Allah (c.c) biz yaşadığımız dünya hayatında uymamız gereken kuralları bizler içinden seçmiş olduğu insanlar ile göndermiştir, Kur'an dilinde bu insanlara "Nebi Resul" denilmektedir. Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , ondan sonra bu sıfat kimseye verilmeyecektir. Ancak bazı Kur'an ayetlerinin farklı yorumlanması sonucunda , "Nebilik bitmiştir ancak resulluk bitmeyecek kıyamete kadar devam edecektir" şeklinde söylemlere rastlamaktayız.
İddiamız , nebiliğin bittiği resulluğun de bittiği ve bundan sonra kimsenin böyle bir iddia ile ortaya çıkmayacağı , "Ben resulum" diyen bir kimseye verilecek karşılık, onun sadece bir yalancı ve iftiracı olduğudur.
Bu konuda yapılan önemli yanlış , "Nebi" ve "Resul" kavramlarının aynı insan üzerinde toplanmamış olduğu , Allah (c.c) tarafından seçilen insanların bir kısmının "Nebi" bir kısmının ise "Resul" olduğunun zannedilmesidir. Bu yanlışlığı geleneksel anlayış içinde görmekle birlikte , Kur'an merkezli düşünce etrafında buluşan insanların bir kısmında da görmekteyiz.
[022.075] Allah meleklerden de resuller seçer, insanlardan da. Şüphesiz
Allah işitendir, görendir.
Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz, Hacc s. 75. ayeti olup , Allah (c.c) bu ayette "Resul" sıfatını "Melek" ve "İnsan" lara verdiğini bildirmektedir.
"Resul" kelimesi kısaca , alınan bir haberi aktarmak görevli olan bir kimseye denilmektedir.
Allah (c.c) "Melek" resul seçerek, "Al bu mesajımı falan resulüme ilet" demekte, Melek resulden mesajı alan beşer resul ise, insanlara bu mesajı iletmektedir. Allah (c.c) resul olarak seçtiği insanlara "Nebi resul" şeklinde bir paye vermektedir.
"Nebi" ; Bir haberi iletmek ile görevli kimse için kullanılan kelimedir. Bu anlamda resul ve nebi kelimeleri birbiri ile eş anlamlı sayılabilir , bu noktada kafalara "Neden aynı anlamda olan iki kelimenin birlikte kullanıldığı" sorusu takılacaktır.
Hacc s. 75. ayetine geri dönecek olursak , bu ayette melek ve insanlardan resuller seçildiği beyan edilmektedir. İnsan cinsinden olan resulun, melek resulden ayrılması için "Nebi resul" şeklinde bir ifade kullanılmış olabileceğini düşünmekteyiz. Yani "Nebi Resul" sıfatı beşerden seçilmişler için kullanılarak , meleklerden seçilen elçi için böyle bir sıfat kullanılmamaktadır.
Bu anlamda Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün beşer elçiler "Nebi Resul" olarak adlandırılmışlardır. Geleneksel düşüncede ki , "Nebi, kendisine kitap verilmeyen peygambere , Resul ise kendisine kitap verilen peygambere denir" şeklindeki tarif , Kur'anın tarifi uyum arz etmemektedir.
"Kitap" kelimesi ; "İki şeyi birbirine eklemek" anlamında olup ağızdan çıkan harflerin birbiri ardı sıra eklenerek dizeler haline gelmesine de "Kitap" denilmektedir. Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün Nebi Resullerin ağzından çıkan kelimeler ile aktardıkları mesaj, almış oldukları vahyin sonucu olup bu anlamda , kitap verilmemişlik gibi bir durum asla söz konusu değildir.
Kitap verilmemişlik gibi bir iddia, beraberinde bu iddia sahiplerini , "Ben size Allah'ın gönderdiği elçiyim" diyen birinin, bu elçiliğinin delili olan vahyi almadığını iddia ederek, Allah (c.c) nin gönderdiği bir kısım elçiyi yalancı konumuna düşürmek durumuna getirecektir.
Allah (c.c) nin göndermiş olduğu hiç bir "Nebi Resul" bu görevin kendisine verilmiş olduğu haberini almadan " Ben Resulum" diye ortaya asla çıkamaz. Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen ve sayısının sadece Allah (c.c) nin bildiği bütün seçilmiş insanlar, bu seçilmişliklerini Allah (c.c) den aldıkları vahiy ile belgelemişlerdir.
Allah (c.c) den böyle bir belge ile görev alan bu seçilmişler kavimlerine giderek , almış oldukları vahyi ağızları ile iletmeleri onların "Kitap" almış olduklarını gösterir. Çünkü o Resullerin ağızlarından dökülen kelimelerin bir araya getirdiği cümleler, almış oldukları vahyin aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu anlamda "Kendisine kitap verilmeyen elçi" diye bir şey asla olamaz.
Bütün bunlardan sonra, "Nebi Resul" payesini alan insanlar , yeryüzünde Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli olan kişiler olup , onların üstlendikleri bu görev, YER YÜZÜNDE ALLAH (C.C) ADINA KONUŞMAKTIR. Muhammed (a.s) a inen ilk ayetler olan Alak suresindeki "Oku seni yaratan rabbinin adı ile" emri, ona Allah (c.c) adına konuşma görevinin verildiğini beyan etmektedir.
Muhammed (a.s) "Nebi resul" zincirinin son halkası olup, ondan sonra hiç kimse Allah (c.c) adına okuma yetkisine sahip olMAyacaktır. Ahzab suresinin 40. ayetinde "Onun Allah'ın resulu ve nebilerin sonuncusu" olduğunun beyan edilmesi , Nebi ve Resul kelimelerini birbirinden ayıranlar için , nebiliğin bittiği fakat resullüğün devam ettiği gibi bir zanna götürmüştür. Bu düşünce sahipleri, Nebi ve Resullüğün et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını bilselerdi böyle bir hataya düşmelerine gerek kalmazdı.
Nebi ve Resullüğün birbirinden ayrılarak , resullüğün devam ettiğini iddia edenlerin bir kısmı, bu resullüğü kendilerine layık görerek, "Ben de resulüm" diyerek ortalıklarda dolaştıklarını , hatta bu kimselere inanan bir kısım insanın da olduğuna şahit olmaktayız.
Herkesin malumudur ki, bir göreve atanmak isteyenlerin için gerekli belgeleri getirilme zorunluluğu vardır. Bir kimse eğer "Ben resulum" diye bir iddia sahibi ise, bu resullüğünün tasdiki ve ilanı için, elinde kim tarafından resul olarak gönderildi ise, ondan bir belge getirmesi zorunluluğu vardır.
"Ben Kur'anın resulüyüm" şeklinde bir iddia ile ortaya çıkanlara ise , Kur'anın Muhammed (a.s) ın resullüğünün belgesi olduğunu, eski resulün belgesinin , yeni resul !! için geçerli olamayacağını söyleriz. Çünkü gelen her resul , kendisinin resul olduğuna dair bir belge ile gelip, önceki resulun belgesi ile kavimlerinin karşısına çıkMAmıştır.
"Kur'an resulü" sadece Muhammed (a.s) için geçerli bir deyimdir, neden mi?
Bizler Kur'an ayetleri ile ilgili bir yorumda bulunduğumuz zaman bu yorumun doğru veya yanlış olma ihtimali mevcuttur. Eğer Muhammed (a.s) aldığı vahy ile ilgili bir yanlışta bulunduğu takdirde , vahy bu yanlışı düzeltir , bizlerin böyle vahy almak durumu olmadığı için , bizim yaptığımız yorumlar sadece kendi ilim ve bilgi düzeyimizin sınırları dahilindedir.
Muhammed (a.s) bu konuda bizlerden ayrıcalıklı bir konuma sahip olarak Allah (c.c) iletişim halinde olduğu için yaptığı yanlışın düzeltilmesi söz konusudur. Muhammed (a.s) dan başka bir kimsenin Allah (c.c) adına konuşma yetkisi bulunmadığı için hiç kimsenin "Ben Kur'anın resulüyüm" diyerek çakma resullük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur.
Nebi Resul görevini almış kişiler, yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimseler olduğu için bu gün böyle bir iddia ile ortaya çıkan kimselere söyleyeceğimiz iki kelime vardır ki o da YALANCI ve İFTİRACI olduklarıdır. Çünkü artık bir beşerin çıkıp Allah (c.c) adına konuşma yetkisi yoktur .
Bu gün artık "Nebi Resul" olmak görevini yüklenen bir kimsenin olmasının veya gelmesinin imkansız olduğunundan sonra , "Nebi Resul" denilen kimselerin yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkileri olduğundan yola çıkarak, son nebi resul olan Muhammed (a.s) a itaatı emreden ayetleri bu gün nasıl okumak gerektiği sorusu cevabını beklemektedir.
Bu konuda herhangi bir cevap verilmediğini söylemek istemediğimizi hatırlatmak isteriz, söylemek istediğimiz ,bu konuda verilen cevapların bazı problemleri beraberinde getirmesi açısından sıkıntılar doğurduğudur şöyle ki;
Kur'an içinde bir çok ayette, "Allah'a ve resulüne itaat edin" şeklinde emir vardır. Bu ayetlerin hayata pratize edilmesi konusunda, Muhammed (a.s) hayatta iken herhangi bir sıkıntı mevcut değildi.
[004.080] Kim resule itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim
de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.
Nisa s. 80. ayeti, resule itaat etmek demeyi Allah'a itaat etmek ile birleştirmiştir. Resul hayatta olduğu için Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olması hasebiyle onun yaşamı dahilinde resulluk görevi ile ilgili vahiy haricindeki sözleri bile itaat edilmesi gereken sözler olarak değerlendirilmekteydi.
Muhammed (a.s) ın elçilik görevi ile ilgili olan vahiy harici sözlerinde ve fiillerinde herhangi bir hata olduğu takdirde bu hata, devam eden vahiy süreci dahilinde inen ayetler ile düzeltilmekteydi. Tevbe , Enfal ve Abese surelerinde, bu hatalı uygulamaları konusunda elçiyi uyaran ayetler buna örnektir.
Bu noktada klasik söylem olan "Hadise itaatın farz" olması konusunun Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman ile sınırlı bir söylem ve durum olduğunu onun vefatı sonrasında , onun söylediği rivayet edilen sözlere itaatın böyle bir farziyet taşıması asla söz konusu olamaz.
Problem şimdi resule itaatı emreden ayetlerin nasıl hayata geçeceği konusunda olup, "Ehli Hadis" geleneği , elçiye olması gereken itaatın artık rivayet kitaplarında bulunan ve ona ait olduğu söylenen sözlere olması gerektiğini iddia etmektedir. Ancak burada da şöyle bir sıkıntı ortaya çıkmaktadır;
Rivayet kitaplarındaki "Hadis" denilen sözler eğer bu gün "Resule itaat edin" emrini karşılıyor diyecek olursak , hadis adı verilen sözlerin sahih olup olmadıkları konusunda bir çok ihtilaf olduğu herkesin malumudur. X hadisçisi herhangi bir hadis için sahihtir derken , Y hadisçisi aynı hadis için sahih değildir diyebilmektedir.
Aynı hadisin, bir hadisçinin gözünde sahih , bir başka hadisçinin gözünde gayri sahih olması , o hadisi sahih kabul edenler tarafından, sahih kabul etmeyenlere karşı, resule itaat etmediği gibi suçlamaları beraberinde getirecektir.
Bu gün elimizde olan hiç bir hadis kitabında Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözler , onun ağzından çıktığı gibi aynı şekilde mevcut değildir. Bu iddia bizim şahsi düşüncemiz olmayıp , hadis alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Hadis olarak rivayet edilen sözler , rivayet edenin aklında kaldığı kadarı veya anladığının başka bir kişiye aktarılmasından ibarettir. Bu aktarımda eksik , hata , yalan olması muhtemel olup , hadis usulu dairesinde bu ihtimaller bir şekilde çözülmeye çalışılmıştır.
Hal böyle iken, elimizde bulunan kitaplardaki hadis olarak bilinen sözlere ,Allah (c.c) nin itaatı emrettiğini iddia etmek, Allah ve elçisine yalan ve iftira etmekten başka bir anlam taşımayacak ve Allah (c.c) adına konuşan bir elçinin sözleri , kişisel içtihatların insafına bırakılarak , elçi yerine bu kişiler Allah (c.c) adına konuşturulmuş olacaktır.
Bu iddiamız , resule itaatı emreden ayetlerin ortadan kaldırılması yani neshedilmesi gibi bir düşünceyi ortaya atıyor gibi bir izlenim oluşturabilir , ancak kimsenin ayetleri neshetme gibi bir yetkisi olmadığı için bu ayetler kıyamete kadar okunacak ve hayata pratize edilmeye çalışılacaktır.
Bu ayetlerin Hayata pratize edilmesi nasıl olacaktır?.
"Nisa s. 80. ayeti , Allah (c.c) ve elçisine itaati emreden ayetleri anlama klavuzudur" demek yanlış bir ifade olmayacaktır. Çünkü itaat konusu elçi üzerinden Allah (c.c) ye bağlanmıştır. Bu gün elimizde Muhammed (a.s) ağzından çıktığı kesin ve üzerinde herhangi bir ihtilaf olmayan tek bir yazılı metin vardır o da Kur'an metnidir. Elçinin getirdiği bu kitaba itaat, elçiye itaat etmiş sayılmakla birlikte Allah (c.c) ye itaat etmiş olmayı beraberinde getirir.
Geriye, şimdi elimizdeki "Hadis" adı verilen müktesebata, nasıl bir konum yükleyebileceğimiz meselesi kalmaktadır.
[004.059] Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve
sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve
Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.
Nisa . 59 ve benzeri ayetlerde , herhangi bir husustaki ihtilafın Allah ve elçisine götürülmesi emredilmektedir. Elçinin sözleri konusundaki ihtilafın , elçinin olmaması nedeniyle (olsa zaten ihtilaf olmazdı) Allah' a götürülmesi gerekmektedir.
Bu gün elimizde olan hadis müktesebatı içindeki hadis adındaki sözler , eğer Kur'an ayetleri ile bir çelişki arz etmiyorsa , "Bu sözlerin Muhammed (a.s) a ait olma ihtimali yüksektir" diyebiliriz. Kur'an ile uyum arz etse bile "Bu sözü kesin olarak o söylemiştir" şeklinde bir kesin ifade kullanmak doğru değildir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) adına konuşmak için seçilmiş olan tek yetkili şahıslar olan "Nebi Resul" payesini alan insanlar , Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve ondan sonra gelen ve kendisine resullük payesi vermeye kalkan kim olursa olsun , resullüğü kendisinden veya müritlerinden menkul bir sahtekar ,yalancı veya psikiyatrik tedaviye muhtaç bir kimse olarak görülmesi gerekmektedir.
Son elçinin Allah (c.c) adına konuşan birisi olması nedeniyle yaşarken onun ağzından çıkan sözler sahabe arasında herhangi bir ihtilaf teşkil etmezken , onun vefatından sonra toplanan ve ona ait olduğu iddia edilen sözlerin "Resule itaat" emrinin karşılığı asla olamaz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
19 Aralık 2015 Cumartesi
17 Aralık 2015 Perşembe
Tevbe s. 34-35. Ayetleri : İnsanların Mallarını Haksızlıkla Yiyen Ahbar Ruhban ve Hocalar
İnsanların dini inançlarını sömürerek, onları dünyalık geçici hevesleri için kullanmak, insanlığın kadim sorunlarından birisi olarak hala ayakta durmaktadır. Tevbe s. 34. ve 35. ayetleri bu soruna değinerek , insanların dini inançlarını sömürerek onları paraya çevirmeye heveslenenlerin sonlarını ve dünyada kazandıklarının onlara ahirette nasıl geri dönüşü olacağını beyan etmektedir.
[009.034] Ey iman edenler; doğrusu ahbar ve rahiblerin çoğu insanların malını haksızlıkla yerler. Ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara; işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.
[009.035] O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz, tadın biriktirmiş olduğunuzu, (denir).
Tevbe suresinin bu ayetlerinde, Hıristiyan ve Yahudi din bilginlerinin insanlara yapmış oldukları haksızlıklar okunarak , bu haksızlıkların sonu ile bilgi verilmektedir. Kur'an okumalarında düştüğümüz önemli yanlışlardan birisi , Yahudi ,Hıristiyanlar gibi guruplara hitap eden ayetlerin ,biz Müslümanlara herhangi bir mesaj verip vermediğine dair bir tefekkürde bulunmamak olup , ilgili ayetin hitap ettiği guruplar ile sınırlı bir alanı olduğu zannı hakimdir.
Maalesef bu haksızlıkların Müslüman dünyasındaki uzantıları, bugün Müslüman din adamları marifetiyle yürütülmeye çalışılmaktadır. Şayet bugün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa , Tevbe s. 34. ayeti "Hocalar" ilavesi ile aynı şekilde inerek , İslam dünyasında "Hoca" adını almış kişilerin insanların dini duygularını sömürerek yapmış oldukları cürümler ele alınarak bunların karşılıkları haber verilirdi.
İslam dünyasındaki bu sömürgeciliğin Türkiye ayağına baktığımızda, işin nasıl korkunç boyutlara geldiği görülmektedir. Son yıllarda gelişen kitle iletişim araçlarının imkanları kullanılarak satılmaya çalışılan muhteviyata baktığımız zaman tamamen dini açıdan kişiye faydası olmayan, aslı hurafe olan bilgiler ile bezenmiş , yalanlar ile süslenerek kişilerin bunları alması sağlanmaktadır.
Bir çok tv kanalının , yüklü meblağlar karşılığında din adına konuşturduğu zevatın anlattıklarına baktığımız , ve bunları izleyen insanların sayılarını hesap ettiğimiz zaman ,doğru din algısının bu insanlara anlatılabilmesi konusunda umutlar zayıflamaktadır. Ciddiyetten uzak abuk subuk soruları cevaplamak ve hurafeleri anlatmak için alınan paralar, hesap günü kuruş kuruş bu kimselerden hesabı sorulacaktır.
Tasavvuf kesimine mensup insanların her konuda olduğu gibi bu konularda da aldatılması gayet kolay olup , mensup oldukları tarikatın, büyük olarak bilinen kişisinin bu konudaki tavsiyesi, onlar için sanki Allah emri olarak algılanarak, bunların alınması için gayret sarf edilmektedir.
Özellikle son yıllarda dini cemaatlerin akıl almaz maddi güçler elde etmiş olması , din üzerinde yapılan sömürünün nasıl bir boyuta ulaştığının göstergesidir. Her dini cemaat kendisini maddi yönden güçlendirme gayretine girerek , birbirleri ile yarışır hale gelmişlerdir. Bu gayretin en büyük maddi kaynağı , o tarikatın veya cemaatin müritleri olup , maddi desteklerinin karşılığı olarak ahirette büyük vaadler ile onları kandırarak Tevbe s. 34. ve 35. ayetlerin muhatapları olmaya hak kazanmaktadırlar.
Dün Hıristiyan dünyasının "Endülüjans" denilen, cennette arsa satma şarlatanlıklarının yerini , bu gün aynı şarlatanlığın başka versiyonu alarak , bilmemne tarikatının , veya bilmemne cemaatinin liderinin tavsiye ettiği ürünleri alarak onun şefaatine hak kazanıp cennette ki yerini sağlamlaştırdıklarını !! düşünen zavallı Müslümanlar, yemeyip içmeyip o ürünü alabilmek için çaba harcamaktadırlar.
Bu insanlar Allah -Peygamber-Kitap gibi kutsalları sadece ranta dönüştürmek için kullanarak bunları istismar etmekten çekinmemekte , buraya yazılmayacak kadar çok olan hurafe kaynaklı dini meseleleri paraya çevirmek için her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar.
Dua kavramını istismar ederek , peygamberler adına uydurdukları dua kitaplarını, aynı hacimde başka bir kitaptan daha pahalıya satarak , insanların umutlarını sömürmeye çalışan bu kişiler , sağlık konularında aynı şekilde peygamber ismini kullanarak , piyasada daha ucuz olan bir ürünü daha pahalıya satmaktadırlar.
Hal böyle iken, bu sömürünün ortadan kalkması için ne yapılmalıdır ? sorusu kafalarda yerini korumaktadır.
Bu sömürülerin ortadan kalkması için sağmal inek olarak görülen bu insanların uyarılması gerekmektedir. Bu uyarının öncelikle "Din" kavramının insan hayatında nasıl bir zemine oturması, ve hangi kaynaktan beslenmesi gerektiğini anlatmakla mümkün olacaktır.
Kur'an merkezli düşünce , dini duyguları ticaret metaı haline getirenler için büyük bir tehlike arz etmektedir. Tasavvuf kaynaklı hurafelere dayanan din algısını ellerinde tutarak bu sömürülerini devam ettirmek isteyenlerin yayınlarına bakıldığında , insanları sömürmek üzerine kurdukları tezgahların devamı için bu düşünceyi mahkum etmeye yönelik her türlü ayak oyunları görülebilir.
Bu insanlar , mensup oldukları tarikat veya cemaatin liderlerini insan üstü bir konuma koyarak, Allah (c.c) ile denk tuttukları bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği ayakta tutabilmek için önce Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkararak , onun varisleri olduğu yalanları ile bu zatları sahneye koymaktadırlar.
Kur'an şirk hastalığına şifa olan bir kitap olarak bu hastalığın tek çaresidir. Bu hastalığa ilaç olarak sunulan kitaba karşı , tarikat veya cemaat liderlerinin hop oturup hop kalkması boşa değildir. Kur'an eğer dinde belirleyici bir kitap olduğu takdirde , bu kişilerin karizmaları yerle bir olarak din adına ortaya yalanlar ortaya çıkacak ve etraflarında kimse kalmayacaktır.
Tarikat veya cemaat liderlerinin dünyalıklarını oluşturmak için kullandıkları en büyük silahları "Şefaat" silahıdır. Bu guruplara bağlı olanlar, liderlerinden ahirette kendileri için şefaatçı olacakları beklentisinde oldukları için , bu tarikatların kapılarından ayrılamamaktadırlar.
Şayet şefaat'in değil bu kişilere, Muhammed (a.s) a bile verilmediği, sadece Allah (c.c) nin elinde olduğu düşüncesi yerleştirildiği takdirde , bu cemaatlerin kapılarında bekleşenlerin bir bir ayrıldığı görülecektir. Bu korkudan dolayıdır ki , bu cemaat veya tarikatlar şefaat inancını ayakta tutmak için her türlü dalaverayı çevirmektedirler.
Allah (c.c) nin kimsenin yaptığı haksızlığı yanına kar bırakmayacağına olan imanımız bir tarafa , bu insanların din üzerinden haksızlıklar yaparak , hem zavallı Müslümanları kandırmaları , hem de dine karşı olan bir kısım insana din hakkında yanlış bir intiba bırakarak İslam'ın bu adamların yaptıkları ve yaşadıkları din olduğunu zannederek "Din buysa ben gavur kalayım" dediklerine şahid olmaktayız.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin ticareti helal kılmış olması , bu yol üzerinden her şeyin satılabileceği anlamına gelmemelidir. İnsanların umutlarını sömürerek onların dini duyguları üzerinden onları istismar edenlerin akıbeti, Tevbe s. 34. 35. ayetlerde beyan edilmesine rağmen , "Onlar Yahudi ve Hıristiyanmış bizi ilgilendirmez" mantığı içinde okunan ayetler , aynı zulmü yapan Müslüman dünyası içinde yerli papaz ve hahamlara balyoz gibi bir ihtar olması gerekirken , gözlerini kör eden tarikat ve cemaatçılık hastalığına kurban edilmeye çalışılmaktadır.
Rabbimiz tüm Müslümanları Tevbe s. 34.35. ayetlerinin muhatabı olan insanların şerrinden muhafaza buyursun.
[009.034] Ey iman edenler; doğrusu ahbar ve rahiblerin çoğu insanların malını haksızlıkla yerler. Ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara; işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.
[009.035] O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz, tadın biriktirmiş olduğunuzu, (denir).
Tevbe suresinin bu ayetlerinde, Hıristiyan ve Yahudi din bilginlerinin insanlara yapmış oldukları haksızlıklar okunarak , bu haksızlıkların sonu ile bilgi verilmektedir. Kur'an okumalarında düştüğümüz önemli yanlışlardan birisi , Yahudi ,Hıristiyanlar gibi guruplara hitap eden ayetlerin ,biz Müslümanlara herhangi bir mesaj verip vermediğine dair bir tefekkürde bulunmamak olup , ilgili ayetin hitap ettiği guruplar ile sınırlı bir alanı olduğu zannı hakimdir.
Maalesef bu haksızlıkların Müslüman dünyasındaki uzantıları, bugün Müslüman din adamları marifetiyle yürütülmeye çalışılmaktadır. Şayet bugün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa , Tevbe s. 34. ayeti "Hocalar" ilavesi ile aynı şekilde inerek , İslam dünyasında "Hoca" adını almış kişilerin insanların dini duygularını sömürerek yapmış oldukları cürümler ele alınarak bunların karşılıkları haber verilirdi.
İslam dünyasındaki bu sömürgeciliğin Türkiye ayağına baktığımızda, işin nasıl korkunç boyutlara geldiği görülmektedir. Son yıllarda gelişen kitle iletişim araçlarının imkanları kullanılarak satılmaya çalışılan muhteviyata baktığımız zaman tamamen dini açıdan kişiye faydası olmayan, aslı hurafe olan bilgiler ile bezenmiş , yalanlar ile süslenerek kişilerin bunları alması sağlanmaktadır.
Bir çok tv kanalının , yüklü meblağlar karşılığında din adına konuşturduğu zevatın anlattıklarına baktığımız , ve bunları izleyen insanların sayılarını hesap ettiğimiz zaman ,doğru din algısının bu insanlara anlatılabilmesi konusunda umutlar zayıflamaktadır. Ciddiyetten uzak abuk subuk soruları cevaplamak ve hurafeleri anlatmak için alınan paralar, hesap günü kuruş kuruş bu kimselerden hesabı sorulacaktır.
Tasavvuf kesimine mensup insanların her konuda olduğu gibi bu konularda da aldatılması gayet kolay olup , mensup oldukları tarikatın, büyük olarak bilinen kişisinin bu konudaki tavsiyesi, onlar için sanki Allah emri olarak algılanarak, bunların alınması için gayret sarf edilmektedir.
Özellikle son yıllarda dini cemaatlerin akıl almaz maddi güçler elde etmiş olması , din üzerinde yapılan sömürünün nasıl bir boyuta ulaştığının göstergesidir. Her dini cemaat kendisini maddi yönden güçlendirme gayretine girerek , birbirleri ile yarışır hale gelmişlerdir. Bu gayretin en büyük maddi kaynağı , o tarikatın veya cemaatin müritleri olup , maddi desteklerinin karşılığı olarak ahirette büyük vaadler ile onları kandırarak Tevbe s. 34. ve 35. ayetlerin muhatapları olmaya hak kazanmaktadırlar.
Dün Hıristiyan dünyasının "Endülüjans" denilen, cennette arsa satma şarlatanlıklarının yerini , bu gün aynı şarlatanlığın başka versiyonu alarak , bilmemne tarikatının , veya bilmemne cemaatinin liderinin tavsiye ettiği ürünleri alarak onun şefaatine hak kazanıp cennette ki yerini sağlamlaştırdıklarını !! düşünen zavallı Müslümanlar, yemeyip içmeyip o ürünü alabilmek için çaba harcamaktadırlar.
Bu insanlar Allah -Peygamber-Kitap gibi kutsalları sadece ranta dönüştürmek için kullanarak bunları istismar etmekten çekinmemekte , buraya yazılmayacak kadar çok olan hurafe kaynaklı dini meseleleri paraya çevirmek için her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar.
Dua kavramını istismar ederek , peygamberler adına uydurdukları dua kitaplarını, aynı hacimde başka bir kitaptan daha pahalıya satarak , insanların umutlarını sömürmeye çalışan bu kişiler , sağlık konularında aynı şekilde peygamber ismini kullanarak , piyasada daha ucuz olan bir ürünü daha pahalıya satmaktadırlar.
Hal böyle iken, bu sömürünün ortadan kalkması için ne yapılmalıdır ? sorusu kafalarda yerini korumaktadır.
Bu sömürülerin ortadan kalkması için sağmal inek olarak görülen bu insanların uyarılması gerekmektedir. Bu uyarının öncelikle "Din" kavramının insan hayatında nasıl bir zemine oturması, ve hangi kaynaktan beslenmesi gerektiğini anlatmakla mümkün olacaktır.
Kur'an merkezli düşünce , dini duyguları ticaret metaı haline getirenler için büyük bir tehlike arz etmektedir. Tasavvuf kaynaklı hurafelere dayanan din algısını ellerinde tutarak bu sömürülerini devam ettirmek isteyenlerin yayınlarına bakıldığında , insanları sömürmek üzerine kurdukları tezgahların devamı için bu düşünceyi mahkum etmeye yönelik her türlü ayak oyunları görülebilir.
Bu insanlar , mensup oldukları tarikat veya cemaatin liderlerini insan üstü bir konuma koyarak, Allah (c.c) ile denk tuttukları bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği ayakta tutabilmek için önce Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkararak , onun varisleri olduğu yalanları ile bu zatları sahneye koymaktadırlar.
Kur'an şirk hastalığına şifa olan bir kitap olarak bu hastalığın tek çaresidir. Bu hastalığa ilaç olarak sunulan kitaba karşı , tarikat veya cemaat liderlerinin hop oturup hop kalkması boşa değildir. Kur'an eğer dinde belirleyici bir kitap olduğu takdirde , bu kişilerin karizmaları yerle bir olarak din adına ortaya yalanlar ortaya çıkacak ve etraflarında kimse kalmayacaktır.
Tarikat veya cemaat liderlerinin dünyalıklarını oluşturmak için kullandıkları en büyük silahları "Şefaat" silahıdır. Bu guruplara bağlı olanlar, liderlerinden ahirette kendileri için şefaatçı olacakları beklentisinde oldukları için , bu tarikatların kapılarından ayrılamamaktadırlar.
Şayet şefaat'in değil bu kişilere, Muhammed (a.s) a bile verilmediği, sadece Allah (c.c) nin elinde olduğu düşüncesi yerleştirildiği takdirde , bu cemaatlerin kapılarında bekleşenlerin bir bir ayrıldığı görülecektir. Bu korkudan dolayıdır ki , bu cemaat veya tarikatlar şefaat inancını ayakta tutmak için her türlü dalaverayı çevirmektedirler.
Allah (c.c) nin kimsenin yaptığı haksızlığı yanına kar bırakmayacağına olan imanımız bir tarafa , bu insanların din üzerinden haksızlıklar yaparak , hem zavallı Müslümanları kandırmaları , hem de dine karşı olan bir kısım insana din hakkında yanlış bir intiba bırakarak İslam'ın bu adamların yaptıkları ve yaşadıkları din olduğunu zannederek "Din buysa ben gavur kalayım" dediklerine şahid olmaktayız.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin ticareti helal kılmış olması , bu yol üzerinden her şeyin satılabileceği anlamına gelmemelidir. İnsanların umutlarını sömürerek onların dini duyguları üzerinden onları istismar edenlerin akıbeti, Tevbe s. 34. 35. ayetlerde beyan edilmesine rağmen , "Onlar Yahudi ve Hıristiyanmış bizi ilgilendirmez" mantığı içinde okunan ayetler , aynı zulmü yapan Müslüman dünyası içinde yerli papaz ve hahamlara balyoz gibi bir ihtar olması gerekirken , gözlerini kör eden tarikat ve cemaatçılık hastalığına kurban edilmeye çalışılmaktadır.
Rabbimiz tüm Müslümanları Tevbe s. 34.35. ayetlerinin muhatabı olan insanların şerrinden muhafaza buyursun.
16 Aralık 2015 Çarşamba
Allah (c.c) Beşer Elçilere Neden Melek Elçi İle Vahyeder?
Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kulları üzerinde yegane otorite sahibinin sadece kendisi olduğunu beyan ederek , bu beyanını biz insanlar içinden seçmiş olduğu elçiler ile bildirmiştir. İnsanlar içinden seçmiş olduğu elçilere bu beyanı bildirme şeklini ise, meleklerden seçmiş olduğu elçiler vasıtası ile vahyederek olduğunu, son elçiye inen kitap içinde bildirmiştir.
Son zamanlarda , Kuran okumalarında ortaya çıkan bazı düşünceler beşer elçiye gelen vahiy konusunda farklı mülahazalar ortaya atarak , böyle bir vahyetme şeklinin olmadığını , olamayacağını iddia ederek , "Allah (c.c) nin direk olarak vahyetmeye gücü yetmiyor da böyle bir yolumu seçiyor" şeklinde itirazları görmekteyiz.
Bu itirazlar dile getirilirken sürülen gerekçelerin , konu ile ilgili ayetler ile çelişki arz etmesi üzerine , ilgili ayetlerin anlamı ters çevrilerek tahrifata girişmekten çekinilmediğine şahid olmaktayız. Bu tür itirazları ve ilgili ayetlerin nasıl tahrif edildiklerini daha önceki yazılarımızda ele almaya çalıştığımız için bu yazımızda, bu konudaki itirazlardan çok "Neden melek elçi ?" sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. "Neden" sorusunun cevabından önce konuyu aydınlatmak için vahyin gelişi ile ilgili ayetleri okumak istiyoruz.
Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz , Allah (c.c) nin insanlarla konuşma yollarını beyan ettiği Şura s. 51. ayetidir.
Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
[042.051] Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şura s. 51. ayetinin beyanına göre Allah (c.c) kulları ile 3 şekilde konuşmaktadır.
1- Vahy ile.
2- Perde arkasından.
3- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
Allah (c.c) nin kulları ile olan konuşmasının , 1. şıkkı bütün insanlar ile ilgili olup , 2. şıkkı Musa (a.s) ile olan konuşma ile ilgilidir. 3. şıktaki konuşma şekli olan elçi göndererek vahyetmek sureti ile olan konuşma şeklinin en son örneği , Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş şeklini ifade etmektedir.
Bu 3 konuşma şeklinin 1. şıkta olanı, bütün insanlar için geçerli olduğuna göre bu konuşma şeklini "GENEL VAHİY" , 2. ve 3. şıktaki konuşma şeklini ise "ÖZEL VAHİY" olarak isimlendirebiliriz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş keyfiyetini anlatan ayetleri gördükten sonra "Neden böyle bir yol ?" sorusunun cevabını arayabiliriz.
[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.
Hacc. 75. ayeti , Allah (c.c) nin İNSAN ve MELEKler den olmak üzere elçiler seçtiğini bildirmektedir. "Melek" olarak bahsedilen elçilerin ontolojik olarak nasıllığı konusunda herhangi bir bilgi verilmediği için , bizlerin de bu konuda bilgimiz olmadığını hatırlatalım.
[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»
Nahl s. 2. ayetinde beşer içinden seçmiş olduğu elçilere indirdiği ve "Ruh" olarak beyan ettiği vahyi , "Melek" ile indirdiğini beyan etmektedir.
[002.097-98] De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Bakara s. 97-98 de , Kitabı Muhammed (a.s) a "Melek elçi" olan "Cibril" in indirdiği beyan edilmektedir.
[016.101-2] Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»
Nahl s. 101-102 de , Muhammed (a.s) a Kitabın , "Ruhul kudüs" adı ile bildirilen melek elçi tarafından indirildiği beyan edilmektedir.
[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.
Şuara suresindeki bu ayetlerde Melek elçi , "Ruhul emin" olarak isimlendirilmektedir.
[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.
Necm suresindeki bu ayetlerde , Muhammed (a.s) a "Melek elçi" ile vahyedilmesi ve onu göz ile gördüğü anlatılmaktadır.
[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
Tekvir suresindeki bu ayetlerde ise Muhammed (a.s) a vahyi getiren elçiden "Kerim" olarak bahsedilmektedir.
Buraya kadar verdiğimiz ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere "Melek elçi" vasıtası ile vahyi indirdiğinin beyan edilmesi , ve bu beyanın Muhammed (a.s) ın şahsında nasıl gerçekleştiğini anlatan ayetlerdir.
Şu noktayı tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz ; "Melek elçi" deyimi ile kast edilen şeyin, bizim için elle tutulur , gözle görülür bir mahiyetinin olup olmadığının önemi yoktur. Biz sadece Allah (c.c) nin böyle bir vasıta ile vahyettiğini beyan etmesine iman ederek bu isim ile adlandırdığı şeylerin nasıllığı üzerinde durmamızı gerektirecek herhangi bir bilgi sahibi değiliz.
Gelelim asıl konumuz olan, Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile beşer elçilere vahyetme sebebine;
Şura s. 51. ayetine geri dönecek olursak , o ayette Allah (c.c) insan ile 3 yol ile konuştuğunu beyan etmektedir. 1. yol olan "Vahyetmek" yolu, yaratılan bütün insanlara şamil olan "İlham" olarak bildiğimiz konuşma şeklidir.
Musa (a.s) ın suya bırakması için annesine vahyedildiğinin beyan edilmesi, bu konuyu anlamayı kolaylaştıracaktır. Musa (a.s) ın annesinde fıtri olarak doğuştan gelen annelik duygusu, onun zarar görmemesi için annesini böyle bir yola itmiştir. Allah (c.c) Musa nın annesine melek elçi ile "Onu suya bırak" şekilde bir vahiyde bulunmamıştır. Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c) yarattığı bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri hassasiyetlere, "Vahyederek" konuşma adını veriyor.
Demek ki 1. yol ile vahyetme şekli bütün insanlar için geçerli olan ve "GENEL VAHİY" olarak kategorize edebileceğimiz bir konuşma türüdür.
2. ve 3. tür konuşma şekli insan içinden seçilmiş kişiler için geçerli olup , 2. tür konuşma şekli Kur'an içinde Musa (a.s) örneğinde görülmektedir.
Asıl konumuz olan 3. tür konuşma şekli olan "Elçi göndererek vahyetme" , 1. şekil olan bütün insanlar için olan geçerli olan konuşma şeklinden farklı bir konuşmadır. Bunun sebebi ise Allah (c.c) nin elçi olarak seçilmiş olan kula vahyedilen bilgilerin sadece "İlham" denilen kişisel fıtri bilgiler değil , ondan farklı ve kapsamlı olan ve diğer insanları bağlayıcılığı olan bilgiler olmasıdır.
Elçi olarak seçilmiş olan kişi , bu tür bir vahiy ile kendisine diğer insanlardan daha özel bir vahiyde bulunulduğunu anlar ve kendisine vahyedilen bu bilgilerin Allah (c.c) tarafından sadece kendisine has değil , muhatab olduğu bütün insanları kapsayıcı bir mahiyeti olduğunu bilir. Bu vahiy türü ile gelen bilgiler diğer insanları da bağlayıcı olup, sadece elçi ile sınırlı değildir. Bundan dolayı bu tür vahye "ÖZEL VAHİY" adı verebiliriz.
Allah (c.c) nin seçilmiş elçilere , insan olmalarının gereği olan "Genel vahiy" türünden ayrı bir vahiy türü olan "Melek elçi" ile özel bir vahiyde bulunma sebebi , vahyedilen kişinin , ve bu vahye muhatap olan kişilerin bu tür vahyin herkese yapılmayacağının bilinerek ayrıcalıklı bir vahiy türü olduğunun bilinmesi içindir.
Kur'an adı ile bildiğimiz kitap , bilindiği gibi Muhammed (a.s) a bu yolla inmiştir. Eğer biz böyle bir yolun olmadığını, açık ve net ayetlere rağmen iddia edecek olursak ortaya Kur'an hakkında bir takım şüpheler atılabilir şöyle ki ;
Muhammed (a.s) öncelikle bir insan olması nedeniyle her insan için geçerli olan "Genel vahiy" türü onun içinde geçerlidir. Eğer ona inen kitabı herkes için geçerli olan genel vahiy türü ile bizlere okuduğu iddiasını ortaya atacak olursak , Kur'an adlı kitabın bizler için herhangi bir bağlayıcılığı ortadan kalkarak , Muhammed (a.s) ın içine gelen duyguları yazdığı veya yazdırdığı "BEŞER SÖZÜ" haline veya müşriklerin yaptıkları iftiralardan olan, Allah adına uydurduğu sözler haline gelerek ve bizler için herhangi bir kitaptan farkı olmaz.
"Melek elçi" vasıtası ile olan özel vahiy türünün red edilerek , genel vahiy kategorisine dahil edilmiş bir kitap haline sokulmak istenilmesi Kur'anın sıradanlaşması , Allah (c.c) nin kelamı olmaktan çıkması , muhteviyatının bağlayıcı durumdan çıkması gibi tehlikeleri beraberinde getirecektir.
Çünkü, eğer Muhammed (a.s) biz gibi bir insan ise ki öyledir , "Ona ilham yolu ile gelen bilgiler bana da geldi" diyerek , resulluğu kendinden menkul sahte elçiler piyasada cirit atmaya başlayacaktır. Bunların örneklerini maalesef şimdi bile görerek "Ben de resulum" diyerek etrafta kol gezen hastalıklı kişilikler mevcuttur.
Resulluğu kendilerinden veya müritlerinden menkul bu kimselerin ortaya attığı sözlerin, vahy eseri olduğunu iddia etmelerine zemin hazırlayan söylem , Şura s. 51. ve benzeri ayetlerde beyan edilen "Elçi" sıfatını taşıyan insanlara yapılan vahy yolunu red etmeleridir.
Buradan da anlaşılıyor ki Allah (c.c) nin beşer elçilere diğer insanlardan farklı bir yol seçtiğini beyan etmesi , sahte elçilerin önünü kapatıcı ve kitabı sıradanlaştırıcı düşüncelere set çekmeyi amaçlamaktadır.
Son zamanlarda ,bu kitabın Muhammed (a.s) tarafından yazdığı veya yazdırıldığı hakkında ortaya atılan iddiaların temeli bu kitabın ona vahyedilme şeklinin red edilerek genel vahiy ile ona gelen ilhamın neticesi olduğuna dair sözler sarf edilmektedir. Bu düşünceyi ortaya atanların kendilerini "Yalnız Kur'an" sloganı ile tanıtmaları bizleri bazı şüpheler içine itmektedir.
Muhammed s. 30. ayetinde münafıkların tanınma yolu onların konuşma uslupları olarak haber verilmektedir.
"Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, KONUŞMA ÜSLUBUNDAN tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir."
Kimse hakkında "Münafık" gibi bir etiketleme niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek , Kur'an hakkında ortaya atılan bazı söylemlerin kime hizmet ettiği ve kimin ekmeğine yağ sürdüğünü hesaba katarak bu tür söylemleri değerlendirmek mümkündür.
Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen "Elçi göndermek yolu ile vahyedilmesi" konusunda böyle bir yolu red edenlerin bilerek veya bilmeyerek Kur'anın Allah (c.c) katından olmadığını iddia edenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ifade etmek isteriz. Eğer Kur'an bütün insanlara yapılan 1. konuşma şekli ile indiği kabul edilirse , bu kitabın artık bir bağlayıcılığı kalmayarak, Muhammed (a.s) ın yazdığı veya yazdırdığı bir kitap haline düşmesinden en çok kimler memnun olacağını bu düşünceyi savunanların anlaması gerekmektedir.
Müslümanlar için "Tuz" mesabesinde olan Kur'anın kokutularak ellerinde güvenebilecek bir dayanakları olmasını istemeyen kimler ise, bu tür söylemler onların ekmeğine yağ sürerek onların kirli emellerine hizmet etmektedir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere , başka bir elçi ile vahyettiğini beyan etmesinin sebebi , seçilen kişiye gelen vahyin Allah (c.c) nin kelamı ve bu elçinin Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olduğunun bilinmesi içindir. Böyle bir yolu red ederek , Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen insanlarla konuşma şeklinin 1. şıkkı dahilinde vahy edildiğini iddia edecek olursak Kur'an bağlayıcılığı olan bir kitap durumundan çıkarak Muhammed (a.s) ın sözü durumuna düşecektir.
Bu düşünceyi ortaya atanlar veya savunanların böyle bir tehlikenin kapısını araladıklarını açık ve net olarak söyleyerek , daha önce bu kapıyı aralayanların "Bende resulum" diyerek kendilerine Allah (c.c) tarafından vahyedildiği iddialarında bulunduğu malumdur. Bu konudaki ilgili ayetlerin tahrife varan boyutlarda anlamları kaydırılarak , Kur'anın özel bir vahiy ile değil de genel bir vahiy eseri olduğunu ispatlamaya çalışanlar , İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürerek onların işlerini kolaylaştırmaktadırlar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Son zamanlarda , Kuran okumalarında ortaya çıkan bazı düşünceler beşer elçiye gelen vahiy konusunda farklı mülahazalar ortaya atarak , böyle bir vahyetme şeklinin olmadığını , olamayacağını iddia ederek , "Allah (c.c) nin direk olarak vahyetmeye gücü yetmiyor da böyle bir yolumu seçiyor" şeklinde itirazları görmekteyiz.
Bu itirazlar dile getirilirken sürülen gerekçelerin , konu ile ilgili ayetler ile çelişki arz etmesi üzerine , ilgili ayetlerin anlamı ters çevrilerek tahrifata girişmekten çekinilmediğine şahid olmaktayız. Bu tür itirazları ve ilgili ayetlerin nasıl tahrif edildiklerini daha önceki yazılarımızda ele almaya çalıştığımız için bu yazımızda, bu konudaki itirazlardan çok "Neden melek elçi ?" sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. "Neden" sorusunun cevabından önce konuyu aydınlatmak için vahyin gelişi ile ilgili ayetleri okumak istiyoruz.
Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz , Allah (c.c) nin insanlarla konuşma yollarını beyan ettiği Şura s. 51. ayetidir.
Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
[042.051] Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
Şura s. 51. ayetinin beyanına göre Allah (c.c) kulları ile 3 şekilde konuşmaktadır.
1- Vahy ile.
2- Perde arkasından.
3- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
Allah (c.c) nin kulları ile olan konuşmasının , 1. şıkkı bütün insanlar ile ilgili olup , 2. şıkkı Musa (a.s) ile olan konuşma ile ilgilidir. 3. şıktaki konuşma şekli olan elçi göndererek vahyetmek sureti ile olan konuşma şeklinin en son örneği , Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş şeklini ifade etmektedir.
Bu 3 konuşma şeklinin 1. şıkta olanı, bütün insanlar için geçerli olduğuna göre bu konuşma şeklini "GENEL VAHİY" , 2. ve 3. şıktaki konuşma şeklini ise "ÖZEL VAHİY" olarak isimlendirebiliriz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş keyfiyetini anlatan ayetleri gördükten sonra "Neden böyle bir yol ?" sorusunun cevabını arayabiliriz.
[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.
Hacc. 75. ayeti , Allah (c.c) nin İNSAN ve MELEKler den olmak üzere elçiler seçtiğini bildirmektedir. "Melek" olarak bahsedilen elçilerin ontolojik olarak nasıllığı konusunda herhangi bir bilgi verilmediği için , bizlerin de bu konuda bilgimiz olmadığını hatırlatalım.
[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»
Nahl s. 2. ayetinde beşer içinden seçmiş olduğu elçilere indirdiği ve "Ruh" olarak beyan ettiği vahyi , "Melek" ile indirdiğini beyan etmektedir.
[002.097-98] De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
Bakara s. 97-98 de , Kitabı Muhammed (a.s) a "Melek elçi" olan "Cibril" in indirdiği beyan edilmektedir.
[016.101-2] Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»
Nahl s. 101-102 de , Muhammed (a.s) a Kitabın , "Ruhul kudüs" adı ile bildirilen melek elçi tarafından indirildiği beyan edilmektedir.
[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.
Şuara suresindeki bu ayetlerde Melek elçi , "Ruhul emin" olarak isimlendirilmektedir.
[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.
Necm suresindeki bu ayetlerde , Muhammed (a.s) a "Melek elçi" ile vahyedilmesi ve onu göz ile gördüğü anlatılmaktadır.
[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
Tekvir suresindeki bu ayetlerde ise Muhammed (a.s) a vahyi getiren elçiden "Kerim" olarak bahsedilmektedir.
Buraya kadar verdiğimiz ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere "Melek elçi" vasıtası ile vahyi indirdiğinin beyan edilmesi , ve bu beyanın Muhammed (a.s) ın şahsında nasıl gerçekleştiğini anlatan ayetlerdir.
Şu noktayı tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz ; "Melek elçi" deyimi ile kast edilen şeyin, bizim için elle tutulur , gözle görülür bir mahiyetinin olup olmadığının önemi yoktur. Biz sadece Allah (c.c) nin böyle bir vasıta ile vahyettiğini beyan etmesine iman ederek bu isim ile adlandırdığı şeylerin nasıllığı üzerinde durmamızı gerektirecek herhangi bir bilgi sahibi değiliz.
Gelelim asıl konumuz olan, Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile beşer elçilere vahyetme sebebine;
Şura s. 51. ayetine geri dönecek olursak , o ayette Allah (c.c) insan ile 3 yol ile konuştuğunu beyan etmektedir. 1. yol olan "Vahyetmek" yolu, yaratılan bütün insanlara şamil olan "İlham" olarak bildiğimiz konuşma şeklidir.
Musa (a.s) ın suya bırakması için annesine vahyedildiğinin beyan edilmesi, bu konuyu anlamayı kolaylaştıracaktır. Musa (a.s) ın annesinde fıtri olarak doğuştan gelen annelik duygusu, onun zarar görmemesi için annesini böyle bir yola itmiştir. Allah (c.c) Musa nın annesine melek elçi ile "Onu suya bırak" şekilde bir vahiyde bulunmamıştır. Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c) yarattığı bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri hassasiyetlere, "Vahyederek" konuşma adını veriyor.
Demek ki 1. yol ile vahyetme şekli bütün insanlar için geçerli olan ve "GENEL VAHİY" olarak kategorize edebileceğimiz bir konuşma türüdür.
2. ve 3. tür konuşma şekli insan içinden seçilmiş kişiler için geçerli olup , 2. tür konuşma şekli Kur'an içinde Musa (a.s) örneğinde görülmektedir.
Asıl konumuz olan 3. tür konuşma şekli olan "Elçi göndererek vahyetme" , 1. şekil olan bütün insanlar için olan geçerli olan konuşma şeklinden farklı bir konuşmadır. Bunun sebebi ise Allah (c.c) nin elçi olarak seçilmiş olan kula vahyedilen bilgilerin sadece "İlham" denilen kişisel fıtri bilgiler değil , ondan farklı ve kapsamlı olan ve diğer insanları bağlayıcılığı olan bilgiler olmasıdır.
Elçi olarak seçilmiş olan kişi , bu tür bir vahiy ile kendisine diğer insanlardan daha özel bir vahiyde bulunulduğunu anlar ve kendisine vahyedilen bu bilgilerin Allah (c.c) tarafından sadece kendisine has değil , muhatab olduğu bütün insanları kapsayıcı bir mahiyeti olduğunu bilir. Bu vahiy türü ile gelen bilgiler diğer insanları da bağlayıcı olup, sadece elçi ile sınırlı değildir. Bundan dolayı bu tür vahye "ÖZEL VAHİY" adı verebiliriz.
Allah (c.c) nin seçilmiş elçilere , insan olmalarının gereği olan "Genel vahiy" türünden ayrı bir vahiy türü olan "Melek elçi" ile özel bir vahiyde bulunma sebebi , vahyedilen kişinin , ve bu vahye muhatap olan kişilerin bu tür vahyin herkese yapılmayacağının bilinerek ayrıcalıklı bir vahiy türü olduğunun bilinmesi içindir.
Kur'an adı ile bildiğimiz kitap , bilindiği gibi Muhammed (a.s) a bu yolla inmiştir. Eğer biz böyle bir yolun olmadığını, açık ve net ayetlere rağmen iddia edecek olursak ortaya Kur'an hakkında bir takım şüpheler atılabilir şöyle ki ;
Muhammed (a.s) öncelikle bir insan olması nedeniyle her insan için geçerli olan "Genel vahiy" türü onun içinde geçerlidir. Eğer ona inen kitabı herkes için geçerli olan genel vahiy türü ile bizlere okuduğu iddiasını ortaya atacak olursak , Kur'an adlı kitabın bizler için herhangi bir bağlayıcılığı ortadan kalkarak , Muhammed (a.s) ın içine gelen duyguları yazdığı veya yazdırdığı "BEŞER SÖZÜ" haline veya müşriklerin yaptıkları iftiralardan olan, Allah adına uydurduğu sözler haline gelerek ve bizler için herhangi bir kitaptan farkı olmaz.
"Melek elçi" vasıtası ile olan özel vahiy türünün red edilerek , genel vahiy kategorisine dahil edilmiş bir kitap haline sokulmak istenilmesi Kur'anın sıradanlaşması , Allah (c.c) nin kelamı olmaktan çıkması , muhteviyatının bağlayıcı durumdan çıkması gibi tehlikeleri beraberinde getirecektir.
Çünkü, eğer Muhammed (a.s) biz gibi bir insan ise ki öyledir , "Ona ilham yolu ile gelen bilgiler bana da geldi" diyerek , resulluğu kendinden menkul sahte elçiler piyasada cirit atmaya başlayacaktır. Bunların örneklerini maalesef şimdi bile görerek "Ben de resulum" diyerek etrafta kol gezen hastalıklı kişilikler mevcuttur.
Resulluğu kendilerinden veya müritlerinden menkul bu kimselerin ortaya attığı sözlerin, vahy eseri olduğunu iddia etmelerine zemin hazırlayan söylem , Şura s. 51. ve benzeri ayetlerde beyan edilen "Elçi" sıfatını taşıyan insanlara yapılan vahy yolunu red etmeleridir.
Buradan da anlaşılıyor ki Allah (c.c) nin beşer elçilere diğer insanlardan farklı bir yol seçtiğini beyan etmesi , sahte elçilerin önünü kapatıcı ve kitabı sıradanlaştırıcı düşüncelere set çekmeyi amaçlamaktadır.
Son zamanlarda ,bu kitabın Muhammed (a.s) tarafından yazdığı veya yazdırıldığı hakkında ortaya atılan iddiaların temeli bu kitabın ona vahyedilme şeklinin red edilerek genel vahiy ile ona gelen ilhamın neticesi olduğuna dair sözler sarf edilmektedir. Bu düşünceyi ortaya atanların kendilerini "Yalnız Kur'an" sloganı ile tanıtmaları bizleri bazı şüpheler içine itmektedir.
Muhammed s. 30. ayetinde münafıkların tanınma yolu onların konuşma uslupları olarak haber verilmektedir.
"Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, KONUŞMA ÜSLUBUNDAN tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir."
Kimse hakkında "Münafık" gibi bir etiketleme niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek , Kur'an hakkında ortaya atılan bazı söylemlerin kime hizmet ettiği ve kimin ekmeğine yağ sürdüğünü hesaba katarak bu tür söylemleri değerlendirmek mümkündür.
Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen "Elçi göndermek yolu ile vahyedilmesi" konusunda böyle bir yolu red edenlerin bilerek veya bilmeyerek Kur'anın Allah (c.c) katından olmadığını iddia edenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ifade etmek isteriz. Eğer Kur'an bütün insanlara yapılan 1. konuşma şekli ile indiği kabul edilirse , bu kitabın artık bir bağlayıcılığı kalmayarak, Muhammed (a.s) ın yazdığı veya yazdırdığı bir kitap haline düşmesinden en çok kimler memnun olacağını bu düşünceyi savunanların anlaması gerekmektedir.
Müslümanlar için "Tuz" mesabesinde olan Kur'anın kokutularak ellerinde güvenebilecek bir dayanakları olmasını istemeyen kimler ise, bu tür söylemler onların ekmeğine yağ sürerek onların kirli emellerine hizmet etmektedir.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere , başka bir elçi ile vahyettiğini beyan etmesinin sebebi , seçilen kişiye gelen vahyin Allah (c.c) nin kelamı ve bu elçinin Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olduğunun bilinmesi içindir. Böyle bir yolu red ederek , Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen insanlarla konuşma şeklinin 1. şıkkı dahilinde vahy edildiğini iddia edecek olursak Kur'an bağlayıcılığı olan bir kitap durumundan çıkarak Muhammed (a.s) ın sözü durumuna düşecektir.
Bu düşünceyi ortaya atanlar veya savunanların böyle bir tehlikenin kapısını araladıklarını açık ve net olarak söyleyerek , daha önce bu kapıyı aralayanların "Bende resulum" diyerek kendilerine Allah (c.c) tarafından vahyedildiği iddialarında bulunduğu malumdur. Bu konudaki ilgili ayetlerin tahrife varan boyutlarda anlamları kaydırılarak , Kur'anın özel bir vahiy ile değil de genel bir vahiy eseri olduğunu ispatlamaya çalışanlar , İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürerek onların işlerini kolaylaştırmaktadırlar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Aralık 2015 Pazartesi
GAYRİ METLUV VAHİY Düşüncesinin Şura s. 51. Ayeti Bağlamında Değerlendirilmesi
Gayri metluv vahiy (Tilavet olunmayan vahiy) kısaca , Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'an harici ayrı bir vahiyde bulunulduğu iddiasına dayanan bir düşüncedir. Bu iddia temelini Kur'andan almayan , hadisi ve sünneti Kur'ana eş değer tutma düşüncesinin alt yapısını hazırlaması bakımından ihdas edilmiş bir düşünce olup, beraberinde akidevi problemler getirerek bu düşünceyi savunanları itikadi yönden sıkıntıya sokan bir düşüncedir.
Kur'an okumalarında eskiden beri yapılan hatalardan birisi , Kur'anın belirlediği çizgiler üzerinden gitmek yerine , belirlenmiş olan çizgilere , Kur'andan destek aramak şeklinde yapılan okumalar olmuş ve olmaya devam etmektedir. Konumuz olan düşünce, aynı hatalı yolun bir ürünü olup , "Ehli hadis" düşüncesinin, İslam dünyasına atmış olduğu büyük bir kazık olarak, halen büyük bir kesim tarafından savunulmaya devam etmektedir.
"Erike hadisi" olarak bilinen rivayette , Muhammed (a.s) a atfen , kendisine Kur'an ile birlikte bir başka vahiyde de bulunulduğu , dolayısı ile "Kur'an bize yeter" gibi sözleri söyleyenlerin hata içinde oldukları !! , kendi ağzından çıkan sözlerin de Kur'an gibi !! olduğuna dair sözler, ona atılmış büyük bir iftira olarak dillerde dolaşmaktadır.
Ayrıca bazı Kur'an ayetleri bu konuya destek olarak okunmaya çalışılmış, ve başta Necm suresinin ilk ayetleri, Bektaşi okuması misali yarım bir okuma ile "İşte bak onun konuştukları vahiymiş" şeklinde bir iddiaya kurban edilmeye çalışılmıştır.
"Hani Nebi; eşlerinden birine, gizlice bir söz söylemişti. O, bunu (diğer eşe)haber verdi de Allah da bunu ona açıklayınca; bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince; eşi: Bunu sana kim bildirdi? demişti. Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi, demişti."
Kur'an okumalarında eskiden beri yapılan hatalardan birisi , Kur'anın belirlediği çizgiler üzerinden gitmek yerine , belirlenmiş olan çizgilere , Kur'andan destek aramak şeklinde yapılan okumalar olmuş ve olmaya devam etmektedir. Konumuz olan düşünce, aynı hatalı yolun bir ürünü olup , "Ehli hadis" düşüncesinin, İslam dünyasına atmış olduğu büyük bir kazık olarak, halen büyük bir kesim tarafından savunulmaya devam etmektedir.
"Erike hadisi" olarak bilinen rivayette , Muhammed (a.s) a atfen , kendisine Kur'an ile birlikte bir başka vahiyde de bulunulduğu , dolayısı ile "Kur'an bize yeter" gibi sözleri söyleyenlerin hata içinde oldukları !! , kendi ağzından çıkan sözlerin de Kur'an gibi !! olduğuna dair sözler, ona atılmış büyük bir iftira olarak dillerde dolaşmaktadır.
Ayrıca bazı Kur'an ayetleri bu konuya destek olarak okunmaya çalışılmış, ve başta Necm suresinin ilk ayetleri, Bektaşi okuması misali yarım bir okuma ile "İşte bak onun konuştukları vahiymiş" şeklinde bir iddiaya kurban edilmeye çalışılmıştır.
"Hani Nebi; eşlerinden birine, gizlice bir söz söylemişti. O, bunu (diğer eşe)haber verdi de Allah da bunu ona açıklayınca; bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince; eşi: Bunu sana kim bildirdi? demişti. Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi, demişti."
Tahrim s. 3. ayetinde , Muhammed (a.s) ın gizli bir söz söylediği eşinin , bu sözünü diğer eşe bildirdiğini haber vererek , o eşin "Bunu sana kim bildirdi?" sorusuna, cevaben "Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi" şeklinde cevap vermesinin anlatıldığı ayet , gayri metluv vahiy düşüncesinin delil olarak aldığı ayetlerden birisi olup , bu haberin ona Cibril ile bildirilen bir vahiy ile gerçekleştiği iddia edilmektedir.
Fakat burada "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali önemli bir hataya düşülmektedir. Eğer ihdas edilmiş bir düşünceye, Kur'andan destek bulma çalışması şeklinde bir durum mevcut olmasaydı, ilgili ayet Kur'an bütünlüğünde okunarak , Muhammed (a.s) a böyle bir haberin nasıl verilmiş olabileceği kolaylıkla anlaşılabilirdi.
İhtilaf ettiğimiz bir konuda belirleyici olması gereken tek kitap olan Kur'an , bizlere gayri metluv vahiy düşüncesine bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair bilgiyi ,Şura s. 51. de Allah (c.c) nin kulları ile nasıl konuştuğunu beyan eden ayet vermektedir.
İhtilaf ettiğimiz bir konuda belirleyici olması gereken tek kitap olan Kur'an , bizlere gayri metluv vahiy düşüncesine bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair bilgiyi ,Şura s. 51. de Allah (c.c) nin kulları ile nasıl konuştuğunu beyan eden ayet vermektedir.
Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi
hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun
hakîm(hakîmun).
[042.051] Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir.
Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile
dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.
Vahy kelimesi; "Remz , ima yolu ile süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır.
Vahy kelimesi; "Remz , ima yolu ile süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır.
Şura s. 51. ayetinin beyanına göre Allah (c.c) insan ile 3 şekilde konuşmaktadır.
1- Vahy ile.
2- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
3- Perde arkasından .
Bu 3 yolun 3. şıkkındaki konuşma şekli , Musa (a.s) ile olan konuşma şekli olup , 1. ve 2. şıktaki konuşma şekilleri asıl konumuz ile alakalıdır.
1- Vahy ile.
2- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
3- Perde arkasından .
Bu 3 yolun 3. şıkkındaki konuşma şekli , Musa (a.s) ile olan konuşma şekli olup , 1. ve 2. şıktaki konuşma şekilleri asıl konumuz ile alakalıdır.
1. şıktaki konuşma şekli olan "Vahyetmek" Allah (c.c) nin bütün insanlarla olan konuşma şeklini ifade etmektedir. Allah (c.c) istisnasız olarak bütün insanlarla "İlham" olarak ta bildiğimiz bu yol ile konuşmaktadır.
İnsanlarla olan bu konuşma şeklinin örneğini , Kasas s. 7. ayetinde Musa nın annesine vahy edilmesinde görmekteyiz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra ona ,"Kardeşleri tarafından yapılanı onlara haber vereceksin" şeklinde vahy edilmiş olması , 1. şekil konuşmanın örneklerindendir. Bu vahyetme şekli, beşer elçiler ile konuşma şekli olan "Melek elçi" ile vahyedilmesinden farklı bir durum olup "İlham" olarak ta ifade edebileceğimiz vahy türü ile gerçekleşmiştir.
Nahl s. 68. ayetinde Allah (c.c) nin Arıya vahyetmesinden bahsedilmektedir. Arıya olan vahiy, ona fıtri olarak verilmiş olan bal yapmasını ilham etmesi olduğu anlamına geldiğini düşünürsek , bu durumun insana vahyedilmesi ile bağını kuracak olursak , Allah (c.c) nin bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri bilgilerin onlara vahy ederek konuşması söyleyebiliriz. Yeni doğan bir çocuğun annesini emmesi onun fıtratından gelen bir bilgi olup, bu durum Allah (c.c) nin o çocukla vahy yolu ile konuşması anlamına gelmektedir.
İnsanlarla olan bu konuşma şeklinin örneğini , Kasas s. 7. ayetinde Musa nın annesine vahy edilmesinde görmekteyiz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra ona ,"Kardeşleri tarafından yapılanı onlara haber vereceksin" şeklinde vahy edilmiş olması , 1. şekil konuşmanın örneklerindendir. Bu vahyetme şekli, beşer elçiler ile konuşma şekli olan "Melek elçi" ile vahyedilmesinden farklı bir durum olup "İlham" olarak ta ifade edebileceğimiz vahy türü ile gerçekleşmiştir.
Nahl s. 68. ayetinde Allah (c.c) nin Arıya vahyetmesinden bahsedilmektedir. Arıya olan vahiy, ona fıtri olarak verilmiş olan bal yapmasını ilham etmesi olduğu anlamına geldiğini düşünürsek , bu durumun insana vahyedilmesi ile bağını kuracak olursak , Allah (c.c) nin bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri bilgilerin onlara vahy ederek konuşması söyleyebiliriz. Yeni doğan bir çocuğun annesini emmesi onun fıtratından gelen bir bilgi olup, bu durum Allah (c.c) nin o çocukla vahy yolu ile konuşması anlamına gelmektedir.
1. şıktaki vahyetmeyi daha kolay anlayabilmek için , Enam s. 121. ayetindeki şeytanların dostlarına vahyetmesinin nasıllığını anlamak gerekmektedir. Yaygın dilde "İlham" olarak bildiğimiz bu 1. şekil, bütün insanlara şamil bir olgu olup , kötülüğü insana yaptırmak için , insana içinden gelen bir duygu "şeytanların vahyetmesi" demek olup , iyiliği insana yaptırmak için , insana içinden gelen duygu ise "Allah (c.c) nin vahyetmesi" demektir.
Bu tesbitimizin , bütün insanların resul olduğunu iddia etmek gibi anlamaya gelmediğini hatırlatmak isteriz , çünkü Allah (c.c) "Resul" olarak seçtiği insanlara aracı ile vahyetmesinin sebebi , resulluğu kendilerinden menkul kişilerin ortaya çıkarak, "Ben de resulum" şeklindeki hezeyanlarının yalan olduğunun bilinmesi içindir. Bu tür vahyetme şekli Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve kıyamete kadar hiç bir insan ile "Melek elçi" aracılığı ile konuşma yapılarak herhangi bir beşere vahyedilMEyecektir.
Bu tesbitimizin , bütün insanların resul olduğunu iddia etmek gibi anlamaya gelmediğini hatırlatmak isteriz , çünkü Allah (c.c) "Resul" olarak seçtiği insanlara aracı ile vahyetmesinin sebebi , resulluğu kendilerinden menkul kişilerin ortaya çıkarak, "Ben de resulum" şeklindeki hezeyanlarının yalan olduğunun bilinmesi içindir. Bu tür vahyetme şekli Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve kıyamete kadar hiç bir insan ile "Melek elçi" aracılığı ile konuşma yapılarak herhangi bir beşere vahyedilMEyecektir.
Allah (c.c) nin insanlar içinden seçmiş olduğu elçilerin , öne çıkan ilk vasfı "İnsan" olmaları nedeniyle ,1. şıktaki türden olan vahiy onlar içinde geçerlidir. Enam s. 112. ayetinde her nebi için görünen ve görünmeyen şeytanlardan düşmanlar olduğu ve bunların vahyettiğinden bahsedilmektedir. Elçilerin de insan olmaları nedeniyle, görünen ve görünmeyen şeytanlardan gelecek tehlikeler konusunda diğer insanlardan farkları yoktur.
Elçilik görevini yüklenen insanlarda Şura s. 51. ayetinde beyan edilen vahyetme şeklinin 1.ve 2. şıklarının ker ikisi de geçerli olup , elçilik görevini üstlenmeyen insanlarda sadece 1. şekil vahyetme türü geçerlidir. Elçiler ile elçi olmayan insanlar arasındaki vahyedilme açısından durum bu şekildedir.
Olayı Muhammed (a.s) açısından değerlendirecek olursak , onun hem insan hem de elçi olması nedeniyle, 1. ve 2. şıktaki vahy şekli onun içinde geçerli olup , Tahrim s. 3. ayetinde verilen haber 1. şıktaki vahy yolu ile olup, kendisi ile ilgili bir durumdur.
Allah (c.c) insanlar içinden seçmiş olduğu elçilere vahyetme şeklinin, "Elçi göndererek vahy yolu ile" olduğunu beyan etmektedir , bu beyanı Hacc. 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde de görmekteyiz. Bu tür vahyetme şeklinde, yapılan vahyin muhteviyatı , o elçinin çağrısının ulaştığı her insan için bağlayıcı niteliktedir. Kur'an içindeki bir çok ayet te , Muhammed (a.s) a elçilik görevi dahilinde yapılmış olan vahyi eksiksiz olarak iletme görevini yükleyerek , bu konuda asla muhayyerliğe yer vermesinin mümkün olmadığı beyan edilmektedir.
[005.067] Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.
Maide s. 67. ayetine baktığımızda Muhammed (a.s) a hitaben , kendisine Rabbinden indirileni tebliğ etmesi , aksi takdirde görevini yapmamış olacağı hatırlatılmaktadır. Tahrim s. 3. ayetine baktığımızda "bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" cümlesini yukarıdaki ayet ile bağlantısını kurarak okuduğumuz zaman, bizim için konu aydınlanmış olacaktır.
Muhammed (a.s) seçilmiş bir elçi olması nedeniyle, ona "Melek elçi" tarafından vahyedileni eksiksiz olarak muhataplarına okumak gibi zorunluluğu vardır. Şayet Tahrim s. 3. ayetinin gayri metluv vahye delil olduğu iddiasında olduğumuz takdirde , Muhammed (a.s) kendisine bildirilen vahyin bir kısmını bildirerek bir kısmından da vazgeçerek büyük bir cürüm işlemiş sayılacaktır.
Rabbinden kendisine indirileni tebliğ etmekle görevli olan bir elçi , gayri metluv vahiy taraftarlarınca iddia edildiği üzere , ona Cibril tarafından vahyedilenin nasıl olur da bir kısmını bildirir bir kısmından ise vazgeçer?.
Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'ana alınmayan vahiy anlamına da gelen "Gayri metluv vahiy" adında ayrı bir vahiyde bulunulduğu düşüncesi , bu düşünce taraftarlarının akidesini büyük ölçüde zedeleyen bir düşüncedir şöyle ki ;
Bu düşünce, Muhammed (a.s) ın kendisine vahyedilmiş olan bazı ayetleri sakladığı , gizlediği , muhataplarına okumadığı anlamına gelir ki , bu da onun elçilik görevini eksik olarak yaptığı anlamına gelir.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın "Beşer" olması gerçeğini göz ardı ederek onu sadece bir robot konumuna sokmaktadır. İnsan olmanın gereği olan 1. şıktaki vahiy yolunu Muhammed (a.s) için tamamen kapatarak, sadece 2. yolu ona layık görmek onun insan olması gerçeğini red etmek anlamına gelir.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu sözleri Kur'an ile eşdeğer görerek , elçiyi ilah ve rab konumuna yükseltme tehlikesini beraberinde getirir.Bilindiği gibi ona atfedilen sözler , onun söylediği iddia edilen sözler olup kesinlik derecesi kişisel tahliller sonucu elde edilmiş bulgular sonucundadır. Kişilerin insiyatifine bırakılmış sözleri Kur'an ile eşdeğer görmek ona atılmış en büyük bir iftiradır.
Bu düşünce , onun sözlerinin yer aldığı kitapları Kur'ana denk tutmak anlamına gelerek o kitapları Kur'ana ortak koşmak anlamına gelir.
Bu düşünce sahipleri , kendileri gibi düşünmeyenleri , hadis ve sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlayarak kendi düşüncelerini temize çıkarma gayesi gütmelerine rağmen , asıl sapkın düşünce sahipleri kendileri olup eğer birilerinin tekfir edilmesi gerekiyorsa, onların tekfir edilerek "KUR'AN İNKARCILARI" olarak yaftalanması gerekir.
Bu düşünce , rivayetleri din de Kur'an gibi belirleyici kaynak kılarak , Kur'ana alternatif oluşturma gayretinin bir ürünü olup , Kur'an tarafından onay almayan bir çok rivayet , Kur'ana rağmen din esası haline gelmiş , "Sünnet vahiydir" düşüncesi ile Kur'an ayetlerini bile sünnetin nesh edebileceği inancı ortaya atılmış Allah (c.c) nin "Elçi" görevini layık gördüğü Muhammed (a.s) "Şari" (din koyucu) konumuna çıkarılmıştır.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın sözlerini yüceltirken , Allah (c.c) nin sözlerini kul seviyesine indirmekte , kulun sözlerini Allah (c.c) nin sözü düzeyine çıkararak , Allah (c.c) yi kul , kulu Allah (c.c) seviyesine çıkarmaktadır.
Gayri metluv vahiy düşüncesinde yapılan önemli hatalardan birisi , Cibril veya başka isimlerle Kur'anda gördüğümüz vahiy meleğinin , Muhammed (a.s) ile kanka gibi bir durum içinde olduğu gibi görülmesidir. Cibril'in ona namazı ve abdesti öğrettiği gibi , her ramazan onunla mukabele okuması gibi , ona Kur'an harici bilgiler getirmesi gibi düşünceleri Kur'an ölçeğinde değerlendirdiğimiz zaman onu göz ile 2 defa gördüğünü anlarız.
Bizler Cibril adı verilen meleği ontolojik mahiyeti olan varlık olarak görerek önemli bir hataya düşmekteyiz . Sahabeden Dihyetül Kelbi adındaki kişinin sureti ile geldiği şeklindeki rivayetlerin güvenirliliği maalesef bulunmamaktadır.
Bu gün Türkiye ye baktığımızda son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmesi sonucunda, Kur'andan onay almayan yanlış inançların sorgulanmaya başlanması , bir kısım geleneksel din yanlılarınca büyük bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştır. Gayri metluv vahiy düşüncesini temel alan bir çok rivayetin belirlediği yanlış dini inançlar, bu sorgulama neticesinde sarsılmaya başladığı için , bu inancı korumak için var gücüyle çalışanlar , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olamayacağına dair düşüncelerini bu kitabı bizlere getiren elçi adına uydurdukları iftiralar ile ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Sonuç olarak ; Neresinden tutsanız elinizde kalan bir düşünce olan gayri metluv vahiy iddiası , Allah ve elçisine atılmış en büyük bir iftira olarak halen yerini korumakta ısrar etmektedir. Muhammed (a.s) ın bir beşer olmasını göz ardı ederek robot durumuna sokan bu inanç sayesinde Kur'andan onay almayan bir çok düşünce İslama sokularak din esası haline gelmiş , red edenler kafir , fasık , zındık , hadis sünnet inkarcısı olarak suçlanmaya başlanmıştır. Eğer birileri bu yaftaya layık olacaksa , gayri metluv vahiy düşüncesini red edenler değil , aksine kabul edenler olmalıdır.
Din de belirleyici tek kitap olması gereken Kur'an, rivayetleri onaylayıcı bir noter haline düşürülerek arka plana itilmiş ve neticede dışarıdan devşirilme düşünceler, dinin esası haline sokularak büyük bir bilgi kirliliği oluşmasına sebebiyet verilmiştir. Bu kirliliğin izalesi için bu düşüncenin yeniden Kur'anın her konuda belirleyici bir kitap olarak yeniden iman edilmesi , bu belirleyiciliğin ışığında bu düşüncenin temel aldığı esaslar yeniden sorgulanması gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Elçilik görevini yüklenen insanlarda Şura s. 51. ayetinde beyan edilen vahyetme şeklinin 1.ve 2. şıklarının ker ikisi de geçerli olup , elçilik görevini üstlenmeyen insanlarda sadece 1. şekil vahyetme türü geçerlidir. Elçiler ile elçi olmayan insanlar arasındaki vahyedilme açısından durum bu şekildedir.
Olayı Muhammed (a.s) açısından değerlendirecek olursak , onun hem insan hem de elçi olması nedeniyle, 1. ve 2. şıktaki vahy şekli onun içinde geçerli olup , Tahrim s. 3. ayetinde verilen haber 1. şıktaki vahy yolu ile olup, kendisi ile ilgili bir durumdur.
Allah (c.c) insanlar içinden seçmiş olduğu elçilere vahyetme şeklinin, "Elçi göndererek vahy yolu ile" olduğunu beyan etmektedir , bu beyanı Hacc. 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde de görmekteyiz. Bu tür vahyetme şeklinde, yapılan vahyin muhteviyatı , o elçinin çağrısının ulaştığı her insan için bağlayıcı niteliktedir. Kur'an içindeki bir çok ayet te , Muhammed (a.s) a elçilik görevi dahilinde yapılmış olan vahyi eksiksiz olarak iletme görevini yükleyerek , bu konuda asla muhayyerliğe yer vermesinin mümkün olmadığı beyan edilmektedir.
[005.067] Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.
Maide s. 67. ayetine baktığımızda Muhammed (a.s) a hitaben , kendisine Rabbinden indirileni tebliğ etmesi , aksi takdirde görevini yapmamış olacağı hatırlatılmaktadır. Tahrim s. 3. ayetine baktığımızda "bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" cümlesini yukarıdaki ayet ile bağlantısını kurarak okuduğumuz zaman, bizim için konu aydınlanmış olacaktır.
Muhammed (a.s) seçilmiş bir elçi olması nedeniyle, ona "Melek elçi" tarafından vahyedileni eksiksiz olarak muhataplarına okumak gibi zorunluluğu vardır. Şayet Tahrim s. 3. ayetinin gayri metluv vahye delil olduğu iddiasında olduğumuz takdirde , Muhammed (a.s) kendisine bildirilen vahyin bir kısmını bildirerek bir kısmından da vazgeçerek büyük bir cürüm işlemiş sayılacaktır.
Rabbinden kendisine indirileni tebliğ etmekle görevli olan bir elçi , gayri metluv vahiy taraftarlarınca iddia edildiği üzere , ona Cibril tarafından vahyedilenin nasıl olur da bir kısmını bildirir bir kısmından ise vazgeçer?.
Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'ana alınmayan vahiy anlamına da gelen "Gayri metluv vahiy" adında ayrı bir vahiyde bulunulduğu düşüncesi , bu düşünce taraftarlarının akidesini büyük ölçüde zedeleyen bir düşüncedir şöyle ki ;
Bu düşünce, Muhammed (a.s) ın kendisine vahyedilmiş olan bazı ayetleri sakladığı , gizlediği , muhataplarına okumadığı anlamına gelir ki , bu da onun elçilik görevini eksik olarak yaptığı anlamına gelir.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın "Beşer" olması gerçeğini göz ardı ederek onu sadece bir robot konumuna sokmaktadır. İnsan olmanın gereği olan 1. şıktaki vahiy yolunu Muhammed (a.s) için tamamen kapatarak, sadece 2. yolu ona layık görmek onun insan olması gerçeğini red etmek anlamına gelir.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu sözleri Kur'an ile eşdeğer görerek , elçiyi ilah ve rab konumuna yükseltme tehlikesini beraberinde getirir.Bilindiği gibi ona atfedilen sözler , onun söylediği iddia edilen sözler olup kesinlik derecesi kişisel tahliller sonucu elde edilmiş bulgular sonucundadır. Kişilerin insiyatifine bırakılmış sözleri Kur'an ile eşdeğer görmek ona atılmış en büyük bir iftiradır.
Bu düşünce , onun sözlerinin yer aldığı kitapları Kur'ana denk tutmak anlamına gelerek o kitapları Kur'ana ortak koşmak anlamına gelir.
Bu düşünce sahipleri , kendileri gibi düşünmeyenleri , hadis ve sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlayarak kendi düşüncelerini temize çıkarma gayesi gütmelerine rağmen , asıl sapkın düşünce sahipleri kendileri olup eğer birilerinin tekfir edilmesi gerekiyorsa, onların tekfir edilerek "KUR'AN İNKARCILARI" olarak yaftalanması gerekir.
Bu düşünce , rivayetleri din de Kur'an gibi belirleyici kaynak kılarak , Kur'ana alternatif oluşturma gayretinin bir ürünü olup , Kur'an tarafından onay almayan bir çok rivayet , Kur'ana rağmen din esası haline gelmiş , "Sünnet vahiydir" düşüncesi ile Kur'an ayetlerini bile sünnetin nesh edebileceği inancı ortaya atılmış Allah (c.c) nin "Elçi" görevini layık gördüğü Muhammed (a.s) "Şari" (din koyucu) konumuna çıkarılmıştır.
Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın sözlerini yüceltirken , Allah (c.c) nin sözlerini kul seviyesine indirmekte , kulun sözlerini Allah (c.c) nin sözü düzeyine çıkararak , Allah (c.c) yi kul , kulu Allah (c.c) seviyesine çıkarmaktadır.
Gayri metluv vahiy düşüncesinde yapılan önemli hatalardan birisi , Cibril veya başka isimlerle Kur'anda gördüğümüz vahiy meleğinin , Muhammed (a.s) ile kanka gibi bir durum içinde olduğu gibi görülmesidir. Cibril'in ona namazı ve abdesti öğrettiği gibi , her ramazan onunla mukabele okuması gibi , ona Kur'an harici bilgiler getirmesi gibi düşünceleri Kur'an ölçeğinde değerlendirdiğimiz zaman onu göz ile 2 defa gördüğünü anlarız.
Bizler Cibril adı verilen meleği ontolojik mahiyeti olan varlık olarak görerek önemli bir hataya düşmekteyiz . Sahabeden Dihyetül Kelbi adındaki kişinin sureti ile geldiği şeklindeki rivayetlerin güvenirliliği maalesef bulunmamaktadır.
Bu gün Türkiye ye baktığımızda son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmesi sonucunda, Kur'andan onay almayan yanlış inançların sorgulanmaya başlanması , bir kısım geleneksel din yanlılarınca büyük bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştır. Gayri metluv vahiy düşüncesini temel alan bir çok rivayetin belirlediği yanlış dini inançlar, bu sorgulama neticesinde sarsılmaya başladığı için , bu inancı korumak için var gücüyle çalışanlar , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olamayacağına dair düşüncelerini bu kitabı bizlere getiren elçi adına uydurdukları iftiralar ile ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Sonuç olarak ; Neresinden tutsanız elinizde kalan bir düşünce olan gayri metluv vahiy iddiası , Allah ve elçisine atılmış en büyük bir iftira olarak halen yerini korumakta ısrar etmektedir. Muhammed (a.s) ın bir beşer olmasını göz ardı ederek robot durumuna sokan bu inanç sayesinde Kur'andan onay almayan bir çok düşünce İslama sokularak din esası haline gelmiş , red edenler kafir , fasık , zındık , hadis sünnet inkarcısı olarak suçlanmaya başlanmıştır. Eğer birileri bu yaftaya layık olacaksa , gayri metluv vahiy düşüncesini red edenler değil , aksine kabul edenler olmalıdır.
Din de belirleyici tek kitap olması gereken Kur'an, rivayetleri onaylayıcı bir noter haline düşürülerek arka plana itilmiş ve neticede dışarıdan devşirilme düşünceler, dinin esası haline sokularak büyük bir bilgi kirliliği oluşmasına sebebiyet verilmiştir. Bu kirliliğin izalesi için bu düşüncenin yeniden Kur'anın her konuda belirleyici bir kitap olarak yeniden iman edilmesi , bu belirleyiciliğin ışığında bu düşüncenin temel aldığı esaslar yeniden sorgulanması gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Aralık 2015 Cumartesi
Maide s. 18. Ayeti: Kendilerini Allah (c.c) nin Oğulları ve Habibi Zannedenler
Kur'an içinde bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetler , çoğu Müslüman tarafından sadece onlara has olarak olduğu zannı hakim kılınarak , klasik tefsir usulünde bile kural haline gelen , "Hükmün hususi olması umumi olmasına mani değildir" kaidesince okunmamış , sadece onlarla ilgili bir çerçeveye hapsedilerek okunmaya çalışılmış, onların yaptığı hataların aynısı tekrarlanarak verilmek istenen mesaj maalesef ıskalanmıştır.
Bundan önceki yazılarımızda , Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetlerin , bizlere dönük mesajını okumaya gayret ettiğimiz gibi , bu yazımızda da Maide s. 18. ayetinin, bize dönük mesajını okumaya gayret edeceğiz.
Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr(masîru).
[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğullarıyız ve habibleriyiz» dediler. De ki: « O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?» Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.
Maide s. 18. ayetini okuduğumuzda , Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin özel kullar olduğu iddiaları red edilerek, onlarında diğer insanlar gibi oldukları , diğer insanlar için geçerli olan yasaların onlar içinde geçerli olduğu beyan edilmektedir.
«Biz Allah'ın oğullarıyız» ifadesi ile, bütün Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini Allah'ın oğulları saydıkları düşünülmesin.
[009.030] Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.
Tevbe s. 30. ayetinden anlaşılacağı üzere , Allah'ın oğlu olma iddialarının elçiler için uydurulmuş olduğu görülmektedir.Bu ayet , Yahudi ve Hıristiyanların elçilere, Allah'a oğulluk isnad ederek, kendilerine Allah katında prestij sağlama düşüncelerini red etmektedir. İman iddiasında bulundukları elçiye ,Allah (c.c) nin vermediği bir ayrıcalık yükleyerek başkalarına karşı bir üstünlük yarışına girme hastalığı Yahudi ve Hıristiyanlardan , biz Müslümanlara geçen bir hastalıktır.
Kendilerine elçiler üzerinden ayrıcalık tanıma hastalığı biz Müslümanları , Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) nin HABİBİ olarak görmeye kadar götürmüştür. Maide s. suresi 18. ayetinde geçen iddialardan biri olan "Ehibbauhu" (Onun habibleriyiz) ifadesi , "Ebnaullahi" (Allah'ın oğularıyız) ifadesi gibi elçiler üzerinden prestij kazanma düşüncesinin bir ürünüdür. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesinde ortaya çıkan bu durum , elçileri yarıştırma hastalığına tutan Müslümanlar tarafından, Muhammed (a.s) için geri planda kalması anlamına gelerek , ona da "Habibullah" yakıştırması yapılmaktadır.
Habib edinmeyen Allah (c.c), Muhammed (a.s) ı Habib edinir mi ?.
Kur'an çevirilerine dahi sokulan "Qul" (De ki) şeklinde başlayan ayetlerde, "Ey habibim de ki" şeklindeki ilaveler, bu inancın nasıl bir hale geldiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Allah (c.c) nin İbrahim (a.s) ı "Halil" (Dost) (4.125) edinmesine nazire olarak, Muhammed (a.s) ı Habib edindiği iddiası asılsız rivayetlere dayanan bir iddiadır.
[069.044-6] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
Habib olarak seçilmiş !! bir elçinin ümmeti olmak, bizleri öyle bir atalet içine düşürmüştür ki , şefaat inancı ile pekiştirilmiş olan bu elçi, bizleri almadan cennete gitmeyecek kadar şefkatli ve merhametli , hatta bu merhameti Allah (c.c) den daha fazladır !!.
Bir çok ayette geçen , Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu vurgusu ötelenerek, elçilikten daha fazla bir görev yüklemek düşüncesi , biz Müslümanların yüzyıllardır süren bir hastalığı olarak , geçmiştekilerin "seçilmiş kul" hastalığının bize bulaşması neticesinde oluşmuş ve bu günkü zelil durumumuzun en büyük müsebbibidir.
Maide s. 18. ayetinin , Allah (c.c) için hiç bir şekilde kimse için "Özel elçi" veya "Özel kul" statüsü tanımadığının ifade etmesi açısından okunarak, "Sünnetullah" denilen yasalar önünde her kulun eşit olduğu yönünde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) nin Müslümanlar dahil kimse için herhangi bir özellik tanımadığı bilinci bizlere de hakim olmadıkça bu günkü zelil durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları , "Sünnetullah" adı verilen yasaların onlar üzerinde canlı örnek olarak nasıl işlediğini göstermesi bakımından çok iyi okunması gerekirken , bu ayetler maalesef sadece onlarla ilgili olduğu zannı ile okunarak bizlere dönük bir okuma yapılmamaktadır.
Bu gün Müslümanlar olarak başımıza gelen sıkıntılara karşı "Allah'ım gökten melekler ile yardım et" gibi dualara karşılık verilmeyişinin sebepleri üzerinde hiç durmadan aynı duaları tekrarlamaktayız. Allah (c.c) Kur'anda "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım usulü, sadece Müslümanlara has değil , bu yardımı hak eden herkes için geçerlidir.
Rum suresinin ilk ayetlerinde okuduğumuz , Müslüman olmayan iki ordunun savaşında Allah (c.c) nin yardım etmesi konusu biz Müslümanlar tarafından doğru okumuş olsa , Allah (c.c) nin yardımının hak edene olduğu okunarak , bizlerin gökten melek beklentisinin ne kadar boş olduğu da anlaşılacaktır.
Bedir ve Uhud savaşları , savaşa katılan sahabenin kahramanlıklarının anlatıldığı rivayetlerle gölgelenmiş bir vaziyette olarak, Sünnetullah'ın nasıl işlediğinin açık seçik göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği üzere Bedir savaşında Müslüman ordusu, Uhud savaşında ise müşrik ordusu galip gelmiştir. "Bedir de galip gelen Müslüman ordusu , Uhud da neden mağlup oldu ?" sorusunun cevabının doğru olarak verilmesi Sünnetullah'ın da doğru anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Bu savaşlarda ki tarafların mağlubiyetini ve galibiyetini, Sünnetullah yasaları üzerinden okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Bedir savaşında meleklerin inerek savaştığı yönündeki iddialar , bizleri büyük bir hataya düşürerek elinde kılıç ile savaşan meleklerin indiği zannına kaptırmış , bu zan öyle bir hal almıştır ki, bizler hala böyle meleklerin inerek bizler yerine savaşmasını beklemekteyiz, ama böyle bir durum meydana gelmemektedir.
Allah (c.c) hiç bir zaman gökten elinde kılıç ile melekler indirmMEmiş ve indirMEyecektir. Bu savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyet , arz üzerinde geçerli olan yasaların tecelli etmesi sonucunda olup , Bedirde galip gelinerek Uhudda mağlup olmaları, tamamen harp ile ilgili evrensel yasaların uygulanıp uygulanmaması sonucundadır.
Allah (c.c) nin "Melek" veya "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım şekli, onun yardımını hak etmiş olmanın somuta dökülmüş bir anlatım şekli olup bu anlatımı literal bir okuma ile anlama sonucu ortaya çıkan görüşler , ümmetin bu günkü zelil haline zemin hazırlamıştır.
Bizler , Maide s. 18 ve benzeri ayetleri dikkatli bir biçimde okuyup hayata yansıttığımız takdirde , Allah (c.c) katında bütün kulların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu , bu eşitliği bozacak herhangi bir özel statü , hiç bir insan , hiç bir kavme ve hiç bir dini topluluğa tanınmadığını anlayabiliriz.
Allah (c.c) nin vaad ettiklerine nail olmak için belirli bir kimliğe mensup olmak değil , onun koyduğu yasalara tabi olmak gerekmektedir. Bu yasalara tabi olmayan , kim olursa olsun peygamber dahi olsa, alacağı karşılık farklı olmayacaktır.
Bu gün eğer Müslümanlar olarak üzerimizde bulunan zillet ve meskenet damgasının kalkmasını istiyorsak bu damganın kalkması için gerekli olan kurallara uymak zorundayız. İsrailoğulları denen topluluk bu yasaları Müslümanlardan daha iyi okuyarakgüçlenmiş , ve bu gün Müslümanlara zulmeder bir hale gelmişlerdir. İsrailoğullarının güç sahibi bir hale gelmesi onların Allah (c.c) nin seçilmiş kulları olduğu için değil , onun koymuş olduğu yasalara İsrailoğullarının tabi olması nedeniyledir. Eğer bu yasalara bu gün biz Müslümanlar tabi olur isek, ibre tersine dönerek bizim lehimizde işleyecektir.
"O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder"
Kur'anın bir çok ayetinde gördüğümüz bu ibare , hiç bir yerde Allah (c.c) nin keyfi bir davranışta bulunmasını değil , onun bağışlaması ve azap etmesinin bir kurala bağlı olduğunu , hak edene , neyi hak etti ise onun verileceğini beyan etmektedir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin vermediği özel bir statüyü kendilerine verilmiş zanneden Yahudi ve Hıristiyanların bu düşüncelerini red eden ayetleri okuyan biz Müslümanlar , bu özelliğin onlar yerine bizlere verildiğini zannederek , kendisine Muhammed (a.s) ı Habib edinmiş bir Allah tasavvuru içine girerek , kendimizi özel bir statüye tabi olan kullar zannetmekteyiz.
Büyük günah işlemiş olsak ta bizler için şefaatçi olacağını vaad eden !!!, Allah (c.c) nin habibi olmak şerefine nail olan !!, bir elçinin cenneti garantilemiş ümmeti olan bizler için artık yatma zamanı gelmiş ve bizim yerimize kafirler ile gökten meleklerin inmesini beklemekten başka işimiz kalmamıştır. Ancak bu düşünce bizleri dünyanın en zelil ve zulme uğrayan bir topluluğu haline getirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Bu zulüm ve zillet halinden çıkış yolu , Allah (c.c) nin özel bir statüye sahip kul olma inancını terkederek , onun koyduğu yasalara göre hareket eden bir topluluk haline gelmeye çalışmaktır. Kur'anın bir çok ayet bu konularda bilgi vermiş olmasına rağmen sadece hitap kitlesi ile sınırlı bir okumanın sonucu , yapılan anlatımlardan gerekli olan mesajın çıkarılmamasını sağlayarak bir nevi geçmişlerin masallarını anlatan bir kitap olarak duvarlardaki yerini korumaktadır. Kur'an duvarlardan inerek doğru bir okumaya tabi tutulmayı ve bu okumanın hayata geçirilerek, bizlerin "Hayırlı ümmet" vasfını yeniden kazanmamızı beklemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bundan önceki yazılarımızda , Yahudi ve Hıristiyanlar ile ilgili ayetlerin , bizlere dönük mesajını okumaya gayret ettiğimiz gibi , bu yazımızda da Maide s. 18. ayetinin, bize dönük mesajını okumaya gayret edeceğiz.
Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr(masîru).
[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğullarıyız ve habibleriyiz» dediler. De ki: « O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah ) size azab ediyor?» Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Nihayet dönüş de O'nadır.
Maide s. 18. ayetini okuduğumuzda , Yahudi ve Hıristiyanların kendilerinin özel kullar olduğu iddiaları red edilerek, onlarında diğer insanlar gibi oldukları , diğer insanlar için geçerli olan yasaların onlar içinde geçerli olduğu beyan edilmektedir.
«Biz Allah'ın oğullarıyız» ifadesi ile, bütün Yahudi ve Hıristiyanların kendilerini Allah'ın oğulları saydıkları düşünülmesin.
[009.030] Yahudiler dediler ki: Uzeyr Allah'ın oğludur. Hristiyanlar da dediler ki: Mesih Allah'ın oğludur. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözlerdir ki, daha önce küfretmiş olanların sözüne benzetiyorlar. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar.
Tevbe s. 30. ayetinden anlaşılacağı üzere , Allah'ın oğlu olma iddialarının elçiler için uydurulmuş olduğu görülmektedir.Bu ayet , Yahudi ve Hıristiyanların elçilere, Allah'a oğulluk isnad ederek, kendilerine Allah katında prestij sağlama düşüncelerini red etmektedir. İman iddiasında bulundukları elçiye ,Allah (c.c) nin vermediği bir ayrıcalık yükleyerek başkalarına karşı bir üstünlük yarışına girme hastalığı Yahudi ve Hıristiyanlardan , biz Müslümanlara geçen bir hastalıktır.
Kendilerine elçiler üzerinden ayrıcalık tanıma hastalığı biz Müslümanları , Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) nin HABİBİ olarak görmeye kadar götürmüştür. Maide s. suresi 18. ayetinde geçen iddialardan biri olan "Ehibbauhu" (Onun habibleriyiz) ifadesi , "Ebnaullahi" (Allah'ın oğularıyız) ifadesi gibi elçiler üzerinden prestij kazanma düşüncesinin bir ürünüdür. Hıristiyan ve Yahudi düşüncesinde ortaya çıkan bu durum , elçileri yarıştırma hastalığına tutan Müslümanlar tarafından, Muhammed (a.s) için geri planda kalması anlamına gelerek , ona da "Habibullah" yakıştırması yapılmaktadır.
Habib edinmeyen Allah (c.c), Muhammed (a.s) ı Habib edinir mi ?.
Kur'an çevirilerine dahi sokulan "Qul" (De ki) şeklinde başlayan ayetlerde, "Ey habibim de ki" şeklindeki ilaveler, bu inancın nasıl bir hale geldiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Allah (c.c) nin İbrahim (a.s) ı "Halil" (Dost) (4.125) edinmesine nazire olarak, Muhammed (a.s) ı Habib edindiği iddiası asılsız rivayetlere dayanan bir iddiadır.
[069.044-6] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
Habib olarak seçilmiş !! bir elçinin ümmeti olmak, bizleri öyle bir atalet içine düşürmüştür ki , şefaat inancı ile pekiştirilmiş olan bu elçi, bizleri almadan cennete gitmeyecek kadar şefkatli ve merhametli , hatta bu merhameti Allah (c.c) den daha fazladır !!.
Bir çok ayette geçen , Muhammed (a.s) ın "Elçi" olduğu vurgusu ötelenerek, elçilikten daha fazla bir görev yüklemek düşüncesi , biz Müslümanların yüzyıllardır süren bir hastalığı olarak , geçmiştekilerin "seçilmiş kul" hastalığının bize bulaşması neticesinde oluşmuş ve bu günkü zelil durumumuzun en büyük müsebbibidir.
Maide s. 18. ayetinin , Allah (c.c) için hiç bir şekilde kimse için "Özel elçi" veya "Özel kul" statüsü tanımadığının ifade etmesi açısından okunarak, "Sünnetullah" denilen yasalar önünde her kulun eşit olduğu yönünde anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) nin Müslümanlar dahil kimse için herhangi bir özellik tanımadığı bilinci bizlere de hakim olmadıkça bu günkü zelil durumdan kurtulmamız mümkün değildir. Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları , "Sünnetullah" adı verilen yasaların onlar üzerinde canlı örnek olarak nasıl işlediğini göstermesi bakımından çok iyi okunması gerekirken , bu ayetler maalesef sadece onlarla ilgili olduğu zannı ile okunarak bizlere dönük bir okuma yapılmamaktadır.
Bu gün Müslümanlar olarak başımıza gelen sıkıntılara karşı "Allah'ım gökten melekler ile yardım et" gibi dualara karşılık verilmeyişinin sebepleri üzerinde hiç durmadan aynı duaları tekrarlamaktayız. Allah (c.c) Kur'anda "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım usulü, sadece Müslümanlara has değil , bu yardımı hak eden herkes için geçerlidir.
Rum suresinin ilk ayetlerinde okuduğumuz , Müslüman olmayan iki ordunun savaşında Allah (c.c) nin yardım etmesi konusu biz Müslümanlar tarafından doğru okumuş olsa , Allah (c.c) nin yardımının hak edene olduğu okunarak , bizlerin gökten melek beklentisinin ne kadar boş olduğu da anlaşılacaktır.
Bedir ve Uhud savaşları , savaşa katılan sahabenin kahramanlıklarının anlatıldığı rivayetlerle gölgelenmiş bir vaziyette olarak, Sünnetullah'ın nasıl işlediğinin açık seçik göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği üzere Bedir savaşında Müslüman ordusu, Uhud savaşında ise müşrik ordusu galip gelmiştir. "Bedir de galip gelen Müslüman ordusu , Uhud da neden mağlup oldu ?" sorusunun cevabının doğru olarak verilmesi Sünnetullah'ın da doğru anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
Bu savaşlarda ki tarafların mağlubiyetini ve galibiyetini, Sünnetullah yasaları üzerinden okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Bedir savaşında meleklerin inerek savaştığı yönündeki iddialar , bizleri büyük bir hataya düşürerek elinde kılıç ile savaşan meleklerin indiği zannına kaptırmış , bu zan öyle bir hal almıştır ki, bizler hala böyle meleklerin inerek bizler yerine savaşmasını beklemekteyiz, ama böyle bir durum meydana gelmemektedir.
Allah (c.c) hiç bir zaman gökten elinde kılıç ile melekler indirmMEmiş ve indirMEyecektir. Bu savaşlardaki galibiyet ve mağlubiyet , arz üzerinde geçerli olan yasaların tecelli etmesi sonucunda olup , Bedirde galip gelinerek Uhudda mağlup olmaları, tamamen harp ile ilgili evrensel yasaların uygulanıp uygulanmaması sonucundadır.
Allah (c.c) nin "Melek" veya "Görünmez ordular" olarak tabir ettiği yardım şekli, onun yardımını hak etmiş olmanın somuta dökülmüş bir anlatım şekli olup bu anlatımı literal bir okuma ile anlama sonucu ortaya çıkan görüşler , ümmetin bu günkü zelil haline zemin hazırlamıştır.
Bizler , Maide s. 18 ve benzeri ayetleri dikkatli bir biçimde okuyup hayata yansıttığımız takdirde , Allah (c.c) katında bütün kulların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu , bu eşitliği bozacak herhangi bir özel statü , hiç bir insan , hiç bir kavme ve hiç bir dini topluluğa tanınmadığını anlayabiliriz.
Allah (c.c) nin vaad ettiklerine nail olmak için belirli bir kimliğe mensup olmak değil , onun koyduğu yasalara tabi olmak gerekmektedir. Bu yasalara tabi olmayan , kim olursa olsun peygamber dahi olsa, alacağı karşılık farklı olmayacaktır.
Bu gün eğer Müslümanlar olarak üzerimizde bulunan zillet ve meskenet damgasının kalkmasını istiyorsak bu damganın kalkması için gerekli olan kurallara uymak zorundayız. İsrailoğulları denen topluluk bu yasaları Müslümanlardan daha iyi okuyarakgüçlenmiş , ve bu gün Müslümanlara zulmeder bir hale gelmişlerdir. İsrailoğullarının güç sahibi bir hale gelmesi onların Allah (c.c) nin seçilmiş kulları olduğu için değil , onun koymuş olduğu yasalara İsrailoğullarının tabi olması nedeniyledir. Eğer bu yasalara bu gün biz Müslümanlar tabi olur isek, ibre tersine dönerek bizim lehimizde işleyecektir.
"O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder"
Kur'anın bir çok ayetinde gördüğümüz bu ibare , hiç bir yerde Allah (c.c) nin keyfi bir davranışta bulunmasını değil , onun bağışlaması ve azap etmesinin bir kurala bağlı olduğunu , hak edene , neyi hak etti ise onun verileceğini beyan etmektedir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin vermediği özel bir statüyü kendilerine verilmiş zanneden Yahudi ve Hıristiyanların bu düşüncelerini red eden ayetleri okuyan biz Müslümanlar , bu özelliğin onlar yerine bizlere verildiğini zannederek , kendisine Muhammed (a.s) ı Habib edinmiş bir Allah tasavvuru içine girerek , kendimizi özel bir statüye tabi olan kullar zannetmekteyiz.
Büyük günah işlemiş olsak ta bizler için şefaatçi olacağını vaad eden !!!, Allah (c.c) nin habibi olmak şerefine nail olan !!, bir elçinin cenneti garantilemiş ümmeti olan bizler için artık yatma zamanı gelmiş ve bizim yerimize kafirler ile gökten meleklerin inmesini beklemekten başka işimiz kalmamıştır. Ancak bu düşünce bizleri dünyanın en zelil ve zulme uğrayan bir topluluğu haline getirmekten başka bir işe yaramamıştır.
Bu zulüm ve zillet halinden çıkış yolu , Allah (c.c) nin özel bir statüye sahip kul olma inancını terkederek , onun koyduğu yasalara göre hareket eden bir topluluk haline gelmeye çalışmaktır. Kur'anın bir çok ayet bu konularda bilgi vermiş olmasına rağmen sadece hitap kitlesi ile sınırlı bir okumanın sonucu , yapılan anlatımlardan gerekli olan mesajın çıkarılmamasını sağlayarak bir nevi geçmişlerin masallarını anlatan bir kitap olarak duvarlardaki yerini korumaktadır. Kur'an duvarlardan inerek doğru bir okumaya tabi tutulmayı ve bu okumanın hayata geçirilerek, bizlerin "Hayırlı ümmet" vasfını yeniden kazanmamızı beklemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Aralık 2015 Salı
Nisa s. 3. Ayeti : Birden Fazla Evlenmenin Gerekçesi
Teaddüdü zevcat veya çok eşlilik adı ile bildiğimiz, birden fazla kadınla evlenme izni , bir kısım Müslüman tarafından suistimal edilen , bir kısım tarafından ise, Allah (c.c) nin ayetlerinin alaya alındığı bir konudur. Bu yazımızda Nisa s. 3. ayeti hakkında bir tefekkür çalışması yaparak bu konu ile ilgili ayeti okumaya çalışacağız.
Konuya giriş olarak öncelikle şunları söylemek istiyoruz ; Kur'anın doğru anlaşılmasında en önemli nokta , Kur'anın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların , nüzul öncesindeki yaşantılarının bilinmesi şartıdır. İndiği zaman ve mekanda yaşayan insanların yaşantıları bilinmeden okunan bir Kur'an, bir çok problemli düşünceyi beraberinde getirecektir.
Ve in hıftum ellâ tuksitû fîl yetâmâ fenkihû mâ tâbe lekum minen nisâi mesnâ ve sulâse ve rubâa, fe in hıftum ellâ ta’dilû fe vâhideten ev mâ meleket eymânukum. Zâlike ednâ ellâ teûlû.
[004.003] Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.
Öncelikle böyle bir ayetin inmesini zemin hazırlayan nuzül dönemi arka planını anlamaya çalışalım. Başta savaşlar sebebi olmak üzere , eş , mal ve çocuk bırakarak ölen erkeklerin , geride kalanlarının hakka ve adalete uygun bir şekilde gözetilmesini düzenleyen bir çok ayetten biri olan Nisa s. 3. ayeti , babaları ölerek "Yetim" durumuna düşenler ile ilgili olarak , onların haklarını gözetilmesini emreden bir ayettir. Ondan önceki 2. ayet bu düzenleme ile ilgili olan bir ayettir.
[004.002] Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir vebaldir.
[004.127] Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: «Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikahlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adâletle hareket etmeniz hakkındaki size tilâvet olunan âyetlerde (bu hususlarda size fetva vermektedir). Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bihakkın bilicidir.»
Bu ayetin orjinal metninde bulunan "Terğabune en tenkihuhünne" cümlesi, bazı meallerde "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" bazı meallerde ise "Nikahlamaya rağbet etmMEdiğiniz" şeklinde çevrilmektedir. Bizim tercihimiz "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" şeklindeki çeviri olup, bunu tercih etme nedenimiz ise , "Rağabe" kelimesinin olumsuz anlamda kullanıldığı ayetlerde, olumsuz anlamın "An" edatı ile birlikte kullanılarak verildiğini görmemizdir. Nisa s. 127. ayeti içinde geçen bu kelime "An" edatı ile kullanılmadığı için anlamı olumlu olarak çevirenlerin daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Allah (c.c) Nisa suresi ayetlerinde kadınların sosyal hayat içinde haklarını gözeten kurallar vaaz etmesine rağmen , erkek egemen toplum bu kuralları bir şekilde delerek istismar edebilmektedir. Özellikle çok eşlilik konusunun bir takım şartlara bağlanmış olması göz ardı edilerek , adaletsizlik ön plana çıkarılmaktadır. Müslüman erkeklerin bir kısmı , beğenmedikleri ilk eşlerinin üzerine , daha genç ve güzel eşleri , ilk eşlerinin haberi bile olmadan alarak, nikahlı metres hayatı sürmeleri, nikahı hile-i şer'iye olarak kullandıklarının açık bir göstergesidir.
Sonuç olarak ; Suistimale ve alaya alınan ayetlerden birisi olan Nisa s. 3. ayetinin merkezinde yetimlerin haklarının gözetilmesi yatmaktadır. Yetimlerin mallarını işletenlerin bu malları hakka uygun bir şekilde işletmeleri istenirken , evlilik çağına gelen yetimlerin mallarını gaspetmek gayesi güdülerek evlenilmesi yerine , başka kadınlar ile evlenilmesi tavsiye edilmektedir. Birden fazla evlilik olgusu Arap toplumunda yerleşik olan bir kural olarak bilinen ve uygulanan bir evlilik şeklidir.
Ayet , birden fazla evlenme konusunu değil , yetimlerin mallarını onlarla evlenerek sahiplenme ve o mallrı istismar etme yolunu kapatan bir ayet olup zımnen "Yetimler ile evlenerek onların mallarını haksızca yemek yerine gidin başka kadınlarla evlenin" demektedir.
Ayet içinde gördüğümüz birden fazla evlilik meselesi konusunda, bu gerçeği red etmemekle birlikte bu konunun bu gün Müslümanlar tarafından istismar edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birden fazla evlilikte , kadınlar arasında adaletin sağlanmasının zor olduğu ve asıl olanın tek eşlilik olduğunu okuduğumuz ayetlerden görmekteyiz. Birden fazla evli olanlara hitaben dengeyi sağlamanın önemi vurgulanmasına rağmen bugün bazı Müslümanlar tarafından ilk eşin haberi olmadan ikinci, hatta üçüncü bir eş alarak yaşamını sürdüren Müslümanların olduğunu düşünürsek bu ayetin pratik hayatta nasıl uygulan(ma)dığını görürüz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Konuya giriş olarak öncelikle şunları söylemek istiyoruz ; Kur'anın doğru anlaşılmasında en önemli nokta , Kur'anın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların , nüzul öncesindeki yaşantılarının bilinmesi şartıdır. İndiği zaman ve mekanda yaşayan insanların yaşantıları bilinmeden okunan bir Kur'an, bir çok problemli düşünceyi beraberinde getirecektir.
Ve in hıftum ellâ tuksitû fîl yetâmâ fenkihû mâ tâbe lekum minen nisâi mesnâ ve sulâse ve rubâa, fe in hıftum ellâ ta’dilû fe vâhideten ev mâ meleket eymânukum. Zâlike ednâ ellâ teûlû.
[004.003] Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.
Öncelikle böyle bir ayetin inmesini zemin hazırlayan nuzül dönemi arka planını anlamaya çalışalım. Başta savaşlar sebebi olmak üzere , eş , mal ve çocuk bırakarak ölen erkeklerin , geride kalanlarının hakka ve adalete uygun bir şekilde gözetilmesini düzenleyen bir çok ayetten biri olan Nisa s. 3. ayeti , babaları ölerek "Yetim" durumuna düşenler ile ilgili olarak , onların haklarını gözetilmesini emreden bir ayettir. Ondan önceki 2. ayet bu düzenleme ile ilgili olan bir ayettir.
[004.002] Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir vebaldir.
O zamanın şartları gereği , ölerek geride mal ve evlat bırakan bir babanın, reşit olmamış olan çocuklarına kalan malın bir başkasının yönetimine verilmekte olduğu, yetimlerin haklarını düzenleyen ayetlerin arka planından anlaşılmaktadır.Kendi malını yönetemeyecek kadar küçük veya yeteneksiz olan kız veya erkek çocuğun malları , onlar rüşt yani olgunluk çağına gelene kadar , "Kayyum" denilen kişiler tarafından işletilmekteydi.
Kayyumlar tarafından işletilen bu malların, Allah (c.c) indinde büyük bir sorumluluk olduğu , bu mallar üzerinde yetimlerin aleyhine olacak herhangi bir tasarrufun ateş yemek olduğu beyan edilerek, yetimlerin aleyhine yapılacak suistimallerin neye mal olacağı haber verilmektedir..
[004.010] Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, kesinlikle karınlarına
sadece bir ateş yerler ve yarın çılgın bir ateşe yaslanırlar.
Konumuz olan ayete dönecek olursak o ayette , kendisine babasından mal kalmış ve evlilik yaşına gelmiş olan yetim kızlar ile ilgili hatırlatmalar yapılmaktadır.
[004.006] Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda
olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri
alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli
olmaya çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine
verdiğiniz zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak için Allah
yeter.
Nisa s. 6. ayetinde kayyumlara hitaben, rüşt çağına gelen yetimlerin mallarının yönetimini artık kendilerine bırakılması istenerek , kayyum olan kişinin bu mal üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunması gerektiği beyan edilmektedir.
Nisa s. 3. ayeti, artık rüşt çağına gelmiş olan kız çocukları ile evlenmek isteyenlere , o kızlar ile evlenme amacının, onların mallarını yemek amaçlı olmamasını , eğer böyle bir amacı olanların bu işe hiç girişmemelerini, onlar yerine başka kadınlar ile evlenmeleri gerektiğini beyan etmektedir.
Ayetin asıl nirengi noktası , birden fazla evlilik konusu değil , yetim kızların haklarının korunması olup , hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından konu farklı algılanarak , birden fazla evlilik konusu ayetin nirengi noktası haline getirilmiştir.
Ayet içindeki , "size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın." ibaresi, yeni ve bilinmeyen bir hüküm getirmemektedir , birden fazla evlilik adeti ayetin indiği zaman ve mekan dahilinde yaşanan bir olgudur. Muhammed (a.s) ın eşleri ile ilgili ayetlerde , birden fazla evlilik olgusu açık ve net olarak görülmektedir.
Bu ibareden ancak şöyle bir hükmün anlaşılması mümkün görülebilir; Arap toplumunda yaygın olan birden fazla kadınla olan evlilik , 4 kadın ile sınırlandırılmıştır. Bazı tefsirlerde bu ibarenin yorumunda, sayının 4 ile sınırlandırılmasının anlaşılamayacağı şeklinde yorumların yapıldığını görmekle beraber , 4 sayısının üst limit olduğu görüşlerinin doğruya daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Konumuz birden fazla evlilik olmadığı için böyle bir evliliği gerektiren halleri yazıya dahil ederek hacmi büyütmek ve konuyu dağıtmak istemediğimizi hatırlatalım.
Ayet içindeki , "size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın." ibaresi, yeni ve bilinmeyen bir hüküm getirmemektedir , birden fazla evlilik adeti ayetin indiği zaman ve mekan dahilinde yaşanan bir olgudur. Muhammed (a.s) ın eşleri ile ilgili ayetlerde , birden fazla evlilik olgusu açık ve net olarak görülmektedir.
Bu ibareden ancak şöyle bir hükmün anlaşılması mümkün görülebilir; Arap toplumunda yaygın olan birden fazla kadınla olan evlilik , 4 kadın ile sınırlandırılmıştır. Bazı tefsirlerde bu ibarenin yorumunda, sayının 4 ile sınırlandırılmasının anlaşılamayacağı şeklinde yorumların yapıldığını görmekle beraber , 4 sayısının üst limit olduğu görüşlerinin doğruya daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Konumuz birden fazla evlilik olmadığı için böyle bir evliliği gerektiren halleri yazıya dahil ederek hacmi büyütmek ve konuyu dağıtmak istemediğimizi hatırlatalım.
Ayetin devamında birden fazla evlilik için gerekli olan şartın , kadınlar arasında adaleti gözetmek olduğu hatırlatılarak , tek eş veya ellerinin altında olan cariye ile yetinilmesi istenilmektedir. Bu konuda Nisa s. 129. ayeti son noktayı koymaktadır.
[004.129] Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer ıslah eder Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
[004.129] Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer ıslah eder Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.
"Cariye" olarak bilinen ve Kur'anda "Ma meleket eymanuküm" (Sağ ellerinizin sahip oldukları) şeklinde ifade edilen statüye sahip olan kadınlar konusunun , Arap toplumunun yaşadığı zaman ve mekan şartları dikkate alınarak okunması gerekmektedir.
"Kölelik ve Cariyelik" olarak bilinen statü, Kur'anın nazil olması ile hayat sahasına gelmiş bir durum olmayıp , Kur'anın nazil olmasından önce Arap toplumunda geçerli olan statülerden birisidir. Kur'an içki yasağında olduğu gibi bu kurumu direk olarak kaldırmayıp , hallerini iyileştirici hükümler getirmiştir. Zaman içinde kalkmış ve şu anda herhangi bir uygulama alanı olmaması köle ve cariyeler ile ilgili ayetlerin, tarihsel olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Aynı konu ile alakalı olan Nisa s. 127. ayetine yeri gelmişken değinmek faydalı olacaktır. Çünkü bu ayette , konumuz olan Nisa s. 3. ayetini destekleyen yetim kadınlar ile evlenirken gözetilmesi gereken hususlar vaaz edilmektedir.
Ve yesteftûneke fîn nisâi. Kulillâhu yuftîkum fîhinne, ve mâ yutlâ aleykum fîl kitâbi fî yetâmen nisâillâtî lâ tu’tûnehunne mâ kutibe lehunne ve tergabûne en tenkihûhunne vel mustad’afîne minel vildâni, ve en tekûmû lil yetâmâ bil kıst(kıstı). Ve mâ tef’alû min hayrin fe innallâhe kâne bihî alîmâ(alîmen).
Aynı konu ile alakalı olan Nisa s. 127. ayetine yeri gelmişken değinmek faydalı olacaktır. Çünkü bu ayette , konumuz olan Nisa s. 3. ayetini destekleyen yetim kadınlar ile evlenirken gözetilmesi gereken hususlar vaaz edilmektedir.
Ve yesteftûneke fîn nisâi. Kulillâhu yuftîkum fîhinne, ve mâ yutlâ aleykum fîl kitâbi fî yetâmen nisâillâtî lâ tu’tûnehunne mâ kutibe lehunne ve tergabûne en tenkihûhunne vel mustad’afîne minel vildâni, ve en tekûmû lil yetâmâ bil kıst(kıstı). Ve mâ tef’alû min hayrin fe innallâhe kâne bihî alîmâ(alîmen).
[004.127] Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: «Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikahlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adâletle hareket etmeniz hakkındaki size tilâvet olunan âyetlerde (bu hususlarda size fetva vermektedir). Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bihakkın bilicidir.»
Bu ayetin orjinal metninde bulunan "Terğabune en tenkihuhünne" cümlesi, bazı meallerde "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" bazı meallerde ise "Nikahlamaya rağbet etmMEdiğiniz" şeklinde çevrilmektedir. Bizim tercihimiz "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" şeklindeki çeviri olup, bunu tercih etme nedenimiz ise , "Rağabe" kelimesinin olumsuz anlamda kullanıldığı ayetlerde, olumsuz anlamın "An" edatı ile birlikte kullanılarak verildiğini görmemizdir. Nisa s. 127. ayeti içinde geçen bu kelime "An" edatı ile kullanılmadığı için anlamı olumlu olarak çevirenlerin daha doğru olduğunu düşünüyoruz.
Allah (c.c) Nisa suresi ayetlerinde kadınların sosyal hayat içinde haklarını gözeten kurallar vaaz etmesine rağmen , erkek egemen toplum bu kuralları bir şekilde delerek istismar edebilmektedir. Özellikle çok eşlilik konusunun bir takım şartlara bağlanmış olması göz ardı edilerek , adaletsizlik ön plana çıkarılmaktadır. Müslüman erkeklerin bir kısmı , beğenmedikleri ilk eşlerinin üzerine , daha genç ve güzel eşleri , ilk eşlerinin haberi bile olmadan alarak, nikahlı metres hayatı sürmeleri, nikahı hile-i şer'iye olarak kullandıklarının açık bir göstergesidir.
Sonuç olarak ; Suistimale ve alaya alınan ayetlerden birisi olan Nisa s. 3. ayetinin merkezinde yetimlerin haklarının gözetilmesi yatmaktadır. Yetimlerin mallarını işletenlerin bu malları hakka uygun bir şekilde işletmeleri istenirken , evlilik çağına gelen yetimlerin mallarını gaspetmek gayesi güdülerek evlenilmesi yerine , başka kadınlar ile evlenilmesi tavsiye edilmektedir. Birden fazla evlilik olgusu Arap toplumunda yerleşik olan bir kural olarak bilinen ve uygulanan bir evlilik şeklidir.
Ayet , birden fazla evlenme konusunu değil , yetimlerin mallarını onlarla evlenerek sahiplenme ve o mallrı istismar etme yolunu kapatan bir ayet olup zımnen "Yetimler ile evlenerek onların mallarını haksızca yemek yerine gidin başka kadınlarla evlenin" demektedir.
Ayet içinde gördüğümüz birden fazla evlilik meselesi konusunda, bu gerçeği red etmemekle birlikte bu konunun bu gün Müslümanlar tarafından istismar edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birden fazla evlilikte , kadınlar arasında adaletin sağlanmasının zor olduğu ve asıl olanın tek eşlilik olduğunu okuduğumuz ayetlerden görmekteyiz. Birden fazla evli olanlara hitaben dengeyi sağlamanın önemi vurgulanmasına rağmen bugün bazı Müslümanlar tarafından ilk eşin haberi olmadan ikinci, hatta üçüncü bir eş alarak yaşamını sürdüren Müslümanların olduğunu düşünürsek bu ayetin pratik hayatta nasıl uygulan(ma)dığını görürüz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Aralık 2015 Pazartesi
Al-i İmran s. 164. Ayeti : Resul'un Kitap ve Hikmeti Öğretmesi
Müslümanlar arasında bitmek tükenmez bilmeyen tartışmalardan olan Muhammed (a.s) ın nasıl bir konuma oturtulması gerektiğini , ona indirilen Kur'an açık ve net olarak anlatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konulması gereken yer, onu gönderen Rabbimiz tarafından beyan edilmesine rağmen , bu konuda ifrat ve tefrit olarak tanımlayabileceğimiz uç düşünceler ortaya çıkarak bir tarafta yarı ilah, diğer tarafta sadece getirdiği mesajı okuyan bir elçi portresi oluşturularak, vasat anlayışın dışına çıkılmıştır.
Al-i İmran s. 164. ayeti, Muhammed (a.s) ı nasıl konuma oturtulması gerektiğini beyan eden ayetlerden bir tanesidir.
Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
[003.164] And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.
Ayete baktığımızda gönderilen elçinin görevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- Allah'ın ayetlerini okumak.
2-Mü'minleri tezkiye etmek.
3-Onlara Kitap ve Hikmeti öğretmek.
Konumuz olan ayetlerin benzerleri , Bakara s. 129 ve 151. , Nisa s. 113 , Cuma s. 2. ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Resulün görevini özetleyen bu ayetlerin , yukarıda bahsettiğimiz iki uç anlayışı tasdik ettiğini söylemek mümkün görülmemektedir. Bazı uç anlayışlarda gördüğümüz , Muhammed (a.s) ın görevini sadece 1. şık ile sınırlandırma düşüncesinin yanlış olduğu, bu ayeti okuduğumuz zaman anlaşılmaktadır
"Ehli hadis" düşüncesinin dayandığı peygamber anlayışında ortaya çıkan söylem, ayet içindeki "Hikmet" kelimesinin, Kur'andan ayrı olarak inen bir bilgi kaynağı olduğu yönündedir. Bu görüş uydurma olarak ifade edebileceğimiz rivayetler ile, Muhammed (a.s) a söyletilerek ona atfen büyük bir iftira uydurulmuştur.
"Elçi" payesini alan insanlar , öncelikle insan olmanın gereği olan yaratılıştan gelen fıtri bilgilere sahip olarak dünyaya gelirler. Bu anlamada "Kitap ve Hikmet" , sadece elçilere has bir öğreti değil , bütün insanlara öğretilen bilgileri ifade etmektedir.
"Kitap" kelimesi, Kur'anda kullanıldığı cümle içinde anlamını bulan bir kelime olmakla birlikte , "Hikmet" ile birlikte kullanıldığı yerlerde , insanların tümüne öğretilen fıtri bilgileri ifade ettiğini söyleyebiliriz. "Hikmet" kelimesini , "doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti" olarak ifade edildiğini söyleyebiliriz.
Dünyaya imtihan edilmek için gelen insanın esas problemi , kendisine verilen "Kitap" bilgisini, yine kendisine verilen "Hikmet"i kullanarak eşyayı nasıl kullanması gerektiğidir. Elçilerin ve Kitapların fonksiyonu burada ortaya çıkmaktadır.
Araf s. 172. ve 173. ayetlerinin beyanından anlaşılacağı üzere , bütün insanların yaratılışından gelen bir özellik olarak "Rab" olarak birilerini bilme yetisi mevcuttur. Yaratılan insan kendisine karşı , herhangi bir dış müdahale olmadığı müddetçe "Rab" olarak Allah (c.c) yi tanır. Fakat kendisine yapılan dış müdahale sonucu "Rab" olarak başkalarını tanıma yoluna gidebilir.
Kur'anın "Şeytan" olarak tanımladığı , ve insanı başka rab ve ilahlara kul olmayı teşvik eden bu düşmana karşı , Allah (c.c) bir çok elçi ve kitap göndererek bu tehlikeye dikkat çekmiş , ve ondan korunma yollarını göstermiştir.
"Şeytan" vasfına sahip olanların , insana karşı yaptığı en büyük düşmanlık , ona verilmiş olan doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini yani "Hikmet" i, insana nasıl kullanacağını onların öğretmeye çalışmasıdır. Kur'anda anlatılan "Adem ve İblis" kıssasının mesajını kısaca özetleyecek olursak , Ademe verilen emirlerin , "İblis" adında müşahhaslaştırılan bir kişilik üzerinden nasıl saptırılarak , doğru olanın yanlış , yanlış olanın ise doğru gösterilerek, insanların ayağının cennetten nasıl kayabileceğinin anlatılması olduğunu söyleyebiliriz.
Adem kıssasında "İblis" adı ile müşahhaslaştırılan "Şeytan" , kıyamete kadar insanın ayağını cennetten kaydırmak için var olan her şeyin genel adı olarak aramızda yaşamakta ve yaşamaya devam edecektir.
Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün elçilerin ortak görevi , "Hikmet" adı verilen doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini , şeytanlar tarafından öğretilen bilgi doğrultusunda kullananlara karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başı çekerek örneklik yapmaktır.
Kur'anda adı geçen elçilere karşı amansız bir savaş giren müşrik önderler, kendilerinde mevcut bulunan "Hikmet" i , şeytanların onlara vaaz ettiği bilgiler doğrultusunda kullanarak, kendilerinin doğru yolda olduklarını , onları vahye teslim olmaları gerektiğini haber veren elçilerin ise ,yanlış yolda olduklarını zannetmişlerdir.
Musa (a.s) a karşı çıkan Firavun da , İbrahim (a.s) a karşı çıkan Nemrut ta , Nuh ,Hud , Salih , Lut (a.s) gibi bütün elçilere karşı çıkan mele ve mütref takımında ,"Hikmet" adı verilen doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti mevcut idi. Elçilere karşı çıkan bu insanlar , kendilerinde olan "Hikmet" i vahye değil şeytana bağladıkları için , kendilerinin haklı ve doğru yolda , elçilerin haksız ve yanlış yolda oldukları zannı hakim olmuştur.
Bu durum Muhammed (a.s) ın elçiliği zamanında da böyle gelişmiştir. Mekke ve Medinenin ileri gelenleri , kendilerine gelen elçiye iman etmeyerek önceki ataları gibi, elçi ve ona tabi olanlara karşı amansız bir savaşa girişerek , kendi yollarının doğru olduğu zannına kapılmışlardır.
Allah (c.c) elçisine indirdiği ayetler ile , o elçinin insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmek için geldiğini haber vermektedir. Muhammed (a.s) dahil olmak üzere ondan önce gelen bütün elçiler , onun gibi aynı şekilde insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmekle görevli öğretmenlerdir.
Bu elçiler içinde oldukları topluluğa kendilerine inan vahiy doğrultusunda, kendilerinde mevcut olan bilgilerin nasıl bir bilgi kaynağına bağlanarak kullanılması gerektiğini öğretmeye çalışmışlardır. Tebliğci ve öğretici olmaları hasebiyle , kendilerine inen vahyi önce kendileri hayata tabi kılarak örnek bir hayat yaşamışlardır.
Son elçi olan Muhammed (a.s) bu elçilerden birisi olup, kendisine inen vahye iman edenlerin ilki olarak ona okunan vahyi , önce kendisi iman ederek hayatına yansıtmıştır. Onun kendisinde mevcut olan bilgileri inen vahiy doğrultusunda kullanması ve bu kullanımı hayatı içinde pratiğe aktarması , literatürde "Sünnet" (gidilen yol) olarak isimlendirilmiştir.
Muhammed (a.s) ın vahye tabi olarak yaşadığı hayat , "Ehli hadis" olarak tabir edilen fırka mensupları tarafından farklı algılanarak , yaşadığı bu hayat içinde yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu rivayet edilen sözlerin , vahiy olarak ona bildirilmiş olduğu düşüncesi geliştirilmiş , geliştirilen bu düşünce , diğer insanlar gibi ona da doğuştan verilmiş olan "Hikmet" i kendisine inen vahiy doğrultusunda kullanmış olmasının hiçe sayılması, ve bir robot konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir.
Hikmetin sünnet olduğu , sünnetinde vahiy olduğu düşüncesi, kendi içinde büyük bir hatayı barındırmaktadır. Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu fiilllerin , kendisine vahyedilmesi neticesinde meydana geldiğini iddia etmek , Kur'anda Muhammed (a.s) ın hata yaptığına dair olan ayetleri dikkate aldığımızda , ya ona yapıldığı iddia edilen vahyin yanlışlığını , veya ona vahyedildiği iddia edilen vahye uymadığı anlamına gelecektir.
Muhammed (a.s) a verildiği iddia edilen "Hikmet" in ona vahyedildiğini iddia edecek olursak , Abese suresinin ilk ayetlerinde , kendisine gelen ama ya karşı olan tutumunun, ona yapılan vahiy neticesinde olduğunu söylemek zorunda kalır , bu yaptığını yanlış olduğunu ifade eden ayetleri izah etmekte zorlanırız. Enfal s. 67. ayetinde Bedir savaşında esir almasının hata olduğunun beyan edilmiş olmasını , eğer yaptığı her fiil vahiy eseri ise , esir alması da bir vahiy eseri olması gerekir , esir almasının yanlış olduğu konusunda inen ayeti nasıl izah edebiliriz?.
Elçilerin görevini, "Tebliğ" (İletmek) ve "Talim" (Öğretmek) şeklinde iki kelime ile özetleyebiliriz. Muhammed (a.s) a inen ayetler içinde anlatılan elçi kıssaları , o elçilerin hikmeti nasıl öğrettiklerini Mekkeli ilk muhataplara öğreterek , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara canlı örnekler olmuştur. Muhammed (a.s) bu örneklerden yola çıkarak 23 senelik risaleti boyunca kendisinden önceki elçilerin yolunu, yani literatürdeki adı ile "Sünnet" lerini takip etmiştir.
Muhammed (a.s) sonrası değişen "Sünnet" algısı,diğer elçilerin sünnetleri hesaba katılmadan sadece Muhammed (a.s) a indirgenmiş , "Muhammed (a.s) Sünneti" denildiği zaman akla , onun fiillleri olarak rivayet edilen ve insan olarak yaptığı ve kendi yaşadığı zaman ile sınırlı bir takım fiiller akla gelerek , bütün elçilerin evrensel bir çağrı olan Tevhid mücadelesindeki izledikleri yolları yani sünnetleri akla bile gelmemiştir.
Bu gün biz Müslümanların her yönden geri kalmış olmamızın en başta gelen sebebi , "Sünnet" denildiği zaman bütün elçilerin sünnetlerinin değil, tek bir elçinin sünnetinin hatırlanması , o sünnetler ise evrensel bir bağlayıcılığı olmayan ve sadece elçinin insan olması hasebiyle yapmış olduğu yemek , içmek , uyumak v.s gibi şeylerle sınırlandırılmış bir sünnet anlayışına sahip olmamızdır.
Muhammed (a.s) ın Kitap ve Hikmeti öğretmesinin anlamı, evrensel bir boyuta taşınmayıp sadece kendi yaşadığı zaman içindeki yaşantısını baz alan bir anlayış içinde değerlendirilmeye çalışılması elçilerin öğreticilik unsurunun doğru anlaşılmamasına sebep olacaktır.
"Elçi" kavramının öncelikle , onun getirdiği vahiy bilgisi öne çıkarılarak değerlendirilmesi gerekirken , elçinin kendisi öne çıkarılmış ve bu öne çıkarılma , vahyin evrensel mesajının anlaşılmasında engel oluşturmuştur. Elçiler elbette sevilecektir , ancak bu sevilme onları İsa (a.s) ın düştüğü duruma getirmemelidir. Bizlere, elçiler tarafından öğretilen bilgiler gerekli iken , o bilgilerin bir tarafa bırakılıp o bilgileri öğretenlerin şahıslarının öne çıkarılması dinamik ve hayata yansıyan bir Kur'an anlayışının üzerini örtmektedir.
Muhammed (a.s) dahil bütün elçiler ruhban ve pısırık bir dini yaşam sahibi değil , yaşanan zamana dair itirazı olan pratik bir söylem sahibidirler. Bu gün din olarak bildiğimiz ve yaşadığımız şey , bu elçiler tarafından tebliğ edilen ve öğretilen din değil , kimseye zararı olmayan , yaşanan zamana dair bir itirazı ve söylemi olmayan, muhafazakar ve uzlaşmacı bir din haline gelmiştir.
Kur'anda anlatılan elçi kıssalarına baktığımızda , gelen elçilerin kavimlerinin yaşantılarına dair yaptığı itirazların sosyal , ekonomik , ahlaki , ve herkesin yaşam hakkına saygı duyan bir söylem içinde oldukları görülmektedir.
Şuayb (a.s) kıssasında önce çıkan tebliğ, başta tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra , o kavmin ekonomik hayat içinde yaptığı fesadın düzeltilmesine yöneliktir. Salih (a.s) kıssasında öne çıkan tebliğ , tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra ekolojik dengenin gözetilmesine yöneliktir. Lut (a.s) ın kıssasında öne çıkan tebliğ , o kavmin ahlaki yozlaşmasına karşı çıkan bir söylemdir.
Bütün elçiler insana verilen hikmetin , nasıl bir kaynağa bağlanarak kullanılmasını öğretmek üzere gelerek, bunları söz ve fiil ile kendi topluluklarına anlatmış olmalarına rağmen , bu gün yaşanan hayatların , geçmiş elçilerin kavimlerinde yaşanan olumsuzlukları barındırması bizleri o olumsuzluklara karşı bir söylem üretmemize vesile olmamaktadır.
Yaşanan hayata dair olumsuzluklara itiraz etmek , kendilerini elçilerin yolundan gittiğini iddia edenlerin başta gelen görevleri olmasına rağmen , bu iddia sahiplerinin büyük çoğunluğunun böyle bir görevi olduğundan bile habersiz bir hayat yaşamaları bizleri düşündürmelidir.
"Hikmet" denilince hadislerin akla geldiği ,ve yapılan tartışmaların bu hadislerin sahih olup olmadığı yönünde olan bir Müslümanlık anlayışı , bırakın yaşanan dünyadaki sorunların çözümünde söz sahibi olmayı , kendi içinde bile doğru düzgün bir din anlayışı ortaya koyamayan biz Müslümanları, yaşanan dünya içinde birilerinin kendi mel'un amaçlarını ikame etmek için kullandıkları figüranlar olmaktan başka bir işe yaramayan topluluk haline getirmiştir. İşin daha vahimi bu durumun farkında bile olamayışımız , ve hala birilerinin ekmeğine yağ sürecek sünnet vahiymidir değilmidir gibi boş tartışmalar ile vakit kaybediyor olmamızdır.
Sonuç olarak ; Elçi ve kitapların gönderiliş gayesi , biz insanların doğuştan gelen bazı hassasiyetlerinin yanlış bir şekilde kullanılmasının, yanlışlığını hatırlatmak , doğru kullanımın nasıl olması gerektiğini, gelen kitapları okuyan ve o kitapların muhteviyatını hayatlarına geçirerek örnek olan elçilerin görevlerini oluşturmuştur.
Muhammed (a.s) bu görevi üstlenen son elçi olup , o da diğer elçi ataları gibi kavminin yapmış olduğu şirk'in onlara neye mal olacağını , bu hallerini düzeltmeleri gerektiğini hatırlatan bir elçidir. Bu görevini sadece kendisine inen vahyi okumakla kalmamış , kendisine inen vahyin ilk muhatabı kendisinin olması hasebiyle , okuduklarını önce kendi sahasına aktararak "Üsvetün Hasenetün" (Güzel Örnek) olmuştur.
Kur'anın elçilerin görevleri ile ilgili ayetleri, bizlere elçilerin öğrettikleri bilgileri öğrencileri ile birlikte yaşayan insanlar olduğunu hatırlatmaktadır. Bu elçiler ne sadece bir iletici , ne de bütün yaptıklarını kendilerine iletilen vahiy ile gerçekleştiren robot değildir. Robot elçi olarak gönderilen bu kişilerin hata yapmaları gibi insani hassasiyetleri de olmaması gerektiği için , biz insanlara örnek olmaları mümkün değildir.
Bu gün eğer dünyada yaşanan olaylara dair bir sözümüz olmasını istiyorsak, elçilerin getirdiği kitaplardaki muhteviyatı nasıl hayatlarına aktardıkları bizler için yol gösterici olmalıdır. Bu yol göstericilik eğer göz ardı edilerek, Kur'an dışı elçi algılarının hakim olduğu bir din anlayışı içinde olmak bizlerin dünyada özne olmak yerine figüran olma rolünü oynamaya devam ettirecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Al-i İmran s. 164. ayeti, Muhammed (a.s) ı nasıl konuma oturtulması gerektiğini beyan eden ayetlerden bir tanesidir.
Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
[003.164] And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.
Ayete baktığımızda gönderilen elçinin görevlerini şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- Allah'ın ayetlerini okumak.
2-Mü'minleri tezkiye etmek.
3-Onlara Kitap ve Hikmeti öğretmek.
Konumuz olan ayetlerin benzerleri , Bakara s. 129 ve 151. , Nisa s. 113 , Cuma s. 2. ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Resulün görevini özetleyen bu ayetlerin , yukarıda bahsettiğimiz iki uç anlayışı tasdik ettiğini söylemek mümkün görülmemektedir. Bazı uç anlayışlarda gördüğümüz , Muhammed (a.s) ın görevini sadece 1. şık ile sınırlandırma düşüncesinin yanlış olduğu, bu ayeti okuduğumuz zaman anlaşılmaktadır
"Ehli hadis" düşüncesinin dayandığı peygamber anlayışında ortaya çıkan söylem, ayet içindeki "Hikmet" kelimesinin, Kur'andan ayrı olarak inen bir bilgi kaynağı olduğu yönündedir. Bu görüş uydurma olarak ifade edebileceğimiz rivayetler ile, Muhammed (a.s) a söyletilerek ona atfen büyük bir iftira uydurulmuştur.
"Elçi" payesini alan insanlar , öncelikle insan olmanın gereği olan yaratılıştan gelen fıtri bilgilere sahip olarak dünyaya gelirler. Bu anlamada "Kitap ve Hikmet" , sadece elçilere has bir öğreti değil , bütün insanlara öğretilen bilgileri ifade etmektedir.
"Kitap" kelimesi, Kur'anda kullanıldığı cümle içinde anlamını bulan bir kelime olmakla birlikte , "Hikmet" ile birlikte kullanıldığı yerlerde , insanların tümüne öğretilen fıtri bilgileri ifade ettiğini söyleyebiliriz. "Hikmet" kelimesini , "doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti" olarak ifade edildiğini söyleyebiliriz.
Dünyaya imtihan edilmek için gelen insanın esas problemi , kendisine verilen "Kitap" bilgisini, yine kendisine verilen "Hikmet"i kullanarak eşyayı nasıl kullanması gerektiğidir. Elçilerin ve Kitapların fonksiyonu burada ortaya çıkmaktadır.
Araf s. 172. ve 173. ayetlerinin beyanından anlaşılacağı üzere , bütün insanların yaratılışından gelen bir özellik olarak "Rab" olarak birilerini bilme yetisi mevcuttur. Yaratılan insan kendisine karşı , herhangi bir dış müdahale olmadığı müddetçe "Rab" olarak Allah (c.c) yi tanır. Fakat kendisine yapılan dış müdahale sonucu "Rab" olarak başkalarını tanıma yoluna gidebilir.
Kur'anın "Şeytan" olarak tanımladığı , ve insanı başka rab ve ilahlara kul olmayı teşvik eden bu düşmana karşı , Allah (c.c) bir çok elçi ve kitap göndererek bu tehlikeye dikkat çekmiş , ve ondan korunma yollarını göstermiştir.
"Şeytan" vasfına sahip olanların , insana karşı yaptığı en büyük düşmanlık , ona verilmiş olan doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini yani "Hikmet" i, insana nasıl kullanacağını onların öğretmeye çalışmasıdır. Kur'anda anlatılan "Adem ve İblis" kıssasının mesajını kısaca özetleyecek olursak , Ademe verilen emirlerin , "İblis" adında müşahhaslaştırılan bir kişilik üzerinden nasıl saptırılarak , doğru olanın yanlış , yanlış olanın ise doğru gösterilerek, insanların ayağının cennetten nasıl kayabileceğinin anlatılması olduğunu söyleyebiliriz.
Adem kıssasında "İblis" adı ile müşahhaslaştırılan "Şeytan" , kıyamete kadar insanın ayağını cennetten kaydırmak için var olan her şeyin genel adı olarak aramızda yaşamakta ve yaşamaya devam edecektir.
Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün elçilerin ortak görevi , "Hikmet" adı verilen doğruyu yanlışı ayırt edebilme kabiliyetini , şeytanlar tarafından öğretilen bilgi doğrultusunda kullananlara karşı mücadele etmek ve bu mücadelede başı çekerek örneklik yapmaktır.
Kur'anda adı geçen elçilere karşı amansız bir savaş giren müşrik önderler, kendilerinde mevcut bulunan "Hikmet" i , şeytanların onlara vaaz ettiği bilgiler doğrultusunda kullanarak, kendilerinin doğru yolda olduklarını , onları vahye teslim olmaları gerektiğini haber veren elçilerin ise ,yanlış yolda olduklarını zannetmişlerdir.
Musa (a.s) a karşı çıkan Firavun da , İbrahim (a.s) a karşı çıkan Nemrut ta , Nuh ,Hud , Salih , Lut (a.s) gibi bütün elçilere karşı çıkan mele ve mütref takımında ,"Hikmet" adı verilen doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyeti mevcut idi. Elçilere karşı çıkan bu insanlar , kendilerinde olan "Hikmet" i vahye değil şeytana bağladıkları için , kendilerinin haklı ve doğru yolda , elçilerin haksız ve yanlış yolda oldukları zannı hakim olmuştur.
Bu durum Muhammed (a.s) ın elçiliği zamanında da böyle gelişmiştir. Mekke ve Medinenin ileri gelenleri , kendilerine gelen elçiye iman etmeyerek önceki ataları gibi, elçi ve ona tabi olanlara karşı amansız bir savaşa girişerek , kendi yollarının doğru olduğu zannına kapılmışlardır.
Allah (c.c) elçisine indirdiği ayetler ile , o elçinin insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmek için geldiğini haber vermektedir. Muhammed (a.s) dahil olmak üzere ondan önce gelen bütün elçiler , onun gibi aynı şekilde insanlara "Kitap ve Hikmet" i öğretmekle görevli öğretmenlerdir.
Bu elçiler içinde oldukları topluluğa kendilerine inan vahiy doğrultusunda, kendilerinde mevcut olan bilgilerin nasıl bir bilgi kaynağına bağlanarak kullanılması gerektiğini öğretmeye çalışmışlardır. Tebliğci ve öğretici olmaları hasebiyle , kendilerine inen vahyi önce kendileri hayata tabi kılarak örnek bir hayat yaşamışlardır.
Son elçi olan Muhammed (a.s) bu elçilerden birisi olup, kendisine inen vahye iman edenlerin ilki olarak ona okunan vahyi , önce kendisi iman ederek hayatına yansıtmıştır. Onun kendisinde mevcut olan bilgileri inen vahiy doğrultusunda kullanması ve bu kullanımı hayatı içinde pratiğe aktarması , literatürde "Sünnet" (gidilen yol) olarak isimlendirilmiştir.
Muhammed (a.s) ın vahye tabi olarak yaşadığı hayat , "Ehli hadis" olarak tabir edilen fırka mensupları tarafından farklı algılanarak , yaşadığı bu hayat içinde yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu rivayet edilen sözlerin , vahiy olarak ona bildirilmiş olduğu düşüncesi geliştirilmiş , geliştirilen bu düşünce , diğer insanlar gibi ona da doğuştan verilmiş olan "Hikmet" i kendisine inen vahiy doğrultusunda kullanmış olmasının hiçe sayılması, ve bir robot konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir.
Hikmetin sünnet olduğu , sünnetinde vahiy olduğu düşüncesi, kendi içinde büyük bir hatayı barındırmaktadır. Muhammed (a.s) ın yapmış olduğu fiilllerin , kendisine vahyedilmesi neticesinde meydana geldiğini iddia etmek , Kur'anda Muhammed (a.s) ın hata yaptığına dair olan ayetleri dikkate aldığımızda , ya ona yapıldığı iddia edilen vahyin yanlışlığını , veya ona vahyedildiği iddia edilen vahye uymadığı anlamına gelecektir.
Muhammed (a.s) a verildiği iddia edilen "Hikmet" in ona vahyedildiğini iddia edecek olursak , Abese suresinin ilk ayetlerinde , kendisine gelen ama ya karşı olan tutumunun, ona yapılan vahiy neticesinde olduğunu söylemek zorunda kalır , bu yaptığını yanlış olduğunu ifade eden ayetleri izah etmekte zorlanırız. Enfal s. 67. ayetinde Bedir savaşında esir almasının hata olduğunun beyan edilmiş olmasını , eğer yaptığı her fiil vahiy eseri ise , esir alması da bir vahiy eseri olması gerekir , esir almasının yanlış olduğu konusunda inen ayeti nasıl izah edebiliriz?.
Elçilerin görevini, "Tebliğ" (İletmek) ve "Talim" (Öğretmek) şeklinde iki kelime ile özetleyebiliriz. Muhammed (a.s) a inen ayetler içinde anlatılan elçi kıssaları , o elçilerin hikmeti nasıl öğrettiklerini Mekkeli ilk muhataplara öğreterek , Muhammed (a.s) ve ona tabi olanlara canlı örnekler olmuştur. Muhammed (a.s) bu örneklerden yola çıkarak 23 senelik risaleti boyunca kendisinden önceki elçilerin yolunu, yani literatürdeki adı ile "Sünnet" lerini takip etmiştir.
Muhammed (a.s) sonrası değişen "Sünnet" algısı,diğer elçilerin sünnetleri hesaba katılmadan sadece Muhammed (a.s) a indirgenmiş , "Muhammed (a.s) Sünneti" denildiği zaman akla , onun fiillleri olarak rivayet edilen ve insan olarak yaptığı ve kendi yaşadığı zaman ile sınırlı bir takım fiiller akla gelerek , bütün elçilerin evrensel bir çağrı olan Tevhid mücadelesindeki izledikleri yolları yani sünnetleri akla bile gelmemiştir.
Bu gün biz Müslümanların her yönden geri kalmış olmamızın en başta gelen sebebi , "Sünnet" denildiği zaman bütün elçilerin sünnetlerinin değil, tek bir elçinin sünnetinin hatırlanması , o sünnetler ise evrensel bir bağlayıcılığı olmayan ve sadece elçinin insan olması hasebiyle yapmış olduğu yemek , içmek , uyumak v.s gibi şeylerle sınırlandırılmış bir sünnet anlayışına sahip olmamızdır.
Muhammed (a.s) ın Kitap ve Hikmeti öğretmesinin anlamı, evrensel bir boyuta taşınmayıp sadece kendi yaşadığı zaman içindeki yaşantısını baz alan bir anlayış içinde değerlendirilmeye çalışılması elçilerin öğreticilik unsurunun doğru anlaşılmamasına sebep olacaktır.
"Elçi" kavramının öncelikle , onun getirdiği vahiy bilgisi öne çıkarılarak değerlendirilmesi gerekirken , elçinin kendisi öne çıkarılmış ve bu öne çıkarılma , vahyin evrensel mesajının anlaşılmasında engel oluşturmuştur. Elçiler elbette sevilecektir , ancak bu sevilme onları İsa (a.s) ın düştüğü duruma getirmemelidir. Bizlere, elçiler tarafından öğretilen bilgiler gerekli iken , o bilgilerin bir tarafa bırakılıp o bilgileri öğretenlerin şahıslarının öne çıkarılması dinamik ve hayata yansıyan bir Kur'an anlayışının üzerini örtmektedir.
Muhammed (a.s) dahil bütün elçiler ruhban ve pısırık bir dini yaşam sahibi değil , yaşanan zamana dair itirazı olan pratik bir söylem sahibidirler. Bu gün din olarak bildiğimiz ve yaşadığımız şey , bu elçiler tarafından tebliğ edilen ve öğretilen din değil , kimseye zararı olmayan , yaşanan zamana dair bir itirazı ve söylemi olmayan, muhafazakar ve uzlaşmacı bir din haline gelmiştir.
Kur'anda anlatılan elçi kıssalarına baktığımızda , gelen elçilerin kavimlerinin yaşantılarına dair yaptığı itirazların sosyal , ekonomik , ahlaki , ve herkesin yaşam hakkına saygı duyan bir söylem içinde oldukları görülmektedir.
Şuayb (a.s) kıssasında önce çıkan tebliğ, başta tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra , o kavmin ekonomik hayat içinde yaptığı fesadın düzeltilmesine yöneliktir. Salih (a.s) kıssasında öne çıkan tebliğ , tevhidi bir hayat sürülmesi gerektiğinin yanısıra ekolojik dengenin gözetilmesine yöneliktir. Lut (a.s) ın kıssasında öne çıkan tebliğ , o kavmin ahlaki yozlaşmasına karşı çıkan bir söylemdir.
Bütün elçiler insana verilen hikmetin , nasıl bir kaynağa bağlanarak kullanılmasını öğretmek üzere gelerek, bunları söz ve fiil ile kendi topluluklarına anlatmış olmalarına rağmen , bu gün yaşanan hayatların , geçmiş elçilerin kavimlerinde yaşanan olumsuzlukları barındırması bizleri o olumsuzluklara karşı bir söylem üretmemize vesile olmamaktadır.
Yaşanan hayata dair olumsuzluklara itiraz etmek , kendilerini elçilerin yolundan gittiğini iddia edenlerin başta gelen görevleri olmasına rağmen , bu iddia sahiplerinin büyük çoğunluğunun böyle bir görevi olduğundan bile habersiz bir hayat yaşamaları bizleri düşündürmelidir.
"Hikmet" denilince hadislerin akla geldiği ,ve yapılan tartışmaların bu hadislerin sahih olup olmadığı yönünde olan bir Müslümanlık anlayışı , bırakın yaşanan dünyadaki sorunların çözümünde söz sahibi olmayı , kendi içinde bile doğru düzgün bir din anlayışı ortaya koyamayan biz Müslümanları, yaşanan dünya içinde birilerinin kendi mel'un amaçlarını ikame etmek için kullandıkları figüranlar olmaktan başka bir işe yaramayan topluluk haline getirmiştir. İşin daha vahimi bu durumun farkında bile olamayışımız , ve hala birilerinin ekmeğine yağ sürecek sünnet vahiymidir değilmidir gibi boş tartışmalar ile vakit kaybediyor olmamızdır.
Sonuç olarak ; Elçi ve kitapların gönderiliş gayesi , biz insanların doğuştan gelen bazı hassasiyetlerinin yanlış bir şekilde kullanılmasının, yanlışlığını hatırlatmak , doğru kullanımın nasıl olması gerektiğini, gelen kitapları okuyan ve o kitapların muhteviyatını hayatlarına geçirerek örnek olan elçilerin görevlerini oluşturmuştur.
Muhammed (a.s) bu görevi üstlenen son elçi olup , o da diğer elçi ataları gibi kavminin yapmış olduğu şirk'in onlara neye mal olacağını , bu hallerini düzeltmeleri gerektiğini hatırlatan bir elçidir. Bu görevini sadece kendisine inen vahyi okumakla kalmamış , kendisine inen vahyin ilk muhatabı kendisinin olması hasebiyle , okuduklarını önce kendi sahasına aktararak "Üsvetün Hasenetün" (Güzel Örnek) olmuştur.
Kur'anın elçilerin görevleri ile ilgili ayetleri, bizlere elçilerin öğrettikleri bilgileri öğrencileri ile birlikte yaşayan insanlar olduğunu hatırlatmaktadır. Bu elçiler ne sadece bir iletici , ne de bütün yaptıklarını kendilerine iletilen vahiy ile gerçekleştiren robot değildir. Robot elçi olarak gönderilen bu kişilerin hata yapmaları gibi insani hassasiyetleri de olmaması gerektiği için , biz insanlara örnek olmaları mümkün değildir.
Bu gün eğer dünyada yaşanan olaylara dair bir sözümüz olmasını istiyorsak, elçilerin getirdiği kitaplardaki muhteviyatı nasıl hayatlarına aktardıkları bizler için yol gösterici olmalıdır. Bu yol göstericilik eğer göz ardı edilerek, Kur'an dışı elçi algılarının hakim olduğu bir din anlayışı içinde olmak bizlerin dünyada özne olmak yerine figüran olma rolünü oynamaya devam ettirecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Aralık 2015 Perşembe
Al-i İmran s. 79-80.Ayetleri: "Allah'ı Bırakıp Bana Kul Olun" Demeyen Nebiler
Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan bir tanesi de , Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisinin olup olmadığı konusundadır. Yüzyıllardır "Ehli hadis" ekolünün İslam düşüncesinin şekillenmesinde etken bir rol oynaması neticesinde yazılan eserler çerçevesinde çizilen peygamber portresi, Kur'an ile uyum arz eden bir portre değildir. Bu portrenin şekillenmesi için yapılan çalışmalarda öne çıkan taraf, ön yargılı bir bakış ve bazı Kur'an ayetlerinin sadece bu portrenin oluşmasını sağlamak amacına yönelik bir okumaya tabi tutulması olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammed (a.s) a biçilen bu misyonun kaynağı , Hıristiyanların İsa (a.s) a biçtikleri misyondan devşirilmiş bir düşüncedir. Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin tamamının , onun için uydurulan misyonun yalan ve iftira olduğu , onun Rab ve İlahlıktan herhangi bir payı olmadığı , onun sadece beşer bir elçi olduğuna dair bilgiler olduğunu düşündüğümüzde, elçi olsa dahi kimseye böyle bir yakıştırma yapılmaması ve bu düşünce etrafında bir akide oluşturulmamasın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur'an ayetlerinin sadece hitap ettiği kesim ile sınırlı tutularak okunması sonucunda , "Ey ehli kitap" şeklindeki hitapların ,bizleri ilgilendirmediği zannı uyandırmış ve ilgili ayetlerin sadece Yahudi ve Hıristiyanlara hitap ettiği düşünülerek , bizlere dair mesajları olabileceği akla dahi getirilmemiştir. Fakat İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından yapılan muamelenin bir benzeri , Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) a da yapılmakta olup , İsa (a.s) ile ilgili olan ayetler ile bizlerin de muhatap olabileceği maalesef düşünülmemektedir.
Hıristiyanların İsa (a.s) a yaptıkları muamelenin özünde , onu beşer bir elçi olmaktan daha yukarılara taşıma gayreti olduğunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar tarafından , Muhammed (a.s) a yapılan muamelenin özünde de aynı gayret olup , her ne kadar söz ile onun "Kul ve Elçi" olduğunu söylüyorsak ta , fiiliyatta onu daha yukarılara taşıma düşüncesinin bir ürünü olan, haram ve helal koyma yetkisi olduğunu söyleyerek İsa, (a.s) ile aynı konuma oturtmaktayız.
Allah (c.c) nin bu insanlar için koyduğu vazife sınırı olan "Elçilik" görevinin ne anlama geldiği anlaşıldığı takdirde , Muhammed (a.s) a biçilen ve görevinin sınırlarını aşan bir yetkilendirme olan haram ve helal koyma yetkisinin ne kadar yanlış olduğu , hatta bu düşünce içinde olanların akidelerinde derin yaralar açıldığı görülecektir.
"Elçi" kelimesi , bir hükümdarın mesajını iletmekle görevli kimseler için kullanılmaktadır. Elçiler iletmekle görevli oldukları mesajın muhteviyatına hiç bir şekilde hiç bir şekilde müdahale etmeden muhataplarına iletmekle görevli kimselerdir.
Bu kelimeyi Allah (c.c) nin mesajını kullarına iletmekle görevli insanlar bazında düşündüğümüzde , bu insanlar aldıkları mesajın muhatapları arasında kendilerinin de olması nedeniyle , o mesajları muhataplarına iletirler , ilettikleri mesajın kendilerini de bağlayıcı olması nedeniyle , aynı mesajın gereklerinin nasıl hayata pratize edileceğini canlı ve en güzel örnek olarak gösterirler. Allah (c.c) nin elçileri sadece gelen mesajı okumakla görevli değil , aynı zamanda okudukları mesajın hayata nasıl yansıması gerektiğini kendileri yaşayarak öğretirler , yani görevleri sadece "Postacılık" değildir.
[069.044-7] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.
Bu görevlerini yerine getirirken sadece kendilerine vahyedilene uymakla görevli olan bu elçiler, Allah (c.c) nin "Din" (Yaşam kuralları) olarak vaaz ettiği kurallara herhangi bir ilave hükümde bulunAmazlar. "İlah" ve "Rab" olmanın hakkı olan "Din" vaaz etmek yetkisini , Allah (c.c) kendisinden başka kimseye tanımamıştır.
Kendisinin dışında "Din" vaaz etmeye kalkanları veya kendisinin dışında din vaaz edenlere tabi olanları , "Allah'ın dunun dan rabler ve ilahlar edinmek" olarak tanımlayan Rabbimiz, bu yetkiyi kendi elçilerine dahi vermemiş olmasına rağmen , İslam düşüncesine hakim olan genel geçer düşünce "Muhammed (a.s) ın da helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu yönündedir.
Bu noktada Al-i İmran s. 79. ve 80. ayetleri çok önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.
[003.079] Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?
Bu ayetler bizlere Muhammed (a.s) ı nasıl bir yere oturtmak gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden çok önemli ayetlerdir.
Helaller ve haramlar , insanların yaşamları içinde tabi olacakları kurallar bakımından önemli bir yer tutmakta olup , yaşamın sınırlarını tayin eden önemli kavramlardır. Allah (c.c) bu konuda kendisini tek yetkili olarak ilan ederek , insanlar için koyduğu sınırlara tabi olunması gerektiği , bu konuda kimsenin helal haram tayin etme yetkisi olmadığını açıklamıştır.
"Rab" ve "İlah" olmanın gereği olan bu tür sınırlar koyma yetkisini kendi elçilerine dahi vermeyen Allah (c.c) , son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir yetki tanıyarak elçiler arasında ona ayrı bir konum tayin etMEmiştir.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde yapmış olduğu bazı yasaklayıcı sözleri , o yasakların aynen Kur'an yasağı gibi sayılmış , ve bu yasaklamaların alt yapısı rivayetler !! ile desteklenerek (Erike hadisi örneği) yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır.
[009.031] (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Bu gün eğer bu ayet yeniden inecek olsa idi , "Muhammed'i de rabler edindiler" ilavesi mutlaka olurdu, neden mi ? ;
"Rab edinmek" şeklindeki anlamı bu ayetin tefsirlerinde geçen bir rivayet olan , Adiyy Bin Hatem adlı önceden Hıristiyan olan bir sahabenin , " Biz onlara kulluk etmiyorduk" şeklindeki sözleri üzerine Muhammed (a.s) ın "Onlar Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal , helal kıldığı bi şeyi haram kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" sorusuna verdiği "Evet" cevabı, rab ve ilah edinmenin ne demek olduğunun güzel bir cevabıdır.
Buradan hareketle , Muhammed (a.s) a yüklenmiş olan fakat kendisinin böyle bir iddiada bulunmadığı onun haram ve helal koyma yetkisi olduğunu iddia etmek , onu rab ve ilah edinmek anlamına gelir.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.
Yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş peygamber algısı öyle bir hale getirilmiştir ki , böyle bir peygamber inancı olmayan veya böyle bir inanca karşı çıkanlar , zındık , hadis sünnet inkarcısı , kafir v.s gibi yaftalarla anılarak büyük bir baskı kurulmuştur. Eğer yafta takılmak gerekiyorsa , bu yaftalar peygamber a.s ın helal ve haram koymasının aynen Kur'anın koyduğu yasaklara eşdeğer olduğunu söyleyenlere takılması gerekmektedir.
Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin vermediği bir yetkiyi , verilmiş gibi göstermek onu İsa (a.s) gibi ilah ve rab konumunu yükseltmek anlamına gelmektedir.
Maide s. 116-117. ayetlerinde gördüğümüz , İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesindeki kendisine sorulan soruya verdiği cevap çok manidardır.
[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117] Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.
Şayet bu gün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelse aynı sahne , Muhammed (a.s) ın sorgulanması şeklinde anlatılarak , Müslümanların onu haşa rab yerine koyması kendi ağzından red edilerek , yaşadığı hayat zarfında kendisine Allah (c.c) tarafından verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini , kendisinden sonra insanlar tarafından kendisi için yakıştırılan iftiraları red edecektir.
Bu gün Müslümanların , Hıristiyanlar gibi İsa (a.s) a yüklediği ilahlık ve rablik yakıştırmalarını direk olarak yapmıyor olmaları bizleri aldatmamalıdır. İsa ve Muhammed (a.s) için yapılan ortak yanlış , onların "ELÇİ ve "KUL" oldukları bir tarafa konularak , özel bir konum yüklenmiş olmalarıdır.
Allah (c.c) Al-i İmran 79. ve 80. ayetlerinde İsa (a.s) için yapılan yanlışı hatırlatarak , bizlere de önemli mesajlar vermektedir. Bizler ilgili ayetleri sadece hitap ettiği kişiler bazında okuduğumuz zaman , bizlere dönük bir hatırlatması olduğunu ıskalamış oluruz.
"Allah'a ve elçisine itaat edin" mealinde bir çok ayetin olduğu unutularak, bu yazının yazılmış olduğu düşünülmesin.
Kur'anda bir çok yerde geçen bu tür ayetlerin , "Allah'a itaat edin " emrini Kur'ana , "Elçisine itaat edin" emrini hadislere bağladığımızda büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır.
Elçiye itaat ile ilgili ayetlerin , bu gün aramızda Muhammed (a.s) ın olmaması nedeniyle, "ondan gelen rivayetlere itaat" şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmek büyük bir sorunu ortaya çıkarması açısından çok yanlış bir söylemdir.
Bu gün elimizde olan hadis külliyatı içindeki rivayetlerin "Sahih" olup olmadığı kişilerin belirlediği kıstaslar üzerinden yapılmış olması sebebi ile , A hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih" damgası vurulan bir rivayete , B hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih değildir" damgası vurulabilmektedir.
Eğer "Elçiye itaat edin" emrine, "Hadislere itaat edin"şeklinde bir anlam yüklediğimizde , A hadisçisinin sahih olarak gördüğü rivayeti red eden B hadisçisi , A hadisçisine göre "Hadis inkarcısı" veya "Elçiye itaat edin" ayetini red etmiş durumuna düşmektedir.
Sonuç olarak ; "İlah" ve "Rab" liği kendisinden başkası için kimseye layık görmeyen Allah (c.c) , bu liyakati peygamberlerine de vermediğini beyan ederek , kul olmayı sadece kendisine layık görerek , kendisinden başkalarına kulluk yapanlara "Müşrik" demektedir. Kur'an içindeki bir çok ayet , Hıristiyan düşüncesinde geçerli olan İsa (a.s) ı Allah (c.c) dışında rab ve ilah olarak kabul etme düşüncesini "Küfr" olarak nitelemiş , ve böyle bir küfürden vazgeçilerek ortak söz olan Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak bilinmesi temeline dayanan bir sisteme göre yaşanmasını emretmektedir.
Hıristiyanların İsa (a.s) ı , elçi ve kul olmasının dışında bir görev yükleme ameliyesine paralel bir düşünce , biz Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından Muhammed (a.s) içinde geçerlidir. Muhammed (a.s) ın elçi kul olduğu söz ile ikrar edilmesine rağmen , fiiliyatta ona helal ve haram yetkisi tayin edilmesi düşüncesi onu rab ve ilah konumuna yükseltmek anlamına gelmektedir.
Kur'andaki elçiye itaat edilmesi ile ilgili ayetler , elçinin helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu düşüncesinin ışığı altında okunarak zorlama yorumlarla bu sonuca varılmaya çalışılmış , Araf s. 157. ayeti , İsrailoğullarına daha önce yapmış oldukları hatalar nedeni ile ceza olarak haram kılınan bazı yiyeceklerin artık helal kılındığını beyan etmiş olmasına rağmen , ön yargılı bir okuma sonucu , elçinin haram helal kılma yetkisi olduğunu beyan eden ayetler olduğu zannı hakim olmuştur.
Bizler eğer Hıristiyanların düştüğü duruma düşmek istemiyor isek yapacağımız şey , Muhammed (a.s) Kur'an harici bir misyon yükleme düşüncesinden vazgeçerek , onun elçi ve kul olduğunu sadece dil ile değil , itikadi anlamda da hatırlayarak itikadımızı Kur'an ışığında yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Esas olan Allah (c.c) nin dışında kimseye onun yetki alanına giren konularda yetki tanımamak olup , böyle bir yetkiyi Allah ve elçisine rağmen tanımak , bu yetkinin tanınmadığını iddia edenlere yakıştırılan "Küfr" damgası , elçiye böyle bir yetki tanıyan düşünce sahiplerine daha çok yakışacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.
Muhammed (a.s) a biçilen bu misyonun kaynağı , Hıristiyanların İsa (a.s) a biçtikleri misyondan devşirilmiş bir düşüncedir. Kur'anın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin tamamının , onun için uydurulan misyonun yalan ve iftira olduğu , onun Rab ve İlahlıktan herhangi bir payı olmadığı , onun sadece beşer bir elçi olduğuna dair bilgiler olduğunu düşündüğümüzde, elçi olsa dahi kimseye böyle bir yakıştırma yapılmaması ve bu düşünce etrafında bir akide oluşturulmamasın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur'an ayetlerinin sadece hitap ettiği kesim ile sınırlı tutularak okunması sonucunda , "Ey ehli kitap" şeklindeki hitapların ,bizleri ilgilendirmediği zannı uyandırmış ve ilgili ayetlerin sadece Yahudi ve Hıristiyanlara hitap ettiği düşünülerek , bizlere dair mesajları olabileceği akla dahi getirilmemiştir. Fakat İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından yapılan muamelenin bir benzeri , Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) a da yapılmakta olup , İsa (a.s) ile ilgili olan ayetler ile bizlerin de muhatap olabileceği maalesef düşünülmemektedir.
Hıristiyanların İsa (a.s) a yaptıkları muamelenin özünde , onu beşer bir elçi olmaktan daha yukarılara taşıma gayreti olduğunu söyleyebiliriz. Biz Müslümanlar tarafından , Muhammed (a.s) a yapılan muamelenin özünde de aynı gayret olup , her ne kadar söz ile onun "Kul ve Elçi" olduğunu söylüyorsak ta , fiiliyatta onu daha yukarılara taşıma düşüncesinin bir ürünü olan, haram ve helal koyma yetkisi olduğunu söyleyerek İsa, (a.s) ile aynı konuma oturtmaktayız.
Allah (c.c) nin bu insanlar için koyduğu vazife sınırı olan "Elçilik" görevinin ne anlama geldiği anlaşıldığı takdirde , Muhammed (a.s) a biçilen ve görevinin sınırlarını aşan bir yetkilendirme olan haram ve helal koyma yetkisinin ne kadar yanlış olduğu , hatta bu düşünce içinde olanların akidelerinde derin yaralar açıldığı görülecektir.
"Elçi" kelimesi , bir hükümdarın mesajını iletmekle görevli kimseler için kullanılmaktadır. Elçiler iletmekle görevli oldukları mesajın muhteviyatına hiç bir şekilde hiç bir şekilde müdahale etmeden muhataplarına iletmekle görevli kimselerdir.
Bu kelimeyi Allah (c.c) nin mesajını kullarına iletmekle görevli insanlar bazında düşündüğümüzde , bu insanlar aldıkları mesajın muhatapları arasında kendilerinin de olması nedeniyle , o mesajları muhataplarına iletirler , ilettikleri mesajın kendilerini de bağlayıcı olması nedeniyle , aynı mesajın gereklerinin nasıl hayata pratize edileceğini canlı ve en güzel örnek olarak gösterirler. Allah (c.c) nin elçileri sadece gelen mesajı okumakla görevli değil , aynı zamanda okudukları mesajın hayata nasıl yansıması gerektiğini kendileri yaşayarak öğretirler , yani görevleri sadece "Postacılık" değildir.
[069.044-7] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.
Bu görevlerini yerine getirirken sadece kendilerine vahyedilene uymakla görevli olan bu elçiler, Allah (c.c) nin "Din" (Yaşam kuralları) olarak vaaz ettiği kurallara herhangi bir ilave hükümde bulunAmazlar. "İlah" ve "Rab" olmanın hakkı olan "Din" vaaz etmek yetkisini , Allah (c.c) kendisinden başka kimseye tanımamıştır.
Kendisinin dışında "Din" vaaz etmeye kalkanları veya kendisinin dışında din vaaz edenlere tabi olanları , "Allah'ın dunun dan rabler ve ilahlar edinmek" olarak tanımlayan Rabbimiz, bu yetkiyi kendi elçilerine dahi vermemiş olmasına rağmen , İslam düşüncesine hakim olan genel geçer düşünce "Muhammed (a.s) ın da helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu yönündedir.
Bu noktada Al-i İmran s. 79. ve 80. ayetleri çok önemli hatırlatmalarda bulunmaktadır.
[003.079] Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?
Bu ayetler bizlere Muhammed (a.s) ı nasıl bir yere oturtmak gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden çok önemli ayetlerdir.
Helaller ve haramlar , insanların yaşamları içinde tabi olacakları kurallar bakımından önemli bir yer tutmakta olup , yaşamın sınırlarını tayin eden önemli kavramlardır. Allah (c.c) bu konuda kendisini tek yetkili olarak ilan ederek , insanlar için koyduğu sınırlara tabi olunması gerektiği , bu konuda kimsenin helal haram tayin etme yetkisi olmadığını açıklamıştır.
"Rab" ve "İlah" olmanın gereği olan bu tür sınırlar koyma yetkisini kendi elçilerine dahi vermeyen Allah (c.c) , son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir yetki tanıyarak elçiler arasında ona ayrı bir konum tayin etMEmiştir.
Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde yapmış olduğu bazı yasaklayıcı sözleri , o yasakların aynen Kur'an yasağı gibi sayılmış , ve bu yasaklamaların alt yapısı rivayetler !! ile desteklenerek (Erike hadisi örneği) yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş bir peygamber portresi ortaya çıkmıştır.
[009.031] (Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.
Bu gün eğer bu ayet yeniden inecek olsa idi , "Muhammed'i de rabler edindiler" ilavesi mutlaka olurdu, neden mi ? ;
"Rab edinmek" şeklindeki anlamı bu ayetin tefsirlerinde geçen bir rivayet olan , Adiyy Bin Hatem adlı önceden Hıristiyan olan bir sahabenin , " Biz onlara kulluk etmiyorduk" şeklindeki sözleri üzerine Muhammed (a.s) ın "Onlar Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal , helal kıldığı bi şeyi haram kıldıklarında onlara itaat etmiyor muydunuz?" sorusuna verdiği "Evet" cevabı, rab ve ilah edinmenin ne demek olduğunun güzel bir cevabıdır.
Buradan hareketle , Muhammed (a.s) a yüklenmiş olan fakat kendisinin böyle bir iddiada bulunmadığı onun haram ve helal koyma yetkisi olduğunu iddia etmek , onu rab ve ilah edinmek anlamına gelir.
Yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış.
Yalan ve iftiralar üzerine kurulmuş peygamber algısı öyle bir hale getirilmiştir ki , böyle bir peygamber inancı olmayan veya böyle bir inanca karşı çıkanlar , zındık , hadis sünnet inkarcısı , kafir v.s gibi yaftalarla anılarak büyük bir baskı kurulmuştur. Eğer yafta takılmak gerekiyorsa , bu yaftalar peygamber a.s ın helal ve haram koymasının aynen Kur'anın koyduğu yasaklara eşdeğer olduğunu söyleyenlere takılması gerekmektedir.
Muhammed (a.s) Allah (c.c) nin vermediği bir yetkiyi , verilmiş gibi göstermek onu İsa (a.s) gibi ilah ve rab konumunu yükseltmek anlamına gelmektedir.
Maide s. 116-117. ayetlerinde gördüğümüz , İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesindeki kendisine sorulan soruya verdiği cevap çok manidardır.
[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edindin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117] Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.
Şayet bu gün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelse aynı sahne , Muhammed (a.s) ın sorgulanması şeklinde anlatılarak , Müslümanların onu haşa rab yerine koyması kendi ağzından red edilerek , yaşadığı hayat zarfında kendisine Allah (c.c) tarafından verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini , kendisinden sonra insanlar tarafından kendisi için yakıştırılan iftiraları red edecektir.
Bu gün Müslümanların , Hıristiyanlar gibi İsa (a.s) a yüklediği ilahlık ve rablik yakıştırmalarını direk olarak yapmıyor olmaları bizleri aldatmamalıdır. İsa ve Muhammed (a.s) için yapılan ortak yanlış , onların "ELÇİ ve "KUL" oldukları bir tarafa konularak , özel bir konum yüklenmiş olmalarıdır.
Allah (c.c) Al-i İmran 79. ve 80. ayetlerinde İsa (a.s) için yapılan yanlışı hatırlatarak , bizlere de önemli mesajlar vermektedir. Bizler ilgili ayetleri sadece hitap ettiği kişiler bazında okuduğumuz zaman , bizlere dönük bir hatırlatması olduğunu ıskalamış oluruz.
"Allah'a ve elçisine itaat edin" mealinde bir çok ayetin olduğu unutularak, bu yazının yazılmış olduğu düşünülmesin.
Kur'anda bir çok yerde geçen bu tür ayetlerin , "Allah'a itaat edin " emrini Kur'ana , "Elçisine itaat edin" emrini hadislere bağladığımızda büyük bir sorun ortaya çıkmaktadır.
Elçiye itaat ile ilgili ayetlerin , bu gün aramızda Muhammed (a.s) ın olmaması nedeniyle, "ondan gelen rivayetlere itaat" şeklinde anlaşılması gerektiğini iddia etmek büyük bir sorunu ortaya çıkarması açısından çok yanlış bir söylemdir.
Bu gün elimizde olan hadis külliyatı içindeki rivayetlerin "Sahih" olup olmadığı kişilerin belirlediği kıstaslar üzerinden yapılmış olması sebebi ile , A hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih" damgası vurulan bir rivayete , B hadisçisinin belirlediği kıstaslar açısından bakıldığında "Sahih değildir" damgası vurulabilmektedir.
Eğer "Elçiye itaat edin" emrine, "Hadislere itaat edin"şeklinde bir anlam yüklediğimizde , A hadisçisinin sahih olarak gördüğü rivayeti red eden B hadisçisi , A hadisçisine göre "Hadis inkarcısı" veya "Elçiye itaat edin" ayetini red etmiş durumuna düşmektedir.
Sonuç olarak ; "İlah" ve "Rab" liği kendisinden başkası için kimseye layık görmeyen Allah (c.c) , bu liyakati peygamberlerine de vermediğini beyan ederek , kul olmayı sadece kendisine layık görerek , kendisinden başkalarına kulluk yapanlara "Müşrik" demektedir. Kur'an içindeki bir çok ayet , Hıristiyan düşüncesinde geçerli olan İsa (a.s) ı Allah (c.c) dışında rab ve ilah olarak kabul etme düşüncesini "Küfr" olarak nitelemiş , ve böyle bir küfürden vazgeçilerek ortak söz olan Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak bilinmesi temeline dayanan bir sisteme göre yaşanmasını emretmektedir.
Hıristiyanların İsa (a.s) ı , elçi ve kul olmasının dışında bir görev yükleme ameliyesine paralel bir düşünce , biz Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından Muhammed (a.s) içinde geçerlidir. Muhammed (a.s) ın elçi kul olduğu söz ile ikrar edilmesine rağmen , fiiliyatta ona helal ve haram yetkisi tayin edilmesi düşüncesi onu rab ve ilah konumuna yükseltmek anlamına gelmektedir.
Kur'andaki elçiye itaat edilmesi ile ilgili ayetler , elçinin helal ve haram koyma yetkisine sahip olduğu düşüncesinin ışığı altında okunarak zorlama yorumlarla bu sonuca varılmaya çalışılmış , Araf s. 157. ayeti , İsrailoğullarına daha önce yapmış oldukları hatalar nedeni ile ceza olarak haram kılınan bazı yiyeceklerin artık helal kılındığını beyan etmiş olmasına rağmen , ön yargılı bir okuma sonucu , elçinin haram helal kılma yetkisi olduğunu beyan eden ayetler olduğu zannı hakim olmuştur.
Bizler eğer Hıristiyanların düştüğü duruma düşmek istemiyor isek yapacağımız şey , Muhammed (a.s) Kur'an harici bir misyon yükleme düşüncesinden vazgeçerek , onun elçi ve kul olduğunu sadece dil ile değil , itikadi anlamda da hatırlayarak itikadımızı Kur'an ışığında yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Esas olan Allah (c.c) nin dışında kimseye onun yetki alanına giren konularda yetki tanımamak olup , böyle bir yetkiyi Allah ve elçisine rağmen tanımak , bu yetkinin tanınmadığını iddia edenlere yakıştırılan "Küfr" damgası , elçiye böyle bir yetki tanıyan düşünce sahiplerine daha çok yakışacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)