23 Ocak 2016 Cumartesi

Yeni Yetme Resulcüklerin İstismar Ettiği Bazı Ayetler Üzerinde Bir Mülahaza

Son yıllarda Kur'anın daha fazla gündeme gelmesi , bu kitap içindeki bazı kavramların yeniden tartışılmasını da beraberinde getirmiştir. Tartışılmaya açılan bu kavramların içinde , "Resul" ve "Nebi" kavramlarının da olduğu malumdur. Bu kavramların tartışıldığı zemin, daha çok bu sıfatı taşıyan kişilerin Muhammed (a.s) dan sonra da gelip gelmeyeceği hakkında olup , özellikle Ahzab s. 40. ayeti baz alınıp "Resul" ve "Nebi" kavramları birbirinden ayrılarak , "Nebilik bitmiştir ancak Resullük devam etmektedir" şeklinde bir düşünce ortaya atılmaktadır. Bu düşünce ortaya atılırken , Kur'an içindeki bazı ayetlerin delil olarak sunulmakta olduğunu da görmekteyiz. 

Bu yazımızda konu ile ilgili olarak ortaya konan ayetlerin , bu düşünceyi destekleyip desteklemediği üzerinde bir çalışmaya yapılmaya çalışılacaktır.

[033.040]  Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkiyle bilendir.

Bu ayetin, sure içindeki ve nuzül dönemi bağlamını kurarak okuduğumuzda , surenin ilk ayetlerinde evlatlık konusu ile ilgili ayetleri görmekteyiz. 37. ayete geldiğimizde Allah (c.c) , Muhammed (a.s) üzerinden , "Evlatlık" olarak alınmış çocukların gerçek evlat gibi olmadıklarının, aynı surenin 4. ayetinde beyan edilmiş halini , gerçek hayat içinde pratiğe dökerek  bizlere göstermektedir.

Nisa s. 23. ayetinde , evlenilmesi haram olanlar listesine bakıldığında , öz çocukların eşleri ile evlenilmesinin bu listeye dahil olduğu görülmektedir. "Evlatlıkların öz çocuk sayılmadığının pratik olarak gösterilmesi için onların boşamış oldukları eşleri ile evlenilmesi, bu tabunun tamamen yıkılması anlamına gelmektedir. Ahzab s. 37. ayetinde , Muhammed (a.s) ın evlatlığı Zeyd'in boşamış olduğu eşi ile evlendirilmiş olduğunun beyan edilmesi bu tabunun pratik olarak yıkıldığının onun örnekliği ile gösterilmektedir. 38. ve 39. ayetler , Allah (c.c) nin elçi olarak seçtiği bir kimsenin , onun tarafından farz kılınan bir konuda seçiciliği olmadığı , bunun daha önceki elçiler içinde aynı olduğu , onların Allah dışında kimseden korkmadıkları , korkmamaları gerektiği beyan edilmektedir. 

Böyle bir bağlam içinde 40. ayete geldiğimizde , 37-38-39. ayetlerin devamı olarak , Muhammed (a.s) ın erkeklerden hiçbirinin  Zeyd de dahil olmak üzere kimsenin babası olmadığı hatırlatılarak , ne olduğu bildirilmektedir. Muhammed (a.s) "Son Nebi" vasfına sahip bir elçi olarak o toplumda yaşayan bir kimsedir. 

Böyle bir anlam örgüsüne sahip olan ayetlerden alakasız bir delil çıkarılarak, "Nebilerin sonuncusu deniliyor , resullerin sonuncusu denilmiyor , öyle ise resullük demek ki devam ediyor" şeklinde bir düşünce ortaya konulmaktadır. Bu düşünceye sebep olan en büyük etken, gelenekten gelen yanlış bir düşünce olan , "Resul" ile "Nebi" kavramlarının beşer içinden seçilmiş olan elçilerin ortak sıfatı olduğunun dikkate alınmayarak , bu seçilmişlerin bir kısmının "Resul" , bir kısmının "Nebi" oldukları düşüncesidir.

Hal böyle olduğunda , nebilik bitmiş olabilir ama resullük bitmemiştir mantığı doğru gibi görünebilmektedir. Ancak bu kavramları Kur'an merkezli bir düşünce içinde değerlendirdiğimiz zaman , bu düşüncenin pek doğru olmadığı görülecektir. 

"Nebi" kelimesi , "Haberci" anlamında olduğuna göre, bu haberin önce bir yerlerden alınmış olmasını gerektirir. Bu haber Allah (c.c) den alınan bir haber olup , bu haber diğer insanlara aktarılması için o kişiye verilmiştir. "Resul" kelimesi o haberi taşıyan getiren kimse için kullanılan bir kelime olduğuna göre , Allah (c.c) tarafından seçilmiş olan insanlar ne sadece nebi , ne sadece resul sıfatına sahip olup iki sıfata sahip olarak "NEBİ RESUL" olan kimselerdir.

Bir kimse ,  "Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir resulüm" dediği zaman , o kimselere bir haber getirmiş olduğunu söylemektedir. Bu kimseler Allah (c.c) den vahiy alarak yani haber alarak , o haberi bu kimselere getirmektedir. Bu elçilerin aldıkları haber onları önce "Nebi" sıfatına sahip kimseler yapmaktadır. 

Dolayısı ile , nebi olmadan yani haber almadan , resul olduğunu iddia etmek mümkün olamayacağına göre , beşer içinde seçilmiş olan elçilerin tümü "Nebi Resul" dür. Bu kimselerden bahsedilirken her yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmemiş olması , bizleri bu konuda yanılgıya düşürebilir. Bu kimseler için bir yerde "Nebi" , diğer bir yerde "Resul" , diğer bir yerde "Nebi Resul" olarak bahsedilmiş olması , bizlere bu kavramların ikisinin birden bir kimsede bulunamayacağı zannına kaptırmamalıdır. 

Konuyu kısaca, "Allah (c.c) nin beşer içinde seçmiş oldukları hem Nebi hem de Resul dür" şeklinde özetleyebiliriz.

[003.081-82] Allah nebilerden ahid almıştı: «And olsun ki size Kitap, hikmet verdim; sizde olanı tasdik eden bir resul gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve ona mutlaka yardım edeceksiniz, ikrar edip bu ahdi kabul ettiniz mi?» demişti. «İkrar ettik» demişlerdi de: «Şahid olun, Ben de sizinle beraber şahidlerdenim» demişti.Bunun ardından yüz çeviren var ya, işte onlar fasık olanlardır.

Nebi ve Resul kelimelerinin klasik bilgilerimizde tarifi kısaca, "Nebi kendisine kitap verilmeyen , Resul ise kendisine kitap verilen kimsedir" şeklindedir. Bu tarifin Kur'an ile sağlamasını yaptığımız zaman , doğru olmadığı görülecektir. Bu yanlışlık , "Kitap" kelimesine verilen anlamdan kaynaklanmaktadır. 

Arapça da "Kitap" kelimesi,sadece iki kapak arasına alınmış olan bir şeye değil , ağızdan çıkan kelimelere de verilen bir anlamdır. Bu anlamı dikkate aldığımızda , elçi sıfatına sahip olanların tamamı , kendilerine vahyedilen bilgileri önce ağız yolu ile aktardıkları için bu elçilerin tamamına kitap verilmiş olmaktadır. Vahyedilen bilgilerin iki kapak arasına alınmamış olması elçilere kitap verilmediği anlamına gelmez. 

Al-i İmran s. 81. ayetine baktığımız zaman , bu durum net olarak görmekteyiz , "Nebi" olarak bahsedilen kimselere "Kitap ve Hikmet" verildiği beyan edilmiş olması, klasik algıdaki Nebi ve Resul tariflerinin yanlış olduğunun göstergesidir. Bu ayet , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olanların bir sonrakinin , bir öncesini tasdik etmesi anlamında olup, bu elçilerin aynı kaynaktan beslendiği ve görevlerinin aynı olduğunu beyan etmektedir. 

[061.006]  Meryem oğlu İsa: «Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat'ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmet olacak bir resulü müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir resuluyüm» demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: «Bu, apaçık bir sihirdir» demişlerdi.
[006.020]  Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, O'nu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanır bilirler. O kimseler ki nefislerini hüsrâna uğratmışlardır, işte onlar imân etmezler.
[002.089] Vaktaki Allah katından onlara, kendilerinde olanı tasdik eden Kitap geldi ki onlar bundan önceleri, inkar edenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerdi, bildikleri gelince onu inkar ettiler. Allah'ın laneti, inkar edenlerin üzerine olsun.
[007.157] Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî nebi resule uyanlar (var ya), işte o  onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere baktığımız zaman , Muhammed (a.s) ın vasıflarının daha önce Tevrat ve İncil de yazdığı ve İsa (a.s) ın böyle bir elçinin geleceğini haber verdiğini , dolayısı ile bu elçinin "Oğullarını tanıdıkları gibi" bilindiğini görmekteyiz. Eğer Muhammed (a.s) dan sonra bir elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıflarının Kur'anda beyan edilmesi gerekmez miydi ?. Maide s. 3. ayetinde "Bu gün size dininizi tamamladım size din olarak İslamı beğendim" cümlesi, artık bu dinin Allah (c.c) tarafından gönderilmiş bir elçi tarafından tebliğ edilmeyeceği anlamına geldiğini söyleyebiliriz.

Muhammed (a.s) dan sonra eğer elçi gelecek olsa idi , bu elçinin vasıfları Kur'anda bildirilerek , o elçinin geldiği zaman yaşayanlar bu elçinin hak bir elçi olduğunu bilmeleri kolaylaşabilirdi. Dini duyguları istismar ederek , insanları kandırma yolu , insanlığın en eski aldatma yollarından birisi olarak , Tevbe s. 34-35. ayetlerinde yerini almış olması , bizleri bu konularda daha dikkatli olmaya sevketmelidir.

Muhammed (a.s) sonrası ortaya çıkan bir çok resul müsveddesi kişilerin sadece şarlatanlık ve insanları aldatmak , istismar etmek amacı ile ortaya çıktığını düşündüğümüzde , olayın göründüğü kadar basit bir olay olmadığı ve bu iddia ile ortaya çıkanların bir çoğunun samimi niyetler ile ortaya çıkmadığı anlaşılacaktır.  

[007.035]  Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan resuller geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[023.051] «Ey Resuller! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim.»

Bu ayetler, resullüğün bitmediğini iddia edenler tarafından delil olarak sunulan ayetlerdendir. Bu ayetlerin , resullük müessesesinin kıyamete değin süreceğine dair bir delil teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir şöyle ki ; Ahzab s. 40. ayetinde , Nebiliğin son olduğunun beyan edilmesinin , resullüğün de son olması anlamında olduğuna ve konu ile ilgili ayetleri bu ayet çerçevesinde değerlendirmek zorunda olduğumuza göre , artık bundan sonra bir Nebi Resul gelmeyecektir. Dolayısı ile böyle bir durumu çağrıştığını düşündüğümüz ayetleri , çelişkisiz bir kitap olan Kur'anın, Ahzab s. 40. ayetini baz alarak okumak zorundayız.

Yukarıdaki ayetlerden Araf s. 35. ayeti , resullere tabi olanların akıbetini beyan eden bir ayet , Mü'minun s. 51. ayeti ise , gelen tüm resullere yapılan ortak bir vahyden bahsetmektedir. Resuller kendilerine emredilen bilgileri önce kendilerinin hayat safhasına koymaları gerekir ki , diğerlerine örnek olabilsinler.


Kur'anda kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda , bu elçilerin kavimlerine Allah (c.c) den aldıkları vahyi tebliğ ettiklerini görmekteyiz. Gelen her elçi "Ben Resulüm" derken , bu resullüğünün belgesi olan delili ortaya koymakta idi. Eğer resullük devam ediyor ise , bugün "Ben Resulüm" diyen birisi aynı delili ortaya koyarak , kendisinin resul olduğuna dair bir belgeyi bizlere göstermek zorundadır.

Böyle bir belgeyi İskender Evrenosoğlu adlı şahıs ortaya koyarak , kendisine Allah (c.c) tarafından vahyedildiğini ve adına "Risalet nurları" adını verdiğini bilmekteyiz. Bu kişinin ortaya koyduğu belgenin ancak Enam s. 93. ve 94. ayetlerinde beyan edilen bir karşılığı olduğunu söylemekten başka verilecek bir cevabımız olamaz.

[006.093] Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen!Onlara: «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» denecek.

Resullüğün devam ettiği iddiasında olanların diğer bir kısmı , kendilerine yeni bir kitabın indiğini iddia etmemekle birlikte , "Biz Kur'anın Resulüyüz" gibi absürt bir iddia ile ortaya çıkmaktadırlar. "Kur'an Resullüğü" terimi hatalı bir kullanım ve maksadı aşan bir söylem olup , eğer kişi Kur'anı tebliğ ediyorsa , bu tebliği onun "Mü'min" sıfatının bir gereği olarak yapılabilir. 

"Mü'min" sıfatına sahip kişiler , Kur'anı tebliğ ederken , ilgili ayetleri hakkında verdikleri bilgiler , kendilerinin o ayet hakkında sahip oldukları bilgiler çerçevesinde olup , eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman için mevcuttur. Hiç bir Mü'min Kur'an hakkında konuştuğu şeylerin hata ve eksik barındırmadığını iddia edemez , bunun tersi bir iddia Allah adına konuşmak anlamına gelir ki böyle bir konuşmaya, "Resul" sıfatına sahip olanlardan başkası yetkili değildir.

"Kur'an Resullüğü" iddiası , kendisini böyle bir vasfa layık gören kişinin söylediklerinin Allah (c.c) adına konuştuğu anlamına gelir. Kur'an Resulü olduğunu iddia eden biri "Ben Allah (c.c) adına konuşmuyorum" dese bile , "Resullük" kurumunun böyle bir yetkisi ve görevi olduğu için bu yetkiyi kişi kendisinde görüyor anlamına gelecektir. Kısacası böyle bir resullük iddiası , iddia sahiplerinin Kur'anın resullük konusunda söylemiş olduklarından habersiz olduklarının bir göstergesidir.

Sonuç olarak ; Farklı Kur'an algıları sonucunda tartışmaya açılan "Resul" ve "Nebi" kavramları , Allah (c.c) nin insanlar içinden seçtikleri çerçevesinde düşünüldüğü zaman , etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Nebi olmadan Resul olunamayacağı konusunu iyi kavrayan bir kimse için, bu kavramların anlaşılmasında herhangi bir sorun kalmayacaktır. Geleneğin veya başka saiklerin tarifi ile bu kavramların farklı kişiler için kullanılmış olduğu düşüncesi , bizleri resullüğü kendinden menkul çakma resullerin piyasada gezdiği bir ortama düşürmüştür.

"Ben Resulüm" diyen birisinin , bu resullüğünün belgesini getirmek zorunda olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , eğer böyle bir belgesi yok iken bu iddiayı ortaya atıyor ise , veya biraz daha uyanık bir kimse ise " Evet benim belgem var" diyerek Evrenosoğlu gibi kendisine indiğini iddia ettiği bir kitabım var diyor ise , bu kimselerin derhal tıbbi müşahede altına alınmasından başka bir yol yoktur.

"Ben Kur'anın Resulüyüm" diyen ise maksadı aşan bir iddiada bulunduğu için , bu sözleri cehalet eseri söylenmiş bir söz olarak , onun acilen Kur'anın ön yargısız bir kafa ile yeniden okumasını tavsiye etmekten başka bir sözümüz olamaz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Ocak 2016 Salı

ARAF s. 46. Ayeti : Araf Üzerindeki Adamlar Kim ?

Kur'anın herhangi bir konu ile ilgili bilgi verirken kullandığı metotlardan birisi, olayı görsel bir hale sokarak anlatmasıdır. Bizler bu yol ile anlatılan ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışarak , hisse almaya yönelik okumalar gerçekleştirmek gereğini çoğu zaman unutarak , yapılan anlatımın içinde kalan bir okuma yaparak , verilmek istenilen mesajı çoğu zaman ıskalayabiliyoruz.

Yazımıza başlık olarak aldığımız ayetin , böyle bir okumaya tabi tutularak verilmek istenilen mesajı okumaya yönelik olmaktan çok , o ayet içinde bahsedilen kişilerin kim olduklarına dair yapılan tartışmaların yoğunlaştığı bir okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Biz bu ayeti, "Bize dönük nasıl bir mesaj içermektedir?" sorusunun cevabına yönelik bir okuma yapmaya çalışacağız.

Konumuz olan ayetin , Araf s. 35. ve 53. ayetler arasındaki bir bağlam dahilinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

[007.035]  Ey Âdem oğulları! Size kendi içinizden âyetlerimi anlatacak resuller gelir de kim (onlara karşı gelmekten) sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036]  Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.

Bu ayette , Allah (c.c) bizlere bütün elçileri ile yaptığı ortak bir çağrıyı hatırlatmaktadır , ne var ki bu ayet farklı bir bakış açısı üzerinden okunarak , resullerin devam edip etmediği noktasındaki tartışmalara kurban edilmeye çalışılmaktadır. Konumuz resullüğün devam edip etmemesi olmadığı için bu konuya burada değinmeyeceğiz. 

[007.037]  Allah'a karşı yalan uyduran veya ayetlerini yalan sayandan daha zalim kimdir? Kitap'daki payları kendilerine erişecek olanlar onlardır. Elçilerimiz canlarını almak üzere geldiklerinde onlara, «Allah'tan başka taptıklarınız nerede?» deyince, «Bizi koyup kaçtılar» derler, böylece inkarcı olduklarına kendi aleyhlerine şahidlik ederler.

Allah (c.c) , Ademoğullarına göndermiş olduğu elçilerini ve onlarla birlikte göndermiş olduğu ayetleri inkara dayalı bir hayat sürenleri "Zalim" olarak niteleyerek , bunların akıbetlerinin "Kitap" ta yani "Levhi Mahfuz" olarak ta bildiğimiz Allah (c.c) nin ilminde belirlenmiş olduğunu , ve bu belirlenen hükme göre onlara yer ayrılacağını beyan etmektedir. Zalimlerin can vermeleri anında artık elleri kolları bağlanır bir hale düşerek ölüme teslim oldukları yine görsel bir anlatım tarzı ile anlatılmaktadır.

[007.038]  (Allah onlara) «Sizden önce geçmiş cin ve insan topluluklarıyla beraber cehennem ateşine girin!» dedi. Cehenneme giren her ümmet kendi  kardeşine lanet etti. Nihayet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında dediler ki: «Rabbimiz ! İşte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden kat kat azab ver». Allah dedi ki: «Herkesin azabı kat kattır, fakat siz bilemezsiniz».
[007.039]  Öncekiler sonrakilere, «Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın» derler.

Cehennem ehlinin birbirlerini yemelerini tasvir eden bu ayetlerin benzerlerini, başka surelerde de görmekteyiz.

[007.040]  Doğrusu ayetlerimizi yalan sayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler. Suçluları böyle cezalandırırız.
[007.041]Onlar için cehennemden bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır. Zalimleri böyle cezalandırırız.

"Gök kapılarının açılmaması", inkar edenlerin Allah (c.c) tarafından bir rahmete erişemeyeceklerini ifade eden bir deyimdir. Deve veya halat'ın iğne deliğinden geçmesinin imkansız olduğundan hareketle , bu kişilerin cennete girebilmeleri , deve veya halat eğer iğne deliğinden geçerse onlar da o zaman cennete girebilir denilmektedir , yani bizdeki deyimler ile örnekleyecek olursak , "Kırmızı kar yağarsa" veya "Çıkmaz ayın son çarşambası" gibi.

[007.042]  İman edenler ve iyi amellerde bulunanlar - ki biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz işte onlar cennet ehlidir ve orada ebedî olarak kalacaklardır.
[007.043]  Onların içlerinde kin namına ne varsa hepsini söküp atmışızdır, altlarından ırmaklar akar. Onlar: «Hamdolsun bizi buna eriştiren Allah'a. O, bize doğru yolu göstermeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamız mümkün değildi. Gerçekten Rabbimizin resulleri bize gerçeği getirdiler!» demektedirler. Onlara: «İşte bu gördüğünüz, yaptığınız iyi işler karşılığında mirasçısı olduğunuz cennettir.» diye seslenilmektedir.

35. ayete dönecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikatı kabul eden bir hayat sürenlerin , ahiretteki karşılıklarının ebedi cennetler olduğu bildirilmektedir. 35. ve 43.ayetler arasını özetleyecek olursak , elçi ve kitaplar ile gelen hakikate uygun bir hayat sürmeyenler ile sürenlerin alacakları karşılıklar bu ayetlerde bildirilmektedir.

[007.044] Cennet ehli cehennem ehline: Biz Rabbimizin bize vadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. «Evet!» derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.
[007.045]  Onlar, Allah yolundan alıkoyan ve onu eğip bükmek isteyen zalimlerdir. Onlar ahireti de inkâr edenlerdir.

Ayetleri ilk okuyuşta , Cennet ve Cehennem ehlinin birbirleri ile olan konuşmalarının nasıl gerçekleştiği düşünülebilir. Ayetler , sanki iki komşunun birbiri ile olan konuşması gibi bir çağrışım yapmaktadır. Biz konuşmanın nasıllığına değil , o konuşmanın içeriğine odaklanan bir bakış açısı ile ayetlere baktığımızda , bu konuşmanın nasıl gerçekleştiği sorusu önemini kaybedecektir. 

Bizler bu konuşmalardan , Allah (c.c) nin elçiler ve kitaplar aracılığı ile bize olan dünya hayatımızda yaptıklarımızın karşılığının Cennet veya Cehennem olarak karşılık görecek olmamız vaadinin, her iki taraf ehlinin konuşturulması üzerinden gerçek olduğunun beyan edilerek , daha hayatta olan bizler ,yani Cennet veya Cehennem adayları için , bu vaadin yalan olmadığı gösterilmektedir.

[007.046]  İki taraf (cennetlikler ve cehennemlikler) arasında bir perde ve A'râf üzerinde de herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde (girmeyi) umarak cennet ehline: «Selâm size!» diye seslenirler.
[007.047] Gözleri cehennemlikler yönüne çevrilince: «Rabbimiz! Bizi zalimlerle beraber bulundurma» derler.

Yazımızın ana konusunu teşkil eden bu ayette Cennet ve  Cehennem ehlinin arasındaki engel üzerinde bir takım adamlardan bahsedilerek , bunların daha cennete giremeyen fakat oraya girmeyi uman insanlar olduğu ve bunların cennet ehline seslendiklerini görmekteyiz. 

Tefsirlere baktığımızda , bu adamların kim olduklarına dair uzunca malumatların olduğunu görmekteyiz. Bu malumatların hepsinin ortak yönünün , anlatım içinde kalarak ayeti anlamaya yönelik yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. Biz bu yorumlara sebep olan bakış açısından farklı bir bakış açısı sergileyerek , bu adamların kim olduklarından ziyade sözlerini dikkate alan bir okumaya yapmaya çalışacağız. Kim oldukları üzerinde yorum yapmak gerekirse , bu yorumumuz da bizi ilgilendiren bir bakış açısı olacaktır.

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki ; Kur'anın gaybi alem ve varlıklar için kullandığı dil "Teşbihi Dil" yani benzetme dilidir. Gaybi alana dahil olan bilgiler, bizim zihni kapasitemizin algılayamayacağı bir konuma sahip olduğu için , bu bilgiler bizim yaşadığımız hayat içinde sahip olduğumuz bilgilere benzetilerek anlatılır. Bu ayet ile ilgili anlatımın, benzetme kullanılarak yapılmış bir üslubu olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu benzetmeyi daha iyi anlamak için önce , konumuz olan ayetler ile bağlantısı olduğunu düşündüğümüz Hadid s. 12. ve 15. ayetler arasını okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

[057.012]  O gün mümin erkeklerle, mümin kadınları önlerinden ve sağ taraflarından nurları koşarken göreceksin: «Bu gün müjdeniz altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İçlerinde ebedi olarak kalacaksınız.» (denir). İşte büyük kurtuluş budur!
[057.013]  Münafık erkeklerle münafık kadınların, müminlere: Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceği günde kendilerine: Arkanıza dönün de bir ışık arayın! denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapılı bir sur çekilir.
[057.014]  Münafıklar onlara: Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler de) derler ki: Evet ama, siz kendi başınızı belaya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan (şeytan) sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı!
[057.015]  Bugün sizden ve inkar edenlerden fidye kabul edilmez; varacağınız yer ateştir, layığınız orasıdır; ne kötü bir dönüştür!

Yukarıdaki ayetlere baktığımızda Cennet ve Cehennem için , nuzül dönemi insanının bilgileri dahilinde olan "Kale" şeklinde bir benzetme kullanıldığını görmekteyiz. İman edenlerin ebedi kalacakları yerin adı olan "Cennet" , "Kale" olarak bilinen , ve duvarlar ile çevrilerek dışarıdan gelecek olan herhangi bir tehlike için sığınılacak bir yer ve insanların rağbet ettiği korunaklı bir mekan olarak dünyada bilinen bir yapıya benzetilmiştir.

"Cehennem" ise , bu kalenin dışarısı için kullanılmış olup , kalenin dışında kalmanın , her türlü tehlikeye açık bir durum teşkil etmesi açısından , insanların rağbet etmeyeceği bir alan olarak bilinmesinden yola çıkılarak , kimsenin kalmak istemediği bu alana benzetilmiştir.

"Araf" kelimesi anlam olarak , yüksek mekanlara verilen isim olan "Urf" kelimesinin çoğuludur. 


Bu yüksek mekanı, kalenin düşmanları gözlemek için yapılmış olan yüksek kısımları ile ilişkilendirdiğimiz zaman , Araf s. 46. ayetinde anlatılan konu biraz daha aydınlanacaktır. Bu adamlar yüksek bir yerde olup kalenin içindekileri yani "Cennet Ehli" ni , kalenin dışında kalanları yani  "Cehennem Ehli" ni görmektedirler. Bize burada lazım olan taraf, bu adamların konuşmalarından çıkarılacak olan bize düşen hisse olmalıdır. 

[007.048]  A'raf ehli yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenerek şöyle derler: «NE TOPLULUĞUNUZ , NE DE BÜYÜKLÜK TASLAMANIZ, size hiç bir yarar sağlamadı».

Araf ehlinin , kalenin dışında yani Cehennemde kalanlara söyledikleri söz dikkat çekicidir. Bu sözlerin bir benzerini yine Kur'anın diğer ayetlerinde görmekteyiz.Kendilerine verilmiş olan servet ve çokluk ile övünerek Allah'a isyan etmenin bedelinin Cehennem olacağını vaat eden ayetlerde, bu tiplerin akıbeti hatırlatılmaktadır.


[003.010]  İnkar edenlerin malları ve çocukları, Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
[003.116]  İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler.
[058.017]  Malları ve çocukları, onlara, Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
[060.003]  Yakınlarınız ve çocuklarınız size kıyamet gününde bir fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah işlediklerinizi görendir.
[063.009] Ey inananlar! Sizi, mallarınız ve çocuklarınız Allah'ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar hüsrana uğrayanlardır.

Bu ve benzeri bir çok ayet , inkar edenlerin yapmış olduklarına karşılık onlara cehennemi vaat etmektedir. Araf ehlinin sözleri işte bu vaadin gerçek olduğunun bir ifadesi ve inkarcıların inkarlarının sonucu olarak aldıkları karşılığı göstermektedir.

[007.049]  Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?»  «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .

İnkar edenlerdeki gurur ve kibir onlarda, iman etmiş olanlara karşı aşağılamayı beraberinde getirmekteydi. 

[006.052-53] Sabah akşam, Rabblerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.Böylece, «Aramızdan Allah bunlara mı iyilikte bulundu?» demeleri için onları birbiriyle denedik. Allah şükredenleri iyi bilen değil midir?
[038.008]  «Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?» (dediler).Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler. Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.
[011.027]  Kavminden, ileri gelen inkarcılar: «Biz seni yalnızca bizim gibi bir beşerden başkası görmüyoruz; sana, sığ görüşlü olan en aşağılıklarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine biz sizi yalancılar sanıyoruz» dedi.

Araf ehlinin bu hitabı , dünya hayatında iman edenlere karşı aşağılayıcı bir tavır takınarak onları hor ve hakir görenlerin görecekleri karşılığı bizlere göstermektedir. Aynı ayet içindeki "Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz" ifadesinin , Araf ehli tarafından, cennet ehline söylendiği yönünde görüşler olup, bazı meallerin bu görüşler doğrultusunda  parantezler açılarak yapıldığını görmekteyiz. Bu görüşe katılmadığımızı baştan söyleyerek gerekçemizi şu şekilde ifade etmeye çalışalım ; 

Araf ehlinin bahsettiği kişiler zaten cennete girmiş olup ,"Cennet ehli" olarak nitelenmektedir. Bunlara yeniden "Girin cennete" demenin pek mantığı yoktur. O zaman bu hitap cennete henüz girmemiş olanlara yapılan bir hitap olmalıdır. 46. ayete geri dönecek olursak , o ayette "Araf ehli" olarak bahsedilenlerin henüz cennete girmediğini fakat umduğunu görmekteyiz. 49. ayette hazfedilmiş bir ibare olup , bu ibare araf ehline yapılmış bir hitaptır. Yani "Girin cennete" ifadesi araf ehline hitaben yapılmış , fakat bu hitabın onlara yapılmış olduğunu haber veren ibare hazf edilmiştir. Bu ayete takdir edilecek olan ibare "Araf ehline şöyle seslenilir" şeklinde olmalıdır.

[007.049]  Allah'ın, kendilerini hiçbir rahmete erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?»  (Araf ehline şöyle seslenilir) «Girin cennete; artık size korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz» .

[007.050] Cehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler.

Bu ayet sanki cennet ve cehennem ehlinin birbirleri ile komşu oldukları gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Ancak diğer ayetlerdeki cennet ve cehennem ehlinin yediklerinden bahsedilmesini dikkate aldığımızda , cehennem ehline yiyecek olarak verilenlerin ne kadar iğrenç oldukları , cennet ehline verilen yiyeceklerin ne kadar güzel ve tatlı oldukları görüldüğünde , onların bu istekleri anlaşılacaktır.

[056.051-55]Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;Sonra onun üzerine kaynar sudan içicilersiniz. Artık kendisine bir hastalık arız olmuş devenin içişi gibi içicilersiniz.
[038.056]  Cehenneme girerler; ne kötü bir konaktır! İşte kaynar su ve irin; tatsınlar onu.

[056.016-21]  Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır. Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır, Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir. Beğendikleri meyvalar,Canlarının çektiği kuş etleri,

Araf s. 50. ayetini , aynı surenin 32. ayetinin sonuç ayeti olarak nitelemek mümkündür. 

[007.032]  De ki: «Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz hoş rızıkları kim haram etmiş?» De ki: «Onlar, KIYAMET GÜNÜNDE SADECE KENDİLERİNE HAS OLMAK ÜZERE, dünya hayatında iman edenler içindir.» İşte bu şekilde ayetleri, ilim sahibi olanlar için ayrıntılarıyla açıklıyoruz.

32. ayette , Allah (c.c) nin kulları için yarattığı temiz rızıkların , kıyamet gününde sadece iman edenlere verileceği , bunun tersi olarak iman etmeyenlere ise bu temiz rızıkların onlara haram edileceği 50. ayette , cehennem ehlinin yalvarmalarından öğrenilmektedir.

Dünya hayatında iken hor ve hakir gördükleri insanlardan bir yudum su dilenmek , bir insanın düşebileceği en kötü durumlardan birisidir. Dünya hayatını yaşarken ellerinde her türlü serveti tutanların , etrafında dönün hizmetçiler onlara su götürebilmek için yarışırken , kıyamet gününde bir bardak suya muhtaç kalmak gurur ve kibrin, kişileri ne hale düşürdüğünü anlatması bakımından ibretli bir görüntüdür.

[007.051]  O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.

51. ayet onların bu hale düşmelerine neden olan durumu ifade etmektedir. Allah (c.c) nin dinini ciddiye almayarak, onu alay konusu edinenlerin kıyamet günü düşecekleri zavallı durum böyle haber verilmektedir. Allah (c.c) nin unutması gibi bir eksiklik mümkün olmadığına göre, burada bahsedilen unutma ifadesi , kafirlerin Allah'ın rahmetinden uzak bir hayat yaşamasını ifade etmektedir.

[007.052] Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.

Halbuki onlara yol gösterici ve rahmet olan kitaplar elçiler aracılığı ile gelmiş idi , fakat onlar bu kitaplara iman ederek , hayatlarını bu kitapların çerçevesinde yönlendirmeyi tercih etmeyip , başka kitaplar çerçevesinde hayatlarını yönlendirerek bu karşılığa hak kazandılar . Kitabın ilim üzere açıklanması , bu kelimenin zıddı olan cehalet kelimesini düşündüğümüzde anlaşılacaktır. Allah (c.c) nin kitap içinde bizlere beyan ettiği bilgilerin tamamı , insanın fıtri yapısına uygun olup , bunların hayata geçirilmesi neticesinde kişilerin dünya ve ahiret hayatları kurtulacaktır.


[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

Şimdiye kadar inkarcıların kıyamet günü düşecekleri durumu haber veren ayetler , geri dönüş yaparak dünya hayatını yaşayan inkarcılara dönmekte ve iman etmek için illaki vaat edilen haberin gerçekleşmesini beklememelerini haber vermektedir. Çünkü vaat edilen gün geldiği zaman yapılan iman artık fayda etmeyecektir.

"Müşriklerin sünneti" olarak ifade edebileceğimiz , son anda iman etmek durumu kişiden kabul edilmeyen bir imandır. Firavunun boğulacağı anda yapmış olduğu iman , kendisinden kabul edilmeyerek , kafir olarak can vermiştir. Yine bir çok ayet , müşriklerin helak anında imana döndüğünü beyan ederek , bu imanın bir faydası olmadığı , yol yakın iken dönmenin daha karlı olduğu bildirilmektedir.

[021.012-14] Onlar bizim baskınımızı hissettiklerinde, oradan kaçmağa koyuluyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz! Vay bizlere: bizler cidden zalimler idik dediler
[040.084-85]Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.» Fakat şiddetli azabımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı. Allah'ın kulları hakkında eskiden beri yürürlükte olan yasası budur. İşte o zaman kafirler ziyana uğramışlardır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kullarına olan cennet ve cehennem vaadinin hak olduğu , kıyamet gününden sahneler ile bizlere anlatılmakta, bu anlatımlar yapılırken teşbihi anlatım üslubu kullanılarak , insanların dünya hayatlarında sahip olduğu bilgiler kullanılmaktadır. 

Tarihte kullanılan , "Kale" adındaki yapılar insanlara güvenli bir hayat sunması bakımından, geçmiştekilerin sıkça kullandıkları yapılardır. İşte bu yapılar üzerinden  bir benzetme yapılarak , cennet adlı mekan kalenin içi , cehennem adlı mekan ise kalenin dışı, olarak tasvir edilmektedir. Kale teşbihine uygun olarak kalelerin en yüksek yerlerinde her iki tarafı gören insanların dilinden , biz dünyada yaşayan ve halen cennet veya cehenneme aday olan insanlara canlı örnekler sunulmaktadır.

Bizler çoğunlukla bu tür teşbihi anlatımlardaki mesajlara değil , anlatımlardaki aktörlere takılı kalmış bir okuma üzerinde gittiğimiz için maalesef çoğu zaman özü kaçıran yorumlarla vakit geçirmekteyiz. Araf ehlini kıyamet gününden şu ana taşıyarak, onlar üzerinden bize verilmek istenilen mesajı okumakta mümkündür.

"Araf ehli bir bakıma dünya hayatında olan , kitap ve elçi ile tanışmış olan herkestir" , diye bir tarif getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. Çünkü bizler kitap ile muhatap olmuş insanlar olarak cenneti ve cehennemi gören ve onlardan birisine gitmeye aday bir duruma sahibiz. Aklı selim sahibi herkes , kendisine gösterilen biri iyi olan , diğeri kötü olan seçeneklerin , kötü olanını asla seçmez.  Araf ehli olarak bahsedilen kişilerin kendileri için iyi olanı seçen aklı selim sahibi kişilere örnek olarak okumak ta mümkündür.   

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Ocak 2016 Pazartesi

BAKARA s.153. Ayeti: SABIR ve SALAT İle Nasıl Yardım İstenir?

İnsanlar için hidayet yani yol gösterici olan Kur'an, başı dara düşen insanın bu darlıktan kurtulması için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini de beyan etmektedir. Kur'anın hayata dair sözü olduğu bilincinden uzak olarak yapılan okumalar sonucunda , bu yol göstericilik çerçevesinde beyan edilen ayetler ya gözden kaçırılmış , ya da ayetler içindeki kavramlar farklı yönlere çekilerek içi boşaltılmış bir hale dönüştürülmüştür.

Bakara s. 153. ve onun gibi sabır ile salatı emreden ayetler , sözünü ettiğimiz hataya kurban gitmiş ve başı dara düşene her konuda yol gösteren ayetler olarak, hayat içinde yerini bulmasını beklemektedir.

[002.153] Ey İnananlar! Sabır ve salatla yardım isteyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraberdir.
[002.045]  Bir de sabırla, salatla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.

Bu ayet içinde geçen "Salat" kelimesinin bir çok mealde "Namaz" olarak çevrilmesi ,kelimenin anlamının daraltılmasına sebep olduğunu düşünmekteyiz. Namaz , salat kavramının içinde bir cüz olmasına rağmen, bu kelimenin namaz olarak çevrilmesinin , verilmek istenen mesajın eksik ve yanlış anlaşılmasına sebep olduğunu düşünüyoruz. 

Yazımızın konusu , "Salat" kelimesinin anlamının namaz olduğunu veya olmadığını ispatlamak değil , bu kelimenin ifade ettiği anlam örgüsünün , filolojik tartışmaları geride bırakan ve daha geniş bir anlama sahip olduğunu ifade etmeye çalışmak olacaktır. Bizler maalesef kur'an kelimelerini sadece onların ifade ettiği sözlük anlamları etrafında okumaya çalışıp , bu kelimelerin anlam derinliğini göz ardı eden, mekanik ve hayat safhasında karşılığı olmayan okumalar yaparak , Kur'an okumalarını entellektüel bir faaliyet olmaktan öteye geçirmeyen çalışmalar yapmaktayız.

"Kur'anda en fazla yer tutan kelimelerden birisi olan "Salat" kelimesini , konumuz olan ayet çerçevesinde düşündüğümüzde , anlam daralmasına uğratılmış ve modernist okumalar yolu ile bu kelimenin ifade ettiği anlamın, Kur'an bütünlüğüne uygun bir anlam arayışına gidilmediğini,  yapılan tartışmaların bu kelimenin anlam alanının kendi iddiamız doğrultusunda olduğunu ,veya karşı tarafın iddiasının doğrultusunda olmadığı ispatlamaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi , herhangi bir kelimenin anlamı etrafında bir düşünce sergileyerek , bu kelimenin ayet , sure , Kur'an ve yaşanan hayat bütünlüğü ile alakasını kurmadan okumak olduğunu söyleyebiliriz. "Salat" kelimesi ve türevleri, bu türden okumaların yoğunlaştığı bir kelime olarak karşımızda durmaktadır.

Kur'anın yaşanan hayata dair sözleri olan , yaşanan hayatları geçmiş hayatlardan örnekler vererek düzenleyen, bir kitap olduğunu, içindeki örneklerin entellektüel tartışmalara kurban edilemeyecek kadar hayat ile ilgili olduğunu "Salat" kelimesinin Kur'an içinde geçişleri sayesinde anlamaktayız. 

Konumuz olan ayetin hayat içinde ağırlıklı olarak pratize edilme şekli , başımıza gelen herhangi bir zorluğa karşı Allah (c.c) den namaz kılarak yardım istemek ile gerçekleşmektedir. İlmihal kitaplarının veya insanları sadece mistik duygularla uyutarak onların sırtından para kazanmayı amaçlayan T.V hocalarının anlattıkları din de, en alakasız konuların halli için , kaynağı hurafe olan namaz isimleri  belirlenerek cahil halk aldatılmaktadır.

Bu namazları kılarak isteğinin yerine gelmesini bekleyen cahil halk kesimi , isteğinin gerçekleşmediğini görünce, suçu kendisinde değil Allah (c.c) de arayarak bu sefer büsbütün dinden uzaklaşmaktadır. Halbuki Kur'anı doğru olarak okumuş olsalar veya Kur'anı doğru okuyanlar tarafında öğrenerek sıkıntıların nasıl bir yolla giderilebileceğini yaşanmış örnekler yolu ile öğrenseler , hem sahtekarların iplikleri pazara çıkmış , hem de isyan içine düşmemiş olacaklardı.

Konumuz olan ayet içinde geçen iki kavramın ,hayat içinde nasıl pratize edilmesi gerektiği , bu iki kavramı daha önce hayatlarına pratize edenlerin örnekleri okunarak anlaşılmaya çalışılacaktır.

"Sabır" , " Nefsin aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde tutulması" anlamında bir kelimedir.
Kur'anın bir çok ayeti Muhammed (a.s) a karşısına çıkan zorluklara sabretmesi gerektiği şeklinde emri kapsamaktadır. Muhammed (a.s) ın karşısındaki zorluklara sabretmesi, elini kolunu bağlayarak oturmak şeklinde gerçekleşmemiştir. Onun sabrı, içinde bulunduğu durumu değerlendirerek ona göre strateji takip etmek şeklinde gerçekleşmiştir.

Yine bir çok ayet , iman edenlerin vasıflarını sıralarken , bu vasıflardan birisinin onların başlarına gelenlere sabrettikleri ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri olarak belirtilmiştir. iman edenlerin bu sabrı , oturup beklemekle değil , iman etmenin gereği olan görevlerini yerine getirirken, yolda başlarına gelen olaylara karşı gerektiği şekilde tavır almak şeklinde olması gerekmektedir.

Kur'an içinde en çok zikri geçen elçilerden birisi olan Musa (a.s) kıssasında onun Firavun ile yıllar süren mücadele sonunda İsrailoğullarını zulümden kurtarıp denizin karşı kıyısına geçtiğini görmekteyiz. Bu süreçte Musa (a.s) İsrailoğullarına sabrı ve salatı emrederek, bunun etrafında bir mücadele ile Firavun zulmüne karşı koymuşlar ve neticede başarıya ulaşmışlardır. Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayeti , İsrailoğullarının mücadele stratejisini belirten ayetlerdir. 

Musa (a.s) ve İsrailoğulları tarafından ,"Sabır ve Salat  ile yardım istenilmesi gerektiğini beyan eden ayetlerin hayata pratize edilmesi , onların Firavun soykırımından kurtulmak , onun yıllar süren zulmüne karşı ayakta kalmak , onu ve ordusunu alt etmek için gerekli olan hazırlıkları yapmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu yapılanlar yıllar süren bir zaman aralığına yayılan bir direniş olup , Kur'an bu direnişi iki kelime ile yani "SABIR" ve "SALAT" kelimeleri ile özetlemiştir. 

Kur'an uzun cümleler ile anlatılabilecek sözleri ,  kelimeler ile ifade eden bir usluba sahip olan kitaptır. İsrailoğullarının yıllar süren mücadelesini harfi harfine anlatacak olsa, sadece o kısım ciltler dolusu hacme sahip olacaktır. Ancak yıllar süren mücadeleyi Yunus s. 87. ayetinde "Sabır - Salat- Kıble" kelimeleri ile özetleyerek başarıya giden yolu göstermiştir. 

Bizler başarıya giden yolun nasıl bir mücadele seyri izlediğini , bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar üzerinden Kur'an geneline bakarak okuyabilir ve bu örnekten yola çıkarak başımıza gelen bütün sıkıntıları aşmanın nasıl bir yol ile mümkün olacağını öğrenebiliriz. Çünkü bu kelimelerin ifade ettiği anlamlar, hayat içinde pratize edilmesi ile anlamını bulmakta olup, mekanik hayattan kopuk Kur'an çalışmaları ile yapılan tartışmalar sonucunda anlamlarına ulaşılamaz. 

Örneğin ; Hasta olduğumuz takdirde yapılacak olan şey , bu hastalıktan kurtulmak için namaz kılmak veya herhangi kitabın önerdiği duaları tekrarlamak değil , Allah (c.c) nin kevni ayetlerine müracaat etmek olmalıdır. Kitap içindeki herhangi bir ayet veya surenin , baş veya diş ağrısı , mide bulantısı , kanser v.s hastalıklar için okunmuş olması , hastaya hiç bir şekilde şifa vermeyecektir. Kur'an bedeni hastalıkların şifası için değil , şirk hastalığının şifası için reçeteler ihtiva etmektedir. 

Hastalıklar için Allah (c.c) nin yarattığı kevni ayetlere müracaat ederek bu ayetlerin gösterdiği yolda tedavi usulleri kullanmak, "Sabır ve Salat" ile yardım istemek anlamına gelecek ve kişiler zaman içinde sağlığına kavuşacaklardır. 

Örneğin ; Ticari hayatında bazı nedenlerden ötürü borçlu duruma düşmüş olan kimse , bu borçlarını ödeyebilmek için gece gündüz namaz kılsa bu borçlar asla ödenmez , veya herhangi bir kimsenin kitabında yazan "Borç ödeme duası" gibi duaları sabah akşam tekrar etse, gökten para yağarak bu borçları ödenmesi mümkün değildir. Bu borçların ödenmesi, ticari hayatın gereği olan şartları yani evrensel ticaret yasalarını yerine getirerek mümkün olacaktır. 

Borçlu duruma düşen birisinin , bu borçtan kurtulmak için gerekli olan şartları yerine getirmesi , onun "Sabır ve Salat" ile yardım istemesi anlamına gelecek ve zaman içinde borçlarından kurtulacaktır. 

Örneğin ; Dünya yüzünde yaşayan biz Müslümanların bugünkü zelil halimizden kurtulması , gece gündüz namaz kılmak veya zalimlere beddua seansları ile değil , bu zalimlerden kurtulmanın yolları aranarak gerçekleşecektir. Musa (a.s) ve diğer elçilerin kıssaları içinde geçen mücadele örneklerini takip eden Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , hedeflerine bu yolla ulaşmışlardır.

Müstaz'af durumuna düşen insanların , müstekbirlerin elinden kurtulmalarının yolu , bizden öncekilerin izledikleri yolu takip etmekle mümkün olacaktır. Bu yolu izlemek , "Sabır ve Salat" ile yardım istenmesi anlamına gelerek , zaman içinde müstekbirler yenilgiye uğrayacaklardır.


"Salat" kelimesinin anlamlarından birisi olan "Dua" yı yardım istemenin bir şekli olarak düşündüğümüzde , ilk akla gelen dua şekli elleri havaya kaldırarak hacetimizi arz etme şekli olacaktır, ancak duanın, kavli ve fiili olarak iki şekli olduğunu unutmayalım . Kavli dua fiili dua ile desteklenmedikçe hacetimizin giderilmeyeceği, maalesef biz Müslümanların bir çoğu tarafından bilinmemekte ve bu işten para kazanmak isteyen din tüccarlarına gün doğmakta, piyasada satılan bir çok dua kitabı maalesef bizlerin cehaleti yüzünden kapış kapış satılarak din tüccarlarının keseleri bu yolla dolmaktadır.

Kur'anda Allah (c.c) den yardım isteyen elçilere icabet edilmesi , onların zorlu mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiş olması , bizlere duaların nasıl ve ne şekilde kabul edileceği konusunda bir ışık olması gerekmektedir.

Kur'anın yaşanmış hayatları örnek vererek, yaşanacak hayatları yönlendirme amacına dair ayetleri , yaşanmış hayatlardan kopuk bir biçimde okunduğu zaman , bu hayatları anlatan kelimelere yeniden bir anlam bindirmek zorunluluğu hasıl olmaktadır. Salat kavramı , böyle bir kopukluk içinde okunarak, yeniden anlamlandırma çalışmalarına kurban giden bir kavramdır. 

Şuayb (a.s) ın kavminin ona söylediği "Taptıklarımızı terketmemizi sana salatın mı emrediyor" sözü etrafında yapılan tartışmalar genelde , bu kelimenin namazı ifade edip etmediği yönündedir. Halbuki bu kelime "Salat anlatılmaz yaşanır" şeklindeki bir sözün , Şuayb (a.s) tarafından hayata dökülmesini ifade etmektedir. Bize  buradan düşen hisse, salat namaz mı değil mi ? sorusunun cevabını aramak değil , bu kavramın yaşamın ta kendisi olduğunu, yaşanmış örneği üzerinden okumak olmalıdır. Şuayb (a.s) kıssası , Allah (c.c) nin "Sabır ve Salat ile yardım isteyin" emrini hayatında pratiğe dökmüş bir örnek bir örnek olarak anlaşılmayı beklemektedir. 

Salat kavramı bugün iki aşırı uç olarak ifade edebileceğimiz , bir kısım kimsenin sadece namaz olarak , diğer bir kısım kimsenin namazla alakası olmayan bir kavram olarak anladığı bir kavram olarak yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bu kavram diğer Kur'an kavramları gibi , bütün insanlık tarihi dikkate alınarak , etimolojik tartışmaları aşan ve Kur'an bütünlüğünü gözeten bir şekilde okunmadığı müddetçe, havanda su dövmek misali tartışmaların arkası gelmeyecektir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın odak kavramlarından olan "Sabır ve Salat" ın Müslüman hayatında nasıl pratiğe aktarıldığı , bizden önceki yaşanmış hayatlardan örnekler sunularak bizlere gösterilmektedir. Bizlere düşen görev bu örnekleri masal niyetine okumak değil , Allah (c.c) nin bizlere dair olan vaadinin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgi sahibi olmak ve bu bilgileri hayata aktarmaktır. 

Salat, geniş anlamı olan bir kelime olmasına rağmen , sadece namaza indirgenen boyutunun hayata yansıtılmış , bu boyutunda için boş bir ritüele döndürülmüş olması, maalesef acı bir gerçektir. Salat ile yardım istemenin anlamı , namaz ile yardım isteyeme dönüştürülerek , secdeden başını kaldırmayan fakat yinede istekleri yerine gelmeyen Müslümanların , "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunun cevabını aramaya acilen yöneltmesi gerekmektedir.

Yine tekrarlıyoruz ; Bu yazının amacı namazı ret etmek değil , salat ile yardım istemenin anlamının sadece namaz ile yardım istemek olmadığını ifade etmeye çalışmaktır. Salat kelimesini sadece etimolojik anlamı üzerinde tartışmalar yaparak anlamaya çalışmak, yazımıza konu  ettiğimiz ayetleri anlamakta yardımcı olacağını düşündüğümüzü söylemek zordur. Bu kelimenin anlamı hayatın ta kendisini tarif etmekte olup , "SALAT ANLATILMAZ YAŞANIR" şeklinde özetleyebiliriz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ocak 2016 Pazar

ARAF s. 127-137. Ayetleri : Rabbin Güzel Sözünün İsrailoğulları Üzerinde Tamamlanması

Kur'an kıssaları geçmiş hayatlardan örnekler vererek , gelecek hayatların bu örneklere göre şekillenmesini veya şekillenmeMEsini amaçlayan mesajlar  içermektedir. Bu bağlamda , Kur'anda en fazla yer tutan Musa (a.s) ın kıssası içindeki anlatımlar, bizlere önemli mesajlar vermektedir. Musa (a.s) kıssasının iki önemli aktörleri olan Firavun ve İsrailoğulları ile ilgili anlatımlar üzerinden verilmek istenilen mesajlar, zalimlerin yıkımının mazlumlar eli ile  nasıl gerçekleştiğinin okunarak , bu okumaların gelecek hayatlara yansıtılmasını amaçlamaktadır. 

Bu yazımızda , Musa (a.s) kıssasının, sihirbazların imanı sonrası gelişen olaylar ile Firavun ordusunun boğulmasına kadar geçen sürecin anlatıldığı Araf s. 127-137. ayetlerinin , bizlere dönük nasıl bir mesaj taşıyabileceğini okumaya çalışacağız.

Ayetleri okumaya önce son ayetten başlayarak sonuç ayeti okuyup , sonra başa dönerek o sonuca nasıl varıldığını okumaya çalışacağız. 

[007.137]  Hor görülmüş olan kavmi de, bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbının İsrailoğullarına vuku bulan güzel sözü de onların sabretmelerinden dolayı yerini buldu. Firavun'un da, kavminin de yapmakta ve yükselmekte oldukları şeyleri harap ettik.

Araf s. 137. ayetinde , Allah (c.c) nin İsrailoğullarına daha önceden vermiş olduğu sözün gerçekleştiği , Firavun ve ordusunun helak edildiği haber verilmektedir. İsrailoğullarını bu başarıya , Firavun ve ordusunu bu helaka götüren sürecin sonucunun anlatıldığı bu ayeti anlamak için , 127. ayetten başlayan bir bağlam dahilinde okuma yapmak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) nin İsrailoğullarına ne gibi bir söz verdiğini Kasas s. 4. ve 6. ayetlerinde şöyle görmekteyiz ;

 [028.004-6] Çünkü Firavun, o yerde baş kaldırmış ve halkını fırka fırka edip arkasına takmıştı; onlardan bir grubu ezmek istiyor; oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını hayatta bırakıyordu. O kesinlikle fesadçılardandı.Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım.Ve onlara arzda (yeryüzünde) hakimiyet verip Firavun, Haman ve ordularına korktukları şeyi, onların vasıtasıyla gösterelim.

Allah (c.c) nin , "Müstaz'af" olarak nitelediği İsrailoğullarına vermek istediği lütuf , dünya yüzünde yaşayan ve yaşayacak olan bütün müstaz'aflar için geçerli bir yasa yani "Sünnetullah" tır. Bu lütfun gerçekleşme şekli , merhum Akif'in dediği gibi "Gökten ordu ordu melek indirmek" şeklinde değil, mücadele ve sabrın sonunda gerçekleştiği , yaşanmış bir örnek olarak İsrailoğulları üzerinden anlatılmaktadır.

Öncesi Araf s. 103. ayetten başlayan bu kıssanın 127. ayetine kadar olan bölümünü kısaca şöyle özetleyebiliriz ; Kendisine verilen ayetlerle Firavunun karşısına çıkan Musa ve Harun (a.s) , Firavuna göstermiş olduğu ayetlere rağmen ona, ondan istediklerini kabul ettiremez. "Sihirbaz"  olarak yaftalanan Musa (a.s) ın karşısına ülkenin en mahir sihirbazları çıkarılarak onunla müsabakaya girişirler, bunun sonucunda sihirbazlar mağlup olur neticede , Firavun sihirbazları Musa ve Harun'un Rabbine canlarını ortaya koyarak iman ettiklerini ilan ederler.

Bu olaydan sonra Firavun, yenilginin vermiş olduğu hırsla daha da sertleşir ve yeni bir soykırıma girişerek zulmünü daha da artırır. 

[007.127]  Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»

Firavun "onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz" derken, kullanılan kelime Allah (c.c) nin esmasına dahil olan bir "Kahhar" kelimesidir. Firavunun kendisi için böyle bir kelime kullanmış olması , onun Allah'tan rol çalmaya kalkan sahte ilahlık iddiasının  getirdiği bir sözdür. Onun sonu, kendisini herkesin üzerinde gören ve ilahlığa soyunmaya kalkanlar için bir ibret mesabesindedir.

Ayrıca Firavunun melesinin "yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi" sözleri dikkat çekicidir. Her iki taraf birbiri için aynı şeyi düşünmektedir. Musa (a.s) Firavunun fesatçı olduğunu , Firavun Musa (a.s) ın fesatçı olduğunu iddia etmektedir. Bu ihtilafın sebebi , herkesin baktığı yerden kendisini haklı görmesine dayanmaktadır. Ancak Musa (a.s) ın baktığı yer, Allah (c.c) nin "Bak" dediği yer olduğu ve iman eden birisinin onun dediği yerden bakması gerektiği için doğru olan iddia onun iddiasıdır. 

[007.128]  Musa kavmine dedi ki: Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Yeryüzü muhakkak ki Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar ve akıbet müttakilerindir.

Firavunun İsrailoğulları üzerinde zulmünü yoğunlaştırmasına karşın , Musa (a.s) önderliğinde örgütlenen İsrailoğulları, Firavun zulmüne karşı koymak için seferberliğe girişir. Bu seferberliğin ana hatları 128. ayet içinde çizilmektedir. Allah (c.c) nin salih kullarını arz üzerinde mirasçı kılmasına giden yol , bu kulların bu uğurda mücadele etmesi sonucunda olup , "Kullarından dilediğini" ifadesi bunu anlatmaktadır. "Dilemek" fiilinin geçtiği hiç bir yerde, Allah (c.c) için keyfi bir davranışı ifade etmediğini hatırlatarak , bu fiilin kulların iradelerini kullanmaları yönünde işlediğini ifade edelim.    

Musa (a.s) ın İsrailoğullarına "Allah'tan yardım isteyin ve sabredin" şeklindeki sözleri , iman edenler için evrensel bir mücadele yönetimidir. 

[002.153]  Ey iman edenler! Sabır ve salat ile Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.

Bakara s. 153. ayetinde de aynı türden bir emir görmekteyiz. "Salat" kelimesi burada namazı değil , Allah (c.c) nin yardım sünnetinin işlemesi için gerekli olan amelleri ifade eden bir kavramdır (namazı ret ediyor anlamında bunu söylemediğimizi hatırlatmak isteriz).

"Sabır" hiç bir yerde elini kolunu bağlayarak oturmayı ifade eden bir kavram değildir. Zorluklara mücadele ederek göğüs germenin adı olan bu kavramın, özellikle salat ile birlikte anılmış olması , İsrailoğullarının elde ettiği başarının anahtarı ve nasıl hayata geçirildiği yönünden okunarak bizim de hayatımız için bir anahtar kavram olmalıdır.

[010.087] Musa ve kardeşine: «Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın; evlerinizi kıble edinin, salatı ikame edin» diye vahyettik, «İnananlara müjdele.»

Yunus s. 87. ayeti , Araf s. 128. ayetinin paralelinde bir ayet olarak , bu mücadelenin nasıl şekillenmesini gerektiğini beyan etmektedir. Bu ayet ile ilgili müstakil bir yazımız olduğu için burada buna değinmeyeceğiz,  verdiğimiz yazı linki bu ayet ile ilgili daha önce bir okuma yapmaya çalıştığımız yazının adresidir.
http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/10/yunus-s-87-ayeti-ve-firavunlarla.html

[007.129]  Dediler ki: Sen, bize gelmezden önce de, geldikten sonra da eziyyet edildik. Dedi ki: Rabbınızın, düşmanınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine getirmesi umulur. Ve o zaman nasıl davranacağınıza bakacaktır.

Bir mücadele içinde, "Çürük elma" olarak tabir edilebilecek olan, rahatına düşkün bir takım insanlar illaki olacaktır. Önemli olan bu çürük elmaların, diğer elmalara zarar vermesini önleyebilmektir. Musa (a.s) ın örnek örnek bir önder olarak , böyle bir yönetim tarzını gösterdiğini görmekteyiz. Onun , çürük elmaları hepten çöpe atmaktansa o elmaları rehabilite ederek , yeniden mücadeleye kazandırma yolunu seçtiğini görmekteyiz. Eziyetten kurtulma yolu , eziyet edenlere galebe çalmaktan geçtiğine ve bu galebenin eziyet görenler tarafından gerçekleşeceğinin evrensel bir yasa olduğuna göre , halinden şikayet edenlerin bir kenara çekilme hakları asla yoktur.

[007.130]  And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.
[007.131]Onlara bir iyilik geldiği zaman «Bu bizim için» dediler; onlara bir kötülük de isabet ettiğinde (bunu da) Musa ve beraberindekilerin bir uğursuzluğu olarak yorumlarlardı. Haberiniz olsun, Allah katında asıl uğursuz olanlar kendileridir; ama onların çoğu bilmezler.
[007.132] Ve dediler ki: «Bizi sihirlemek için ne ayet getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.»
[007.133]Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi, haşeratı, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı ayetler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taslayıp suçlu bir kavim oldular.

Bu ayetleri , Enam s. 42-45 ve Araf s. 94-101. ayetlerinin ışığında okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır. 

[006.042-45] Andolsun, senden önceki ümmetlere (elçiler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk  ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye. Onlara, zorluğumuz geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici  gösterdi. Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır.

[007.094-101] Biz hiçbir ülkeye bir nebi göndermedik ki (karşı çıkmaktan vazgeçip) yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk ve sıkıntıya uğratmış olmayalım. Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: «Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu.» dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık. Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik. O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler? Artık onlar; Allah'ın düzeninden emin mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah'ın düzeninden emin olmaz. Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler.  İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' Gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.

Enam ve Araf surelerinden verdiğimiz ayetler , başına gelenlerden ibret almayarak küfürde ısrar eden insanların, başlarına gelen akıbeti bizlere beyan etmektedir. Firavun ve kavmi, başlarına gelenden ders çıkarmayıp küfür ve inkarda ısrar ederek, helakı hak eden yaşamış bir topluluk gözümüzün önünde durmaktadır.


[007.134]  Azab başlarına çökünce, «Ey Musa! Rabbine, sana verdiği ahde göre bizim için yalvar. Bizden azabı kaldırırsan sana, and olsun ki, inanacağız ve İsrailoğullarını seninle beraber göndereceğiz» dediler.
[007.135]  Onların erişecekleri bir süreye kadar azabı üzerlerinden kaldırınca; bir de bakarsın, onlar sözlerinden cayıyorlardı.

Başlarına gelen bela ve musibetler için Musa (a.s) dan yardım isteyecek kadar nankör ve yüzsüz olan bu topluluk , başlarında bu sıkıntı gidince eski haline dönerek , fesada devam etmektedir. Aynı durumu Zuhruf suresi ayetlerinde şöyle görmekteyiz. 

[043.046-50]  Andolsun biz Musa'yı da ayetlerimizle Firavun'a ve melesine gönderdik: «Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim» dedi.Onlara âyetlerimizi getirince, bunlara gülüvermişlerdi.Ve onlara âyetten bir şey gösterir olmadık ki, illâ o, diğerlerinden daha büyük idi. Ve onları azab ile yakaladık, belki onlar geri dönerler.«Ey Sihirbaz! Sana verdiği ahde göre Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim» dediler.Ama, azabı üzerlerinden kaldırdığımızda hemen sözlerinden döndüler.

[007.136]  Biz de âyetlerimizi tekzib ettikleri ve onlara kulak asmadıkları için kendilerinden intikam aldık da hepsini denizde boğduk

Firavun ve ordusunun uğradığı bu son , yaratılmış bir kul statüsüne sahip olanların , bir kısmının ilahlığa soyunmaları , diğer bir kısmının bu sahte ilahlara kul olmaları sonucunda dünya hayatında uğrayacakları değişmez bir yasayı bizlere anlatmaktadır. Bizler bu tür kıssaları okurken sonuç kısmının gerçek hayatta meydana gelip gelmediği üzerinde tartışmalar yapıp maalesef özden uzaklaşan mekanik ve hayata dair bir sözü olmayan okumalar yapmaktayız. 

Halbuki kavimleri böyle bir sona götüren sebeplerin , şu anda bizim yaşadığımız hayatlarda olup olmadığı yönünde okumalar yapılmış olsa, anlatılan kıssalar geçmişte kalmaktan çıkarak , yaşanan ve yaşanacak olan hayata dair mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır.

Kıssalar ve sonu helak ile biten olayları okurken , tarihsel bir anlatım olması veya içindeki anlatımların gerçek olup olmadığının tartışılmasından çok , yapılan anlatımların bize dönük mesajlarının okunmaya çalışılmasının , daha doğru bir yöntem olduğunu düşünüyoruz. Bu kavimlerin helak edilmiş olmaları , hayatlarında Allah (c.c) nin söz hakkı olan konularda başkalarını yetkili kılmak şeklinde ortaya çıkan evrensel bir hastalık olan "Şirk" in , toplumları ne hale getirdiğinin canlı ve yaşanmış örneklerini oluşturmaktadır.

[007.137]  Hor görülmüş olan kavmi de, bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbının İsrailoğullarına vuku bulan güzel sözü de onların sabretmelerinden dolayı yerini buldu. Firavun'un da, kavminin de yapmakta ve yükselmekte oldukları şeyleri harap ettik.

Sihirbazların imanı sonrasında başlayan yeni bir zulüm furyası karşısında kalan İsrailoğulları, yıllar süren mücadele sonunda denizin karşı kıyısına geçerek bu zulümden kurtulmuşlardır. Bu ayet içinde beyan edilen sonuca nasıl ulaşmak , Araf s. 128 ve Yunus s. 87. ayetinde daha teferruatlı bir şekilde belirtilen mücadele kurallarının hayata geçirilmesi sonucunda olmuştur. Kıssayı masal tadında okumak , bizleri böyle bir mücadelenin vaki olduğuna dair bir tefekkür yapmamıza engel olacaktır. 

Sihirbazların imanı ile denizin öte yakasına geçilen zaman arasının, yıllar ile ifade edilen bir zaman aralığı olduğu beyan edilmektedir. Bu zaman aralığı içinde soykırıma tabi tutulan İsrailoğullarının elini kolunu bağlayarak oturmadığı bu soykırıma karşı koymak için her türlü mücadeleye giriştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 

"Sabır" - "Salat" - "Kıble" gibi kavramlar üzerine oturtulmuş olan mücadelenin anlaşılabilmesi , sadece o kıssayı okumak ile değil , o kıssa içinde geçen Kur'an kavramlarının hayat içinde ifade ettiği anlamların Kur'an bütünlüğü içinde okunması ile birlikte gerçekleştiğinde anlaşılacaktır. 

Bu kavramlar, başı dara düşen insanların hangi konuda başları dara düştü ise , o sıkıntıdan kurtulmak için gerekli olan çıkış yollarını denemeleri gerektiğini ifade eden kavramlardır. Hasta olan bir insanın, tedavi ile ilgili yolları denemesi onun sabır ve salat etmesini , borçlu olan bir insanın , borçtan kurtulmak için yaptığı çalışma onun sabır ve salat etmesini , ezilen insanların ezilmekten kurtulmak için yaptığı çalışmalar, onların sabır ve salat etmesini ifade etmektedir. 

"Müstekbir" (Büyüklenenler) ve "Müstaz'af" ( Zayıflatılanlar) kavramları , insanlık tarihinin en önemli iki kavramıdır. Tarihin , bu kavramların alanı içine girenlerin birbirleri ile  olan mücadelesinden ibaret olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Tarih boyunca gelen elçiler müstekbirlere karşı müstaz'afların yanında yer alarak, onlarla mücadele yöntemini canlı bir örnek olarak bizlere öğretmişlerdir. Onların bu öğretileri Kur'an içinde, "Kıssa" olarak yer alarak bizlere de örneklik olarak ulaşmıştır.

 [030.047] Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.
[012.110] Nihayet o resuller ümitsizliğe düşüp kesinlikle yalanladıklarını sandıkları sırada, onlara yardımımız gelmiştir. Böylece dilediğimiz kurtarılmıştır. Suçlular güruhundan ise baskınımız asla geri çevrilmeyecektir.
[040.051] Hiç şüphesiz biz resullerimize ve iman edenlere, dünya hayatında da, şahidlerin (şahidlik için) duracakları gün de elbette yardım edeceğiz.

Yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerde , Allah (c.c) nin Resullerine ve onlara iman edenlere yardım etmesine dair verdiği bir sözü görmekteyiz. Aynı söz Musa (a.s) ve İsrailoğulları içinde geçerli olup , bu sözün nasıl yerine geldiği Musa (a.s) kıssasında görülmektedir. Allah (c.c) nin yardım sözü , hiç bir zaman bizim yerimize onun ve meleklerin savaşması şeklinde gerçekleşmemiştir. Bu zan doğru bir düşünce olmayıp , Müslümanlar olarak bugünkü zelil durumumuz bu tür düşüncelerin bir sonucudur. 

Kur'an bütün elçi kıssalarında gerçekleşen yardım vaadinin, mücadelesiz bir şekilde, pısırık bir halde gökten meleklerin inmesini bekleyenlere geldiği görülmemiştir. Yıllarca süren mücadeleler sonucunda bu yardım hak edilmiş ve bu yardımın gerçekleşme şekli kıyamete kadarda böyle olacaktır.

Maide s. 3 ayetindeki "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım" cümlesi ile ,Araf s. 137. ayetindeki "Rabbının İsrailoğullarına vuku bulan güzel sözü de onların sabretmelerinden dolayı yerini buldu" cümlesini , Musa(a.s) kıssasının , Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar açısından okuyacak olursak şunları söyleyebiliriz ; 

Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , kendilerine inen elçi kıssalarındaki özellikle Musa (a.s) kıssasındaki mücadele örneğini, yaşadıkları hayat içinde pratize eder bir şekilde okumak sureti ile Mekkenin fethine yani nihai sonuca ulaşmışlardır. 

Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , nihai hedefleri olan Mekkenin fethedilmesine giden yola , kendilerinden önceki elçi kıssalarında anlatılan mücadele örneğini takip ederek ulaşmışlardır. 

Musa (a.s) için nihai hedef olan İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtulmak için izlediği yol , Muhammed (a.s) için nihai hedef olan Mekkenin fethi için gerekli olan mücadele yöntemini belirlemiştir. Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , bu kıssayı masal tadında değil , hedefe giden yolda öncekilerin mücadele yönteminin izlenmesi gerektiği şeklinde okuyarak zafere ulaşmışlardır.

[006.034]  Senden önce nice resuller yalanlandı ve kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmalarına ve sıkıştırılmaya katlandılar. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur; and olsun ki resulllerin haberi sana da geldi.

Enam s. 34. ayetini Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların gözü ile okumaya çalışırsak ; 


Allah (c.c) nin sözünün değişmeyeceğini çok iyi bilen iman edenler , bu sözün nasıl yerine geleceğini ve geldiğini , kendilerine gelen "Resul haberleri" yolu ile yani, "Kıssalar" ile öğrenmişler ve başarıya giden yolun "Sabır ve Salat" ile yoğrulmuş bir hayattan geçtiğini okumuşlardır. Bu ayeti aynı göz ile okuyanlar , tarihin hangi zamanında veya mekanında olurlarsa olsunlar , Rabbin değişmez sözü gereğince başarıya ulaşacaklardır.

Bu gün bu ve benzeri ayetleri bizim gözümüzle okumaya çalışırsak ;

Musa (a.s) ın asası asla yılan olmaz çünkü Sünnetullah değişmez , deniz asla yarılmaz olsa olsa med cezir sonucu olmuştur , salat namazmı dır değilmi dir , namazsa kaç vakit , kaç rekat abdestlimi abdestsizmi kılınacak , Allah gökten melekleri indirip Bedir de nasıl savaştırdı , sarıkları ne renkti , uçları kaç cm sarkıktı v.s gibi bitmek tükenmez geleneksel ve modernist hurafeler ile yapılan okumalar sonucu elde var kocaman bir sıfır. 


Mısır da Firavun zulmüne mücadele ile karşı koyan İsrailoğulları , Sünnetullah gereği yardıma mazhar olarak zulümden kurtulmuşlardır. Denizin karşısına geçtikten sonra bu zulmü unutan aynı İsrailoğulları, Maide s. 20. ve 26. ayetler arasında anlatılan bir olayda, bu yasayı unutarak Musa (a.s) a "Sen ve Rabbin gidin ikiniz savaşın bir burada oturacağız" diyerek isyan etmişler , neticede Sünnetullah yasaları bu sefer onlar aleyhlerine işleyerek,  yıllarca süren bir başıboşluğa düşürülmüşlerdir. 

Allah (c.c) nin yardım sünnetinin , belirli bir kavim üzerine has olarak işlemeyip, sünnetin gereğini yerine getirenler üzerinde işlediğini, İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda açık ve net olarak görmekteyiz. Yardım sünnetinin gereğini yerine getiren İsrailoğulları , denizin karşı kıyısında bu sünnetin gereğini yerine getirmeyerek bozguna uğramışlar , aynı İsrailoğulları Medine de Müslümanlara karşı yanlışlar yaparak bu sünnetin Müslümanlar üzerinde işlemesine sebep olmuşlardır.

Sonuç olarak ; Bizlere yaşanmış olan geçmiş hayatlardan kesitler sunarak , içinde bulunduğumuz durumlardan nasıl kurtulabileceğimizi kıssalar yolu ile öğreten Rabbimiz , müstekbirlerden kurtulma yolunu da göstermiştir. Musa (a.s) ın Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler , bu kurtuluşun işaret taşlarını bizlere göstermektedir. "Sünnetullah" adı verilen yasalar tarih boyunca nasıl işledi ise, bundan sonra da kıyamete değin aynı kurallara bağlı olarak işleyecektir.

Allah (c.c) nin müstaz'aflara olan güzel sözünün tamamlanma şartı , onların elini kolunu bağlayıp oturması şekilde değil , canlarını ortaya koyarak müstekbirlere karşı mücadele etmeleri ile tamamlanacaktır. Musa (a.s) kıssasını bu gözle okuyan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , Mekkenin fethine giden yolu bu şekilde bulmuşlardır. Aynı ayetler bugünde Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların gözü ile okunmayı beklemektedir.  

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ocak 2016 Cuma

RECM: Deformasyona Uğratılmış Bir Kur'an Kavramı

Bir düşünce veya fikrin saptırılma yollarından birisi , o düşüncenin temelini oluşturan kavramların farklı anlamlara dönüştürülmesi sureti ile gerçekleşir. İslam düşüncesi içinde bir çok kavram , Kur'an merkezli okunmak yerine, rivayet merkezli veya ön yargılı okunarak, rivayetleri veya ön yargıları tasdik eder bir hale sokulmuş ve saptırılma bu yolla gerçekleştirilerek,  bu gün bir çok konuda yapılan tartışmaların kapısı, neredeyse bir daha kapanmamak üzere bu sayede açılmıştır.

"RECM" kavramı , bu tür ameliyeye kurban gitmiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır, bu kelime duyulduğunda ilk olarak , evli kadın veya erkeğin zina ettikleri zaman , İslam hukukunun onlara verdiği ceza akla gelmektedir. Yazımızın konusu , bu cezanın meşruiyetini tartışmak değil , bu cezanın dayandığı kavramın Kur'an içinde nasıl geçtiği, ve bu kelimeyi kullanan birisinin bu kelime ile neyi ifade etmek istediği hakkında olacaktır. 

Bu cezanın meşruiyeti konusunda bilgi sahibi olmak isteyenler , bu konuda önce yazmaya çalıştığımız , http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/02/recm-cezasn-red-etmek-degil-kabul-etmek.html  başlıklı yazımıza müracaat edebilirler. 

"Recm" , sözlükte "Taşlamak" anlamına gelen bir kelimedir , biz önce bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyarak , bu ayetlerin taşlayarak öldürmeyi ifade edip etmediği üzerinde durmaya çalışacağız.

[011.091]  Dediler ki: Ey Şuayb; söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve seni aramızda cidden zayıf görüyoruz. Taraftarların olmasaydı, seni taşlardık (LERECEMNAKE) . Esasen sen, bizim yanımızda şerefli kimse de değilsin.
[019.046]  Babası: «Sen benim ilahlarımdan geçmek mi istiyorsun ey İbrahim? Yemin ederim ki, eğer vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım;(LEERCÜMENNEKE)  beni sen uzun bir süre bırak git!» dedi.
[044.020] (Musa) Ben, beni taşlamanızdan, (TERCUMUNİ) benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım.
[036.018]  «Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız (LENERCÜMENNEKÜM)ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır» dediler.
[018.020]  «Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar (YERCUMUKÜM) veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.»
[018.022]  (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: «Üç'tüler, onların dördüncüsü de köpekleridir.» Ve: «Beştiler, onların altıncısı köpekleridir» diyecekler. (Bu,) gayba taş atmaktır (RECMEN). «Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir» diyecekler. De ki: «Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da kimse bilemez.» Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.
[067.005] And olsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onları şeytanlar için taşlamalar (RUCUMEN) yaptık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.
[003.036]  Fakat onu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi: 'Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu taşlanmış (RACİMİ) şeytandan senin himayene havale ederim.

[015.017]  Onları, taşlanmış (RACİMİN) her şeytandan koruduk.
[015.034]  Buyurdu ki: Öyleyse çık oradan. Sen, artık kovulmuş (RACİMÜN) birisin.
[016.098]  Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş (ERRACİMİ) şeytandan Allah'a sığın.
[038.077]  Buyurdu ki: Çık oradan. Şüphesiz sen, artık kovulmuş (RACİMÜN)birisin.
[081.025]  Bu, kovulmuş şeytanın (RACİMİN)sözü değildir.

[026.116]  «Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan (ELMERCUMİNE) olacaksın» dediler.

Ayetler ile ilgili değerlendirmeye geçmeden önce , bu ayetlerin bazı meallerinin, rivayet kültürünün etkisi altında kalınarak "Taşlayarak öldürme" şeklinde çevrildiğini görmekteyiz. Bu konu hakkında herhangi ön bilgisi olmayan bir okuyucu , bu cezanın kur'anın beyanı olduğuna inanarak , "Siz Kur'anda yazanı inkar mı ediyorsunuz ?" şeklinde bir itirazına sebep olabilir. 

Öncelikle ayetlerde ortaya çıkan ortak nokta, "Recmetmek" fiilinin kadim bir insanlık adeti olduğudur. Bir toplumdaki hakim olan anlayışa karşı çıkmanın cezalarından birisi , o toplumdan kovulmak olup, bu kovma fiili "Taşlamak" şeklinde gerçekleştiği için böyle bir tehdit ile kişiler bastırılmaya çalışılmaktadır. 

Şurası bir gerçektir ki , hangi toplum olursa olsun , kendi değer yargılarının karşısına çıkarak onlara rest çeken kişileri, o toplum içinde barındırmak istemez kovar. Allah (c.c) nin Ademe secde emrine karşı çıkan Şeytanın yanlış yaptığını anlatma şekli , insanlığın ortak hafızası olan "Recmetmek" şeklinde ifade edilmiştir.

Muhammed (a.s) ın Taif şehrine tebliğ için gittiği zaman , o şehirde ona yapılan muamele, bu kavramın anlaşılmasında bize yardımcı olacaktır. Siyer kaynaklarından öğrenildiğine göre Taifliler, onun kendilerini vahye teslim olmaya çağırmasını ret ederek , onu aşağılayarak kovmaya kalkmışlar ve onların bu girişimleri onu taşlamakla, yani "Recmetmek" şeklinde gerçekleştirilmiştir. 

Taiflilerin yapmış olduğu bu taşlama işi , bir örneğini Kur'anda gördüğümüz Elçilere karşı yapılan onları  kovma işinin Muhammed (a.s) için tekrarlanan bir örneğidir. Buradan "Recmetmek" ile ilgili olarak şunu çıkarmak mümkündür. 

Bir toplum içinde kabul görülen değerlere karşı çıkarak veya fiiller işleyerek o toplumun genel geçer kurallarına aykırı davranışlar sergilemek , o toplum içinden taşlanarak kovulmayı gerektiren bir suçtur. Taşlayarak bu işlemin gerçekleşmesi , o kişiye toplum tarafından sert bir bir şekilde karşı çıkıldığının ifadesi olarak görülmektedir. 

Taşlamak fiilinin Muhammed (a.s) öncesi elçilerin kavimlerinde de genel geçer bir uygulama olmuş olması , bu fiilin "Taşlayarak öldürmek" şeklinde gerçekleşen bir eylem olmadığını göstermektedir.

Taşlamak şeklinde yapılan kovma eyleminin, zina fiili ile ilişkisini kuracak olursak ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır; 

Kur'an zina fiilinin cezasını bilindiği üzere 100 celde olarak belirlemiştir. Cezanın uygulama yöntemine bakıldığında, cezanın uygulanmasının topluluk önünde gerçekleşmesi gerektiği beyan edilmektedir (24. 2). Bu yöntem bizlere şunları düşündürmektedir ; Zina fiili bir toplum için en büyük ahlaki zaaf olarak, geçmişten günümüze kadar gelen bir hastalıktır. Hiç bir toplum bu tür ahlaksızlıklara müsaade etmez ve bunu önlemek için bir takım tedbirler alır. 

Allah (c.c) nin bu suçun cezasının insanların göreceği bir ortamda verilmesini istemiş olmasının amacı , bu cezanın kişilerin canının acıtılmasından çok , bu suçu işleyenlerin toplum içinde deşifre edilmesine yöneliktir. Ahlaklı ve erdemli bir hayat yaşamayı kendilerine düstur edinmiş topluluklar , ahlaka aykırı yapılan fiillerin bir şekilde önünü almayı hedefler. Bu yönde alınan önlemlerden bir tanesi , bu tür fiilleri yapanları toplum dışına iterek, toplumun ifsad olmasını önlemeye yönelik yaptırımlardır. 

"Recmetmek" şeklinde ortaya çıkan kadim uygulama, zina fiilini işleyenler için , bulundukları toplum içinden kovulmaları şeklinde uygulanmış olabilir , ancak bu uygulamanın Allah (c.c) nin emri gereğince öldürmek şeklinde uygulanmış olması mümkün değildir. Fakat bu uygulama zaman içinde farklı bir yöne kayarak, öldürme fiiline dönüşmüş olması muhtemeldir. 

Şurası net ve kesin bir gerçektir ki , Allah (c.c) Kur'anda zina fiili işleyen evli erkek ve kadına recmedilmek sureti ile öldürülmeleri gerektiği şeklinde bir ceza emretmemiştir. Böyle bir cezanın Kur'anda olmadığını kabul eden bir kısım Müslüman , bu cezanın Tevrat ta olduğundan hareketle Muhammed (a.s) ın bunu uygulamış olabileceğini düşünmektedir. Bu düşünceye de şöyle bir itirazımız vardır ; 

Nisa s. 26. ayetinde, ondan önceki ayetlerde geçen hükümler için, "Bu hükümlerin daha öncekiler içinde geçerli olduğu" bildirilmektedir. Bu hükümler içinde , zina eden evli bir cariyenin cezasının , hür kadının yarısı kadar olduğu da vardır. Bu demek oluyor ki , Eğer zina eden evli kadına, geçmişte ölüm cezası verilmiş olsaydı bu cezanın yarısı nasıl uygulanabilir di ?. Bu da gösteriyor ki Allah (c.c) Yahudiler için de böyle bir ceza uygulaması emretmemiştir. 

Öyle ise Muhammed (a.s) ın  recm cezası uyguladığına dair olan rivayetleri nereye koyacağız ?.

Bu konuda önümüzde iki seçeneğimiz var ; 

1- Kur'an zina fiilinin cezası konusunda evli-bekar ayrımı yapmadan ,100 celde cezasını evli -bekar herkes için emrettiğine , Muhammed (a.s) kendisine inen vahye aykırı bir hareket etmeyeceğine , onun vahyin emrine aykırı bir uygulama yapmasının mümkün olmadığına göre , ona atfedilen recm rivayetlerinin tamamını ona atılmış bir iftira olarak ret edeceğiz veya bu rivayetleri kabul ederek ayeti ret etmiş durumuna düşeceğiz. 

2- Konumuz olan ayetleri dikkate alarak "Recmetmek" fiilini okumaya çalıştığımız zaman , bu fiilin öldürmek şeklinde bir yönü olmadığı görülmektedir. Bu fiil , zina yapan birisini toplum içinden kovmak şeklinde uygulanmış olması muhtemeldir. Muhammed (a.s) eğer böyle bir taşlamayı emretmiş ise bu taşlama öldürmek şeklinde değil , o kişilerin bulundukları beldeden kovulmaları şeklinde gerçekleşmiş olması daha makul görünmektedir. Bu fiilin zaman içinde deformasyona uğrayarak , toplumdan kovma uygulaması yerine , taşlayarak öldürme uygulamasına dönüşmüş olması , taşlayarak öldürmenin meşru olduğuna dair bir delil teşkil etmez.

Eğer recmetmek fiili öldürmeyi esas alan bir uygulama alanına sahip olsaydı, Allah (c.c) şeytan için "ŞEYTANİRRACİM" ifadesini asla kullanmazdı , şayet bu fiil şeytanın taşlanarak öldürülmesini  ifade etseydi, bu deyimin onun için kullanılması yanlış olurdu. "İblis" için "Racim" ifadesi kullanılarak ona kıyamete kadar süre verilmiş olması ,bu fiilin öldürmek anlamında olmadığını göstermektedir.

Recmedilerek öldürülmüş olan şeytana kıyamete kadar süre verilerek, onun için "Racim" ifadesi kullanılmış olması çelişki arz edecektir. Bu düşünceyi serdederken , İblis adı verilen kişinin ontolojik bir mahiyeti olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz. Allah (c.c) muhatapların bilgisi dahilinde bulunan , isyan eden birisinin huzurdan kovulmasını tasvir eden bir anlatım dahilinde bu ifadeyi kullanmıştır.

Sonuç olarak ; Deformasyona uğratılmış olan bir kavram olarak önümüzde duran "Recm" kavramının , "Taşlayarak öldürme" uygulamasına sonradan dönüşmüş bir uygulama olduğunu düşünüyoruz. Bu kavramın kadim uygulama şekli , bir toplumun değer yargılarına uygun olmayan düşünce  sahiplerinin o toplumdan çıkartılması şeklinde uygulama alanına sahip olduğu , bir çok Kur'an ayeti ile öğrenilmektedir. 

Bizler Kur'an kavramlarını , bütünlük içinde ve ön yargısız bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman , geleneksel düşüncede içi boşaltılan veya farklı anlamlar verilen kavramları  kolayca anlayabiliriz. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Ocak 2016 Perşembe

ŞİRK : Toplumların Yıkılışına Sebep Olan Bir Cürüm

Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile kendilerine elçi gönderilen bazı kavimlerin helak edildiğini beyan etmektedir , adı geçen bu kavimlerin helak edilmesine sebep olan ortak özelliklerinin Allah (c.c) ye ortak koşmak yani "Şirk" olduğu, kıssalarını okuduğumuz kavimler ile ilgili anlatımlarda görülmektedir. Kavimlerin helak edilmesi hakkında yapılan tartışmalara baktığımızda , bu helak edilmenin devam edip etmeyeceği konusunun gündeme geldiğini ve yapılan tartışmalarda, devam edeceği veya etmeyeceği yönünde iki görüş serdedildiğini, tartışmaların bu boyutta sürdürüldüğünü görmekteyiz.

[035.042-43] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü düzen kurarak. Halbuki kötü düzen ancak ehline zarar verir. Öncekilerin sünnetlerini görmezler mi? Sen, Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah'ın sünnetinde bir başkalaşma da bulamazsın.

Kur'anın, "Sünnetullah" olarak beyan ettiği yasalarda bir değişme olmayacağını haber vermesini dikkate aldığımızda , bu kavimlerin helak edilmesinin bu yasanın işlemesi sonucu olduğuna göre , helakın evrensel bir yasa olduğu yani devam edecek bir şüreç olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Kavimlerin helakı konusunda yapılması gereken tartışmaların , bu helakın devam edip etmeyeceğinden çok , bu kavimleri helaka götüren fiillerin dikkate alınması , ve o fiillerin toplum bazında işlenip işlenmediği konusunda yapılarak, farkındalık yaratılması etrafında yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Bu farkındalığın yaratılabilmesi için önce bu kavimlerin yıkılışlarına zemin hazırlayan "Şirk"  kavramının insan hayatında nasıl gerçekleştiği,  Allah (c.c) tek ilah olarak kabul edilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğinin kavranılması gerekmektedir. Müslümanlar olarak bu kavramın bizlerin hayatında artık yeri olmadığı , "Müşrik" adı verilmesi gereken toplulukların bizim dışımızdakiler olması gerektiği gibi bir atalet içinde olmamız , bizleri helak yasasının üzerimizde işleyebileceği korkusunu duyarak yaşamamıza engel olmaktadır. 

Helak edilen kavimlerde ortaya çıkan "Şirk" olgusunun , o kavimlerin sadece taştan tahtadan yapılma putlara tapması sonucunda olduğu kanısı , bu kavramın anlam alanının daraltılmasına sebep olacak ve evrensel bir kavram olduğunu örtecektir. O kavimler mutlaka taştan tahtadan putlara tapıyorlardı , ancak onların bu putlara tapmaları , yaşam sistemlerini Allah (c.c) den almak istememelerini ve almadıklarını ilan etmelerinin bir yansıması idi.

Olayı ülkemizde olan bir durum ile örneklendirirsek, söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. Ülkemizin şehir , ilçe ve köylerinde mevcut bulunan Atatürk heykellerinin önünde veya onun önünde yapılan yapılan saygı duruşlarının kişiyi şirke düşürdüğü söylendiği zaman alınan cevap, "Biz ona tapmıyoruz ki" olacaktır. Verilen bu cevap, "Tapmak" kelimesinin hayat içinde nasıl pratiğe geçtiğinden habersiz olanların verdiği bir cevaptır. 

Çünkü o heykelin önünde veya mezarda yapılan saygı duruşu, oradaki kişinin vaz ettiği değerlere sahip çıkmanın ritüele dökülmüş bir göstergesidir. Kişi zımnen, "Senin değerlerine sadığım bunu sana bu şekilde gösteriyorum" mesajını vererek , "Tapmak" kelimesinin anlamına uygun bir hareket sergilemektedir.

Genel geçer inancımızda, kelime i tevhidin dil ile ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar fazla sevap alınacağı gibi bir düşünce yerleşik olduğu için , bu kelimenin dilimizden düşmemesi öne çıkarılmış , asıl önemli olan bu kelimenin gereğinin hayat içinde gösterilme şartının aranmamış olması , bizleri büyük bir aldanışa götürmektedir. 

Allah (c.c) kendisini bizlere "Rab" ve "İlah" olarak tanıtarak , bu sıfatların gerektirdiği yetkilerin kendisinden başkalarına verilmesini "Şirk" olarak tanımlamaktadır. Bizler bu sıfatları dil ile Allah (c.c) ye has kılarken , hayat içinde başkalarına has kılarak büyük bir çelişki içine düştüğümüzün farkında bile olmadan, iyi bir Müslüman olduğumuz zannederek yaşamaktayız.

Allah (c.c) bizlere, sadece kendisini Rab ve İlah olarak tanıyan bir hayat sürmemizi emretmekle neyi hedeflemektedir ?. 

Allah (c.c) yarattığı bütün insanları "Abd" statüsüne tabi tutarak , kendisinin Rab lığını kabul eden bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Onun bizim için belirlediği kuralların tamamı kompleks bir şekilde hayata geçirildiği zaman , dünya üzerinde yaşayan bütün canlılar huzur içinde yaşayacaklar ve bu canlılardan olan insan cinsi , hesap gününden sonraki hayatında da ebedi bir huzur içinde yaşayacaktır.

Bizi yaratan ve bizim için neyin iyi , neyin kötü olduğunu bizden daha iyi bilen birisi olarak , üzerimizde tasarruf etme yetkisinin kendisine has kılan Rabbimiz , bizim ona itaatımız karşılığında ,bunu dünya ve ahirette karşılıksız bırakmayacağını vaad etmektedir. 

Allah (c.c) yi Rab ve İlah olarak tanıyan bir hayat sürülmesinin dünya hayatındaki karşılığı nedir ?.

Allah (c.c), dünya hayatında yaşayan insanların birbirlerine haksızlık ve zulüm etmeden , karşılıklı haklara riayet eden adalet ve tevhid temelli bir hayat sürmelerini emretmektedir. İnsanların bir arada yaşama ihtiyacının doğurduğu, bir takım kurallara bağlı olma gereğine binaen , bu kuralların ana hatlarını yegane "Rab" ve "İlah" olmasının bir sonucu olarak, Allah (c.c) belirlemektedir . Toplumlar bu kurallara bağlı bir hayat sürdüğü müddetçe , huzur , refah , barış , adalet, mutluluk, bereket v.s gibi  kavramların ifade ettiği anlamlar , o toplumların üzerinden eksik olmayacaktır.

Örneğin ; Bir toplumda farklı gelir guruplarına mensup olanların varlığı kaçınılmaz bir olgudur. Allah (c.c) bu farklılığın daha açılmasını değil , en aza indirilmesini öneren düzenlemeler yaparak insanları sadaka , infak , zekat gibi kavramları dikkate alan hayat sürdürerek , onları cimrileşmemeye teşvik ederek , bu vermelerinin karşılığını kat be kat geri ödeyeceğini beyan etmektedir. İnsanların sosyal farklılıklarının birbirlerine düşman olmasına engel olan bu tür emirlerin hayata geçirilmesi sonucunda , toplum içinde huzur ortamı yeşerecektir. 

Yaşadığımız dünyaya baktığımızda , dünya gelirinin % 40 lık bölümüne dünya nüfusunun % 1 lik kesiminin sahip olduğunu , dünya nüfusunun % 50 lik kesiminin dünya gelirinin % 1 lik payına sahip olduğunu gördüğümüzde, işin ne kadar vahim bir boyuta geldiği görülecektir. 

Açlıktan ölmek durumuna gelen birisinin haram helal demeden yemek için saldıracağını bilen Rabbimizin , içki , domuz eti gibi haram  ettiği şeylerin açlık durumunda kalındığında yenilebileceğine dair olan ruhsatı, insanın açlık konusunda ne kadar  dirençsiz olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir. Gelir adaletsizliğin aç bıraktığı insanlar gün gelip tok olanların elinden ekmeklerini almaya çalıştıkları an o zenginler için helak anı gelmiş olacaktır.

Kur'anda bir çok yerde geçen ,"Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" cümlesi ,kişilerin ellerinde olan mal , mülk , evlat gibi geçici malların, aslında kendilerinin değil,  emanet olduğunu beyan ederek, bu noktada önemli bir hatırlatmada bulunmaktadır. Dünya hayatında yaşayan insanların hiç birinin elinde olan mülkün gerçek olarak kendilerinin değil , geçici bir süre için metalandırılmak üzere onlara verildiği ve bunlar üzerinde imtihan edilerek , ebedi yurdun hazırlanmasında bu servetin bir araç olduğu hatırlatılarak, hiç kimsenin bunların gerçek sahipliğine soyunmaması istenilmektedir. 

Eğer insanlar , bu kuralları kendilerinin belirleyeceklerini iddia ederek , Allah (c.c) yi hayattan çıkarmaya kalktıklarında artık çöküş başlamış sayılacaktır. "Rab" ve "İlah" olmanın sınırlarına giren kural belirlemeyi kendisinin uhdesinde gören insan , kendisinin olmayan şeyleri, başta iktidar olma hakkı olmak üzere sahiplenmeye başlayarak , Allah'tan rol çalmaya kalkarak onun hakkını gasp eden bir konuma geldiğinde , helak sürecinin hızlanmasına sebep olacaktır. 

Ahireti ret eden bir düşünce ve yaşam içinde bulunmuş olmaları , helak edilen kavimlerin ortak özelliklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahiret inancı olan bir insan dünya hayatında , bir kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapmaktan imtina eden bir duruma gelmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin ahiret vaadinde, kötülük işleyenlere bu kötülüklerinin karşılıklarının acı bir biçimde ödetileceğine dair beyanlar mevcut olup, bu beyanlar iman eden birisinin elini kolunu bağlamaktadır.

Ahiret inancından soyutlanmış bir hayat içinde olanlar için artık kırmızı çizgiler kalkmış ,hiç bir kural tanımadan sadece dünya hayatlarını mamur etmek için zayıfı ezen , sadece kendisini düşünen bir insanın dünyaya yapacağı katkı fesat çıkarmaktan başka bir şey olmayacaktır. Böyle insanların yönettiği ve bu insanları destekleyenlerin çoğunlukta olduğu toplumlar için artık dibe doğru çöküş başlamış demektir. 

Elçi kıssalarında anlatılan şirk olgusunun pratik hayata nasıl yansıdığının anlatılması , bu kavimlerin helak edilmesine sebep olan amillerin hangi zaman ve mekan içinde yaşayan insanlar tarafında tekrar edildiğinde, aynı helakın gerçekleşeceğini haber vermesi açısından okunması gerektiğini düşünüyoruz. 

Salih (a.s) ın kavminin deveyi kesmesi sonucu helak olmasını , insan dışındaki bitki hayvan gibi varlıkların, arz üzerinde en az bizim kadar yaşama hakkı olduğu , bu hak onlara tanınmayarak yok edilmeye çalışıldığı müddetçe , bu yok etme ameliyesi aslında insanın bindiği dalı kesmesi gibi bir eylem olarak insan neslinin yok olmasını da beraberinde getirmesi olarak okumak, bu kıssayı evrensel mesajlar haline dönüştürecektir.

Çünkü insan , kendisini doyuracak olan kendi dışında olan varlıklara muhtaç bir biçimde hayatiyetini sürdürebilir. Bizim menfaatimiz için yaratılmış olan bitki ve hayvan neslini ,su kaynaklarını hoyratça harcadığımız zaman , yarın gıdamızı temin edecek şeyleri bulmakta zorlanarak , birbirimizi yemek zorunda kalmak içten bile değildir. 

Şuayb (a.s) ın kavminin helak olmasına sebep olan ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmalarını , ekonomik hayatın gereklerini yerine getirmemeleri olarak okuduğumuzda , ekonomi ile ilgili yasaları hayatlarına yanlış olarak uygulayan toplumların helak olmalarının kaçınılmaz olduğu şeklinde okuyarak , yine bu helakın evrensel bir boyutu olduğunu görebiliriz. 

Lut (a.s) ın kavminin helak olmasına sebep olan o kavmin fıtratın gerektirdiği  cinsellik yerine çarpık ilişkileri tercih ettiğini ve bunun sonucunda başlarına gelenlerin evrensel bir mahiyet arz ettiğini düşünerek okuduğumuzda , bırakın başka yerlere bakmayı, kendi ülkemizde olan ahlaksızlık boyutlarını düşündüğümüzde bu helakın bizler için gerçekleşebileceğini okuyabiliriz. 

T.V kanallarında yayınlanan dizilere bakıldığında , o dizilerdeki ana temanın nikahsız ilişkiler ve zina sonucu doğan çocuklar etrafında yoğunlaşarak , bu ilişkilerin artık normal olduğu gibi şuur altına yerleştirmeler yapılmaktadır.

Salih (a.s) kavminin şirki nin insan dışındaki hayatların yaşam hakkı konusunda Allah (c.c) nin değil ,o kavmin melesi nin belirleyici olması şeklinde ortaya çıktığını , Şuayb (a.s) ın kavminin şirkinin , o kavmin ekonomik hayatın gereği olan belirlemeyi Allah (c.c) nin değil , o kavmin melesinin yaptığı , Lut (a.s) kavminin şirkinin , ahlaki kuralları Allah (c.c) nin değil yine o kavmin mele sinin belirleyiciliği olarak görmekteyiz.

Şimdi bunlardan sonra hangimiz ," Bu kavimler sadece taştan tahtadan putlara tapmak sureti ile şirk işledikleri için helak edildiler" şeklinde bir iddiayı ortaya atabilir ?.

Kur'anın kavimlerin helak edilme biçimleri ile ilgili anlattıkları , din dilinin ifade kalıpları dahilinde olduğu için , bu tür helakların  artık olmayacağı gibi bir düşünce bizleri yanıltabilir. Tarih boyunca geçmiş olan bir çok devletin yıkılma biçimlerini tetkik  ettiğimiz zaman, bizlerin yıkılıştan emin bir hayat geçirmemizi engelleyerek diken üzerinde durmamızı sağlayacaktır. 

Bu gün dünya üzerinde belirli zamanlarda çıkan ekonomik krizler ile , kişilerin ve devletlerin zor duruma düşmeleri , daha çok üretmek ve daha çok kazanmak adına işlenen doğa katliamlarının insan bedenine olan etkileri , geçmişteki helak olaylarının tekrarından başka bir şey değildir. Bu hataların önü alınmadığı takdirde , daha şiddetli yıkımların olması kaçınılmaz olacaktır.

Bizler "Din" denilince sadece ritüel ibadetleri , "Şirk" denilince taştan tahtadan putlara tapmayı anladığımız müddetçe , bu din tapınaklarda yaşanan bir din olmaktan öteye geçmeyecektir. Halbuki "Din" denilince kişinin yaşamının her anını kaplayan değerler bütünü , "Şirk" denilince hayatın Allah (c.c) nin vaz ettiği sistem yerine onun kullarının vaz ettiği sistem dairesinde şekillenmesi anlaşılmış olsaydı , yaşadığımız hayatların ne kadar islami olduğu konusunda daha net fikir sahibi olmamız kolaylaşarak , Kur'anın anlattığı helak olaylarının sebepleri dikkate alınarak , onun doğrultusunda hayatlar yaşanmaya gayret edilerek , aynı akıbete uğramamak için gayret edilirdi.

Sonuç olarak ; Kur'an , kavimlerin helak edilmesi ile ilgili bilgileri tarihi bilgiler olsun diye değil , eskilerin yapmış olduğu hataların , onlara neye mal olduğunu haber vererek , o hataların bizler tarafından tekrarlanmamasına ilişkin mesajlar olarak vermektedir. Bizler kıssaları böyle bir bakış açısı ile okuduğumuz zaman , bu kıssalarda anlatılan cürümlerin aynısının bu günde tekrarlanmakta olduğunu görerek, bu tekrarlanmanın sonucu , o kavimlerin başlarına gelenlerin aynısının tekrarlanmaması için gerekli olan tedbirlere yönelme ihtiyacı duyacağız. 

Kur'anın "Şirk" kavramı ile ifade etmek istediği net olarak anlaşılamadığı müddetçe , bu tehlikeden emin bir vaziyette geçirilen hayatın hiç beklenmedik bir anında helak gerçekleşerek geri dönüşü olmayan bir yola girilmesi her an mümkündür. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ocak 2016 Salı

ŞİRK : Müslümanların Gündeminde Olmayan Bir Kur'an Kavramı

"Şirk" , insan hayatında sadece Allah (c.c) ye ait olması gereken  tasarruf yetkisinin, Allah (c.c) nin dışındakilere verilmesi şeklinde gerçekleşen , Kur'anın bel kemiğini oluşturan evrensel bir kavram olmasına rağmen , Kur'anın hayatın her anına el attığını unutan bir kısım Müslüman tarafından , Mekke nin fethini müteakip , Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet putun kırılması ile son bulduğu ve bir daha Müslümanlar için artık böyle bir tehlikenin, kıyamete kadar son bulduğu zannedilerek tarihselliğe gömülmüş bir kavramdır. 

Şirk, kadim bir insanlık sorunu olarak dün nasıl bir tehlike ise , aynı tehlike kıyamete değin sürecektir. Asıl mesele, Kur'andaki şirk olgusunu Yahudi , Hıristiyan , Müşrikler ile sınırlamak, veya bir kısım tekfirci gurupların elinde oyuncak haline gelmiş bir kavram olarak herkese yapıştırmaktır.

"Şirk" kelimesini kısaca , "İki mülkün birbirine katılıp karıştırılması" olarak ifade edebiliriz.

[017.111]  Ve şöyle de: «Hamd o Allah'a ki, hiçbir çocuk edinmedi; O'na mülkte bir ortak da olmadı; O'na aczi yüzünden bir yardımcı da olmadı.» O'nu tekbir ile büyükle de büyükle!
[025.002]  O ki; göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçüyle takdir etmiştir.

Biz insanlar , onun mülküne dahil olan yarattıkları olarak , bizimle ilgili meselelerde hüküm beyan etmeye tek yetkili olan sadece O dur. Dünya tarihini kısaca özetleyecek olursak ; İnsan üzerinde hakimiyet kurarak , bu hakimiyeti Allah (c.c) den gasp etmek isteyenlerin çıkarmış oldukları kargaşa , isyan ve savaşlar , olduğunu söyleyebiliriz. Tarih boyunca gelen elçiler , hakimiyet savaşının , Allah (c.c) ye ait olmasını savunanların önderliğini yaparak bu konuda örneklik oluşturmuş şahıslardır. 

"Şirk" konusunda yanlış bildiğimiz ve bizi yanıltan noktalardan birisi , şirk düşüncesinin Allah'ı temelden ret ettiği şeklindedir. Bu düşünce , Allah'ı varlık olarak ret etmemekle birlikte , onun insan hayatını ilgilendiren konularda belirleyici olduğunu ret etmeye dayanmaktadır.

[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[031.025]  Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»

Kendisine "Rab" , bizlere "Abd" diyerek, onunla bizim aramızdaki ilişkinin sınırlarını belirleyen Allah (c.c) , bu sınırı ihlal edenlere karşılık olarak ebedi cehennem cezasını layık görmüştür.

Son elçi ile inen son kitap olan Kur'an , insan hayatında bu olgunun nasıl gerçekleştiğini örnekleri ile haber vererek bundan sakınmamızı emretmesine rağmen , özellikle biz Müslümanların bir çoğu, bu kavramın ifade ettiği anlamın, kendi hayatımız içinde nasıl açığa çıktığının bilincinden uzak bir hayat sürmekteyiz. 

[039.003]  Dikkat et, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım veliler edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.
[010.018]  Onlar, Allah’tan başka kendilerine zarar veya fayda veremeyen birtakım nesnelere ibadet ediyor ve «Onlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir»

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde ortaya çıkan şirk durumu güncelliğini koruyarak bir kısım Müslümanın hayatında devam etmektedir. Bu tür ayetleri sadece indiği zaman ve mekanda yaşayanlar ile sınırlı tutarak okuduğumuz için , bu durumun bizim üzerimizde meydana gelmesinin imkansız olduğunu düşünmekteyiz. 

Ancak Kur'anın "Evliya" olarak ifade ettiği kelime içine giren , dünkü taştan tahtadan putların yerini , bugün kabirlerde yatan ve kendilerine bir takım üstün güçler atfedilen ölüler, veya Allah (c.c) ve elçisi ile her an iletişim halinde bulunulduğuna inanılan , kerameti müritlerinden menkul, "Şeyh" , "Gavs" v.s  lakaplı insanlar almıştır. Bu guruplara bağlı bir hayat sürerek , bu insanlar olmadan Allah (c.c) nin kendilerine icabet etmeyeceğini düşünen insanlara en doğru cevabı yine Kur'an vermektedir. 

[002.186]  Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

Üzüntümüz , bu tür sahtekarlara inanarak 4-4 lük bir hayat yaşadıklarını ve bu hayat sonunda Cennetin en güzel yerlerinde rezervasyonlarının hazır olduğunu düşünenlerin , hesap günü bu beklentilerinin boşa çıkarak , başka yerde rezervasyon yaptırmış olduklarını gördüklerinde , geri dönerek bu hatalarını telafi etme imkanından mahrum kalacak olmalarıdır.

[041.026]  İnkar edenler: «Bu Kuran'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız» dediler.

Bu sahtekarların oyunlarını açığa çıkarak yegane kitap olan Kur'anın , saf müritlerin eline geçerek uyanmamaları için elden gelen çaba gösterilerek , Mekkeli atalarının taktiğinin bir benzeri uygulanmakta , bu kitap yerine başka kitaplar öne çıkarılarak karizmatik bir yapıya bürünmüş bir halde onlara sunularak , bu kitaplardaki muhteviyat dinin esası olarak insanlar kandırılmaya devam edilmektedir. 

Tasavvuf kaynaklı dinin en büyük silahı , Muhammed (a.s) ın beşer olduğu gerçeğini örtecek derecede ileri giden bir peygamber anlayışıdır. "Şeyh" , "Gavs" v.s lakaplı kimselere yüklenen ortaklık anlayışı önce Muhammed (a.s) a yüklenmesi gerekir ki , bu ortaklığı ondan sonra devam ettirecek olan bu sahtekarlara gerekli zemin hazırlansın. Muhammed (a.s) ın şahsi yönü öne çıkarılarak , bu öne çıkarmanın da kaynağı yalan ve hurafelere dayandırılarak, uçan kaçan bir elçi ortaya çıkarılmış , böylece uçan kaçan şeyhlere meşruiyet zemini hazırlanmıştır.

Müslüman hayatında şirk olgusunun daha farklı bir boyutu , tasavvuf kaynaklı din anlayışına şiddetle karşı çıkarak bu din anlayışına sahip olanları "Müşrik" olarak nitelendiren bir kısım Müslümanda da görülmektedir. Bu Müslümanlar genellikle "Ehli Hadis" düşüncesi etrafında buluşan ve hadisleri dinin kaynağı konusunda Kur'an ile eşdeğer görmektedir.

Bu düşünce "Kur'an=Hadis" söylemi etrafında bir din anlayışı geliştirmekle , tasavvuf kesiminin geliştirdiği "Muhammed = Allah" söylemi ile aynı safta yer aldıklarını maalesef göz ardı etmektedirler. 

İnsanların ahirette sorumlu tutulacağı konularda haram - helal tayin etme yetkisinin , mülkün yegane sahibi olarak , sadece kendisinde olduğunu beyan etmesine rağmen bu yetkiyi onunla birlikte Muhammed (a.s) da tahsis etmek şeklinde ortaya çıkan düşünce, "Ehli Hadis" fırkasının ana fikrini oluşturmaktadır. Bu fırka mensupları "Şirk" konusunda kendilerini "Sütten çıkmış ak kaşık" misali görmelerine rağmen , maalesef tasavvuf ehlinden aşağı kalmayan bir tutum sergilemektedirler.

"Şirk" olgusunun farklı bir boyutu , Tasavvuf ve hadis kaynaklı din anlayışını ret ederek Kur'an kaynaklı bir anlayışını kabul ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman üzerinde de kendisini göstermektedir. Bu Müslümanların bir kısmı , Kur'anın yaşanılan hayatın toplum olarak nasıl bir sisteme dayanması gerektiğinde pek duyarlı davranmayarak , yaşadığımız sistemden herhangi bir rahatsızlık duymamakta , dahası bu sistemden memnun olarak hayatını sürdürmektedir. 

Okudukları Kur'anın sadece hadis ve tasavvuf kaynaklı din anlayışını ret ettiğini düşünen bu  Müslümanların daha uç kesimleri , özellikle Kur'anın "Tağut" olarak nitelediği kavrama karşı duyarsız kalarak , yaşanılan sisteme destek çıkmaktadırlar. Laik , Kemalist , Cumhuriyetçi temellere oturan bu sistem içindeki bazı yasalar , Allah (c.c) nin "Haram" olarak beyan ettiği ayetlere ters bir davranış sergileyerek onları "Helal" kapsamına almaktadır.

Muhammed (a.s) ın haram helal koyma yetkisi olmadığı konusunda hem fikir olan bu kişiler , konu yaşadığımız sistemin haram-helal tayin etme yetkisine gelince "Dut yemiş bülbül" kesilmekle kalmayıp, bu tayini destekler bir tavır sergilemektedirler. 

Amacımız kimseyi "Müşrik" olarak tekfir etmek olmayıp , Müslüman kimliğine sahip olduğumuzu iddia etmenin bizi şirk batağından kurtarmaya yetmediğini ifade etmeye çalışmaktır. Bu tehlikenin üzerimizden ebediyyen kalktığını düşünen bir hayat , bizleri büyük bir yanılgı içine sokarak , yarın telafisi imkansız bir duruma düşürecektir. 

Sonuç olarak ; Kur'an  her konuda şifa kaynağı olduğu gibi , şirk hastalığının çarelerini ihtiva eden reçeteler taşımaktadır. Önemli olan bu reçeteyi emanet olarak alınmış gözlüklerle veya başkalarının bize takmaya çalıştığı gözlüklerle okumaya çalışmamak olmalıdır. 

Eğer bu reçeteleri, "Tasavvuf" kaynaklı din anlayışının taktığı bir gözlükle okumaya çalışırsak , o reçeteler bizlere şirkten arınmayı değil şirke davet eden , şirki teşvik eden bir reçete olarak karşımıza çıkarak , içine düştüğümüz şirk hastalığından kurtulmak yerine bizi daha ağır bir hasta konumuna düşürecektir. 

Eğer bu reçeteleri , "Ehli Hadis" kaynaklı din anlayışının taktığı bir gözlükle okuyacak olursak , tasavvuf kaynaklı din anlayışının şirk düşüncesini ret edip muvahhitlerden olduğumuzu sanarak , Muhammed (a.s) ın haram -helal koyma yetkisi  , veya hadislerin de vahiy olduğunu savunmak sureti ile Muhammed (a.s) ı Allah (c.c) ile denk bir duruma getirmiş oluruz.   

Eğer bu reçeteleri , sadece tasavvuf ve hadis merkezli din anlayışını ret eden bir gözlükle okumaya çalışarak , Kur'anın hayatın her anına dair sözü olan bir kitap olduğunu öteleyerek , tağuti sistemlere destek veren ve bu sistemlerin kurucularına secde edenler olarak bir hayat sürmüş oluruz. 

Kur'anın insan hayatını ilgilendiren her konuda belirleyici olması gerektiği fikri , Müslümanlar tarafından özümsenmediği müddetçe , şirk tehlikesinin bizim dışımızdakiler için geçerli olduğu fikri bizde kalıcı olacak , ve bu tehlike içine girenler , düştükleri bu durumun farkına bile varamayacaklardır. 

"Şirk" olgusu , Kur'ana bakıldığı zaman toplumların yıkılışına zemin hazırlayan en büyük sebep olarak karşımızda durmasına rağmen , bu yıkılışlar bizlere gerekli ibretleri vermekten uzak bir okumaya tabi tutularak , bu yıkımların artık gerçekleşmeyeceği gibi bir kanıya sahip olmaktayız. Sünnetullah yasalarında değişme olmayacağını hesaba katarak yapılan bir okuma , bu yıkımların şartlar olgunlaştığında kıyamete kadar devam edeceğini bizlere haber vermektedir.

Rabbimiz , bizleri Kur'an dışı kaynaklara itibar ederek, bu kitabı o kaynaklar doğrultusunda okuma hatasından kurtarsın. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.