28 Nisan 2016 Perşembe

Tarihselci Düşüncenin Oruç Örneğinde İbadetleri değiştirilebilir Kapsamına Alma Düşüncesine Eleştirel Bir Yaklaşım

Allah (c.c) insanlara yaşadıkları dünya hayatında nasıl ve hangi kurallara bağlı kalarak yaşamaları gerektiğini, elçileri ve kitapları vasıtası ile bildirmiştir. En son bildiri , Muhammed (a.s) aracılığı ile, yaklaşık 1500 sene önce gerçekleşerek sona ermiş , artık Allah (c.c) tarafından elçi ve kitap vasıtası ile herhangi bir bildirim gelmeyecektir. 

Kur'anın 1500 sene önce, belirli bir zaman ve mekanda yaşayan , ihtiyaçları ve sorunları şimdiki insanların ihtiyaçları ve sorunları ile farklılık arz eden bir topluma inmiş olması , bu kitabın ihtiva ettiği bazı hükümlerin şimdi hayata geçirilebilir olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. 

Batı kültürünün uzantısı olan "Tarihselcilik" düşüncesi baz alınarak , Kur'anın yorumlanması ve hayat içinde uygulama imkanı olup olmadığı konusu İslam dünyasında konuşulmaya başlanmış , bu konuşmalar Türkiye içinde de yapılmaktadır. 

"Tarihselcilik" düşüncesi etrafında geliştirilen söylem kısaca ; "Kur'anın ihtiva ettiği hüküm ayetlerinin belirli bir topluma has olduğu , dolayısı ile toplumlar, ihtiyaçları doğrultusunda yaşamları için gerekli olan hükümleri vaz etme yetkisine sahip olabilir , bundan dolayı Kur'anda mevcut bulunan bazı hüküm ayetleri uygulama alanına sokulmayarak , başka hükümler ihdas edilebilir" şeklinde, konuya çözüm getirmek amacına matuf bir söylem geliştirilmiştir.

Bu düşüncenin Türkiye'deki temsilcilerinden birisi olan sayın İlhami Güler hoca , "Sabit Din Dinamik Şeriat" adlı kitabında şunları söylemektedir;

Şeriat, ed-din’in müesses haline gelmesi, hukuk ve siyasete girmesi, toplum teorisi haline gelişidir. Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel ed-din açısından çözer. Fakat, şeriatlerin değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihal, ebedi ve evrensel çözümler değil; zamana ve mekana, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Miras’ı adil bir şekilde paylaşmak Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaşılacağı Şeriat’tir. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezaların terettüp ettiği Şeriat’tır. Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır. O halde, din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar. Din deniz ise şeriat akarsudur. Din kemik ise şeriat ettir. Şeriatsız din olmadığı gibi, Din’siz bir şeriat da olmaz. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir; bu belki Şeriat olabilir. Din Şeriat’ın içinde, arkasında, daha temelli bir şeydir. Ebu Hanife’nin dediği gibi,’’şeriatlar farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.1

Sayın hoca , Şeriatın indiği toplumun sorunlarını evrensel din açısından çözerek , zaman ve mekana uygun çözümler sunduğunu söylemektedir. Sayın hocanın bu görüşleri değerlendirilmeye tabi tutularak olumlu veya olumsuz olarak görülen tarafları konuşulabilir. 

Biz bu yazımızda sadece, sayın hocanın alıntıladığımız yazısının içinde olan "Allah'a tapınma (ubudiyet) Din'dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat'tır" sözü üzerinde durarak , tarihselciliğin düşünce mantığını anlamaya çalışacağız. 

Sayın hocanın 2015 senesi içinde Ramazan ayı ile ilgili yazmış olduğu makalesinde dile getirdiği bazı iddiaları , bu konuda söylemek istediklerini daha net ortaya koymaktadır. Hoca makalesinde şöyle söylemektedir ;

"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor ?

Sayın hocanın, Diyanet'in imsak vaktini belirleme konusundaki hatasına dikkat çekmesine ve makalesinde dikkat çektiği bazı hususlara katılmakla birlikte , orucun süre belirlemesi konusundaki "sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır" sözlerine katılmak mümkün değildir. 

Sayın hocanın oruç vaktini bu şekilde belirlemesi ile , Bakara s. 187. ayet içinde "fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için" şeklinde belirlenen vakit, birbiri ile uygunluk arz etmemektedir. Bakara s. 187. ayeti içinde belirlenen başlama vakti , sayın hocanın sağduyusuna göre belirlediği !! güneşin doğumundan daha önceki bir zamana karşılık gelmektedir.

 Şimdi sayın hocaya sorarız ; Sizi Kur'anın belirlediği vaktin dışında, böyle bir vakit tayin etmeye sevk eden sebep nedir ?.

Kitabınızdan alıntıladığımız yazı içinde iddia ettiğiniz gibi şeriatın, zamana , mekana , toplumsal yapıya , kavimlerin etnik , antropolojik , demografik , ekolojik , sosyolojik yapısına bağlı olması gerektiği için, orucun başlama vaktinin, bu faktörler göz önüne alınarak her topluma göre yeniden belirlenebileceğini mi düşünmektesiniz ?. 

Orucun başlama vaktinin 1500 sene önce, Kur'an tarafından belirlenmesine karşılık , bugün bu vaktin aynen uygulanmasına engel olarak nasıl sebepler öne sürebilirsiniz ?. 

Kur'an orucun başlama vaktini tayin ederken , o toplumun yapısına uygun bir belirleme vakti tayin etti de , sonraki gelenler bu başlama vaktini kendileri için uygun olmadığını mı düşünüyorlar ?. 

Yoksa bu hüküm tarihsel bir hükümdür de  bize uygun vaktinin böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz ?. 

Veya Kur'anın önerdiği başlama vakti, artık bizim bünyemizde ve çağdaş hayatımız ve iş hayatımızda olumsuzluklar yaratacağı için mi böyle bir vakit önermektesiniz ?. 

Sayın hoca makalesinde, orucu bozan şeyler ile alakalı olarak ta şu görüşleri serd etmektedir; 

“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin  “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir.

Sayın hoca , orucu bozan şeylerde esas olarak "İbadet mantığı" aranmasını şart koşarken bu mantığa göre " İlaç alarak neden oruca devam edilmesin?,Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse;su içerek neden oruca devam edilmesin?" demektedir.

Şimdi sayın hocaya sorarız ; Bakara s. 185. ayetinde " Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." buyurularak, hasta olana iyileşene kadar ruhsat verilmesine rağmen , sizin hasta olana oruç tutturmak istemenize sebep olan düşünce nedir ?.   

Böbreklerinde veya vücudunun başka bir yerinde rahatsızlık olana oruç tutmama ruhsatı veren Allah'a karşı, siz kendinizi ne hakla bu ruhsatı iptal ederek su içerek oruç tutabilmesine cevaz verebiliyorsunuz ?. 

Allah (c.c) nin koyduğu bu sınırların sizin tarafından aşılmasına gerekçe olarak ne gibi gerekçe sunabilirsiniz ?. 

Hocanın gerekçesi ; Allah "zarar" mı eder ?. 

Evet , Allah (c.c) hiç bir şekilde zarar etmez , ancak sizin bu mantığınıza göre gittiğimizde ortada hudut diye de bir şey kalmaz. Herkes "Allah nasılsa zarar etmez" diyerek, kendi kafasınca bir hudut koyduğunda, meydana gelebilecek olan kaosu acaba düşünebiliyor musunuz?.

Oruca güneş doğumu ile başlasak Allah zarar mı eder ?. "Etmez başla"
Böbreklerinde hastalık olan su içerek oruç tutsak Allah zarar mı eder?. "Etmez iç suyu tut orucu"
Namazları akşam toptan evde kılsak Allah zarar mı eder ?. "Etmez ne zaman uygun olursan o zaman kıl"
Haccı 12 aya yaysak Allah zarar mı eder ?. "Etmez yayıla yayıla hac ederiz ne güzel"
Mekke ye gitmeye gücü olmayanlara Kabeyi belirli yerlerde kursak Allah zarar mı eder ?. "Etmez her şehirde kur kabe maketi etrafında dön"
Kurban da tavuk kessek Allah zarar mı eder ?. "Etmez hem fakirler bile kurban kesmiş olur"
Namazda Kabeye yönelmesek Allah zarar mı eder ?. "Etmez zaten ayet var nereye dönersen dön orası Allah'ın diye"

"Allah nasılsa zarar etmez" mantığından yola çıktığımızda , devirdiğimiz çamların haddi hesabı olmayacak , ortada Din diye bir şey kalmayarak , herkesin kendi kafasınca "Benim dinim bu" dediği bir Din ortaya çıkacaktır. 

Halbuki Allah (c.c) kitap ve elçi göndererek , bizlere tabi olmamız gereken kuralları belirlemiş ve huduları çizerek , orayı AŞMAMAMIZI emretmiştir.

[004.014]  Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun hududunu aşarsa Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.

Tarihselcilik düşüncesi, mantığını "Hükümlerin vaz edilme maksadını kavramak" tan almaktadır. Bu maksat kavranıldığı zaman , insanlar da bu maksada uygun hükümler vaz edebilir. Bu mantığı ibadetler bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir tehlike baş göstermektedir ; 

Sayın İlhami Güler hoca, ibadete taalluk eden ve hakkında hüküm verilmiş olan kısımda fikir yürütmeye kalkarak , bu alana giren meseleleri de içtihada açık bir alana sokmaya gayret etmektedir. Genel bir hüküm olan "Mevrid-i nas ta içtihada mesağ yoktur" prensini yıkarak , hakkında nas olan taabbudi konular üzerinde bile değişime gidilmesinden yana olduğunu göstermiştir.

Taabbudiliğe  (ibadete) taalluk eden konularda , illetin akılla kavranılması veya kavranıldığı iddia edilmesi , iddia sahiplerini ipin ucunu kaçırma noktasına getirecektir. "Allah'ın bu ibadet ile kast ettiği şu dur" demek, bir bakıma Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelecektir. 

Olması gereken tavır , Allah (c.c) nin hüküm beyan ettiği konularda verilen o hükme teslim olmak , hüküm beyan etmediği konularda ise,  yeni hükümler üretmektir. Bu tavır, hakkında hüküm beyan edilmiş bir konu üzerine söz söylemeyi Allah'a bırakmış olması anlamına da gelecektir. Hakkında hüküm olan bir konunun üzerine , başka bir görüş beyan etmek ise, Allah (c.c) nin verdiği hükme razı olmamak anlamına gelecektir. 

Hakkında hüküm verilen bir konu üzerinde ise , "bu hükmün geçerliliği , o zaman ve mekan ile sınırlıdır" iddiası sadece bir iddia olup , doğruluğu üzerinde tartışılabilir. Tarihselci düşünceyi kesin bilgi olarak görerek , üzerinde hüküm bulunan bir konu üzerinde başka hükümler ihdas etmeye çalışmak ise , doğru bir yaklaşım değildir.

Eğer ibadetlerdeki temel mantığı "Allah inancını diri tutmak" olarak  belirlediğimizde , "bu inancın diri tutulması için illaki namaz şart değildir" denilebilir. Veya "namazı istediğimiz gibi belirleyip eda edebiliriz" de denilebilir. Çünkü asıl olan Allah'a yakınlık olup bu yakınlığı siz nasıl olması gerekirse kendiniz belirleyebilirsiniz denilebilir.

Oruç ibadetini, açların halinden anlamak gibi bir illete bağladığımızda , bu ibadetin Kur'an tarafından belirlenmiş olan kurallarını uygulamaya ihtiyaç bile kalmayacaktır. Maksat hasıl olduktan sonra zamanının ve süresinin ne önemi olabilir. 

Tarihselci düşüncenin , ibadetler üzerindeki yaklaşımı bizlere , bu düşünce yanlılarının Kur'ana bakış açılarını da göstermektedir. Kur'anın belirlediği sınırları ihlal ederek , kendileri tarafından yeni sınırlar belirlemiş olmaları , tarihselci düşüncenin Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmediğini göstermektedir. 

İbadete taalluk eden konuları "Dinin değişkenleri" yani şeriat kısmına soktuğumuzda din adına belirleyici olarak insanlar kendilerini görmeye başlayacaklardır. Sayın İlhami Güler hocanın oruç ibadeti ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerin , oruç konusunda yeni bir Kur'an yazma çalışmalarının bir ürünü olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Böyle bir kapı açıldıktan sonra, yeni bir Kur'an yazma ameliyeleri hız kazanarak , dine uyan insanlar değil ,dini kendisine uyduran insanlar ortaya çıkacaktır. 

Sayın hocanın tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirdiği bu söylemi "Evrenselcilik" adına eleştirmediğimiz bilinmelidir. Tarihselcilik ve Evrenselcilik düşüncesi, batının ortaya attığı bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin her ikisi de Kur'ana giydirilmek istenildiğinde ona uymayacaktır. Kur'anın 1500 sene öncesi inen bir kitap olması gerekçe gösterilerek , bu kitabın hayat içinden çıkarılması , kişilerin başka kitaplara tabi olmasını beraberinde getirecektir. 

Eğer Kur'anın günümüze uygulanabilirliği konusunda bir sıkıntı varsa , bu kitabı hepten ortadan kaldırmaya sebep olacak bazı düşünceleri savunmak yerine , Müslümanca bir paradigma üreterek , bu kitaba yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Devşirme düşüncelerin baz alınarak okunduğu bir kitap "Eskilerin masalları" olmaya mahkum edilmeye çalışılan bir kitap olacaktır. 

Düşüncemizin temelini "Müslüman" isminin anlamı olan "Teslim olmak" oluşturmalı , teslim olmaya değil almaya yönelik okumaların ve anlama çalışmalarının bizi kitabın belirleyiciliği düşüncesinden koparacağı unutulmamalıdır.


26 Nisan 2016 Salı

Kabe ve Putların İnsandaki Tapınma Psikolojisi Açısından Karşılaştırılması

İnsan yaratılış itibarı ile, kendisinden ulu ve yüce olarak bildiği ve kabul ettiği varlıklara karşı ta'zim de bulunma , onlara sığınarak kendisine gelecek olan tehlikelerden korunma ihtiyacı hisseden  bir varlıktır. Araf s. 172 ve 173. ayetleri bizlere, insanın yaratılış hamuruna böyle bir özelliğin yüklendiğini anlatmaktadır. 

[007.172] [ON] Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi, (onlar da) «Evet. Şahidiz» dediler. (Bu da) Kıyamet günü, «Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik,» demeyesiniz içindir.
[007.173]  Veya demeyesiniz ki, «Muhakkak babalarımız daha evvel şerik koşmuşlardı. Ve biz ise onlardan sonra bir zürriyet olduk. Bizi mubtıl olanların yaptıkları ile helâk mı edeceksin?»

İnsanın böyle bir fıtrat üzere yaratılmış olması , onun aciz ve başkasına muhtaç bir bir durumda olduğunu göstermektedir. İnsanın topraktan ve değersiz bir sudan yaratılmış olduğunu beyan eden ayetler , insanın acziyetini ona hatırlatarak yerini bilmesini , kendisine biçilen "Kul" gömleğini çıkararak, ilahlık veya rablik gömleğini giymeye kalkamamasını , veya sadece onu yaratana kul olması gerektiğini öğütlemektedir. 

Allah (c.c) kendisini bizlere, sığınılması ve ta'zim de bulunulması gereken yegane "İlah" ve "Rab" olarak tanıtarak , bu kelimelerin insan hayatı içindeki ifade ettiği anlamların sadece kendisine has olması gerektiğini , başkalarına hasredildiği takdirde , çok feci akıbetlere yol açacağını bildirmiştir.

Yine insanın yaratılışında , birlikte yaşamak ve aynı düşünce ve inanç içinde olanların bu düşünce ve inançlarını dışa vurmakta kullandığı bir takım aidiyet gösterilerinde bulunmak vardır. İnsanların belirli gün ve zamanlarda ihdas ettikleri bayramlar , festivaller , ayinler , kutlama günleri v.s gibi toplanma vesileleri , bu aidiyet duygusunun bir sonucudur.

İstisnası olmaksızın bütün insanlar , yaratılışlarından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun kendilerine yön vermesi neticesinde, kendisini bir topluluğa , düşünce ve inanca ait hissederek , onlar ile beraber olduğunu göstermek için , o topluluğun aidiyetlerini gösterdikleri ritüel ve objeleri benimseyerek , icra edilmesi gerekli olan amelleri, onlarla birlikte olduklarını göstermek için yerine getirirler.

Allah (c.c) , her şeyin yegane yaratıcısı olması nedeniyle , kendisinin "Tek İlah" ve "Tek Rab" olarak benimsenmesini , bu teklik inancının hayata yansımasını, insanların yaşadığı dünya hayatlarında pratikte gösterilmesini istemiştir. Ancak çeşitli saikler, insana yaratılış amacını unutturmuş , ve onun dışında ilah ve rabler edinerek onlara kullukta bulunmaya başlamışlardır. Kur'an , insanların düştüğü bu yanlışın adına "Şirk" diyerek , bu cürmün dünya ve ahirette insanlara nasıl zarar verdiğini bir çok yerinde beyan ederek, bundan sakınılmasını istemiştir.

İnsanların düşmüş oldukları yanlışı haber vermek için çağlar boyunca gelen elçi ve kitaplar aracılığı ile , Allah (c.c) dışındaki kulluk edinilenlerin , böyle bir şeye layık olmadıkları bildirilerek , doğru yola gelmeleri için gerekli olan mücadeleyi yaptıkları beyan edilmektedir. 

Elçilerin geldiği bu kavimlerin, "Müşrik" konumuna düşmelerine sebep olan en büyük unsur , Allah (c.c) yi bırakarak tapmış oldukları putlardı. Elçiler o kavimlere , bu putların onlara hiç bir fayda ve zarar veremeyeceklerini , onların ibadetlerini duymadıklarını , kendilerine bile faydası olmayan taştan oyulmuş şeylerin insanlara nasıl fayda verebilecekleri konusunda, kavimlerini sorgulamaya yönelterek yapmış olduklarının yanlışlığını onlara göstermeye çalışmışlardır. 

Bu kavimler , tapmış oldukları putların , kendilerine fayda ve zarar vermeye güçleri olmadıklarını , bu putların kendilerini duymadıklarını ve görmediklerini elbette biliyorlardı. 

Peki onları tahtadan ve taştan yapılmış olan cansız putlara yöneltmeye sevk eden amil ne idi? 

Bu soruya verilecek olan cevap , putçuluğun ve şirkin kadim bir hastalık olduğunu, ve aynı durumun bugün de devam ettiğini göstererek , İslamın tevhid eksenli olan çağrısının, evrensel bir boyuta sahip olduğunu da gösterecektir.

Allah (c.c) , ilk insandan itibaren bizlere , sadece kendisine kul olan bir yaşam sürmemiz için gerekli olan bilgileri, elçileri aracılığı ile ulaştırarak bu konuda yapmamız ve yapmamamız gerekenleri bildirmiştir. Allah (c.c) , yarattığı insanın fıtratından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun dışa vurumu için gerekli olan toplu gösterilerin yapılması için bir mekan belirleyerek , burasını insanlık için merkezi bir yer haline getirmiştir. 

[003.096]  Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe) dir.

Al-i İmran s. 96. ayeti , insanların fıtri özelliği olan aidiyet gösterilerinin, ve ortak bir noktada buluşmanın sembolik adresi olarak olması gereken doğru yeri bildirmektedir. Mekke şehrinde inşa edilen , ve adına "Beyt" (Ev) denilen bu yapı , sadece Allah (c.c) ye kul olma noktasında ortak bir inanç ve düşünce içinde bulunanların bu aidiyetlerini ve ortak noktalarını göstermek için toplandıkları ve yöneldikleri bir yapıdır. 

İnsanın fıtri özelliğinden gelen , Allah (c.c) yi rab olarak tanıması fıtri bir durum olup , fıtrat dışı olan durum, onun Allah (c.c) dışındakileri rab olarak tanımasıdır. Kabe adındaki yapının yeryüzünde yapılan ilk ev olması , tevhidin fıtri bir durum olduğunu bizlere göstermektedir. Arızi (sonradan oluşan) olan şirk inancının, insanları kendi yanlarından ürettikleri inançlar etrafında toplamak için meydana getirdikleri yapı ve objeler , Kabenin insanlar nezdindeki işlevinin dikkate  alınarak ve ona nazire olarak yapılmış obje ve binalardır. 

Yeryüzünün neresinde olursa olsun , dini inanç adına yapılmış ne kadar merkez varsa , bu merkezlerin tamamı, yeryüzünün ilk evi olan Kabenin tevhide dayanan işlevine karşı çıkmak amacı ile yapılarak, şirke dayalı işlev görmesi için ihdas edilmiştir.

Kabenin , insanların sadece Allah (c.c) ye kul olduklarını gösterdikleri sembolik bir yapı olarak yeryüzünde belirlenmesine karşılık , Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak benimseyenlerin de , Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak benimseMEdiklerini , ve bu noktada ortak bir merkezde buluştuklarını gösteren, kendi elleri ile yaptıkları, ve etrafında toplanarak aidiyetlerini gösterecekleri bazı objelere ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak için , insanların rağbet ettikleri merkezler ve objeler oluşturmuşlardır. 

Tarih boyunca insanlar, yaşadıkları beldelerin en görkemli binalarını "Tapınak" adı altında oluşturarak , insanların buralara rağbet etmelerini sağlamışlar hala da sağlamaktadırlar. Bu yapıların oluşturulmasına sebep olan en büyük etken ise , Kabe adındaki yapının tarih boyunca gördüğü işlevin dikkate alınması ve  insanlar tarafından rağbet görmesidir. Bu tapınaklarda bulunan çeşitli maddelerden yapılmış bir takım objeler , insanların fıtri olan ibadet ihtiyaçlarının karşılanması için onlara sunulmaktadır. 

Adına "Put" denilen, ve insan eli ile meydana getirilen bu objeler , Allah (c.c) ye kul olmaMAnın ilan edildiği , ve bu ilanın dışa vurumu olarak etrafında toplanıldığı , Allah (c.c) ye yapılması gereken belirli kulluk gösterilerinin (Kıyam-Rüku-Secde gibi) onun dışında kul olunanlara hasredildiğini göstermek için kullanılan sembolik öğeler haline getirilmiştir. 

Bu noktada Kabe ile putların , birbirleri ile ortak olan , ve olmayan hatta taban tabana zıt olan özellikleri olduğunu söyleyebiliriz şöyle ki ; 

Kabe ve putların birbiri ile ortaklık arz eden tarafı , insanların yaratılışlarından gelen, ve kendilerinden yüce olan bir varlığa kulluk etme , bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını göstermek için insanların etrafında toplandıkları ve yöneldikleri sembolik yapı ve objeler olmasıdır. 

Kabe ve putların birbiri ortaklık arz etmeyen tarafı ise , Kabenin gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kulluğun gösterildiği ve insanların bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını dışa vurdukları bir mekan olmasına karşılık , putlar ise Allah (c.c) nin dışındakileri ilah ve rab olarak bilen ve buna inananların bu inançlarını dışa vurdukları objelerdir. 

Kabeye yönelerek , hayatının her anında onu ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden ve bunu hayatında pratiğe döken kişinin adı "MÜ'MİN" olurken , putlara yönelerek onların sembolize ettiği değerleri kendisine ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden kimsenin adı ise "MÜŞRİK" olmaktadır. 

"Mü'min" ismini, hayatında pratiğe dökerek gereklerini yerine getiren kişiler, kıyamet gününde ebedi cennet ile mükafatlandırılırken , "Müşrik" ismini, hayatında pratiğe dökerek bunun gereğini yerine getirenler ise , ebedi cehennem ile mükafat göreceklerdir.

Buna göre "PUT" kelimesi , Allah (c.c) nin kendileri için yegane ilah ve rab olduğunu kabul etmeyenlerin oluşturduğu düşünce ve inancın , dışa vurumu için meydana getirilmiş ve insanların aidiyetlerini onlar  üzerinden gösterdikleri objelerin ortak ismi olurken, "MÜŞRİK" kelimesi ise, kulluğunu bu putlar üzerinden gösteren insanların ortak ismidir.

Şirk ve putçuluk psikolojisi , Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet putun Mekke fethi sırasında Muhammed (a.s) tarafından kırılması ile sona eren bir durum değil , aksine insanlığın kadim bir sorunu olup , bugünde devam etmektedir. Hele ki şirk ve putçuluğun, kendisini "Müslüman" olarak ifade edenler tarafından yerine getirilmeye , şirki ortadan kaldırmak temelli bir söylemi olan din mensuplarınca ayakta tutulmaya çalışılıyor olması , ayrıca trajikomik bir durumdur.

İnsanlar Allah (c.c) ye kul olmadıklarını ilan etmek, ve bu noktada ortak bir düşünce ve inanca sahip olduklarını göstermek için, taştan yapılmış olan heykellere, veya böyle bir kulluğun merkezi olarak ihdas edilmiş yapılara yönelerek bunu ilan etmektedirler. 


Ne örümcek ne yosun, Ne mucize ne füsun; Kabe Arap’ın olsun , Çankaya bize yeter..
Kemalettin Kamu nun bu dizeleri , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
                             
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun dayandığı ideoloji ve bu ideolojiyi insanlara empoze etmek için kullanılan bazı argümanlar , insanın tapma psikolojisini açığa çıkararak , bu tapmanın Allah (c.c) dışındakilere nasıl hasredilebileceğini göstermektedir. Allah (c.c) dışındakilere kul olmayı tercih edenler ise, Allah (c.c) ye kul olmadıklarını açıkça ifade etmekten çekinmeyerek şirk psikolojisinin gereğini yerine getirmektedirler. 

"Put" kelimesinin ifade ettiği anlamı tam olarak karşılayan ülkenin her tarafındaki Atatürk heykelleri, ve onlar üzerinden yerine getirilmeye çalışılan aidiyet gösterileri ,kadim bir hastalık olan putçuluk ve şirkin Türkiye deki versiyonu olarak karşımızdadır.

Bu heykellerin karşısında kıyama duranlar , bunların taştan yapılmış objeler olduğunu , kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Böyle yapmakla o kişinin "Kemalizm" adı ile ortaya koyduğu düşünce ve inanç sistemine bağlılıklarını bu şekilde gösterdiklerini ifade etmiş olmaları , putçuluğun ve şirkin ne anlama geldiğini çok net ifade etmektedir.

Sonuç olarak ; İnsanın fıtri bir özelliği olan kendisinden ulu olduğunu kabul ettiği bir varlığa kulluk etme özelliği iki yönde tezahür etmektedir. Kulluğun ilk yönü kendisini yaratan ve yegane ilah ve rab olan Allah (c.c) ye karşı yapılırken , ikinci yönü ise onun dışındakilere yapılmaktadır. 

İnsanın kulluğa meyyal olan yaratılışı ile paralel olarak, bu kulluğunu gösterdikleri ortak sembolik  objelere yönelmek gibi bir itiyatları vardır. Kabe , insanın Allah (c.c) ye karşı olan kulluk bilincini gösterdiği , ortak bir sembolik öğe olarak dünyada var olurken , Kabenin ifade ettiği anlam ve düşünceye alternatif olarak ortaya konan ve insanların aidiyet gösterisinde bulundukları objelerin ortak ismi "PUT tur.

Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ebedi cennet olarak , onun dışındakileri ilah ve rab olarak bilerek bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ise ebedi cehennem olarak belirlenmiştir.

Kur'an temel çağrı olarak , kulluğa meyyal bir fıtratta yaratılan insanın, bu kulluğunu kime ve nasıl göstermesi gerektiğini beyan eden bir kitap olarak kıyamete kadar bizlere yol gösterecektir. Allah (c.c) bizleri kendisini tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda yürüyen kullarından kılsın. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Nisan 2016 Cumartesi

Al-i İmran s. 181 ve Meryem s. 79. Ayetlerinde Geçen "Senektubu" Kelimesinin Çevirileri Üzerine Bir Mütalaa

Kur'an çevirilerinde yapılan en önemli hatalardan birisi , bir kelimenin yapılan çevirisinin Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında , aynı kelimenin geçtiği bir başka ayet veya konu bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gereken ayetler ile çelişkili bir durum arz ediyor görüntüsü vermesidir. 

Yazımızda, bu duruma örnek olarak gördüğümüz, Al-i imran s.181. ve Meryem s. 79. ayetlerinde geçen "Senektubu" kelimesinin, "Yazacağız" şeklinde yapılan çevirilerinin, konu bütünlüğüne dikkat edilmesi gereken diğer ayetler ile çelişkili bir duruma düşerek, müşkilat arz etmesini nasıl çözebiliriz ? sorusunun cevabını aramaya gayret edeceğiz. 

Konumuz olan iki ayetin yapılan çevirileri şöyledir;

[003.181]  And olsun ki, Allah: «Allah fakir; biz zenginiz» diyenlerin sözünü işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini elbette yazacağız (Senektubu) , «Yakıcı azabı tadın» diyeceğiz.

[019.079]  Hayır, söylediğini yazacağız (Senektubu) ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.

Al-i İmran s. 181. ayetinin bağlamı Allah Medine ki (c.c) ye iftira atan İsrailoğulları ile alakalı olup haksız yere peygamberlerini öldürenler , Medine Yahudileri değil , ondan önceki atalarıdır.  Meryem s. 79. ayetinin bağlamı ise 77. ayette "bana elbette mal ve çocuk verilecektir" diyen kimse ile alakalıdır. 

Dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu iki ayette geçen "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklinde çevrilmesini tereddütle karşılayacaktır. Bunun sebebi ise , kelimenin başındaki "Se" edatının gelecek zamanı ifade etmesi olup , kelimenin anlamı "Gelecekte yazacağız" olmaktadır. Böyle olunca da bu ayetin çevirisinin, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen , amellerin anında yazıldığını ifade eden diğer ayetlerle çelişki arz ettiğini görecektir. 

Dikkatli bir okuyucu bu ayeti okuyunca, "Neden şimdi değil de gelecekte yazılacak" sorusunu sormaya başlayacaktır. Bu müşkilatı, "Senektubu" kelimesini çelişki arz etmeyecek bir anlam vererek  çevirmek çözmek mümkündür. 

Önce , "Yazacağız" şeklinde çevirilerin okuyucunun kafasında istifham oluşturmasına sebep olabilecek  ayetleri görelim ; 

[050.016-18]  And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız.Zaten onun sağında ve solunda yerleşmiş iki kayıtçı vardır. Ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış gözcü olmasın, onun söylediğini ve yaptığını kaydetmiş olmasın.
[009.121] Onlar, -küçük olsun, büyük olsun- bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi aşmazlar ki, Allah kendilerini işlediklerinden daha güzeliyle mükafatlandırmak için onların hesaplarına yazmış olmasın!
[010.021] İnsanlara dokunan bir sıkıntıdan sonra kendilerine bir rahmet tattırdığımız zaman, âyetlerimiz hakkında derhal bir takım hilekârlıklara girişirler. De ki: «Allah'ın hilesi daha çabuktur. Haberiniz olsun ki elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıp duruyorlar».
[082.010-2] Oysa, yaptıklarınızı bilen değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler.
[021.094]  İnanmış olarak yararlı iş işleyenin ameli inkar edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.
[043.080]  Yoksa, kendilerinin gizli veya açık konuşmalarını duymayız mı sanırlar? Hayır; öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayet örneklerinde, insanlar yapılan amellerin anında yazıldığı anlaşılmaktadır. Bu ayetleri dikkate alarak , Al- i İmran s. 181, Meryem s.79. ayetlerini okuyanlar , o ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklinde çevrilmesi karşısında , "O ayetlerde hemen yazıyoruz diyor , bu ayetlerde gelecekte yazacağız diyor, bu ayetlerin arasındaki müşkilat nasıl çözülecektir?" şeklinde bir sorunun cevabını aramaya başlayacaktır.

Bu sorunun cevabını kendi adımıza vermeye çalışarak , öncelikle ilgili ayetlerin çevirilerinin nasıl olabileceği yönünde fikrimizi beyan edip , sonra bu fikrimizin temelini oturttuğumuz Kur'an ayetlerini vereceğiz.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın "Nektubu" kelimesinin geçtiği Yasin s. 12. ayetine vermiş olduğu anlamın dikkate değer bir çeviridir. Maalesef merhum Elmalılı , bu çeviriyi aynı kelimenin geçtiği konumuz olan ayetlere uygulamayarak kendisi de çelişkili bir anlama imza atmıştır. Halbuki Yasin s. 12. ayetine verdiği anlamı dikkate alarak aynı anlamı, bu kelimenin geçtiği konumuz olan ayetlere vermiş olsaydı, örnek bir çeviri yapmış olacak , böylelikle bir çok meal yapıcısının kendisini taklit ederek vermiş olduğu anlama engel olmuş olacaktı.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın Yasin s. 12. ayete verdiği meal şöyledir ;

[036.012] [E0] Hakıkat biz biziz, ölüleri diriltiriz ve takdim ettikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri kitaba geçiririz (Nektubu) ve zaten her şey'i açık bir kütükte bir «İmamı Mübîn» de ihsa etmişizdir.

Merhum , dikkat edilirse ayet içindeki "Nektubu" kelimesini "KİTABA GEÇİRİRİZ" şeklinde anlamlandırmıştır. Ancak konumuz olan ayetlerdeki "Senektubu" kelimesini " Yazacağız" şeklinde anlamlandırarak, hem kendisi çelişkili bir meale imza atmış hem de kendisinden kopya çeken bazı meal yapıcılarını çelişkili duruma düşürmüştür. 

"Senektubu" kelimesine öyle bir anlam verilmelidir ki , bu anlam konu bütünlüğü arz eden diğer ayetlerle çelişki arz etmesin , aksine bütünlük arz etsin.

İlgili ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin, "Ketebe" kelimesinden türediğini hatırlatarak , bu kelimenin "Kitap" yani yazılan bilgilerin muhafaza edildiği , unutulmadığı şeklindeki anlamını ve merhum Elmalılının verdiği anlamı dikkate alarak , konumuz olan ayetlerdeki "Senektubu" kelimesinin , "KİTAPLAŞTIRACAĞIZ" şeklinde anlamlandırılmasının mümkün olduğunu düşünmekteyiz.

[003.181]  And olsun ki, Allah: «Allah fakir; biz zenginiz» diyenlerin sözünü işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberleri öldürdüklerini elbette KİTAPLAŞTIRACAĞIZ (Senektubu) , «Yakıcı azabı tadın» diyeceğiz.

[019.079]  Hayır, söylediğini KİTAPLAŞTIRACAĞIZ (Senektubu) ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.

Yani insanların dünya hayatlarında , yaptıkları ve söyledikleri her şey , unutulmadan eksik bırakılmadan kayıt edilmiş bir halde kendilerine sunulacaktır. "Senektubu" kelimesinin bu durumu ifade ettiğini düşünmekteyiz.

Böyle bir anlamın , aşağıda meallerini vereceğimiz, herkesin dünyada yaptıklarının kitap haline getirildiği ve hesap gününde herkesin ellerine kitaplarının verileceğini beyan eden ayetleri dikkate aldığımızda, Kur'an bütünlüğü açısından daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz.

[017.013-14] [E0] Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar. Oku kitabını, muhasebeci bugün üzerinde nefsin yeter

İsra s 13 ve 14. ayetlerde , insanın dünya hayatında yaptığı amellerin , kıyamet gününde karşısına kitap halinde çıkarak ona okuması için verileceği beyan edilmektedir. Buna benzer beyanlar diğer Kur'an ayetlerinde görülmektedir. 

[017.071] Günün birinde her sınıf insanları imamları ile çağıracağız, o gün her kime kitabı sağ elile verilirse işte onlar kitablarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmiyecekler
[018.049]  Kitab konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün Vah bize, eyvah bize, bu kitab nasıl olmuş da küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış, derler. Çünkü bütün işlediklerini hazır bulurlar. Ve Rabbın, kimseye asla zulmetmez.
[039.069]  Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamberler ve şahidler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.
[045.028-29]  Her ümmeti diz üstü çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabına çağrılır. Onlara denir ki: «Bugün, size işlediğinizin karşılığı verilecektir.»«Bu kitabımız gerçekten sizin aleyhinize konuşur. Biz yaptıklarınızı şüphesiz bir bir kaydediyorduk.»
[078.029-30] Biz ise her şeyi sayıp bir kitaba geçirmişiz.Şöyle deriz: «Artık tadınız, bundan böyle size azabdan başka bir şey artırmayız.»
[069.019-20]  Kitabı sağ tarafından verilen: Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum, der.
[069.025-9]  Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: «Kitabım keşke bana verilmeseydi; keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi; gücüm de kalmadı» der.
[084.007-9] İmdi kimin kitabı sağ eline verilmiş olursa. Artık bir kolay hesap ile muhasebe edilmiş olur. Ve ehline sevinçli olarak dönmüş bulunur.
[084.010-3]  Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk sebebiyle) şımarmıştı.

Sonuç olarak ; Al-i İmran s. 181 ve Meryem s. 79. ayetlerindeki "Senektubu" kelimesinin "Yazacağız" şeklindeki çevirisi , diğer ayetlerde geçen amellerin anında yazıldığını beyan eden ayetler ile çelişki arz etmektedir. Çelişkinin Kur'anda olamayacağından hareketle , böyle bir çeviri yerine, Kur'an bütünlüğü ile uygunluk  arz eden bir çeviri tercihini yapmaya çalıştığımız çalışmamızda, Merhum Elmalılının Yasin s. 12. ayetinde geçen "Nektubu" kelimesine verdiği anlamı dikkate alarak bir çeviri çalışmaya çalıştık. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


                           

22 Nisan 2016 Cuma

İHATA Kavramı Üzerinden Musa ve İlim Verilen Kul Kıssasını Okuma Çalışması

"Musa ve ilim verilen kul kıssası" olarak bildiğimiz, Kehf suresi 60 ve 82. ayetleri arasında anlatılan kıssanın , Kur'anın en fazla spekülasyona uğrayan kıssası olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu kıssa okunurken yapılan yanlışları sıralayacak olursak , diğer kıssaların başına gelen bir durum olan , rivayetleri onaylatmak amaçlı okumak, önyargıları kabul ettirmeye yönelik okumak , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmemek gibi unsurları sıralayabiliriz. 

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki ; Bu kıssa ile ilgili olarak yapılan, kıssanın yaşanmışlığı dikkate alınarak yapılan okumalar , bizleri içinden çıkılmaz sorulara yöneltmekte , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise, kıssayı tamamen içinden çıkılmaz bir duruma düşürmektedir. 

Biz bu kıssayı okurken bu kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa olmadığını , bu kıssanın Adem kıssası gibi temsili bir kıssa olduğunu düşündüğümüzü baştan söylemek istiyoruz. Özellikle çocuğun öldürülmesi ile ilgili olarak yapılan bütün yorumlar, yaşanmışlık çerçevesinde yapıldığında , spekülatif yorumlara açık bir duruma gelerek , bazı kimselerin ellerinde başkalarına karşı kullanacağı bir silah haline gelmektedir. 

Kıssanın yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu iddia etmiş olmamız , bütün kıssaların temsili olduğunu iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir. Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızı takip edenler , kıssaların bize dair mesaj içeren yönlerini okumaya dönük bir yöntem izlediğimizi yakından bilmektedirler. Bu kıssanın yaşanmadığını iddia etmemiz , yaşandığı iddia edildiğinde çocuğun öldürülmesini izah etmenin mümkün olmadığı içindir. 

Kur'anın anlatım üslubu içinde bu tür anlatımlar mevcut olup , bu anlatımlar üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması , ilgili anlatımlar üzerinde oluşan bir takım müşkilatın çözülmesini sağlayacaktır.

Bu yazımızda, kıssayı anlamanın anahtar kavramının "İhata" kelimesi olduğunu , bu kavramın diğer ayetlerde geçişi üzerinden kıssa ile bağını kurarak verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.

"İhata"; "Bir mekanın etrafını çeviren duvar" anlamına gelen El haitu kelimesinden türemiştir. İhata kelimesi , cisimlerle ilgili olarak bir yerin etrafını çevirmek , kuşatmak anlamındadır. 

"El ihatatu bi şey'in ilmen" ; Bir şeyi ilmen kuşatmak , onun varlığını , cinsini , miktarını , keyfiyetini , niteliğini bilmek demektir.

Bu anlamı dikkate aldığımızda kelime, iki şeyi birbirinden ayırmak anlamına da gelmektedir şöyle ki ; Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmış insanın görüş alanı ve bilgi sınırı , duvarın dışındakileri görmesine engeldir. Bu da demektir ki , insanın görüş ve bilgisi etrafına örülmüş duvar ile sınırlı olup , duvarın dışında kalan bazı şeyleri algılayabilme imkanından mahrumdur.

Bildikleri ve gördükleri, etrafına çekilmiş bir duvar ile sınırlandırılmış olan insanın , duvarın dışında olanları görmesi anlaması ve bilmesi mümkün değildir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalan insan , ya duvarın dışındaki bilgilerin ardına düşmeyecek , veya duvarın dışında kalanlar konusunda bilgi sahibi olabilmek için, kendisine verilen kadar yetinecektir. Etrafına çekilmiş bir duvar içinde kalmak zorunda bırakılan insan , zaten duvarın ardında kalanlardan sorumlu olmayacak , dolayısı ile böyle bir bilgi ve arayış içine girmesine gerek kalmayacaktır. 

Musa ve salih kul kıssasını bu bakış açısı ile okuduğumuzda , kıssada anlaşılmakta zorlanan bazı taraflar kendiliğinden aydınlanacak ve bu kıssa üzerinden kendilerine pay çıkarmak isteyen bazı uyanık din baronlarının ekmekleri ellerinden alınmış olacaktır.

Kıssaya geçmeden önce ihata kelimesinin Kur'anda geçtiği bir kaç meal örneği okuyalım ; 

[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları ihata etmiştir» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.029]  De ki: «İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.» Şu da bir gerçektir ki Biz o zalimlere, duvarları kendilerini çepeçevre ihata etmiş olan müthiş bir ateş hazırladık. Eğer susuzluktan feryad edecek olurlarsa kendilerine erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O ne fena bir içecektir ve cehennem ne fena bir barınaktır!
[065.012] Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır, Allah'ın herşeye Kadir olduğunu ve Allah'ın ilminin herşeyi ihata ettiğini bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner durur.
[072.028]  Ta ki Rabblarının risaletlerini, gerçekten tebliğ etmiş olduklarını bilsin. Onların yaptıklarını ihata etmiş ve her şeyi bir sayı ile saymıştır.
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin ihata edemediğin şeyi ben ihata ettim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[010.039] Onlar, ihata edemedikleri ve henüz yorumu da kendilerine bildirilmemiş olan şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak.
[020.110]  O onların önlerindekini ve arkalarındakini bilir, onlar ise onu ılmen ihata edemezler.
[041.054]  Dikkat edin; onlar Rablerine kavuşmaktan şüphededirler; dikkat edin; Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır (MUHİTUN).
[004.126]  Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatır (MUHİTAN).

Musa ve ilim verilen kul kıssası iki bölümden oluşmaktadır , ilk bölümü Musa nın yardımcısı ile olan yolculuğu , ikinci bölümü ise ilim verilen kul ile olan yolculuğudur. Biz yazıyı uzatmamak için sadece ikinci bölüm üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

[018.065]  Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.
[018.066] Musa ona dedi ki: «Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?»
[018.067]  Doğrusu, dedi: sen benimle sabredemezsin

Musa karşılaştığı kişiye, ona öğretilen bilgiden kendisinin de öğrenmek istediğini söyleyince , o kişi Musa ya onunla birlikte olmaya sabredemeyeceğini söylemektedir . Onunla beraber sabredememesine sunduğu gerekçe 68. ayette şöyle ifade edilmektedir.

Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubren).  
[018.068]  «Haber bakımından ihata edemediğin şeye nasıl sabredeceksin?»

Bu ayet , kıssayı anlamanın anahtar ayetidir diyebiliriz. O kişinin ihata ettiği bilgi sınırı ile , Musa nın ihata ettiği bilgi sınırı farklı olup , Musa, o kişinin sahip olduğu bilgi sınırlarına girmek istemektedir. Dolayısı ile o kişi Musa ya buna sabredemeyeceğini söylemektedir.

Bu ayetin bir benzeri, aynı surenin Zülkarneyn kıssasının anlatıldığı 91. ayetinde de çıkmaktadır.

Kezâlik(kezâlike), ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubren). 
[018.091] İşte böylece onun yanında olan haber bakımından ihata etmiştik.

Bu iki ayete dikkat ettiğimizde ortak yönleri "İhata" ve "Haber" kelimelerinin kullanılmış olmasıdır. Bu iki ayette geçen kelimelerin birbiri ile alakasını kurabildiğimiz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir müşkilat ortadan kalkacaktır. 

Surenin 68. ayetinde, Musa nın bir haberi ihata edememesi , 91. ayette ise Zülkarneyn'in haberlerinin Allah (c.c) tarafından ihata edilmesini , kul ile Allah (c.c) arasındaki haber alma ve bilgi sahibi olma seviyesinin farklı olduğu açısından okuduğumuz zaman , kıssanın anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

Yazının başında söylemiş olduğumuz , kıssanın birebir yaşanmış bir kıssa değil temsili bir kıssa olduğunu tekrar hatırlatarak , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden, kendisine sınırlı bilgi verilerek , bazı haberleri ihata etme kavrayabilme bilgisinden yoksun, yani herhangi bir konu hakkında kendisine verilmiş olan bilgi sınırlı olan İNSAN , "İlim verilen kul" adı ile temsil edilen şahsiyet üzerinden ise , bilgisinin sınırı olmayan , bir bilginin insan gibi sadece bir yüzüne değil , bütün yüzlerine vakıf olan ALLAH (c.c) nin ilminin ve bilgisinin SINIRSIZLIĞI anlatılmaktadır. 

70. ayette "O halde, bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın" ifadesini Kur'anın diğer ayetleri ile bağını kurarak , ilim verilen kul temsili üzerinden kimin anlaşılabileceğini görebiliriz.

[021.023]  O, yaptıklarından sorulmaz, oysa onlar sorguya çekilirler.

Enbiya s. 23. ayetinde kendisini La yus'el olarak bildiren rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, Kehf s. 70. ayetinde kendisine soru sorulmaması gereken kişi, Allah (c.c) yi temsil etmektedir.

Kıssada anlatılan geminin delinmesi , çocuğun öldürülmesi , duvarın düzeltilmesi olaylarının ortak yönü Musa tarafından itiraz edilerek soru sorulması, fakat sorduğu soruya "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?" karşılığını almış olmasını , insan olarak bazı konularda sahip olduğumuz bilginin sınırlı olduğu , ve bu sınırın dışına taşarak Allah (c.c) nin sınırlarını ihlal etmeye kalkmamak gerektiği olarak anlayabiliriz.

Kıssanın ana mesajının , Allah (c.c) nin sahip olduğu bilgi ile , biz kulların sahip olduğu bilginin eşit olmadığı , bizim ihata edebileceğimiz bilgi ile , Allah (c.c) ihata ettiği bilginin aynı olmadığı , bizim baktığımız yerden olayın bir kısmı görünürken Allah (c.c) nin baktığı yerden olayın tamamının göründüğü , eğer bize böyle bir görüş gücü verilse bunu kaldıramayacağımız şeklinde olduğunu söyleyebiliriz . 

Kıssada anlatılan olaylar, insanın gaybe ait konularda sahip olduğu bilgi ile , Allah (c.c) nin bilgisinin farklı olduğunu da bizlere göstermektedir.

Kıssada anlatılan her üç olay , bizim bir haberin bütün yönlerini ihata edebilme yani kavrayabilme sınırımız ile ,Allah (c.c) nin haberi ihata etme sınırının farklı olduğunun bizler tarafından daha kolay anlaşılmasına yönelik verilen misallerdir. 

[018.079] «Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.»
[018.080-81] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.» Rabblarının o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli birini vermesini istedik.
[018.082] «Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı; babaları da iyi bir kimseydi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzleri budur.»

80 ve 81. ayetler de anlatılan çocuğu öldürme gerekçesi , bu kıssa içinde en fazla istismara uğratılan bir konudur. Bu kıssa üzerinden geçmişte "Hariciler" olarak adlandırılan fırka , bazı çocukları kendilerine büyüdüklerinde zarar verecekleri gerekçesi ile öldürme cevazını , Osmanlı sultanları ise , bebek şehzadelerin büyüdüklerinde taht kavgasına sebep olabilecekleri için onları boğdurma cevazını çıkarmışlardır. 

Çocuğun öldürülmesi konusunda bir insanın göstermesi gerçekçi tutum, Musa nın gösterdiği tepkidir. Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana kıyılması bir insan için olacak bir şey değildir. Böyle bir olayın gerçek hayatta asla yeri olamaz. Hiç bir insan gelecekte birilerine zarar verecek diye diğer bir insanın canına kıyamaz , bunun adı olsa olsa cinayet olur. 

Ancak başımıza gelen ve bizim tarafımızdan bakıldığında, bizim için isyana düşmemize sebep olabilecek bazı olayların, yarın bizim için hayır olduğu görülebilir. Çünkü bizler başımıza gelen bir olayın belirli bir tarafını görebiliriz .Yani etrafımıza örülmüş olan gayb duvarının arka tarafını görmek imkanından mahrumuz. 

İşte çocuğun öldürülmesi olayı bizlere,  duvarın arkasında sizin bilmediğiniz , bugün sizin için şer olarak gördüğünüz bir olayın , yarınlarda sizin için hayırlar doğurabileceğini düşünerek , olaylara tepki verin mesajını vermektedir.

Kıssa okumasında bize düşen taraf , "ilim verilen kul" olarak bahsedilen kişinin kim olduğu üzerinde spekülasyonlar yaparak Hızır masalları uydurmak değil , bu hadise üzerinden bize nasıl bir mesaj çıkabilir yönünde bir okuma yapmak olmalıdır. Kur'an kıssalarında şahısların kimliği üzerinde takılı kalmak , o şahıslar üzerinden verilmek istenen mesajın anlaşılmasında engel teşkil etmektedir. İlim verilen kul kıssasında ki şahsiyetin kimliği üzerinden yapılan spekülasyonlar , kıssayı mitolojik bir masal , uçtu kaçtı hikayelerini kendilerine din edinmiş tarikat ehlinin elinde bir silah haline getirmiştir. 

"Bu kıssa üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor olabilir?" sorusuna ,  bizim vereceğimiz cevaplar şunlar olabilir ; 

Geminin delinmesi üzerinden bizlere , karşımıza çıkabilecek olan büyük bir tehlikeden korunmak için , daha küçük zararları göze alabilmeliyiz mesajı çıkabilir. Çünkü bazı şeyleri elde tutabilmenin yolu , o şeylerin bir kısmından feragat etmeyi gerektirebilir.  

Geminin delinmesi olayını , günümüzde genelde ekonomi terminolojisinde kullanılan "Risk Yönetimi" deyimi üzerinden okumakta mümkündür. Risk yönetimi demek kısaca , "Hedefe giden yolda karşılaşma ihtimali olan sorunlara önceden önlem alarak , o sorunları en az zararla atlatmak için yapılan  planlama" demektir. 

Tabi ki böyle bir planlama yapmak ileriyi görebilmek, ve muhtemel tehlikeleri önceden kestirebilmek ile mümkündür. Böyle bir risk yönetimi ancak, ileri görüşlü ve feraset sahibi yöneticilerin iş başında olması ile gerçekleşebilir. 

İlim verilen kul temsilinde böyle bir yönetici portresi çizilmekte Musa kimliğinde ise  , gelebilecek riski kestiremeyen bir kimsenin verebileceği tepki anlatılmaktadır. Geminin delinmesi olayını, yönetici pozisyonunda olan kimsenin ileriyi göremeyenler tarafından gelebilecek olan, bu türden tepkileri dikkate almayarak, doğru bildiği yolda gitmesi gerektiğini öğütleyen bir anlatım olarak anlayabiliriz.

Çocuğun öldürülmesi olayını ise , bugün başımıza gelen ve bizi son derece sarsan ve üzen bir olayın daha ileri zamanlarda bizi , " İyi ki böyle olmuş"  diyebileceğimiz bir duruma getirebileceği mesajının verilmesi olarak okuyabiliriz.

[002.216] Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Ayetin bağlamı her ne kadar savaş ile alakalı olsa da , ayet içindeki " Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür" cümlesini , kıssa içindeki çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesaj ile ilişki kurarak okumak mümkündür.

Başımıza gelen ve bizim hoşlanmadığımız bir olay , o gün için bizlerin hoşuna gitmeyecek bir durumda olabilir ve bizi sabırsızlık ve isyana sevk edebilir. Ancak başımıza gelen bu olay , daha sonraki zaman içinde bizim lehimize bir durum oluşmasına sebep olabilir. Bu sebepten ötürü, başımıza gelen olayları "İmtihan" olgusu içinde değerlendirip , bu imtihana gereği gibi sabrederek , sabrımızın karşılığını dünya ve ahirette almak, bir Müslüman için yapılması gereken bir amel olmalıdır.

Gelelim duvarın düzeltilme olayına ; Dikkat edilirse düzelttikleri duvar , yemek istedikleri halde kendilerine yemek vermeyen bir belde içinde bulunmaktadır. Kendilerine yemek vermemiş olmalarına aldırmayarak o duvarı düzelten kul , bu yaptığı işten ücret bile talep etmemiştir. 

Bu bizim için ne anlama gelebilir ?.

"İyiliğe karşı iyilik her kişinin harcı , kötülüğe karşı iyilik ise  kişinin harcıdır"
                                                                                                                         
Hayatımızın bir anında yardıma ihtiyaç duyup ta , yardım etmeleri gerektiğini düşündüğümüz bazı kimselerin kapılarını çaldığımızda, o kapılar yüzümüze kapanabilir. Bize yapılan bu tür muameleye karşı , bize o kapıları kapatanlara değil kin duymak , onların yardıma ihtiyaçları olduğunda bize kapanan kapıları hatırlayarak , bizimde onlara kapı kapatmak değil , elimizden gelen yardımı onlara göstermek , onların bize yaptığını unutarak yardıma  koşmanın, erdem sahibi bir insanın yapması gereken şey olduğu mesajı okunabilir.


Sonuç olarak ; Üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kıssalardan birisi olan "Musa ve ilim verilen kul" kıssası okumaya çalıştığımız yazımızda şu sonuçlara varmaya çalıştık;

Kıssa öncelikle yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olup , "Musa" adı ile temsil edilen şahsiyetin , bildiğimiz Musa (a.s) olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Onun şahsında temsil edilen kişinin, bilgi sınırları etrafı duvarla sınırlandırılmış gaybe dair bilgileri kısıtlı olan biz insanları temsil ettiği , "İlim verilen kul" adı altında temsil edilen şahsiyetin ise "El Muhit" ismine sahip olan Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil ettiğini söyleyebiliriz. 

Kıssa içinde geçen olayları , uçtu kaçtı hikayelerini din edinmiş , kerametleri müritlerinden menkul din baronlarının ellerinde koz olarak olarak kullandıkları silah olmaktan çıkararak , bize dönük mesajlar olarak okumak mümkün olup , bilgimiz dahilinde bunu gerçekleştirmeye çalıştık. 

"Kıssa illaki böyle anlaşılmalıdır" şeklinde bir iddia sahibi olmamakla birlikte , istismara açık bir duruma düşürülerek , sadece şahısların kimliği üzerinden bir sonuca varılarak , o kimliği bazı şahıslara vermeye çalışmak şeklinde yapılan okumalar , Kur'ana karşı yapılmış büyük bir zulüm olacaktır. 

"İlim verilen kul" adındaki temsili şahsiyet , Allah (c.c) nin sınırsız bilgisini temsil  ettiği için , bu kimliği ve bu kimlik üzerinden yapılan bazı tasarrufların kullar tarafından da yapılabileceğini düşünmek,  kişileri şirk tehlikesine götürecektir. İslam düşüncesinde mitoloji haline gelmiş olan Hızır masalları , işte bu kulun kimliği üzerinden yapılmış olan istismar ve spekülasyonların bir sonucudur.

Hızırı her şeye yetişen ölümsüz bir şahsiyet olarak Allah (c.c) ye ortak koşan zihniyet sahipleri , bununla yetinmeyerek, kendi tarikat büyüklerini de bu alana sokarak büyük bir sektör oluşturmuş, bu yolla insanları kendilerine kul olmaya zorlamaktadırlar. Bizler kıssaları bazılarının bazılarını kul edinmesine vesile haline getirilen anlatımlar olarak değil , gerçek hayatta yeri olan bize dönük mesajlar olarak okumak zorundayız.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Nisan 2016 Perşembe

KABE ve İBRAHİM AİLESİ : Bizlere Sunulan Model ev Model Aile

Kur'an, bir insanın dünya hayatı içinde nasıl yaşaması veya yaşamaması gerektiğini , geçmiş yaşantılar içinden seçilmiş model karakterler sunarak , bizlerin bu modelleri örnek almasını veya almamasını amaçlayan anlatımlar ile bizlere hatırlatmaktadır. Aile , bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olması, ve bir toplumun düzelmesi veya bozulmasının ilk başlangıcının aileden başlıyor olması nedeniyle bu kurum, insan hayatı için büyük bir önem  arz etmektedir. Kur'an ailenin bu önemini dikkate alarak "Model Aile" ve "Model İnsan" örnekleri sunmakta, yaşantımız içinde bu aile ve insanları örnek almamızı bizlere önermektedir. 

Evlerde ve bu evlerden meydana gelen beldelerde yaşamak , insanın fıtri bir olgusu olup , insanların hayatını yönlendiren , yetiştirilme ve terbiye edilmeleri bu evlerdeki ebeveynlerin vasıtası ile gerçekleşir. Ebeveynler terbiye etmekle yükümlü oldukları çocuklarını , sahip oldukları inançları doğrultusunda yetiştirmeye çalışır ve ağırlıklı olarak , çocuklar ebeveynlerinden aldıkları inanç ve düşünceler ile hayatlarına yön verirler.

Bu bakımdan Kur'an, insan hayatındaki "Ev" ve "Aile" nin önemini dikkate alarak,  buradan yetişecek nesillerin topluma faydalı sağlıklı bireyler olması içini gerekli olan hatırlatmaları içinde barındırmaktadır.

"Beyt" (Ev) kelimesinin, aile gibi insan hayatı içinde önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu kelimenin Arap dilindeki sözlük anlamı "Gecenin tehlikesinden ve karanlığından sığınılan yer" anlamında olup , Allah (c.c) bu kelimeye özel bir anlam yükleyerek , Mekkede bulunan , İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) lar tarafından yapılan Kabe adındaki yapıya "Beytim" (Benim evim) diyerek, küfür ve şirk tehlikesinden sığınılacak model bir ev örneği bizlere sunmuştur. 

Bu anlamda artık Kabe, sadece namazlarda yöneldiğimiz bir kıble değil , herkesin yaşadığı evi tevhidi bir mekan olarak oluşturmakla yükümlü olduğu, daha geniş bir anlama sahip olan model bir ev olarak karşımızdadır.

[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev;  mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık nişâneler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.

Ayet içindeki "Oraya giren emniyette olur" ifadesi , üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir ifadedir. Beyt yani Kabe , insanın korunmaya olan fıtri ihtiyacını dikkate alan alan bir yaklaşım sonucu ,"İnsanların oraya girdiğinde emniyette olduğu bir yer" olarak anlamını bulmuştur. 

Peki Beyt'e (Kabe) giren nasıl bir tehlikeden emin olacaktır?.

[002.125] Beyti, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık. İbrahim'in makamını salat yeri edinin, dedik. Evimi ziyaret edenler, kendini ibadete verenler, rüku ve secde edenler için temiz tutun diye İbrahim ve İsmail'e ahd verdik.

Kabenin İbrahim (a.s) ile özdeşleştirilmiş olması, onun işlevinin okunması noktasında önemli bir ayrıntıdır. İbrahim suresi içinde anlatılan İbrahim ( a.s) ın duası bizlere bu konuda ışık tutabilir.

[014.035] Hani İbrahim şöyle demişti: «Bu beldeyi güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.»
[014.036] Ey Rabbim, o putlar çoğu insanı yoldan çıkardı. Bundan böyle kim bana uyarsa bendendir, kim bana karşı çıkarsa, hiç kuşkusuz sen bağışlayıcısın, merhametlisin.
[014.037]  Ey Rabbimiz, ben çocuklarımdan bir kısmım senin Beyti Haram'ının yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz, salatı ikame etsinler diye; bundan böyle insanlardan bir kısminin gönüllerim onlara doğru akit ve ortan bazı ürünlerden rızıklarıdır; umulur ki şükrederler.
[014.038] «Rabbimiz! Doğrusu Sen gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz.»
[014.039] «Kocamışken, bana İsmail ve İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları işitendir.»
[014.040]  «Rabbim! Beni ve çocuklarımı salatı ikame edenlerden eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.»
[014.041] «Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı ve inananları bağışla.»

Allah (c.c) nin beytine giren , küfür ve şirk tehlikesinden emin bir hale gelerek , dışarıdan gelecek olan saldırılara karşı korunaklı bir mekana sığınmıştır.

İbrahim (a.s) ın "Bu beldeyi güvenli kıl" şeklindeki duasının gerçekleşmesi için , önce belde içindeki evlerin emin ev , beldede yaşayan insanların emin insanlar olması gerekmektedir. 

İbrahim (a.s) bir beldenin emin olması için gereken adımı atarak model bir ev , model bir aile örneğini bizlere göstermektedir. 

[002.126]  Hani, İbrahim demişti ki: Rabbım burasını emniyetli bir şehir yap. Ve halkından Allah'a, ahiret gününe iman etmiş olanları mahsullerle rızıklandır Allah da: Kafir olanı kısa bir zaman için geçindiririm. Sonra onu cehennem azabına zorlarım. Bu ne kötü bir sonuçtur, buyurmuştu.
[002.127]  Ve o zaman ki, İbrahim Beyt'in temellerini yükseltiyordu. İsmail ile birlikte şöyle dua ettiler: «Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur. Çünkü daima işiten, daima bilen Sensin ancak Sen!
[002.128]  «Rabbimiz! İkimizi Sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sensin».

Allah (c.c) ye kulluğun , ve bu kulluk yolunda her türlü fedakarlığa katlanmanın sembol ismi olan İbrahim (a.s), çocuklarını son nefesine kadar bu şuur üzerinde yetiştirmeye gayret etmiş , torunu Yakup (a.s) aynı yolu kendi çocukları üzerinde devam ettirmiştir. 

[002.131]  Rabbi ona: «Teslim ol» buyurduğunda, «Alemlerin Rabbine teslim oldum» demişti.
[002.132]  İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da: «Oğullarım! Allah dini size seçti, siz de ancak O'na teslim olmuş olarak can verin» dedi.

Şirkten arınmış ve Tevhidi bir hayatın hakim olduğu evlerde ikamet eden bireyler , yaşadıkları toplumun en güvenilir bireyleridir. Kabe böyle bir evi temsil ederek , bu evin temsil ettiği Tevhidi yapının bütün evlerde hakim olması gerektiğini hatırlatır. Yani toplumun sıhhat ve selameti için bütün evlerin Kabe haline sokulması, yani şirkten arınmış ve Tevhidin hakim olduğu bir ortam haline getirilmesi elzemdir. 

Aile , toplumu meydana getiren en küçük yapı taşı olması nedeniyle aile içi eğitim insan ve toplum için önemli bir unsurdur. Aile içi eğitimi şirkten arınmış ve Tevhidi boyutta almış olan bireylerin oluşturdukları toplumlar, emin ve güvenilir toplumlar olarak hayatiyetlerini sürdürürler. İbrahim (a.s), örnek bir baba olarak böyle bir aile oluşturmanın örneklerini bizlere sunmaktadır. 

Evlerini ve ailelerini şirkten arındıramamış olan insanların oluşturduğu toplumlar ise zaman içinde yıkılmaya mahkumdur.

Kur'an kıssalarındaki anlatımlara bakıldığında, kavimlerin helak edildiğinden bahsetmektedir. Bahsi geçen kavimlerin yıkımlarına sebep olan ortak neden , o kavimler içinde yaşayan insanların oluşturduğu toplumların, şirk temelli sistemleri hayata geçirmeleri olduğu görülmektedir.

Şirki hayat düsturu edinmiş olan , Salih , Şuayb , Lut (a.s) lar gibi elçilerin kıssalarını okuduğumuzda , Tevhidi hayatlarından çıkararak, şirki hayatlarına yerleştiren kavimlerin, yaşadıkları topraklar üzerinde, bitki ve hayvan hayatına saygı duymayan , ekonomik ve sosyal hayatta ölçü ve tartıya riayet etmeyen , insan hayatına değer vermeyen , ahlaki değerleri hiçe sayarak hevalarına uygun bir yaşam peşinde koşanların, yaşadıkları dünyayı fesada boğdukları görülmektedir.


Bu insanların oluşturduğu toplumlar, dün nasıl yıkıma uğramış ise , bugünde, yarında , kıyamete kadar aynı fiili işleyen topluluklar yıkıma uğramaya mahkumdurlar. 

Kur'an olumsuz örnek olarak gösterdiği , şirki hayat düsturu yapmış kavimlerin örnekliğine alternatif olarak , Tevhidi hayat düsturu yapmış olanları örnek olarak göstererek, onları bizlere "Rol Model" olarak sunmaktadır.

Tevhidi yaşamı hayat tarzı yapanların örnekliği evrensellik arz eden bir durum olup , bu tür bir yaşamı sürdürenler dün nasıl dünya ve ahiret saadetini garantilemiş ise , bugün , yarın kıyamete kadar aynı saadeti garantilemiş olacaklardır. 

Bugün insanlık olarak dünyanın neresinde fesat , zulüm , bozgunculuk , kan ve gözyaşı varsa müsebbipleri ,  Allah (c.c) ye karşı hesap vereceklerine inanmayan ve sadece dünya merkezli bir yaşam inancı içinde olan müşriklerdir. 

Bugün dünyanın fesat içinde olmasına sebep olan bu insanlar eğer ,dünyada yaşam hakkının kendileri kadar bütün insan ve diğer canlı hayatlarının da hakkı olduğuna inanan bir düşünce içinde olmuş olsalardı , bir karıncayı dahi incitmeye çekinen bir hayat tarzı dünya yüzünde hakim olarak kan , zulüm , gözyaşı gibi insan hayatını zindana çeviren kelimeler , lügatlardan çıkardı.

Kur'an insanlara , temeli Allah (c.c) ye kulluk olan bir yaşam sistemi önererek , onun dışında olanlara kulluk edilmemesini , onun dışında olanların ilahlık ve rabliğe kalkışmamalarını , geçmişte böyle bir şeye kalkışanların feci sonunu yaşanmış örnekleri ile göstererek , gelecektekilere ayaklarını denk almalarını öğütlemektedir.

Bugün Kabenin Kur'ani anlamda olması gereken işlevi , bir çok Müslüman tarafından unutularak, Tevhidin sembolü olan o yapı, sadece taşının kutsandığı bir şirk sembolü haline getirilmiştir. Bu yapının gerçek işlevinin unutulmuş olması, o yapı etrafında oluşturulmuş olan Kur'ani bazdaki düşünceleri terk etmek anlamına gelmemeli , aksine bu anlamın yeniden hayat bulması için gerekli olan ameller harekete geçirilmelidir.

[029.041]  Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği,kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.

Ankebut s. 41. ayetinde , Allah (c.c) dışında veli edinmenin , evin insan hayatındaki önemi dikkate alınarak , çürük bir eve benzetildiğini görmekteyiz. Bunun tersi olarak , Allah (c.c) yi veli edinenlerin evlerinin sağlam bir temel üzerine kurulduğu , her türlü şirk tehlikesine korunaklı bir yapı içinde ikamet etmiş olduklarını da anlayabiliriz.

Aile kavramı insanın fıtratı ile yakından alakalı bir kavram olduğunu tekrar hatırlatarak , bu kavramı insan hayatından çıkarmak adına yapılan şeytani faaliyetleri görmek gerektiğini söylemek istiyoruz. Şeytani güçlerin kontrolü altındaki bir çeşit çağdaş sihirbazlık ürünü olan yayın organlarında , bu kavramın insan hayatından çıkarılması için yarışmalar , dizi filmler gibi göz boyama yolları ile insanların şuur altlarında, böyle bir kavramın insan hayatında artık gereksiz olduğu işlenerek hayvani bir yaşamı insanlara empoze etmek isteyenlerin yaptıkları programlar , maalesef reytinglerde üst sıralarda yer almaktadır.

Sonuç olarak ; Ev ve Aile kavramları insan hayatının en önemli kavramları olup , toplum hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Kur'an bu önemi dikkate alarak "Model Aile" , "Model Ev" örnekleri sunarak , bizlerin bu modelleri hayata örnek almamızı istemektedir. Geçmişte yaşanmış insan hayatlarında verilen örnekler bu kişilerin yaşamları üzerinden iyi ve kötü örneklikler olarak sunularak , iyilerin örnek alınması ve yaşanan hayatlara pratize edilmesi istenilmektedir. 


Model eve örnek Kabe , model aileye örnek bu binayı yapan İbrahim (a.s), Kur'anın bizlere örnek olarak gösterdiği yapı ve aile modelleridir. Bizler evlerimizi Kabe gibi Tevhidin sembolü , ailelerimizi İbrahim ailesi gibi şirke karşı duruşun önderleri olarak yetiştirmeye gayret ettiğimiz müddetçe , yaratılış amacımıza uygun bir hayat sürerek , dünya ve ahiretimizi garanti altına almış olacağız. 
                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Nisan 2016 Çarşamba

Farklı Kıbleleri Terk Edip Tek Kıbleye Yönelmek

"Kıble" kavramı, Kur'anın en önemli kavramlarından birisi olmasına rağmen , bir çok Müslümanın hayatında, sadece namaz ve hac ibadeti ile ilişkisi kurulan , fakat bu kurulan ilişki dahi, olması gereken anlamın dışında bırakılarak , hayata yansıtılmayan kuru bir kavram haline getirilmiştir. 

Bu kavram terim olarak , "Kişinin yüzünü döndüğü , düşüncesinin ve inancının kaynağını aldığı yer" anlamında olup , bu anlamın Müslüman hayatında şu anda nasıl yansıma bulduğu ve Kur'ani anlamda Müslüman hayatına nasıl yansıması gerektiği , bu yazının konusu olacaktır. 

Bugün dünya genelindeki tüm Müslümanlar, namazlarını Kabeye yönelerek kılmaktadır. Kabeye olan bu yönelim , bütün Müslümanların inanç ve düşüncelerinin kaynağını Allah (c.c) den yani onun kitabından aldığını gösteren sembolik bir yönelimdir. Ancak bir çok Müslüman, bu yönelimin ifade ettiği anlamın dışına çıkarak , düşünce ve inançlarını Allah (c.c) nin dışındakilerden almaktadırlar.

Bu durum, farklı kıblelere yönelmek anlamına gelerek , Kabeye olan yönelimden hasıl olması gereken maksadın hasıl olmaması anlamına gelmektedir. Müslümanların çeşitli fırkalar haline gelerek , düşüncelerini farklı yerlerden almaları , Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği baltalayan en başta gelen etkendir Allah (c.c) , kitabının bir çok yerinde bizlere bölünmememizi , birbirimize düşman hale gelmememizi emrederek , saf halinde durmamızı istemektedir.

Kabe adı ile anılan yapı , Müslümanların inanç ve düşünce beraberliğinin bir sembolü olarak binlerce yıldır hac için ziyaret edilen , ve namazlarda ona yönelinen bir yapı olmasına rağmen , bugün gerçek işlevinin yeniden canlanmasına her zamankinden daha büyük ihtiyaç vardır. 

Her toplum düşünce ve inançta birlik olduğunu gösteren sembolik öğelere sahiptir. Sıradan bir bez parçasının "Bayrak" haline gelmesi ile o bayrak topluluklar için uğrunda ölünecek bir obje haline gelmiştir. Mesele o bez parçasının uğrunda ölmek değil , o bez parçasının ifade ettiği anlam uğrunda ölmektir. 

İşte Kabe, Müslümanlar için böyle bir işleve sahiptir. Mekke şehrinde inşa edilen taş yapı , bütün Müslümanların oraya yönelmesi ile dost düşman herkese , "Biz hepimiz aynı fikir ve inanç etrafında tek yumruk halinde birlikteyiz" mesajını veren sembolik bir yapıdır. 

Bu yapının işlevi ,sadece ritüel olarak yapılan namaz , hac gibi ibadetler bazında kalmayarak , en geniş anlamı olan "Tek seslilik" anlamının işleve geçirilmesi ile meydana gelecek uyanış, İslam düşmanlarının korkulu rüyasıdır. Bugün Müslümanların yeniden uyanması , yöneldikleri kıble olan Kabenin gerçek işlevini yeniden okumaları ve bu işlevi hayata yansıtma noktasında ameller gerçekleştirmesi ile mümkün olacaktır.

[002.148] Herkesin (her toplumun) yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.

Ayete baktığımızda, her toplumun kendisine bir hedef belirlediği , bizlere de hedef olarak "Hayırlarda yarışmak" şeklinde bir hedef gösterildiğini okumaktayız. Dünya hayatı içinde yaşayan birey ve toplumların ulaşmak istedikleri bir amacı mutlaka vardır. 

"Müslüman" adını tercih eden toplumların ulaşması gereken amacı onlara ,  Allah (c.c) belirlemiştir. 

[008.039]  Fitne kalmayıp din de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse; muhakkak ki Allah, yaptıklarını görendir.

"Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din sadece Allah (c.c) nin oluncaya kadar" şeklinde belirlenen hedef, bütün Müslümanların ortak hedefi olmalıdır. Hedef belirleme noktasında ortak bir konsensüs sağlayanlar , bu hedefe varmak için yapmaları gerekeni yine onlara bu hedefi gösteren kitaplarından öğreneceklerdir. 

[002.149] Her nereden yola çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram semtine çevir, şüphesiz bu Rabbinden bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Yüzü Mescidi Haram yönüne çevirmek demek , inancın ve düşüncenin kaynağının alınacağı yeri göstermektedir. Mescidi Haram ismi, vahiyle özdeşleşmiş bir isim olduğu için böyle bir ifadenin kullanılmış olduğunu hatırlatmak isteriz. İman iddiasında bulunanların, hayatlarının her safhasında, vahiyden beslenmeleri ve yollarının vahyin çizgisinde belirlemeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. 

"Kabe" yeryüzünde kurulan örnek bir ev olarak, herkesin yaşamı içinde oluşturmakla yükümlü olduğu model bir ev dir. Bu model evin en önemli özelliği, vahyin belirlediği hayat tarzının, insanların oluşturduğu toplumun en küçük temel taşı olan aileden başlaması gerektiğine ve aile içinde başlayan bir yaşamın toplum bazında dair olan bir hatırlatmadır. İbrahim (a.s) oğlu İsmail ile bu model evi oluşturarak , örnek bir aile nasıl olmalıdır sorusunun cevabını yaşam içinde göstererek vermişlerdir.
Belirlenen hedefe varmak için farklı yollar denemek , bu hedefe varmayı güçleştiren hatta imkansız hale getiren bir durumdur. Eğer bize bir hedef belirlenmiş ise, bu hedefe varan yol yine bize o hedefi gösteren tarafından belirlenmiştir. 

İsrailoğullarına firavun zulmünden kurtulmaları şeklinde belirlenen hedefe giden yol, yine o hedefi gösteren tarafından bildirilmiştir. Yunus s. 87. ayetinde , hedefe varmak için önerilen yollardan birisi "Evlerin kıble haline getirilmesi" dir. 

"Evleri kıble yapmak" demek , her evin aynı hedef üzerinde birleşmesi anlamına gelmektedir. Tek bir hedefe , tek bir yol ile varmaya çalışan Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğulları, ancak bu yolla firavun zulmünden kurtulmuşlardır.

Bugün bir çok fırkaya bölünmüş olan biz Müslümanların, bize yüklenen görevi yerine getirebilmemiz için , öncelikle nasıl bir görev yüklenmiş olduğumuzun  farkına varmamız gerekmektedir. Bugün bir çok Müslüman, daha yaratılış amacının ne olduğunun ve kendisine yüklenen görevin bile farkında olmayan hayat tarzı ile günlerini geçirerek , yöneldiği vahiy harici kıblesinden memnun bir halde yaşamaktadır.

Yapılması gereken ilk iş , bütün Müslümanların ortak bir kıbleye yani bir hedefe yönelmeleri gerektiği yönünde bilinç oluşturulması olmalıdır. Ortak bir amacı olmayanların dünyaya verecekleri hiç bir mesaj olamaz , ancak dünya üzerinde başkalarının verdiği mesajları okumak ve onları yaymak gibi bir sevda peşinde günlerini geçirebilirler. 

Müslümanlar olarak "Belirlenen" olmaktan çıkarak , "Belirleyici" olmak konumuna geçtiğimizde, dünyadaki dengeler de bizim lehimize değişmeye başlayacaktır. Müslümanların lehine değişmeye başlayan dengeler ise , en fazla düşmanlarımızı rahatsız edecektir.
Ortak bir amaç etrafında birleşmek isteyenler , bu ortaklıkları bozabilecek unsurları fark ederek , kendilerini birbirlerine bağlayan en üst değeri dikkate alarak bu üst değer üzerinden bir ortaklık oluşturmak zorundadırlar. 

Müslüman olarak hepimizin en üst ortak değeri Kur'an olup , bu değer etrafında bütün Müslümanlar toplanarak , farklılıklarını unutmalı , sahip oldukları görevi yerine getirmek için var güçleri ile gayret etmelidirler. Bunun altında olan farklı kitap , mezhep , meşrep , tarikat gibi oluşumlar, en üst değer olan Kur'anın belirleyiciliğinde yeniden gözden geçirilerek , eğer Kur'an etrafında birleşebilmeye engel teşkil ediyorsa hiç gözümüzü kırpmadan , mezhebimizi , meşrebimizi , tarikatımızı terk edebilmeliyiz. 


Farklı kıbleler etrafında oluşturulmuş küçük topluluklar olmak yerine , tek kıble etrafında birleşmiş olan büyük bir topluluk olmak, bugün içinde bulunduğumuz bütün olumsuzlukları yok ederek , Müslümanları nesne olmaktan çıkarıp , özne olmak durumuna getirecek zalimlerin korkulu rüyası , mazlumların umudu olacaktır. 

Bu günlerde, kendisinin "Kur'an Merkezli İslam" söylemine sahip olduğunu iddia edenler içinde bir kısım kimselerden "Namazda Kabeye yönelmek şartı yoktur" şeklinde sözleri işitmekteyiz. Bu sözlerin "Kıble" kavramının Müslüman lügatında ifade etmesi gereken anlamı dikkate alarak tahlili yapıldığında , akıl almaz bir şeytanlık ve fitnenin eseri bir iddia olduğunu görmemek ve anlamamak mümkün değildir şöyle ki ;

Kıble , birlik ve beraberliği oluşturan önemli bir kavram olup Müslüman lügatında önemli bir yere sahiptir. Bizlerin birlik ve beraberlik içinde olmamız ne kadar önemli ise ,hizip ve düşmanlık içinde olmamız düşmanlarımız için de o kadar önemlidir. Düşmanlarımız hizip ve düşmanlık için olarak birbirimizi kırmamızı gerçekleştirmek için her türlü yola baş vurmaktan çekinmemektedir. Birlik ve beraberliği bozmak için uyguladıkları yollardan birisi ise , içimize sokulan truva atları ile "Kur'ani düşünce" adı altında , Kabenin fonksiyonunu ortadan kaldırmaya yönelik şeytani düşünceleri empoze etmeye çalışmaktır. 

Müslümanları tek bir kıble etrafında toplanmasına karşı çıkan ve onları hiziplere bölünmesine sebep olan her türlü , fikir , eylem ve söylemler, kesinlikle şeytanın eseri olan sözler ve düşüncelerdir. Bu konuda özellikle kuzu postuna bürünmüş kurtlara çok dikkat etmek gerektiğini hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak ; "Kıble", ortak bir değere sahip olmayı ifade eden önemli bir Kur'an kavramı olmasına rağmen , biz Müslümanlar tarafından gereği gibi anlaşılmamaktadır. Bu kavram Kur'ani anlamda anlaşıldığı takdirde , dünya üzerinde dengeler Müslümanlar lehine değişerek , kafirlerin fesadının önlemesine yönelik büyük bir adım atılmış olacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi için ise farklı kıblelere yönelmiş olan Müslümanların tek kıble etrafında düşünce ve eylem planı oluşturması gerekmektedir. Farklı kıbleler olarak telaffuz ettiğimiz fırka ve hizipler haline bölünmüşlüğümüz , bizlerin zelil hale gelmemize zemin hazırlayan en büyük etkendir.

Kabenin kıble olmasının ne anlama gelmesi gerektiği etrafında fikir ve düşünceler geliştirilerek , tek kıble , tek hedef sloganının içselleştirilmesi , tabandan başlayarak tavana doğru doğru yükselen bir dalga olarak bütün Müslümanlar tarafından hayata aktarılması , bizlerin yeniden dünya üzerinde ses getiren bir topluluk olmamıza yol açacaktır.

                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


19 Nisan 2016 Salı

Kehf ve Rakım Ashabı Kıssasından Şirk'e Karşı Duruş Örnekliği

Kur'an kıssaları geçmiş hayatlardan kesitler sunarak , bu hayatlardaki iyi ve kötü örnekler üzerinden bizlere mesajlar içeren bilgiler ihtiva etmektedir. Kehf ve Rakım ashabı kıssası , bu örneklerin sunulduğu bir kıssa olarak karşımızda durmaktadır. Yaşamın gayesi olan tek ilaha kulluk esasına dayanan bir hayat sürmek hem kişisel , hem de toplumsal bazda bizden istenilmesine karşılık , bu yolda engeller çıkarak, şirk temeline dayalı düşünce ve sistemler insanları esir almak istemektedirler.

Kur'anda "Kehf ve Rakım ashabı" adı ile anılan topluluk, tek ilaha kulluk esasına dayanan bir hayat tercih etmelerine rağmen, yaşadıkları toplum bu esası ret ederek, başka ilahlara kulluk esasına dayanan sistemleri tercih etmişlerdir. İşte bu noktada ayrışım meydana gelerek, şirke dayalı düşünce ve sistemi ret eden gençler o toplumdan kendilerini tecrit etmeyi tercih etmişlerdir.

[018.014] Kalplerini pekiştirmiştik. Hani, ayağa kalkıp şöyle demişlerdi; «Bizim Rabb'imiz, göklerin ve yerin Rabb'idir; O'ndan başkasına yalvarmayız, yoksa saçmalamış oluruz.»
[018.015]  «Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zalim kimdir?
[018.016]  Madem ki, onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından uzaklaşmayı tercih ettiniz, o halde mağaraya çekilin ki, sizin için Rabbiniz rahmetini yaysın ve size işinizden bir kolaylık hazırlasın.»

Yukarıdaki 3 ayet , Kehf ve Rakım ashabının yaşadıkları toplumun inanç yapısını ifade etmektedir. Kavimleri ,  Allah (c.c) nin hüküm koyma alanına başkalarını dahil ederek , onun dışında rab ve ilahlar edinmişler , ve böylelikle "Müşrik" konumuna düşmüşlerdir. Böyle bir konuma düşen kavimleri ile birlikte yaşamak istemeyen gençler , o toplumu terk ederek onlardan kopmayı tercih etmişlerdir.

"Kehf ve Rakım ashabı" adı ile anılan gençlerin yapmış olduğu bu ayrılma , iman edenlerin müşrik kavme karşı nasıl bir duruş sergilenmesi noktasında, örnek bir duruş olarak karşımızdadır. 

Dikkat edilirse bu gençler, yaşadıkları toplumun yerleşik düzenlerini değiştirebilecek bir güce sahip olmadıkları için böyle bir yolu seçmişlerdir. Şirk içinde yaşayan bir toplum içinde eriyip gitmektense o toplumdan hicret edebilmek, tabiri caizse her babayiğidin harcı değildir.

Bu gençlerin , hicret etmek zorunda kaldıkları toplumda mutlaka, bir çok insanın terk etmekte zorlanacakları makam , mevki , mal ve akrabaları bulunmaktadır. Şirk içindeki bir toplumda yaşamaktansa, o toplumu ve her şeylerini terk etmeyi seçmek, kişinin kulluk yolunda yapabileceği büyük bir fedakarlıklardan birisidir. 

Onların bu fedakarlığı, başta Muhammed (a.s) olmak üzere , diğer Mekkeli Müslümanlara örnek olmuş, ve onlar müşrik toplum içinde yaşamak yerine, her şeylerini terk ederek Medineye hicret etmişlerdir. 

Bu kıssanın nasıl okunması gerektiği yönündeki örnekliği, Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlarda görmekteyiz. Kendisine inen bu kıssayı ashabına masal tadında okuMAyan Muhammed (a.s) , bu kıssadan alınabilecek olan hisseyi öne çıkaran bir okuma gerçekleştirerek , bu okumayı yaşamına pratize etmiş ve her şeyini terk ederek Mekkeden hicret etmiştir. 

Bu kıssadan bize düşen hisse ne olabilir ?. 

Bizler eğer , Kehf ve Rakım ashabının yaşamış olduğu toplumun şirke dayalı inanç değerlerinin bir benzerinin yaşandığı bir toplum içinde yaşıyor ,ve bu toplumun şirke dayalı inanç değerlerini değiştirebilecek bir güce sahip değilsek , o topluma entegre olmak yerine, kendimizi o toplumun inanç değerlerinden arınmış bir hale getirmek zorundayız.

İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların tutumlarının bizlere anlatıldığı, Mümtehine s. 4 ayeti bu noktada hatırlanması gereken önemli bir ayettir.

[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

Kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyerek , bu sözünün gereği olan şeyleri hayat içinde pratikte yerine getirmeyen bir kişi , zaman içinde bu sözünü sadece lafza indirgeyerek , hayat içinde pratik olarak başka ilah ve rablere tabi olan toplumun değerlerine sahip çıkmaya başlayacaktır. 

Her inanç sistemi, beraberinde bireysel ve toplumsal yaşama dair bir takım kuralları vaz eden değerlere sahip olup , bu değerlerini toplumsal alanda yaşar ve yaşatırlar. Toplumun genel geçer yaşam düzenlerini ret ederek farklı yaşam sistemi tercih edenler , o toplum tarafından kabul görmezler. Bu durum bütün inanç sistemleri için aynıdır.

[018.020]  «Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.»

Kehf s. 20. ayeti ,uzun uykularından uyanan gençlerin bu kaygılarını dile getirmektedir. Kur'anın başka ayetlerinde , kendi yaşam sistemlerini kabul etmeyenlere karşı takınılan tutumların örneklerini görmekteyiz. 

[014.013-4] Kâfirler resullerine dediler ki: «Ya sizi yurdumuzdan kovarız, yahut bizim dinimize dönersiniz.» Rab’leri de onlara şöyle vahyetti: «Elbette Biz o zalimleri imha edeceğiz ve onlardan sonra o ülkeye sizi yerleştireceğiz. İşte bu, huzuruma çıkmaktan ve uyardığım azaptan çekinenler içindir.»
[007.088] Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: «Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz» (Şuayb): İstemesek de mi? dedi.

Müşrik kavimlerinden bu tür tehditlere maruz kalan iman edenlerin , müşrik kavimleri ile kesin bir ayrışma  içine girerek , onların dinlerini ret eden bir yaşam tercihinde bulunduklarına dikkat çekmek isteriz.

Aynı tehdit Muhammed (a.s) içinde geçerli olmuş , ve Allah (c.c) müşriklerin bu tehditlerine hiç bir zaman boyun eğmemesini bir çok kez hatırlatmıştır.

[068.008-9] Bundan böyle, yalanlayanlara itaat etme;Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.

Kalem s. 8 ve 9. ayetlerinde , müşriklerden gelecek olan uzlaşma tekliflerinin, kesinlikle ret edilmesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Dün ret edilen bu tür uzlaşma teklifleri , bugün maalesef Müslümanlar tarafından kabul gören bir duruma geçilmiştir.

Kişisel bazda yasaklanan bazı hakların bir kısmının geri verilmiş olması , toplumun tabi olduğu sistemin kurallarının Allah (c.c) nin dışındakilerden alındığını unutturarak, Müslümanları atalet içine sokmuş , ve iman etmenin bir gereği olan ayrışmayı bir kenara bırakarak sistem ile içli dışlı olan bir hale sokmuştur.

Eğer iman iddiasında isek , bize anlatılan kıssalardaki yaşam örnekleri, bizlerin nasıl bir hayat sürmemiz gerektiğini öğütleyen ibret vesikaları olarak hayatımızda yer almalıdır. Kıssalar eğer, geçmiş hakiki yaşam örnekleri olarak bizim hayatımızı yönlendiren vesikalar olmaz ise , ancak geçmiştekilerin masalları olarak anlatılardan ibaret kalacaktır. 

Hayatın anlamı tek ilaha kulluk ise ki öyledir , geçmiştekilerin canlarını ve mallarını terk ederek , bu uğurda mücadele etmelerinin anlatılmış olmasının bizler için mutlaka bir şeyler ifade etmesi gerekmektedir. 

"Dün öyleymiş ama bugün artık öyle değil" kabilinden itirazlar veya bahaneler , bizlerin Allah (c.c) ye karşı olan sorumluluğunu asla yok etmeyecektir. Kıssa yolu ile anlatılanlar "İsterseniz böyle yapabilirsiniz" kabilinden anlatımlar değil , "Eğer iman iddiasında iseniz rol model olarak almanız gereken insanlar bunlardır" kabilinden anlatımlardır.

Kehf ve Rakım ashabının terk ettiği mal , servet , mevki türünden dünya hayatının geçici metaı olanlar, şirke karşı bir duruş sergilemek adına terk edilemiyorsa ,  terk edemediğimiz o mallar, yarın hesap gününde bizim ateşimizi azdıran yakıtlar olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

[009.024]  De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

En sevdiğini imanı yolunda terk ederek ondan ayrılma örneği veren atamız İbrahim (a.s) ı da burada anmak yerinde olacaktır. Babasını ve kavmini defalarca imana davet eden , ve bu davetine olumlu cevap alamayan İbrahim (a.s) , neticede onlardan ayrılarak imanının gereğini yerine getirme örneğini bizlere taşımıştır. 

[019.048] «İşte sizi de, sizin Allah’tan başka ibadet ve dua ettiğiniz tanrılarınızı da terkediyorum. Rabbime niyaz edip yalvarıyorum. Rabbime niyaz etmem sayesinde mahrum ve perişan olmayacağımı umuyorum.
[019.049] Böylelikle, onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak'ı ve (oğlu) Yakub'u armağan ettik ve her birini peygamber kıldık.

Şurası asla unutulmamalıdır ki ; İmanımızın gereği olan Tevhidi duruşu hayatımızın her anında göstermekten bazı dünyevi nedenlerden imtina ettiğimizde , şirk ve ondan türeyen yaşam tarzları, artık bizleri için içselleştirilmeye başlanan bir hayat tarzı haline gelecektir.

Sonuç olarak ; Kehf ve Rakım ashabı kıssasının , mesajlarından olan ve en önemli mesajı olduğunu düşündüğümüz şirke karşı Müslüman duruşunun geçmişteki yaşanmış örneğinin anlatıldığı ayetlerdeki duruş örneği , aynı şartları yaşayan bir toplumda olduğumuzda, bizler için de yapılması gereken bir davranışı öğretmektedir. Allah (c.c) ye kulluk yolunda terk etmekte zorlandığımız ne varsa , yarın kıyamet gününde bize ateş azabı olarak geri dönecektir. 

Kur'anda anlatılan bu itizal (ayrılma) örnekleri , bizlerin yapması gerekenin , bizden öncekiler tarafından yapılmışlığını göstererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizden önce bu yolun uygulandığını göstererek, bizi bir nevi motivasyona yönelik anlatımlardır. 

[011.120]  Resullere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Nisan 2016 Pazar

Kehf ve Rakım Ashabı Kıssasından Kabirde Geçecek Zaman İle İlgili Bir Bilgi Çıkarım Çalışması

Kur'an kıssaları , içerisinde bir çok mesajı taşıma kapasitesine sahip bulunan anlatımları içermektedir. Kehf ve Rakım ashabı kıssası , böyle bir kapasiteye sahip olan kıssalardan olup, kıssa içindeki bazı ayetler, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır . 

Bilindiği üzere, "Kabir Azabı" konusu başlığı altında verilen bilgilerde , ölüm sonrası kabre konulan kişinin, dünya hayatında yapmış olduğu amellere karşılık olarak, kabrinin ya cennet bahçelerinden bir bahçe , veya cehennem çukurlarından bir çukur olacağı anlatılmaktadır. 

Ancak bu bilgiyi Kur'an içinden teyit edecek bir ayetimiz maalesef olmayıp , bu bilgi rivayetler ile İslam düşüncesi içine sokulmuş, ve bazı Kur'an ayetleri özellikle Mü'min suresi 46. ayeti bu konuya delil olarak sunulmaktadır. Allah (c.c) tarafından "Çelişkisiz bir kitap"(4.82) tanımlanan bu kitabın bir ayetinde kabir azabını kabul eden , bir başka ayetinde kabir azabını ret eden ayetin bulunmasının imkansız olacağına göre, bu konuda çelişki arz etmeyen bir düşünce içinde olmak gerekmektedir.

Kabir azabına delil olarak Kur'andan getirilen Mü'min s. 46. ayetinin meali şöyledir;

[040.046]  Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin kopacağı gün ise: «Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun» .

Bu ayete bakıldığında, firavun ve avanesi kıyamet öncesinde şu anda bile ateşin içinde azap görmektedirler. Bu düşünceyi bütün kafirler için genellediğimizde , ölmüş ve ölecek olan bütün kafirler ,kıyamet gününe kadar kabirlerinde azap göreceklerdir.

Şöyle bir düşünelim ; Ölmüş olan bütün kafirler eğer yeniden diriliş gününe kadar kabirlerinde azap görüyorlar ise , Kur'anın yeniden diriliş sahnesini anlattığı ayetlerde , böyle bir azap gördüklerine dair konuşmalar yer alması gerekmezmiydi ?.

Maalesef  ölümden sonra yeniden dirilenlerin aralarında geçen konuşmalarda (bu konuşmalar genelde kafirlerin aralarındaki konuşmalardır) , onların kabirde azap gördüklerine dair bırakın en küçük bir karine teşkil edecek konuşma kırıntısı , onların kabirlerinde ne kadar kaldıklarına dair bilgileri bile olmadıklarına dair konuşmalar yer almaktadır. 

Bu konuşmalar , kabir azabı görmek diye bir durumun söz konusu bile olmadığını göstermesi açısından önemli bilgiler içermektedir.

[017.052]  Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden (Merkadine) kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Bu konuda bir çok ayet olduğunu hatırlatarak , Kehf ve Rakım ashabı kıssasından bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalışalım;

Bu kıssa içinde verilmek istenen mesajlardan bir tanesi , ölümden sonra yeniden dirilişin gerçek olduğunun dünya hayatı içinde  gösterilmiş olmasıdır. Bu durumu, kıssanın 21. ayetinin "Böylece onları  duyurduk ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini, onda asla şüphe olmadığını bilsinler." cümlesinde görmekteyiz. 

Ölümden sonra diriliş haberinin gerçek olduğunu dünya hayatı içinde bir örnekle, bir kısım insanı senelerce uyuttuktan sonra bizlere gösteren Rabbimiz , yeniden diriliş sonrası olacakları da aynı kıssa içinde bizlere göstermektedir.

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Kehf ve Rakım ashabının birbirine sorduğu "Ne kadar kaldınız?" sorusunun aynısı , başka ayetlerde kabirlerden kalkanlar tarafından birbirlerine sorulmaktadır.

[023.112] Dedi ki: «Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?»

Kehf ve Rakım ashabının sorulan soruya verdiği "Bir gün veya daha az bir müddet kaldık" cevabının aynısının , kabirlerden kalkanlar tarafından verildiğini de görmekteyiz.

[023.113] Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, dediler.

Kehf ve Rakım ashabının uzun yıllar uyumalarına karşılık sanki bir gece yatıp ertesi sabah kalkmış gibi bir durumda olduklarını zannetmiş olmaları , onların uzun yıllar uyumuş olmalarının farkına varmadıklarını göstermektedir.

"Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız." sözleri, onların ne kadar uyuduklarının farkında olmadıklarını göstermektedir.

Yasin s. 52. ayetinde "Bizi merkadimizden kim kaldırdı ?" sorusundaki "Rakade" kelimesini , Kehf ve Rakım ashabının kıssasının anlatıldığı Kehf s. 18. ayetinde de görmekteyiz. "Bir de onları uyanıklar zannedersin halbuki uykudalardır (rükudun)"

Ölümün uykuya benzetildiği ve yeniden dirilişin uykudan uyanış gibi gösterildiği bu ayetlere karşın , uykunun ölüme , ve uykudan uyanmanın ise ölümden sonra dirilişe benzetildiği ayetleri de görmekteyiz. 

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
[039.042] Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki ; Kabir azabının olduğuna dair tek bir ayeti delil olarak göstererek , o delil olarak gösterilen ayetin de ölümden sonra yeniden dirilişin anlatıldığı ayetler ile çelişki arz ettiğini dikkate almadan, sadece rivayetleri Kur'ana onaylatma düşüncesinin bir ürünü olan kabir azabı düşüncesinin , Kur'an tarafından onaylanmamasına karşın,  hala "Kabir azabı vardır" demek asla mümkün değildir. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgiyi onaylatmak adına delil olarak gösterilmeye çalışılan Mü'min s. 46. ayeti , diğer ayetler ile çelişkili bir durum arz ettiği için, ya rivayetleri kabul ederek "Kabir azabı vardır" diyeceğiz, aynı zamandan bu kabulümüz Kur'an ayetlerini ret ettiğimiz anlamına gelecektir, ya da Kur'an ayetlerini kabul ederek "Kabir azabı yoktur" diyeceğiz.

Sonuç olarak ; Kur'an kıssalarının bir çok mesajı ihtiva eden anlatımlar olduğu düşüncesinden yola çıkarak, aynı kıssa içinde bir çok mesajın olabileceğini okuma örneğini , Kehf ve Rakım ashabı kıssası içindeki bazı ayetlerin, Kur'an içinde diğer ayetler ile bağını kurmaya çalışarak , ölüm sonrası yeniden diriliş vaktine kadar geçecek olan zamanı Kur'an içinden okumaya çalıştık.

Okuduğumuz ayetler bize göstermektedir ki , Kur'an "Kabir azabı" adı altında verilen bilgilerin hiç birini onaylamamakta , aksine yeniden diriliş vaktine kadar geçen zamanda insanların hiç bir şeyden habersiz olarak yatmakta olduklarını haber vermektedir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.