek, masum insanların üstlerine silah sıkarak onların kanlarını dahi dökmekten çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bir hale gelmişlerdir.
İslamı referans alan hareketler içinde olan kişilerin bu konuda üstlerine büyük iş düşmektedir. Üstlerindeki yükü atmak için, bütün yükü lidere yüklemek yerine , kendileri de yükün altına girmeliler, ve bütün yükü tek kişiye yüklemek yerine, yükü hafifletmek yoluna gitmelidirler.
Liderlere bu noktada düşen görev ise , kendilerini vazgeçilmez olarak görmemeli ve göstermemelidirler. Hareket içinde olan herkesi potansiyel bir lider olarak yetiştirmek için elinden geleni yapmalı , koltuk sevdasına düşmemelidirler.
İslamı referans alan hareketlerin ne lider konumunda olan kişiler açısından böyle bir kaygı , ne de bağlılar tarafında böyle bir gayretin olmaması , İslami hareketlerin geleceği konusunda bizleri pek te iyimser düşünmeye sevk etmemektedir. Bugün İslami hareket adı altında yapılan oluşumların genel görünümü , liderin çoban tabilerin ise koyun olduğu bir sürüden farkı yoktur.
Liderler , içinde bulunduğu konumdan ve kendisine gösterilen aşırı ilgiden memnun , bağlılar ise lidere tabi olmakla cenneti garantilemiş olmalarından dolayı memnun bir halde " Alan memnun satan memnun" bir halde Müslümancılık oynamaya devam etmektedirler.
Sonuç olarak ; Başta Türkiye olmak üzere , İslamı referans alan yapılanmalardaki en büyük yanlışlık, lider karizmasının oluşturularak baştaki liderin ilahlık konumuna çıkarılmış olmasıdır. Bu tür yapılanmalar pek çok yönden sakıncalı olup , hareketlerin ilkeler üzerine bina edilmesi gerekmektedir. Liderinde o ilkelere bağlı olduğu hareketler , liderin sorumlu b,r hale getirerek , onu ilah pozisyonuna gelmekten de çıkaracaktır.
Lider karizmasına dayanan hareketlerin bir toplumu nereye götürebileceği , maalesef Türkiye örneğinde yaşanmış "Hizmet hareketi" denen ve başını Fethullah Gülen adlı kişinin çektiği oluşumun, kimlere ve neye hizmet ettiği çok acı bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Eğer lider karizmasına dayalı İslami yapılanmalardan vaz geçilerek vahyi temel alan ilkeler üzerine bir yapılanmaya geçilmediği sürece , sadece isimler değişerek şer güçlere hizmet eden başka hizmet hareketleri ortaya çıkacaktır.
Kur'anda Muhammed (a.s) ın bizler için "en güzel örnek" olarak vasıflandırılmış olması , lider konumunda olan kişilerin bu görevlerini nasıl kullanacakları , liderin etrafında toplanmış olan kişilerin ise , o lidere bakış açıları ve davranışlarının nasıl olması gerektiği konusunda bizleri yeterince bilgi sahibi kılmaktadır.
Onun "Kul bir Elçi" olarak vasıflandırılmış olması, onun şahsından öte taşımış olduğu görevin öne çıkması anlamına gelmektedir. Onun şahsından öte taşımış olduğu misyonun öne çıkması gerektiği , İslamı referans alan tüm hareketlerin ortak çıkış noktası olması gerekmektedir.
[003.144] Muhammed, sadece resuldür. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri dönerse, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.
Al-i İmran s. 144. te ki onun öldürüldüğü haberleri üzerinde dağılan sahabenin eleştirildiği ayeti dikkate aldığımızda, liderin değil ilkelerin öne çıktığı bir İslami hareket modeli görebiliriz. Bu ayet, İslami bir hareket içinde lider konumunda olan kişiye yüklenecek durumu izah eden önemli bir ayettir. Ayet, olayı ondan öncede resullerin geçmiş ve bu resullerin ölmüş olduğuna bağlayarak , kişilerin değil düşüncenin ön planda olması gereğine vurgu yapmaktadır.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde ona yapılması emredilen itaat, onun keyfi icraatına değil vahiy ile kendisine emredilenedir. O kendisine itaat edilmesi gereken bir lider olması hasebiyle asla gurur ve kibire kapılmamış , her zaman kul bir elçi olduğu kendisine hatırlatılmış bir kişi olarak , kendisinden sonra gelecek kuşaklara , liderliğin nasıl yapılması gerektiği konusunda evrensel bir örnek oluşturmuştur.
Kur'anın bazı ayetlerinde ona "Kendi günahın için tevbe et" şeklinde verilen emirler , onun başıboş bırakılmadığını , yaptıklarından sorumlu olduğunu hatırlatan ayetler olup , liderlik konumunda olan kişiler için dikkate alınması gereken ayetler gurubundandır. Çünkü ona kendisinin sorumlu olduğunu hatırlatan Allah (c.c), bu tür ayetlerle onun etrafındaki kimselere de onun hatadan münezzeh olmadığını bildirmektedir.
Kur'anın bazı ayetlerine baktığımızda Allah (c.c) tarafından azarlanmış olması , onun hatadan beri olmadığının bilinmesi bakımından önemli bir husustur. Siyer kitaplarında Muhammed (a.s) a ashabı tarafından yöneltilen bazı eleştiriler ve sorgulamalar, bu tür ayetlerin sahabe tarafından doğru algılanmasının bir sonucu olup , onun hatadan münezzeh olmadığının açık bir göstergesidir.
Muhammed (a.s) ın elçiliğinin bize bakan yönlerinden önemli bir husus , onun kişiler üzerine değil, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışını tebliğ etmiş olmasıdır. Ancak ilerleyen zamanlarda, ilkeler üzerine kurulu bir din anlayışı değil , kişiler üzerine kurulu bir din anlayışı öne çıkarılmış, ve bu anlayış özellikle tarikat ve cemaat yapılanmalarında baş rolü oynamaktadır.
Zaman içinde Muhammed (a.s) ın "Kul ve Elçi" konumu daha ileriye taşınarak "Yarı ilah" konumuna taşınmış , böylelikle onun dışındaki bazı insanların karizmatik bir yapıya büründürülmesi yolu da otomatikman açılmıştır. Şayet geleneğimizde Muhammed (a.s) ı ashabının anladığı biçimde gelişen anlayış aynı şekilde devam ettirilmiş olsaydı , bugün karizmatik yapıya büründürülmüş , ilah konumuna çıkarılarak postlarına yapışmış liderlerin arzı endam etmesi güçleşecek, hatta imkansız hale gelecekti.
Muhammed (a.s) sonrası oluşturulan tarikat ve cemaat yapılanmalarında ortaya çıkan en önemli husus "vahiy merkezli" değil "kişi merkezli" bir din anlayışıdır. Bu çarpık anlayış bugüne kadar böyle gelmiş ve Müslümanlar olarak yaşadığımız sorunların başını işte bu çarpık anlayış çekmektedir.
Tarikat ve cemaat yapılanmalarının başında olan lider konumunda olan kişilerin "Sorgulanamaz" bir konuma yükseltilmesi Kur'anın önerdiği bir yöntem değildir. Aksine Kur'an böyle bir yöntemi ret etmekte , liderin etrafında olan kişiler tarafından her an murakabede tutulmasını istemektedir.
Liderin murakabe altında tutulması, haliyle bilgi birikimi ve cesaret işi olup , ne acıdır ki lider etrafında olan kişilerin bilgi ve cesaret sahibi olmaları, o yapılanma tarafından engellenerek "Lider tasallutu" oluşturulmuştur.
"Lider tasallutu" şeklinde meydana gelen yapılanmaların büyük sıkıntılar doğurması kaçınılmazdır. Lidere kayıtsız itaat şeklinde koşulan şarta riayet edilmediği takdirde kafir olunacağı korkusu salınan mürit ve tabiler , kafir olmamak !! için " O ne derse doğrudur" diyerek, sorgulamaz bir teslimiyet içine girmişlerdir.
Lider karizmasına dayanan hareketlerde o hareketin devamı o lider ile kaim olduğu düşüncesi ağırlıklı olarak hakim olduğu için , lider öldüğünde sanki mensup olunan hareketinde bittiği gibi bir tutum ve düşünce içine girilmektedir. Şayet lider merkezli bir hareket yerine , ilke merkezli bir hareket oluşturulmuş olsaydı , liderlerin geçici, hareketin ise baki olduğu inancı hakim olur, liderin ölmesi ile hareketin bittiği veya akamete uğradığı inancı asla hakim olmazdı.
Lider karizmasına dayalı hareketlerin istismara daha açık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle uluslararası şer güçler , bir belde üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için o belde üzerinde olan bazı cemaat ve tarikat yapılanmalarını kullanmakta olduğu gözlemlenmektedir. Binlerce bağlısı olan bir cemaatin liderini ikna ettiğiniz zaman, onun arkasındaki binlerce kişiyi de ikna etmiş olmanın kolaylığını bilen şer güçler , bu gibi yapılanmalara sızarak o gurupları kendi emellerine çok rahat bir biçimde alet edebilmektedir.
İslami mücadele sürecinde meydana gelen cemaatleşmelerde bu gibi yanlışların önünün alınması, ancak lider konumunda olan kişilerinde sorgulanabilir olduğu düşüncesinin hakim olmasından geçmektedir. Liderin yaptığından sorumlu olduğunu düşünmesi ve tabilerine hesap verme korkusu, onu verdiği kararlar noktasında daha dikkatli davranmaya sevk edecektir.
"Bu nasıl mümkün olacaktır?" sorusunun cevabı, bu noktada verilmesi gerekmektedir.
İslami bir hareketin, vahyi temel alan ilkeler üzerine kurulmuş olması , hareket içindeki lider konumunda olanların karizmatik bir yapıya bürünmesine ve vazgeçilmez olarak görülmesine engel olacaktır. Çünkü, hareket içinde olan her kişi potansiyel olarak liderlik yapabilecek bir konuma sahip olarak yetiştirilecek ve kendisini en az lider kadar sorumlu olarak görecektir.
İslami bir hareket içinde bütün yük sadece lider konumunda olan kişinin sırtına yüklenerek , diğerleri ondan gelecek olan emirleri kayıtsız şartsız olarak uygulamak ile görevli elemanlar pozisyonunda değildir. Aksine, şura (danışma) ile alınan kararlarda insiyatif sahibi olan , lideri gerektiğinde uyaran kişiler olarak hareket içinde sorumluluk sahibi alan kişiler olmalıdır.
Böyle olmaz ise ne olur ? .
Böyle olmaz ise, liderin ilah konumuna oturtulduğu bir tarikat yapılanmasına girmiş bir hareket oluşmuş olur ki , artık bu hareket amacından saptırılmaya , istismar edilmeye müsait bir hareket halini alarak, şer güçlerin elinde oyuncak olmaya aday bir hareket haline gelir.
Bunun en canlı örneğini son günlerde Türkiye üzerinde oynanmaya çalışılan oyunda baş rolü üstlenen ve temeli İslami söylem üzerine dayalı olan "Hizmet hareketi" nin düşmüş olduğu ihanette görmek mümkündür.
Başındaki kişinin en üst derecede karizma sahibi olduğu bu yapı , dünyanın başına musallat olan şeytanlardan olan A.B.D ile yapmış olduğu işbirliği ile , A.B..D adı ile anılan şeytanın esiri olmuş ve Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmesi yönünde, onlara yardımcı olarak büyük bir ihanet içine girmiştir.
Eğer bu hareket vahyi temel alarak hareket etmiş olsaydı bırakın ihanet etmeyi , kuklası olduğu A.B.D yi Müslümanlar için en büyük tehlike olarak görecek , ve onlardan gelecek yardım adı altında olan hiçbir şeyi kabul dahi etmeyerek "Hizmet hareketi" ni onların hizmetine sunmuş olmayacaktı.
Şayet başındaki zat bu ihanet içinde olsa bile , bağlıları liderin yaptığının yanlış olduğunu söyleyerek ona itaat etmeyecekler, ve lideri bu konuda yalnız bırakarak hatasını göstereceklerdi. Ama maalesef böyle olmamış , tam bir teslimiyet içinde topluca bu ihanetin içine girerek, masum insanların üstlerine silah sıkarak onların kanlarını dahi dökmekten çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bir hale gelmişlerdir.
İslamı referans alan hareketler içinde olan kişilerin bu konuda üstlerine büyük iş düşmektedir. Üstlerindeki yükü atmak için, bütün yükü lidere yüklemek yerine , kendileri de yükün altına girmeliler, ve bütün yükü tek kişiye yüklemek yerine, yükü hafifletmek yoluna gitmelidirler.
Liderlere bu noktada düşen görev ise , kendilerini vazgeçilmez olarak görmemeli ve göstermemelidirler. Hareket içinde olan herkesi potansiyel bir lider olarak yetiştirmek için elinden geleni yapmalı , koltuk sevdasına düşmemelidirler.
İslamı referans alan hareketlerin ne lider konumunda olan kişiler açısından böyle bir kaygı , ne de bağlılar tarafında böyle bir gayretin olmaması , İslami hareketlerin geleceği konusunda bizleri pek te iyimser düşünmeye sevk etmemektedir. Bugün İslami hareket adı altında yapılan oluşumların genel görünümü , liderin çoban tabilerin ise koyun olduğu bir sürüden farkı yoktur.
Liderler , içinde bulunduğu konumdan ve kendisine gösterilen aşırı ilgiden memnun , bağlılar ise lidere tabi olmakla cenneti garantilemiş olmalarından dolayı memnun bir halde " Alan memnun satan memnun" bir halde Müslümancılık oynamaya devam etmektedirler.
Sonuç olarak ; Başta Türkiye olmak üzere , İslamı referans alan yapılanmalardaki en büyük yanlışlık, lider karizmasının oluşturularak baştaki liderin ilahlık konumuna çıkarılmış olmasıdır. Bu tür yapılanmalar pek çok yönden sakıncalı olup , hareketlerin ilkeler üzerine bina edilmesi gerekmektedir. Liderinde o ilkelere bağlı olduğu hareketler , liderin sorumlu b,r hale getirerek , onu ilah pozisyonuna gelmekten de çıkaracaktır.
Lider karizmasına dayanan hareketlerin bir toplumu nereye götürebileceği , maalesef Türkiye örneğinde yaşanmış "Hizmet hareketi" denen ve başını Fethullah Gülen adlı kişinin çektiği oluşumun, kimlere ve neye hizmet ettiği çok acı bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Eğer lider karizmasına dayalı İslami yapılanmalardan vaz geçilerek vahyi temel alan ilkeler üzerine bir yapılanmaya geçilmediği sürece , sadece isimler değişerek şer güçlere hizmet eden başka hizmet hareketleri ortaya çıkacaktır.
23 Temmuz 2016 Cumartesi
Fethullah Gülen Hareketi Örneğinde Vahyi Rehber Edinmeyen İslami Hareketlerin Akıbeti
Türkiye'de son günlerde yaşanan ve İslami söylem ile yola çıkan bir cemaatin baş rolünü oynadığı olaylar, birçok yönden incelenmeye müsait bir yapı arz etmektedir. Yazımızda bu olayı, hareket ve düşünce stratejisini vahiyden almayan İslami bir hareketin zaman içinde gelebileceği noktayı, adı geçen hareket örneğinde değerlendirmeye ve vahyin önerdiği hareket metodunun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmeye çalışacağız.
Muhammed(a.s)'ı, mesajını iletmesi için kendisine elçi seçen Allah(c.c); bu mesajı iletmesini istediği elçisini muhayyer bırakmayarak, nasıl bir yol haritası izlemesi gerektiğini elçisine kendisi bildirmiştir. Kendisine verilen bu yol haritasını milim dahi sapmadan izleyen Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar nihai hedefe ulaşarak başarıya ulaşmışlardır.
Muhammed(a.s)'ın nihai hedefi; şirkin kalesi haline gelmiş olan Mekke'yi putlardan temizleyerek Tevhid'in kalesi haline getirmekti. 23 yıl süren mücadele sonucunda bu hedefe ulaşmak için takip edilen yol; birçok Kur'an ayeti ile emredilen yol olup, aynı yolun izlenmesi İslami bir mücadele içinde olanların tümü için gereklidir.
Kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyenlerin yaşam gayesi; sadece Allah(c.c)'ye kul olmak yolunda bir hayat için mücadele olup, bu mücadele için gerekli olan yol haritası Muhammed(a.s)'ın izlediği yol olması gereklidir. İzlenmesi gereken yolun dışında izlenen her türlü yol, bizleri dünya ve ahirette ziyana uğrayanlardan kılacaktır.
KALEM Suresi'ndeki ayetler, Kur'an'da ona ve dolayısı ile bizlere önerilen yol haritalarından birkaç tanesidir.
[068.008] Bundan böyle, yalanlayanlara itaat etme;
[068.009] Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.
[068.010] Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık,
[068.011] Herkesi kınayan, söz götürüp getiren.
[068.012] Durmadan hayra engel olana, haddi aşana, çok günahkara.
[068.013] Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı,
[068.014] Mal ve oğullar sahibi olmuş diye.
[068.015] Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.
Muhammed(a.s) ve önceki elçilerin yollarını kesmek için her türlü yolu deneyen şer güçlerin denedikleri yol kesme metotlarından bir tanesi; KALEM Suresi 9. ayetinde gördüğümüz ve kesinlikle yasaklanan "müdahene" (karşılıklı taviz) metodudur.
Bu metodla Muhammed(a.s)'a bir takım tavizler vererek ondan da görevli olduğu vahyi tebliğ noktasında kendileri lehine bir takım iyileştirmeler isteyen, işlerine gelen bir din oluşturduğu takdirde İslam'a girebileceklerini söyleyen Mekkeli şer güçlere karşı "Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz yine vazgeçmem" şeklindeki meşhur cevabı veren Muhammed(a.s)'ın ümmeti olmakla gurur duyan bir kısım insanlar, zaman içinde bırakın ayı veya güneşi taviz olarak alabilmeyi, 3 kuruş dünya menfaatini gördüklerinde, yaşadıkları topraklara dahi ihanet ederek, ekmeğini yedikleri, suyunu içtikleri vatanlarını müstekbirlere peşkeş çekmeye dahi kalkmaları, yolunu vahyin ışığı ile çizmeyen İslami bir hareketin zaman içinde ne hal alabileceğinin acı bir göstergesidir.
Şer güçlerin özellikle dini cemaatleri kullanarak kirli emellerini gerçekleştirmek yolunda onları kullanmalarının altında yatan temel saikin çok iyi incelenmesi ve özellikle kendisini İslam'a nispet eden grupların bu noktada uyanık davranmasının şart olduğunu, yaşadığımız son olaylar bizlere acı biçimde göstermiştir.
Yüzyıllardır İslam'ı referans aldıklarını iddia eden tarikat ve hizip yapılanmalarında öne çıkan en önemli husus; bu tarikat ve hiziplerde öne vahyin değil kişilerin çıkmasıdır. Bu tarikat ve hiziplerin tamamı, vahyi değil kişileri merkeze alan bir yapılanma içine girerek her türlü istismara açık duruma düşmüşlerdir.
Tarikat ve hizip yapılanmalarının ilk çıkışı belki samimi ve iyi niyetlerle olabilmesine rağmen, nebevi metod dışında bir yol izlemeleri nedeni ile zaman içinde insan şeytanları tarafından başka yönlere çekilerek şeytanların oyuncağı haline gelmişlerdir. Bunun sebebi ise baştaki kişiye kayıtsız şartsız, tam itaat olarak belirlenen bir inanç kuralıdır.
Muhammed(a.s) tarafından yaşanan ve öğretilen dinin temelinde kişi merkezli değil, vahiy merkezli bir din öğretisi olduğu bir gerçektir. Zaman içinde bu öğreti kaybolmuş, vahiy yerine kişiler merkeze alınarak, o kişilerin dedikleri ve yaptıkları dinin doğruları haline getirilmiştir.
İşte bu hata, şeytani güçlerin iştahını kabartarak İslam'ı ve Müslümanlar'ı kendi hain emelleri için kullanabilecekleri bir inanç ve kişiler haline getirmiştir. Binlerce mensubu olan bir hareketi, kendi emellerine alet edebilmek için sadece bir kişiyi kullanmak gibi bir kolaylık, elbette şeytani güçlerin iştahını kabartan bir durumdur.
Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz tarikat ve cemaat yapılanmalarında köktenci bir sorgulamaya girerek artık yeniden vahye dönmek ve bize emredilen bir hareketin doğruluğunu "Şeyhim ne derse doğrudur" mantığı ile değil "Vahiy ne derse doğrudur" mantığı ile ölçmek zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Ancak tarikat ve cemaat yapılanmaları için en büyük tehlikenin vahiy yani Kur'an olduğu bir gerçektir. Çünkü Kur'an bu gibi yapılanmaları destekleyen bir kitap değil, bu gibi yapılanmalar içinde olmamayı emreden bir kitaptır.
Son olaylarda başı çeken "Nurculuk" hareketinde, dershanelerinde Kur'an meali bulundurmanın ve okumanın YASAK olması, bu ve benzeri hareketlerin kendileri için en büyük tehlike olan şeyin Kur'an olduğunu bildikleri için onu yasaklama yoluna giderek, oluşumlarının hayatiyetlerini devamını istemeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Tarikat ve cemaat oluşumlarında Kur'an'ın anlaşılabilecek şekilde okunması ilk yasaklanan şeydir. Serbest ve gerekli olan şey, o oluşumun gıdasını aldığı kitapların okunması ve başlarındaki kişilerin emirlerinin yerine getirilmesidir. Bu ve benzeri oluşumlara giren kişiden ilk istenen şey; bir akide haline getirilmiş olan "Gassal önünde mevt" olması gerektiğidir. Kafasını şeyhine kiraya veren mürit, böylelikle Cennet'i de garantilemiş(!) olmaktadır.
Bugün Kur'an'ın artık dinde belirleyici bir kitap olması gerektiğini savunanların önünde duran kim ve hangi gruplar varsa, bu karşı duruşun altında o gruplar vasıtası ile kurulan dünyevi rant imparatorluğunun elden gitme korkusu yatmaktadır. Çünkü Kur'an bu gibi oluşumları kesinlikle red etmekte ve sadece Allah(c.c)'ye kul olan bir insan istemektedir. Fakat tarikat oluşumlarında esas olan Allah(c.c)'ye kulluk değil, kula kulluktur.
Yazımıza konu ettiğimiz kişi dahil, bütün tarikat ve cemaat yapılanmalarında, baştaki kişiye yüklenen karizmatik yapı, o kişiyi "La yus'el" (sorgulanamaz) bir duruma getirmekte, tabilerini de aynı zamanda şirk bataklığına düşürmektedir.
Bu kişinin başını çektiği hareketin sebep olduğu olayların başında "O ne derse doğrudur" şeklindeki kayıtsız şartsız teslimiyet ve tamamen hurafe olan mehdi inancı yatmakta, bu kişinin şer güçler tarafından kullanılabileceği kimsenin aklının ucundan dahi geçmemektedir.
Yaşadığımız son olaylar bizlere göstermiştir ki; İslam adına hareket ettiğini söyleyen kişi, kurum ve kuruluşların başında her kim varsa, "sorgulanamaz" şeklinde onlara büründürülen korunmuşluk zırhlarından bir an önce sıyrılması gerekmektedir.
"Dünya malı" olarak bahsedilen ve amaca ulaşma yolunda bir vasıta olması gereken şeylerin, zaman içinde tek amaç haline gelmesi, hareket yöntemini vahiyden almayan yapılanmaların en büyük tehlikesidir.
Fıtri olarak herkesin sevdiği dünya malına karşı olan sevginin ölçüsü bizlere Kur'an tarafından belirtilmişken, başka belirleyiciler yolu ile bu mallara karşı olan aşırı düşkünlük tarikat ve cemaatleri istismara açık hale getirmektedir.
Son olayların baş aktörü haline gelen cemaat yapılanmasının sahip olduğu maddi gücü dikkate aldığımızda, bu maddi gücün dünya genelinde İslam'ın hakim kılınması yolunda değil, içinde yaşadığımız ülkenin bir başka ülkeye peşkeş çekilmesi için harcandığını düşünürsek, bu cemaati kimlerin ve hangi ülkelerin böyle bir maddi güç haline getirerek dünyevileştirdiği kolaylıkla anlaşılacaktır.
Vahyin önerdiği hareket metodunda dünya malının Allah(c.c) yolunda sarf edilmesi gerektiği birçok ayette beyan edilmesine karşın, tarikat ve cemaatlerin dünya malına olan tutkunluğunu izah etmek maalesef güçtür. Bugün bütün tarikat ve cemaat yapılanmalarının vakıf, dernek, medya gibi faaliyetlerinin merkezinde parasal güç oluşturmak yattığını görmemek mümkün değildir.
Bu vakıf, dernek ve cemaatler özellikle siyasi iktidar ile KALEM Suresi ayetlerinde kesinlikle yasaklanmış olan "MÜDAHENE" içine girerek, tamamen dünyevi bir hale gelerek siyasi iktidarın koltuk değneği haline gelmişlerdir.
Cemaatleri oy deposu, iktidarı ise palazlanmak için bir basamak olarak gören cemaatlerin, Türkiye'yi getirdikleri nokta son yaşadığımız olaylar olup, etkisinin silinmesi uzun bir zaman alacaktır.
Yaşadığımız olaylar eğer Müslümanları yeniden bir öz eleştiri ve bir düşünce yapılanması içine sokmayacak olursa, tarih yeniden tekerrür edecek, yarın bir başka cemaat siyasi iktidar ile karşılıklı müdahene içine girerek, şeytani güçlerin oyuncağı olarak devleti ele geçirmeye çalışacaktır.
Müslümanlar, eğer yollarını vahyin belirlediği biçimde çizmeyecek olurlarsa, bugün Gülen hareketi ile yapılmak istenenler, yarın başka hareketler kullanılarak yapılmak istenecektir. Bunları önlemenin tek yolu ise; kişi merkezli bir yapılanma değil, vahiy merkezli bir yapılanmadır.
[017.073] Az daha seni bile, sana vahyettiğimizden gayrısını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni halîl ittihaz edeceklerdi
[017.074] Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin.
[017.075] O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.
[017.077] (Bu,) Senden önce gönderdiğimiz resullerimizin bir sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.
İSRA Suresi içindeki bu ayetler; başta elçiler olmak üzere tüm zamanlardaki vahiy düşmanlarının, iman edenler ile nasıl bir şekilde dostluk kuracaklarını ifade etmektedir. Bütün zaman dilimlerinde hiçbir müşrik kişi, kurum ve ülkeler kendi amaçlarına hizmet etmediği müddetçe Müslümanları dost olarak görmemiş, asla da görmeyeceklerdir.
Gülen hareketi ile dostluk kuran ve bu harekete destek veren kişi, kurum ve ülkeleri hesaba katarak yukarıdaki ayetleri okuduğumuzda, bu hareketin neye ve kimlere hizmet ettiği daha net anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; düşünce ve yöntemini vahiyden almayan her İslami hareket zaman içinde yozlaşarak şeytani güçlerin elinde oyuncak bir duruma düşecek ve bu güçlerin kirli emellerini gerçekleştirmek için kullandıkları hain örgütler haline gelecektir. Bunun acı örneğini son yaşadığımız olaylar maalesef bize göstermiştir. Müslüman olarak vazifemiz; bize önerilen vahyi metod olmalı ve bu metodun dışına milim sapmadan ilerlenmelidir.
Yaşadığımız dünya hayatı içinde, araçları amaç edinmeden, bize doğru olarak önerilen yolda sapma ve yamulma göstermediğimiz müddetçe Sünnetullah gereği başarı mutlaka gelecektir.
"Başarıya giden yolda her yol mübahtır" düşüncesi kesinlikle vahye uygun bir söz olmayıp, tarikat tipi yapılanmaları şer güçler tarafından istismar edilmesine kapı aralayan bir metoddur.
Bizler "ne olursa olsun" veya "hangi yol olursa olsun" şeklinde bir düşünce ile değil, sadece ve sadece "Kur'an'i bir yol" şeklindeki düşünce ile hareket etmek ve bu yolun haricinde hiçbir yola tevessül etmeden yola devam mecburiyetindeyiz. Bu yol dışına taşmanın getirdiği durumları, maalesef yakın zamanda acı olarak yaşamış bulunmaktayız.
ALLAH(C.C) MÜSLÜMANLARI İHANET ŞEBEKESİ HALİNE GELEN OLUŞUMLAR OLMAKTAN MUHAFAZA BUYURSUN.
10 Temmuz 2016 Pazar
ERRAHMAN: Kulları Arasında Ayrım Gözetmeyen Allah'ın Bir İsmi
Esma- ül Hüsna denilince bugün bir çok Müslümanın aklına, Allah (c.c) nin 99 adet olan ve bunları sayanın cennete gideceği vaad edilen bir takım isimler gelmektedir. Fakat bir çok Müslüman , saydığı bu isimlerin anlamlarını bilmemekte ve bu isimlerin hayat alanında nasıl bir işlevi olduğundan habersiz bir halde olup, bu isimleri sadece ezberleyerek cennete gitmek derdine düşmüştür.
Kur'ana baktığımızda 99 ile sınırlandırılmış olan bu isimlerin daha da çoğalması mümkün iken sayının 99 da bırakılmış olmasını izah edebilmek güçtür. Muhammed (a.s) dan gelen "Allah'ın 99 ismi vardır bunları sayan cennete gider" gibi rivayetleri, çokluktan kinaye olarak anlamak mümkün iken , literal okumaların sonucu ortaya çıkan bu durum, maalesef biz Müslümanların din konusundaki cehaletlerini göstermektedir.
İnişi devam eden bir kitap içinde mevcut bulunan isimleri sadece 99 adet ile sınırlandırmak, Muhammed (a.s) için olmayacak bir şey olup bu gibi rivayetler, maalesef mistik bir inanışın tezahürü olarak kitaplara yansımıştır.
İnişi devam eden bir kitap içinde mevcut bulunan isimleri sadece 99 adet ile sınırlandırmak, Muhammed (a.s) için olmayacak bir şey olup bu gibi rivayetler, maalesef mistik bir inanışın tezahürü olarak kitaplara yansımıştır.
Muhammed (a.s) eğer bu tür sözler söylemiş ise , 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak, veya bu sözleri sadece ezberleyerek cennete gitmek değil , hayata aktararak ve çokluktan kinaye olarak söyleyerek , cennete gidilebileceğini ifade etmek istemiştir.
Esma-ül Hüsna olarak bildiğimiz isimler , bizlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c) yi tanıtan isimler olup , "ERRAHMAN" ismi bu isimlerden bir tanesidir. Her gün dilimizde defalarca tekrarlanan, fakat anlamı hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığımız bu ismin ifade ettiği anlam üzerinde tefekkür etmeye çalışmak, bu yazımızın konusu olacaktır.
Esma-ül Hüsna ile ilgili bilgi veren kitaplarda "Errahman" ismini anlamı genel olarak , " Mü'min kafir ayırt etmeden herkese rızkını veren" şeklinde geçmektedir. Bu anlamı bir çok Müslüman bilmesine rağmen, bu ismin anlamının hayat içinde nasıl yer bulduğu maalesef anlaşılamamış, Yahudi ve Hristiyanlardan devşirilmiş olan "Torpilli kul" teorisinin Müslümanlara yansımış hali, bizleri gökten yardım bekler bir hale düşürerek kafirlerin oyuncağı haline getirmiştir.
Bugün biz Müslümanların anlamakta zorlandığı bir terim olan SÜNNETULLAH teriminin, esma içinde yer bulmuş kelime karşılığının, ERRAHMAN ismi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki terim, dünya hayatı içinde çok önemli bir yere sahip olup , Allah (c.c) nin kulları arasında ayrım yapmadan , onun tarafından konulmuş olan toplumsal yasalara uyan her kim olursa yani mü'min kafir ayrımı yapılmamasını ifade etmektedir.
Bugün biz Müslümanların içinde bulunduğu zelil durum gözler önünde olup , Müslüman olmayanlar tarafından "Allah Müslüman olduğunuz halde neden size yardım etmiyor?" şeklinde , Müslüman olanlar tarafından ise , " Allah Müslüman olduğumuz halde neden bize yardım etmiyor?" sorusu sorulmaktadır.
Eğer bu insanlar Allah (c.c) nin "Errahman" isminin anlamını ve , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların nasıl işlediğini bilseler di , böyle bir sorunun abesle iştigal olduğunu kolaylıkla anlamış ve neden biz Müslümanların yardıma mazhar olmadıklarını anlamış olurlardı.
ERRAHMAN ismi ve SÜNNETULLAH denilen toplumsal yasalar, hayat içinde nasıl karşılığını bulur?.
Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman , bu kıssalarda göze çarpan en önemli nokta , iman edenlere yardım edilmiş olması , kafirlerin ise helak edilmiş olmasıdır. Ne acıdır ki, bu kıssalar genel olarak masal tadında okunduğu için bu kıssalarda anlatılan toplumsal yasaların kıyamete değin sürecek olduğu bilgisi pek akla getirilmemekte ve bu yardıma mazhar olmaya uygun bir yaşam tarzı, biz Müslümanlar tarafından hayat sahasına pek konulmamakta , yardıma mazhar olan taraf kafirler , helaka uğrayan taraf ise bizler olmaktayız.
Şayet bu kıssalarda anlatılanlar "Errahman" isminin bir tecellisi, ve "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların işleyişi olarak okunmuş ve hayat içinde pratiğe aktarılmış olsaydı , bugün biz Müslümanlar , içinde bulunduğumuz bu zelil duruma düşmekten büyük ölçüde kurtulmuş olurduk.
Kur'an kıssalarının ortak mesajlarından bir tanesi , Allah (c.c) katında torpilli bir kul gurubu olmadığı , onun yardımını hak etmek için , Yahudi , Hristiyan , Müslüman v.s gibi özel kimlik sahibi olmak gerekmediği , onun yardımını hak etmek için gerekli olan şeyin sadece ve sadece onun koyduğu toplumsal yasalara uymak gerektiğidir. Bu yasalara , anlatılmış olan kıssalar içinde, iman edenler uyduğu için onlar yardımı hak etmiş , kafirler ise helakı hak etmişlerdir.
Bu gerçeği bugün , "Kafir" olarak bildiğimiz insanların , bilim , sanat , teknoloji , savunma , ekonomi v.s gibi dallarda biz Müslümanlardan üstün olmaları şeklinde görmekteyiz. Çünkü Allah (c.c) çalışanın çalışmasının karşılığını "Bu kulum kafir" demeden vermekte , netice olarak "Kafir" olarak bildiğimiz toplumlar biz Müslümanlardan daha ileri bir vaziyettedir.
Biz Müslümanlar ise yüz yıllardır , Hz. Alinin cenkleri , kesik baş hikayeleri , Bedir savaşlarında meleklerin nasıl yardım ettiği masalları ile uyuyarak kendimizi geçmişimiz ile avutmakta ve helak edildiğimizden dahi haberimiz olmayan bir hayat sürmekteyiz.
Sorun ortada bu şekilde durmakta ve bu sorunun nasıl aşılabileceği sorusu, cevabını beklemektedir.
Sorunu aşabilmenin ilk basamağı , öncelikle Allah (c.c) nin "Torpilli kul" olarak gördüğü hiç bir topluluğun olmadığı inancının, biz Müslümanlar arasında kabul görmesinden geçmektedir. Allah (c.c) nin bir kul veya topluluğa yardım etmesinin kuralı, o topluluğun herhangi bir kimliğe sahip olması değil , o kul veya topluluğun işleyiş yasalarına uygun bir davranış sergilemesinden geçtiği bilinci oluşmadan biz Müslümanların ayağa kalkması mümkün olmayacaktır.
Bu ismin anlamından habersiz olarak yapılan , "Errahman ya Allah" diye kafa sallayarak yapılan esma zikirlerinin bizleri cennete götüreceği inancı, maalesef sadece bir kuruntudan ibarettir. İslamı sadece ruhbanlıktan ve belirli zikirleri ve ritüelleri yerine getirmekten ibaret zannetmek bizleri maalesef bugün içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Allah (c.c) nin isimlerinin her biri hayat içinde anlama sahip olup , bu anlamlar içselleştirilmeden , Allah (c.c) nin tanınması mümkün değildir.
Bizlerin tanıdığı Allah inancı , maalesef bize Kur'an tarafından tanıtılan bir Allah inancı değil, kulları arasında ayrım yapan !! , Müslümanlara ayrıcalık tanıyan !! bir Allah'tır. Bunun böyle olmadığını görenlerin bir kısmı "Acaba nerede hata yapıyoruz" şeklinde bir öz eleştiri yapmamakta , ve hatayı Allah (c.c) de arayarak küfrün karanlıklarında kaybolmaktadır.
“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu. (Mehmet Akif Ersoy)
Kul olarak bize düşen görev , başımıza gelen her musibetin kendi ellerimiz ile işlediğimizin bir sonucu olduğu , bu konuda eğer suçlu aranacaksa bu suçlunun Allah (c.c) değil kendimiz olduğuna inanmaktır.
Sonuç olarak ; "Errahman" isminin kitaplarda genel tarifi olan "Mü'min olsun olmasın herkese rızkını veren" anlamı hayat içinde , "Mü'min kafir ayırt etmeden herkese çalıştığının karşılığını veren" şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Bu anlayış , bizleri ataletten kurtararak çalışmaya ve bu suretle Allah (c.c) nin yardımını hak etmeyi gerektirecek ameller işlemenin gerektiğine inandıracak , ve zelil durumdan çıkışın kapısını aralayacaktır.
"Sünnetullah" denilen yasaların işleyiş kuralları yazılı olarak beyan edilmesinin yanı sıra , yaşanmış kıssalar ile hayat içinde nasıl pratik bulduğu , Kur'an içinde yer almış olmasına rağmen , Kur'anın hayat kitabı olduğundan habersiz yapılan okumalar neticesinde , bu beyanlar maalesef buhar olup uçmuştur.
Müslümanların dünya hayatında helak olmaktan kurtularak , yeniden hakim duruma geçmeleri , öncelikle Allah (c.c) yi doğru tanımalarından geçmektedir. Doğru tanınan bir Allah'ın kulları arasında ayrım yapmadığı , koyduğu toplumsal yasalara uyanlar kafirler de olsa, onlara yardım ettiği bilinci bizler arasında oluşmadıkça, merhum şair Mehmet Akif'in dizlerinde anlattığı Müslüman tiplemesinden asla kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bugün biz Müslümanların anlamakta zorlandığı bir terim olan SÜNNETULLAH teriminin, esma içinde yer bulmuş kelime karşılığının, ERRAHMAN ismi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki terim, dünya hayatı içinde çok önemli bir yere sahip olup , Allah (c.c) nin kulları arasında ayrım yapmadan , onun tarafından konulmuş olan toplumsal yasalara uyan her kim olursa yani mü'min kafir ayrımı yapılmamasını ifade etmektedir.
Bugün biz Müslümanların içinde bulunduğu zelil durum gözler önünde olup , Müslüman olmayanlar tarafından "Allah Müslüman olduğunuz halde neden size yardım etmiyor?" şeklinde , Müslüman olanlar tarafından ise , " Allah Müslüman olduğumuz halde neden bize yardım etmiyor?" sorusu sorulmaktadır.
Eğer bu insanlar Allah (c.c) nin "Errahman" isminin anlamını ve , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların nasıl işlediğini bilseler di , böyle bir sorunun abesle iştigal olduğunu kolaylıkla anlamış ve neden biz Müslümanların yardıma mazhar olmadıklarını anlamış olurlardı.
ERRAHMAN ismi ve SÜNNETULLAH denilen toplumsal yasalar, hayat içinde nasıl karşılığını bulur?.
Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman , bu kıssalarda göze çarpan en önemli nokta , iman edenlere yardım edilmiş olması , kafirlerin ise helak edilmiş olmasıdır. Ne acıdır ki, bu kıssalar genel olarak masal tadında okunduğu için bu kıssalarda anlatılan toplumsal yasaların kıyamete değin sürecek olduğu bilgisi pek akla getirilmemekte ve bu yardıma mazhar olmaya uygun bir yaşam tarzı, biz Müslümanlar tarafından hayat sahasına pek konulmamakta , yardıma mazhar olan taraf kafirler , helaka uğrayan taraf ise bizler olmaktayız.
Şayet bu kıssalarda anlatılanlar "Errahman" isminin bir tecellisi, ve "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların işleyişi olarak okunmuş ve hayat içinde pratiğe aktarılmış olsaydı , bugün biz Müslümanlar , içinde bulunduğumuz bu zelil duruma düşmekten büyük ölçüde kurtulmuş olurduk.
Kur'an kıssalarının ortak mesajlarından bir tanesi , Allah (c.c) katında torpilli bir kul gurubu olmadığı , onun yardımını hak etmek için , Yahudi , Hristiyan , Müslüman v.s gibi özel kimlik sahibi olmak gerekmediği , onun yardımını hak etmek için gerekli olan şeyin sadece ve sadece onun koyduğu toplumsal yasalara uymak gerektiğidir. Bu yasalara , anlatılmış olan kıssalar içinde, iman edenler uyduğu için onlar yardımı hak etmiş , kafirler ise helakı hak etmişlerdir.
Bu gerçeği bugün , "Kafir" olarak bildiğimiz insanların , bilim , sanat , teknoloji , savunma , ekonomi v.s gibi dallarda biz Müslümanlardan üstün olmaları şeklinde görmekteyiz. Çünkü Allah (c.c) çalışanın çalışmasının karşılığını "Bu kulum kafir" demeden vermekte , netice olarak "Kafir" olarak bildiğimiz toplumlar biz Müslümanlardan daha ileri bir vaziyettedir.
Biz Müslümanlar ise yüz yıllardır , Hz. Alinin cenkleri , kesik baş hikayeleri , Bedir savaşlarında meleklerin nasıl yardım ettiği masalları ile uyuyarak kendimizi geçmişimiz ile avutmakta ve helak edildiğimizden dahi haberimiz olmayan bir hayat sürmekteyiz.
Sorun ortada bu şekilde durmakta ve bu sorunun nasıl aşılabileceği sorusu, cevabını beklemektedir.
Sorunu aşabilmenin ilk basamağı , öncelikle Allah (c.c) nin "Torpilli kul" olarak gördüğü hiç bir topluluğun olmadığı inancının, biz Müslümanlar arasında kabul görmesinden geçmektedir. Allah (c.c) nin bir kul veya topluluğa yardım etmesinin kuralı, o topluluğun herhangi bir kimliğe sahip olması değil , o kul veya topluluğun işleyiş yasalarına uygun bir davranış sergilemesinden geçtiği bilinci oluşmadan biz Müslümanların ayağa kalkması mümkün olmayacaktır.
Bu ismin anlamından habersiz olarak yapılan , "Errahman ya Allah" diye kafa sallayarak yapılan esma zikirlerinin bizleri cennete götüreceği inancı, maalesef sadece bir kuruntudan ibarettir. İslamı sadece ruhbanlıktan ve belirli zikirleri ve ritüelleri yerine getirmekten ibaret zannetmek bizleri maalesef bugün içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Allah (c.c) nin isimlerinin her biri hayat içinde anlama sahip olup , bu anlamlar içselleştirilmeden , Allah (c.c) nin tanınması mümkün değildir.
Bizlerin tanıdığı Allah inancı , maalesef bize Kur'an tarafından tanıtılan bir Allah inancı değil, kulları arasında ayrım yapan !! , Müslümanlara ayrıcalık tanıyan !! bir Allah'tır. Bunun böyle olmadığını görenlerin bir kısmı "Acaba nerede hata yapıyoruz" şeklinde bir öz eleştiri yapmamakta , ve hatayı Allah (c.c) de arayarak küfrün karanlıklarında kaybolmaktadır.
“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu. (Mehmet Akif Ersoy)
Kul olarak bize düşen görev , başımıza gelen her musibetin kendi ellerimiz ile işlediğimizin bir sonucu olduğu , bu konuda eğer suçlu aranacaksa bu suçlunun Allah (c.c) değil kendimiz olduğuna inanmaktır.
Sonuç olarak ; "Errahman" isminin kitaplarda genel tarifi olan "Mü'min olsun olmasın herkese rızkını veren" anlamı hayat içinde , "Mü'min kafir ayırt etmeden herkese çalıştığının karşılığını veren" şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Bu anlayış , bizleri ataletten kurtararak çalışmaya ve bu suretle Allah (c.c) nin yardımını hak etmeyi gerektirecek ameller işlemenin gerektiğine inandıracak , ve zelil durumdan çıkışın kapısını aralayacaktır.
"Sünnetullah" denilen yasaların işleyiş kuralları yazılı olarak beyan edilmesinin yanı sıra , yaşanmış kıssalar ile hayat içinde nasıl pratik bulduğu , Kur'an içinde yer almış olmasına rağmen , Kur'anın hayat kitabı olduğundan habersiz yapılan okumalar neticesinde , bu beyanlar maalesef buhar olup uçmuştur.
Müslümanların dünya hayatında helak olmaktan kurtularak , yeniden hakim duruma geçmeleri , öncelikle Allah (c.c) yi doğru tanımalarından geçmektedir. Doğru tanınan bir Allah'ın kulları arasında ayrım yapmadığı , koyduğu toplumsal yasalara uyanlar kafirler de olsa, onlara yardım ettiği bilinci bizler arasında oluşmadıkça, merhum şair Mehmet Akif'in dizlerinde anlattığı Müslüman tiplemesinden asla kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Temmuz 2016 Cumartesi
Ülkemizde Ramazan Manzaraları ve Allah'ın Hudutlarına Saygısızlık Yarışı
Allah (c.c) yaratmış olduğu biz insanları , göndermiş olduğu elçiler ve kitaplar ile adına "Eddin" dediği yaşam kuralları belirleyerek, bu kurallara uymalarını istemiştir. Bu kurallara uyma veya uymama konusunda insanların iradelerini serbest bırakmasına karşın , uyanlara ve uymayanlara nasıl bir karşılık vereceğini yine aynı kitaplarda beyan etmiştir.
Son elçi Muhammed (a.s) ve ona indirilen Kur'anın Bakara s. 183- 187. ayetleri arasında, Ramazan ayı içinde iman edenlere günün belirli vakitlerinde yeme içme ve cinsel yasaklar koyarak, bunlara uyulması bizlerden istenmiştir. Yazımızda, bu görevin fıkhi boyutu üzerinde değil , % 99 nüfusun "Ben Müslümanım" dediği bir ülkede bu emre uyulma konusunda gösterilen hassasiyete dair olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , Allah (c.c) oruç tutma konusunda insanlara kaldıramayacağı bir yük yüklememiş , hastalık , yolculuk , güç yetirememe gibi mazeret durumunda onları oruçtan muaf tutmuş , mazaretleri geçtiğinde bu vazifeyi yerine getirebileceklerini , sürekli mazereti olanlara ise fidye verebileceklerini bildirmiştir.
Ancak ülkemizin bir kısmında kalan illerin bir çoğunda oruca gösterilen saygı , ülkenin diğer bir kısmında kalan bir çok ilde gösterilmemekte , insanların bazılarının oruç tutmadıklarını alenen izhar etmek için sanki bir yarış içine girmişçesine bir hayat sürdüğünü görmekteyiz. Yapılan bu hatanın bize dünya hayatı içinde getirebileceği acı sonuçların, sadece oruç tutmamakta ısrarcı olan kesimi değil, hepimize yansımalarının olacağını düşündüğümüzde geleceğimiz pek parlak görülmemektedir.
Hata olarak gördüğümüz nokta, insanların oruç tutmamasından ziyade , tutmadıklarını göstermek için girdikleri yarış olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , Allah (c.c) nin kurallarına uymamanın toplumların helak olma sebebi olması açısından bu durumu değerlendirmeye çalışacağız.
İman iddiasında olan insanların yapması gereken vazifelerden birisi , imanın gereği olanları yerine getirmeye çalışmak , yerine getirmeyenleri ise uyarmaktır. "İyiliği emretmek kötülükten nehyetmek" şeklinde beyan edilen bu görevi oruç tutmayanları ikaz konusunda yerine getirdiğimiz pek söylenemez.
Oruç tutmayanların alenen bunu izhar etmelerine karşılık , yapılanın yanlış olduğu uygun bir dil ile anlatılmalı , şiddet asla kullanılmamalıdır. Bu yazının amacı kötülükten sakınmayan , sakınmayanları uyarmayanların bir toplumun ne hale gelmesine sebep olduğunu yaşanmış bir kıssa üzerinden hatırlatarak aynı duruma düşmemize engel olmaya çalışmaktır.
Araf s. 163-168. ayetler arasında , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun başına gelenler bizlere anlatılmaktadır. Bu anlatımın sebebi, sadece bu kavmin ne denli açgözlü olduğu değil , Allah'ın hudutlarına uymamanın bir toplumu ne hale getirdiğidir.
Bu topluluğun başına gelenler, sebep-sonuç ilişkisi dahilinde yaşanan toplumsal yasaların bir sonucu olup, sadece o kavme has bir durum değildir. Bu kıssayı , aynı hatayı yapan toplulukların kıyamete kadar başına gelecek olan bir durumu haber vermesi açısından okuduğumuzda , "Deniz kıyısında yaşayan insanların kıssası" nı, ülkemizde yaşanan Ramazan manzaraları ile ilişkisini kurarak "Türkiye de yaşayan insanlar" olarak okumak , ve onların başına gelenler ile , Türkiye de oruç yasağına uymamanın sonucu başımıza gelebilecek olan akıbeti bu kıssadan okuyabiliriz.
Araf s. 163 -168 ayetleri arasında anlatılan bu kıssayı okuyanlar , cumartesi avlanma yasağı getirilen bu topluluğun 3 kısma ayrıldığını görebilirler.
1- Avlanma yasağına uymayanlar. (Aktif kötü)
2-Avlanma yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3-Avlanma yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)
Ülkemizde oruç yasağına uyma konusunu bu kıssa ile bir benzerliğini kuracak olursak, ülkemizdeki insanları da 3 gurupta değerlendirmek mümkündür.
1- Oruç yasağına uymadıklarını alenen izhar edenler. (Aktif kötü)
2- Oruç yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3- Oruç yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)
Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , bu kıssada anlatılan 1. ve 3. guruptaki insanların helak edilirken ,sadece 2. gurupta kalan insanların kurtulduklarını görmekteyiz.
Burada kıssayı okuyanların aklına " Neden yasağa uydukları halde 3. guruptaki insanlar da helak edildiler?" şeklinde bir soru gelebilir.
Kıssayı dikkatle okuyacak olursak , bu guruptaki insanların yasağa uymalarına karşın neme lazımcı bir tavır içine girerek "Her koyun kendi bacağından asılır" düşüncesi içinde olduklarını görmekteyiz.
İşte bu pasif iyi şeklinde bir tavır içinde olmak , onları aktif kötüler ile aynı guruba dahil ederek , neticede birlikte helak olmalarına sebep olmuştur. Yani sadece kötülüğü işlememiş olmak helaktan kurtulmak anlamına gelmemekte , kötülüğü işleyenleri uyarmaya çalışmak görevimiz olmalıdır.
Kıssadan alınabilecek olan hisseyi ülkemizde yaşanan ramazan manzarası ile birlikte okuyacak olursak ;
Hiç kimse hiç kimseyi oruç tutması konusunda bir zorlamaya tutamaz. Ancak oruç tutmayanların bu görevi yapmadıklarını alenen açığa vurmak gibi bir hakları da yoktur. Bu durum açıkça Allah'a karşı bir isyanın dışa vurulmuş bir hali olup , bu halin yaşandığı topluluklar , bu isyanın bedelini değişmeyecek olan toplumsal yasalar gereği dünya ve ahirette ödeyeceklerdir.
Aktif kötüye karşı pasif iyi olmak değil, aktif iyi olmak zorundayız. Aktif iyi olarak vazifemiz, yapılan bu cürmün resmen Allah'a karşı bir savaş açmak olduğu , ve Allah'a karşı savaş açanların şimdiye kadar galip geldiğini görülmediğini hatırlatmaya çalışmak olmalıdır.
Biz üzerimize düşen vazifeyi yaptıktan sonra , karşımızdaki bu hatırlatmayı ister kale alsın , ister almasın muhatabın bileceği iştir.
Oruç sadece aç kalmak şeklinde yapılan ruhbani bir ibadet değil , Allah'ı ilah ve rab olarak kabul etmenin insan hayatındaki bir yansımasıdır.Geçerli bir mazereti olmadan tutmamak , hele bunu açıktan açığa izhar ederek ortalıkta yemek , Allah'ın gazabını hak etmek anlamına gelecektir.
Kur'an bir çok ayette kavimlerin yıkılışlarından bahsetmektedir. O kavimlerin yıkılış sebeplerine baktığımızda Allah'a karşı savaş açmaları , ve bu savaşın sonunun değişmeyen toplumsal yasalar gereğince , o kavimlerin yenilgisi ile son bulmuş olduğunu görürüz. Allah ile yapılan savaşın sonucunun baştan belli olduğunu düşündüğümüzde , dün ona savaş açanlar ne hale düştü ise , bu gün ve yarın ona savaş açanlar da aynı hale düşecektir.
Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , o kıssada yasağı çiğneyenlerin maymuna dönüştürüldüğü haber verilmektedir. Bu kavmin uğradığı sonun "Sünnetullah" yasaları gereği olduğu , ve yasalarda asla değişim olmayacağına göre maymun olma hali aynen devam edecektir.
Tabiki maymun olma halini , şekli olarak meydana gelecek bir değişimden ziyade , Kur'anın Allah'ın yasalarını çiğneyenleri "Enam" (hayvan) olarak nitelendirmesini dikkate alarak okumak durumundayız.
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.
Ayetlerin hayvanı aşağılayıcı olarak değil , insanın Allah'a karşı isyan ettiği takdirde düştüğü aşağı durumu beyan etmesi , ve hayvanların söylenen sözü anlamamasını dikkate aldığımızda , insanın kendisine söylenen sözü dikkate almaması sonucu düştüğü durum tasvir böyle tasvir edilmektedir.
Ülkemizde yaşayan insanlarla , aynı gemide olduğumuzu unutmadan , bu gemiye gelecek olan bir zararın herkesi etkiyeceği muhakkaktır. Neme lazımcı tavırlar içine girerek bir köşeye çekilmek , yarın gelebilecek olan bir tehlikeden bizlerin kurtulmasını sağlamayacak , zalimlere dokunan ateş bize de dokunacaktır.
İnsanların oruç tutmamaktan ziyade , tutmadıklarını alenen izhar etmenin Allah indinde büyük bir gazaba sebep olacağını anlatarak , gelecek olan muhtemel yıkımdan bizlerin kurtulmasını sağlamak görevimiz olmalıdır.
Yaşadığımız ülke topraklarında dahi, o ülke yöneticileri tarafından belirlenmiş kurallara uymakta gösterdiğimiz hassasiyeti , mülkü üzerinde yaşadığımız rabbimize karşı göstermemiş olmamız elbette cezasız kalmayacaktır.
Ülkemizde Müslüman olmayan toplulukların dahi, daha önceki yıllarda Ramazan ayında oruç tutan Müslümanlara saygı için , alenen yemek içmekten imtina ettiğini hatırladığımız zaman , kendisine "Ben Müslümanım" diyen insanların böyle bir inceliği dahi gösteremeyecek hale gelmiş olması , toplum olarak nereden nereye geldiğimiz açısından düşündürücüdür.
Sonuç olarak ; Oruç Allah'ın iman edenlerin üzerine belirli bir zamanda yazdığı bir farziyyet olup , geçerli bir mazereti olmayanların yerine getirmekle yükümlü oldukları bir mükellefiyettir. "Memlekette demokrasi var ister tutarım ister tutmak" diyerek alenen ortalıkta gezenler , Allah'a savaş açtıklarını bilmelidir.
Bir kimse elbette günah işleme hakkına sahiptir. Ancak bu günahını alenen dışa vurarak reklamını yapma hakkına sahip değildir. Bu hakka sahip olduklarını zannedenler, geçmişte nasıl bir akıbete uğramış ise , gelecekte de aynı akıbete uğrayacaktır.
Bize düşen görev kendimiz asker yerine koyarak onlara şiddet uygulamak değil , yaptıkları bu eylemin yanlışlığı ve getireceği acı sonuçları hatırlatmak olmalıdır. Kur'an kıssalarının yaşanmış hayat örnekleri sunarak , yaşanacak hayatlara ibretlik mesajlar sunması özelliğini dikkate aldığımızda , Araf suresi içinde anlatılan deniz kenarındaki kasabanın kıssası ile mazeretsiz oruç tutmayarak bunu sokaklarda alenen açığa vuranların ve onları ikaz etmeyenlerin sonlarının birbiri ile aynı olacağını unutmayalım.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Son elçi Muhammed (a.s) ve ona indirilen Kur'anın Bakara s. 183- 187. ayetleri arasında, Ramazan ayı içinde iman edenlere günün belirli vakitlerinde yeme içme ve cinsel yasaklar koyarak, bunlara uyulması bizlerden istenmiştir. Yazımızda, bu görevin fıkhi boyutu üzerinde değil , % 99 nüfusun "Ben Müslümanım" dediği bir ülkede bu emre uyulma konusunda gösterilen hassasiyete dair olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , Allah (c.c) oruç tutma konusunda insanlara kaldıramayacağı bir yük yüklememiş , hastalık , yolculuk , güç yetirememe gibi mazeret durumunda onları oruçtan muaf tutmuş , mazaretleri geçtiğinde bu vazifeyi yerine getirebileceklerini , sürekli mazereti olanlara ise fidye verebileceklerini bildirmiştir.
Ancak ülkemizin bir kısmında kalan illerin bir çoğunda oruca gösterilen saygı , ülkenin diğer bir kısmında kalan bir çok ilde gösterilmemekte , insanların bazılarının oruç tutmadıklarını alenen izhar etmek için sanki bir yarış içine girmişçesine bir hayat sürdüğünü görmekteyiz. Yapılan bu hatanın bize dünya hayatı içinde getirebileceği acı sonuçların, sadece oruç tutmamakta ısrarcı olan kesimi değil, hepimize yansımalarının olacağını düşündüğümüzde geleceğimiz pek parlak görülmemektedir.
Hata olarak gördüğümüz nokta, insanların oruç tutmamasından ziyade , tutmadıklarını göstermek için girdikleri yarış olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , Allah (c.c) nin kurallarına uymamanın toplumların helak olma sebebi olması açısından bu durumu değerlendirmeye çalışacağız.
İman iddiasında olan insanların yapması gereken vazifelerden birisi , imanın gereği olanları yerine getirmeye çalışmak , yerine getirmeyenleri ise uyarmaktır. "İyiliği emretmek kötülükten nehyetmek" şeklinde beyan edilen bu görevi oruç tutmayanları ikaz konusunda yerine getirdiğimiz pek söylenemez.
Oruç tutmayanların alenen bunu izhar etmelerine karşılık , yapılanın yanlış olduğu uygun bir dil ile anlatılmalı , şiddet asla kullanılmamalıdır. Bu yazının amacı kötülükten sakınmayan , sakınmayanları uyarmayanların bir toplumun ne hale gelmesine sebep olduğunu yaşanmış bir kıssa üzerinden hatırlatarak aynı duruma düşmemize engel olmaya çalışmaktır.
Araf s. 163-168. ayetler arasında , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun başına gelenler bizlere anlatılmaktadır. Bu anlatımın sebebi, sadece bu kavmin ne denli açgözlü olduğu değil , Allah'ın hudutlarına uymamanın bir toplumu ne hale getirdiğidir.
Bu topluluğun başına gelenler, sebep-sonuç ilişkisi dahilinde yaşanan toplumsal yasaların bir sonucu olup, sadece o kavme has bir durum değildir. Bu kıssayı , aynı hatayı yapan toplulukların kıyamete kadar başına gelecek olan bir durumu haber vermesi açısından okuduğumuzda , "Deniz kıyısında yaşayan insanların kıssası" nı, ülkemizde yaşanan Ramazan manzaraları ile ilişkisini kurarak "Türkiye de yaşayan insanlar" olarak okumak , ve onların başına gelenler ile , Türkiye de oruç yasağına uymamanın sonucu başımıza gelebilecek olan akıbeti bu kıssadan okuyabiliriz.
Araf s. 163 -168 ayetleri arasında anlatılan bu kıssayı okuyanlar , cumartesi avlanma yasağı getirilen bu topluluğun 3 kısma ayrıldığını görebilirler.
1- Avlanma yasağına uymayanlar. (Aktif kötü)
2-Avlanma yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3-Avlanma yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)
Ülkemizde oruç yasağına uyma konusunu bu kıssa ile bir benzerliğini kuracak olursak, ülkemizdeki insanları da 3 gurupta değerlendirmek mümkündür.
1- Oruç yasağına uymadıklarını alenen izhar edenler. (Aktif kötü)
2- Oruç yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3- Oruç yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)
Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , bu kıssada anlatılan 1. ve 3. guruptaki insanların helak edilirken ,sadece 2. gurupta kalan insanların kurtulduklarını görmekteyiz.
Burada kıssayı okuyanların aklına " Neden yasağa uydukları halde 3. guruptaki insanlar da helak edildiler?" şeklinde bir soru gelebilir.
Kıssayı dikkatle okuyacak olursak , bu guruptaki insanların yasağa uymalarına karşın neme lazımcı bir tavır içine girerek "Her koyun kendi bacağından asılır" düşüncesi içinde olduklarını görmekteyiz.
İşte bu pasif iyi şeklinde bir tavır içinde olmak , onları aktif kötüler ile aynı guruba dahil ederek , neticede birlikte helak olmalarına sebep olmuştur. Yani sadece kötülüğü işlememiş olmak helaktan kurtulmak anlamına gelmemekte , kötülüğü işleyenleri uyarmaya çalışmak görevimiz olmalıdır.
Kıssadan alınabilecek olan hisseyi ülkemizde yaşanan ramazan manzarası ile birlikte okuyacak olursak ;
Hiç kimse hiç kimseyi oruç tutması konusunda bir zorlamaya tutamaz. Ancak oruç tutmayanların bu görevi yapmadıklarını alenen açığa vurmak gibi bir hakları da yoktur. Bu durum açıkça Allah'a karşı bir isyanın dışa vurulmuş bir hali olup , bu halin yaşandığı topluluklar , bu isyanın bedelini değişmeyecek olan toplumsal yasalar gereği dünya ve ahirette ödeyeceklerdir.
Aktif kötüye karşı pasif iyi olmak değil, aktif iyi olmak zorundayız. Aktif iyi olarak vazifemiz, yapılan bu cürmün resmen Allah'a karşı bir savaş açmak olduğu , ve Allah'a karşı savaş açanların şimdiye kadar galip geldiğini görülmediğini hatırlatmaya çalışmak olmalıdır.
Biz üzerimize düşen vazifeyi yaptıktan sonra , karşımızdaki bu hatırlatmayı ister kale alsın , ister almasın muhatabın bileceği iştir.
Oruç sadece aç kalmak şeklinde yapılan ruhbani bir ibadet değil , Allah'ı ilah ve rab olarak kabul etmenin insan hayatındaki bir yansımasıdır.Geçerli bir mazereti olmadan tutmamak , hele bunu açıktan açığa izhar ederek ortalıkta yemek , Allah'ın gazabını hak etmek anlamına gelecektir.
Kur'an bir çok ayette kavimlerin yıkılışlarından bahsetmektedir. O kavimlerin yıkılış sebeplerine baktığımızda Allah'a karşı savaş açmaları , ve bu savaşın sonunun değişmeyen toplumsal yasalar gereğince , o kavimlerin yenilgisi ile son bulmuş olduğunu görürüz. Allah ile yapılan savaşın sonucunun baştan belli olduğunu düşündüğümüzde , dün ona savaş açanlar ne hale düştü ise , bu gün ve yarın ona savaş açanlar da aynı hale düşecektir.
Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , o kıssada yasağı çiğneyenlerin maymuna dönüştürüldüğü haber verilmektedir. Bu kavmin uğradığı sonun "Sünnetullah" yasaları gereği olduğu , ve yasalarda asla değişim olmayacağına göre maymun olma hali aynen devam edecektir.
Tabiki maymun olma halini , şekli olarak meydana gelecek bir değişimden ziyade , Kur'anın Allah'ın yasalarını çiğneyenleri "Enam" (hayvan) olarak nitelendirmesini dikkate alarak okumak durumundayız.
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.
Ayetlerin hayvanı aşağılayıcı olarak değil , insanın Allah'a karşı isyan ettiği takdirde düştüğü aşağı durumu beyan etmesi , ve hayvanların söylenen sözü anlamamasını dikkate aldığımızda , insanın kendisine söylenen sözü dikkate almaması sonucu düştüğü durum tasvir böyle tasvir edilmektedir.
Ülkemizde yaşayan insanlarla , aynı gemide olduğumuzu unutmadan , bu gemiye gelecek olan bir zararın herkesi etkiyeceği muhakkaktır. Neme lazımcı tavırlar içine girerek bir köşeye çekilmek , yarın gelebilecek olan bir tehlikeden bizlerin kurtulmasını sağlamayacak , zalimlere dokunan ateş bize de dokunacaktır.
İnsanların oruç tutmamaktan ziyade , tutmadıklarını alenen izhar etmenin Allah indinde büyük bir gazaba sebep olacağını anlatarak , gelecek olan muhtemel yıkımdan bizlerin kurtulmasını sağlamak görevimiz olmalıdır.
Yaşadığımız ülke topraklarında dahi, o ülke yöneticileri tarafından belirlenmiş kurallara uymakta gösterdiğimiz hassasiyeti , mülkü üzerinde yaşadığımız rabbimize karşı göstermemiş olmamız elbette cezasız kalmayacaktır.
Ülkemizde Müslüman olmayan toplulukların dahi, daha önceki yıllarda Ramazan ayında oruç tutan Müslümanlara saygı için , alenen yemek içmekten imtina ettiğini hatırladığımız zaman , kendisine "Ben Müslümanım" diyen insanların böyle bir inceliği dahi gösteremeyecek hale gelmiş olması , toplum olarak nereden nereye geldiğimiz açısından düşündürücüdür.
Sonuç olarak ; Oruç Allah'ın iman edenlerin üzerine belirli bir zamanda yazdığı bir farziyyet olup , geçerli bir mazereti olmayanların yerine getirmekle yükümlü oldukları bir mükellefiyettir. "Memlekette demokrasi var ister tutarım ister tutmak" diyerek alenen ortalıkta gezenler , Allah'a savaş açtıklarını bilmelidir.
Bir kimse elbette günah işleme hakkına sahiptir. Ancak bu günahını alenen dışa vurarak reklamını yapma hakkına sahip değildir. Bu hakka sahip olduklarını zannedenler, geçmişte nasıl bir akıbete uğramış ise , gelecekte de aynı akıbete uğrayacaktır.
Bize düşen görev kendimiz asker yerine koyarak onlara şiddet uygulamak değil , yaptıkları bu eylemin yanlışlığı ve getireceği acı sonuçları hatırlatmak olmalıdır. Kur'an kıssalarının yaşanmış hayat örnekleri sunarak , yaşanacak hayatlara ibretlik mesajlar sunması özelliğini dikkate aldığımızda , Araf suresi içinde anlatılan deniz kenarındaki kasabanın kıssası ile mazeretsiz oruç tutmayarak bunu sokaklarda alenen açığa vuranların ve onları ikaz etmeyenlerin sonlarının birbiri ile aynı olacağını unutmayalım.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Haziran 2016 Perşembe
ZÜMER s. 45. Ayeti : Allah (c.c) yi Tek Olarak An(a)mayan Müslümanlar
Şirk kavramı, Kur'anın odak kavramlarından olup, "Allah (c.c) nin hükümranlık alanına giren konularda onun dışındakilerin hükmüne tabi olmak" anlamına gelmekte ve bu cürmü işleyerek ölmeden evvel bu cürümden dönmeyenlerin ebedi cehennem ile cezalandırılacağı haberi bizlere aynı kitap içinde müteaddit defalar haber verilmektedir.
Bu kavramın ifade ettiği anlamlar , maalesef bir kısım Müslümanın hayatı içinde yer almakta ve kendisine "Ben Müslümanım" diyen bir çok Müslüman, şirk içinde bir hayat geçirmekte , ve bu şirklerinden haberleri olmadan vefat etmektedirler.
Yazının amacı ,kimseyi tekfir etmeye yönelik olmayıp , Zümer s. 45. ayeti örneğinde şirk'in Müslüman hayatında nasıl yer aldığına dikkat çekmeye çalışarak , bundan sakınılmasına yönelik bir hatırlatmadır.
[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.»
[039.045] Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.
Ayetin ilk muhatap kitlesi Mekkeli müşriklerdir. Biz bu ayeti "sadece onlara hitap ediyor" diyerek tarihe gömmek yerine , bu ayetin içerdiği mesajı dikkate alarak , aynı durumun Müslümanlardaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
Bilindiği üzere bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların inançlarının kaynağı vahiyden değil, rivayetlerden beslenmektedir. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen bazı olaylar , Müslümanları "Vahiy merkezli din" den , "Elçi merkezli din" e yöneltmiş ve bu yönelimin yol açtığı itikadi bozukluklar ile bugüne bu şekilde gelinmiştir.
Vahyin elçisi olan Muhammed (a.s) a, Allah (c.c) tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" payesi bizlere az gelerek , onu daha yukarı taşıma emareleri, daha ilk yıllardan itibaren Müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamış , ve neticede Muhammed (a.s) nin ismi, Allah (c.c) nin ismi ile birlikte anılmaya başlamıştır.
Bilindiği üzere onun sözlerinin aynı Kur'an gibi yani vahiy olduğu şeklinde yerleştirilmiş olan inanç , maalesef İslam dünyasının çoğunluğunda kabul gören bir anlayıştır. Böyle olunca Onun sözleri Kur'anın önüne geçmiş , ve rivayet merkezli bir dinin temelleri bu yolla atılmıştır.
İlerleyen zamanlarda , Muhammed (a.s) a yüklenen misyon öyle bir hale gelmiştir ki , onun ismi anılmadan Allah isminin anılması sanki günhamış bir bir algı oluşturulmuş ve Hristiyanların teslis (üçleme) akidesine karşılık bizde de tesniye (ikileme) akidesi oluşturulmuştur.
Bugün bir çok Müslümanın ağzında "Ya Rabbim Ya Resulullahım" , "Ya Allah Ya Muhammed" , "Kur'an ve Sünnet" gibi ikilemeler, dindarlık ifadesi olarak dolaşmakta , böylelikle Zümer s. 45. ayetinin haber verdiği durumun bir benzeri, biz Müslümanlarda bu şekilde yaşanmaktadır.
Fatiha okunmadan önce "El fatiha meassalavat" şeklinde komut verilerek , fatihaya başlanmadan evvel salavat okunması gerektiği düşüncesi , bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş doğru bilinen yanlışlar serisindendir.
Duaya başlanmadan evvel salatü selam okunarak başlanması gerektiği düşüncesi , edilen duaların önce Muhammed (a.s) a uğrayarak oradan Allah (c.c) ye çıktığı inancının kişinin itikadında derin bir yara açtığı bilinmeden , duaların kabulü için ne kadar bol salavat okunursa o kadar iyidir düşüncesi ile salavat kampanyaları dahi yapılmaktadır.
Dünyanın her neresinde bir camiye gitsek , oralarda "Allah" ve "Muhammed" isimlerinin yan yana olduğunu müşahede edebiliriz. Dahası , 4 halife ve aşere i mübeşşere olarak bilinen 10 sahabenin isimleri duvarları kaplamaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kullanan bir Müslümana , bunları kullanmanın yanlış olduğu söylense, bir çoğu karşı çıkarak bu yanlışlığı hatırlatan kimse , "Sen peygambere düşman mısın?" şeklinde sert bir tepki ile karşılaşacaktır.
Bir çok Müslümanın algısında peygamber sevgisi demek , onun ismini Allah (c.c) ile birlikte anarak onun şefaatine nail olmak ve böylece cehennemden azat olmak anlamına gelmektedir.
Başlı başına garabet bir düşünce olan şefaat düşüncesi , Kur'anın bir çok yerinde müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilmişken , nasıl olmuşsa olmuş bu inanç biz Müslümanlarda akide konusu haline getirilmiştir.
Bugün bir çok Müslümanın Allah inancında büyük problemler olup , bu problemlerin Kur'anın gösterdiği ışığın izinde çözülmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin kim olduğu , onun elçisi de olmuş olsa bir beşere hiç bir şekilde kendisine ait olan yetkilerden bir kısmını devretmesinin imkansız olduğu inancı kökleşmeden gerçek bir peygamber sevgisi asla oluşamaz.
Şirk kavramının geçmişte kalmış veya bizim dışımızda olanlar ile sınırlı bir kavram olmadığı , bizlerinde her an bu tehlike ile karşı karşıya kalabilmesi muhtemel olduğu düşüncesi Müslümanlarda yaygınlaşmadan , bu gibi yanlışların önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır.
Allah (c.c) nin ismini söylerken , Muhammed (a.s) ın isminin anılması sanki farzmış gibi bir algı sahibi olanlara , böyle bir durumun olmadığını , aksine böyle bir ikileme kullanmanın kişiyi şirk'e düşürme tehlikesi olduğunu anlatmanın kolay olmadığını da bilmekteyiz.
Dinlerini kerameti müritlerinden menkul şeyh efendilerden öğrenenler için , bunları anlaması zor hatta imkansız gibidir. Bu gibi kimselerin hatalarını yumuşak bir dille anlatmaya çalışmak gerekmektedir. Onlar sert dil kullansa dahi, bizlerin aynı sert üslubu onlara karşı kullanmadan doğru bildiklerimizi anlatmak zorundayız. Kimseye kendi düşüncemizi dikte ettirmek gibi bir vazifemiz olmadığı da asla unutulmamalıdır.
Kişi merkezli din anlayışı içinde olan tasavvuf kesimi için bu tehlikenin daha büyük olduğunu söylemek isteriz. İsimleri meşhur olan ve "Gavs" , "Kutub" , "Evliya" , "Sadat" v.s olarak bilinen kimseler üzerinden yapılan şirk içeren ifadeler , maalesef bir çok cahil müridin ağızlarında "Yetişşşş yaaaa ......." , "Medet yaaaa....." şeklinde dolanmaktadır.
Allah (c.c) nin isminin yanına başka isimler koymanın tezahürleri çok geniş bir alanın konusu olmakla birlikte , biz sadece Müslümanların Muhammed (a.s) a yükledikleri yarı ilah misyonunun sözel kesime yayılmış şeklindeki yanlışa dikkat çekmeye çalıştık. Bu cürmün cezası ise şu şekilde beyan edilmektedir.
[040.012] Bunun sebebi şudur ki, «Siz tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz, O'na ortak koşulduğunda da inanıyordunuz, işte hüküm O ulu, O büyük Allah'ındır.»
Sonuç olarak ; Dini Kur'andan öğrenmemenin açık bir tezahürü olan ve vahyin yerine kişiyi merkeze alan bir inancın göstergesi olan Allah (c.c) nin isminin yanına peygamberin ismini koymak yanlış bir inanç olup, kişiyi şirke götürebilir.
Muhammed (a.s) ı sevmek elbette her Müslümanın görevidir , ancak bu sevginin aşırısı nasıl Hristiyanları şirk'e götürdü ise , Müslümanları da şirk'e götürebilir. Vahiy , bu konuda da bizlere sınırlarımızı göstermekte , şirk'e düşmeden bir sevgi nasıl gösterilir onu en sahih biçimde öğretmektedir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) isminin yanına hiç bir ismi bu elçisi olmuş olsa da kabul etmez. Bizlerin peygamber sevgisi adına yaptığımız bazı hatalar bizlerin ebedi olarak cehenneme sevk edilmemize sebep olabilecektir. Yapılan bu tür yanlışları ikaz etmek peygamber düşmanlığı değil , aksine bu gibi yanlışları yapanlar bilerek veya bilmeyerek Allah ve peygambere düşmanlık yapmaktadırlar
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kavramın ifade ettiği anlamlar , maalesef bir kısım Müslümanın hayatı içinde yer almakta ve kendisine "Ben Müslümanım" diyen bir çok Müslüman, şirk içinde bir hayat geçirmekte , ve bu şirklerinden haberleri olmadan vefat etmektedirler.
Yazının amacı ,kimseyi tekfir etmeye yönelik olmayıp , Zümer s. 45. ayeti örneğinde şirk'in Müslüman hayatında nasıl yer aldığına dikkat çekmeye çalışarak , bundan sakınılmasına yönelik bir hatırlatmadır.
[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.»
[039.045] Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.
Ayetin ilk muhatap kitlesi Mekkeli müşriklerdir. Biz bu ayeti "sadece onlara hitap ediyor" diyerek tarihe gömmek yerine , bu ayetin içerdiği mesajı dikkate alarak , aynı durumun Müslümanlardaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
Bilindiği üzere bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların inançlarının kaynağı vahiyden değil, rivayetlerden beslenmektedir. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen bazı olaylar , Müslümanları "Vahiy merkezli din" den , "Elçi merkezli din" e yöneltmiş ve bu yönelimin yol açtığı itikadi bozukluklar ile bugüne bu şekilde gelinmiştir.
Vahyin elçisi olan Muhammed (a.s) a, Allah (c.c) tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" payesi bizlere az gelerek , onu daha yukarı taşıma emareleri, daha ilk yıllardan itibaren Müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamış , ve neticede Muhammed (a.s) nin ismi, Allah (c.c) nin ismi ile birlikte anılmaya başlamıştır.
Bilindiği üzere onun sözlerinin aynı Kur'an gibi yani vahiy olduğu şeklinde yerleştirilmiş olan inanç , maalesef İslam dünyasının çoğunluğunda kabul gören bir anlayıştır. Böyle olunca Onun sözleri Kur'anın önüne geçmiş , ve rivayet merkezli bir dinin temelleri bu yolla atılmıştır.
İlerleyen zamanlarda , Muhammed (a.s) a yüklenen misyon öyle bir hale gelmiştir ki , onun ismi anılmadan Allah isminin anılması sanki günhamış bir bir algı oluşturulmuş ve Hristiyanların teslis (üçleme) akidesine karşılık bizde de tesniye (ikileme) akidesi oluşturulmuştur.
Bugün bir çok Müslümanın ağzında "Ya Rabbim Ya Resulullahım" , "Ya Allah Ya Muhammed" , "Kur'an ve Sünnet" gibi ikilemeler, dindarlık ifadesi olarak dolaşmakta , böylelikle Zümer s. 45. ayetinin haber verdiği durumun bir benzeri, biz Müslümanlarda bu şekilde yaşanmaktadır.
Fatiha okunmadan önce "El fatiha meassalavat" şeklinde komut verilerek , fatihaya başlanmadan evvel salavat okunması gerektiği düşüncesi , bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş doğru bilinen yanlışlar serisindendir.
Duaya başlanmadan evvel salatü selam okunarak başlanması gerektiği düşüncesi , edilen duaların önce Muhammed (a.s) a uğrayarak oradan Allah (c.c) ye çıktığı inancının kişinin itikadında derin bir yara açtığı bilinmeden , duaların kabulü için ne kadar bol salavat okunursa o kadar iyidir düşüncesi ile salavat kampanyaları dahi yapılmaktadır.
Dünyanın her neresinde bir camiye gitsek , oralarda "Allah" ve "Muhammed" isimlerinin yan yana olduğunu müşahede edebiliriz. Dahası , 4 halife ve aşere i mübeşşere olarak bilinen 10 sahabenin isimleri duvarları kaplamaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kullanan bir Müslümana , bunları kullanmanın yanlış olduğu söylense, bir çoğu karşı çıkarak bu yanlışlığı hatırlatan kimse , "Sen peygambere düşman mısın?" şeklinde sert bir tepki ile karşılaşacaktır.
Bir çok Müslümanın algısında peygamber sevgisi demek , onun ismini Allah (c.c) ile birlikte anarak onun şefaatine nail olmak ve böylece cehennemden azat olmak anlamına gelmektedir.
Başlı başına garabet bir düşünce olan şefaat düşüncesi , Kur'anın bir çok yerinde müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilmişken , nasıl olmuşsa olmuş bu inanç biz Müslümanlarda akide konusu haline getirilmiştir.
Bugün bir çok Müslümanın Allah inancında büyük problemler olup , bu problemlerin Kur'anın gösterdiği ışığın izinde çözülmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin kim olduğu , onun elçisi de olmuş olsa bir beşere hiç bir şekilde kendisine ait olan yetkilerden bir kısmını devretmesinin imkansız olduğu inancı kökleşmeden gerçek bir peygamber sevgisi asla oluşamaz.
Şirk kavramının geçmişte kalmış veya bizim dışımızda olanlar ile sınırlı bir kavram olmadığı , bizlerinde her an bu tehlike ile karşı karşıya kalabilmesi muhtemel olduğu düşüncesi Müslümanlarda yaygınlaşmadan , bu gibi yanlışların önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır.
Allah (c.c) nin ismini söylerken , Muhammed (a.s) ın isminin anılması sanki farzmış gibi bir algı sahibi olanlara , böyle bir durumun olmadığını , aksine böyle bir ikileme kullanmanın kişiyi şirk'e düşürme tehlikesi olduğunu anlatmanın kolay olmadığını da bilmekteyiz.
Dinlerini kerameti müritlerinden menkul şeyh efendilerden öğrenenler için , bunları anlaması zor hatta imkansız gibidir. Bu gibi kimselerin hatalarını yumuşak bir dille anlatmaya çalışmak gerekmektedir. Onlar sert dil kullansa dahi, bizlerin aynı sert üslubu onlara karşı kullanmadan doğru bildiklerimizi anlatmak zorundayız. Kimseye kendi düşüncemizi dikte ettirmek gibi bir vazifemiz olmadığı da asla unutulmamalıdır.
Kişi merkezli din anlayışı içinde olan tasavvuf kesimi için bu tehlikenin daha büyük olduğunu söylemek isteriz. İsimleri meşhur olan ve "Gavs" , "Kutub" , "Evliya" , "Sadat" v.s olarak bilinen kimseler üzerinden yapılan şirk içeren ifadeler , maalesef bir çok cahil müridin ağızlarında "Yetişşşş yaaaa ......." , "Medet yaaaa....." şeklinde dolanmaktadır.
Allah (c.c) nin isminin yanına başka isimler koymanın tezahürleri çok geniş bir alanın konusu olmakla birlikte , biz sadece Müslümanların Muhammed (a.s) a yükledikleri yarı ilah misyonunun sözel kesime yayılmış şeklindeki yanlışa dikkat çekmeye çalıştık. Bu cürmün cezası ise şu şekilde beyan edilmektedir.
[040.012] Bunun sebebi şudur ki, «Siz tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz, O'na ortak koşulduğunda da inanıyordunuz, işte hüküm O ulu, O büyük Allah'ındır.»
Sonuç olarak ; Dini Kur'andan öğrenmemenin açık bir tezahürü olan ve vahyin yerine kişiyi merkeze alan bir inancın göstergesi olan Allah (c.c) nin isminin yanına peygamberin ismini koymak yanlış bir inanç olup, kişiyi şirke götürebilir.
Muhammed (a.s) ı sevmek elbette her Müslümanın görevidir , ancak bu sevginin aşırısı nasıl Hristiyanları şirk'e götürdü ise , Müslümanları da şirk'e götürebilir. Vahiy , bu konuda da bizlere sınırlarımızı göstermekte , şirk'e düşmeden bir sevgi nasıl gösterilir onu en sahih biçimde öğretmektedir.
Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) isminin yanına hiç bir ismi bu elçisi olmuş olsa da kabul etmez. Bizlerin peygamber sevgisi adına yaptığımız bazı hatalar bizlerin ebedi olarak cehenneme sevk edilmemize sebep olabilecektir. Yapılan bu tür yanlışları ikaz etmek peygamber düşmanlığı değil , aksine bu gibi yanlışları yapanlar bilerek veya bilmeyerek Allah ve peygambere düşmanlık yapmaktadırlar
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)