Bu yazımızda Sayın Mustafa İslamoğlu Hocanın hazırlamış olduğu gerekçeli mealinde, Muhammed suresi 35. ayeti ile ilgili yapmış olduğu meal üzerinde durmaya çalışacağız. Ayetin arapça metni şöyledir.
"Fe lâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul a’levne vallâhu meakum ve len yetirekum a’mâlekum."
Bu ayetin meali Sayın Hoca tarafından şu şekilde verilmiştir.
"ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin , çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi etmeyecektir."
Sayın Hocanın bu şekil bir meal yapmasının gerekçesini şu şekilde belirtmektedir.
"Ve ted'u yu bir "la" takdiri ile "ve la ted'u" okumak ayetin manasını tersine çevireceği için tasvip edilemez. (krş 3-139) .Barış için bakınız "eğer onlar barışa yönelirlerse sende bu yönelişe uy (8.61)
Tetkik ettiğimiz bütün meallerde Muhammed Suresi 35. ayetine yapılan meal şu şekildedir.
Diyanet Vakfi :
Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir.
Elmalılı Hamdi Yazır :
Onun için gevşeklik etmeyin de sizler
daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin
amellerinize kıymaz
Muhammed Esed :
Böylece, (adil bir dava uğrunda mücadele
ettiğinizde) korkup gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın! Allah
sizinle beraber olduğuna göre (sonunda) mutlaka siz üstün geleceksiniz
ve O, sizin (iyi ve güzel) fiillerinizi zayi etmeyecektir.
Bayraktar Bayraklı :
Üstün durumdayken gevşeyip barışa çağırmayınız. Allah sizinle beraberdir. O, amellerinizi asla heder etmeyecektir.
Tetkik ettiğimiz meallerden verdiğimiz örneklere bakıldığında bütün meallerde , ayetin metnindeki " ve ted'u" kelimesine "la" takdiri yapılarak "ÇAĞIRMAYINIZ" şeklinde meal verilmiş olup doğru mealin bu şekilde olması gerektiğini düşünmekteyiz , gramer kuralları bu kelimenin olumsuz bir anlam verilerek çevrilmesini gerekli kılmaktadır.
Aynı cümle kalıbı içinde geçen bazı ayetlerden örnekler vererek, hem doğru olduğunu düşündüğümüz meal şeklinin başka ayetlerde de aynı olduğunu , hem de Sayın Hocanın bu ayetleri Muhammed s. 35. ayetine muhalefet ederek çelişkili bir biçimde nasıl çevirdiğini görelim.
Bakara s. ayet 42.
"Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne)."
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Hakkı batılla karıştırmayın , bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"
Dikkat edilecek olursa ayetin metnindeki "ve tektumul" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdiri yapılarak yani olumsuzlanarak "GİZLEMEYİN" şeklinde verilerek aynı kural Muhammed s. 35. ayetinde işletilmemiştir. Eğer Muhammed s. 35. ayetine verilen anlam mantığında bu ayete anlam vermiş olsaydı "Gizleyin" şeklinde bir anlam verilmesi gerekirdi ki böyle anlam asla doğru olmazdı.
Aynı cümle kalıbı Enfal s. 27. ayetindede geçmektedir.
Enfal s. 27. ayeti.
"Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tehûnûllâhe ver resûle ve tehûnû emânâtikum ve entum ta'lemûn(ta'lemûne)"
Sayın hocanın bu ayete verdiği meal şöyledir.
"Siz ey iman edenler ,Allah ve Elçiye asla ihanet etmeyin , sonra korumanız gereken değerlere bile bile ihanet etmiş olursunuz"
Ayetin metin yapısına daha uygun olan başka bir meal örneğini vererek konunun daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.
Muhammed Esed :
(O halde,) siz ey imana erişenler, Allaha ve Elçiye karşı haince davranmayın; size tevdi edilen emanete bilerek ihanet etmeyin!
Bakara s. 42. ayetinde olduğu gibi bu ayetin metnindeki "ve tehunu" kelimesine gramer kuralları gereği "la" takdir edilerek "ihanet etmeyin" şeklinde meal verilmiştir.
Sayın Hoca maalesef , Muhammed s. 35. ayetine uygulamadığı gramer kurallarını , Bakara s. 42 , Enfal s. 27. ayetlerinde uygulayarak çelişkili bir meal örneği vermiştir.
Muhammed s. 35. ayetinde "ÇAĞIRIN" şeklinde olumlu mana verdiği kelimeye , aynı cümle yapısı içinde olan diğer iki ayete olumlu mana vermemiştir.
Sayın Hoca aynı surenin 4. ayetini biraz tefekkür ederek okumuş olsaydı 35. ayet ile aralarındaki bağı kurup böylesine bariz bir hatalı meal yapmaktan kendisini korumuş olurdu.
[047.004] Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen
boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık
(esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları
bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin) . Öyle ki savaş ağırlıklarını
bıraksın (sona ersin) . İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan
intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah
yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa
çıkarmaz.
Muhammed s. 4. ayetinde savaş sonrası yapılması gerekenler beyan edilmekte olup , şayet 35. ayete Sayın Hocanın vermiş olduğu anlam doğrultusunda, "ARTIK gevşemeyin , ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin ,
çünkü Allah sizinle beraberdir, ve o sizin amellerinizi asla zayi
etmeyecektir" şeklinde verilen bir meal Sayın Hocanın gerekçesinde "manayı tersine çevireceği" için böyle yapmış olmasına karşılık asıl kendisinin yapmış olduğu meal anlamı ters çevirmiştir.
Aynı sure içinde , ki surenin bir tek seferde inmiş olması kuvvetle muhtemeldir , Allah (c.c) savaş sonrası 4. ayette savaş sonrası ne yapılacağını bildirip 35. ayette barışa çağırın buyurması bizce çelişkili bir durum olup "çelişkisiz bir Kitab" olmanın şanına yakışmaz.
Sonuç olarak; Muhammed s. 35. ayeti sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından gramer kurallarına aykırı olarak çevrilmiş olup ,aynı cümle yapısına uygun olan Bakara s. 42 ,Enfal s. 27. ayetlerini gramer kurallarına uygun bir biçimde çevirerek çelişkiye düşmüştür. Halbuki örneğini verdiğimiz 2 ayetin cümle yapısı ile Muhammed s. 35. ayetinin cümle yapısı aynı olup "la" takdiri ile kelime olumsuza dönüşmüştür. Anlamı ters çevireceği gerekçesi ile böyle bir meal yaptığını ileri süren Sayın Hoca aynı surenin 4. ayeti ile 35. ayetini birlkte okuyup aradaki bağı kurmaya çalışmış olsa idi esas çelişkinin kendi yaptığı meal de olduğunu görürdü.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
12 Kasım 2014 Çarşamba
11 Kasım 2014 Salı
Bir Kıyam Manifestosu: Fatiha Suresi
Fatiha kelimesi; "kendisi ile birlikte sonrasında gelenin açıldığı, başlangıcı"
anlamındadır. Mushaftaki ilk sureye bu adın verilmesi; sure içindeki
ayetlerin, Kitap'ın içindeki bütün ayetlerin özeti mahiyetinde
olmasından ötürüdür. "Fatihatül-kitab"; Kitap'ın açıcısı, anahtarı
deyimi bu bağlamda önemli bir konuya parmak basması açısından önemlidir.
Kıyam kelimesi; "ayak üzere kalkmak " anlamındaki "kame" fiilinden türemiş olup, "bir şeyi gözetip koruma, bakma, muhafaza etme, azmetme" anlamındadır.
Manifesto kelimesi; "toplumsal bir hareketin amaçlarının yazılı olarak bildirilmesi" anlamındadır.
"La
ilahe illallah" (Allah'tan başka İlah yoktur); gönderilen tüm elçilerin
ortak çağrısı olduğu gibi, son elçi Muhammed(a.s)'ın da çağrısıdır. Ona
indirilen Kitap'ın bütün ayetlerinin, Allah(c.c)'nin tek İlahlığının
merkeze alınmasının anlatımı demek mümkündür.
Namazlarımızda
her gün defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi; içinde barındırdığı ayetler
ile Kitap içindeki ayetlerin bir özetidir diyebiliriz.
[001.001] Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
[001.002] Hamd, Alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[001.003] O Rahman ve Rahim'dir,
[001.004] Din Gününün sahibidir.
[001.005] Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz.
[001.006] Bizi doğru yola eriştir.
[001.007] Nimete erdirdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerinkine değil.
Bu
ayetlerin namaz adı ile bildiğimiz "salat"ın içinde, bir rükûn olan
ritüel ibadet gösterimi içinde üç asli unsurdan biri olan "kıyam" içinde
okunması çok önemlidir. Kıyam kelimesinin ifade ettiği anlamı
düşünürsek, bu ayetlerde söylenenler bir nevi manifesto sayılır.
Kıyam kelimesi "ayağa kalkış" demek olduğuna göre; bu kalkışta söylenen sözleri nasıl anlamak ve hayata geçirmek lazımdır?
6-7. ayetlerde Rabbimizden "bizi gazaba ve dalalete düşenlerin yoluna değil, doğru yolu ilet" şeklinde bir isteği dile getirmekteyiz. Allah(c.c) bu isteğin nasıl gerçekleşeceğini 5. ayette "yalnız O'na ibadet etmek ve yalnız O'ndan yardım istemek"
şeklinde bildirmektedir. Peki bu sözler kulların hayatında nasıl
gerçekleşmesi gerekir ki 6-7. ayetlerdeki istek Rabbimiz tarafından
kabul edilsin?
ZARİYAT 56 ayetinde "İnsanı ve Cinni sadece kendisine kulluk etsinler diye" yarattığını buyuruyordu. Peki bu kulluk nasıl bir şey olmalıydı ki doğru yola erişenlerden olalım?
İbadet kelimesi; "kul, köle" anlamına gelen "A-Be-De" kökünden türeyen ve "kendini alçaltmanın, kibirini ve gururunu kırmanın son noktasını temsil eden" şeklinde bir anlama sahiptir.
Bu
alçalma, kibir ve gururu kırma öyle bir varlığa olmalıdır ki; onun
üzerinde hiç bir varlık olmasın, onun kimseye karşı alçalma ihtiyacı
bulunmasın. Böyle özelliğe sahip olan tek bir varlık vardır ki O da
Alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Allah kendisine
karşı olması gereken bu alçalmanın, kendisinin dışındaki varlıklara
karşı gösterildiği takdirde, bu amelin adını ŞİRK koymuş olup; ebedi cehennem ile bu amellerin karşılığını vereceğini müteaddit ayetlerde beyan etmiştir.
"Allah'a
ibadet" deyimi ile kast edilenin ne olduğu anlaşıldığı takdirde, surede
her gün defalarca beyan ettiğimiz bildiriyi hayatımıza da hakim kılmış
sayılırız.
Allah(c.c) her şeyin yaratıcısı
olması nedeniyle; her şeyin üzerinde hüküm sahibidir. Yarattıklarından
olan insan üzerinde de bu durum geçerli olup, insanlara dünyada
yaşadıkları hayat müddeti içinde, Kendisinin emirleri doğrultusunda bir
hayat sürmeleri gerektiğini, gönderdiği elçi ve kitaplar ile haber
vermiştir.
İnsanlara vaaz ettiği hükümler,
onları yaratan olması nedeniyle onları hem dünya hem de Ahiret'te mutlu
bir yaşam sürmesine neden olacak iken, maalesef bir çok insan bu
hükümleri red ederek, onun dışında vaaz edilmiş hükümlere göre
hayatlarını tanzim etme sevdasına düşmektedirler. Böylece de hem
dünyasını hemde Ahiret'ini karartma yoluna gitmektedirler.
Burada insanın "halife"
olarak atanmış olması gündeme gelmektedir. İnsanın halife olarak
atanması demek; onu atayanın ona verdiği talimatlara göre hareket
etmesini gerektirir. Halife olmak demek; "bir göreve vekalet etmek"
demek olup geçiciliği ifade eder. İnsan yeryüzüne halife olarak
atanmakla, Allah(c.c)'nin verdiği talimatlara göre hareket ederek, O'nun
kendisine verdikleri üzerinde gerçek hak sahibi değil, geçici olarak
emanetçi olduğunu asla unutmaması gerekir.
Mal,
servet, evlatlar ve insanlar üzerindeki yönetim gücü... Bunların hepsi
halife olmanın gereği olarak emanet ve geçici bir süre insanın emrine
verilmiştir. Esas olan; bunların asıl sahibinin kim olduğunu bilmek ve
asıl sahibinin emaneten bunları vermiş olduğunu unutmadan, asıl sahibi
imiş gibi hak iddia etmemek olmalıdır. Bu tür bir hak iddia edişte "emanete ihanet" yani halifeliği bırakıp asalete soyunmak yani Allah'tan rol çalmaya kalkmanın adı "Şirk" tir.
Kul "yalnız Sana kulluk ederiz"
derken; hem kendisinin kul olduğunu unutmadığını, hem de Allah'tan
başka kulluk yapılacak bir merci olmadığını beyan eder. Problem; bu
sözleri her gün defalarca söyleyip de içeriğine uygun davranışlarda
bulunmamaktır.
Müslümanlar olarak "kulluk" ve "ibadet" kelimelerinin içini öylesine boşaltmışız ki; "sahte ilah"
deyimi bizlere sadece Mekke'deki 360 tane putu çağrıştırmaktadır.
Muhammed(a.s)'ın bu putları kırdığını ve şirk olgusunun bittiğini
zannetmekteyiz. Halbuki şirk olgusu hiç bir zaman bitmeyecek. Hatta
kendisini Müslüman olarak tanımlayan birçok kişi, bu bataklığın içinde
olduğundan bile habersiz bir vaziyette gününü gün etmektedir.
Allah'a
ibadet etmek demek; günde sadece beş vakit namaz gibi belirli gün ve
zamanlarda yapılanları kapsamaz. Bu deyim; kulun 24 saatini kapsaması
gerekli olan ve bütün zamanlarda da Allah'ın emir ve yasaklarına göre
davranışlarda bulunmak anlamına gelir.
Maaleseftir
ki kul olmak demenin mescitlerde belli vakitlerde namaz kılmak ile
sınırlı olduğunu zannedip, diğer vakitlerde böyle bir kulluk yükümlülüğü
yokmuşcasına davranan Müslümanlar, sair zamanlarda Allah'a göre değil,
O'nun kullarına verdiği hilafet görevini emaneten değil asalaten
yüklenmeye kalkanlara kul olmaktadır. Halbuki namazda okuduğu FATİHA
Suresi içindeki ayetler, kulun hayatının her anında Allah'a kul olduğunu
bildirmesi demek olduğundan habersiz olanlar, hayatlarını başkalarının
düzenlediği sistemlere uydurmakta en ufak bir rahatsızlık dahi duymadan
şirk sistemlerine kul olmaya devam etmektedirler.
"Yalnızca Senden yardım dileriz"
sözünün; özellikle tasavvuf kesiminin içinde bulunduğu hali göz önünde
bulundurursak ne kadar önemli olduğunu anlarız. Allah'tan yardım istemek
demek; sadece O'nun yetki sınırları dahilinde olan durumlarda bir
başkasından değil, sadece O'ndan yardım istemek anlamındadır. Başı dara
düştüğünde kabirdeki ölülerden medet umup, sonra bu ayeti okumak;
Allah(c.c) ile alay eder gibi bir duruma düşmekten başka bir işe
yaramaz.
Allah(c.c)'nin yardım etmesinin elbette bir kuralı ve yasası vardır. Kul gereklerini yerine getirmeden, yattığı yerden sadece "Allah'ım yardım et"
diye dua ederse; bu yardım asla gelmez. Başınız darda ise, o darlıktan
kurtulmak için gerekli olan fiilleri işleyerek Allah'tan yardım
talebinde bulunmak ve bu talebe gerekli cevabı vermek Sünnetullah'ın bir
yasasıdır.
Namaz içinde kıyam halinde iken
okunan FATİHA Suresi ayetlerinin şirke, tağuta, müstekbirlere ve
bel'amlara karşı tevhidî bir kalkışın manifestosu olduğunu bilerek
yapılması, sadece mescitlerde kalmış olmayarak hayatın her anına
taşınacak ve kul olarak her anımızda Allah'a göre davranmak gerektiği
bilincine hakim olacaktır.
Sonuç olarak; her gün namazlarımızda defalarca okuduğumuz FATİHA Suresi, adından anlaşılacağı üzere "Kitap'ın anahtarı"dır.
Kitap içindeki ayetlerin mesajının anası bu sure içindeki ayetlerde
özet halinde mevcuttur. Bunun içindir ki bu surenin NAMAZ içindeki KIYAM
halinde okunması, ŞİRK sistemlerine karşı bir MANİFESTO mahiyetindedir.
Kul okuduğu surenin bilincinde olduğu zaman; kul olmak demenin sadece
mescid içinde değil, hayatının her anında Allah'a kul olmak bilinci
içinde olduğunu bilir. Bunu; kıldığı namaz içinde hem Allah'a hem de
Allah düşmanlarına deklere eder. Ancak bu sure, "surelerin faziletleri"
şeklindeki hurafelere kurban edilerek sadece hastalara, evde
kalmışlara, imtihanı olanlara, bir yerleri ağrıyanlara okunması gereken
ayetler kategorisine düşürmüştür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Kasım 2014 Cumartesi
Ehli Sünnet Akidesi Adı Altında Müslümanlara Yapılan Mahalle Baskısı
Tarih içinde gelişen siyasi olaylar neticesinde "Ehli sünnet" ve "Şia" olarak iki guruba ayrılan Müslümanlar, bu ayrışımı itikadi noktada da göstererek araya aşılmaz duvarlar örmüşlerdir. Bu iki gurubun tek ortak noktası Kur'an ile olan bağlarının sadece sözde kalmış olması ve itikatlarını Kur'an ın değil rivayetlerin belirlemiş olmalarıdır.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun bağlı bulunduğu "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma son yıllarda ortaya çıkan "Kur'ana dönüş" hareketine alternatif bir hareket olarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma asla, yanlış düşünceleri Kur'an merkezli bir zemine oturtma amaçlı değil, aksine Kur'an merkezli düşüncelere alternatif olarak yeniden sunulma gayretidir.
Her hareketin içinde olabilecek olumsuzluklar çerçevesinde, Kur'an dönüş hareketinin içinde de olumsuz düşünceler olduğu bir gerçektir. Bu olumsuzluklar gerekçe gösterilerek hareketin bütününü mahkum etmeye kalkmak doğru bir davranış değildir. Ehli sünnet düşüncesinin savunucuları olumlu- olumsuz ayrımı yapmadan hareketin bütününü mahkum etmeye kalkarak herkesi kendi düşüncelerine davet etmeye çalışmaktadırlar.
Peki bu davetlerinin temeli nedir ve davet hakları varmıdır?.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki yapılanma temelinin "Ehli Hadis" düşüncesinden almış olup , bilindiği üzere bu düşüncenin ana temeli, rivayetlerin baz alınarak din oluşturulması esasına dayanmaktadır. Rivayet ile Kitap çeliştiği anda Kitabın değil rivayetin alınması gerektiği bu akidenin temel inancı olarak bu düşüncenin savunucuları tarafından her fırsatta dile getirilmektedir.
Kur'an her yanlış düşünceyi mahkum eden bir Kitap olarak , Ehli sünnet düşüncesinin bu tür yanlışlarını da mahkum etmektedir. Kur'ana dönüş hareketi ile bu yanlışlar ile yüzyüze gelenler ,salim akıl ile düşündükleri zaman gerçeği görmekte ve Ehli sünnet düşüncesine karşı cephe almaya başlamaktadırlar.
Son zamanlarda bu düşünceye mensup "akademisyen" etiketli bazı insanların biraz daha fazla günyüzüne çıkmaya çalışarak, Kur'ani düşüncelere ve bu düşünceler etrafındaki bazı insanlara karşı bir yıpratma kampanyası başlatarak kendi akidelerini savunmaktadırlar. Özellikle akademisyen kimliklerine sığınarak söylemlerini haklı çıkarma gayretleri gözden kaçmamaktadır.
"O dediyse doğrudur" düşüncesini empoze ederek , bazı insanların empoze ettiği dini "Hak Din" olarak sunma gayretinde olan bu zevat özellikle Kur'ana karşı aşırı bir kutsiyet atfederek onu herkesin eline bile almaya cesaret edemeyeceği bir Kitap olduğu fikrini yaymaya çalışarak kendi söylemlerini oturtmaya çalışmaktadırlar.
Herkesin anlayamayacağı bir Kitap nasıl olurda avamın eline geçer ve bu avam geleneği sorgulayabilir? , bu bazıları için akıl almaz bir olaydır halbuki olması gereken şuydu ; Biz din adına ne anlatırsak o kabul edilmeli Kur'ana uyup uymadığı gibi sapıkça! sözlere asla yer verilmemeliydi, ama olanlar oldu ve bazı sapıklar ! zincirlerini şakırdatan köleler misali bazı şeylerin iyi gitmediğini , bazı düşüncelerin yanlış olduğunu söylemeye başladılar hemde bunu avamın anlamayamacağı! bir Kitap olan Kur'an üzerinden yapmaya başladılar.
Bu sapıklara karşı Ehli sünnet ulemasının ! öne çıkan söylemleri, bütün Müslümanların "Ehli sünnet akidesi" ne uymaları gerektiği ve kendilerinin bu akideye çağırdıkları , bu akidenin dışında kalanların Cehennem azabına hak kazanacakları şeklinde söylemler olup bir tür "Mahalle baskısı" yöntemini kullanmalarıdır.
Peki Allah (c.c) bizlerin Cennet veya Cehennem ile karşılık bulacağımız ameller yapmayı bu akideye mensup olma veya olmama şartına mı bağlamıştır?.
Allah (c.c) bizleri, Cennet veya Cehennem ile karşılık görmek için Dünya hayatında onun Kitabına uymak veya uymamak şeklinde ortaya çıkan amellerimize bağlamıştır , "Ehli sünnet düşüncesine mensup bir hayat sürerek o düşüncenin söylemlerini savunmak bizleri nereye götürür?" sorusunun cevabını, bu düşüncenin esaslarından bir kaçını görerek cevaplamaya çalışalım.
1- Mütevatir Sünnet veya Hadis Kur'an ayetini nesheder.
Bu teori özellikle zina cezası bağlamında evli bekar ayrımı yapılarak , evli iken zina edenin recm edilerek öldürülmesini meşru bir zemine oturtmak için üretilmiştir. Kur'anın zina eden kişiye evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı vermiş olmasına rağmen , evli kişinin recm edilmesini rivayetlerden alınan bilgiler ışığında öngören bu düşünce , evli kişinin recm edilmesine dair bir ayetin aslında indiğini fakat o ayeti keçi yediği için mushafa alınmadığını "Metni mensuh hükmü baki ayetler" adı altında bir kategori oluştururarak Dinin aslı gibi göstermektedirler.
Kendisine vahy olunandan başkasına uymayan , ve uymamakla yükümlü bulunan bir elçi nasıl böyle bir cürüm işleyebilir sorusunun cevabı , "hadislerde ayet gibidir" şeklinde olup büyük bir iftira ile cevablandırılmaktadır. Şimdi sorarız , recm cezasının kabul edilmesimi yoksa kabul edilmemesi küfürdür.
2- Muhammed (a.s) ölmediği kabrinde diri olduğu ve amellerimizin ona arz olunduğu.
Bu düşünce bu akidenin temel düşüncelerinden birisi olup işi daha azıtanlar , Muhammed (a.s) ın eşlerinin bile ölmediğini hatta onlarla cinsel ilşki dahi kurduğunu söyleme cüretine kadar işi götürebilmektedirler. Kur'an da bu şekil bir düşüncenin asla karşılığı olmamasına rağmen üretilen Din esası haline getirilmiş " Sen de öleceksin onlar da ölecekler" , "Her nefis ölümü tadacaktır" gibi ayetler göz ardı edilmiştir. Şimdi sorarız , ayete rağman hale Muhammed (a.s) "ölmedi" demek mi yoksa "öldü" demek mi küfürdür*.
3- İsa (a.s) ın yeniden yer yüzüne ineceği düşüncesi.
Bu düşünce diğer düşünceler gibi Ehli sünnet in temel düşüncelerinden biri olup , temelini Kur'an dan değil Hıristiyan düşüncesinden almış ve Kur'an ayetlerini tahrif etme pahasına Kitaptanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
4- Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi.
Şefaat düşüncesi Ehli sünnetin rivayetler kanalıyla oluşturduğu dinin olmazsa olmazlarından olup , Kur'anda Allah (c.c) dışında kimsenin şefaatçi olamayacağına dair ayetlere karşılık bu ayetler rivayetler ışığında okunarak , Allahın dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi ayetler tahrif edilerek oturtulmuştur.
Kur'an aykırı tüm düşünceleri ele almak yazının hacmini büyülteceği için sadee örnek olarak vermeye çalıştığımız bu ve benzeri Ehli sünnet akidesi düşüncelerinin bir çoğu Kur'andan onay almamakta olup aksine Kur'an ın red ettiği düşüncelerdir.
Bu ve benzeri Kur'an dışındaki düşüncelerin önünde en büyük engel Kur'an olup bu Kitabın öne çıkmaması için elinden gelen gayreti gösteren Ehli sünnet savunucuları , Kur'an dönüş hareketi içindeki bir takım olumsuz düşünceleri delil göstererek bu hareketi mahkum etmek yoluna gitmektedirler.
Hiç bir düşünce kendi içindeki yanlışlar örnek gösterilerek mahkum edilemez , bu tür davranışları etik olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer bir hareket veya bir düşünce eleştirilecek ise o düşünceyi savunan kişiler üzerinden değil o düşüncenin argümanları üzerinden yapılmalıdır etik olan budur.
Ehli sünnet düşüncesi mensupları , kendi düşüncelerini insanlara kabul ettirmek için bu düşüncelerin Kur'an ile uyumlu olup olmadığı gibi bir test edilme düşüncesini dini argümanları kullanarak mahkum etmeye kalkmaları en hafif deyim ile cambazlıktan başka bir şey değildir.
"Atalar dini" mantığına uygun olarak , "bizden öncekilerin dedikleri mutlaka doğrudur ve kabul edilmelidir" , "biz hocalarımızın dediğini kabul ederiz" , " sizden önce bunları kimse dememiş" gibi belden aşağı vurucu argümanlar ile cahil halk kesimi uyuşturularak bu düşüncenin dışındaki söylemler batılmış inancı yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Akıldan asla çıkarılmaması gereken şudur ki; Din sadece Allahın Kitabında delili bulunan meseleler olup bunun dışında , delilini Kitap tan almayan her düşünce, adı insanları korkutmak için karizmatik bir yapıya büründürülmüş olsa bile mahkum edilmelidir.
Rabbimiz bizlere hesap günü Ehli sünnet akidesine uyup uymadığımızı değil onun Kitabına uyup uymadığımızı soracak ve ona göre bir değerlendirmeye tabi tutacaktır. Ehli sünnet savunucularının Kur'an dışındaki rivayet kitaplarını Kur'an ile eşdeğer kılmaları bizleri aldatmamalıdır. Rivayet kitaplarında geçen herhangi bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı Kur'ana arz edilerek ölçülmelidir.
İşte bu noktada Ehli sünnet savunucuları bu kapıyı kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kur'ana arz denilen metodun doğru olmadığını! hararetle savunarak Kur'an dışı kaynakların esas alınması gerektiğini yaymaya çalışmakta ve Kur'anı rivayetlere arz ederek okumaktadırlar.
Rivayetlerin Kur'ana arz edilmesi karşısında hop oturup hop kalkanlar , Kur'anı rivayetlere arz ederek oluşturulmuş dinin verdiği inanç konularının sorgulanmasına asla müsamaha göstermemektedirler. Şayet oluşturulmuş olan düşünceden yana bir sıkıntıları yoksa ve Kur'ana uygun ise neden böyle bir ameliyeden rahatsız olmaktadırlar, malından emin olanın o malın kontrol edilmesinden hiç bir surette kaygı duymaması gerekmektedir,eğer böyle bir kaygısı varsa malından emin değil demektir.
Sonuç olarak; "Aklı birilerine kiraya verme" esasına dayalı din anlayışı olan "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma , insanlar üzerinde "Mahalle baskısı" oluştururak , "bizden çıkan Cehenneme gider" şeklinde bir dayatma içine girmişlerdir. Yukarıda bir kaçını örnek verdiğimiz Ehli sünnet düşüncesine baktığımız zaman esas o düşünceleri savunanların yerinin Cehennem olduğu açık seçik ortadadır. Kur'an bu tür aykırı düşüncelerin karşısında en büyük engel olup , Kur'anın etkinliğini ortadan kaldırarak rivayetlerin etkinliğini empoze etmeye çalışmak Ehli sünnet düşüncesinin en büyük silahıdır. Bize Kitab'ta "Müslüman" ismi verilmesine rağmen bu ismin önüne veya arkasına eklenecek olan her türlü ilave doğru bir düşüncenin eseri olamaz. Müslümanlar kendi üzerilerinde oluşturulmak istenen bu tür baskı faaliyetlerine karşı Kur'an temelli bir düşünce üzerinde bulunarak , oluşturulmuş her türlü karizmatik ismi ve düşünceyi Kur'ana arz etmek zorundadırlar.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki düşüncelerin ve bu düşünceleri ortaya atanların, sorgulanamaz olduğu gibi bir düşünce asla doğru olmadığı gibi böyle bir düşünceyi yayarak cahil kesimi baskı altında tutmak isteyenler bu fiilerinin karşılığını hesap günü acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun bağlı bulunduğu "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma son yıllarda ortaya çıkan "Kur'ana dönüş" hareketine alternatif bir hareket olarak yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Bu yapılanma asla, yanlış düşünceleri Kur'an merkezli bir zemine oturtma amaçlı değil, aksine Kur'an merkezli düşüncelere alternatif olarak yeniden sunulma gayretidir.
Her hareketin içinde olabilecek olumsuzluklar çerçevesinde, Kur'an dönüş hareketinin içinde de olumsuz düşünceler olduğu bir gerçektir. Bu olumsuzluklar gerekçe gösterilerek hareketin bütününü mahkum etmeye kalkmak doğru bir davranış değildir. Ehli sünnet düşüncesinin savunucuları olumlu- olumsuz ayrımı yapmadan hareketin bütününü mahkum etmeye kalkarak herkesi kendi düşüncelerine davet etmeye çalışmaktadırlar.
Peki bu davetlerinin temeli nedir ve davet hakları varmıdır?.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki yapılanma temelinin "Ehli Hadis" düşüncesinden almış olup , bilindiği üzere bu düşüncenin ana temeli, rivayetlerin baz alınarak din oluşturulması esasına dayanmaktadır. Rivayet ile Kitap çeliştiği anda Kitabın değil rivayetin alınması gerektiği bu akidenin temel inancı olarak bu düşüncenin savunucuları tarafından her fırsatta dile getirilmektedir.
Kur'an her yanlış düşünceyi mahkum eden bir Kitap olarak , Ehli sünnet düşüncesinin bu tür yanlışlarını da mahkum etmektedir. Kur'ana dönüş hareketi ile bu yanlışlar ile yüzyüze gelenler ,salim akıl ile düşündükleri zaman gerçeği görmekte ve Ehli sünnet düşüncesine karşı cephe almaya başlamaktadırlar.
Son zamanlarda bu düşünceye mensup "akademisyen" etiketli bazı insanların biraz daha fazla günyüzüne çıkmaya çalışarak, Kur'ani düşüncelere ve bu düşünceler etrafındaki bazı insanlara karşı bir yıpratma kampanyası başlatarak kendi akidelerini savunmaktadırlar. Özellikle akademisyen kimliklerine sığınarak söylemlerini haklı çıkarma gayretleri gözden kaçmamaktadır.
"O dediyse doğrudur" düşüncesini empoze ederek , bazı insanların empoze ettiği dini "Hak Din" olarak sunma gayretinde olan bu zevat özellikle Kur'ana karşı aşırı bir kutsiyet atfederek onu herkesin eline bile almaya cesaret edemeyeceği bir Kitap olduğu fikrini yaymaya çalışarak kendi söylemlerini oturtmaya çalışmaktadırlar.
Herkesin anlayamayacağı bir Kitap nasıl olurda avamın eline geçer ve bu avam geleneği sorgulayabilir? , bu bazıları için akıl almaz bir olaydır halbuki olması gereken şuydu ; Biz din adına ne anlatırsak o kabul edilmeli Kur'ana uyup uymadığı gibi sapıkça! sözlere asla yer verilmemeliydi, ama olanlar oldu ve bazı sapıklar ! zincirlerini şakırdatan köleler misali bazı şeylerin iyi gitmediğini , bazı düşüncelerin yanlış olduğunu söylemeye başladılar hemde bunu avamın anlamayamacağı! bir Kitap olan Kur'an üzerinden yapmaya başladılar.
Bu sapıklara karşı Ehli sünnet ulemasının ! öne çıkan söylemleri, bütün Müslümanların "Ehli sünnet akidesi" ne uymaları gerektiği ve kendilerinin bu akideye çağırdıkları , bu akidenin dışında kalanların Cehennem azabına hak kazanacakları şeklinde söylemler olup bir tür "Mahalle baskısı" yöntemini kullanmalarıdır.
Peki Allah (c.c) bizlerin Cennet veya Cehennem ile karşılık bulacağımız ameller yapmayı bu akideye mensup olma veya olmama şartına mı bağlamıştır?.
Allah (c.c) bizleri, Cennet veya Cehennem ile karşılık görmek için Dünya hayatında onun Kitabına uymak veya uymamak şeklinde ortaya çıkan amellerimize bağlamıştır , "Ehli sünnet düşüncesine mensup bir hayat sürerek o düşüncenin söylemlerini savunmak bizleri nereye götürür?" sorusunun cevabını, bu düşüncenin esaslarından bir kaçını görerek cevaplamaya çalışalım.
1- Mütevatir Sünnet veya Hadis Kur'an ayetini nesheder.
Bu teori özellikle zina cezası bağlamında evli bekar ayrımı yapılarak , evli iken zina edenin recm edilerek öldürülmesini meşru bir zemine oturtmak için üretilmiştir. Kur'anın zina eden kişiye evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı vermiş olmasına rağmen , evli kişinin recm edilmesini rivayetlerden alınan bilgiler ışığında öngören bu düşünce , evli kişinin recm edilmesine dair bir ayetin aslında indiğini fakat o ayeti keçi yediği için mushafa alınmadığını "Metni mensuh hükmü baki ayetler" adı altında bir kategori oluştururarak Dinin aslı gibi göstermektedirler.
Kendisine vahy olunandan başkasına uymayan , ve uymamakla yükümlü bulunan bir elçi nasıl böyle bir cürüm işleyebilir sorusunun cevabı , "hadislerde ayet gibidir" şeklinde olup büyük bir iftira ile cevablandırılmaktadır. Şimdi sorarız , recm cezasının kabul edilmesimi yoksa kabul edilmemesi küfürdür.
2- Muhammed (a.s) ölmediği kabrinde diri olduğu ve amellerimizin ona arz olunduğu.
Bu düşünce bu akidenin temel düşüncelerinden birisi olup işi daha azıtanlar , Muhammed (a.s) ın eşlerinin bile ölmediğini hatta onlarla cinsel ilşki dahi kurduğunu söyleme cüretine kadar işi götürebilmektedirler. Kur'an da bu şekil bir düşüncenin asla karşılığı olmamasına rağmen üretilen Din esası haline getirilmiş " Sen de öleceksin onlar da ölecekler" , "Her nefis ölümü tadacaktır" gibi ayetler göz ardı edilmiştir. Şimdi sorarız , ayete rağman hale Muhammed (a.s) "ölmedi" demek mi yoksa "öldü" demek mi küfürdür*.
3- İsa (a.s) ın yeniden yer yüzüne ineceği düşüncesi.
Bu düşünce diğer düşünceler gibi Ehli sünnet in temel düşüncelerinden biri olup , temelini Kur'an dan değil Hıristiyan düşüncesinden almış ve Kur'an ayetlerini tahrif etme pahasına Kitaptanmış gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
4- Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi.
Şefaat düşüncesi Ehli sünnetin rivayetler kanalıyla oluşturduğu dinin olmazsa olmazlarından olup , Kur'anda Allah (c.c) dışında kimsenin şefaatçi olamayacağına dair ayetlere karşılık bu ayetler rivayetler ışığında okunarak , Allahın dışında şefaatçiler olduğu düşüncesi ayetler tahrif edilerek oturtulmuştur.
Kur'an aykırı tüm düşünceleri ele almak yazının hacmini büyülteceği için sadee örnek olarak vermeye çalıştığımız bu ve benzeri Ehli sünnet akidesi düşüncelerinin bir çoğu Kur'andan onay almamakta olup aksine Kur'an ın red ettiği düşüncelerdir.
Bu ve benzeri Kur'an dışındaki düşüncelerin önünde en büyük engel Kur'an olup bu Kitabın öne çıkmaması için elinden gelen gayreti gösteren Ehli sünnet savunucuları , Kur'an dönüş hareketi içindeki bir takım olumsuz düşünceleri delil göstererek bu hareketi mahkum etmek yoluna gitmektedirler.
Hiç bir düşünce kendi içindeki yanlışlar örnek gösterilerek mahkum edilemez , bu tür davranışları etik olarak değerlendirmek mümkün değildir. Eğer bir hareket veya bir düşünce eleştirilecek ise o düşünceyi savunan kişiler üzerinden değil o düşüncenin argümanları üzerinden yapılmalıdır etik olan budur.
Ehli sünnet düşüncesi mensupları , kendi düşüncelerini insanlara kabul ettirmek için bu düşüncelerin Kur'an ile uyumlu olup olmadığı gibi bir test edilme düşüncesini dini argümanları kullanarak mahkum etmeye kalkmaları en hafif deyim ile cambazlıktan başka bir şey değildir.
"Atalar dini" mantığına uygun olarak , "bizden öncekilerin dedikleri mutlaka doğrudur ve kabul edilmelidir" , "biz hocalarımızın dediğini kabul ederiz" , " sizden önce bunları kimse dememiş" gibi belden aşağı vurucu argümanlar ile cahil halk kesimi uyuşturularak bu düşüncenin dışındaki söylemler batılmış inancı yaygınlaştırılmak istenmektedir.
Akıldan asla çıkarılmaması gereken şudur ki; Din sadece Allahın Kitabında delili bulunan meseleler olup bunun dışında , delilini Kitap tan almayan her düşünce, adı insanları korkutmak için karizmatik bir yapıya büründürülmüş olsa bile mahkum edilmelidir.
Rabbimiz bizlere hesap günü Ehli sünnet akidesine uyup uymadığımızı değil onun Kitabına uyup uymadığımızı soracak ve ona göre bir değerlendirmeye tabi tutacaktır. Ehli sünnet savunucularının Kur'an dışındaki rivayet kitaplarını Kur'an ile eşdeğer kılmaları bizleri aldatmamalıdır. Rivayet kitaplarında geçen herhangi bir meselenin doğruluğu veya yanlışlığı Kur'ana arz edilerek ölçülmelidir.
İşte bu noktada Ehli sünnet savunucuları bu kapıyı kapatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Kur'ana arz denilen metodun doğru olmadığını! hararetle savunarak Kur'an dışı kaynakların esas alınması gerektiğini yaymaya çalışmakta ve Kur'anı rivayetlere arz ederek okumaktadırlar.
Rivayetlerin Kur'ana arz edilmesi karşısında hop oturup hop kalkanlar , Kur'anı rivayetlere arz ederek oluşturulmuş dinin verdiği inanç konularının sorgulanmasına asla müsamaha göstermemektedirler. Şayet oluşturulmuş olan düşünceden yana bir sıkıntıları yoksa ve Kur'ana uygun ise neden böyle bir ameliyeden rahatsız olmaktadırlar, malından emin olanın o malın kontrol edilmesinden hiç bir surette kaygı duymaması gerekmektedir,eğer böyle bir kaygısı varsa malından emin değil demektir.
Sonuç olarak; "Aklı birilerine kiraya verme" esasına dayalı din anlayışı olan "Ehli sünnet akidesi" adı altındaki yapılanma , insanlar üzerinde "Mahalle baskısı" oluştururak , "bizden çıkan Cehenneme gider" şeklinde bir dayatma içine girmişlerdir. Yukarıda bir kaçını örnek verdiğimiz Ehli sünnet düşüncesine baktığımız zaman esas o düşünceleri savunanların yerinin Cehennem olduğu açık seçik ortadadır. Kur'an bu tür aykırı düşüncelerin karşısında en büyük engel olup , Kur'anın etkinliğini ortadan kaldırarak rivayetlerin etkinliğini empoze etmeye çalışmak Ehli sünnet düşüncesinin en büyük silahıdır. Bize Kitab'ta "Müslüman" ismi verilmesine rağmen bu ismin önüne veya arkasına eklenecek olan her türlü ilave doğru bir düşüncenin eseri olamaz. Müslümanlar kendi üzerilerinde oluşturulmak istenen bu tür baskı faaliyetlerine karşı Kur'an temelli bir düşünce üzerinde bulunarak , oluşturulmuş her türlü karizmatik ismi ve düşünceyi Kur'ana arz etmek zorundadırlar.
Ehli sünnet akidesi adı altındaki düşüncelerin ve bu düşünceleri ortaya atanların, sorgulanamaz olduğu gibi bir düşünce asla doğru olmadığı gibi böyle bir düşünceyi yayarak cahil kesimi baskı altında tutmak isteyenler bu fiilerinin karşılığını hesap günü acı bir biçimde ödeyeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Kasım 2014 Cuma
Mü'min s. 46. Ayetini Takdim Tehir Usulu İle Bir Okuma Örneği
Geleneksel İslam düşüncesine arız olan en büyük hastalık "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile yapılan dini çıkarımlardır. "Kabir azabı" konusu , bu metoda uygun bir şekilde ortaya atılmış bir düşünce olup, Kur'anda bu konuyu net olarak ifade edebilecek bir tek Ayet yoktur. "Ayet yoksa biz buluruz" mantığı içinde yapılan çalışmalar sonucu Mü'min s. 46. ayeti bulunmuş ! ve bu ayet konuya Kur'andan delil olarak getirilebilen tek ayet olarak kitaplara geçmiştir. Konuya uygun olarak Delil getirilen birkaç Ayet daha olmasına rağmen o Ayetler zorlamanın şahikası diyebileceğimiz bir durumda olduğu için kayda değer görülmeyerek eleştiriye dahi tabi tutulmayacak durumdadır.
Konuya geçmeden önce şunları yeniden hatırlatmak istiyoruz; Kur'an ön kabuller doğrultusunda okunan bir Kitap mesabesine sokulduğu an , isteyenin istediği şeyi çıkarabileceği bir Kitab haline dönüşür. Konu ile ayetlerin Kur'an bütünlüğü gözetilmeden okunarak yapılan bir çıkarım mutlaka eksiklik ve hataları barındıracaktır. Mü'min s. 46. ayeti tek başına okunarak mesajı anlaşılabilecek bir Ayet değildir. 23-53. ayetler arası anlatılan bir konunun içinde olan bir ayet olup bu konuyla ilgili olarak " https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/11/mumin-s-23-53-ayetleri-firavun.html" başlıklı bir yazımızda onu ile ilgili ayetlerin mesajını anlamaya çalıştık.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Yukarıdaki Ayet mealleri Kitap ta herhangi bir çelişki veya eğrilik bulunmadığını beyan eden ayetler olup, "Kabir azabı" konusu ile Kitapta sanki bir eğrilik varmış gibi bir durum oluşturulmuş olmaktadır şöyleki ;
Kur'an okurken yapılması gereken şey, kafadaki ön kabullere uygun ayet aramak değil, okunan ayetlerin mesajını anlamaya çalışmak olmalıdır , şimdi konumuza geçebiliriz.
Kur'anda bir çok ayet kıyamet sonrası kabirlerden kalkanların kendi aralarındaki konuşmalarından bahsetmektedir.
-----17.052 O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
-----020.103-104 Onlar, aralarında: «On günden fazla durmadınız.» diye gizli gizli konuşacaklar. Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: «Siz yalnızca bir gün kaldınız» derler.
-----023.112-113-114 Allah onlara yine: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız» der.«Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» derler.Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
-----030.055-56 Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.Kendilerine ilim ve iman verilenler; «And olsun ki, siz Allah'ın yazısında mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, fakat sizler anlamıyordunuz» derler.
-----010.045 Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
-----046.035 O halde üstün irade sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedilik etme! Onlar, kendilerine va'dedilen acıyı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir. Bu yeterli bir tebliğdir. Demek ki, helak edilecekler, başkası değil, ancak itaattan çıkmış fasıklar topluluğudur!
-----079.046 Onlar, onu (kıyameti) görecekleri gün, sanki bir akşam veya bir kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
----- 036.052 «Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?» derler. Onlara: «İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi» denir.
-----037.019-20-21İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.Şöyle derler: «Vay bize! İşte bu ceza günüdür.»Onlara: «İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür» denir.
-----054.007-8 Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----070.043-4 O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri , kıyamet sonrası yeniden dirilenlerin kendi aralarındaki yapacak oldukları konuşmalardır. Şimdi sorarız , eğer bu kişiler kabirlerinde herhangi bir azab görseler idi gördükleri azab ile ilgili konuşmalardahiç bulunmazlarmıydı?.
Yukarıdaki Ayetlerden anlaşılması gereken , Dünya hayatını bitirerek kabre girmiş olan bir kişi kıyamet sonrası kalkışa kadar belki binlerce sene kabirde kalmış olsa bile, ne kadar dahi kaldığını bilemeyecek bir şekilde kabrinde yeniden dirilmeyi beklemektedir ve yeniden dirilince ne kadar kaldığından habersiz oldukları konusundaki ayetler bizlere yeterli bilgiyi vermektedir.
Kur'anda hiç bir şekilde çelişki ve eğrilik olmadığına göre yukarıdaki ayetler ile Mü'min s. 46. ayetinin "Kabir azabı" na delil olması konusunda bir çelişki olduğu görülmektedir. Bu çelişkiyi "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile çözmeye kalkarsak çok büyük bir cürüm işlenmiş olacağı açıktır. Bu metoda göre ayeti okuduğumuz takdirde rivayetlerin bize empoze ettiği bir konuyu Kur'andan delili olmamasına rağmen kabul etmek zorunda kalacağımız gibi Kur'anı çelişkili bir Kitap durumuna düşürmüş olacağız.
Bu ayeti öyle bir okuma metoduna tabi tutmalıyızki , ölüm ile yeniden diriliş arasını anlatan ayetler ile aralarında herhangi bir çelişki doğmasın . TAKDİM-TEHİR usulu Kur'anda bazı ayetlerdeki lafızların öne bazı lafızların arkaya gelmesi şeklinde kendisini göstermektedir, bunu kolay anlamak için bir kaç ayet vermek gerekmektedir.
Festecebnâ leh(lehu), ve vehebnâ lehu yahyâ ve aslahnâ lehu zevceh(zevcehu), innehum kânû yusâriûne fil hayrâti ve yed’ûnenâ regaben ve rehebâ(reheben), ve kânû lenâ hâşiîn(hâşiîne).
21-90 Biz de ona icabet ederek, Yahya'yi bahsetmis, esini de dogum yapacak hale getirmistik. Dogrusu onlar iyi islerde yarisiyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvariyorlardi. Bize karsi gonulden saygi duyuyorlardi.
Enbiya s. 90. ayetinde önce Yahyanın bahşedildiği , sonra Zekeriyanın eşinin doğum yapacak hale getirilmesinden bahsedilmektedir. Halbuki bir kadın önce eşinin doğum yapacak hale getirilerek sonra Yahyanın bahşedilmiş olduğu bilinmektedir , dolayısı ile ayette takdim-tehir vardır ve olması gereken "Eşini doğum yapacak hale getirip Yahya yı bahşetmiştik" şeklindedir.
Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etbeahum fir’avnu ve cunûduhu bagyen ve advâ(adven), hattâ izâ edrekehul gareku kâle âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel muslimîn(muslimîne).
10.90] İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: «İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım» dedi.
Yunus s. 90 . ayetinde önce İsrailoğullarının denizden geçirildiği , sonra Firavun ve askerlerinin onların peşine düştükleri şeklinde bir ibare görmekteyiz, halbuki Firavun ve askerleri İsrailoğullarının peşine denizden geçmeden önce düşmüşlerdir. Bu ayette de takdim tehir görülmekte olup ibare "Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler ve İsrailoğullarını denizden geçirdik" olmalıdır.
Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur(nuzuri).
54.16.Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
Kalem s. 16-18-21-30-37-39. ayetlerde azabın uyarıdan önce geldiğini görmekteyiz, halbuki önce uyarı sonra azab gelmesi gerekirdi , bu ayetlerdede takdim tehir görülmektedir.
Bu örneklerden sonra Mü'min s. 46. ayetine gelebiliriz; Kur'andaki diğer ayetlerden anlaşıldığı üzere yeniden dirilişe kadar geçen zaman içinde kabirlerde yatanlar herhangi bir azab görmemektedirler ve kalkışlarında böyle bir azabı gördüklerine dair herhangi bir konuşmada bulunmamaktadırlar. Öyleyse bu ayetin kabir azabına delalet ettiğini iddia etmek Kur'anda bir çelişki meydana getirecektir.
En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ(aşiyyen) ve yevme tekûmus sâah(sâatu), edhılû âle firavne eşeddel azâb(azâbi).
[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
Kıyamet çatmadan önce ateş olmadığına göre bu ayeti takdim-tehir kuralına uygun bir okumaya tabi tutup şu şekilde okuyabiliriz.
"Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar."
Mü'min s. 46. ayetinin bu şekil bir tertibi , kabir azabı ile herhangi bir bağ kurulmasına mahal bırakmadığı gibi , kabir azabı ile bir bağ kurularak Kur'anın çelişkili bir Kitap olmuş olması kapısını da kapatmaktadır.
Ayette ki "sabah akşam" ibaresi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz ; bu şekil bir ifade olayın sadece günde iki vakit içinde gerçekleşeceğini değil devamlılık ve süreklilik ifadesidir buna benzer bir ifadeyi Meryem s. 62. ayetinde Cennet ehli ile alakalı olan bir anlatımda görmekteyiz.
[019.062] Orada hiç boş söz işitmezler; ancak bir «Selam» işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır.
Bazı okurların içinin ferahlaması için şunları söylemek isteriz ; Bu şekil bir okuma sadece kendi çıkarsamamız olan bir okuma değildir. Kurtubi tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak Ferra dan şu görüşler nakledilmektedir.
"el-Ferra ise âyet-i kerimede bir takdim ve tehir olduğunu kabul etmektedir. Buna göre âyetin anlam sıralanışı şöyledir: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun"; "ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar." O böylece ateşe arzedilmeyi ahirette kabul etmiş olmaktadır."
Dikkat edilecek olursa burada önemli bir ayrıntı vardır , Ferra nın ateşe arz edilmeyi ahirette kabul etmiş olması , onun kabir azabını kabul etmediği anlamına gelmektedir. Geçmişte yaşamış alimler içinde Kur'ani anlamda çıkarımlarda bulunanlar mutlaka olmuş olmasına rağmen , bunların azınlıkta kaldığı veya mahalle baskısına tabi tutularak görüşlerini açıklamaktan çekindiğini düşünmekteyiz.
Günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış olan İbni Kuteybe nin Hadis Müdafaası" adı ile türkçeye çevrilen eserinde "recm cezasını inkar edenler" şeklinde açtığı bir başlıkta, ayetleri takla attırarak , bu cezaya karşı çıkanlara , Hadis Müdafaası yaptığını görmüş olmamızın arka planında aynı şekilde o devirde Kur'anı savunanların olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; Ayetlerin rivayetlere feda edilmesinin bir örneği olan , Mü'min s. 46. ayeti bağlamından kopuk ve ön kabullu yapılan bir okuma sonucu, kökü Kur'anda değil de rivayetlerde olan bir konu olan, "Kabir Azabı" konusu ile ilişiklendirilerek rivayete feda edilmiş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Ayet halbuki cımbızla seçilecek bir Ayet olmayıp 23-53. ayetler arası bağlamı olan bir ayettir. Ön kabullu bir okumaya tabi tutulmadan yapılacak bir okumada, Firavuna karşı hakkı haykıran yiğit bir muvahhid in örnekliği açıkça görülebilecek iken , maalesef ön kabullere kurban edilerek örneklik ıskalanmış ve alakasız bir konuyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Yapmaya çalıştığımız okuma diğer Kur'an ayetlerinin delaleti ile olup "Kabir azabı vardır" düşüncesinin karşıtı olarak "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir düşüncenin ürünü değildir. Bunlara rağmen , "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" diyenlere söyleyecek herhangi bir söz bulamıyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Konuya geçmeden önce şunları yeniden hatırlatmak istiyoruz; Kur'an ön kabuller doğrultusunda okunan bir Kitap mesabesine sokulduğu an , isteyenin istediği şeyi çıkarabileceği bir Kitab haline dönüşür. Konu ile ayetlerin Kur'an bütünlüğü gözetilmeden okunarak yapılan bir çıkarım mutlaka eksiklik ve hataları barındıracaktır. Mü'min s. 46. ayeti tek başına okunarak mesajı anlaşılabilecek bir Ayet değildir. 23-53. ayetler arası anlatılan bir konunun içinde olan bir ayet olup bu konuyla ilgili olarak " https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/11/mumin-s-23-53-ayetleri-firavun.html" başlıklı bir yazımızda onu ile ilgili ayetlerin mesajını anlamaya çalıştık.
[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Yukarıdaki Ayet mealleri Kitap ta herhangi bir çelişki veya eğrilik bulunmadığını beyan eden ayetler olup, "Kabir azabı" konusu ile Kitapta sanki bir eğrilik varmış gibi bir durum oluşturulmuş olmaktadır şöyleki ;
Kur'an okurken yapılması gereken şey, kafadaki ön kabullere uygun ayet aramak değil, okunan ayetlerin mesajını anlamaya çalışmak olmalıdır , şimdi konumuza geçebiliriz.
Kur'anda bir çok ayet kıyamet sonrası kabirlerden kalkanların kendi aralarındaki konuşmalarından bahsetmektedir.
-----17.052 O, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsınız. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.
-----020.103-104 Onlar, aralarında: «On günden fazla durmadınız.» diye gizli gizli konuşacaklar. Onların sözünü ettiklerini biz daha iyi biliyoruz. Tutulan yol bakımından onların daha üst olanları ise: «Siz yalnızca bir gün kaldınız» derler.
-----023.112-113-114 Allah onlara yine: «Yeryüzünde kaç yıl kaldınız» der.«Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor» derler.Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
-----030.055-56 Kıyamet koptuğu gün suçlular sadece çok kısa bir müddet kalmış olduklarına yemin ederler. Böylece onlar dünyada da aldatılıp haktan döndürülüyorlardı.Kendilerine ilim ve iman verilenler; «And olsun ki, siz Allah'ın yazısında mevcut yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür, fakat sizler anlamıyordunuz» derler.
-----010.045 Onları toplayacağı kıyamet günü, sanki gündüz, birbirleriyle sadece tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Allah'ın karşısına çıkmayı yalan sayanlar kaybetmişlerdir.
-----046.035 O halde üstün irade sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedilik etme! Onlar, kendilerine va'dedilen acıyı görecekleri gün, gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir. Bu yeterli bir tebliğdir. Demek ki, helak edilecekler, başkası değil, ancak itaattan çıkmış fasıklar topluluğudur!
-----079.046 Onlar, onu (kıyameti) görecekleri gün, sanki bir akşam veya bir kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.
----- 036.052 «Vah halimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?» derler. Onlara: «İşte Rahman olan Allah'ın vadettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi» denir.
-----037.019-20-21İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.Şöyle derler: «Vay bize! İşte bu ceza günüdür.»Onlara: «İşte bu, yalanladığınız hüküm günüdür» denir.
-----054.007-8 Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----070.043-4 O gün onlar, sanki dikili bir şeye koşuyorlar gibi, gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete bürünmüş bir halde kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri , kıyamet sonrası yeniden dirilenlerin kendi aralarındaki yapacak oldukları konuşmalardır. Şimdi sorarız , eğer bu kişiler kabirlerinde herhangi bir azab görseler idi gördükleri azab ile ilgili konuşmalardahiç bulunmazlarmıydı?.
Yukarıdaki Ayetlerden anlaşılması gereken , Dünya hayatını bitirerek kabre girmiş olan bir kişi kıyamet sonrası kalkışa kadar belki binlerce sene kabirde kalmış olsa bile, ne kadar dahi kaldığını bilemeyecek bir şekilde kabrinde yeniden dirilmeyi beklemektedir ve yeniden dirilince ne kadar kaldığından habersiz oldukları konusundaki ayetler bizlere yeterli bilgiyi vermektedir.
Kur'anda hiç bir şekilde çelişki ve eğrilik olmadığına göre yukarıdaki ayetler ile Mü'min s. 46. ayetinin "Kabir azabı" na delil olması konusunda bir çelişki olduğu görülmektedir. Bu çelişkiyi "Ayetlerin rivayetlere feda edilmesi" metodu ile çözmeye kalkarsak çok büyük bir cürüm işlenmiş olacağı açıktır. Bu metoda göre ayeti okuduğumuz takdirde rivayetlerin bize empoze ettiği bir konuyu Kur'andan delili olmamasına rağmen kabul etmek zorunda kalacağımız gibi Kur'anı çelişkili bir Kitap durumuna düşürmüş olacağız.
Bu ayeti öyle bir okuma metoduna tabi tutmalıyızki , ölüm ile yeniden diriliş arasını anlatan ayetler ile aralarında herhangi bir çelişki doğmasın . TAKDİM-TEHİR usulu Kur'anda bazı ayetlerdeki lafızların öne bazı lafızların arkaya gelmesi şeklinde kendisini göstermektedir, bunu kolay anlamak için bir kaç ayet vermek gerekmektedir.
Festecebnâ leh(lehu), ve vehebnâ lehu yahyâ ve aslahnâ lehu zevceh(zevcehu), innehum kânû yusâriûne fil hayrâti ve yed’ûnenâ regaben ve rehebâ(reheben), ve kânû lenâ hâşiîn(hâşiîne).
21-90 Biz de ona icabet ederek, Yahya'yi bahsetmis, esini de dogum yapacak hale getirmistik. Dogrusu onlar iyi islerde yarisiyorlar, korkarak ve umarak Bize yalvariyorlardi. Bize karsi gonulden saygi duyuyorlardi.
Enbiya s. 90. ayetinde önce Yahyanın bahşedildiği , sonra Zekeriyanın eşinin doğum yapacak hale getirilmesinden bahsedilmektedir. Halbuki bir kadın önce eşinin doğum yapacak hale getirilerek sonra Yahyanın bahşedilmiş olduğu bilinmektedir , dolayısı ile ayette takdim-tehir vardır ve olması gereken "Eşini doğum yapacak hale getirip Yahya yı bahşetmiştik" şeklindedir.
Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etbeahum fir’avnu ve cunûduhu bagyen ve advâ(adven), hattâ izâ edrekehul gareku kâle âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel muslimîn(muslimîne).
10.90] İsrailoğullarını denizden geçirdik, Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler. Firavun boğulacağı anda: «İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına inandım, artık ben O'na teslim olanlardanım» dedi.
Yunus s. 90 . ayetinde önce İsrailoğullarının denizden geçirildiği , sonra Firavun ve askerlerinin onların peşine düştükleri şeklinde bir ibare görmekteyiz, halbuki Firavun ve askerleri İsrailoğullarının peşine denizden geçmeden önce düşmüşlerdir. Bu ayette de takdim tehir görülmekte olup ibare "Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla ardlarına düştüler ve İsrailoğullarını denizden geçirdik" olmalıdır.
Fe keyfe kâne azâbî ve nuzur(nuzuri).
54.16.Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?
Kalem s. 16-18-21-30-37-39. ayetlerde azabın uyarıdan önce geldiğini görmekteyiz, halbuki önce uyarı sonra azab gelmesi gerekirdi , bu ayetlerdede takdim tehir görülmektedir.
Bu örneklerden sonra Mü'min s. 46. ayetine gelebiliriz; Kur'andaki diğer ayetlerden anlaşıldığı üzere yeniden dirilişe kadar geçen zaman içinde kabirlerde yatanlar herhangi bir azab görmemektedirler ve kalkışlarında böyle bir azabı gördüklerine dair herhangi bir konuşmada bulunmamaktadırlar. Öyleyse bu ayetin kabir azabına delalet ettiğini iddia etmek Kur'anda bir çelişki meydana getirecektir.
En nâru yu’radûne aleyhâ guduvven ve aşiyyâ(aşiyyen) ve yevme tekûmus sâah(sâatu), edhılû âle firavne eşeddel azâb(azâbi).
[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
Kıyamet çatmadan önce ateş olmadığına göre bu ayeti takdim-tehir kuralına uygun bir okumaya tabi tutup şu şekilde okuyabiliriz.
"Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar."
Mü'min s. 46. ayetinin bu şekil bir tertibi , kabir azabı ile herhangi bir bağ kurulmasına mahal bırakmadığı gibi , kabir azabı ile bir bağ kurularak Kur'anın çelişkili bir Kitap olmuş olması kapısını da kapatmaktadır.
Ayette ki "sabah akşam" ibaresi üzerinde de kısaca durmak istiyoruz ; bu şekil bir ifade olayın sadece günde iki vakit içinde gerçekleşeceğini değil devamlılık ve süreklilik ifadesidir buna benzer bir ifadeyi Meryem s. 62. ayetinde Cennet ehli ile alakalı olan bir anlatımda görmekteyiz.
[019.062] Orada hiç boş söz işitmezler; ancak bir «Selam» işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır.
Bazı okurların içinin ferahlaması için şunları söylemek isteriz ; Bu şekil bir okuma sadece kendi çıkarsamamız olan bir okuma değildir. Kurtubi tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak Ferra dan şu görüşler nakledilmektedir.
"el-Ferra ise âyet-i kerimede bir takdim ve tehir olduğunu kabul etmektedir. Buna göre âyetin anlam sıralanışı şöyledir: "Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun"; "ateştir o, onlar sabah akşam ona arzolunurlar." O böylece ateşe arzedilmeyi ahirette kabul etmiş olmaktadır."
Dikkat edilecek olursa burada önemli bir ayrıntı vardır , Ferra nın ateşe arz edilmeyi ahirette kabul etmiş olması , onun kabir azabını kabul etmediği anlamına gelmektedir. Geçmişte yaşamış alimler içinde Kur'ani anlamda çıkarımlarda bulunanlar mutlaka olmuş olmasına rağmen , bunların azınlıkta kaldığı veya mahalle baskısına tabi tutularak görüşlerini açıklamaktan çekindiğini düşünmekteyiz.
Günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış olan İbni Kuteybe nin Hadis Müdafaası" adı ile türkçeye çevrilen eserinde "recm cezasını inkar edenler" şeklinde açtığı bir başlıkta, ayetleri takla attırarak , bu cezaya karşı çıkanlara , Hadis Müdafaası yaptığını görmüş olmamızın arka planında aynı şekilde o devirde Kur'anı savunanların olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; Ayetlerin rivayetlere feda edilmesinin bir örneği olan , Mü'min s. 46. ayeti bağlamından kopuk ve ön kabullu yapılan bir okuma sonucu, kökü Kur'anda değil de rivayetlerde olan bir konu olan, "Kabir Azabı" konusu ile ilişiklendirilerek rivayete feda edilmiş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Ayet halbuki cımbızla seçilecek bir Ayet olmayıp 23-53. ayetler arası bağlamı olan bir ayettir. Ön kabullu bir okumaya tabi tutulmadan yapılacak bir okumada, Firavuna karşı hakkı haykıran yiğit bir muvahhid in örnekliği açıkça görülebilecek iken , maalesef ön kabullere kurban edilerek örneklik ıskalanmış ve alakasız bir konuyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır. Yapmaya çalıştığımız okuma diğer Kur'an ayetlerinin delaleti ile olup "Kabir azabı vardır" düşüncesinin karşıtı olarak "Kabir azabı yoktur" şeklinde bir düşüncenin ürünü değildir. Bunlara rağmen , "Ayet var diyorsun ama Hadis var kardeşim" diyenlere söyleyecek herhangi bir söz bulamıyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Kasım 2014 Perşembe
Mü'min s. 23-53. Ayetleri Firavun Sarayındaki Bir Muvahhid
Kur'an
kıssaları bizden öncekilerin başlarından geçen olayları aktararak ibret
almamızı amaçlayan anlatımlardır. Musa(a.s) kıssası; Kur’an'da hacim
itibarı ile en fazla yer kaplayan kıssalardan olup, mesaj değeri
açısından ibretli anlatımları içinde barındırmaktadır.
MÜ'MİN 23-53 arası ayetleri; Musa(a.s) kıssasının anlatıldığı ayetlerden olup, bu kıssa içinde öne çıkan bir kişi vardır ki “en büyük cihadın zalim sultana karşı söylenen hak söz"
olduğunu pratiğe geçiren bir kişidir. Kur'an kıssaları; özellikle
tevhidî duruşun geçmiş örneklerini sergilemesi açısından önemli bilgiler
deposu olup, bu bilgiler ve örneklikler ışığında bizlerin yürümesi
gerekmektedir.
Parmak,
ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmayı adet edinmiş olan biz
Müslümanlar, ortada duran örnekliği ıskalayarak kıssa içindeki 46. ayete
takılıyoruz. Kur'an içinde olmayan bir düşüncenin, Kur’an'a
onaylatılması çabası içine düşerek, "kabir azabı" düşüncesini red
eden onca ayete rağmen, sadece bu ayeti cımbızlayarak bu konuya delil
getirme çabasına düşüyoruz. Konumuz kabir azabı olmadığı için sadece
kısa bir hatırlatma olarak esas konumuza geçmek istiyoruz. Ayetlerin
meali şu şekildedir;
[040.023] Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık yetki ile gönderdik.
[040.024] Firavun'a, Haman'a ve Karün'a; onlar dediler ki: «Bu bir sihirbaz, bir yalancı.»
[040.025] İşte
o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman
edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama
kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.
[040.026]
Firavun demişti ki: Bırakın beni de Musa'yı öldüreyim. O ise Rabbına
yalvaradursun. Onun, sizin dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde
fesad çıkarmasından korkuyorum.
[040.027] Musa dedi ki: «Gerçekten ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığınırım.»
[040.028]
Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü'min bir adam dedi ki:
«Siz, benim Rabbim Allah'tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o,
size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır. Buna rağmen o
eğer bir yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir; ve eğer doğru söyleyen
ise, (o zaman da) size va'dettiklerinin bir bölümü size isabet eder.
Şüphesiz Allah, ölçüyü taşıran, çok yalan söyleyeni hidayete erdirmez.»
[040.029]
«Ey Kavmim, bugün mülk sizindir, yeryüzünde de hüküm sahibi
kimselersiniz. Fakat bize Allah'tan dayanılmaz bir azab gelecek olursa
bize kim yardımcı olabilecek?» Firavun dedi ki: «Ben, size yalnızca
gördüğümü (kendi görüşümü) gösteriyorum ve ben sizi doğru olan yoldan da
başkasına yöneltmiyorum.»
[040.030] O iman etmiş olan kişi: «Ey kavmim, doğrusu ben sizin hakkınızda Ahzab (eski topluluklar)ın günleri gibi bir günden korkuyorum.
[040.031] «Nuh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra gelenlerin durumuna benzer (bir gün). Allah, kullar için zulüm istemez.»
[040.032] Ey kavmim; doğrusu ben, sizin için o feryad gününden endişe ediyorum.
[040.033]
«Arkanızı dönüp kaçacağınız gün; sizi Allah'tan koruyacak yoktur.
Allah, kimi saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bulunmaz.»
[040.034]
«Andolsun, daha önce Yusuf da size apaçık belgeler getirmişti. O zaman
size getirdikleri hakkında kuşkuya kapılıp durmuştunuz. Sonunda o, vefat
edince, demiştiniz ki: «Allah, ondan sonra kesin olarak bir resul
göndermez.» İşte Allah, ölçüyü taşıran, şüpheci kimseyi böyle saptırır.»
[040.035]
Onlar ki, kendilerine gelmiş hiçbir bürhan olmaksızın Allah'ın
âyetlerinde mücadelede bulunurlar. Allah indinde ve imân edenlerin
indinde büyük bir gazap (vesilesi) olmuştur. İşte Allah, her mütekebbir,
cebbâr olanın kalbini öyle mühürler.
[040.036] Ve Fir'avun dedi ki: «Ey Haman! Benim için bir yüksek köşk yap. Belki, ben yollara ulaşırım.»
[040.037]
«Göklerin yollarına. Böylelikle Musa'nın ilahına çıkabilirim. Çünkü
ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum. İşte Firavun'a, kötü ameli böyle
çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun'un hileli-düzeni, 'yıkım ve
kayıpta' olmaktan başka (bir şey) olmadı.
[040.038] İman eden (adam) dedi ki: «Ey Kavmim, siz bana tabi olun, ben sizi doğru yola iletip-yönelteyim.»
[040.039] Ey kavmım! Bu Dünya hayatı ancak (bir meta') bir kazançtan ıbarettir, Âhıret ise (Dârülkarar) durulacak yurddur
[040.040]
«Kim bir kötülük işlerse, sadece o kadar cezalandırılır. Ama, mümin
olarak, ister erkek ister kadın, kim makbul ve güzel bir iş yaparsa,
işte onlar cennete girer ve orada hesapsız nimetlere nail olurlar.»
[040.041] «Ey Kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırmaktayken, siz beni ateşe çağırmaktasınız.»
[040.042]
«Çünkü benim, Allah’ı inkâr etmemi ve O’nun ortağı olduğuna dair hiçbir
bilgim olmayan şeyleri, Kendisine şerik yapmamı teklif ediyorsunuz. Ben
ise sizi (üstün kudret sahibi ve mağfireti pek bol olan) o azîz ve
gaffâr’ın yoluna dâvet ediyorum.»
[040.043]
Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de
davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah'adır, aşırı gidenler de
ateş ehlinin kendileridir.
[040.044]
«Size söylediğim şu sözleri yakında hatırlayacaksınız. Artık ben işimi
Allah’a bırakıyorum. Çünkü Allah kullarını pek iyi görmektedir.»
[040.045] Onun için Allah, onu onların kurdukları tuzağın fenalıklarından korudu ve Firavun'un ailesini o kötü azap kuşattı.
[040.046]
Ateş; onlar, sabah akşam ona karşı sunulur dururlar. Kıyamet kopacağı
gün de: «Tıkın Firavun ailesini en şiddetli azaba!» (denilir).
[040.047] Ateşin
içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar,
büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş
(teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun,
bizden uzaklaştırabilir misiniz?»
[040.048]
Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin) içindeyiz;
gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık) .»
[040.049] Ateşte
olanlar bu sefer, cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize bizim için
yalvarın. Bir gün olsun, azabımızı hafifletsin!» derler.
[040.050]
(Bekçiler:) «Size kendi resulleriniz apaçık belgelerle gelmez miydi?»
dediler. Onlar: «Evet» dediler. (Bekçiler:) «Şu halde siz dua edin»
dediler. Oysa kâfirlerin duası, çıkmazda olmaktan başkası değildir.
[040.051] Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.
[040.052] O gün zalimlere mazeretleri fayda sağlamaz. Onlara sadece lânet vardır! Onlara sadece kötü bir yurt vardır!
[040.053] Andolsun biz Musa'ya hidayeti verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras bıraktık.
Ayetleri
bütünlük içinde okuduğumuzda; dünya hayatını şirk ve müstekbirlikle
geçirmiş olanların ahiret hayatındaki durumları anlatılmakta olup, "ayağınızı denk alın"
mesajı verilmektedir. Ayetlerin teker teker üzerinde durmaktan çok,
anlatılan kıssa içindeki şahsın örnekliği üzerinde durarak bizlere düşen
hisseyi anlamaya çalışacağız.
Firavun
- Haman - Karun-Bel'am sembol isimler olarak her devirde yaşayan ve
yaşayacak olan, vahiy karşıtlarının en tepede olanları ve halkı
yönlendirenleridir. Firavunlar; emri altında yaşayanlara kendi ilah ve
Rablıklarını empoze ederek, Allah’tan rol çalmaya soyunmaktadırlar.
Hamanlar ise; bu Firavunların en büyük yardımcıları olup, onlara yol
gösterenlerdir. Karunlar ise bunların para kaynaklarıdır. Bu şeytan
üçgeni; her zaman dilimi içinde yaşayan ve yaşayacak olan tipler olup,
emri altındakileri Allah yolundan çevirip kendilerine kul etmek için
çabalamaktadırlar.
25.
ayetteki soykırım; ikinci bir soykırım başlangıcı olup, ilki Musa(a.s)
doğmadan önce başlamış ve annesinin onu öldürülmekten kurtarmak için
nehre bırakması ve sarayda büyütülmesi ile devam eden bir süreçti.
İkinci soykırım; sihirbazların imanı sonrası yenilen Firavun’un, bu
yenilgiyi örtmek amacı ile başlattığı bir intikam soykırımı olması,
bizce daha makul görünmektedir.
Bu
olaylar akabinde o zamana kadar Mü'min olduğunu saklayan Firavun
ailesinden olan birisi ortaya çıkar ve bu zulme karşı başkaldırır. Bu
ayetlerde öne çıkması gereken şeyin; bu kişi ve onun mücadele örnekliği
olması gerektiğini düşünmekteyiz.
Firavun;
konum itibarı ile kendisini ilah ve rab ilan ederek, elinin
altındakiler üzerinde büyük bir baskı ve zulüm hegemonyası kurmuş bir
vaziyette idi. Bu durum altında, hem de onun ailesinden olan birisinin
böyle bir kıyama kalkmasının önemli bir mesajı vardır. Firavun’un bu
baskısı YUNUS 83 ayetinde şu şekilde dile getirilmektedir.
[010.083] Sonunda
Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun
ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla-
iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir
zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.
Kıssada
bahsedilen kişinin "Firavun ailesinden" şeklinde bahsedilmesi; onun
sıradan bir insan olmadığını göstermektedir. İnsanların dünya hayatına
olan rağbetleri, hele bu insan servet ve ihtişam içinde bir hayat
sürdürüyor ise, ahireti umursamayacak bir duruma götürür.
Böyle
müreffeh bir hayat süren insanların; bu hayatlarını bırakarak bunun
tersi bir durumda hayat sürmeleri, nefslerin kaldırabileceği bir durum
değildir. Firavun'un sihirbazlarının, onun kendilerine vaat ettiği
dünyalıkları red ederek ölümü seçmeleri; imanını saklayan kişiye de
örnek olduğunu düşünmekteyiz. Bu yiğit adamın ortaya çıkışı,
sihirbazların mağlup olarak iman etmeleri ve sonucunda öldürülmelerine
varan olayların sonrası olması bu tezimizi güçlendirmektedir.
[003.014] Kadınlara,
oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere,
ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir.
Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah
katındadır.
[009.024] De
ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Bu
yiğit Muvahhit'in örnekliği okunmalı ve hayata yansıtılmalıdır.
İnsanların kendilerinden mal, servet ve güç bakımından daha üstün olan
birisine tâbi olmaları şeklindeki yönelimleri bir realitedir. Allah(c.c)
bu yönelimin kendisine olması gerektiğini çünkü yeryüzünde kendisinin
malını, servetini, gücünü geçebilecek veya kırabilecek hiç bir gücün
olmadığını bizlere bildirmektedir.
Kendilerine
yeryüzünde emanet olarak verilen mal, güç ve serveti bunları verenin
emri doğrultusunda değil, bunları vereni unutarak, kendisinin
kazandığını zannederek ilahlığa ve Rablığa soyunanlar her devirde var
olmuştur ve olacaktır. Firavun bu vasıflara uygun bir yönetici tipi
olarak bizlere anlatılmaktadır.
Firavunlar;
çevresinde olan insanları, kendi iktidarlarını sağlama almak için
kullanmakta ve onlara nefslerin hoşlandığı şeyler olan geçici dünya
metaından faydalandırarak yanlarına almaktadır. Bu şekil hayat tarzı ile
yaşayan insanlar, Firavunların sağladıkları geçici mal ve servetten
ayrılmak asla istemezler ve bu hayatlarının devamı için Firavunlara
yaltaklanmayı sürdürürler.
Allah(c.c);
Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’ı Firavun’a göndererek bu zulme son
vermesini istemiş, Firavun ise bu çağrıyı red ederek ilah ve Rablığın
kendisine ait olduğunu ileri sürmüştür. İşte böyle bir ortam içinde
hayat süren bir kişi, kalkıyor ve Firavun’un ilahlığını ve Rablığını red
eden bir konuşmayı onun yüzüne karşı yaparak içinde bulunduğu imkanları
tepmeye cesaret edebiliyor. Bu yiğit Muvahhit, maalesef Kur'an
sayfaları içinde görülmeyen bir kişi olarak her gün defalarca okunup
geçilmektedir.
Bugün bu yiğit Muvahhit'in örnekliği Kur'an sayfalarının içinden çıkarılarak nasıl hayata geçirilebilir?
Günümüzdeki
Firavunvâri yönetimler; iktidarlarını sağlama almak için kendilerine
müdahene eden, yani yağcılık eden bir tabaka oluşturmak zorundadırlar.
Bunu da içinde bulundukları yönetim nimetlerinden o insanları
faydalandırarak, vazgeçilmesi zor bir servet, güç ve ihtişama boğarak,
göbeklerinden kendilerine bağlayarak yapmaktadırlar.
Bu
durumu Türkiye genelinde düşündüğümüz zaman; bugünkü iktidarın, ayakta
kalmak için bir kısım Müslümanlar ile karşılıklı müdahene, yani tavizkâr
bir tutum içine girdiğini ve bir kısım "Din Âlimi" etiketi taşıyan
insanlara, bir takım tavizler vererek ve onları göbeklerinden
bağlayarak, iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gittiği görülmektedir.
Burada
Firavun’un sihirbazları ile Firavun ailesinden olan insanın
örnekliğinin devreye girmesi gerekmektedir. Bu yiğitler ölümü göze
alarak Firavun’un kendilerine sunduğu dünyalıkları red edip, onun ilah
ve rab olmadığını, gerçek İlah ve Rabb’ın alemleri yaratan olduğunu
haykırmışlardır.
Bugün
Türkiye’de "Din Âlimi" veya "Kanaat Önderi" pozisyonunda olarak
insanların fikirlerini etkileyen insanların, dini kullanarak iktidara
karşı yamulmaları acı bir tablodur. İktidar nimetlerinden faydalanma
karşılığında, onların iktidar lehine olan "söylem"leri veya
"söylememe”leri, onlara vebal olarak yeter.
Daha
acı olan taraf şudur ki; bugün bu yiğit muvahhidin yapmış olduğu kıyam,
suistimale uğratılmaya çalışılarak içinde bulunduğumuz tağûdî sistem
içinde görev almak ile o yiğit Muvahhit arasında bir benzerlik kurulmaya
ve sistem bir şekilde meşru gösterilmeye çalışılmaktadır. Firavun
ailesinden olan o yiğit Muvahhit’in belli bir zaman kendini saklaması
ile bugün siyasi mücadele içinde olan muhafazakar partiler, kendileri
ile o yiğit arasında bir benzerlik kurarak yaptıklarına meşruiyet arama
gayretindedirler.
Bu
düşüncede olup da ayetlere takla attıran muhafazakarlara sözümüz şudur;
hadi Kitap’ı doğru düzgün okumuyor, içindeki örneklikleri kaale
almıyorsunuz, hiç olmazsa ayetlere takla attırarak yamultmayın ve bu
Kitap'ı kendi hatalarınızı meşru gösteren bir noter kitabı haline
getirmeyin.
Müslüman
olarak sadece Allah’a teslim olmak demenin ne demek olduğunu veya ne
demek olması gerektiğini avamdan daha iyi bilen bu âlimler, avama sadece
Allah'a kul olmaları gerektiğini anlatacakları yerde; iktidara kul
olmalarını anlatmaları en hafif deyimle yakışık alan bir durum değildir.
Vakıf ve derneklerinde "Kur'an
tefsiri" çalışmalarına önayak olan bu alimlerin, özellikle zulme karşı
tevhidî duruş sergileyen yiğit Muvahhitlerin kıssalarını hiç kimseden
korkmadan, çekinmeden, başımız derde girer korkusu olmadan anlatmaları,
özellikle de kıssayı yaşamaları gerekirken; bunun tersini anlatmaları
akıl alacak bir şey değildir.
Geleneksel
din inancı içinde olanlardan böyle bir şey beklemek bile abesle iştigal
olduğu için, o kesim âlimlerine en ufak bir serzenişte bile
bulunmuyoruz. Serzenişimiz; Kur’an'ın Türkiye’de gündem olmasına vesile
olup da bir şekilde iktidardan yana tavır almak zorunda kalan, dünün
tevhidî söylem alimlerinedir.
Geleneksel
din inancı içinde olanlar koskoca kıssada verilmek istenen mesajın
peşine düşmek şöyle dursun, Kur’an’da olmayan bir inancı Kur’an’a
onaylatmak için sadece 46. ayeti görüp "bak işte burada kabir azabından bahsediliyor" diyerek trajikomik bir okuma sergilemişlerdir.
Sonuç olarak; Kur’an’ın en temel çağrısı olan "sadece ve sadece Allah(c.c)'nin İlah ve Rabb olarak bilinmesi ve ona uygun bir hayat sürülmesi"
tarihin her devrinde ortaya çıkan sahte ilah ve rablar tarafından
sekteye uğratılmaya çalışılmıştır. Firavun bu bağlamda prototip bir
yönetici olup evrensel bir karakterdir. Bu Firavunlara karşılık her
devirde hakkı haykıran, zalim sultana karşı çıkan yiğitler de var olmuş
ve olacaklardır.
MÜ'MİN
23-53 ayetleri arasında okuduğumuz kıssa içinde yiğit Muvahhit maalesef
Kur’an sayfaları arasında gömülü kalmış ve onun bu yiğitlik örnekliği
sadece sevap almak için okunan bir pasaj haline düşürülmüştür. Bizlere
düşen; bu tür örneklikleri okumak, ibret ve örnek vesikaları olarak
hayata aktarmak olmalıdır. Kur'an kıssalarını "eskilerin masalları"
olarak okumak yerine, bize dönük ibretli mesajlar şeklinde okuduğumuz
zaman; Kitap’ın içinde capcanlı duran bu tevhid eri bugün yaşayacak,
mevcut iktidara müdahene edenlere karşı sıcak bir tavır takınmayıp ve
kendisi hakkı ne pahasına olursa olsun haykıracaktı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR.
4 Kasım 2014 Salı
Tilavet Kelimesi Üzerine Bir Düşünce Çalışması
Kur'an arapça lisan üzerine inmiş bir Kitap olması nedeni ile , arapların günlük dilde kullandıkları kelimeler ile nazil olmuştur. Tilavet kelimesi de bu kelimelerden birisi olup meallere "okumak" şeklinde yansıtılmıştır. "Ka-ra-e" fiilinden türeyen kelimelerinde kullanıldığı Kur'anda bu kelime de "okumak" anlamı verilerek meallere yansıtılmıştır. Tilavet kelimesi sözlük anlamı olarak okumayı da içine almaktadır ancak diğer kelime olan "Karae" kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir.
"Telatün" ; Onu , ikisinin arasında kendilerinden olmayan bulunmayacağı bir ardışıklıkla takip etti , izledi . Bu takip etme bazen bedensel , bazen hükme uyma veya hükmü taklit etme şeklinde olur , bazende okuma ve anlamı tedebbür etme , düşünme şeklinde olur. (El Müfredat)
Kelimenin bu anlamından hareketle "Kur'anı tilavet etmek" deyimine , " Kur'anın arasına ondan onay almayan yani kendisinden olmayan bir şeyi koymadan onu takip etmek" şeklinde bir anlam vererek bu anlamın ne ifade edebileceği konusunda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetih(tilâvetihî) ulâike yu’minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne)
[002.121] Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onlardır onu tasdik edenler. Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir.
Bakara s. 121. ayeti bu kelimenin ifade etmek istediği anlamı en güzel ifade eden ayetlerden birisidir. Kitabı hakkını vererek izlemek ne demek olmalıdır konusunu biraz açalım;
Dini anlamda sahip olduğumuz bilgileri 1- kesin bilgi , 2- zanni bilgi olarak ayırmak mümkündür. Kesin bilgi sınıfına dahil edebileceğimiz tek ve yegane bilgi kaynağı Kur'andır. Bu kitabın içindeki bütün ayetler Allah (c.c) tarafından indirilmiş olup , Allah hakkında konuşmak için gerekli olan bilgi kaynağıdır.
[022.008] Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir doğruluk rehberine(hüden) ve ne de aydınlatan (münir) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.
[031.020] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi (hüden)ve aydınlatıcı(münir) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
Hacc s. 8. ve Lokman s. 20. ayetlerinde Allah hakkında konuşmak için "Hüden" (yol gösterici) , "Münir" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gereken bilgi kaynağının olmasını Rabbimiz şart koşmaktadır. Bu vasıflara sahip olan tek bir kitap vardır ki oda Kur'an dır .
Rabbimiz bizlere Din hakkında konuşmak için sadece ve sadece onun Kitabının yol gösterici olarak görülmesini şart koşarak diğer bütün bilgilerin bu kitaba göre değerlendirilmesini buyurmaktadır , peki öylemi yapıyoruz?.
Bugün ortada Din adına söylenmiş bir sürü mesele vardır ki bir çoğunun Din ile alakası yoktur ve bazıları tarafından Dinleştirilmiştir. Bu Dinleştirme işlemi nasıl meydana gelmiştir diye sorarsak şunları söyleyebiliriz.
Ortada herhangi bir sebebten ötürü meydana gelmiş bir ayrışım vardır , bu ayrışmanın tarafları kendi haklılıklarını illaki Dini bir kaynağa bağlamak için önce Peygambere isnad ettikleri bir hadis uydururlar. Hadis meselesi daha önce itiraz edilemez ve reddi küfür sayılacak bir konuma oturtulduğu için bu hadisi duyanlar bırakın itiraz etmeyi gıkını bile çıkaramazlar.
Bu hadis artık itiraz edilemez ve Dinin bir kuralı sayıldığı , Kur'anda bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulunamadığı için ,sıra o hadise göre ayeti te'vil etmeye gelecektir. Ayet için gerekli te'vil tefsirler veya mealler yolu ile yapıldıktan sonra artık iş tamam olup Kur'anda olmayan bir düşünce Kur'andan mış gibi gösterilir ve herkes bunun böyle olduğuna inanır , bunun adı İsrailoğullarının yaptığının bir benzeri olan tahrif'tir.
Halbuki Allah (c.c), Kitabı hakkı ile tilavet etmemizi yani onunla aramıza hiç bir bilgi kaynağı koymamamızı emretmişti. Bugün bir çok meselenin Kur'anda olmadığı ama rivayetler aracılığı ile Dine sokulduğu, sonrada bu rivayetlere uygun olarak Kitabın yorumlandığı bilinen bir gerçektir.
Halbuki Kitabı hakkı ile tilavet etmek demek , arasına herhangi bir bilgi kaynağı koymamak demekti. Çünkü Kitabın bilgi değeri kesin bilgi olup ,onun üstünde onun gibi aynı bilgi değerine sahip olan başka bir Kitap olamazdı ve diğer bilgilerin değerinin adı "zanni bilgi" idi.
"Zanni bilgi" değerine sahip olan kaynaklar , "kesin bilgi" değerine sahip olan , yol gösterici ve aydınlatıcı olanın önüne geçmiş ve Kitap bu kaynakların verdiği yol göstericilik ve aydınlatıcılık dahilinde okunuyor ve yorumlanıyor, bu bağlamda gelinen nokta önümüzdedir.
Bu gün Kitapların konumları değişmiş , Hüden ve Münir olan Kitap böyle bir vasfa asla sahip olmayan rivayet kitaplarının gölgesi altında kalmış , rivayet kitapları o Kitabın üzerine çıkarılmıştır.
Olması gereken durum ; Kitabın tek ve kesin bilgi kaynağı olduğundan hareketle onunla bizim aramıza herhangi zanni değer taşıyan bilgi kaynağı koymamak , bütün zanni bilgileri , o Kitabın verdiği bilgi ile okumak , anlamak ve yorumlamak olmaldır, bunun tersi yapılan bütün ameliyeler Allah tarafından red edilmekte ve bizden öncekilerin Kitaplarına uyguladıkları zulmün bir benzeri olduğu bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; "Tilavet" kelimesi , "takip edilen şey ile takip edenin arasına , takip edilenin cinsinde olmayan bir şey sokmayarak izlemek" anlamında bir kelime olup , bu kelimeyi "Kur'anı tilavet etmek" deyimi şeklinde kullanıdğımızda şöyle bir anlama geldiğini düşünmekteyiz. "Kesin bilgi" dediğimiz Kitabı okurken , anlarken,yorumlarken, "zanni bilgi" olarak vasıflanan hiç bir kaynağı o Kitabın arasına sokmamak gerekmektedir. "Zanni bilgi" değeri taşıyan bütün kaynaklar , "kesin bilgi" değeri taşıyan kaynağın yol göstericiliği ve aydınlığında okunmalı ve asla yer değişiminde bulunarak "zanni bilgi" ler , "kesin bilgi" lerin önüne geçirilmemelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Telatün" ; Onu , ikisinin arasında kendilerinden olmayan bulunmayacağı bir ardışıklıkla takip etti , izledi . Bu takip etme bazen bedensel , bazen hükme uyma veya hükmü taklit etme şeklinde olur , bazende okuma ve anlamı tedebbür etme , düşünme şeklinde olur. (El Müfredat)
Kelimenin bu anlamından hareketle "Kur'anı tilavet etmek" deyimine , " Kur'anın arasına ondan onay almayan yani kendisinden olmayan bir şeyi koymadan onu takip etmek" şeklinde bir anlam vererek bu anlamın ne ifade edebileceği konusunda düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Ellezîne âteynâhumul kitâbe yetlûnehu hakka tilâvetih(tilâvetihî) ulâike yu’minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne)
[002.121] Kendilerine verdiğimiz kitabı, lâyık olduğu şekilde okuyup izleyenler var ya, işte onlardır onu tasdik edenler. Kim onu inkâr ederse, işte onlar hüsrana uğrayacakların ta kendileridir.
Bakara s. 121. ayeti bu kelimenin ifade etmek istediği anlamı en güzel ifade eden ayetlerden birisidir. Kitabı hakkını vererek izlemek ne demek olmalıdır konusunu biraz açalım;
Dini anlamda sahip olduğumuz bilgileri 1- kesin bilgi , 2- zanni bilgi olarak ayırmak mümkündür. Kesin bilgi sınıfına dahil edebileceğimiz tek ve yegane bilgi kaynağı Kur'andır. Bu kitabın içindeki bütün ayetler Allah (c.c) tarafından indirilmiş olup , Allah hakkında konuşmak için gerekli olan bilgi kaynağıdır.
[022.008] Ve insanlardan öylesi de vardır ki, ne bir ilme ve ne bir doğruluk rehberine(hüden) ve ne de aydınlatan (münir) bir kitaba sahip olmaksızın Allah hakkında mücadelede bulunur.
[031.020] Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi (hüden)ve aydınlatıcı(münir) bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
Hacc s. 8. ve Lokman s. 20. ayetlerinde Allah hakkında konuşmak için "Hüden" (yol gösterici) , "Münir" (aydınlatıcı) özelliklerine sahip olması gereken bilgi kaynağının olmasını Rabbimiz şart koşmaktadır. Bu vasıflara sahip olan tek bir kitap vardır ki oda Kur'an dır .
Rabbimiz bizlere Din hakkında konuşmak için sadece ve sadece onun Kitabının yol gösterici olarak görülmesini şart koşarak diğer bütün bilgilerin bu kitaba göre değerlendirilmesini buyurmaktadır , peki öylemi yapıyoruz?.
Bugün ortada Din adına söylenmiş bir sürü mesele vardır ki bir çoğunun Din ile alakası yoktur ve bazıları tarafından Dinleştirilmiştir. Bu Dinleştirme işlemi nasıl meydana gelmiştir diye sorarsak şunları söyleyebiliriz.
Ortada herhangi bir sebebten ötürü meydana gelmiş bir ayrışım vardır , bu ayrışmanın tarafları kendi haklılıklarını illaki Dini bir kaynağa bağlamak için önce Peygambere isnad ettikleri bir hadis uydururlar. Hadis meselesi daha önce itiraz edilemez ve reddi küfür sayılacak bir konuma oturtulduğu için bu hadisi duyanlar bırakın itiraz etmeyi gıkını bile çıkaramazlar.
Bu hadis artık itiraz edilemez ve Dinin bir kuralı sayıldığı , Kur'anda bu düşünceyi destekleyen bir ayet bulunamadığı için ,sıra o hadise göre ayeti te'vil etmeye gelecektir. Ayet için gerekli te'vil tefsirler veya mealler yolu ile yapıldıktan sonra artık iş tamam olup Kur'anda olmayan bir düşünce Kur'andan mış gibi gösterilir ve herkes bunun böyle olduğuna inanır , bunun adı İsrailoğullarının yaptığının bir benzeri olan tahrif'tir.
Halbuki Allah (c.c), Kitabı hakkı ile tilavet etmemizi yani onunla aramıza hiç bir bilgi kaynağı koymamamızı emretmişti. Bugün bir çok meselenin Kur'anda olmadığı ama rivayetler aracılığı ile Dine sokulduğu, sonrada bu rivayetlere uygun olarak Kitabın yorumlandığı bilinen bir gerçektir.
Halbuki Kitabı hakkı ile tilavet etmek demek , arasına herhangi bir bilgi kaynağı koymamak demekti. Çünkü Kitabın bilgi değeri kesin bilgi olup ,onun üstünde onun gibi aynı bilgi değerine sahip olan başka bir Kitap olamazdı ve diğer bilgilerin değerinin adı "zanni bilgi" idi.
"Zanni bilgi" değerine sahip olan kaynaklar , "kesin bilgi" değerine sahip olan , yol gösterici ve aydınlatıcı olanın önüne geçmiş ve Kitap bu kaynakların verdiği yol göstericilik ve aydınlatıcılık dahilinde okunuyor ve yorumlanıyor, bu bağlamda gelinen nokta önümüzdedir.
Bu gün Kitapların konumları değişmiş , Hüden ve Münir olan Kitap böyle bir vasfa asla sahip olmayan rivayet kitaplarının gölgesi altında kalmış , rivayet kitapları o Kitabın üzerine çıkarılmıştır.
Olması gereken durum ; Kitabın tek ve kesin bilgi kaynağı olduğundan hareketle onunla bizim aramıza herhangi zanni değer taşıyan bilgi kaynağı koymamak , bütün zanni bilgileri , o Kitabın verdiği bilgi ile okumak , anlamak ve yorumlamak olmaldır, bunun tersi yapılan bütün ameliyeler Allah tarafından red edilmekte ve bizden öncekilerin Kitaplarına uyguladıkları zulmün bir benzeri olduğu bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; "Tilavet" kelimesi , "takip edilen şey ile takip edenin arasına , takip edilenin cinsinde olmayan bir şey sokmayarak izlemek" anlamında bir kelime olup , bu kelimeyi "Kur'anı tilavet etmek" deyimi şeklinde kullanıdğımızda şöyle bir anlama geldiğini düşünmekteyiz. "Kesin bilgi" dediğimiz Kitabı okurken , anlarken,yorumlarken, "zanni bilgi" olarak vasıflanan hiç bir kaynağı o Kitabın arasına sokmamak gerekmektedir. "Zanni bilgi" değeri taşıyan bütün kaynaklar , "kesin bilgi" değeri taşıyan kaynağın yol göstericiliği ve aydınlığında okunmalı ve asla yer değişiminde bulunarak "zanni bilgi" ler , "kesin bilgi" lerin önüne geçirilmemelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2014 Pazartesi
Salat ve Kıble Kavramları Üzerinden Oynanmak İstenen Oyunlar
Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram , Kur'anın anahtar kavramlarındandır. Ne üzücüdür ki bu iki kavramın önemi biz Müslümanlar tarafından değil , bizlere düşman olanlar tarafından farkedilmiştir. Müslümanların içten yıkılması için, kavramların içinin boşaltılması gerektiğini çok iyi bilen İslam düşmanlar,ı bu amaçlarını gerçekleştirmek için türlü oyunlara girmişlerdir. Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram iç boşaltma gayretinden nasibini almış ve bu iki kavram etrafında uçuk kaçık yorumlar ile kafalar bulandırılmaya çalışılmaktadır . Salat ve Kıble kavramlarının önce ne ifade ettiği , sonra bu iki kavramın içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Kasım 2014 Cumartesi
Müdahene Kavramı ve Türkiye Müslümanlarının İktidar ile İmtihanı
Sadece
kendisinin tayin ettiği kurallar çerçevesinde yaşamaları için yarattığı
kullarından olan insan soyuna, Adem(a.s)'dan Muhammed(a.s)'a kadar
sayısını kendisinin bildiği elçiler gönderen Allah(c.c); en son elçisine
inkarcı muhataplarına tebliğ konusunda nasıl bir tavır takınması
gerektiği yolundaki emirlerini özellikle Mekki ayetlerde beyan etmiştir.
Allah(c.c);
Elçisi’ne müşrik muhataplarına hoş görünmek şeklinde bir davranışta
bulunmamasını, onun sadece kendisine vahyedileni tebliğ etmek gibi bir
görevi olduğunu, kimse üzerinde zorlayıcı olmadığını bir çok ayetinde
beyan etmiştir. Yazımıza konu etmeye çalışacağımız KALEM 9 ayeti
çerçevesinde; Elçi’ye emredilen davranış biçimi ile özellikle Türkiye
Müslümanlarının içinde olduğu durumu ele almaya çalışacağız.
[068.008] Öyleyse yalanlayanlara itaat etme.
[068.009] Arzu ettiler ki müdahene etsen, o vakıt müdahene edeceklerdi
[068.010] Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.
[068.011] Daima ayıplayan ve laf getirip götürene.
[068.012] Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
[068.013] zobu (kaba), sonra da takma (soysuzlukla damgalı),
[068.014] Mal (servet) ve çocuklar sahibi oldu diye,
[068.015] Kendisine ayetlerimiz okunduğu zaman: «Eskilerin masalları» dedi.
[068.016] Onun havada olan burnunu yakında yere sürteceğiz.
Bu
ayetler önce Elçi’ye, sonra bizlere tebliğ yolunda nasıl bir yol
izlemek gerektiğini öğreten ayetlerdendir. 9. ayetteki yapılmaması
emredilen “müdahene" kelimesi üzerinde durmak ve bu kelimenin ne ifade
ettiği üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.
"Müdahene" kelimesi "de-he-ne" kökünden türemiş olup "dostça
görünüp tatlı dille yumuşak dille ikna etme, kandırma, yaltaklanarak
veya yağcılık ederek davranma muamele etme, ciddiyeti terk etme" anlamındadır.
Allah(c.c) önce Elçisi’nden, sonra da bizlerden, tebliğ sürecinde yamulmadan dik bir duruş sergilememizi istemektedir.
Allah(c.c)
kendi sisteminin hayata geçmesi için izlenecek metodu Kur’an’ın kıssa
yollu anlatımlarında elçilerin kavimleri ile olan mücadele örneklerini
bizlere göstererek, bizlerin de aynı yolu izlememizi istemiştir.
Gelen
elçiler; ilah olarak sadece Allah(c.c)'nin tanınarak dinin sadece O’na
has kılınmasını istemişler, bu süreç içinde müşriklerle hiçbir şekilde
uzlaşmak ya da “müdahene" olarak tabir edilen kelimenin ifade ettiği
anlam dairesine girebilecek bir duruma düşmemişlerdir. Son elçi
Muhammed(a.s) da aynı yolu izleyerek, müşrikler tarafından ona teklif
edilen şartlara "Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz bu yoldan dönmem" diyerek bizlere örnek olmuştur.
Türkiye
örneğine baktığımız zaman; Demokrat Parti iktidarının başlangıcı ile
Müslümanların sisteme karşı bir yumuşama ve sahiplenme içine girdiğini
görmekteyiz. Adına “sağcı" denilen partilerin içinde yer alan
Müslümanlar, bu partileri desteklemenin gerekli olduğunu iddia ederek,
hatta VAKIA Suresi'nde geçen "Eshabül yemin ve Eshabül meş'eme" deyimlerini "sağcılar -solcular"
şeklinde çevirmek gafletine kadar düşerek, sağ partilere oy verenler
ile sol partilere oy verenlerin akıbetlerini Kur’an'dan
delillendirmek(!) yoluna gittiklerine şahit olduk.
Durum
bu merkezde iken özellikle Şehid Seyyid Kutub’un eserlerinin Türkçe’ye
tercüme edilmeye başlanılması ile tevhidî bir uyanış gerçekleşmiş ve
sistem sorgulanmaya başlanmıştır. Şehid'in eserlerinden örnek alan bir
çok Türkiyeli entellektüel, bu uyanışta rol oynamış olup bugün aynı
duruşu göstermeye devam edenleri takdir ve saygıyla anıyoruz.
Millî
Nizam, Millî Selâmet Partileri ile devam eden sürece baktığımızda; o
partilerin TBMM’ye girmesi ile birlikte, Pakistanlı mütekekkir
Mevdûdî’nin ülkesinde “Cemaat-i İslamiyye" adlı bir parti ile benzeri
bir yol izlemesi, Türkiye’de bu kişinin izlediği yolun izlenmesi
gerektiği şeklindeki düşüncelerin ağır basmaya başladığını görmekteyiz.
Mevdûdî'nin Türkçe’ye çevrilmiş olan "İslamda Hükümet" adlı
eserinde; Yusuf(a.s) örnek gösterilerek, böyle bir oluşum içinde olmanın
örnekliği ondan alınarak yapılan işlemin meşruiyetinin sağlanmaya
çalıştığını görmekteyiz.
1980
yılı sonrası, Müslümanların iktidar ile imtihanlarının daha bariz
biçimde ortaya çıktığı yıllardır. Turgut Özal'ın kurmuş olduğu siyasi
partide, gençlik yıllarında İslamcılık adına söylem geliştiren bazı
kimselerin yer aldıklarını görmekteyiz. Necmeddin Erbakan'ın başbakan
olması ile Müslümanların iktidar partisi olarak hükümet etmelerini
görmekteyiz. Refah Partisi’nin kapatılması ile siyasi hayata giren AKP
iktidarı, 10 seneyi aşkın bir zamandır Türkiyede iş başındadır.
AKP
iktidarı ile bazı taşların iyice yerinden oynadığını görmekteyiz. Şöyle
ki; uzun yıllar iktidarda ve yerel yönetimlerde olmanın verdiği avantaj
ile yönetim kademelerine iyice yerleşenler, o kademelerdeki görevleri
sonucu önemli kazanımlar elde etmişlerdir. Bu kazanımların devam etmesi;
ancak AKP iktidarının devam etmesi ile mümkün olduğu için, bu iktidarın
elden gitmemesi adına gerekli olan her yol mübah görülmeye
başlanmıştır.
Ama
şöyle bir sorun vardı; bugün bu kademelerde olanlar ve o kademelerde
olanların onlara sağladıkları imkanlarla maddi refah içine girenler,
daha önceleri sistem karşıtı olanlar ve meydanlarda “kahrolsun laiklik", "İslam gelecek vahşet bitecek"
türünden sloganlarla yolları aşındıranlar idi. Mal, servet, güç ile
imtihan ne menem bir şeymiş ki; ondan ayrılmak şöyle dursun, onu daha
artırmak için ahiret bile edilmekten çekinilmezmiş.
Öncelikle
ayağımıza bağ olan eski söylemlerden kurtulmak veya eski söylemlerimize
halel getirmeyecek şekilde yeni yaşantımıza uygun bir söylem
geliştirmek gerekiyordu. İçinde bulunduğumuz sistemin, AKP iktidarı ile
İslamlaştığı veya yapılabilecek olanın en iyisini bunların yaptığı,
yapılabilecek başka bir şeyin olmadığını anlatmak lazımdı.
"Müdahene"
kavramı işte burada gündeme gelecek ve sisteme karşı yumuşak ve
incitmeyeci sözleri söyleyecek kanaat önderlerinin devreye sokulması
icab ediyordu. Başlarında bulundukları vakıf, dernek, medya vs. türünden
güç odaklarına hükümet tarafından gerekli yardımlar ve kolaylıklar
sağlanarak onların da göbeklerinden sistem içine dahil edilmeleri
sağlanmalı ve bunlar eli ile sistem güzel gösterilmeliydi. Halbuki
sistem Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş ve kişi Kur’an’ın TAĞUT olarak adlandırdığı bir kişi idi.
Yönetim
kademelerindeki dünkü hızlı İslamcılar, bugün T.C.’nin özel bayram
günlerinde ilahlara olan salatın yapıldığı başta anıtkabir olmak üzere,
diğer şehirlerdeki heykellerin önünde kıyama durmaktan geri
kalmamaktadırlar. Peki bu dünkü hızlı İslamcı ağabeyler, dün heykelleri
İbrahim(a.s) gibi kırmaktan bahsederken, neden o heykeller önünde kıyam
durmayı tercih ettiler?
Bunun
cevabı Kur’an’ın bir çok ayetinde saklıdır. Geçici dünya hayatının,
metaının insanlara güzel gösterilmesinden dolayı (ÂL-İ İMRAN 3:14), o
metanın insanlar için cazibe merkezi olmasını ve insanların Ahireti
terketmelerini gerektirecek kadar tatlı olduğunu ancak bu şekil bir
hayat içinde olanlar bilebilir. Ama Allah(c.c); TEVBE 24 ayetini boşuna
indirmemişti.
[009.024]
De ki: «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Şimdi bunları okuyanların şöyle bir soru sorabileceklerini tahmin edebiliyoruz; "kardeşim
Müslümanlar hep böyle ezik mi dursunlar? Ellerinde güç ve servet
olmasın mı? Başımıza CHP zihniyetinin geçmesi daha mı iyi?” vs.
Tabi
ki Müslümanlar ezik durmasın, ellerinde güç ve servet olsun ama bu gücü
ve serveti Ahireti feda ederek yapmamalıdırlar. Madem Müslümanlar
olarak elimizde bir hidayet rehberi vardır, bu rehber içinde izlememiz
gereken yol haritası yaşanmış örneklik olarak ayetler mevcuttur. O zaman
yaşadığımız hayat içinde olması gereken davranış modelimiz de bu
rehberin içindedir ve bu rehber içindeki KALEM Suresi ve benzeri
surelerdeki ayetlerde Allah(c.c)'nin önerdiği metodun haricinde başka
bir metot izlememesi, önce Elçi’ye sonra bizlere emredilmektedir.
İktidar
nimetlerinden faydalanarak mal ve güç edinmiş olan Müslümanlar, iki
arada bir derede sıkışmış misali; Nebevî metod ile dünya hayatının
tercihi noktasında sıkışmışlar ve Dünya metaını terketmemekte kararlı
görünmektedirler. Peki ne yapmalıyız?
Müslümanlar
olarak; Allah(c.c) bizlere Kitap’ında önerdiği yolu takip ederek,
İslam’a uygun bir hayat sürmemizi emretmektedir. Sürülecek hayat
tarzında, Tağûtî bir sistem içinde yaşayanların o sisteme karşı nasıl
bir duruş sergilemesi gerektiği, Elçi örneklikliği ile mevcuttur. Atamız
İbrahim(a.s) şahsında, bu mücadelenin nasıl olması gerektiği bizlere
öğretilmiştir. Ancak onun kırdığı putların önünde, dünün put kırma
adayları olanların kıyama durmaları düşündürücüdür.
[060.004] İbrahim'de
ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek
vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp
taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a
inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke
belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için
mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi
önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz!
Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Müslümanlar olarak, "hedefe varmak için her yol mübahtır" söylemini bırakıp, "hedefe varmak için sadece nebevî metod mübahtır"
söylemine geçmemiz gerekmektedir ki iktidar ile olan imtihanımızda
kayba uğrayanlardan olmayalım. Bizler önce hedefe varmak için çalışmakla
mükellefiz. Bu yolda gerekli olan gayreti gösterdiğimiz takdirde;
Sünnetullah dün nasıl başka Müslümanlar için çalıştıysa, bizim için de
çalışacak ve Allah(c.c)'nin yardımı gelecektir. Biz onun yardımını hak
etmek için her yol mübahtır mantığı ile hareket ettiğimiz takdirde; bu
yardım asla gelmeyecektir.
Allah(c.c); Elçisi’ne, yürüdüğü yolda "ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşacaksın"
şeklinde bir emir vermemiş, aksine O’nun çizdiği kurallar çerçevesinde
yoluna devam etmesini istemiştir. Acaba o emirlerin bugün için herhangi
bir geçerliliği kalmadı da makyavelist bir yaklaşım sergilenmesi mi
gerekiyor?
Müslümanlar
olarak yaşadığımız sistemin Tağûtî bir sistem olduğunun fark edilmesi
ve bunun kabulu önceliklidir. Sonraki aşamada, bu sisteme karşı duruşun
nasıl olması gerektiği konuşulmalı ve yol haritası Kur’an baz alınarak
çizilmelidir. Bunun pek kolay olmadığını bilmekteyiz çünkü
terkedemeyeceği çok şeyi olanların, bu tür bir metoda sıcak
bakmayacaklarını bilmekteyiz.
Hicret
olgusu bu bağlamda önemli bir örnekliktir. Herşeyi terkederek Medine’ye
hicret eden Muhacir’e; Ensar kardeşleri kucak açarak herşeylerini
paylaşmışlar ve Mekke’nin fethine giden süreçte önemli rol
oynamışlardır. Ensar ve Muhacir kardeşliğinin yeniden okunarak, sadece
masal olmadığı, yaşanabilecek bir durum olduğu yeniden gösterilmelidir.
Müslümanlar
olarak yaptığımız bir yanlış şudur; sistemin kurumlarını ele geçirerek
sistemi İslamileştirmek gibi bir çaba içinde olduğumuzu öne sürerek,
yaptığımız müdaheneyi haklı göstermeye çalışabiliriz. Ancak yaptığımız
müdahene içinde alenen ŞİRK unsuru taşıyan ritüeller içinde olmamızı geçmişteki "Saray Alimi” denilen; iktidar yanlısı alimler tarafından örtülmeye çalışılması geldiğimiz noktanın acı bir tarafıdır.
"Allah
Rasulü namaz için Kudüs'e dönerken gönlü Kabe'deydi. Önemli olan
gönlünüz dönmesin. Gönlünüz kıblesini biliyorsa mesele değil" diyerek bu ŞİRK’i
masum göstermeye varan sözleri söylemeye cesaret edebilen alimler
olduğu müddetçe; o alimleri taklit eden insanlar Tağutlara karşı bir
söylem üretmeye nasıl cesaret edebilir?
Burada bu sözü söyleyen kişiyi eleştirmemiz; o kişinin şahsı ile alakalı değildir. ALİM
pozisyonunda olan bir kişinin, iktidar ile nasıl bir ilişki içinde
bulunması gerektiğini bizden daha iyi bildiğini düşündüğümüz için, bu
tür sözleri söyleyerek iktidar mensuplarının döndükleri kıbleye cevaz
vermiş olması kabul edilebilecek bir söz değildir.
Müslümanlar
olarak en büyük açmazımız; iktidardaki siyasî partinin kadrolarının
İslamî bir kimlik taşımış olması nedeniyle yönetimlerinin de İslamî
olduğu düşüncesidir. Genelevlerde çalışan kadınların; başörtü takarak
çalışmaları onların yaptıkları işi nasıl meşru göstermez ise, bugün
Tağutî bir düzenin yürütücülerinin sakallı, namazlı veya eşlerinin
başörtülü olmaları sistemi meşru göstermez.
Faizin,
içkinin, zinânın helal sayıldığı bir sistemi yürütenlerin sakallı,
namazlı, abdestli olması, ANKEBUT 45 ayetinde salatın kötülüklerden
alıkoyması şartını onlar için istisna kılmaz. Müslümanlar iktidarda
kalmak uğruna; haramların devamını sağlamaya çalışmalarının hesabı
Ahirette çetin olacaktır.
Mevcut
iktidarın diğer iktidarlardan farklı olarak bazı iyileştirmelerde
bulunması, bizleri sistemin Tağutilikten İslamiliğe geçtiği zannına
kaptırmakta olup, bu tür bir iyileştirme “müdahene" kavramının anlam
alanına girmektedir. Müslümanlar "bayram harçlığı" mesabesinde verilenler ile yetinerek asıl olanı unutmaktadırlar.
Sonuç
olarak; Kıyamet’e kadar sürecek hak-bâtıl mücadelesinde, Hakk’ın
yanında olan bizlerin, bâtıl ile olan mücadele yöntemini Rabbimiz
belirlemiştir. Bu mücadele yönteminde, “müdahene" olarak belirtilen
tavizkar bir tutum içine girilmemesini emretmektedir. Türkiye örneğinde
bu tür tavizkar bir tutum, özellikle AKP iktidarı zamanı içinde iyice
ayyuka çıkmıştır. İktidarda olmanın verdiği avantajı dünya hayatının
geçici metaı olan servete dönüştürerek değerlendirenler için İslamcılık
söylemleri eskide kalmış tatlı bir anı haline gelmiştir.
İktidar
ile imtihan edilme olarak telaffuz edebileceğimiz bu durum; sistemi
sahiplenmeye dönüşmüş ve halinden memnun Müslüman topluluğu meydana
getirmiştir. Tağut denilince “tavuk" denildiğini zanneden Müslümanların gündeminden "Tağutla mücadele"
teriminin yaptığı çağrışım eskilerde kalan hoş anılar olmuştur.
Mücahitlikten müteahhitliğe atlayan iktidar beslemesi Müslümanlar için
sisteme bakış ölçüsü mevcut iktidardaki kişilerin kimlikleri değil
mevcut olan sistemin dayandığı ilkeler olmalıdır. Kur'an bize her konuda
yol gösterdiği gibi Tağuti sistemler ile nasıl mücadele edileceğinin
yönteminide göstermiştir. Eğer Müslümanlar olarak bu sistemden en
azından bir rahatsızlık bile duymamaya başladıysak bizler için azap
vakti gelmiş demektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)