Yazımıza başlık olarak aldığımız sorunun cevabı
üzerinde, kendilerine "Kur'an Müslümanı" adı veren bir takım insanların
tartışmalarına şahid olmaktayız. Bu tartışmaların temelinde rivayetlere
ve yaşanarak gelen bazı bilgilere karşı olan alerjinin olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır.
"Kur'an Müslümanı"
şeklinde bir terkibi kullanmanın, diğer terkiplerle kendilerini ifade
eden insanlara karşı bir tepki sonucu türediğinin altını çizerek, bize
Kur'an'da verilen ismin önüne arkasına veya yanına artı bir ismin
gereksiz olduğunu kısaca ifade etmek istiyoruz.
Kur'an'ı
öncelleme adına, geleneksel inanç içinde olan bazı yerleşik
düşüncelerin sorgulanmaya başlandığı herkesin bilgisi dahilindedir.
Geleneksel anlayışa hakim olan rivayet merkezli din anlayışının,
Kur'an'ın önüne geçirilmiş olduğu da malum bir konudur. Kur'an'ı okumaya
ve anlamaya başlayan insanlar, haklı olarak gelenekteki bu tür
anlayışlara karşı çıkmakta ve Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas
alınmasını dile getirmektedirler.
Bu
sorgulama; Kur'an'ın bazı kavramlarının içinin boşaltılması neticesinde,
sadece ayinsel ve şekilsel bir duruma dönüşmüş olan "salat" kavramı
içinde yer alan ve günlük dilimizde "namaz" olarak bilinen ritüel
ibadete de yansımıştır. Bu ritüelin gelenekteki ilmihal bilgileri ile
şişirilmiş halinin aynen devam etmesi asla müdafaa edilemez. Özellikle
vakitleri ve rekatları konusu üzerinde "sadece Kur'an" denilerek buradan
çıkarımlar yapılmaya çalışılması neticesinde, ortaya kaos çıktığını da
gözlemlemekteyiz. Bu yazımızda namaz rekatları konusu ile ilgili nasıl
bir tutum içinde olmamız gerektiği hakkındaki düşüncemizi paylaşmaya
çalışacağız.
"Salat" konusu ile ilgili
yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda özellikle vurgulamaya dikkat
ettiğimiz bir noktayı yine vurgulamak istiyoruz. Vakit ve rekat
konusundaki bir takım tartışmalar tevhidî bir gösteri olarak
niteleyebileceğimiz bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürmektedir.
Bir kısım insanların, namazın rekatları ile ile ilgili olarak "istediğim kadar kılarım, beni kimse bağlamaz"
şeklinde bir düşünce içinde olduğunu görmekteyiz. Şunu ifade etmek
isteriz ki; geleneksel ilmihal kitaplarında belirtilen "Farz veya Sünnet
Namaz" şeklinde bir ayrımın doğru olmadığının altını çizelim. Öğle
dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve sabah iki rekat FARZ olarak
kitaplarda geçen bilgilerin, farz şeklinde bir delil ile ortaya
konulması da doğru değildir.
Geleneksel fıkıhta bir meselenin "farz" hükmünü alması için "delaleti ve subuti kat'i"
şeklinde bir hüküm gereklidir. Böyle bir kat'i olma durumuna,
Kur'an'dan başka hiç bir bilgi kaynağı sahip olamaz. Dolayısı ile
rekatların "farz" hükmünü alması, onun yukarıda yazmış olduğumuz şekli
ile Kur'an'da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde olmasına
bağlıdır.
Ancak "şu namazı şu kadar rekat kılacaksınız şeklinde bir emir; Kur'an'ın hiç bir yerinde yoktur" derken, "herkes kendi istediği kadar rekat kılabilir" şeklinde bir düşünce içinde bunları söylemediğimizi de hatırlatalım.
Burası,
tâbir-i caizse, zurnanın zırt dediği yer olup, namaz rekatları
konusunda nasıl bir tutum içinde olmak gerektiği sorusunun cevabı önem
kazanmaktadır.
Kur'an'a baktığımız zaman;
gönderilmiş olan Elçilerin gönderilme sebebleri, bizlere bu konuda nasıl
bir tutum içinde olmamız gerektiğine dair bilgi verecektir. Elçilerin
bizler için "en güzel örnek" (Usvetün Hasenetün) olduğunu beyan
eden ayetleri hepimiz okumaktayız. Bu örnekliğin namaz ritüeli boyutunda
nasıl olabileceği hakkında düşüncemiz şudur;
Öncelikle
hadis kitaplarını referans göstererek, namazın oradan öğrenilmesi
gerektiği düşüncesine katılmadığımızı hatırlatalım. Namaz adı ile
bildiğimiz, içinde kıyam, rükû ve secde olan ritüeller, insanlığın kadim
bir kültürü olup Muhammed(a.s)'dan önce de bilinen uygulamalar idi.
Elçi olduğu zaman kendisine bunları Cebrail'in öğrettiğine dair olan
rivayetlerin doğru olmadığını hatırlatmak isteriz.
İnsanlığın
bilgi birikimi binlerce yıldır süren ve kıyamete kadar devam edecek bir
süreçtir. Bu süreç içinde ilk insanın bilgisini, kendisinden sonra
gelen insanlara aktarması şeklinde devam eden süreç, sadece din alanında
değil her alanda kendisini göstermiştir. Bugün insanlığın bilgisi olan
fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi bilim dalları ile ilgili eriştiğimiz
sonuçlar, binlerce senedir süregelen bir bilgi alışverişinin ürünüdür.
Bu bilgi alışverişi din alanında da bu şekilde yürümüş ve din adına
gelen bilgiler, insanların sonraki nesillere aktarması ile
süregelmiştir.
Bu süreklilik ibadet
alanında da süregelen bir bilgi birikimidir. Secde, rükû, kıyam gibi
ritüeller ortak bir bilgi ürünü olup, insanların kulluk ettikleri
varlıklara olan ta'zimini gösterir. Bu bağlamda bir müşrik; ilah olarak
tanıdığı putunun önünde bunları yaparken, bir başka insan ilah olarak
tanıdığı Allah'ın önünde bunları yapar. Adına "namaz" dediğimiz bu
ritüeller herkesin kendi ilahına yaptığı bir ta'zim gösterisi olup,
binlerce senedir gelen bilgi birikiminin ürünüdür.
Muhammed(a.s)'ın
Elçi olarak gönderilmiş olması, bu gösterinin sadece ve sadece Allah'a
karşı olması gerektiğini hatırlatmak amacı iledir. Vakit ve rekat
konusu, namazın ikinci derecede öneme haiz konuları olup, ilk derecede
öneme haiz olan konusu onun TEVHİDİ bir yönelim olması meselesidir. Bu
yönün bir tarafa bırakılıp, tali meseleler üzerinde durulması, özellikle
Kur'an'ı öncellediğini iddia eden insanlar tarafından yapılmaması
gereken ameliyeler olduğunu düşünüyoruz.
Namazın
birlik beraberlik içinde yapılan bir tevhid gösterisi olduğunu tekrar
hatırlatarak, sosyolojik anlamda insanların birlik ve beraberlik içinde
olmalarının ifade ettiği anlam insanlık için önemli bir değerdir.
Namazı bu bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle rekatlar konusunda farklı yaklaşımlar sergilemek, "kafama göre takılırım"
şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşmak, bu ibadetin asıl ruhuna gölge
düşürecektir. Farz anlamında rekat sayılarının Kur'an'da olmayışı
bizleri başıboşluğa düşürmek için yeterli bir gerekçe olamaz.
Elçiler tarih boyunca insanlığın öğretmenleri olmuşlar ve onlara "bilmediklerini"
öğretmişlerdir. Bu bağlamda namaz rekatları konusunda Muhammed(a.s)'dan
beri süregelen bilgi birikiminin, bizler için yeterli bir delil olarak
uygulanmasından bir sakınca görülmemesi gerekmektedir.
Namaz,
hadis kitapları tedvin edilmeden önce de var olan ve uygulanan bir
ritüel olup, rekatları konusu hadis kitaplarından öte uygulanarak gelmiş
bir birikimin sonucu bize kadar ulaşmıştır. Kur'an'da bu rekat konusu
ile ilgili ayetleri NİSÂ 101-103 ayetleri arasında okumaktayız.
[004.101] Yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe
ederseniz, salattan kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz
kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.
[004.102] Sen
içlerinde olup da onlara salatı ikame ettirdiğinde, içlerinden bir
kısmı seninle beraber salatı ikame etsin, silahlarını da yanlarına
alsınlar, bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda
beklesinler, sonra henüz salatı ikame etmemiş olan diğer kısım gelsin
seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunup silahlarını da yanlarına
alsınlar. Kafirler silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunsanız da
size ani bir baskında bulunsunlar diye arzu ederler. Eğer yağan
yağmurdan bir güçlüğe uğrarsanız veya hasta olursanız, silahları
bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden
bırakmayın. Çünkü Allah kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
[004.103] Salatı
ikame ettikten sonra, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de
anın. Emniyete kavuştuğunuzda, salatı gereğince kılın. Salat şüphesiz,
inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.
Yukarıdaki
ayetler savaş durumunda secdeli salat olan namazın nasıl kısaltılacağı
beyanı olup, ayetlerin öncelikli mesajının her durumda namazın terk
edilmemesi gerektiğini okumak mümkündür.
Namaz rekatları konusunda fikir yürütenler; 102. ayetteki "savaş durumunda tek rekat"
olan bir namazın, normal durumlarda iki rekat olması gerektiğini
çıkarmışlardır. Öncelikle bu çıkarım mantığının doğru olmadığın
söyleyelim. Savaş durumunda tek ise normal durumda ikidir düşüncesi
ancak kişilerin şahsi düşünceleridir.
Namaz
rekatları konusunda NİSÂ 102 ayetini delil sayarak, Muhammed(a.s)'ın
örnekliğini red edenlerin unuttukları önemli bir nokta vardır; NİSÂ
Suresi Medine'de nâzil olmuş bir suredir. Bu sebeple 102. ayeti de orada
nâzil olmuştur. O ana kadar namaz kılınıyor ise, ki kılınıyordu, rekat
ayarlaması neye göre yapıldı? Bu ayet nâzil olana dek Muhammed(a.s),
kendi tarafından belirlenen rekat sayısında namazı i'fâ ediyordu ve bu
ayet nâzil olana kadar Müslümanlar Elçi'ye uyarak bu eylemi yerine
getiriyorlardı. Bize ne oluyor ki, Elçinin örnekliğini red ederek,
zorlama te'villerle Kur'an'dan rekat sayılarını çıkarmaya çalışıyoruz?
Düşüncemiz
odur ki; Muhammed(a.s) kendi içtihadı dahilinde rekatlar konusunda
tasarrufta bulunmuş ve vahiy buna bir yanlışlık itirazında
bulunmamıştır. Bu sebeple, bu rekatların bugüne kadar gelen adedi ile
namazların ikame edilmesi gerekmektedir. Bu şekil bir tasarruf, vahyin
öğretisine rağmen kendi düşüncesini öne çıkaran bir düşünce asla
değildir. Elçi olması nedeniyle böyle bir işe kalkıştığında, HÂKKA
Suresi ayetleri dahilinde başına geleceği çok iyi bilen birisi, nasıl
vahiy öğretisine aykırı bir amelde bulunabilir? Namaz rekatları
konusunda vahiy Muhammed(a.s)'a kesin bir talimat vermemiş, inisiyatifi
ona bırakmış, o da bunu uygulamıştır.
Burada
Muhammed(a.s)'dan beri gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğu
konusunda haklı olarak tereddütler olacaktır. Bu tereddütlere karşı
şunları söyleyebiliriz; namazın rekatları ile ilgili bilgiler hadis
kitapları ile değil "uygulamalı tevâtür" dediğimiz bilgi sistemi
ile bizlere ulaşmıştır. Din dışı bilgilerin bizlere bu şekilde
ulaştığını yeniden hatırladıktan sonra, Müslümanların birçok konuda
ihtilaf etmeleri gerçeğinden yola çıkarak, namaz rekatları konusunda
ihtilafa düşmemiş olmaları, bu konudaki gelen bilginin doğruluğuna dair
bir göstergedir. Tarih boyunca bir çok fıkhî ve itikadî mezheplere
bölünen Müslümanların, ortak paydaları olan namaz vakit ve rekatları
konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları dikkate değer bir noktadır.
Burada
da Muhammed(a.s)'ın bu uygulamasının bağlayıcılığı konusu gündeme
gelecektir. Muhammed(a.s)'ın namaz rekatları ile ilgili tasarrufu,
Kur'an'da açık olarak beyan edilmeyen bir konu hakkında olup, onun Elçi
olması nedeniyle yapmış olduğu örneklik dahilinde olan bir uygulamadır. "O yapmış olabilir, beni bağlamaz"
şeklinde bir itiraz; kişinin kendi düşüncesini din edinmesi anlamına
gelir ki, bu şekil bir itiraz özellikle kendisine Kur'an'a nisbet eden
bir Müslümana yakışmaz.
Namazın, Müslümanların
birlik ve beraberlikleri ilan ettikleri ortak bir tevhid gösterisi şuuru
içinde olanların kendi indi görüşlerini öne çıkararak, ümmetin ortak
aklını red etmeleri doğru bir davranış olmayıp, bu tür davranışlar malum
çevrelerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Herkesin
kendi kafası doğrusunda bir rekat sayısı belirleyip ona göre salatı
ikame ettiklerini şöyle bir düşünelim. Birlik ve beraberlik
unsurlarından birisi olan bu ibadetin, böyle tali meseleler etrafındaki
tartışmalar sebebi ile asıl amacından saptırılması ve sahte ilah ve
rablere karşı olan tevhidî mücadelenin bir unsuru olmaktan çıkarılması,
özellikle geleneğin ilmihal bilgileri ile doldurulmuş olan yanlışlarına
Kur'an adına karşı çıkan insanların aynı yanlışlara düşmesine sebep
olacaktır. Bu nokta göz önüne alınarak rekat konusu hakkında
Müslümanların herhangi bir itirazları olmamalı. Ana mesele; namazın aslî
unsuru olan tevhidî boyutunun öne çıkarılmaya gayret edilmesidir.
Sonuç
olarak; Kur'an'ı geleneksel yanlışlara karşı çıkarak öncelleyenlerin,
gelenekteki bir takım yanlışlar olan ilmihal kavgalarına düşerek namaz
rekatları konusunda tartışmaları bizleri doğru bir alana
yöneltmeyecektir. Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red ederek kendi
örnekliğini veya başkalarının örnekliğini öne çıkararak yapılan rekat
sayısı tartışmaları, geleneğin ilmihal kavgalarının modern boyuta
taşınmasından başka bir şey değildir. Bu tartışmaların temelini
atanların halis bir niyet içinde olmadıklarını düşündüğümüzü
hatırlatarak, bu temelleri yükseltmeye çalışan halis niyetle Kur'an'a
yaklaşan kardeşlerimize ana meselenin bu değil, tevhid ve onun etrafında
bir okuma, anlama ve hayata yansıtma olması gerektiğini tekrar
hatırlatmak isteriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.