Geleneksel İslam düşüncesine arız olan en büyük hastalık "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile yapılan dini çıkarımlardır. "Kabir azabı" konusu , bu metoda uygun bir şekilde ortaya atılmış bir düşünce olup, Kur'anda bu konuyu net olarak ifade edebilecek bir tek Ayet yoktur. "Ayet yoksa biz buluruz" mantığı içinde yapılan çalışmalar sonucu Mü'min s. 46. ayeti bulunmuş ! ve bu ayet konuya Kur'andan delil olarak getirilebilen tek ayet olarak kitaplara geçmiştir. Konuya uygun olarak Delil getirilen birkaç Ayet daha olmasına rağmen o Ayetler zorlamanın şahikası diyebileceğimiz bir durumda olduğu için kayda değer görülmeyerek eleştiriye dahi tabi tutulmayacak durumdadır. 
 Konuya  geçmeden önce şunları yeniden hatırlatmak istiyoruz; Kur'an ön kabuller doğrultusunda okunan bir Kitap mesabesine sokulduğu an , isteyenin istediği şeyi çıkarabileceği bir Kitab haline dönüşür. Konu ile ayetlerin Kur'an bütünlüğü gözetilmeden okunarak yapılan bir çıkarım mutlaka eksiklik ve hataları barındıracaktır.
 Mü'min s. 46. ayeti tek başına okunarak mesajı anlaşılabilecek bir Ayet
 değildir. 23-53. ayetler arası anlatılan bir konunun içinde olan bir ayet olup bu konuyla ilgili olarak " https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/11/mumin-s-23-53-ayetleri-firavun.html" başlıklı bir yazımızda onu ile ilgili ayetlerin mesajını anlamaya çalıştık.
 [004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan 
başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, 
ihtilâflar) bulacaklardı.
[018.001]  Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık 
kılmayan Allah'a aittir.
Yukarıdaki Ayet mealleri Kitap ta herhangi bir çelişki veya eğrilik bulunmadığını beyan eden ayetler olup, "Kabir azabı" konusu ile Kitapta sanki bir eğrilik varmış gibi bir durum oluşturulmuş olmaktadır şöyleki ; 
Kur'an okurken yapılması gereken şey, kafadaki ön kabullere uygun ayet aramak değil, okunan ayetlerin mesajını anlamaya çalışmak olmalıdır , şimdi konumuza geçebiliriz.
 
Kur'anda bir çok ayet kıyamet sonrası kabirlerden kalkanların kendi aralarındaki konuşmalarından bahsetmektedir. 
-----17.052   O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az 
kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
-----020.103-104 Onlar, aralarında: «On günden fazla durmadınız.» diye gizli gizli 
konuşacaklar. Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından 
onların daha üst olanları ise: «Siz yalnızca bir gün kaldınız» derler.
-----023.112-113-114 Allah onlara yine: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız» 
der.«Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» 
derler.Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş 
olsaydınız!
-----030.055-56 Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir müddet kalmış 
olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp haktan 
döndürülüyorlardı.Kendilerine ilim ve iman verilenler; «And olsun ki, siz Allah'ın yazısında 
mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, 
fakat sizler anlamıyordunuz» derler.
-----010.045 Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle 
sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına 
çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
-----046.035 O halde üstün irade sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret 
ve onlar hakkında ivedilik etme! Onlar, kendilerine va'dedilen acıyı görecekleri 
gün, gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir. Bu yeterli bir 
tebliğdir. Demek ki, helak edilecekler, başkası değil, ancak itaattan çıkmış 
fasıklar topluluğudur!
-----079.046 Onlar, onu (kıyameti) görecekleri gün, sanki bir akşam veya bir 
kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
----- 036.052  «Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?» derler. 
Onlara: «İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru 
söylemişlerdi» denir.
-----037.019-20-21İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık 
kendileri 
(diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.Şöyle derler: «Vay bize! İşte 
bu ceza günüdür.»Onlara: «İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür» denir.
-----054.007-8 Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan 
(utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O 
esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----070.043-4 O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri 
horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden 
fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!  
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri , kıyamet sonrası yeniden dirilenlerin kendi aralarındaki yapacak oldukları konuşmalardır. Şimdi sorarız , eğer bu kişiler kabirlerinde herhangi bir azab görseler idi gördükleri azab ile ilgili konuşmalardahiç bulunmazlarmıydı?.  
Yukarıdaki Ayetlerden anlaşılması gereken , Dünya hayatını bitirerek kabre girmiş olan bir kişi kıyamet sonrası kalkışa kadar belki binlerce sene kabirde kalmış olsa bile, ne kadar dahi kaldığını bilemeyecek bir şekilde kabrinde yeniden dirilmeyi beklemektedir ve yeniden dirilince ne kadar kaldığından habersiz oldukları konusundaki ayetler bizlere yeterli bilgiyi vermektedir. 
Kur'anda hiç bir şekilde çelişki ve eğrilik olmadığına göre yukarıdaki ayetler ile Mü'min s. 46. ayetinin "Kabir azabı" na delil olması konusunda bir çelişki olduğu görülmektedir. Bu çelişkiyi "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile çözmeye kalkarsak çok büyük bir cürüm işlenmiş olacağı açıktır. Bu metoda göre ayeti okuduğumuz takdirde rivayetlerin bize empoze ettiği bir konuyu Kur'andan delili olmamasına rağmen kabul etmek zorunda kalacağımız gibi Kur'anı çelişkili bir Kitap durumuna düşürmüş olacağız. 
Bu ayeti öyle bir okuma metoduna tabi tutmalıyızki , ölüm ile yeniden diriliş arasını anlatan ayetler ile aralarında herhangi bir çelişki doğmasın . TAKDİM-TEHİR usulu Kur'anda bazı ayetlerdeki lafızların öne bazı lafızların arkaya gelmesi şeklinde kendisini göstermektedir, bunu kolay anlamak için bir kaç ayet vermek gerekmektedir. 
 Festecebnâ leh(lehu), ve vehebnâ lehu yahyâ ve aslahnâ lehu 
zevceh(zevcehu), innehum kânû yusâriûne fil hayrâti ve yed’ûnenâ regaben
 ve rehebâ(reheben), ve kânû lenâ hâşiîn(hâşiîne).
21-90 Biz de ona icabet ederek, Yahya'yi bahsetmis, esini de dogum  yapacak 
hale getirmistik. Dogrusu onlar iyi islerde yarisiyorlar, korkarak ve  
umarak Bize yalvariyorlardi. Bize karsi gonulden saygi duyuyorlardi.
Enbiya s. 90. ayetinde önce Yahyanın bahşedildiği , sonra Zekeriyanın eşinin doğum yapacak hale getirilmesinden bahsedilmektedir. Halbuki bir kadın önce eşinin doğum yapacak hale getirilerek sonra Yahyanın bahşedilmiş olduğu bilinmektedir , dolayısı ile ayette takdim-tehir vardır ve olması gereken "Eşini doğum yapacak hale getirip Yahya yı bahşetmiştik" şeklindedir. 
Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etbeahum fir’avnu ve cunûduhu 
bagyen ve advâ(adven), hattâ izâ edrekehul gareku kâle âmentu ennehu lâ 
ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel 
muslimîn(muslimîne).
10.90]  İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri 
haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: 
«İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben O'na 
teslim olanlardanım» dedi.
Yunus s. 90 . ayetinde önce İsrailoğullarının denizden geçirildiği , sonra Firavun ve askerlerinin onların peşine düştükleri şeklinde bir ibare görmekteyiz, halbuki Firavun ve askerleri İsrailoğullarının peşine denizden geçmeden önce düşmüşlerdir. Bu ayette de takdim tehir görülmekte olup ibare "Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler ve İsrailoğullarını denizden geçirdik" olmalıdır.
Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur(nuzuri).
54.16.Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
Kalem s. 16-18-21-30-37-39. ayetlerde azabın uyarıdan önce geldiğini görmekteyiz, halbuki önce uyarı sonra azab gelmesi gerekirdi , bu ayetlerdede takdim tehir görülmektedir.  
Bu örneklerden sonra Mü'min s. 46. ayetine gelebiliriz; Kur'andaki diğer ayetlerden anlaşıldığı üzere yeniden dirilişe kadar geçen zaman içinde kabirlerde yatanlar herhangi bir azab görmemektedirler ve kalkışlarında böyle bir azabı gördüklerine dair herhangi bir konuşmada bulunmamaktadırlar. Öyleyse bu ayetin kabir azabına delalet ettiğini iddia etmek Kur'anda bir çelişki meydana getirecektir. 
En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ(aşiyyen) ve yevme tekûmus sâah(sâatu), edhılû âle firavne eşeddel azâb(azâbi).  
[040.046]  Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, 
«Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
Kıyamet çatmadan önce ateş olmadığına göre bu ayeti takdim-tehir kuralına uygun bir okumaya tabi tutup şu şekilde okuyabiliriz.
"Kıyamet çattığı gün, 
«Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar."
Mü'min s. 46. ayetinin bu şekil bir tertibi , kabir azabı ile herhangi bir bağ kurulmasına mahal bırakmadığı gibi , kabir azabı ile bir bağ kurularak Kur'anın çelişkili bir Kitap olmuş olması kapısını da kapatmaktadır. 
Ayette ki "sabah akşam" ibaresi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz ; bu şekil bir ifade olayın sadece günde iki vakit içinde gerçekleşeceğini değil devamlılık ve süreklilik ifadesidir buna benzer bir ifadeyi Meryem s. 62. ayetinde Cennet ehli ile alakalı olan bir anlatımda görmekteyiz. 
[019.062]  Orada hiç boş söz işitmezler; ancak bir «Selam» işitirler. Orada 
sabah akşam rızıkları da vardır.
Bazı okurların içinin ferahlaması için şunları söylemek isteriz ; Bu şekil bir okuma sadece kendi çıkarsamamız olan bir okuma değildir. Kurtubi tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak Ferra dan şu görüşler nakledilmektedir.
  
"el-Ferra
ise âyet-i kerimede bir takdim ve tehir olduğunu kabul etmektedir. Buna göre
âyetin anlam sıralanışı şöyledir: "Firavun hanedanını azabın en
şiddetlisine sokun"; "ateştir o, onlar sabah akşam ona
arzolunurlar." O böylece ateşe arzedilmeyi ahirette kabul etmiş
olmaktadır."
Dikkat edilecek olursa burada önemli bir ayrıntı vardır , Ferra nın ateşe arz edilmeyi ahirette kabul etmiş olması , onun kabir azabını kabul etmediği anlamına gelmektedir. Geçmişte yaşamış alimler içinde Kur'ani anlamda çıkarımlarda bulunanlar mutlaka olmuş olmasına rağmen , bunların azınlıkta kaldığı veya mahalle baskısına tabi tutularak görüşlerini açıklamaktan çekindiğini düşünmekteyiz. 
Günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış olan İbni Kuteybe nin Hadis Müdafaası" adı ile türkçeye çevrilen eserinde "recm cezasını inkar edenler" şeklinde açtığı bir başlıkta, ayetleri takla attırarak , bu cezaya karşı çıkanlara , Hadis Müdafaası yaptığını görmüş olmamızın arka planında aynı şekilde o devirde Kur'anı savunanların olduğu anlaşılmaktadır. 
Sonuç olarak; Ayetlerin rivayetlere feda edilmesinin bir örneği olan , Mü'min s. 46. ayeti bağlamından kopuk ve ön kabullu yapılan bir okuma sonucu, kökü Kur'anda değil de rivayetlerde olan bir konu olan, "Kabir Azabı" konusu ile ilişiklendirilerek rivayete feda edilmiş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Ayet halbuki cımbızla seçilecek bir Ayet olmayıp 23-53. ayetler arası bağlamı olan bir ayettir. Ön kabullu bir okumaya tabi tutulmadan yapılacak bir okumada, Firavuna karşı hakkı haykıran yiğit bir muvahhid in örnekliği açıkça görülebilecek iken , maalesef ön kabullere kurban edilerek örneklik ıskalanmış ve alakasız bir konuyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Yapmaya çalıştığımız okuma diğer Kur'an ayetlerinin delaleti ile olup "Kabir azabı vardır" düşüncesinin karşıtı olarak "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir düşüncenin ürünü değildir. Bunlara rağmen , "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" diyenlere söyleyecek herhangi bir söz bulamıyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
7 Kasım 2014 Cuma
6 Kasım 2014 Perşembe
Mü'min s. 23-53. Ayetleri Firavun Sarayındaki Bir Muvahhid




Kur'an
 kıssaları bizden öncekilerin başlarından geçen olayları aktararak ibret
 almamızı amaçlayan anlatımlardır. Musa(a.s) kıssası; Kur’an'da hacim 
itibarı ile en fazla yer kaplayan kıssalardan olup, mesaj değeri 
açısından ibretli anlatımları içinde barındırmaktadır.
MÜ'MİN 23-53 arası ayetleri; Musa(a.s) kıssasının anlatıldığı ayetlerden olup, bu kıssa içinde öne çıkan bir kişi vardır ki “en büyük cihadın zalim sultana karşı söylenen hak söz"
 olduğunu pratiğe geçiren bir kişidir. Kur'an kıssaları; özellikle 
tevhidî duruşun geçmiş örneklerini sergilemesi açısından önemli bilgiler
 deposu olup, bu bilgiler ve örneklikler ışığında bizlerin yürümesi 
gerekmektedir.
Parmak,
 ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmayı adet edinmiş olan biz 
Müslümanlar, ortada duran örnekliği ıskalayarak kıssa içindeki 46. ayete
 takılıyoruz. Kur'an içinde olmayan bir düşüncenin, Kur’an'a 
onaylatılması çabası içine düşerek, "kabir azabı" düşüncesini red
 eden onca ayete rağmen, sadece bu ayeti cımbızlayarak bu konuya delil 
getirme çabasına düşüyoruz. Konumuz kabir azabı olmadığı için sadece 
kısa bir hatırlatma olarak esas konumuza geçmek istiyoruz. Ayetlerin 
meali şu şekildedir;
[040.023] Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.
[040.024] Firavun'a, Haman'a ve Karün'a; onlar dediler ki: «Bu bir sihirbaz, bir yalancı.»
[040.025] İşte
 o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman
 edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama 
kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.
[040.026]
 Firavun demişti ki: Bırakın beni de Musa'yı öldüreyim. O ise Rabbına 
yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde 
fesad çıkarmasından korkuyorum.
[040.027] Musa dedi ki: «Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.»
[040.028]
 Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki: 
«Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, 
size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Buna rağmen o 
eğer bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru söyleyen 
ise, (o zaman da) size va'dettiklerinin bir bölümü size isabet eder. 
Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyeni hidayete erdirmez.»
[040.029]
 «Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi 
kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa 
bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca 
gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da
 başkasına yöneltmiyorum.»
[040.030] O iman etmiş olan kişi: «Ey kavmim, doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (eski topluluklar)ın günleri gibi bir günden korkuyorum.
[040.031] «Nuh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.»
[040.032] Ey kavmim; doğrusu ben, sizin için o feryad gününden endişe ediyorum.
[040.033]
 «Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur. 
Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.»
[040.034]
 «Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman 
size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat
 edince, demiştiniz ki: «Allah, ondan sonra kesin olarak bir resul 
göndermez.» İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.»
[040.035]
 Onlar ki, kendilerine gelmiş hiçbir bürhan olmaksızın Allah'ın 
âyetlerinde mücadelede bulunurlar. Allah indinde ve imân edenlerin 
indinde büyük bir gazap (vesilesi) olmuştur. İşte Allah, her mütekebbir,
 cebbâr olanın kalbini öyle mühürler.
[040.036] Ve Fir'avun dedi ki: «Ey Haman! Benim için bir yüksek köşk yap. Belki, ben yollara ulaşırım.»
[040.037]
 «Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü 
ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle 
çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve
 kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.
[040.038] İman eden (adam) dedi ki: «Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola iletip-yönelteyim.»
[040.039] Ey kavmım! Bu Dünya hayatı ancak (bir meta') bir kazançtan ıbarettir, Âhıret ise (Dârülkarar) durulacak yurddur
[040.040]
 «Kim bir kötülük işlerse, sadece o kadar cezalandırılır. Ama, mümin 
olarak, ister erkek ister kadın, kim makbul ve güzel bir iş yaparsa, 
işte onlar cennete girer ve orada hesapsız nimetlere nail olurlar.»
[040.041] «Ey Kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni ateşe çağırmaktasınız.»
[040.042]
 «Çünkü benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir
 bilgim olmayan şeyleri, Kendisine şerik yapmamı teklif ediyorsunuz. Ben
 ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o azîz ve 
gaffâr’ın yoluna dâvet ediyorum.»
[040.043]
 Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de 
davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de 
ateş ehlinin kendileridir.
[040.044]
 «Size söylediğim şu sözleri yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi 
Allah’a bırakıyorum. Çünkü Allah kullarını pek iyi görmektedir.»
[040.045] Onun için Allah, onu onların kurdukları tuzağın fenalıklarından korudu ve Firavun'un ailesini o kötü azap kuşattı.
[040.046]
 Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı 
gün de: «Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba!» (denilir).
[040.047] Ateşin
 içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar, 
büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş 
(teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, 
bizden uzaklaştırabilir misiniz?»
[040.048]
 Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz; 
gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık) .»
[040.049] Ateşte
 olanlar bu sefer, cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize bizim için 
yalvarın. Bir gün olsun, azabımızı hafifletsin!» derler.
[040.050]
 (Bekçiler:) «Size kendi resulleriniz apaçık belgelerle gelmez miydi?» 
dediler. Onlar: «Evet» dediler. (Bekçiler:) «Şu halde siz dua edin» 
dediler. Oysa kâfirlerin duası, çıkmazda olmaktan başkası değildir.
[040.051] Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.
[040.052] O gün zalimlere mazeretleri fayda sağlamaz. Onlara sadece lânet vardır! Onlara sadece kötü bir yurt vardır!
[040.053] Andolsun biz Musa'ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras bıraktık.
Ayetleri
 bütünlük içinde okuduğumuzda; dünya hayatını şirk ve müstekbirlikle 
geçirmiş olanların ahiret hayatındaki durumları anlatılmakta olup, "ayağınızı denk alın"
 mesajı verilmektedir. Ayetlerin teker teker üzerinde durmaktan çok, 
anlatılan kıssa içindeki şahsın örnekliği üzerinde durarak bizlere düşen
 hisseyi anlamaya çalışacağız.
Firavun
 - Haman - Karun-Bel'am  sembol isimler olarak her devirde yaşayan ve 
yaşayacak olan, vahiy karşıtlarının en tepede olanları ve halkı 
yönlendirenleridir. Firavunlar; emri altında yaşayanlara kendi ilah ve 
Rablıklarını empoze ederek, Allah’tan rol çalmaya soyunmaktadırlar. 
Hamanlar ise; bu Firavunların en büyük yardımcıları olup, onlara yol 
gösterenlerdir. Karunlar ise bunların para kaynaklarıdır. Bu şeytan 
üçgeni; her zaman dilimi içinde yaşayan ve yaşayacak olan tipler olup, 
emri altındakileri Allah yolundan çevirip kendilerine kul etmek için 
çabalamaktadırlar.
25.
 ayetteki soykırım; ikinci bir soykırım başlangıcı olup, ilki Musa(a.s) 
doğmadan önce başlamış ve annesinin onu öldürülmekten kurtarmak için 
nehre bırakması ve sarayda büyütülmesi ile devam eden bir süreçti. 
İkinci soykırım; sihirbazların imanı sonrası yenilen Firavun’un, bu 
yenilgiyi örtmek amacı ile başlattığı bir intikam soykırımı olması, 
bizce daha makul görünmektedir.
Bu
 olaylar akabinde o zamana kadar Mü'min olduğunu saklayan Firavun 
ailesinden olan birisi ortaya çıkar ve bu zulme karşı başkaldırır. Bu 
ayetlerde öne çıkması gereken şeyin; bu kişi ve onun mücadele örnekliği 
olması gerektiğini düşünmekteyiz.
Firavun;
 konum itibarı ile kendisini ilah ve rab ilan ederek, elinin 
altındakiler üzerinde büyük bir baskı ve zulüm hegemonyası kurmuş bir 
vaziyette idi. Bu durum altında, hem de onun ailesinden olan birisinin 
böyle bir kıyama kalkmasının önemli bir mesajı vardır. Firavun’un bu 
baskısı YUNUS 83 ayetinde şu şekilde dile getirilmektedir.
[010.083] Sonunda
 Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun 
ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- 
iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir 
zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.
Kıssada
 bahsedilen kişinin "Firavun ailesinden" şeklinde bahsedilmesi; onun 
sıradan bir insan olmadığını göstermektedir. İnsanların dünya hayatına 
olan rağbetleri, hele bu insan servet ve ihtişam içinde bir hayat 
sürdürüyor ise, ahireti umursamayacak bir duruma götürür.
Böyle
 müreffeh bir hayat süren insanların; bu hayatlarını bırakarak bunun 
tersi bir durumda hayat sürmeleri, nefslerin kaldırabileceği bir durum 
değildir. Firavun'un sihirbazlarının, onun kendilerine vaat ettiği 
dünyalıkları red ederek ölümü seçmeleri; imanını saklayan kişiye de 
örnek olduğunu düşünmekteyiz. Bu yiğit adamın ortaya çıkışı, 
sihirbazların mağlup olarak iman etmeleri ve sonucunda öldürülmelerine 
varan olayların sonrası olması bu tezimizi güçlendirmektedir.
[003.014] Kadınlara,
 oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, 
ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. 
Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah 
katındadır.
[009.024] De
 ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, 
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza 
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
 daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık 
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Bu
 yiğit Muvahhit'in örnekliği okunmalı ve hayata yansıtılmalıdır. 
İnsanların kendilerinden mal, servet ve güç bakımından daha üstün olan 
birisine tâbi olmaları şeklindeki yönelimleri bir realitedir. Allah(c.c)
 bu yönelimin kendisine olması gerektiğini çünkü yeryüzünde kendisinin 
malını, servetini, gücünü geçebilecek veya kırabilecek hiç bir gücün 
olmadığını bizlere bildirmektedir.
Kendilerine
 yeryüzünde emanet olarak verilen mal, güç ve serveti bunları verenin 
emri doğrultusunda değil, bunları vereni unutarak, kendisinin 
kazandığını zannederek ilahlığa ve Rablığa soyunanlar her devirde var 
olmuştur ve olacaktır. Firavun bu vasıflara uygun bir yönetici tipi 
olarak bizlere anlatılmaktadır.
Firavunlar;
 çevresinde olan insanları, kendi iktidarlarını sağlama almak için 
kullanmakta ve onlara nefslerin hoşlandığı şeyler olan geçici dünya 
metaından faydalandırarak yanlarına almaktadır. Bu şekil hayat tarzı ile
 yaşayan insanlar, Firavunların sağladıkları geçici mal ve servetten 
ayrılmak asla istemezler ve bu hayatlarının devamı için Firavunlara 
yaltaklanmayı sürdürürler.
Allah(c.c);
 Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’ı Firavun’a göndererek bu zulme son 
vermesini istemiş, Firavun ise bu çağrıyı red ederek ilah ve Rablığın 
kendisine ait olduğunu ileri sürmüştür. İşte böyle bir ortam içinde 
hayat süren bir kişi, kalkıyor ve Firavun’un ilahlığını ve Rablığını red
 eden bir konuşmayı onun yüzüne karşı yaparak içinde bulunduğu imkanları
 tepmeye cesaret edebiliyor. Bu yiğit Muvahhit, maalesef Kur'an 
sayfaları içinde görülmeyen bir kişi olarak her gün defalarca okunup 
geçilmektedir.
Bugün bu yiğit Muvahhit'in örnekliği Kur'an sayfalarının içinden çıkarılarak nasıl hayata geçirilebilir?
Günümüzdeki
 Firavunvâri yönetimler; iktidarlarını sağlama almak için kendilerine 
müdahene eden, yani yağcılık eden bir tabaka oluşturmak zorundadırlar. 
Bunu da içinde bulundukları yönetim nimetlerinden o insanları 
faydalandırarak, vazgeçilmesi zor bir servet, güç ve ihtişama boğarak, 
göbeklerinden kendilerine bağlayarak yapmaktadırlar.
Bu
 durumu Türkiye genelinde düşündüğümüz zaman; bugünkü iktidarın, ayakta 
kalmak için bir kısım Müslümanlar ile karşılıklı müdahene, yani tavizkâr
 bir tutum içine girdiğini ve bir kısım "Din Âlimi" etiketi taşıyan 
insanlara, bir takım tavizler vererek ve onları göbeklerinden 
bağlayarak, iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gittiği görülmektedir.
Burada
 Firavun’un sihirbazları ile Firavun ailesinden olan insanın 
örnekliğinin devreye girmesi gerekmektedir. Bu yiğitler ölümü göze 
alarak Firavun’un kendilerine sunduğu dünyalıkları red edip, onun ilah 
ve rab olmadığını, gerçek İlah ve Rabb’ın alemleri yaratan olduğunu 
haykırmışlardır.
Bugün
 Türkiye’de "Din Âlimi" veya "Kanaat Önderi" pozisyonunda olarak 
insanların fikirlerini etkileyen insanların, dini kullanarak iktidara 
karşı yamulmaları acı bir tablodur. İktidar nimetlerinden faydalanma 
karşılığında, onların iktidar lehine olan "söylem"leri veya 
"söylememe”leri, onlara vebal olarak yeter.
Daha
 acı olan taraf şudur ki; bugün bu yiğit muvahhidin yapmış olduğu kıyam,
 suistimale uğratılmaya çalışılarak içinde bulunduğumuz tağûdî sistem 
içinde görev almak ile o yiğit Muvahhit arasında bir benzerlik kurulmaya
 ve sistem bir şekilde meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Firavun 
ailesinden olan o yiğit Muvahhit’in belli bir zaman kendini saklaması 
ile bugün siyasi mücadele içinde olan muhafazakar partiler, kendileri 
ile o yiğit arasında bir benzerlik kurarak yaptıklarına meşruiyet arama 
gayretindedirler.
Bu
 düşüncede olup da ayetlere takla attıran muhafazakarlara sözümüz şudur;
 hadi Kitap’ı doğru düzgün okumuyor, içindeki örneklikleri kaale 
almıyorsunuz, hiç olmazsa ayetlere takla attırarak yamultmayın ve bu 
Kitap'ı kendi hatalarınızı meşru gösteren bir noter kitabı haline 
getirmeyin.
Müslüman
 olarak sadece Allah’a teslim olmak demenin ne demek olduğunu veya ne 
demek olması gerektiğini avamdan daha iyi bilen bu âlimler, avama sadece
 Allah'a kul olmaları gerektiğini anlatacakları yerde; iktidara kul 
olmalarını anlatmaları en hafif deyimle yakışık alan bir durum değildir.
Vakıf ve derneklerinde "Kur'an 
tefsiri" çalışmalarına önayak olan bu alimlerin, özellikle zulme karşı 
tevhidî duruş sergileyen yiğit Muvahhitlerin kıssalarını hiç kimseden 
korkmadan, çekinmeden, başımız derde girer korkusu olmadan anlatmaları, 
özellikle de kıssayı yaşamaları gerekirken; bunun tersini anlatmaları 
akıl alacak bir şey değildir.
Geleneksel
 din inancı içinde olanlardan böyle bir şey beklemek bile abesle iştigal
 olduğu için, o kesim âlimlerine en ufak bir serzenişte bile 
bulunmuyoruz. Serzenişimiz; Kur’an'ın Türkiye’de gündem olmasına vesile 
olup da bir şekilde iktidardan yana tavır almak zorunda kalan, dünün 
tevhidî söylem alimlerinedir.
Geleneksel
 din inancı içinde olanlar koskoca kıssada verilmek istenen mesajın 
peşine düşmek şöyle dursun, Kur’an’da olmayan bir inancı Kur’an’a 
onaylatmak için sadece 46. ayeti görüp "bak işte burada kabir azabından bahsediliyor" diyerek trajikomik bir okuma sergilemişlerdir.
Sonuç olarak; Kur’an’ın en temel çağrısı olan "sadece ve sadece Allah(c.c)'nin İlah ve Rabb olarak bilinmesi ve ona uygun bir hayat sürülmesi"
 tarihin her devrinde ortaya çıkan sahte ilah ve rablar tarafından 
sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Firavun bu bağlamda prototip bir 
yönetici olup evrensel bir karakterdir. Bu Firavunlara karşılık her 
devirde hakkı haykıran, zalim sultana karşı çıkan yiğitler de var olmuş 
ve olacaklardır.
MÜ'MİN
 23-53 ayetleri arasında okuduğumuz kıssa içinde yiğit Muvahhit maalesef
 Kur’an sayfaları arasında gömülü kalmış ve onun bu yiğitlik örnekliği 
sadece sevap almak için okunan bir pasaj haline düşürülmüştür. Bizlere 
düşen; bu tür örneklikleri okumak, ibret ve örnek vesikaları olarak 
hayata aktarmak olmalıdır. Kur'an kıssalarını "eskilerin masalları"
 olarak okumak yerine, bize dönük ibretli mesajlar şeklinde okuduğumuz 
zaman; Kitap’ın içinde capcanlı duran bu tevhid eri bugün yaşayacak, 
mevcut iktidara müdahene edenlere karşı sıcak bir tavır takınmayıp ve 
kendisi hakkı ne pahasına olursa olsun haykıracaktı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR.
4 Kasım 2014 Salı
Tilavet Kelimesi Üzerine Bir Düşünce Çalışması
Kur'an arapça lisan üzerine inmiş bir Kitap olması nedeni ile , arapların günlük dilde kullandıkları kelimeler ile nazil olmuştur. Tilavet kelimesi de bu kelimelerden birisi olup meallere "okumak" şeklinde yansıtılmıştır. "Ka-ra-e" fiilinden türeyen kelimelerinde kullanıldığı Kur'anda bu kelime de "okumak" anlamı verilerek meallere yansıtılmıştır. Tilavet kelimesi sözlük anlamı olarak okumayı da içine almaktadır ancak diğer kelime olan "Karae" kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir. 
"Telatün" ; Onu , ikisinin arasında kendilerinden olmayan bulunmayacağı bir ardışıklıkla takip etti , izledi . Bu takip etme bazen bedensel , bazen hükme uyma veya hükmü taklit etme şeklinde olur , bazende okuma ve anlamı tedebbür etme , düşünme şeklinde olur. (El Müfredat)
Kelimenin bu anlamından hareketle "Kur'anı tilavet etmek" deyimine , " Kur'anın arasına ondan onay almayan yani kendisinden olmayan bir şeyi koymadan onu takip etmek" şeklinde bir anlam vererek bu anlamın ne ifade edebileceği konusunda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetih(tilâvetihî) ulâike yu’minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne)
[002.121] Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onlardır onu tasdik edenler. Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir.
Bakara s. 121. ayeti bu kelimenin ifade etmek istediği anlamı en güzel ifade eden ayetlerden birisidir. Kitabı hakkını vererek izlemek ne demek olmalıdır konusunu biraz açalım;
Dini anlamda sahip olduğumuz bilgileri 1- kesin bilgi , 2- zanni bilgi olarak ayırmak mümkündür. Kesin bilgi sınıfına dahil edebileceğimiz tek ve yegane bilgi kaynağı Kur'andır. Bu kitabın içindeki bütün ayetler Allah (c.c) tarafından indirilmiş olup , Allah hakkında konuşmak için gerekli olan bilgi kaynağıdır.
[022.008] Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir doğruluk rehberine(hüden) ve ne de aydınlatan (münir) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.
[031.020] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi (hüden)ve aydınlatıcı(münir) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
Hacc s. 8. ve Lokman s. 20. ayetlerinde Allah hakkında konuşmak için "Hüden" (yol gösterici) , "Münir" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gereken bilgi kaynağının olmasını Rabbimiz şart koşmaktadır. Bu vasıflara sahip olan tek bir kitap vardır ki oda Kur'an dır .
Rabbimiz bizlere Din hakkında konuşmak için sadece ve sadece onun Kitabının yol gösterici olarak görülmesini şart koşarak diğer bütün bilgilerin bu kitaba göre değerlendirilmesini buyurmaktadır , peki öylemi yapıyoruz?.
Bugün ortada Din adına söylenmiş bir sürü mesele vardır ki bir çoğunun Din ile alakası yoktur ve bazıları tarafından Dinleştirilmiştir. Bu Dinleştirme işlemi nasıl meydana gelmiştir diye sorarsak şunları söyleyebiliriz.
Ortada herhangi bir sebebten ötürü meydana gelmiş bir ayrışım vardır , bu ayrışmanın tarafları kendi haklılıklarını illaki Dini bir kaynağa bağlamak için önce Peygambere isnad ettikleri bir hadis uydururlar. Hadis meselesi daha önce itiraz edilemez ve reddi küfür sayılacak bir konuma oturtulduğu için bu hadisi duyanlar bırakın itiraz etmeyi gıkını bile çıkaramazlar.
Bu hadis artık itiraz edilemez ve Dinin bir kuralı sayıldığı , Kur'anda bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulunamadığı için ,sıra o hadise göre ayeti te'vil etmeye gelecektir. Ayet için gerekli te'vil tefsirler veya mealler yolu ile yapıldıktan sonra artık iş tamam olup Kur'anda olmayan bir düşünce Kur'andan mış gibi gösterilir ve herkes bunun böyle olduğuna inanır , bunun adı İsrailoğullarının yaptığının bir benzeri olan tahrif'tir.
Halbuki Allah (c.c), Kitabı hakkı ile tilavet etmemizi yani onunla aramıza hiç bir bilgi kaynağı koymamamızı emretmişti. Bugün bir çok meselenin Kur'anda olmadığı ama rivayetler aracılığı ile Dine sokulduğu, sonrada bu rivayetlere uygun olarak Kitabın yorumlandığı bilinen bir gerçektir.
Halbuki Kitabı hakkı ile tilavet etmek demek , arasına herhangi bir bilgi kaynağı koymamak demekti. Çünkü Kitabın bilgi değeri kesin bilgi olup ,onun üstünde onun gibi aynı bilgi değerine sahip olan başka bir Kitap olamazdı ve diğer bilgilerin değerinin adı "zanni bilgi" idi.
"Zanni bilgi" değerine sahip olan kaynaklar , "kesin bilgi" değerine sahip olan , yol gösterici ve aydınlatıcı olanın önüne geçmiş ve Kitap bu kaynakların verdiği yol göstericilik ve aydınlatıcılık dahilinde okunuyor ve yorumlanıyor, bu bağlamda gelinen nokta önümüzdedir.
Bu gün Kitapların konumları değişmiş , Hüden ve Münir olan Kitap böyle bir vasfa asla sahip olmayan rivayet kitaplarının gölgesi altında kalmış , rivayet kitapları o Kitabın üzerine çıkarılmıştır.
Olması gereken durum ; Kitabın tek ve kesin bilgi kaynağı olduğundan hareketle onunla bizim aramıza herhangi zanni değer taşıyan bilgi kaynağı koymamak , bütün zanni bilgileri , o Kitabın verdiği bilgi ile okumak , anlamak ve yorumlamak olmaldır, bunun tersi yapılan bütün ameliyeler Allah tarafından red edilmekte ve bizden öncekilerin Kitaplarına uyguladıkları zulmün bir benzeri olduğu bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; "Tilavet" kelimesi , "takip edilen şey ile takip edenin arasına , takip edilenin cinsinde olmayan bir şey sokmayarak izlemek" anlamında bir kelime olup , bu kelimeyi "Kur'anı tilavet etmek" deyimi şeklinde kullanıdğımızda şöyle bir anlama geldiğini düşünmekteyiz. "Kesin bilgi" dediğimiz Kitabı okurken , anlarken,yorumlarken, "zanni bilgi" olarak vasıflanan hiç bir kaynağı o Kitabın arasına sokmamak gerekmektedir. "Zanni bilgi" değeri taşıyan bütün kaynaklar , "kesin bilgi" değeri taşıyan kaynağın yol göstericiliği ve aydınlığında okunmalı ve asla yer değişiminde bulunarak "zanni bilgi" ler , "kesin bilgi" lerin önüne geçirilmemelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Telatün" ; Onu , ikisinin arasında kendilerinden olmayan bulunmayacağı bir ardışıklıkla takip etti , izledi . Bu takip etme bazen bedensel , bazen hükme uyma veya hükmü taklit etme şeklinde olur , bazende okuma ve anlamı tedebbür etme , düşünme şeklinde olur. (El Müfredat)
Kelimenin bu anlamından hareketle "Kur'anı tilavet etmek" deyimine , " Kur'anın arasına ondan onay almayan yani kendisinden olmayan bir şeyi koymadan onu takip etmek" şeklinde bir anlam vererek bu anlamın ne ifade edebileceği konusunda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetih(tilâvetihî) ulâike yu’minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne)
[002.121] Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onlardır onu tasdik edenler. Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir.
Bakara s. 121. ayeti bu kelimenin ifade etmek istediği anlamı en güzel ifade eden ayetlerden birisidir. Kitabı hakkını vererek izlemek ne demek olmalıdır konusunu biraz açalım;
Dini anlamda sahip olduğumuz bilgileri 1- kesin bilgi , 2- zanni bilgi olarak ayırmak mümkündür. Kesin bilgi sınıfına dahil edebileceğimiz tek ve yegane bilgi kaynağı Kur'andır. Bu kitabın içindeki bütün ayetler Allah (c.c) tarafından indirilmiş olup , Allah hakkında konuşmak için gerekli olan bilgi kaynağıdır.
[022.008] Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir doğruluk rehberine(hüden) ve ne de aydınlatan (münir) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.
[031.020] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi (hüden)ve aydınlatıcı(münir) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
Hacc s. 8. ve Lokman s. 20. ayetlerinde Allah hakkında konuşmak için "Hüden" (yol gösterici) , "Münir" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gereken bilgi kaynağının olmasını Rabbimiz şart koşmaktadır. Bu vasıflara sahip olan tek bir kitap vardır ki oda Kur'an dır .
Rabbimiz bizlere Din hakkında konuşmak için sadece ve sadece onun Kitabının yol gösterici olarak görülmesini şart koşarak diğer bütün bilgilerin bu kitaba göre değerlendirilmesini buyurmaktadır , peki öylemi yapıyoruz?.
Bugün ortada Din adına söylenmiş bir sürü mesele vardır ki bir çoğunun Din ile alakası yoktur ve bazıları tarafından Dinleştirilmiştir. Bu Dinleştirme işlemi nasıl meydana gelmiştir diye sorarsak şunları söyleyebiliriz.
Ortada herhangi bir sebebten ötürü meydana gelmiş bir ayrışım vardır , bu ayrışmanın tarafları kendi haklılıklarını illaki Dini bir kaynağa bağlamak için önce Peygambere isnad ettikleri bir hadis uydururlar. Hadis meselesi daha önce itiraz edilemez ve reddi küfür sayılacak bir konuma oturtulduğu için bu hadisi duyanlar bırakın itiraz etmeyi gıkını bile çıkaramazlar.
Bu hadis artık itiraz edilemez ve Dinin bir kuralı sayıldığı , Kur'anda bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulunamadığı için ,sıra o hadise göre ayeti te'vil etmeye gelecektir. Ayet için gerekli te'vil tefsirler veya mealler yolu ile yapıldıktan sonra artık iş tamam olup Kur'anda olmayan bir düşünce Kur'andan mış gibi gösterilir ve herkes bunun böyle olduğuna inanır , bunun adı İsrailoğullarının yaptığının bir benzeri olan tahrif'tir.
Halbuki Allah (c.c), Kitabı hakkı ile tilavet etmemizi yani onunla aramıza hiç bir bilgi kaynağı koymamamızı emretmişti. Bugün bir çok meselenin Kur'anda olmadığı ama rivayetler aracılığı ile Dine sokulduğu, sonrada bu rivayetlere uygun olarak Kitabın yorumlandığı bilinen bir gerçektir.
Halbuki Kitabı hakkı ile tilavet etmek demek , arasına herhangi bir bilgi kaynağı koymamak demekti. Çünkü Kitabın bilgi değeri kesin bilgi olup ,onun üstünde onun gibi aynı bilgi değerine sahip olan başka bir Kitap olamazdı ve diğer bilgilerin değerinin adı "zanni bilgi" idi.
"Zanni bilgi" değerine sahip olan kaynaklar , "kesin bilgi" değerine sahip olan , yol gösterici ve aydınlatıcı olanın önüne geçmiş ve Kitap bu kaynakların verdiği yol göstericilik ve aydınlatıcılık dahilinde okunuyor ve yorumlanıyor, bu bağlamda gelinen nokta önümüzdedir.
Bu gün Kitapların konumları değişmiş , Hüden ve Münir olan Kitap böyle bir vasfa asla sahip olmayan rivayet kitaplarının gölgesi altında kalmış , rivayet kitapları o Kitabın üzerine çıkarılmıştır.
Olması gereken durum ; Kitabın tek ve kesin bilgi kaynağı olduğundan hareketle onunla bizim aramıza herhangi zanni değer taşıyan bilgi kaynağı koymamak , bütün zanni bilgileri , o Kitabın verdiği bilgi ile okumak , anlamak ve yorumlamak olmaldır, bunun tersi yapılan bütün ameliyeler Allah tarafından red edilmekte ve bizden öncekilerin Kitaplarına uyguladıkları zulmün bir benzeri olduğu bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; "Tilavet" kelimesi , "takip edilen şey ile takip edenin arasına , takip edilenin cinsinde olmayan bir şey sokmayarak izlemek" anlamında bir kelime olup , bu kelimeyi "Kur'anı tilavet etmek" deyimi şeklinde kullanıdğımızda şöyle bir anlama geldiğini düşünmekteyiz. "Kesin bilgi" dediğimiz Kitabı okurken , anlarken,yorumlarken, "zanni bilgi" olarak vasıflanan hiç bir kaynağı o Kitabın arasına sokmamak gerekmektedir. "Zanni bilgi" değeri taşıyan bütün kaynaklar , "kesin bilgi" değeri taşıyan kaynağın yol göstericiliği ve aydınlığında okunmalı ve asla yer değişiminde bulunarak "zanni bilgi" ler , "kesin bilgi" lerin önüne geçirilmemelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2014 Pazartesi
Salat ve Kıble Kavramları Üzerinden Oynanmak İstenen Oyunlar
Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram , Kur'anın anahtar kavramlarındandır. Ne üzücüdür ki bu iki kavramın önemi biz Müslümanlar tarafından değil , bizlere düşman olanlar tarafından farkedilmiştir. Müslümanların içten yıkılması için, kavramların içinin boşaltılması gerektiğini çok iyi bilen İslam düşmanlar,ı bu amaçlarını gerçekleştirmek için türlü oyunlara girmişlerdir. Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram iç boşaltma gayretinden nasibini almış ve bu iki kavram etrafında uçuk kaçık yorumlar ile kafalar bulandırılmaya çalışılmaktadır . Salat ve Kıble kavramlarının önce ne ifade ettiği  , sonra bu iki kavramın içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
 
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Kasım 2014 Cumartesi
Müdahene Kavramı ve Türkiye Müslümanlarının İktidar ile İmtihanı
Sadece
 kendisinin tayin ettiği kurallar çerçevesinde yaşamaları için yarattığı
 kullarından olan insan soyuna, Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar 
sayısını kendisinin bildiği elçiler gönderen Allah(c.c); en son elçisine
 inkarcı muhataplarına tebliğ konusunda nasıl bir tavır takınması 
gerektiği yolundaki emirlerini özellikle Mekki ayetlerde beyan etmiştir.
Allah(c.c);
 Elçisi’ne müşrik muhataplarına hoş görünmek şeklinde bir davranışta 
bulunmamasını, onun sadece kendisine vahyedileni tebliğ etmek gibi bir 
görevi olduğunu, kimse üzerinde zorlayıcı olmadığını bir çok ayetinde 
beyan etmiştir. Yazımıza konu etmeye çalışacağımız KALEM 9 ayeti 
çerçevesinde; Elçi’ye emredilen davranış biçimi ile özellikle Türkiye 
Müslümanlarının içinde olduğu durumu ele almaya çalışacağız.
[068.008]  Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
[068.009]  Arzu ettiler ki müdahene etsen, o vakıt müdahene edeceklerdi
[068.010]  Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
[068.011]  Daima ayıplayan ve laf getirip götürene.
[068.012]  Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
[068.013]  zobu (kaba), sonra da takma (soysuzlukla damgalı),
[068.014]  Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
[068.015]  Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: «Eskilerin masalları» dedi.
[068.016]  Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.
Bu
 ayetler önce Elçi’ye, sonra bizlere tebliğ yolunda nasıl bir yol 
izlemek gerektiğini öğreten ayetlerdendir. 9. ayetteki yapılmaması 
emredilen “müdahene" kelimesi üzerinde durmak ve bu kelimenin ne ifade 
ettiği üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.
"Müdahene" kelimesi "de-he-ne" kökünden türemiş olup "dostça
 görünüp tatlı dille yumuşak dille ikna etme, kandırma, yaltaklanarak 
veya yağcılık ederek davranma muamele etme, ciddiyeti terk etme" anlamındadır. 
Allah(c.c) önce Elçisi’nden, sonra da bizlerden, tebliğ sürecinde yamulmadan dik bir duruş sergilememizi istemektedir.
Allah(c.c)
 kendi sisteminin hayata geçmesi için izlenecek metodu Kur’an’ın kıssa 
yollu anlatımlarında elçilerin kavimleri ile olan mücadele örneklerini 
bizlere göstererek, bizlerin de aynı yolu izlememizi istemiştir.
Gelen
 elçiler; ilah olarak sadece Allah(c.c)'nin tanınarak dinin sadece O’na 
has kılınmasını istemişler, bu süreç içinde müşriklerle hiçbir şekilde 
uzlaşmak ya da “müdahene" olarak tabir edilen kelimenin ifade ettiği 
anlam dairesine girebilecek bir duruma düşmemişlerdir. Son elçi 
Muhammed(a.s) da aynı yolu izleyerek, müşrikler tarafından ona teklif 
edilen şartlara "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz bu yoldan dönmem" diyerek bizlere örnek olmuştur.
Türkiye
 örneğine baktığımız zaman; Demokrat Parti iktidarının başlangıcı ile 
Müslümanların sisteme karşı bir yumuşama ve sahiplenme içine girdiğini 
görmekteyiz. Adına “sağcı" denilen partilerin içinde yer alan 
Müslümanlar, bu partileri desteklemenin gerekli olduğunu iddia ederek, 
hatta VAKIA Suresi'nde geçen "Eshabül yemin ve Eshabül meş'eme" deyimlerini "sağcılar -solcular"
 şeklinde çevirmek gafletine kadar düşerek, sağ partilere oy verenler 
ile sol partilere oy verenlerin akıbetlerini Kur’an'dan 
delillendirmek(!) yoluna gittiklerine şahit olduk.
Durum
 bu merkezde iken özellikle Şehid Seyyid Kutub’un eserlerinin Türkçe’ye 
tercüme edilmeye başlanılması ile tevhidî bir uyanış gerçekleşmiş ve 
sistem sorgulanmaya başlanmıştır. Şehid'in eserlerinden örnek alan bir 
çok Türkiyeli entellektüel, bu uyanışta rol oynamış olup bugün aynı 
duruşu göstermeye devam edenleri takdir ve saygıyla anıyoruz.
Millî
 Nizam, Millî Selâmet Partileri ile devam eden sürece baktığımızda; o 
partilerin TBMM’ye girmesi ile birlikte, Pakistanlı mütekekkir 
Mevdûdî’nin ülkesinde “Cemaat-i İslamiyye" adlı bir parti ile benzeri 
bir yol izlemesi, Türkiye’de bu kişinin izlediği yolun izlenmesi 
gerektiği şeklindeki düşüncelerin ağır basmaya başladığını görmekteyiz. 
Mevdûdî'nin Türkçe’ye çevrilmiş olan "İslamda Hükümet" adlı 
eserinde; Yusuf(a.s) örnek gösterilerek, böyle bir oluşum içinde olmanın
 örnekliği ondan alınarak yapılan işlemin meşruiyetinin sağlanmaya 
çalıştığını görmekteyiz.
1980
 yılı sonrası, Müslümanların iktidar ile imtihanlarının daha bariz 
biçimde ortaya çıktığı yıllardır. Turgut Özal'ın kurmuş olduğu siyasi 
partide, gençlik yıllarında İslamcılık adına söylem geliştiren bazı 
kimselerin yer aldıklarını görmekteyiz. Necmeddin Erbakan'ın başbakan 
olması ile Müslümanların iktidar partisi olarak hükümet etmelerini 
görmekteyiz. Refah Partisi’nin kapatılması ile siyasi hayata giren AKP 
iktidarı, 10 seneyi aşkın bir zamandır Türkiyede iş başındadır.
AKP
 iktidarı ile bazı taşların iyice yerinden oynadığını görmekteyiz. Şöyle
 ki; uzun yıllar iktidarda ve yerel yönetimlerde olmanın verdiği avantaj
 ile yönetim kademelerine iyice yerleşenler, o kademelerdeki görevleri 
sonucu önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Bu kazanımların devam etmesi;
 ancak AKP iktidarının devam etmesi ile mümkün olduğu için, bu iktidarın
 elden gitmemesi adına gerekli olan her yol mübah görülmeye 
başlanmıştır.
Ama
 şöyle bir sorun vardı; bugün bu kademelerde olanlar ve o kademelerde 
olanların onlara sağladıkları imkanlarla maddi refah içine girenler, 
daha önceleri sistem karşıtı olanlar ve meydanlarda “kahrolsun laiklik", "İslam gelecek vahşet bitecek"
 türünden sloganlarla yolları aşındıranlar idi. Mal, servet, güç ile 
imtihan ne menem bir şeymiş ki; ondan ayrılmak şöyle dursun, onu daha 
artırmak için ahiret bile edilmekten çekinilmezmiş.
Öncelikle
 ayağımıza bağ olan eski söylemlerden kurtulmak veya eski söylemlerimize
 halel getirmeyecek şekilde yeni yaşantımıza uygun bir söylem 
geliştirmek gerekiyordu. İçinde bulunduğumuz sistemin, AKP iktidarı ile 
İslamlaştığı veya yapılabilecek olanın en iyisini bunların yaptığı, 
yapılabilecek başka bir şeyin olmadığını anlatmak lazımdı.
"Müdahene"
 kavramı işte burada gündeme gelecek ve sisteme karşı yumuşak ve 
incitmeyeci sözleri söyleyecek kanaat önderlerinin devreye sokulması 
icab ediyordu. Başlarında bulundukları vakıf, dernek, medya vs. türünden
 güç odaklarına hükümet tarafından gerekli yardımlar ve kolaylıklar 
sağlanarak onların da göbeklerinden sistem içine dahil edilmeleri 
sağlanmalı ve bunlar eli ile sistem güzel gösterilmeliydi. Halbuki 
sistem Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş ve kişi Kur’an’ın TAĞUT olarak adlandırdığı bir kişi idi.
Yönetim
 kademelerindeki dünkü hızlı İslamcılar, bugün T.C.’nin özel bayram 
günlerinde ilahlara olan salatın yapıldığı başta anıtkabir olmak üzere, 
diğer şehirlerdeki heykellerin önünde kıyama durmaktan geri 
kalmamaktadırlar. Peki bu dünkü hızlı İslamcı ağabeyler, dün heykelleri 
İbrahim(a.s) gibi kırmaktan bahsederken, neden o heykeller önünde kıyam 
durmayı tercih ettiler?
Bunun
 cevabı Kur’an’ın bir çok ayetinde saklıdır. Geçici dünya hayatının, 
metaının insanlara güzel gösterilmesinden dolayı (ÂL-İ İMRAN 3:14), o 
metanın insanlar için cazibe merkezi olmasını ve insanların Ahireti 
terketmelerini gerektirecek kadar tatlı olduğunu ancak bu şekil bir 
hayat içinde olanlar bilebilir. Ama Allah(c.c); TEVBE 24 ayetini boşuna 
indirmemişti.
[009.024]
 De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, 
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza 
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
 daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık 
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Şimdi bunları okuyanların şöyle bir soru sorabileceklerini tahmin edebiliyoruz; "kardeşim
 Müslümanlar hep böyle ezik mi dursunlar? Ellerinde güç ve servet 
olmasın mı? Başımıza CHP zihniyetinin geçmesi daha mı iyi?” vs.
Tabi
 ki Müslümanlar ezik durmasın, ellerinde güç ve servet olsun ama bu gücü
 ve serveti Ahireti feda ederek yapmamalıdırlar. Madem Müslümanlar 
olarak elimizde bir hidayet rehberi vardır, bu rehber içinde izlememiz 
gereken yol haritası yaşanmış örneklik olarak ayetler mevcuttur. O zaman
 yaşadığımız hayat içinde olması gereken davranış modelimiz de bu 
rehberin içindedir ve bu rehber içindeki KALEM Suresi ve benzeri 
surelerdeki ayetlerde Allah(c.c)'nin önerdiği metodun haricinde başka 
bir metot izlememesi, önce Elçi’ye sonra bizlere emredilmektedir.
İktidar
 nimetlerinden faydalanarak mal ve güç edinmiş olan Müslümanlar, iki 
arada bir derede sıkışmış misali; Nebevî metod ile dünya hayatının 
tercihi noktasında sıkışmışlar ve Dünya metaını terketmemekte kararlı 
görünmektedirler. Peki ne yapmalıyız?
Müslümanlar
 olarak; Allah(c.c) bizlere Kitap’ında önerdiği yolu takip ederek, 
İslam’a uygun bir hayat sürmemizi emretmektedir. Sürülecek hayat 
tarzında, Tağûtî bir sistem içinde yaşayanların o sisteme karşı nasıl 
bir duruş sergilemesi gerektiği, Elçi örneklikliği ile mevcuttur. Atamız
 İbrahim(a.s) şahsında, bu mücadelenin nasıl olması gerektiği bizlere 
öğretilmiştir. Ancak onun kırdığı putların önünde, dünün put kırma 
adayları olanların kıyama durmaları düşündürücüdür.
[060.004] İbrahim'de
 ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek 
vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp 
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a 
inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke 
belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için 
mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi 
önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! 
Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Müslümanlar olarak, "hedefe varmak için her yol mübahtır" söylemini bırakıp, "hedefe varmak için sadece nebevî metod mübahtır"
 söylemine geçmemiz gerekmektedir ki iktidar ile olan imtihanımızda 
kayba uğrayanlardan olmayalım. Bizler önce hedefe varmak için çalışmakla
 mükellefiz. Bu yolda gerekli olan gayreti gösterdiğimiz takdirde; 
Sünnetullah dün nasıl başka Müslümanlar için çalıştıysa, bizim için de 
çalışacak ve Allah(c.c)'nin yardımı gelecektir. Biz onun yardımını hak 
etmek için her yol mübahtır mantığı ile hareket ettiğimiz takdirde; bu 
yardım asla gelmeyecektir.
Allah(c.c); Elçisi’ne, yürüdüğü yolda "ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşacaksın"
 şeklinde bir emir vermemiş, aksine O’nun çizdiği kurallar çerçevesinde 
yoluna devam etmesini istemiştir. Acaba o emirlerin bugün için herhangi 
bir geçerliliği kalmadı da makyavelist bir yaklaşım sergilenmesi mi 
gerekiyor?
Müslümanlar
 olarak  yaşadığımız sistemin Tağûtî bir sistem olduğunun fark edilmesi 
ve bunun kabulu önceliklidir. Sonraki aşamada, bu sisteme karşı duruşun 
nasıl olması gerektiği konuşulmalı ve yol haritası Kur’an baz alınarak 
çizilmelidir. Bunun pek kolay olmadığını bilmekteyiz çünkü 
terkedemeyeceği çok şeyi olanların, bu tür bir metoda sıcak 
bakmayacaklarını bilmekteyiz.
Hicret
 olgusu bu bağlamda önemli bir örnekliktir. Herşeyi terkederek Medine’ye
 hicret eden Muhacir’e; Ensar kardeşleri kucak açarak herşeylerini 
paylaşmışlar ve Mekke’nin fethine giden süreçte önemli rol 
oynamışlardır. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin yeniden okunarak, sadece 
masal olmadığı, yaşanabilecek bir durum olduğu yeniden gösterilmelidir.
Müslümanlar
 olarak yaptığımız bir yanlış şudur; sistemin kurumlarını ele geçirerek 
sistemi İslamileştirmek gibi bir çaba içinde olduğumuzu öne sürerek, 
yaptığımız müdaheneyi haklı göstermeye çalışabiliriz. Ancak yaptığımız 
müdahene içinde alenen ŞİRK unsuru taşıyan ritüeller içinde olmamızı geçmişteki "Saray Alimi” denilen; iktidar yanlısı alimler tarafından örtülmeye çalışılması geldiğimiz noktanın acı bir tarafıdır.
"Allah
 Rasulü namaz için Kudüs'e dönerken gönlü Kabe'deydi. Önemli olan 
gönlünüz dönmesin. Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele değil" diyerek bu ŞİRK’i
 masum göstermeye varan sözleri söylemeye cesaret edebilen alimler 
olduğu müddetçe; o alimleri taklit eden insanlar Tağutlara karşı bir 
söylem üretmeye nasıl cesaret edebilir?
Burada bu sözü söyleyen kişiyi eleştirmemiz; o kişinin şahsı ile alakalı değildir. ALİM
 pozisyonunda olan bir kişinin, iktidar ile nasıl bir ilişki içinde 
bulunması gerektiğini bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz için, bu 
tür sözleri söyleyerek iktidar mensuplarının döndükleri kıbleye cevaz 
vermiş olması kabul edilebilecek bir söz değildir.
Müslümanlar
 olarak en büyük açmazımız; iktidardaki siyasî partinin kadrolarının 
İslamî bir kimlik taşımış olması nedeniyle yönetimlerinin de İslamî 
olduğu düşüncesidir. Genelevlerde çalışan kadınların; başörtü takarak 
çalışmaları onların yaptıkları işi nasıl meşru göstermez ise, bugün 
Tağutî bir düzenin yürütücülerinin sakallı, namazlı veya eşlerinin 
başörtülü olmaları sistemi meşru göstermez.
Faizin,
 içkinin, zinânın helal sayıldığı bir sistemi yürütenlerin sakallı, 
namazlı, abdestli olması, ANKEBUT 45 ayetinde salatın kötülüklerden 
alıkoyması şartını onlar için istisna kılmaz. Müslümanlar iktidarda 
kalmak uğruna; haramların devamını sağlamaya çalışmalarının hesabı 
Ahirette çetin olacaktır.
Mevcut
 iktidarın diğer iktidarlardan farklı olarak bazı iyileştirmelerde 
bulunması, bizleri sistemin Tağutilikten İslamiliğe geçtiği zannına 
kaptırmakta olup, bu tür bir iyileştirme “müdahene" kavramının anlam 
alanına girmektedir. Müslümanlar "bayram harçlığı" mesabesinde verilenler ile yetinerek asıl olanı unutmaktadırlar.
Sonuç
 olarak; Kıyamet’e kadar sürecek hak-bâtıl mücadelesinde, Hakk’ın 
yanında olan bizlerin, bâtıl ile olan mücadele yöntemini Rabbimiz 
belirlemiştir. Bu mücadele yönteminde, “müdahene" olarak belirtilen 
tavizkar bir tutum içine girilmemesini emretmektedir. Türkiye örneğinde 
bu tür tavizkar bir tutum, özellikle AKP iktidarı zamanı içinde iyice 
ayyuka çıkmıştır. İktidarda olmanın verdiği avantajı dünya hayatının 
geçici metaı olan servete dönüştürerek değerlendirenler için İslamcılık 
söylemleri eskide kalmış tatlı bir anı haline gelmiştir.
İktidar
 ile imtihan edilme olarak telaffuz edebileceğimiz bu durum; sistemi 
sahiplenmeye dönüşmüş ve halinden memnun Müslüman topluluğu meydana 
getirmiştir. Tağut denilince “tavuk" denildiğini zanneden Müslümanların gündeminden "Tağutla mücadele"
 teriminin yaptığı çağrışım eskilerde kalan hoş anılar olmuştur. 
Mücahitlikten müteahhitliğe atlayan iktidar beslemesi Müslümanlar için 
sisteme bakış ölçüsü mevcut iktidardaki kişilerin kimlikleri değil 
mevcut olan sistemin dayandığı ilkeler olmalıdır. Kur'an bize her konuda
 yol gösterdiği gibi Tağuti sistemler ile nasıl mücadele edileceğinin 
yönteminide göstermiştir. Eğer Müslümanlar olarak bu sistemden en 
azından bir rahatsızlık bile duymamaya başladıysak bizler için azap 
vakti gelmiş demektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Ekim 2014 Çarşamba
Sebe Halkının Kıssası ve İblisin İğvasının Yaşanan Hayat İçindeki Sonucu
Kur'anın kıssa yollu anlatım metodundaki amaçlardan birisi , anlatılan kıssa içindeki aktörlerin benzerlerinin , herhangi bir zaman birimi içinde aynı şeyleri tekrarladıkları zaman kendilerinden öncekilerin başlarına gelmiş olanlar hatırlatılarak , aynı hatayı tekrarladıkları zaman Sünnetullah gereği aynı şeylerin başlarına geleceğini onlara hatırlatmaktır. 
Sebe s. 15-21. ayetler arasında Sebe halkının başlarından geçenler anlatılarak kendilerine verilen nimetlerin , Şeytanın iğvası sonucu o nimete şükretmek yerine küfretmeyi seçen halkın nasıl bir sona kavuştuğu anlatılarak , bu sonun sadece Sebe halkına özgü bir son olmadığı tüm zamanlarda yaşayan insanların , kendilerine verilen nimetlere şükür yerine küfrü seçmesi sonucu Dünya hayatında başlarına gelecek olanlar bizlere hatırlatarak öğüt almamız istenmektedir.
[034.015] Andolsun, Sebe (halkı) nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rabb(iniz var) .»
[034.018] Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın, dedik.
[034.019] Buna karşı onlar «ya rabbenâ, seferlerimizin arasını uzaklaştır» dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve temamen didik didik dağıttık, şübhesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette âyetler var
[034.016] Fakat onlar, yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlı ve biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
[034.017] Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?
[034.020] And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.
[034.021] Halbuki, onun onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Fakat Ahirete imân eden kimseyi onda şekk içinde bulunan kimseyi bilelim diye (öyle şeytan musallat kılınmıştır) ve senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir.
İlgili ayetleri, 15-18-19-16-17-20-21 şeklinde sıralayarak tefsir usulunde yapılan bir uygulama olan takdim-tehir uygulamasına tabi tutarak konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.
15 ve 18. ayetlerde , Sebe ülkesine verilen nimetler hatırlatılarak bu nimetlere karşı şükredilmesi istenerek , nankörlük edilmemesinin gerektiği bildirilmektedir. Ekonomik yönden refah içinde olmaları, onların bahçelerinin güzelliği anlatılarak anlaşılmakta , sosyal ve siyasal yönden refah içinde olmaları 18. ayette , diğer şehirlerin aralarında gidiş gelişin güvenli olması, aralarında düşmanlık olmaması , olarak anlatılmaktadır.
Allah (c.c) Sebe adındaki ülkeye sosyal , siyasal ve ekonomik yönden müreffeh bir biçimde yaşamalarını sağlayarak , bu sağlamanın devam etmesi için , ülke halkına bu nimetlere karşı nankörlük etmemelerini istemiştir. Allah (c.c) nin böyle nimet verdiği sadece Sebe ülkesi olmayıp , Kur'anda kıssası anlatılarak helaka uğrayan bazı kavimlerinde böyle müreffeh bir hayat içinde oldukları anlatılmaktadır.
19. ayette ilginç bir anlatım uslubu gözümüze çarpmaktadır. Sebe ülkesinin "Rabbimiz seferlerimizin arasını aç" demesi izaha muhtaç bir cümledir. Cümle sanki Sebe ülke halkının bu sözü lafzen söylemiş gibi bir uslup içinde olmasına rağmen , ülke halkı bu sözü lafzen değil yaşama tarzı ile söylemiştir şöyleki ;
[013.011] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.
Rad s. 11. ayeti içindeki , "Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez" cümlesi Sünnetullah'ın nasıl işlediğini beyan etmektedir. Buna göre bir kavim içinde bulunduğu hali hangi yönde yani müsbet veya menfi yönde değiştirme iradesinde bulunduğu zaman Allah (c.c) o kavmi o yönde değiştirmektedir. Sebe halkı değişimi menfi yönde istemiş ve bu isteği yaşam şekli ile belli ederek kendilerinin helak edilmelerini sağlamışlardır.
16. ayet , Sebe ülkesinin helak edilme şeklini haber vermektedir. Toplumlarda hayat seviyesi her zaman aynı derecede olmaz , inişli çıkışlı bir çizgisi vardır. Toplumlar eğer çıkışlarında inişi düşünmeden , hayatlarının her zaman çıkış içinde olacağını düşünerek inişli zamanlar için her hangi bir hazırlıkta bulunmazlar ise bu inişli zamanlardaki sıkıntılar onları dahada dibe batıracaktır.
Yusuf (a.s) örneğinde gördüğümüz kıtlık ekonomisi yönetimi , bolluk sonrası oluşabilecek olan kıtlığın nasıl yönetileceğini bizlere göstermesi açısından önemli mesajlar taşımaktadır.
[002.155] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
 
Bakara s. 155. ayetinde bahsedilen eksiltmeye karşı sabretmek , o sıkıntıların bitmesini hiç ses etmeden beklemek anlamına gelmez, oluşan bu durumu ortadan kaldırmak için gerekli olan hazırlıkların yapılması , bu durum meydana geldiği zaman hazırlık olunması ve kıtlık zamanlarının en az hasarla atlatılması için gerekli alt yapının hazırlanması anlamındadır.
17. ayet, yıkıma uğrama sebebini hatırlatarak aynı durumda olan bir topluluğun yıkıma uğramasının Sünnetullah gereği olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetleri sadece Sebe halkı çerçevesinde değerlendirmeyip evrensel bir mesaj olarak değerlendirmeye tabi tutmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz;
Sebe halkının başına gelenler sadece onlara mahsus bir olay değildir. Allah (c.c) geçmişte yaşamış olan bu halkı örnek göstererek , verilen nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen toplulukların yıkıma uğramasının değişmez bir yasa olduğunu bildirmektedir.
Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına önermiş olduğu hayat tarzı o kulların Dünya ve Ahirette huzurlu bir hayat yaşamasını sağlamak içindir. Eğer kullar kendilerine verilen nimetleri Allah (c.c) nin emri hilafına kullanarak nankör bir hayat tarzı sürdürürlerse bu hayat tarzı onların yıkımlarını getirecektir.
Allah (c.c) nimet sahibi olanlarınkendilerine verilen bu nimeti başkaları ile paylaşarak onları da bundan mahrum etmemelerini ister , nimet sahibi olanların bu nimeti israf ederek değil iktisatlı bir biçimde harcamalarını ister , bunun tersi bir kullanımda bulunacak olurlarsa zengin ve fakir arasındaki düşmanlık açığa çıkacaktır , müsrif bir hayat sürecek olurlarsa bu israfları sonucunda gün gelecek çeşmenin suyu bir gün kesilerek muhtaç duruma düşeceklerdir.
Helak dediğimiz şey insanların başına gökten taş yağarak olacak diye bir kural yoktur, helak edilen kavimlerin hallerine baktığımız zaman tüm zamanlarda toplulukların yaşadığı hayat tarzını onlarında sürdürdükleri görülmektedir . Şirk , zulüm , israf ,fesad, sosyal ve ekonomik hayatta yanlışlıklar , cinsel sapmalar v.s olarak görülen durumlar bugün Dünyanın bir çok topluluğunda yaşanmaktadır. Bu tür sapmalar toplumları Dünya hayatında yıkıma götüren sebebler olup , Ahiret hayatındada ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebeb olacaktır.
20.ve 21. ayetler Sebe halkının İblisin yani Şeytanın iğvasına uyarak bu duruma düştüğünü beyan etmektedir. Adem ve İblis kıssasını hatırlayacak olursak, o kıssada kendisine kıyamete kadar mühlet verilen Şeytanın insanları doğru yoldan çevirmek için elinden geleni yapacağını ve bu iğvanın nasıl olacağını görmekteyiz.
[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»
[038.82-85] (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»
Yukarıdaki örnek ayet meallerinde , İblisin kovulduktan sonra insanlara karşı yapacağı ayak kaydırmaları ,kendi lisanı üzerinden verilerek hazırlıklı olunması istenmektedir. Ancak kulların birçoğu onun dediği gibi şükredenlerden olmayıp küfredenlerden olmaktadır. Bu küfretmelerinin nasıl olduğu ve karşılık olarak Dünyada nasıl bir ceza bulduğu Sebe halkının kıssası üzerinden canlı ve yaşanmış bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. 15. ayet içindeki " Sebenin oturduğu yerlerde ayetler vardır" buyurulması , anlatımın amacının ibret alınması ve o halkın yaptıklarının tekrarlanmaması gerektiğini hatırlatmaktadır.
İbrahim s. 22. ayeti Şeytanın insanları kandırdıktan sonra alacakları karşılığı hatırlatmakta olup ,Şeytanın lisanı üzerinden tabiti caizse onların nasıl enayi yerine konulduğunu anlatarak bu oyuna düşülmemesini iş işten geçtikten sonra pişmanlığın fyada etmeyeceğini bildirmektedir.
[014.022] İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: «Doğrusu Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır.»
Sonuç olarak ; Adem ve İblis kıssasında anlatılan ,İblisin insanların ayağını nasıl kaydıracağının gerçek hayatta nasıl pratiğe geçebileceğinin örneği, Sebe halkı kıssası ile bizlere gösterilerek aynı hataları tekrarlamamız istenmektedir. İnsanlara verilen ekonomik ve sosyal refah şayet Allah (c.c) nin istekleri doğrultusunda kullanılmayarak Şeytanların istedikleri doğrultuda kullanılacak olursa , Dünya hayatında yıkımın Sünnetullah gereği yerine geleceği , Ahiret hayatında ise daha kötü bir karşılığın onları beklediği diğer ayetlerde haber verilmektedir. Kur'an kıssalarını ibret vesikası olarak okuma yöntemine tabi tutmya çalıştığımız Sebe halkı kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa değil her an yaşanan bir kıssa olup sonuçları er geç başa gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Sebe s. 15-21. ayetler arasında Sebe halkının başlarından geçenler anlatılarak kendilerine verilen nimetlerin , Şeytanın iğvası sonucu o nimete şükretmek yerine küfretmeyi seçen halkın nasıl bir sona kavuştuğu anlatılarak , bu sonun sadece Sebe halkına özgü bir son olmadığı tüm zamanlarda yaşayan insanların , kendilerine verilen nimetlere şükür yerine küfrü seçmesi sonucu Dünya hayatında başlarına gelecek olanlar bizlere hatırlatarak öğüt almamız istenmektedir.
[034.015] Andolsun, Sebe (halkı) nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) «Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlamakta olan bir Rabb(iniz var) .»
[034.018] Onların yurdu ile, içlerini bereketlendirdiğimiz memleketler arasında, kolayca görünen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında yürümeyi konaklara ayırdık. Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin dolaşın, dedik.
[034.019] Buna karşı onlar «ya rabbenâ, seferlerimizin arasını uzaklaştır» dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve temamen didik didik dağıttık, şübhesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette âyetler var
[034.016] Fakat onlar, yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlı ve biraz da sidir ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik.
[034.017] Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?
[034.020] And olsun ki İblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış; inananlardan bir topluluk dışında hepsi ona uymuşlardı.
[034.021] Halbuki, onun onlar üzerinde hiçbir gücü yoktu. Fakat Ahirete imân eden kimseyi onda şekk içinde bulunan kimseyi bilelim diye (öyle şeytan musallat kılınmıştır) ve senin Rabbin her şey üzerine bir hafîzdir.
İlgili ayetleri, 15-18-19-16-17-20-21 şeklinde sıralayarak tefsir usulunde yapılan bir uygulama olan takdim-tehir uygulamasına tabi tutarak konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.
15 ve 18. ayetlerde , Sebe ülkesine verilen nimetler hatırlatılarak bu nimetlere karşı şükredilmesi istenerek , nankörlük edilmemesinin gerektiği bildirilmektedir. Ekonomik yönden refah içinde olmaları, onların bahçelerinin güzelliği anlatılarak anlaşılmakta , sosyal ve siyasal yönden refah içinde olmaları 18. ayette , diğer şehirlerin aralarında gidiş gelişin güvenli olması, aralarında düşmanlık olmaması , olarak anlatılmaktadır.
Allah (c.c) Sebe adındaki ülkeye sosyal , siyasal ve ekonomik yönden müreffeh bir biçimde yaşamalarını sağlayarak , bu sağlamanın devam etmesi için , ülke halkına bu nimetlere karşı nankörlük etmemelerini istemiştir. Allah (c.c) nin böyle nimet verdiği sadece Sebe ülkesi olmayıp , Kur'anda kıssası anlatılarak helaka uğrayan bazı kavimlerinde böyle müreffeh bir hayat içinde oldukları anlatılmaktadır.
19. ayette ilginç bir anlatım uslubu gözümüze çarpmaktadır. Sebe ülkesinin "Rabbimiz seferlerimizin arasını aç" demesi izaha muhtaç bir cümledir. Cümle sanki Sebe ülke halkının bu sözü lafzen söylemiş gibi bir uslup içinde olmasına rağmen , ülke halkı bu sözü lafzen değil yaşama tarzı ile söylemiştir şöyleki ;
[013.011] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.
Rad s. 11. ayeti içindeki , "Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez" cümlesi Sünnetullah'ın nasıl işlediğini beyan etmektedir. Buna göre bir kavim içinde bulunduğu hali hangi yönde yani müsbet veya menfi yönde değiştirme iradesinde bulunduğu zaman Allah (c.c) o kavmi o yönde değiştirmektedir. Sebe halkı değişimi menfi yönde istemiş ve bu isteği yaşam şekli ile belli ederek kendilerinin helak edilmelerini sağlamışlardır.
16. ayet , Sebe ülkesinin helak edilme şeklini haber vermektedir. Toplumlarda hayat seviyesi her zaman aynı derecede olmaz , inişli çıkışlı bir çizgisi vardır. Toplumlar eğer çıkışlarında inişi düşünmeden , hayatlarının her zaman çıkış içinde olacağını düşünerek inişli zamanlar için her hangi bir hazırlıkta bulunmazlar ise bu inişli zamanlardaki sıkıntılar onları dahada dibe batıracaktır.
Yusuf (a.s) örneğinde gördüğümüz kıtlık ekonomisi yönetimi , bolluk sonrası oluşabilecek olan kıtlığın nasıl yönetileceğini bizlere göstermesi açısından önemli mesajlar taşımaktadır.
[002.155] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
Bakara s. 155. ayetinde bahsedilen eksiltmeye karşı sabretmek , o sıkıntıların bitmesini hiç ses etmeden beklemek anlamına gelmez, oluşan bu durumu ortadan kaldırmak için gerekli olan hazırlıkların yapılması , bu durum meydana geldiği zaman hazırlık olunması ve kıtlık zamanlarının en az hasarla atlatılması için gerekli alt yapının hazırlanması anlamındadır.
17. ayet, yıkıma uğrama sebebini hatırlatarak aynı durumda olan bir topluluğun yıkıma uğramasının Sünnetullah gereği olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetleri sadece Sebe halkı çerçevesinde değerlendirmeyip evrensel bir mesaj olarak değerlendirmeye tabi tutmaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz;
Sebe halkının başına gelenler sadece onlara mahsus bir olay değildir. Allah (c.c) geçmişte yaşamış olan bu halkı örnek göstererek , verilen nimetlere karşı şükür yerine nankörlüğü seçen toplulukların yıkıma uğramasının değişmez bir yasa olduğunu bildirmektedir.
Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına önermiş olduğu hayat tarzı o kulların Dünya ve Ahirette huzurlu bir hayat yaşamasını sağlamak içindir. Eğer kullar kendilerine verilen nimetleri Allah (c.c) nin emri hilafına kullanarak nankör bir hayat tarzı sürdürürlerse bu hayat tarzı onların yıkımlarını getirecektir.
Allah (c.c) nimet sahibi olanlarınkendilerine verilen bu nimeti başkaları ile paylaşarak onları da bundan mahrum etmemelerini ister , nimet sahibi olanların bu nimeti israf ederek değil iktisatlı bir biçimde harcamalarını ister , bunun tersi bir kullanımda bulunacak olurlarsa zengin ve fakir arasındaki düşmanlık açığa çıkacaktır , müsrif bir hayat sürecek olurlarsa bu israfları sonucunda gün gelecek çeşmenin suyu bir gün kesilerek muhtaç duruma düşeceklerdir.
Helak dediğimiz şey insanların başına gökten taş yağarak olacak diye bir kural yoktur, helak edilen kavimlerin hallerine baktığımız zaman tüm zamanlarda toplulukların yaşadığı hayat tarzını onlarında sürdürdükleri görülmektedir . Şirk , zulüm , israf ,fesad, sosyal ve ekonomik hayatta yanlışlıklar , cinsel sapmalar v.s olarak görülen durumlar bugün Dünyanın bir çok topluluğunda yaşanmaktadır. Bu tür sapmalar toplumları Dünya hayatında yıkıma götüren sebebler olup , Ahiret hayatındada ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebeb olacaktır.
20.ve 21. ayetler Sebe halkının İblisin yani Şeytanın iğvasına uyarak bu duruma düştüğünü beyan etmektedir. Adem ve İblis kıssasını hatırlayacak olursak, o kıssada kendisine kıyamete kadar mühlet verilen Şeytanın insanları doğru yoldan çevirmek için elinden geleni yapacağını ve bu iğvanın nasıl olacağını görmekteyiz.
[007.016] İblis dedi ki: «Öyle
 ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak 
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara 
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, 
onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
[015.039-40]
 «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları 
onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların 
hepsini saptıracağım» dedi.[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»
[038.82-85] (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»
Yukarıdaki örnek ayet meallerinde , İblisin kovulduktan sonra insanlara karşı yapacağı ayak kaydırmaları ,kendi lisanı üzerinden verilerek hazırlıklı olunması istenmektedir. Ancak kulların birçoğu onun dediği gibi şükredenlerden olmayıp küfredenlerden olmaktadır. Bu küfretmelerinin nasıl olduğu ve karşılık olarak Dünyada nasıl bir ceza bulduğu Sebe halkının kıssası üzerinden canlı ve yaşanmış bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. 15. ayet içindeki " Sebenin oturduğu yerlerde ayetler vardır" buyurulması , anlatımın amacının ibret alınması ve o halkın yaptıklarının tekrarlanmaması gerektiğini hatırlatmaktadır.
İbrahim s. 22. ayeti Şeytanın insanları kandırdıktan sonra alacakları karşılığı hatırlatmakta olup ,Şeytanın lisanı üzerinden tabiti caizse onların nasıl enayi yerine konulduğunu anlatarak bu oyuna düşülmemesini iş işten geçtikten sonra pişmanlığın fyada etmeyeceğini bildirmektedir.
[014.022] İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: «Doğrusu Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acıklı bir azab vardır.»
Sonuç olarak ; Adem ve İblis kıssasında anlatılan ,İblisin insanların ayağını nasıl kaydıracağının gerçek hayatta nasıl pratiğe geçebileceğinin örneği, Sebe halkı kıssası ile bizlere gösterilerek aynı hataları tekrarlamamız istenmektedir. İnsanlara verilen ekonomik ve sosyal refah şayet Allah (c.c) nin istekleri doğrultusunda kullanılmayarak Şeytanların istedikleri doğrultuda kullanılacak olursa , Dünya hayatında yıkımın Sünnetullah gereği yerine geleceği , Ahiret hayatında ise daha kötü bir karşılığın onları beklediği diğer ayetlerde haber verilmektedir. Kur'an kıssalarını ibret vesikası olarak okuma yöntemine tabi tutmya çalıştığımız Sebe halkı kıssası yaşanmış bitmiş bir kıssa değil her an yaşanan bir kıssa olup sonuçları er geç başa gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Ekim 2014 Cumartesi
"Ya Rabbim Ya Resulullahım" Sözünün Tehlikesi
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c) yaratmış olduğu bütün kullarına sadece kendisinin İlah ve Rab olarak tanınmasını , bunun tersi bir eylemin Şirk olduğunu , bunun cezasının ise asla af edilmeyeceğini ve ebedi cehennem olarak karşılık göreceğini bir çok ayetinde beyan etmiştir. 
[016.051] Allah «iki ilah edinmeyiniz, o tek bir ilahtır, yalnız benden korkunuz» dedi.
[051.051] Allah ile beraber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.
[017.022] Allah ile birlikte başka bir ilah edinme ki, kınanmış, yalnız başına bırakılmış kalmayasın!
[028.088] Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.
Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına emir ve yasaklarını bildirmek için , yine o insanlar içinden elçiler seçerek onlara vahyetmiştir. Zaman içinde vahyi getiren elçiler vahyin önüne geçirilerek o Elçiler aşırı bir yüceltmeye tabi tutulmuş ve yarı ilah seviyesine çıkarılmışlardır.
Bu durumun en bariz örneğini, Hıristiyanların İsa (a.s) ı"Allahın oğlu" şeklinde bir paye yükleyerek onu İlah edinmelerinde görmekteyiz. Hıristiyanlara özenen Müslümanlar aynı payeyi İsa (a.s) gibi direk olarak değil endirek olarak Muhammed (a.s) a yükleyerek onu da yarı ilah pozisyonuna sokmayı başarmışlardır!.
Geleneksel İslam düşüncesinde, vahiy ve onu gönderenden ziyade o vahyi getiren Elçi öne çıkarılmış ve Hıristiyanvari bir düşünce şekli Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Bu yazımızda bu durumun dile düşmüş hali olan ve çoğumuzun dilinde pelesenk olan bir sözün tehlikesine dikkat çekmeye çalışacağız.
"Ya Rabbim Ya Resulullahım" sözü bir çoğumuzun ağzında gezen bir kelime olup bazı durumlarda söylenen bir sözdür. Ancak ŞİRK dediğimiz durum bu sözün içinde saklı olup bir çok Müslüman bu sözün nasıl bir tehlike arzettiğinden habersiz her gün defalarca bunu tekrarlamaktadır.
Bazı kişilerin "Peygamberimizin adını anmak ne zamandan beri şirk oldu?" diye soracaklarını ve bu düşüncemizi yadırgayacaklarını tahmin edebiliyoruz.
Öncelikle "Kelimei Şehadet" teki "Abduhu ve Resuluhu" (onun kulu ve elçisidir) sözündeki "KUL" olmanın Muhammed (a.s) içinde geçerli olduğunu , onunda diğer insanlarıdan farkı ona vahyedilmiş olması olduğunu , Elçi olmak demenin onu Allah (c.c) katında özel bir duruma sokmak demek olmadığını bilmemiz lazımdır.
Tabiki İslam kültürü içindeki Elçi algısının böyle bir duruma pek müsaade etmeyeceğini bilerek , doğru bir Elçi algısı için müracaat edeceğimiz yegane merci o Elçinin getirdiği KUR'AN olması gerekmektedir ki doğruyu bulalım.
  
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[041.006] De ki: «Ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Öyleyse O'na yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. Vay haline o müşriklerin.»
[018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
Yukarıda vermiş örnek ayet mealleri Muhammed (a.s) ın beşer olduğunu özellikle vurgulayarak , İsa (a.s) a yapılan hataya düşülmemesini hatırlatmaktadır , malleseftirki ayetler sanki " böyle yapmayın" dememişte " böyle yapın" demiş gibi okunarak Muhammed (a.s) Allah (c.c.) nin yanına oturtulmuştur.
[017.046] Kuran'ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kuran'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarına dönerler.
[039.045] Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler
[040.012] Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.
Müslümanlar olarak sadece cennet nimetleri ile ilgili ayetler bize hitap ediyor gibi bir hastalığımız olduğu için ,Müşrikler,Kafirler,Yahudiler,Hıristiyanlar v.s ile ilgili ayetlerden pay çıkarmak gibi bir okuyuşta maalesef bulunmadığımız için yukardaki ayetlerin Müslümanları nasıl ilgilendirdiği haklı olarak merak edilecektir.
Şirk ; Allah (c.c) nin yanına her nasıl olursa olsun , her kim olursa olsun konulan şeylerin genel tarifi olduğuna göre onun adını zikrederken onun elçisinide zikretmek kişiyi ŞİRK içine sokacaktır.
Allah (c.c) Elçiside olsa hiç kimseye yanında özel bir yer ayırmamış Hıristiyanların yapmış olduklarının bir benzeri olan bu durumu asla affetmeyeceğini beyan etmiştir.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
"Ya Rabbim" diye nida ederek çağırdığımız Rabbimiz bizim bu nidamızı elbette duyar ve hacetimizi ona ilettiğimiz zaman bu çağrımıza cevap verir. Fatiha suresinde " yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden isteriz" şeklinde duamızı şuurlu bir şekilde yaptığımız zaman onu dışında hiç kimseden bir şey istenmemesi gerektiğini anlarız.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
"Ya Rabbim" nidasının yanına "Ya Resulullahım" şeklinde bir söz eklediğimiz zaman Allah (c.c) nin "ESSEMİ" ismini onun Elçisine de vermiş oluruzki bunun adı ŞİRK tir. Çünkü onun Elçisi ölmüştür ve bizleri asla duymaz. Hurafe kaynaklarında onun ölmediği , kabirinde namaz bile kıldığı , ona okunan salavatların ona ulaştığı yolundaki rivayetler bu şirk inancının bir uzantısıdır.
[029.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonra döndürülüp Bize getirileceksiniz.
[039.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ı Hıristiyanlık özentisi olarak aşırı bir yüceltmeye tabi tutarak Allah (c.c) nin yanına onun ismini de ekleyerek Allah ile beraber onun isminide zikretmek Rabbimizin asla kabul etmediği , asla af etmeyeceği suçlar kapasamına giren ŞİRK tir, Bir çok Müslüman bu şekil bir sözün şirk unsuru taşıdığından habersiz olarak dilinde alışkanlık olarak kullanmaktadır. Bu yazının amacı böyle bir sözün ne anlama geldiği konusunda Müslüman kardeşlerimiiz uyarmak amaçlı olup , söylemekte ısrar edildiği zaman kişiyi şirke sokacağı bilinmelidir. Rabbimize olan Şahidliğimizi yerine getirmek düşüncesi içinde yazıya dökmeye çalıştığımız bu konu hakkında , bazı kardeşlerimizin bunu Peygamber düşmanlığı gibi görmemelerini istiyoruz, esas düşmanlığın Allah (c.c) istemediği Şirk olarak gördüğü bir konuma yükseltmek olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[016.051] Allah «iki ilah edinmeyiniz, o tek bir ilahtır, yalnız benden korkunuz» dedi.
[051.051] Allah ile beraber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.
[017.022] Allah ile birlikte başka bir ilah edinme ki, kınanmış, yalnız başına bırakılmış kalmayasın!
[028.088] Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.
Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına emir ve yasaklarını bildirmek için , yine o insanlar içinden elçiler seçerek onlara vahyetmiştir. Zaman içinde vahyi getiren elçiler vahyin önüne geçirilerek o Elçiler aşırı bir yüceltmeye tabi tutulmuş ve yarı ilah seviyesine çıkarılmışlardır.
Bu durumun en bariz örneğini, Hıristiyanların İsa (a.s) ı"Allahın oğlu" şeklinde bir paye yükleyerek onu İlah edinmelerinde görmekteyiz. Hıristiyanlara özenen Müslümanlar aynı payeyi İsa (a.s) gibi direk olarak değil endirek olarak Muhammed (a.s) a yükleyerek onu da yarı ilah pozisyonuna sokmayı başarmışlardır!.
Geleneksel İslam düşüncesinde, vahiy ve onu gönderenden ziyade o vahyi getiren Elçi öne çıkarılmış ve Hıristiyanvari bir düşünce şekli Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Bu yazımızda bu durumun dile düşmüş hali olan ve çoğumuzun dilinde pelesenk olan bir sözün tehlikesine dikkat çekmeye çalışacağız.
"Ya Rabbim Ya Resulullahım" sözü bir çoğumuzun ağzında gezen bir kelime olup bazı durumlarda söylenen bir sözdür. Ancak ŞİRK dediğimiz durum bu sözün içinde saklı olup bir çok Müslüman bu sözün nasıl bir tehlike arzettiğinden habersiz her gün defalarca bunu tekrarlamaktadır.
Bazı kişilerin "Peygamberimizin adını anmak ne zamandan beri şirk oldu?" diye soracaklarını ve bu düşüncemizi yadırgayacaklarını tahmin edebiliyoruz.
Öncelikle "Kelimei Şehadet" teki "Abduhu ve Resuluhu" (onun kulu ve elçisidir) sözündeki "KUL" olmanın Muhammed (a.s) içinde geçerli olduğunu , onunda diğer insanlarıdan farkı ona vahyedilmiş olması olduğunu , Elçi olmak demenin onu Allah (c.c) katında özel bir duruma sokmak demek olmadığını bilmemiz lazımdır.
Tabiki İslam kültürü içindeki Elçi algısının böyle bir duruma pek müsaade etmeyeceğini bilerek , doğru bir Elçi algısı için müracaat edeceğimiz yegane merci o Elçinin getirdiği KUR'AN olması gerekmektedir ki doğruyu bulalım.
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[041.006] De ki: «Ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor. Öyleyse O'na yönelin ve O'ndan mağfiret dileyin. Vay haline o müşriklerin.»
[018.110] De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.
Yukarıda vermiş örnek ayet mealleri Muhammed (a.s) ın beşer olduğunu özellikle vurgulayarak , İsa (a.s) a yapılan hataya düşülmemesini hatırlatmaktadır , malleseftirki ayetler sanki " böyle yapmayın" dememişte " böyle yapın" demiş gibi okunarak Muhammed (a.s) Allah (c.c.) nin yanına oturtulmuştur.
[017.046] Kuran'ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kuran'da Rabbini bir tek olarak andığın zaman, onlar ürkerek ardlarına dönerler.
[039.045] Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler
[040.012] Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.
Müslümanlar olarak sadece cennet nimetleri ile ilgili ayetler bize hitap ediyor gibi bir hastalığımız olduğu için ,Müşrikler,Kafirler,Yahudiler,Hıristiyanlar v.s ile ilgili ayetlerden pay çıkarmak gibi bir okuyuşta maalesef bulunmadığımız için yukardaki ayetlerin Müslümanları nasıl ilgilendirdiği haklı olarak merak edilecektir.
Şirk ; Allah (c.c) nin yanına her nasıl olursa olsun , her kim olursa olsun konulan şeylerin genel tarifi olduğuna göre onun adını zikrederken onun elçisinide zikretmek kişiyi ŞİRK içine sokacaktır.
Allah (c.c) Elçiside olsa hiç kimseye yanında özel bir yer ayırmamış Hıristiyanların yapmış olduklarının bir benzeri olan bu durumu asla affetmeyeceğini beyan etmiştir.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
"Ya Rabbim" diye nida ederek çağırdığımız Rabbimiz bizim bu nidamızı elbette duyar ve hacetimizi ona ilettiğimiz zaman bu çağrımıza cevap verir. Fatiha suresinde " yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden isteriz" şeklinde duamızı şuurlu bir şekilde yaptığımız zaman onu dışında hiç kimseden bir şey istenmemesi gerektiğini anlarız.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
"Ya Rabbim" nidasının yanına "Ya Resulullahım" şeklinde bir söz eklediğimiz zaman Allah (c.c) nin "ESSEMİ" ismini onun Elçisine de vermiş oluruzki bunun adı ŞİRK tir. Çünkü onun Elçisi ölmüştür ve bizleri asla duymaz. Hurafe kaynaklarında onun ölmediği , kabirinde namaz bile kıldığı , ona okunan salavatların ona ulaştığı yolundaki rivayetler bu şirk inancının bir uzantısıdır.
[029.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonra döndürülüp Bize getirileceksiniz.
[039.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Sonuç olarak ; Muhammed (a.s) ı Hıristiyanlık özentisi olarak aşırı bir yüceltmeye tabi tutarak Allah (c.c) nin yanına onun ismini de ekleyerek Allah ile beraber onun isminide zikretmek Rabbimizin asla kabul etmediği , asla af etmeyeceği suçlar kapasamına giren ŞİRK tir, Bir çok Müslüman bu şekil bir sözün şirk unsuru taşıdığından habersiz olarak dilinde alışkanlık olarak kullanmaktadır. Bu yazının amacı böyle bir sözün ne anlama geldiği konusunda Müslüman kardeşlerimiiz uyarmak amaçlı olup , söylemekte ısrar edildiği zaman kişiyi şirke sokacağı bilinmelidir. Rabbimize olan Şahidliğimizi yerine getirmek düşüncesi içinde yazıya dökmeye çalıştığımız bu konu hakkında , bazı kardeşlerimizin bunu Peygamber düşmanlığı gibi görmemelerini istiyoruz, esas düşmanlığın Allah (c.c) istemediği Şirk olarak gördüğü bir konuma yükseltmek olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Ekim 2014 Çarşamba
AHZAB 28-34 Ayetleri ile İlgili Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma
AHZAB
 28-34 ayetleri arasında Muhammed(a.s)'ın eşlerine olan hitabı 
görmekteyiz. Bu ayetler nuzül itibarı ile o eşler hayatta iken nazil 
olmuş fakat bugün ne Elçi ne de Eşleri hayattadır. Bu bağlamda şöyle bir
 soru akla gelmektedir; "günümüzde bu ayetlerin herhangi bir 
geçerliliği varmıdır? Tarihsel bir düşünce ile bu ayetleri o gün için 
geçerli sayıp bu güne bir mesajı olmadığını mı söyleyeceğiz? Eğer varsa,
 bu ayetlerin mesajını nasıl okuyabiliriz?”. Bu ayetler evet o gün yaşayan insanlara hitap etmektedir ancak "hükmün özel olması, genel olmasına mani değildir"
 prensibince o kişilere yapılan hitapları günümüzde de geçerli mesajlar 
olarak okumak mümkündür. Bu yazımızın konusu; bu ayetlerin günümüze dair
 olması muhtemel mesajları üzerinde olacaktır.
[033.028] Ey
 Nebi, eşlerine şöyle söyle: «Eğer dünya hayatını ve zinetini 
istiyorsanız, haydi geliniz sizi donatayım ve güzellikle bırakıp 
salıvereyim.
[033.029] «Eğer Allah'ı, Resulunu, ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır.»
[033.030] Ey Nebinin kadınları! Sizlerden biri açık bir hayasızlık yapacak olursa, onun azabı iki kat olur. Bu Allah'a kolaydır.
[033.031]
 Sizden kim, Allah'a ve Resûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona 
mükâfatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) bol rızık hazırlamışızdır.
[033.032] Ey
 Nebinin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; 
eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra 
kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda 
söyleyin.
[033.033]
 Evlerinizde vakarla oturun, ilk cahiliye dönemi kadınlarının açılıp- 
saçılması gibi açılıp- saçılmayın. Namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve 
Resulune itaat edin. Ey ehl-i beyt (Ey Peygamberin ev halkı) şüphesiz 
Allah sizden pisliği giderip sizi tertemiz yapmak ister.
[033.034]
 Ve hanelerinizde Allah'ın âyetlerinden ve hikmetten tilâvet olunanları 
hatırlayınız. Şüphe yok ki, Allah latîf, habîr bulunmaktadır.
Ayetlerin
 tarihsel bağlamı Nebi(a.s)'ın eşlerine hitab etmekte olup, onların 
dünya veya Ahiret hayatını tercih etmeleri neticesinde ellerine geçecek 
olanları anlatmaktadır (28-29. ayetler).
Nebi(a.s);
 Allah(c.c) tarafından kendisine yüklenen bir görev sahibi olup, beşer 
cinsinden olması nedeniyle eşleri ve çocukları vardır. Ayetleri tarihsel
 bağlamından alıp evrensel bağlamda okuyabilmek için; Nebi(a.s)’ın 
yüklenmiş olduğu görevi bu güne taşıyarak, o görevi yüklenen insanların 
ve onların ailelerinin o görev ile ilgili olarak nasıl bir tutum içinde 
olmaları gerektiğini öğreten ayetler olarak okumak mümkündür. Bu gün 
kendisine Nebi veya Resul diyebileceğimiz herhangi bir insan yoktur ve 
olmayacağına göre bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir?
Kendisine “ben Müslümanlardanım"
 diyen herhangi bir kişi bu söylemini; sadece söz ile değil, fiil ile de
 göstermek zorundadır. Müslüman olmak demek; o kişiye Allah(c.c)'ın 
yüklemiş olduğu bir takım sorumlulukları yerine getirmek mecburiyetinde 
bırakmaktadır.
İnsan
 olmamız nedeniyle beşeri ihtiyaçlarımız olan eşler ve çocukların dünya 
hayatının süsü olduğu konusu ile ilgili olarak bir çok ayet mevcut olup;
 Ahiret günü dünyada sahip olduğumuz eşler, çocuklar, mal ve servetin 
bizlere herhangi bir faydası olmayacağını da bir çok ayet haber 
vermektedir. 
Kişi
 yaşadığı hayat içinde Müslüman olmanın yükümlülüklerini yerine getirme 
noktasında bir takım engeller ile karşılaşabilir. Bu engeller belki en 
sevdikleri olan aile bireyleri tarafından gelebilir. İşte burada kişi 
bir yeri tercih etmek durumunda kalabilir. Nebi(a.s), bizler gibi bir 
beşer olduğu için eşleri tarafından bir takım sıkıntılara sokulmak gibi 
bir duruma düşürebilirdi, düşürülmüştür de. Bu durumu TAHRİM Suresi 
ayetlerinde görmekteyiz.
Birçok
 ayetinde, bizlerin tercih etme noktasında kaldığımız zaman, tercihimize
 göre karşılık alacağımızı bildiren Rabbimiz, Nebi(a.s)’ın eşlerinin 
şahsında bizlere de tercihimize göre alacağımız karşılığı bildirmiştir. 
Eğer
 Nebi(a.s)’ın eşleri dünyayı tercih etmeyi seçerlerse, Nebi(a.s) 
tarafından onlara verilecek dünyalıkları alıp gidecekler ama bu sefer 
Ahiret’ten nasipleri olmayacak. Eğer Ahiret’i seçecek olurlarsa; büyük 
bir ihtimal dünya hayatının bir çok nimetinden mahrum kalacaklar ama bu 
özverinin karşılığını Ahiret’te kat kat alacaklardır.
[009.024] De
 ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, 
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza 
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
 daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık 
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Allah
 - Resul’u ve O’nun yolunda cihad; bu üç şey bizlere yukardaki ayetlerde
 sayılan şeylerin hiçbirinden daha sevimli gelmemelidir.
[020.132]
 Ailene salatı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık 
istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takvâ 
iledir.
[019.055] Ailesine salat ve zekat emrederdi ve Rabbi katında hoşnutluğa ermişti.
[026.214] Ve en yakınların olan aşiretini korkut.
Yukarıda
 verdiğimiz ayet mealleri eğitim konusunda önceliğin neresi olması 
gerektiğini hatırlatmaktadır. Aile içindeki bireylerin aynı inancı 
paylaşmış olması, aile içinde birlik beraberlik ve sevgiyi artıracak 
olup, kişilerin aile dışındaki tebliğ faaliyetlerinde gereken özveriyi 
göstermelerini sağlayacaktır. Bunun tersi bir durum; huzursuzluk kaynağı
 olacak, aile bireylerinin herhangi birisi tarafından sekteye 
uğratılmaya çalışılacaktır. Böyle bir durum ise kişiyi tercih noktasında
 bırakarak, dünya ve Ahiret’i seçmesini gerektirecek bir seçim yapmasını
 gerektirecektir.
AHZAB
 28-29 ayetleri, bu seçimi Nebi(a.s)’ın ailesi üzerinden örnekleyerek 
tüm Müslümanlara göstermiş; Nebi(a.s)’ın böyle bir seçim yapmak zorunda 
kaldığında onları değil Allah’ı seçeceğini, onların da bu seçimi yaptığı
 takdirde alacakları karşılığı bildirmiştir. Müslümanlar arasında öne 
çıkmış, elini diğerlerine göre taşın altına daha fazla sokmuş olan 
kişilerin yakınları, özellikle ailesi, diğerlerine göre daha fazla 
özveride bulunmak durumundadır. İşte böyle bir konumda olan insanın 
(kadın veya erkek farkı gözetmeden) ailesi ecir bakımından daha fazla 
ecir alacağı gibi, ayak bağı olmak noktasında azap bakımından 
diğerlerine göre daha fazla azaba hak kazanacaktır. AHZAB 30-31 
ayetleri, bu duruma işaret etmektedir.
Ayetlerin
 tarihsel bağlamı ile ilgili olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz bir 
noktaya kısaca temas etmek istiyoruz. Nebi(a.s)’ın eşlerinin TAHRİM 30 
ayeti içinde "bifahişetin mübeyyinetin" (açık bir hayasızlık) 
şeklinde geçen kelime ile ilgili olarak yapılan bazı yorumlarda; 
Nebi(a.s)’ın eşlerinin, had cezasını gerektiren bir suç işledikleri 
takdirde (mesela zina gibi), bu cezanın onlara iki kat olarak, yani iki 
yüz celde olarak vurulması şeklinde olacağının anlaşılması gerektiğini 
düşünenlere rastlamaktayız.
Bu
 şekil bir yoruma sebep; zina cezasının klasik İslam hukukunda 
evli-bekar ayrımı yapılarak, evli olanın taşlanarak öldürülmesi şeklinde
 olan düşüncenin yanlışlığına vurgu yapmak içindir. Biz de tabi ki 
Kur’an’da evli-bekar şeklinde bir ayrımın yapıldığını söylemiyoruz, 
ancak bunu delillendirmek için AHZAB 30 ayetini delil getirmenin yanlış 
olduğunu söylemekteyiz. AHZAB 31 ayetine baktığımız zaman, itaat edenin 
mükafatının nerede verileceği (yani Ahirette verileceği) belli olup, 
isyan edenin cezası da Ahiret’te verilecektir şeklinde bir anlayış bizde
 daha doğru gözükmektedir.
AHZAB
 30-31 ayetlerinin evrensel mesajına gelecek olursak şunları söylemek 
mümkündür; kadın veya erkek olsun, Müslümanlara önderlik yapma konumunda
 olan bir kişinin aile bireyi, diğer insanlara göre daha fazla özveride 
bulunmak durumundadır. Yapmaktan kaçınacağı bir özveri veya yaptığı bir 
özverinin karşılığı, diğer insanlara göre daha katlamalı olarak 
Ahiret’te kendisine ödenecek olup, bu konumda olanların yakınları bu 
noktaya dikkat etmek zorundadırlar.
AHZAB
 32 ayeti; tarihsel bağlamda Nebi(a.s)’ın eşlerinin, diğer erkekler ile 
olması gereken münasebetlerini düzenlemektedir. Bu ayetin bize dönük 
mesajının nasıl olabileceği sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz. Kadın 
ve erkeğin yaratılış itibarı ile birbirlerine ilgi duymakta olduğu 
gerçeğinden yola çıkarak, sadece belli bir konuma sahip olanların eşleri
 değil bütün kadın ve erkeklerin karşı cins ile olan münasebetleri bir 
kurala bağlanmıştır.
Belirli
 bir konumda olan insanların ve onların yakınlarının, diğer insanlara 
göre daha göz önünde olmaları, bazı insanların hasedine sebeb olabilir. 
Olayı Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, onların imamı 
derecesinde olan insanların, münafık kesim tarafından çeşitli iftiralar 
ile karalanarak gözden düşürülmeye çalışılması, yaşanmış ve yaşanacak 
bir durumdur.
Toplumun
 en hassas olduğu konu olan kadın ve erkek arasındaki uygunsuz bir 
durumu, toplumun affetmesi çok zordur. Bunu bilen münafık kesim, fitne 
ateşini buradan körüklemek için kadın veya erkeğin karşı cinse karşı 
hatalı bir davranışını ortaya koyarak, araya fitne sokmak isteyebilir. 
Bunun en açık örneğini; NUR Suresi ayetlerinde, Aişe validemize karşı 
olan iftirada görebiliriz (Aişe validemizin hatalı olduğunu söylemek 
istemiyoruz). Bu sebepten ötürü, özellikle göz önünde olan insanların bu
 tür hatalar yapmaktan kaçınmaları ve bu tür hataya düşmelerine veya 
fitneye sebep olacak şeyler yapmamaya dikkat etmeleri gerekmektedir.
AHZAB
 33 ayeti; kadınların evden çıkmamalarına dair herhangi bir emir 
olmayıp, evlerinde nasıl davranmaları gerektiğini beyan etmektedir. 
AHZAB 59 ayeti, Nebi(a.s)’ın ve diğer Mü'minlerin eşlerinin, kızlarının 
ve kadınlarının dışarıya çıkarken, evdeki kıyafetlerine ek olarak dış 
kıyafetlerini almalarını emretmesi, kadınların sosyal hayat içinde yer 
almış olmalarını göstermektedir.
Bu
 ayet; ayetleri ön kabullu ve tahrifkar okumanın şampiyonu 
sayabileceğimiz Şia’nın istismar ettiği ayetlerden bir tanesidir. “Ehl-i
 beyt" kültürü altında oluşturdukları inanca, adına "Tathir ayeti" 
dedikleri bu ayet içinde geçen müzekker zamirlerini delil göstererek, 
Nebi(a.s)’ın ev halkına Ali, Hasan ve Hüseyin’in de dahil olduğunu iddia
 etmelerine rağmen, kadınlardan sadece kızı Fatımay’ı ehl-i beyt’e dahil
 ederek, diğer kadınların hiçbirini dahil etmemeleri çelişkisini burada 
kısaca hatırlatmak istiyoruz.
AHZAB
 34 ayeti ise; bir önceki ayetin Şia tarafından istismar edilmesine 
karşılık, "ehl-i hadis" tayfası tarafından istismara uğratılmıştır. Bu 
tayfanın oluşturmuş olduğu “Sünnet ve Hadisin vahiy" olduğu 
inancı, bu ayetten delillendirlmeye çalışılmıştır. Konumuz Şia ve Ehl-i 
hadisin bu düşüncelerini tahili etmek olmadığı için burada bunlara 
değinmeyeceğiz.
Kitap
 ve hikmet şeklinde ayrım, Kur’an’ın diğer ayetlerinde de geçtiği için; 
hikmetin ne olduğu Müslümanlar arasında tartışılan bir konudur. Hikmeti "her insana verilen eşyayı okuma kabiliyeti"
 olarak kısaca tarif edersek, eşyayı okuma Kitap’ın ayetlerinin verdiği 
koordinatlar ile olması gerektiği, Nebi(a.s)’ın bu usul ile bir yöntem 
takip ettiği hatırlatılarak, bizlerin de başta evlerimiz olmak üzere en 
yakınımızı uyarma vazifesine uygun bir şekilde uyarmaya ev halkından 
başlayarak halkayı genişletmemiz gerektiği hatırlatılmaktadır. 
Allah(c.c)'ın Kitap’ı içindeki emirler ve yasaklar; önce kişilerin en 
küçük halkası olan aile içinde okunmaya yani hayata geçirilmeye 
başlanarak örnek olunacak, daha sonra halka genişleyerek kitlelere 
yayılacaktır.
Musa(a.s)'ın kıssasının anlatıldığı YUNUS 87 ayetinde, mücadele yöntemi olarak “evler hazırlanması"
 istenmiş olması; mücadelenin önce ev halkı ile birlikte fikir birliği 
içine girmekle başlayabileceği, bu doğrultuda olan bir ev halkının 
mücadelede daha başarılı olabileceği hatırlatılmaktadır. Ancak Lût(a.s) 
ve Nuh(a.s) örneğinde olduğu gibi, mücadeleye katılmak istemeyen ev 
halkından bazı fertler olabilir.
Lider
 pozisyonunda olan kişilerin söylemlerinin, önce en yakınları üzerinde 
kabul görmüş olması; onların çağrılarının diğer insanlar üzerinde daha 
kolay kabul görmesi anlamına geleceği için, Rabbimiz Nebi(a.s)’ın 
eşlerinin şahsında bizlere de hatırlatma yapmaktadır. Burada Nuh(a.s) ve
 Lût(a.s)’ın davetlerinin en yakınları tarafından kabul görmemiş 
olmasından hareketle; bir kişinin en yakınının onun davetini kabul 
etmemiş olması, o kişi için ayıplanacak bir durum asla olamaz.
Sonuç olarak; AHZAB 28-34 
ayetleri; tarihsel bağlamı olan fakat güncel mesajlar çıkabilecek 
ayetlerdendir. Müslümanlar olarak üzerimize yüklenen vazifeyi yerine 
getirirken; öncelikle en yakınlarımız olan ev halkının bizim bu vazife 
bilinci içinde yapmış olduğumuz şeyler konusunda ayak bağı değil, destek
 olması, özveride bulunması gerektiğini Nebi(a.s)’ın eşlerinin şahsında 
ültimatom mahiyetindeki ayetler olarak beyan edilmektedir. Özellikle 
önder konumunda olan kişilerin eşlerinin ve aile bireylerinin, bu 
önderlikte o kişini konumuna laf ve dedikodu üretebilecek şeylerden 
kaçınmaları gerektiği, bu özverilerinin karşılığında veya yaptıkları 
yanlışların karşılığında, diğer kişilere göre daha fazla bir karşılık 
alacakları haber verilerek, ayakların ona göre denk atılması 
istenmektedir. Ev halkı ile birlikte yapılan bir mücadele diğer insanlar
 tarafından daha kolay kabul görecek olup, bütün ev halkı ile birlikte 
diğer insanlara örnek olması bakımından önemli bir katkı sağlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
