Musa (a.s) kıssasının baş karakterlerinden biri olan Firavun , Allah (c.c) den rol çalmaya kalkarak ilahlığa soyunanların, dünya ve ahiretteki hazin sonunu gösteren örnek bir karakterdir. Allah (c.c) nin esmasından olan "El aziz" ismini , sadece onun hakkı olan ilahlık ve rabliğe soyunmak adına kullanmaya kalkanların , bu cüretlerinin neye mal olacağı , Firavun sihirbazlarının yenilgisinde gösterilmektedir. Sihirbazlar gerçeği görüp iman ederken , Firavun gerçeği görmezden gelmeye devam ederek, helak olmayı hak etmiştir.
Bu konunun anlaşılabilmesi için , Kur'an içinde geçen Aziz kelimesinden türeyen "İzzet" kelimesinin geçtiği ayetleri okumanın gerektiğini söyleyebiliriz.
"El izzü" ; İnsanda bulunan alt edilemezlik ve yenilmezlik halini ifade eden bir kelimedir.
Arapların sert arazi için kullandıkları "Ardun azezün" kelimesi buradan gelmektedir.
Esma ül hüsnadan olan "El aziz" ; "Kendisi daima galip , üstün gelen , asla mağlup olmayan , kendisine üstün gelinemeyen" demektir. Bu ismin gerçek boyutuna dönüşmüş hallerinden birisi de Musa (a.s) kıssası içinde , sihirbazlar tarafından yapılan sihirlerin asa tarafından yok edilmesi sonucunda kimin gerçek "El aziz" olduğu bizlere gösterilmektedir.
[019.081] Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'tan başka ilahlar
edindiler.
[004.139] Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler edinirler.
'Kuvvet ve onuru (izzeti) ' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün
kuvvet ve onur (izzet),' Allah'ındır.
[003.026] Deki: ey mülkün sahibi Allahım! Dilediğine mülk verirsin,
dilediğinden de mülkü çeker alırsın, ve dilediğini azîz edersin, dilediğini
zelil edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen her şey'e
kadirsin
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinin, gerçek hayat içinde yansıma bulmasını, Musa (a.s) kıssasının, sihirbazlarla olan karşılaşmasının anlatıldığı ayetlerde görmekteyiz.
[026.044] İplerini ve asalarını yere attılar ve: «Firavun’un izzetine
yemin ederiz ki galip gelen biz olacağız» dediler.
Sihirbazlar , Firavundan aldıkları dünyalık makam , mevki ve servet sözü karşılığında Musa (a.s) ile müsabakaya girişmişler , ip ve asalarını atarken kullandıkları " Firavunun izzetine" sözü , sihirbazların Firavunu karşılaşma öncesine kadar, ilah ve rab olarak kabul ettiklerini göstermektedir.
Ortada "İlahların savaşı" diyebileceğimiz bir durum vaki olup , bu savaşın sonunda oluşacak olan galibiyet , gerçek ilahın kim olduğunu ortaya çıkaracaktır.
[026.045] Sonra Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların
uydurduklarını yutuveriyor!
[026.046] Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
[026.047] «İman ettik, dediler, Âlemlerin Rabbine»
[026.048] «Musa ve Harun'un Rabbine!»
Musa (a.s) ın elindeki ASA ile , sihirbazların elindeki ASA nın çarpışması sonucunda , galip gelen taraf Musa (a.s) ın elindeki asa olup , bu asa sihirbazların asa ve iplerini yok etmiştir. Sihirbazlar bu olayın sonunda gerçeği görerek , sahte ilah olan firavunu terk ederek , gerçek ilah olan Allah (c.c) ye canlarını hiçe sayarak secde etmişlerdir.
Asa sadece Musa (a.s) ın elinde değil , sihirbazların elinde de bulunmaktadır. Dikkat edilirse, ASA lar üzerinden yapılan güç savaşında, galip gelen taraf Musa (a.s) ın asası olmuştur. İşte anlatımın mesaj boyutu, bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Bu olayı tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir mesaj olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
Kıssa içinde geçen taraflar, sadece belirli bir zaman ve mekana has taraflar değildir. Olayın bir tarafında tarih boyunca bütün insanların sadece Allah'a kul olması gerektiğini savunan elçiler ve onlarla beraber olanlar , diğer tarafında ise bu kulluğa karşı çıkarak , Allah (c.c) dışında ilah ve rablere kul olmayı savunanlar yer almaktadır. Geçmişte Mısır ülkesinde yaşanan, Firavun ve Musa (a.s) arasında cereyan eden bu olay , kıyamete dek sürecek olan bu savaşın sonraki gelenlere ibret ve dersler çıkarılarak okunmasına matuftur.
Kur'an bilindiği üzere , kıssa yollu anlatımlar ile geçmiş yaşantılardan örnekler vererek , gelecek yaşantıların buna göre şekillenmesini veya şekillenMEmesini isteyen anlatımlar sunmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak okunan kıssalar , masal olmaktan çıkarak , bize dönük mesajları olan anlatımlar haline dönüşecektir.
Musa (a.s) kıssası içinde geçen ve sihirbazların elinde olan ASA yı , geniş bir anlamda düşündüğümüzde , sahte ilahların insanlar üzerindeki hegemonyasını sürdürebilmeleri için , yanlarında besledikleri sihirbazlar eli ile yapılan, ve iktidarlarının devamını sağlamaya yönelik olan her türlü yöntem ve güç olduğunu söyleyebiliriz.
Çağdaş sihirbazların elinde olan bu asalar öyle bir hale gelmiştir ki , insanların gözlerini korkutarak , sahte ilah ve rablerin tahtlarının asla yıkılamayacağını ve sadece onlara kul olunması gerektiğini onlara vehmettirmektedir.
[007.116] Musa, 'Önce siz atın' dedi. Büyücüler hünerlerini ortaya atınca,
insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi
gerçekleştirdiler.
Araf s. 116. ayetinde anlatılan durum , sihirbazların yapmış oldukları sihirler ile insanların gözlerini korkuttukları , firavunların asla yenilmez güç sahibi olduklarını vehmettiklerini göstermektedir. Aynı korkuyu bir insan olarak Musa (a.s) dahi hissetmiştir.
[020.066] O da: Hayır siz atın, dedi. Bir de ne görsün; onların ipleri ve asaları, büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.
[020.067] Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti.
[020.068] «Korkma» dedik. «Şüphesiz sen, üstün gelecek olan sensin.»
[020.069] Sağ elindekini bırakıver; o, onların yaptıklarını yalar yutar.
Çünkü onların yaptıkları yalnızca bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise her
nerede olsa felah bulmaz!»
Asanın Musa (a.s) ın sağ elinde olduğunun ifade edilmesinin, dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Asa Musa (a.s) ın sağ elinde ise , sihirbazların elindeki asanın de sol elde tutulduğunu söyleyebiliriz.
Sihirbazların SOL elindeki ASA ile , Musa (a.s) ın SAĞ elindeki ASA yı bugün okumaya çalıştığımızda sihirbazların sol elinde olan asaların hile hurda ürünü olan, ve SAĞ ELDE TUTULAN ASA ile hepsinin yok edilebileceği mesajı verilmektedir.
"Sağ el" ifadesi bizlere önemli bir mesaj vermektedir. Kur'an dilinin edebi ve sembolik anlatımını dikkate aldığımızda Vahyi temsil eden "Sağ elde tutulan asa" yani gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) tarafından desteklenen güç , sahte ve ilah ve rab olanlar tarafından desteklenen "Sol elde tutulan asa" ları her zaman yok edecek olmasının gerçekteki yaşanmışlığını bu kıssa üzerinden okuyabilirz.
Bu durum Allah (c.c) nin değişmez bir vaadi olup , bu değişmezliği Musa (a.s) üzerinden bizlere göstermektedir. Eğer bizler, elimizde asanın bu günkü karşılığı olan Kur'anı sahte ilah ve rablerin sihirlerinin yok edilerek , onların izzetlerinin beş paralık olması yolunda kullanmayı bildiğimiz sürece , bu vaad yerine gelecektir.
Allah (c.c) nin Musa (a.s) a vahyettiği söz olan "Şüphesiz sen, üstün gelecek olan sensin." ifadesini Al-i İmran suresi 139. ayetinde yine görmekteyiz.
[003.139] Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız,
üstün gelecek olan sizsiniz.
Bu ayet , bizlere moral ve motivasyon sağlayan ayetlerden bir tanesidir. Karşımızdaki sahte ilah ve rabler tarafından desteklenen sihirbazların sihirleri, ne kadar etkili ve korkutucu olursa olsun , elimizde olan vahyi doğru kullandığımız sürece , sahtekarların yaptıkları dün Musa (a.s) ın asası karşısında nasıl bir duruma düştü ise , bu günde aynı duruma düşecektir.
[010.065] Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü
Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.
[035.010] Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır.
O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara
gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın
olur.
[037.180] Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları
vasıflardan yücedir, münezzehtir.
[063.008] Diyorlarki: eğer Medîneye dönersek herhalde eazz olan oradan zelil olanı çıkaracaktır, halbuki izzet, Allahın ve Resulünün ve mü'minlerindir
ve lâkin Münafıklar bilmezler.
Bu gün bir çok Müslümanın, iman ettiği kitap içinde bulunan kıssaların, bizlere dönük güncel mesajı olan anlatımlar olarak okunmaması sonucunda , iman iddiasında bulunmanın bir gereği olan şirk ile mücadele konusunda , bir takım hatalı davranışlar içine düşülmektedir.
Bu hatalardan bir tanesi de , karşı tarafın daha güçlü kuvvetli, ve elindeki imkanların daha fazla olmasından dolayı bizleri yok edebileceği korkusudur. Bu korku bizleri atalet , hatta "uydum kalabalıklara" şeklinde bir yola iterek , dün savunduğumuz şeylerin , bu gün artık savunulamaz ve gereksiz şeyler olduğu düşüncesi içine sokarak, seküler bir hayat tarzına döndürmektedir.
Kur'an kıssaları bizlere var oluş amacımızı hatırlatan ve bu yolda bıkmadan, usanmadan, korkmadan yürümek gerektiğini öğretmektedir. İman eden bir kimse için "Mağlubiyet" diye bir şey olmadığına göre , vahyin önerdiği yolda yürüdüğümüz müddetçe galip olan bizlerin olacağımız hatırdan çıkarılmamalıdır.
Tek başına bir hükümdarın karşısına çıkarak ölüm pahasına hakkı haykırmak , işte böyle bir imanın sonucudur. Elçiler işte böyle bir yiğitlik sembolü insanlar olup , bu yiğitliği firavundan yedi sülalelerine yetecek kadar serveti ellerini tersi ile geri iten sihirbazlar da göstermişlerdir.
Sonuç olarak ; Tarih boyunca kendisinin izzet sahibi olduğunu iddia edenler , ve izzeti Allah (c.c) den başkalarının yanında arayanlar , geçmişte helak olmuş gelecekte de helak olacaklardır. Firavun , kendisinin izzet sahibi olduğunu iddia etmesi sonucunda helak olurken , ordusu ise izzeti Allah (c.c) den başkalarının yanında aramaları sonucunda helak olmuşlardır.
Sihirbazlar ise , "İzzet sahibi" olarak gördükleri firavunun , böyle bir gücü olmadığını gördüklerinde anında yaptıkları hatadan dönerek , büyük bir erdemlilik göstermişlerdir. Kıyamete kadar gelecek her kim olursa olsun , izzet sahibi olduğunu iddia ettiğinde veya izzeti başka adreste aradığı takdirde , sonları firavun ve ordusundan farklı olmayacaktır.
Ancak firavunların sonunu getirecek olan şey , onların sihirbazları tarafından SOL ELDE tutulan asaların yok edilmesini sağlayacak olan , SAĞ ELDE tutulan asa, yani VAHYin nebevi metoda uygun olarak hayata geçirilmesi olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
20 Mayıs 2016 Cuma
17 Mayıs 2016 Salı
Şuara s. 55. Ayetinin İki Farklı Meali Üzerine Bir Mütalaa
Kur'an meali okuyan bir kimsenin karşılaştığı sorunlardan bir tanesi, aynı ayetin farklı anlama gelen çevirileridir. Kur'an meallerini karşılaştırmalı olarak okuyan bir kimse bazı ayetlerin, elinde olan mealdeki bir ayetin çevirisi ile , aynı ayetin başka bir mealdeki çevirisinin farklı olduğunu görebilecektir.
Aynı ayetin birbirinden farklı olarak çevrilmiş ve aynı anlama gelmeyen mealleri karşısında, meal okuyucusu bir kimse , "Acaba hangisi doğru?" şeklinde bir şüpheye düşerek, doğru çevirinin hangisi olabileceği yönünde bir cevap aramaya koyulacaktır.
Aynı ayetin anlam bakımından farklılık doğacak şekilde çevrilmesine sebep olan durumları sıralayacak olursak, ayetin gramer yapısı , çeviri yapan kimsenin ön yargısı , mezhebi , meşrebi , ilmi seviyesi Kur'ana olan hakimiyeti v.s gibi sebepleri sayabiliriz.
Bu yazımızda, karşılaştırmalı olarak okunduğu takdirde , aralarındaki anlam farkı görülebilecek bir ayet olan, Şuara s. 55. ayeti üzerinde durarak , doğru çevirinin hangisi olabileceği yönündeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.
Konumuz olan ayetin bağlamı , firavun sihirbazlarının yenilgisinin ardından gelişen olaylar neticesinde, İsrailoğullarının Mısır'ı terk etmesi emri ve Firavun'un onları takip etmek için şehirlere adam salması ile ilgilidir.
وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ
Aynı ayetin birbirinden farklı olarak çevrilmiş ve aynı anlama gelmeyen mealleri karşısında, meal okuyucusu bir kimse , "Acaba hangisi doğru?" şeklinde bir şüpheye düşerek, doğru çevirinin hangisi olabileceği yönünde bir cevap aramaya koyulacaktır.
Aynı ayetin anlam bakımından farklılık doğacak şekilde çevrilmesine sebep olan durumları sıralayacak olursak, ayetin gramer yapısı , çeviri yapan kimsenin ön yargısı , mezhebi , meşrebi , ilmi seviyesi Kur'ana olan hakimiyeti v.s gibi sebepleri sayabiliriz.
Bu yazımızda, karşılaştırmalı olarak okunduğu takdirde , aralarındaki anlam farkı görülebilecek bir ayet olan, Şuara s. 55. ayeti üzerinde durarak , doğru çevirinin hangisi olabileceği yönündeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.
Konumuz olan ayetin bağlamı , firavun sihirbazlarının yenilgisinin ardından gelişen olaylar neticesinde, İsrailoğullarının Mısır'ı terk etmesi emri ve Firavun'un onları takip etmek için şehirlere adam salması ile ilgilidir.
وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ
ve inne-hum : ve muhakkak onlar
lena : bize
le : gerçekten
ğaizune: öfke duyanlar
Bu ayetin Kur'an meallerinde birbirinden farklı anlama gelen iki çevirisi bulunmaktadır , bu çeviriler şöyledir ;
Adem Uğur :
(Böyle iken) kesinkes bizi öfkelendirmişlerdir.
(Böyle iken) kesinkes bizi öfkelendirmişlerdir.
Ahmed Hulusi :
"Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar!
"Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar!
Ahmet Varol :
Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar.
Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar.
Ali Fikri Yavuz :
Fakat onlar bizi kızdırıyorlar.
Ömer Nasuhi Bilmen :
«Ve muhakkak ki, onlar bizi elbette çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir.»
Fakat onlar bizi kızdırıyorlar.
Ömer Nasuhi Bilmen :
«Ve muhakkak ki, onlar bizi elbette çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir.»
Ayetin farklı bir bir meali de şu şekildedir ;
Ali Bulaç :
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.
Ali Bulaç :
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.
Celal Yıldırım :
Ve elbette bunlar bize karşı iyice kızgın olup (diş bilemektedirler).
Ve elbette bunlar bize karşı iyice kızgın olup (diş bilemektedirler).
Diyanet İşleri :
“Şüphesiz onlar bize öfke duyuyorlar.”
“Şüphesiz onlar bize öfke duyuyorlar.”
Elmalılı Hamdi Yazır :
Fakat hakkımızda çok gayz besliyorlar
Fakat hakkımızda çok gayz besliyorlar
Gültekin Onan :
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler."
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler."
Muhammed Esed :
fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu;
Yaşar Nuri Öztürk :
"Fakat bize gerçekten öfke püskürüyolar."
fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu;
Yaşar Nuri Öztürk :
"Fakat bize gerçekten öfke püskürüyolar."
Dikkat edilirse Şuara s. 55. ayeti , 1- Firavunun, İsrailoğullarının kendilerini kızdırdığını , öfkelendirdiğini söylemesi şeklinde , 2- Firavunun , İsrailoğullarının kendilerine karşı öfke ve , kin , nefret , ğayz içinde bulunduğunu söylemesi şeklinde çevrilmiştir.
Bu çevirilerden birisini "Kesin doğru" , diğerini ise "Kesin yanlış" olduğunu söylemek gibi bir düşüncemiz olmadığını söylemek istiyoruz. Ancak , 2. sıradaki yapılan meallerin, daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Bu düşüncemize dayanak olarak ise , kıssanın diğer surelerde geçen ve firavun sihirbazlarının yenilgisi sonucunda , firavunun söylediği sözleri gösterebiliriz.
[007.123] Firavun dedi ki: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) göreceksiniz!
Dikkat edilirse, firavun kendi yenilgisini örtmek için, halkın bu işten zarar göreceğini söyleyerek , halkı kendi etrafına toplayarak ve İsrailoğulları aleyhine kışkırtmak istemektedir. Bu noktayı göz önüne aldığımızda , konumuz olan ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha doğru olabileceğini anlayabilmek , biraz daha kolaylaşacaktır.
Firavun , halkına İsrailoğullarının azınlık bir gurup olmasına karşın , kendilerine karşı kin ve nefret içinde olduklarını söyleyerek , halkını İsrailoğullarına karşı kışkırtmaktadır. Halbuki Musa (a.s) kıssasını okuduğumuzda , firavunun İsrailoğullarına karşı bir soykırım başlattığını görmekteyiz.
Musa (a.s) ın karşısına çıkartmış olduğu sihirbazların mağlup olması demek , kendisinin mağlup olması demek olan firavun , bu mağlubiyetini ikinci bir soykırım başlatmak sureti ile perdelemek istemektedir.
Yıllar süren mücadele sonunda , Allah (c.c) Musa (a.s) a İsrailoğullarını artık Mısırdan çıkarmak için harekete geçmesi emrini vermiş , bu emri yerine getirmek için harekete geçen İsrailoğullarına karşı firavun ordu toplayıp onların peşine düşecektir.
Bu çevirilerden birisini "Kesin doğru" , diğerini ise "Kesin yanlış" olduğunu söylemek gibi bir düşüncemiz olmadığını söylemek istiyoruz. Ancak , 2. sıradaki yapılan meallerin, daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Bu düşüncemize dayanak olarak ise , kıssanın diğer surelerde geçen ve firavun sihirbazlarının yenilgisi sonucunda , firavunun söylediği sözleri gösterebiliriz.
[007.123] Firavun dedi ki: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) göreceksiniz!
Dikkat edilirse, firavun kendi yenilgisini örtmek için, halkın bu işten zarar göreceğini söyleyerek , halkı kendi etrafına toplayarak ve İsrailoğulları aleyhine kışkırtmak istemektedir. Bu noktayı göz önüne aldığımızda , konumuz olan ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha doğru olabileceğini anlayabilmek , biraz daha kolaylaşacaktır.
Firavun , halkına İsrailoğullarının azınlık bir gurup olmasına karşın , kendilerine karşı kin ve nefret içinde olduklarını söyleyerek , halkını İsrailoğullarına karşı kışkırtmaktadır. Halbuki Musa (a.s) kıssasını okuduğumuzda , firavunun İsrailoğullarına karşı bir soykırım başlattığını görmekteyiz.
Musa (a.s) ın karşısına çıkartmış olduğu sihirbazların mağlup olması demek , kendisinin mağlup olması demek olan firavun , bu mağlubiyetini ikinci bir soykırım başlatmak sureti ile perdelemek istemektedir.
Yıllar süren mücadele sonunda , Allah (c.c) Musa (a.s) a İsrailoğullarını artık Mısırdan çıkarmak için harekete geçmesi emrini vermiş , bu emri yerine getirmek için harekete geçen İsrailoğullarına karşı firavun ordu toplayıp onların peşine düşecektir.
[026.052] Musa'ya: Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip
edileceksiniz, diye vahyettik.
[026.053] Bunun üzerine Firavun şehirlere toplayıcılar gönderdi.
[026.054] (Dedi ki) Bunlar, şüphe yok ki küçük ve önemsiz bir toplulukturlar;
[026.055] VE MUHAKKAK Kİ ONLAR BİZE KARŞI ÖFKELİDİRLER
[026.056] «Biz ise, elbette uyanık (ve tekvücut) bir cemaatız.»
Sonuç olarak ; Firavun'un , İsrailoğullarının kendilerini kızdırdığını ve öfkelendirdiğini söyleyen çevirileri "Kesin yanlış" olduğu iddiasında olmamakla birlikte , yukarıda verdiğimiz anlam olan , firavun'un İsrailoğullarının kendilerine karşı öfke içinde bulunduğunu söylemesi şeklinde yapılan çevirilerin daha tutarlı olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[026.053] Bunun üzerine Firavun şehirlere toplayıcılar gönderdi.
[026.054] (Dedi ki) Bunlar, şüphe yok ki küçük ve önemsiz bir toplulukturlar;
[026.055] VE MUHAKKAK Kİ ONLAR BİZE KARŞI ÖFKELİDİRLER
[026.056] «Biz ise, elbette uyanık (ve tekvücut) bir cemaatız.»
Sonuç olarak ; Firavun'un , İsrailoğullarının kendilerini kızdırdığını ve öfkelendirdiğini söyleyen çevirileri "Kesin yanlış" olduğu iddiasında olmamakla birlikte , yukarıda verdiğimiz anlam olan , firavun'un İsrailoğullarının kendilerine karşı öfke içinde bulunduğunu söylemesi şeklinde yapılan çevirilerin daha tutarlı olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Mayıs 2016 Pazar
Furkan s. 59. Ayetinin İki Farklı Meali Üzerinde Bir Mütalaa
Elimizdeki Kur'an meallerinde karşımıza çıkan sıkıntılardan birisi , bazı ayetlerin bağlam gözetilmeden çevrilmesi sonucunda oluşan anlam bozukluklarıdır. Bu yazımızda, böyle bir durumun söz konusu olduğu, Furkan s. 59. ayetini ele almaya çalışarak, bu ayetin elimizdeki meallerde bulunan çevirilerinden hangisinin daha doğru olduğu üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.
الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا
Bu ayetin bazı meallerde yapılan çevirisi şöyledir ;
Adem Uğur :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Ahmet Varol :
Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri altı günde yaratan sonra Arş'a hükümran olan O'dur. O Rahman'dır. Bunu (bundan) haberdar olan birine sor.
Bayraktar Bayraklı :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı devirde/evrede yaratan, sonra hükümranlığı yetkisine alan Rahmân’dır. Bunu bir bilene sor!
Bekir Sadak :
Gokleri, yeri ve ikisinin arasindakileri alti gunde yaratan sonra da arsa hukmeden Rahman'dir. Bunu bir bilene sor.
Diyanet Vakfi :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Edip Yüksel :
O ki gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra tüm otoritesini kurdu. Rahman'dır; O'nu iyi bilenlere sor.
Hasan Basri Çantay :
O, gökleri ve yeri aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olandır. Rahmandır (rahmeti umumîdir). Bunu (Onun sıfatlarından) haberdâr olana sor.
Süleyman Ateş :
O, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu (böylece mülkünü yönetmektedir. O) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Furkan s. 59. ayeti ile ilgili yapılmış olan bu meallerdeki ortak çeviri , sorulması istenilenin Allah (c.c) dışında biri olduğu yönündedir.
Allah (c.c) , gökleri , yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattığını , sonra arş'a istiva ettiğini beyan etmekte , ve "Bunu habir olana sor" buyurmaktadır. Yukarıdaki çeviriler, "Habir" olarak ifade edilen kelimeden kast edilenin ilk bakışta başkaları olduğu yönündedir. Bu çevirileri yapanlar belki böyle bir düşünce içinde olmayabilirler , ancak yapılan çeviriyi okuyanlar , böyle bir anlam dahilinde ilgili ayetin çevirisini okuyacaklardır.
Bu ayetin başka şekilde yapılmış çevirileri de mevcuttur, bu çeviriler şu şekildedir ;
Ali Fikri Yavuz :
O Allah’dır ki, göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı; sonra Arş’ın üzerinde hükümran oldu. O Rahman’dır. Artık bu yaratma işlerini, her şeyi bilenden (Habîr’den) sor.
Elmalılı Hamdi Yazır :
O hayyi lâ yemut ki Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra Arşın üzerine istivâ buyurdu o rahmân, haydi ne diliyeceksen o habîrden dile
Hayrat Neşriyat :
O ki, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra Arşa hükmetti. (O) Rahmândır; artık bunu (bu âlemin yaratılışını), hakkıyla haberdâr olan birine(Rabbine) sor!
Muhammed Esed :
Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı evrede yaratan ve kudret ve hükümranlık tahtına kurulan O'dur, O: Rahman / sınırsız Bağış (Kayra) Sahibi! O'nu (Kendisinden), O her şeyden Haberdar Olan'dan sor.
Ömer Nasuhi Bilmen :
O ki, gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yarattı, sonra, Arş üzerine hükümran oldu. O, Rahmân'dır, O'nu haberdar olandan sor.
Furkan s. 59. ayetinin yukarıdaki yapılmış çevirilerinde ise , "Bunu habir olana sor" ifadesi ile kast edilenin "Habir" ismine sahip olan Allah (c.c) nin olduğu dikkate alınarak yapılmış çevirilerdir.
Yukarıda örneklerini verdiğimiz çevirilerdeki fark , "Bunu habir olana sor" ifadesinin Allah (c.c) veya , onun dışında bilen biri olduğu yönündedir. Bu noktada "Bu iki farklı çeviriden hangisi doğrudur ?" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا
[025.058] Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun HABİR olması yeter.
59. ayetten bir önceki 58. ayete baktığımızda, ayet içinde geçen "Habir" kelimesinin Allah (c.c) ile ilgili kullanılmakta olup bu kullanım, 59. ayet içindeki "Habiran" kelimesinin kimin için kullanıldığında daha uygun olacağını göstermektedir.
58. ayetteki bağlamı dikkate alarak , 59. ayetteki "Bunu Habir olana sor" ifadesini, "Bunu habir olan Allah'a sor" olarak anlamanın daha doğru, ve bu şekilde yapılmış olan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا
Bu ayetin bazı meallerde yapılan çevirisi şöyledir ;
Adem Uğur :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Ahmet Varol :
Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri altı günde yaratan sonra Arş'a hükümran olan O'dur. O Rahman'dır. Bunu (bundan) haberdar olan birine sor.
Bayraktar Bayraklı :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı devirde/evrede yaratan, sonra hükümranlığı yetkisine alan Rahmân’dır. Bunu bir bilene sor!
Bekir Sadak :
Gokleri, yeri ve ikisinin arasindakileri alti gunde yaratan sonra da arsa hukmeden Rahman'dir. Bunu bir bilene sor.
Diyanet Vakfi :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Edip Yüksel :
O ki gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra tüm otoritesini kurdu. Rahman'dır; O'nu iyi bilenlere sor.
Hasan Basri Çantay :
O, gökleri ve yeri aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olandır. Rahmandır (rahmeti umumîdir). Bunu (Onun sıfatlarından) haberdâr olana sor.
Süleyman Ateş :
O, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu (böylece mülkünü yönetmektedir. O) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.
Furkan s. 59. ayeti ile ilgili yapılmış olan bu meallerdeki ortak çeviri , sorulması istenilenin Allah (c.c) dışında biri olduğu yönündedir.
Allah (c.c) , gökleri , yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattığını , sonra arş'a istiva ettiğini beyan etmekte , ve "Bunu habir olana sor" buyurmaktadır. Yukarıdaki çeviriler, "Habir" olarak ifade edilen kelimeden kast edilenin ilk bakışta başkaları olduğu yönündedir. Bu çevirileri yapanlar belki böyle bir düşünce içinde olmayabilirler , ancak yapılan çeviriyi okuyanlar , böyle bir anlam dahilinde ilgili ayetin çevirisini okuyacaklardır.
Bu ayetin başka şekilde yapılmış çevirileri de mevcuttur, bu çeviriler şu şekildedir ;
Ali Fikri Yavuz :
O Allah’dır ki, göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı; sonra Arş’ın üzerinde hükümran oldu. O Rahman’dır. Artık bu yaratma işlerini, her şeyi bilenden (Habîr’den) sor.
Elmalılı Hamdi Yazır :
O hayyi lâ yemut ki Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra Arşın üzerine istivâ buyurdu o rahmân, haydi ne diliyeceksen o habîrden dile
Hayrat Neşriyat :
O ki, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra Arşa hükmetti. (O) Rahmândır; artık bunu (bu âlemin yaratılışını), hakkıyla haberdâr olan birine(Rabbine) sor!
Muhammed Esed :
Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı evrede yaratan ve kudret ve hükümranlık tahtına kurulan O'dur, O: Rahman / sınırsız Bağış (Kayra) Sahibi! O'nu (Kendisinden), O her şeyden Haberdar Olan'dan sor.
Ömer Nasuhi Bilmen :
O ki, gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yarattı, sonra, Arş üzerine hükümran oldu. O, Rahmân'dır, O'nu haberdar olandan sor.
Furkan s. 59. ayetinin yukarıdaki yapılmış çevirilerinde ise , "Bunu habir olana sor" ifadesi ile kast edilenin "Habir" ismine sahip olan Allah (c.c) nin olduğu dikkate alınarak yapılmış çevirilerdir.
Yukarıda örneklerini verdiğimiz çevirilerdeki fark , "Bunu habir olana sor" ifadesinin Allah (c.c) veya , onun dışında bilen biri olduğu yönündedir. Bu noktada "Bu iki farklı çeviriden hangisi doğrudur ?" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا
[025.058] Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun HABİR olması yeter.
59. ayetten bir önceki 58. ayete baktığımızda, ayet içinde geçen "Habir" kelimesinin Allah (c.c) ile ilgili kullanılmakta olup bu kullanım, 59. ayet içindeki "Habiran" kelimesinin kimin için kullanıldığında daha uygun olacağını göstermektedir.
58. ayetteki bağlamı dikkate alarak , 59. ayetteki "Bunu Habir olana sor" ifadesini, "Bunu habir olan Allah'a sor" olarak anlamanın daha doğru, ve bu şekilde yapılmış olan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Mayıs 2016 Cuma
Yusuf (a.s) a Verilen Hüküm ve İlmin Onun Hayatındaki Yansıması
Kur'an içinde zikri geçen elçilerin kıssalarının anlatılmasının amaçlarından bir tanesi, onların "Rol Model" olarak okunması , ve bizlerin hayatlarında onların yaşantılardan sunulan kesitlerin, örneklik oluşturmasına matuftur.
"Ahsenel kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan edilen Yusuf suresinin 22. ayetinde Yusuf (a.s) için , "Erginlik çağına erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız" buyurulmuş olmasının , onun hayatında nasıl yer bulduğunu, ilerleyen ayetlerde görmekteyiz. Onun hayatındaki hüküm ve ilmin yaşantıya yansıması, bizler içinde örneklik teşkil etmesi gereği üzerinden hareketle, ilgili ayetler üzerinde bir okuma yapmaya çalışacağız.
Yusuf s. 22. ayeti içinde geçen "Hükmen" kelimesi , "Islah etmek ve düzeltmek maksadı ile ,men etmek , engellemek" anlamına gelen ha-ke-me kelimesinden türemiştir.
"İlim" kelimesi ; "Bir şeyi hakikatı ile idrak etmek" anlamındadır.
"Hüküm" ve "İlim" kelimelerinin , insan üzerinde nasıl anlamını bulduğu , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı elçiler üzerinden anlatılmaktadır. Hüküm ve ilim verilmesi sadece elçilere has bir özellik olmayıp , bütün insanlara özel bir durumdur. Elçiler insana verilen bu hassaların nasıl kullanılacağını öğreten insanlardır.
Elçiler dahil bütün insanlar, doğuştan gelen bir takım fıtri özelliklere sahiptirler. Allah (c.c) bu fıtratı elçiler kanalı indirdiği vahiy ile destekleyerek, yanlışa düşülmesine engel olmak , düşülen yanlışları doğruya çekmeyi amaçlamaktadır. Elçiler "Rol model" insanlar olarak , aldıkları bu vahyi kendi hayatlarında örnekleyerek , gelecek nesillere önderlik yapmışlardır.
Yusuf (a.s) kendisinde bulunan ilim ve hikmeti gereği gibi kullanarak , kendisini kötü iş yapmaktan engellemiştir. Onun bu engellemesi , hüküm kelimesinin anlamı ile uygunluk arz etmektedir.
[012.023] Onun evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: « gelsene» dedi. Dedi ki: «Allah'a sığınırım. (innehu rabbi ) o benim efendimdir, (ahsene mesvaye) yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.»
Kendisini insan tacirlerinden satın alarak , büyüten ve eğiten Mısır azizinin karısı , Yusuf (a.s) ın cinsel gücünden faydalanmak amacı ile, onunla bir odada yalnız kalmış ve bu isteğini alenen ona söylemiştir.
Yusuf'un kadına verdiği cevap ise , ona verilen hüküm ve ilmin hayat içinde pratik bulmuş halini göstermektedir. Ayet içindeki "İnnehu rabbi" ( o benim efendimdir) ifadesinin kimin için kullanıldığı konusunda iki farklı görüşün ortaya çıktığını görmekteyiz.
Bir kısım yorumcu, bu kelimenin Yusuf'u besleyip büyüten Mısırı azizi için kullanıldığını söylerken , diğer bir kısım yorumcu ise, Allah (c.c) için kullanıldığını söylemektedir. Mısır azizi için kullanıldığını söyleyenlerin delili , aynı surenin 21. ayetinde onu satın alan azizin karsına söylediği "ekrimi mesvahu" (onun yerini güzel tut) sözüne dayanmaktadır. Her iki yorumun da dayanağı olmasına dikkat ederek , bir yorumun kesin doğru , diğer yorumun kesin yanlış olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir.
Yusuf'un kendisine yapılan bu teklifi geri çevirme gerekçesi üzerinde durduğumuzda, onun nefsi ve vicdanı arasında yaptığı tercihi görmekteyiz. İşte onun bu tercihi, bizlerin de nefsimiz ve vicdanımız arasında tercih yapmak arasında kaldığımızda, hangi tarafı seçmemiz gerektiği konusunda örneklik teşkil etmektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
İnsan, "Dünya metaı" olarak beyan edilen şeylere karşı, sevgi besleme itiyadında yaratılmıştır , anca bu metaı elde etme yolunun, helal dairesinde olması gerekmektedir. İnsanın, karşısına çıkan bir harama karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini , yaşanmış örnek olarak öğreneceği kişilerden birisi Yusuf (a.s) dır.
[002.219] Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki: «İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür». Ne sarfedeceklerini sana sorarlar, de ki: «Artanı». Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.
Bakara s. 219. ayeti bizlere, karşımıza çıkan ve bizi helal - haramdan bir tanesini tercih noktasında yol ayrımında bırakan bir duruma karşı, nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini öğreten bir ayettir. "İçki ve Kumar" olarak beyan edilen şeyleri daha genelleştirerek, "Bütün haramlar" olarak değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda , haram olan bir şeyin hem faydası ve bizi celbeden bir yanı mutlaka vardır.
Akıllı insan, kar-zarar hesabını doğru yapan insandır.
"Haram" olarak beyan edilmiş olan şeyler dei insanın nefsine hoş gelen fayda tarafı mutlaka vardır. Ancak zarar tarafının daha ağır bastığının beyan edilmesine dikkat edilerek, haramlara yaklaşılmaması gerekmektedir. Haram işlendiğinde 1 birimlik fayda edilmiş olsa bile , o haramın bize getireceği zararı rakam ile ifade etmek mümkün değildir.
Bundan dolayı , akıllı insan seçim yapmak zorunda kaldığında "Kar" olan tarafı seçen kişi olması gerektiği için , zararı terk etmesi onun menfaati icabıdır. Yusuf (a.s) işte böyle bir ikilem içinde kalarak karını zararını hesap etmiş ve "Kar" olan tarı seçerek kadının isteğini ret etmiştir.
[012.024] Ve hakikaten kadın O'na kasdetmişti. O da eğer Rabbinin bürhanını görmemiş olsa idi kadına kasdetmekte bulunacaktı. İşte O'ndan fena bir kasdi ve fuhşa atılmayı defedelim diye öyle (bürhanımız gösterilmiş) oldu. Muhakkak ki o, Bizim ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.
Yusuf (a.s) , insan olmasının ona getirdiği geçici dünya metaına olan heves nedeniyle , bir an için kadının isteğini kabul etmek gibi bir niyet içine girmesine karşın "Rabbinden gördüğü burhan" onu bu isteğinden geri çevirerek yanlışa düşmemesini sağlamıştır.
Peki Yusuf'un Rabbinden gördüğü burhan ne idi ki onu bu isteğinden geri çevirdi ?.
Bu konuda tefsirler de bazı yorumlar olmasına karşın , yapılan yorumların yaşanan hayatlara dair mesajlar vermekten uzak olduğunu söyleyebiliriz. "Rabbinden" ifadesinin Mısır azizini veya Allah (c.c) yi mi kast ettiğini bir kenara bırakarak , her ikisini de kast etmiş olmasını muhtemel olarak düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) kendisine içinde olduğu nimetleri veren Aziz'i veya Allah (c.c) den hangisini kast etmiş olursa olsun , vicdanının sesini dinleyerek , kendisine verilen bu nimete karşı nankörlük yapmaması gerektiğini düşünerek doğruyu bulmuştur.
Allah (c.c) nin Yusuf (a.s) ı zinaya düşmekten mucizevi bir şekilde koruduğunu iddia etmek , başkalarının bu konuda "Bizi neden korumuyor?" itirazlarını beraberinde getirecektir. Halbuki Allah (c.c) nin hiç bir kuluna torpilci bir yaklaşım sergilemediğini düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) ın gördüğü burhanı herkes görmektedir.
Yusuf (a.s) vicdanının sesinin dinleyerek , eğer zinaya saptığı takdirde yanlış bir iş yapmış olacağını bilmiş , bir anlık zevkin vereceği kar'ın , onu daha büyük zarara sevk edeceği bilgisiyle bu kötülüğü terk etmiştir.
Yusuf (a.s) kar- zarar hesabını yapan akıllı bir insan olarak , bu hesabın nasıl yapılması gerektiğini bizlere öğretmektedir. Kadının isteğini kabul etmekle belki bir anlık kar edebilecek iken , bir anlık faydanın ona büyük bir zarara mal olacağını bilerek , bir anlık faydayı elinin tersi ile itmiştir.
[012.033] (Yusuf:) Rabbim! Bana zindan , bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi.
Onun bu hareketi , bizler için yaşanmış bir örnek oluşturmaktadır. Kadının isteğine boyun eğmemekle , yıllarca hapishane hayatı yaşayan Yusuf (a.s) , dünyada geçici zindana razı olarak , ebedi zindan dan kurtulmayı seçmiştir.
Sonuç olarak ; Hepimizin yaşadığı zaman içinde karşımıza yol ayrımında kalabileceğimiz ve iki yoldan birisini seçmemizi gerektiren olaylar çıkabilir. Böyle bir tercih yapma durumunda kaldığımız zaman , bu tercihin sonucunda elimize geçecek olan kar - zarar hesabını, bize verilmiş olan "Hüküm ve ilim" ile yaparak yanlışa düşmemeye çalışmak , kul olarak yapmamız gerekendir.
Yusuf (a.s) , "Rol model" bir elçi olarak , böyle bir yol ayrımında kalmış , ve yapacağı tercihin sonucunda eline geçecek olan kar veya zararı doğru bir şekilde hesap ederek , yapılması gerekeni yapmıştır. Onun başına gelen bu olaydan bize düşen hisse ise , karşı karşıya kalabileceğimiz bu gibi durumlarda bizim yapmamız gereken şey onun yaptığı olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Ahsenel kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan edilen Yusuf suresinin 22. ayetinde Yusuf (a.s) için , "Erginlik çağına erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız" buyurulmuş olmasının , onun hayatında nasıl yer bulduğunu, ilerleyen ayetlerde görmekteyiz. Onun hayatındaki hüküm ve ilmin yaşantıya yansıması, bizler içinde örneklik teşkil etmesi gereği üzerinden hareketle, ilgili ayetler üzerinde bir okuma yapmaya çalışacağız.
Yusuf s. 22. ayeti içinde geçen "Hükmen" kelimesi , "Islah etmek ve düzeltmek maksadı ile ,men etmek , engellemek" anlamına gelen ha-ke-me kelimesinden türemiştir.
"İlim" kelimesi ; "Bir şeyi hakikatı ile idrak etmek" anlamındadır.
"Hüküm" ve "İlim" kelimelerinin , insan üzerinde nasıl anlamını bulduğu , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı elçiler üzerinden anlatılmaktadır. Hüküm ve ilim verilmesi sadece elçilere has bir özellik olmayıp , bütün insanlara özel bir durumdur. Elçiler insana verilen bu hassaların nasıl kullanılacağını öğreten insanlardır.
Elçiler dahil bütün insanlar, doğuştan gelen bir takım fıtri özelliklere sahiptirler. Allah (c.c) bu fıtratı elçiler kanalı indirdiği vahiy ile destekleyerek, yanlışa düşülmesine engel olmak , düşülen yanlışları doğruya çekmeyi amaçlamaktadır. Elçiler "Rol model" insanlar olarak , aldıkları bu vahyi kendi hayatlarında örnekleyerek , gelecek nesillere önderlik yapmışlardır.
Yusuf (a.s) kendisinde bulunan ilim ve hikmeti gereği gibi kullanarak , kendisini kötü iş yapmaktan engellemiştir. Onun bu engellemesi , hüküm kelimesinin anlamı ile uygunluk arz etmektedir.
[012.023] Onun evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: « gelsene» dedi. Dedi ki: «Allah'a sığınırım. (innehu rabbi ) o benim efendimdir, (ahsene mesvaye) yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.»
Kendisini insan tacirlerinden satın alarak , büyüten ve eğiten Mısır azizinin karısı , Yusuf (a.s) ın cinsel gücünden faydalanmak amacı ile, onunla bir odada yalnız kalmış ve bu isteğini alenen ona söylemiştir.
Yusuf'un kadına verdiği cevap ise , ona verilen hüküm ve ilmin hayat içinde pratik bulmuş halini göstermektedir. Ayet içindeki "İnnehu rabbi" ( o benim efendimdir) ifadesinin kimin için kullanıldığı konusunda iki farklı görüşün ortaya çıktığını görmekteyiz.
Bir kısım yorumcu, bu kelimenin Yusuf'u besleyip büyüten Mısırı azizi için kullanıldığını söylerken , diğer bir kısım yorumcu ise, Allah (c.c) için kullanıldığını söylemektedir. Mısır azizi için kullanıldığını söyleyenlerin delili , aynı surenin 21. ayetinde onu satın alan azizin karsına söylediği "ekrimi mesvahu" (onun yerini güzel tut) sözüne dayanmaktadır. Her iki yorumun da dayanağı olmasına dikkat ederek , bir yorumun kesin doğru , diğer yorumun kesin yanlış olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir.
Yusuf'un kendisine yapılan bu teklifi geri çevirme gerekçesi üzerinde durduğumuzda, onun nefsi ve vicdanı arasında yaptığı tercihi görmekteyiz. İşte onun bu tercihi, bizlerin de nefsimiz ve vicdanımız arasında tercih yapmak arasında kaldığımızda, hangi tarafı seçmemiz gerektiği konusunda örneklik teşkil etmektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
İnsan, "Dünya metaı" olarak beyan edilen şeylere karşı, sevgi besleme itiyadında yaratılmıştır , anca bu metaı elde etme yolunun, helal dairesinde olması gerekmektedir. İnsanın, karşısına çıkan bir harama karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini , yaşanmış örnek olarak öğreneceği kişilerden birisi Yusuf (a.s) dır.
[002.219] Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki: «İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür». Ne sarfedeceklerini sana sorarlar, de ki: «Artanı». Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.
Bakara s. 219. ayeti bizlere, karşımıza çıkan ve bizi helal - haramdan bir tanesini tercih noktasında yol ayrımında bırakan bir duruma karşı, nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini öğreten bir ayettir. "İçki ve Kumar" olarak beyan edilen şeyleri daha genelleştirerek, "Bütün haramlar" olarak değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda , haram olan bir şeyin hem faydası ve bizi celbeden bir yanı mutlaka vardır.
Akıllı insan, kar-zarar hesabını doğru yapan insandır.
"Haram" olarak beyan edilmiş olan şeyler dei insanın nefsine hoş gelen fayda tarafı mutlaka vardır. Ancak zarar tarafının daha ağır bastığının beyan edilmesine dikkat edilerek, haramlara yaklaşılmaması gerekmektedir. Haram işlendiğinde 1 birimlik fayda edilmiş olsa bile , o haramın bize getireceği zararı rakam ile ifade etmek mümkün değildir.
Bundan dolayı , akıllı insan seçim yapmak zorunda kaldığında "Kar" olan tarafı seçen kişi olması gerektiği için , zararı terk etmesi onun menfaati icabıdır. Yusuf (a.s) işte böyle bir ikilem içinde kalarak karını zararını hesap etmiş ve "Kar" olan tarı seçerek kadının isteğini ret etmiştir.
[012.024] Ve hakikaten kadın O'na kasdetmişti. O da eğer Rabbinin bürhanını görmemiş olsa idi kadına kasdetmekte bulunacaktı. İşte O'ndan fena bir kasdi ve fuhşa atılmayı defedelim diye öyle (bürhanımız gösterilmiş) oldu. Muhakkak ki o, Bizim ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.
Yusuf (a.s) , insan olmasının ona getirdiği geçici dünya metaına olan heves nedeniyle , bir an için kadının isteğini kabul etmek gibi bir niyet içine girmesine karşın "Rabbinden gördüğü burhan" onu bu isteğinden geri çevirerek yanlışa düşmemesini sağlamıştır.
Peki Yusuf'un Rabbinden gördüğü burhan ne idi ki onu bu isteğinden geri çevirdi ?.
Bu konuda tefsirler de bazı yorumlar olmasına karşın , yapılan yorumların yaşanan hayatlara dair mesajlar vermekten uzak olduğunu söyleyebiliriz. "Rabbinden" ifadesinin Mısır azizini veya Allah (c.c) yi mi kast ettiğini bir kenara bırakarak , her ikisini de kast etmiş olmasını muhtemel olarak düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) kendisine içinde olduğu nimetleri veren Aziz'i veya Allah (c.c) den hangisini kast etmiş olursa olsun , vicdanının sesini dinleyerek , kendisine verilen bu nimete karşı nankörlük yapmaması gerektiğini düşünerek doğruyu bulmuştur.
Allah (c.c) nin Yusuf (a.s) ı zinaya düşmekten mucizevi bir şekilde koruduğunu iddia etmek , başkalarının bu konuda "Bizi neden korumuyor?" itirazlarını beraberinde getirecektir. Halbuki Allah (c.c) nin hiç bir kuluna torpilci bir yaklaşım sergilemediğini düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) ın gördüğü burhanı herkes görmektedir.
Yusuf (a.s) vicdanının sesinin dinleyerek , eğer zinaya saptığı takdirde yanlış bir iş yapmış olacağını bilmiş , bir anlık zevkin vereceği kar'ın , onu daha büyük zarara sevk edeceği bilgisiyle bu kötülüğü terk etmiştir.
Yusuf (a.s) kar- zarar hesabını yapan akıllı bir insan olarak , bu hesabın nasıl yapılması gerektiğini bizlere öğretmektedir. Kadının isteğini kabul etmekle belki bir anlık kar edebilecek iken , bir anlık faydanın ona büyük bir zarara mal olacağını bilerek , bir anlık faydayı elinin tersi ile itmiştir.
[012.033] (Yusuf:) Rabbim! Bana zindan , bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi.
Onun bu hareketi , bizler için yaşanmış bir örnek oluşturmaktadır. Kadının isteğine boyun eğmemekle , yıllarca hapishane hayatı yaşayan Yusuf (a.s) , dünyada geçici zindana razı olarak , ebedi zindan dan kurtulmayı seçmiştir.
Sonuç olarak ; Hepimizin yaşadığı zaman içinde karşımıza yol ayrımında kalabileceğimiz ve iki yoldan birisini seçmemizi gerektiren olaylar çıkabilir. Böyle bir tercih yapma durumunda kaldığımız zaman , bu tercihin sonucunda elimize geçecek olan kar - zarar hesabını, bize verilmiş olan "Hüküm ve ilim" ile yaparak yanlışa düşmemeye çalışmak , kul olarak yapmamız gerekendir.
Yusuf (a.s) , "Rol model" bir elçi olarak , böyle bir yol ayrımında kalmış , ve yapacağı tercihin sonucunda eline geçecek olan kar veya zararı doğru bir şekilde hesap ederek , yapılması gerekeni yapmıştır. Onun başına gelen bu olaydan bize düşen hisse ise , karşı karşıya kalabileceğimiz bu gibi durumlarda bizim yapmamız gereken şey onun yaptığı olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Mayıs 2016 Çarşamba
ENBİYA S. 95. Ayeti : Bağlam ve Bütünlük Gözetilmeden Çevrilen Bir Ayet
Kur'anın doğru anlaşılmasında, ayetlerin bağlamının ve Kur'an bütünlüğünün gözetilerek okunması ve yorumlanması önemli bir husustur. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan ayetlerin doğru anlaşılmasında, bir takım problemlerin doğacağı muhakkaktır. Bu yazımıza konu edeceğimiz Enbiya s. 95. ayetinin , bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunarak çevrilen ve yorumlanan bir ayet olduğunu düşündüğümüzü söyleyerek , doğru çeviri ve yorumun nasıl olabileceği yönündeki görüşlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ayetin, ulaşabildiğimiz meallerde ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[021.095] Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkansızdır.
[021.095] Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkânsız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.
Bu ayetin çevirisinin, 1- helaka uğrayan belde halklarının mutlaka hesaba çekileceği , 2- helaka uğrayan belde halklarının artık bir daha dünyaya geri dönmelerinin imkansız olduğu, ana fikrine dayalı olarak yapılmış çeviriler olduğunu gördük.
Ancak bu çeviriler, ve bu çevirileri merkeze alarak yapılmış olan yorumların , bu ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucu yapıldığını düşünmekteyiz.
Şurasını ifade etmek isteriz ki, bu ayet tek başına okunarak anlaşılabilecek ve çevirisi yapılabilecek bir ayet değildir. Bu ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak çevirisi yapılabilecek ve anlaşılabilecek bir ayettir. Birbirinden farklı olarak yapılmış olan çeviriler, bu ayetin sadece kendisinin okunarak çeviri ve yorumunun yapılabileceği bir ayet olmadığını göstermektedir.
Maalesef , ulaşma imkanı bulduğumuz tefsirler ve mealler , kendilerinden önce yapılan meal ve tefsirleri taklit eden, kopyacı bir anlayış ile bu ayetin meal ve yorumunu yapmışlardır.
Ve harâmun : ve haramdır, yasaktır, imkânsızdır
Bu ayet ile ilgili olarak sorulması ve cevabının aranması gereken soru , helak edilen karye halkının dönmeleri haram olan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun cevabının bulunması, ayetin doğru bir çevirisinin yapılmasını da sağlayacaktır.
Bu iki ayet , kıyamet ile ilgili bir sahneyi anlatmaktadır. 95. ayeti bu iki ayet ile birlikte okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
95. ayet , helak edilmeyi hak etmiş bir karye halkının, helak anında dönmelerinin haram olduğu bir şeyin olduğunu söylemektedir . Bir karye halkının helak edilmesine sebebin, onların ŞİRK ve İNKARları olduğunu düşündüğümüzde , neye dönmelerinin haram olduğu ortaya çıkmaya başlayacaktır.
96. ve 97. ayetler ise , helakın belirli bir zamana has olmadığını , kıyamete kadar hak ediş yasalarına bağlı olarak devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , kıyamete kadar gelecek olan ve helakı hak etmiş olan karye halklarının tamamının , helak anında pişmanlıklarını dışa vurduklarını ve helak anına kadar iman etmemiş olmalarından dolayı ah vah ettiklerini görmekteyiz.
95-96 ve 97. ayetleri, bağlam gözeterek okumaya çalıştığımızda ise şu sonuca varabiliriz;
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat yaşayarak , helak edilmeyi hak eden hangi belde halkı olursa olsun , helak anı geldiği zaman , yaşadıkları ŞİRK ve İNKARA geri dönmezler , hangi karye halkı olursa olsun, helak anında iman etmek ister ama bu iman artık onlara hiç bir fayda getirmez.
Helak olma anına kadar şirk içinde yüzmüş olan karye halklarının , helak anında o ana kadar yapmış oldukları şirk ve isyandan pişman olarak imana dönmek istedikleri, fakat bu imanlarının onlara fayda getirmediğini beyan eden diğer ayetleri okuduğumuzda , Enbiya s. 95. ayetinin anlamı biraz daha açılacaktır.
Aynı surenin 11-15. ayetleri , helak anına gelen bir karye halkının düştüğü durumu ifade etmektedir.
[021.011] Halbuki biz zulmetmekte olan nice karye kırdık geçirdik, ve arkasından diğerlerini başka bir kavm olarak neşet ettirdik
[021.012] Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
[021.013] Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[021.014] «Yazıklar bize» dediler. «Gerçekten biz, zalimmişiz.»
[021.015] Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.
Konumuz olan ayetin çevirisi ve yorumlanmasında bağlam ve sure bütünlüğü gözetilmiş olsaydı , yukarıdaki ayet mealleri göz önüne alınarak ,yapılan 95. ayet çeviri ve yorumlarının daha isabetli olabileceğini söyleyebiliriz.
[040.082] Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.
[040.083] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler). Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
[040.084] Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.»
[040.085] Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.
[032.029] De ki: «Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.»
[010.088] Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân etmesinler.»
[010.090] İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091] Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat sürerek , bu inkarlarının bedellerini ödemek üzere helak edilen bütün karye halklarının değişmez sünnetlerinin , helak anında iman etmek olduğunu gördükten sonra , Enbiya s. 95. ayetine bu anlam etrafında bir çeviri ve yorum yapmanın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunlardan sonra Enbiya s. 95. ayetinin mealini şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz ;
HELAK ETTİĞİMİZ KARYE(halkı)NİN (küfür ve şirke) GERİ DÖNMELERİ HARAMDIR.
"Haramdır" ifadesi , Allah (c.c) tarafından haram kılınmış anlamında değil , helakı hak etmiş olan karye halkının değişmeyen adetleri olan, küfrü terk ederek imana dönmelerini ifade etmektedir. Yani helak anına gelmiş bir karye halkı , içinde bulundukları küfür ve şirk halinden çıkarak , iman haline dönmelerini ifade etmektedir. Karye halkarı , helakı gördükleri anda küfür ve şirki artık kendilerine haram kılarak , imana dönmektedirler , fakat artık bu imanları onlara fayda getirmeyecektir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz mealler arasında , sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun olan tek meali, merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığını gördük. Merhum'un Enbiya s. 95. ayetine verdiği meal şöyledir ;
[021.095] İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar
Merhum , bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak orjinal (sadeleştirmeye uğramamış) tefsirinde şunları söylemektedir ;
"ihlâk etmiş olduğumuz her hangi bir karyeye de rücu' etmemeleri haramdır. -Ya'ni Sûrenin başında geçtiği üzere helâke mahkûm ettiğimiz bir memleket ahalisine de dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler, dönmemeleri mümkin değildir. Eyvah, bizler zalim idik!... diye itiraf ederek feryad ede ede biçilip söneceklerdir"
Merhum Elmalılı , görüldüğü gibi ayetin sure bütünlüğüne dikkat ederek , 11-15. ayetleri ile bağını kurarak doğru bir anlam vermiştir. Ancak kendisinin verdiği bu anlam , onun tefsirini sadeleştirmek adına ele alanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , diğer mealler gibi meallendirilerek ilmi ve ahlaki açıdan büyük bir cinayet örneği verilmiştir.
Elmalılı mealinin sadeleştirilmesi adına yapılan mealleri şöyledir;
Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
Bu sadeleştirmeyi yapanlar her kim ise , büyük ihtimal ilahiyat eğitimi almış olan kimselerdir , bu kimselerin ilmi ahlaktan zerre kadar nasipleri olmadıkları gibi , ilmi kariyerlerinin de çukur olduğunu söylemek istiyoruz.
Elmalılı tefsirinin örnek olarak gösterilebilecek ve başka meal yapıcılarının gösteremediği sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun böyle bir çeviriyi anlayacak ilmi kapasiteleri olmayanların eline düşen bu tefsir, maalesef oyuncağa çevrilerek , başka meallerden alıntılanmış yanlış meali Elmalılıya atfederek ilmi ahlaksızlığın zirvesine çıkılmıştır.
İnternet ortamında bulunan ve kim tarafından sadeleştirildiğini bilmediğimiz Elmalılı tefsirinin sadeleştirilmişinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunlar yazmaktadır;
95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.
Görülmektedir ki , Elmalılı tefsirinin orjinalindeki ibarelerin aynen alıntılanmış olmasına karşın , tefsirde ki anlatımı anlamaktan aciz olan sadeleştiriciler , ayetin tefsirini Elmalılının kendisinden , mealini ise başka meallerden alıntılayarak , "Altı kaval üstü şişhane" misali bir işe imza atarak , "ilmi liyakatsizlik" dalında oskar ödülünü hak etmişlerdir.
Sonuç olarak ; Enbiya s. 95. ayeti , bağlam ve sure bütünlüğü dikkate alınarak anlamlandırılması gereken ayetlerden birisidir. Bu ayetin , Kur'anın zor ayetlerinden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. "Zor" olarak ifade etmemize sebep ise , bu ayetle ilgili olarak iki farklı meal yapılması ve yapılan bu iki mealin ikisinin de doğru bir meal olmamasıdır.
Bu ayetin meal ve yorumunda dikkate alınması gereken en önemli nokta , ayetin siyak sibak ve sure bütünlüğü olmalıdır. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çeviri ve yorumların isabetsiz olduğunu düşünmekteyiz. Siyak sibak , sure ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmesi bütün ayetlerin doğru anlaşılmasında gerekli bir unsur olup , Enbiya s. 95. ayet gibi bazı ayetlerin anlaşılmasında biraz daha önemli rol oynamaktadır.
Ayetin , "Müşrik sünneti" olarak ifade edebileceğimiz bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu ayet , müşriklerin helak anında o ana kadar içinde bulundukları şirk ve küfrü terk ederek pişmanlıklarını ortaya dökmelerinin ve iman dönmek istemelerinin , onların değişmeyen bir adetleri olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayet ile ilgili ulaşabildiğimiz mealler de sadece merhum Elmalılının , bu ayete bağlam ve bütünlük gözeterek anlam verdiğini tesbit etmekle beraber , ne acıdır ki ilmi liyakattan yoksun kişilerin eline düşen tefsirindeki bu ayete verdiği anlam anlaşılmayarak , başka meallerden kopya edilen ve onun tefsirindeki yorumu ile alakası olmayan bir anlamı taşıyan meal , onun meali gibi gösterilmeye çalışmıştır.
Enbiya suresi 95. ayeti ile ilgili olarak "Yanlış" olarak değerlendirdiğimiz mealleri mahkum etmemekle birlikte , iddiamız o meallerin bütünlük gözetilmeden yapılmış olduğu noktasındadır. Bu çalışmayı yapma amacımız, ayetin yanlış olarak değerlendirdiğimiz meallerini mahkum etmeye yönelik değil , bütünlük gözetilmeden yapılan bir çeviri çalışmasının doğruyu bulmada isabet kaydetmesinin güç olduğunu göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ
Ayetin, ulaşabildiğimiz meallerde ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ;
[021.095] Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkansızdır.
[021.095] Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkânsız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.
Bu ayetin çevirisinin, 1- helaka uğrayan belde halklarının mutlaka hesaba çekileceği , 2- helaka uğrayan belde halklarının artık bir daha dünyaya geri dönmelerinin imkansız olduğu, ana fikrine dayalı olarak yapılmış çeviriler olduğunu gördük.
Ancak bu çeviriler, ve bu çevirileri merkeze alarak yapılmış olan yorumların , bu ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucu yapıldığını düşünmekteyiz.
Şurasını ifade etmek isteriz ki, bu ayet tek başına okunarak anlaşılabilecek ve çevirisi yapılabilecek bir ayet değildir. Bu ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak çevirisi yapılabilecek ve anlaşılabilecek bir ayettir. Birbirinden farklı olarak yapılmış olan çeviriler, bu ayetin sadece kendisinin okunarak çeviri ve yorumunun yapılabileceği bir ayet olmadığını göstermektedir.
Maalesef , ulaşma imkanı bulduğumuz tefsirler ve mealler , kendilerinden önce yapılan meal ve tefsirleri taklit eden, kopyacı bir anlayış ile bu ayetin meal ve yorumunu yapmışlardır.
Ve harâmun : ve haramdır, yasaktır, imkânsızdır
Alâ karyetin : şehre, şehir halkına
Ehleknâ-hâ : biz onu helâk ettik
Enne-hum : muhakkak onlar
Lâ yerciûne : dönmezler
Bu ayet ile ilgili olarak sorulması ve cevabının aranması gereken soru , helak edilen karye halkının dönmeleri haram olan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun cevabının bulunması, ayetin doğru bir çevirisinin yapılmasını da sağlayacaktır.
Bu sorunun cevabı için öncelikle 95. ayet sonrası ayetleri okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
[021.096] Ta ki Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettiklerinde.
[021.097] ve hak va'd yaklaştığı vakıt, o zaman işte o küfredenlerin derhal
gözleri belerecek «eyvah bizlere biz bundan gaflet ettik, hayır kendimize
zulmetmiş olduk» diyecekler[021.096] Ta ki Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettiklerinde.
Bu iki ayet , kıyamet ile ilgili bir sahneyi anlatmaktadır. 95. ayeti bu iki ayet ile birlikte okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;
95. ayet , helak edilmeyi hak etmiş bir karye halkının, helak anında dönmelerinin haram olduğu bir şeyin olduğunu söylemektedir . Bir karye halkının helak edilmesine sebebin, onların ŞİRK ve İNKARları olduğunu düşündüğümüzde , neye dönmelerinin haram olduğu ortaya çıkmaya başlayacaktır.
96. ve 97. ayetler ise , helakın belirli bir zamana has olmadığını , kıyamete kadar hak ediş yasalarına bağlı olarak devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , kıyamete kadar gelecek olan ve helakı hak etmiş olan karye halklarının tamamının , helak anında pişmanlıklarını dışa vurduklarını ve helak anına kadar iman etmemiş olmalarından dolayı ah vah ettiklerini görmekteyiz.
95-96 ve 97. ayetleri, bağlam gözeterek okumaya çalıştığımızda ise şu sonuca varabiliriz;
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat yaşayarak , helak edilmeyi hak eden hangi belde halkı olursa olsun , helak anı geldiği zaman , yaşadıkları ŞİRK ve İNKARA geri dönmezler , hangi karye halkı olursa olsun, helak anında iman etmek ister ama bu iman artık onlara hiç bir fayda getirmez.
Helak olma anına kadar şirk içinde yüzmüş olan karye halklarının , helak anında o ana kadar yapmış oldukları şirk ve isyandan pişman olarak imana dönmek istedikleri, fakat bu imanlarının onlara fayda getirmediğini beyan eden diğer ayetleri okuduğumuzda , Enbiya s. 95. ayetinin anlamı biraz daha açılacaktır.
Aynı surenin 11-15. ayetleri , helak anına gelen bir karye halkının düştüğü durumu ifade etmektedir.
[021.011] Halbuki biz zulmetmekte olan nice karye kırdık geçirdik, ve arkasından diğerlerini başka bir kavm olarak neşet ettirdik
[021.012] Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
[021.013] Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[021.014] «Yazıklar bize» dediler. «Gerçekten biz, zalimmişiz.»
[021.015] Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.
Konumuz olan ayetin çevirisi ve yorumlanmasında bağlam ve sure bütünlüğü gözetilmiş olsaydı , yukarıdaki ayet mealleri göz önüne alınarak ,yapılan 95. ayet çeviri ve yorumlarının daha isabetli olabileceğini söyleyebiliriz.
[040.082] Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.
[040.083] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler). Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
[040.084] Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.»
[040.085] Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.
[032.029] De ki: «Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.»
[010.088] Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân etmesinler.»
[010.090] İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091] Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.
Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat sürerek , bu inkarlarının bedellerini ödemek üzere helak edilen bütün karye halklarının değişmez sünnetlerinin , helak anında iman etmek olduğunu gördükten sonra , Enbiya s. 95. ayetine bu anlam etrafında bir çeviri ve yorum yapmanın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Bütün bunlardan sonra Enbiya s. 95. ayetinin mealini şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz ;
HELAK ETTİĞİMİZ KARYE(halkı)NİN (küfür ve şirke) GERİ DÖNMELERİ HARAMDIR.
"Haramdır" ifadesi , Allah (c.c) tarafından haram kılınmış anlamında değil , helakı hak etmiş olan karye halkının değişmeyen adetleri olan, küfrü terk ederek imana dönmelerini ifade etmektedir. Yani helak anına gelmiş bir karye halkı , içinde bulundukları küfür ve şirk halinden çıkarak , iman haline dönmelerini ifade etmektedir. Karye halkarı , helakı gördükleri anda küfür ve şirki artık kendilerine haram kılarak , imana dönmektedirler , fakat artık bu imanları onlara fayda getirmeyecektir.
Tetkik etme imkanı bulduğumuz mealler arasında , sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun olan tek meali, merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığını gördük. Merhum'un Enbiya s. 95. ayetine verdiği meal şöyledir ;
[021.095] İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar
Merhum , bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak orjinal (sadeleştirmeye uğramamış) tefsirinde şunları söylemektedir ;
"ihlâk etmiş olduğumuz her hangi bir karyeye de rücu' etmemeleri haramdır. -Ya'ni Sûrenin başında geçtiği üzere helâke mahkûm ettiğimiz bir memleket ahalisine de dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler, dönmemeleri mümkin değildir. Eyvah, bizler zalim idik!... diye itiraf ederek feryad ede ede biçilip söneceklerdir"
Elmalılı mealinin sadeleştirilmesi adına yapılan mealleri şöyledir;
Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
Bu sadeleştirmeyi yapanlar her kim ise , büyük ihtimal ilahiyat eğitimi almış olan kimselerdir , bu kimselerin ilmi ahlaktan zerre kadar nasipleri olmadıkları gibi , ilmi kariyerlerinin de çukur olduğunu söylemek istiyoruz.
Elmalılı tefsirinin örnek olarak gösterilebilecek ve başka meal yapıcılarının gösteremediği sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun böyle bir çeviriyi anlayacak ilmi kapasiteleri olmayanların eline düşen bu tefsir, maalesef oyuncağa çevrilerek , başka meallerden alıntılanmış yanlış meali Elmalılıya atfederek ilmi ahlaksızlığın zirvesine çıkılmıştır.
İnternet ortamında bulunan ve kim tarafından sadeleştirildiğini bilmediğimiz Elmalılı tefsirinin sadeleştirilmişinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunlar yazmaktadır;
95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.
95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.
Görülmektedir ki , Elmalılı tefsirinin orjinalindeki ibarelerin aynen alıntılanmış olmasına karşın , tefsirde ki anlatımı anlamaktan aciz olan sadeleştiriciler , ayetin tefsirini Elmalılının kendisinden , mealini ise başka meallerden alıntılayarak , "Altı kaval üstü şişhane" misali bir işe imza atarak , "ilmi liyakatsizlik" dalında oskar ödülünü hak etmişlerdir.
Sonuç olarak ; Enbiya s. 95. ayeti , bağlam ve sure bütünlüğü dikkate alınarak anlamlandırılması gereken ayetlerden birisidir. Bu ayetin , Kur'anın zor ayetlerinden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. "Zor" olarak ifade etmemize sebep ise , bu ayetle ilgili olarak iki farklı meal yapılması ve yapılan bu iki mealin ikisinin de doğru bir meal olmamasıdır.
Bu ayetin meal ve yorumunda dikkate alınması gereken en önemli nokta , ayetin siyak sibak ve sure bütünlüğü olmalıdır. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çeviri ve yorumların isabetsiz olduğunu düşünmekteyiz. Siyak sibak , sure ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmesi bütün ayetlerin doğru anlaşılmasında gerekli bir unsur olup , Enbiya s. 95. ayet gibi bazı ayetlerin anlaşılmasında biraz daha önemli rol oynamaktadır.
Ayetin , "Müşrik sünneti" olarak ifade edebileceğimiz bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu ayet , müşriklerin helak anında o ana kadar içinde bulundukları şirk ve küfrü terk ederek pişmanlıklarını ortaya dökmelerinin ve iman dönmek istemelerinin , onların değişmeyen bir adetleri olduğunu beyan etmektedir.
Bu ayet ile ilgili ulaşabildiğimiz mealler de sadece merhum Elmalılının , bu ayete bağlam ve bütünlük gözeterek anlam verdiğini tesbit etmekle beraber , ne acıdır ki ilmi liyakattan yoksun kişilerin eline düşen tefsirindeki bu ayete verdiği anlam anlaşılmayarak , başka meallerden kopya edilen ve onun tefsirindeki yorumu ile alakası olmayan bir anlamı taşıyan meal , onun meali gibi gösterilmeye çalışmıştır.
Enbiya suresi 95. ayeti ile ilgili olarak "Yanlış" olarak değerlendirdiğimiz mealleri mahkum etmemekle birlikte , iddiamız o meallerin bütünlük gözetilmeden yapılmış olduğu noktasındadır. Bu çalışmayı yapma amacımız, ayetin yanlış olarak değerlendirdiğimiz meallerini mahkum etmeye yönelik değil , bütünlük gözetilmeden yapılan bir çeviri çalışmasının doğruyu bulmada isabet kaydetmesinin güç olduğunu göstermeye çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Mayıs 2016 Pazar
Yunus (a.s) ın Zulümat İçinde Kalması ve Allah (c.c) nin Kullarını Zulümattan Kurtarması
Kur'an kıssaları , Allah (c.c) nin kullarına yapmış olduğu yardım, ve tevbelerinin kabul edilmesi gibi vaadlerinin, gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren anlatımlardır. Yunus (a.s) kıssası , böyle bir vaadin sadece sözde kalmadığını , gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren bir kıssalardan bir tanesidir.
Bilindiği üzere Yunus (a.s), kendisine verilen elçilik görevinin zorluklarına katlanamayarak kavmini terk etmiş bir gemiye binerek görev alanını terk etmiştir. Binmiş olduğu o gemiden denize atılarak, bir balık tarafından yutulduktan sonra, balığın karnında iken etmiş olduğu tevbe neticesinde, balık tarafından karaya atılarak kurtulmuştur.
Yunus (a.s) kıssasının anlatıldığı tefsirlerde , kıssanın mesajı maalesef buharlaştırılarak masala dönüştürülmüş , modernist okumalarda ise Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi mecazi olarak okunmaya çalışılmış , balık mı Yunus (a.s) ı yuttu , yoksa Yunus (a.s) balığı mı yuttu tartışmaları ile, buharlaştırmanın bir başka versiyonu gerçekleştirilmiştir.
Kur'an kıssalarının bizlere dönük mesajlar olduğu yönündeki okuma yöntemimizi bu kıssada da devam ettirerek, Yunus (a.s) ın kurtuluşunun bize nasıl bir mesaj verebileceği yönünde okumaya çalışıp , bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[037.143] Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi
[037.144] Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.
[021.087] Zennunu da; hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti, derken zulumat içinde «la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn» diye nidâ etti
[021.088] Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.
Yunus (a.s) ın kıssasının ana fikri , Enbiya s. 88. ayetindeki "İşte biz müminleri böyle kurtarırız" cümlesidir. Kur'anın bir çok yerinde özellikle kıssa yollu anlatımlar ile , Allah (c.c) nin vaadi olan elçi ve inananları kurtarmasının ,Yunus (a.s) ın örneğinde gerçekleşmesinin anlatımı bize dönük olarak neler söylemektedir?.
Enbiya s. 87. ayetine baktığımızda , Yunus (a.s) ın balığın karnındaki halinin "Zulümat" (Karanlıklar) olarak ifade edilmesinin ne anlama geldiğini , bu kelimenin geçtiği diğer ayetleri okuyarak anlamak mümkündür.
[002.257] Allah iman edenlerin velisidir onları zulümattan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri Taguttur onları nurdan zulümata çıkarırlar, onlar işte eshabı nar, hep orada kalacaklardır
[005.016] Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
[006.122] Hem bir adam ölü iken biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nur vermişiz, insanlar içinde onunla yürüyor, hiç o bittemsil zulmetler içinde kalmış ve ondan bir türlü çıkamıyacak bir halde bulunan kimse gibi olurmu? Fakat kâfirlere amellere öyle yaldızlı gösterilmektedir
[014.001] Elif, Lam, Ra. bir kitab ki sana indirdik insanları Rablarının iznile zulmetlerden nûra çıkarasın diye: doğru o azîz hamîdin yoluna ki bütün izzet-ü hamd onun
[057.009] Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O'dur. Doğrusu Allah size karşı şefkatlidir, merhametlidir.
[035.019-20] Ve kör ile gören müsavî olmaz. Ve zulmetler ile nûr da (müsavî değildir).
Yukarıdaki ayetlerde , Allah (c.c) nin zulümat (karanlıklar) içinde kalmış olanları nura (aydınlığa) çıkarmasından bahsedilmektedir. Bu kelime, vahye karşı duyarsız kalmış olanların içinde olduğu durumu anlatmaktadır.
Yunus (a.s) ın balığın karnında olmasının "Zulümat" kelimesi ile ifade edilmesini , yukarıdaki ayetleri dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Rabbimizin zulumat içinde kalanları, aydınlığa nasıl çıkardığı ise yine yukarıdaki ayetlerde anlatılmaktadır.
Yunus (a.s) ın zulümattan kurtulmak için yaptığı, "la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn" şeklindeki duası , onun vahye yeniden yapıştığını , yaptığı hatadan döndüğünü ve pişman olduğunu göstermektedir.
Hepimiz insan olmamız nedeniyle yaşamımızın herhangi bir zamanında hata işleyebiliriz. Asıl olan, hatada ısrar etmeyerek yanlıştan dönmek olmalıdır. Allah (c.c) , Kur'anın bir çok yerinde hataları af edeceğini bizlere beyan etmektedir. Yaptığı hatanın arkasından tevbe eden bir kul "Acaba ettiğim tevbe kabul edildi mi?" sorusunun cevabını, Yunus (a.s) kıssasında bulmaktadır.
Allah (c.c) nin bizlere, "Evet tevben kabul edilmiştir" şeklinde vahyetmesinin imkansız olduğuna göre , tevbe eden kul (gerçek bir tevbe etti ise) ettiği tevbenin kabul edilmiş olduğunu , kendisinden önce hata yapan ve bu hatasından dönerek tevbe eden ve tevbesi kabul edilen bir kul örneği olan Yunus (a.s) ı okuyarak öğrenebilir.
Yunus (a.s) ın Saffat s. içindeki kıssasının 144. ayetindeki "Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı" cümlesi üzerinde de durmak gerekmektedir. Ayeti, sadece lafzı üzerinden okumaya kalktığımızda , balığın karnında kıyamete kadar nasıl kalabileceği sorusu akla gelebilir.
Ancak kıssayı mesaj içerikli okuduğumuzda , balığın karnında kalmayı GÜNAH İŞLEYİPTE GÜNAHINDAN TEVBE ETMEME HALİ olarak okumak mümkündür.
Yani Yunus (a.s) , eğer yaptığı hatadan tevbe etmemiş olsaydı , kıyamet gününde yapmış olduğu bu hatanın bedelini ödemek üzere hesap verecek , ve bunun hesabını ebedi cehennem olarak ödeyecekti . Balığın karnında (zulumat içinde) kıyamete kadar kalarak , bu günahı ile hesap verecek ve bu günahının cezasının karşılığını görecekti.
Ayrıca Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtulmasını , Allah (c.c) nin elçi ve kullarına yardım sözünün sadece vaad olarak değil , Kur'anın diğer ayetlerinde görüldüğü gibi , yerine getirilmiş bir söz olarak okumak ta mümkündür.
Yunus (a.s) ın balığın karnında olma durumunu , bir insanın başının dara düşerek bütün çıkış yollarının kapanması olarak okuyabiliriz.
İşte böyle bir durumda kalan insana sadece kimin yardım edebileceği haber verilmektedir. Yunus (a.s) balığın karnında kalmış olsa netice ölüm olacak , eğer balığın karnından çıkmış olsa denize düşerek sonu yine ölüm olacaktı.
Böyle bir durumda kalan insana acaba hangi güç, yardım ederek onu düştüğü bu durumdan kurtarabilir di ?.
Bu sorunun cevabını Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtarılması ile almaktayız. Allah (c.c) dışında hiç bir gücün, Yunus (a.s) ın düştüğü sıkıntılı durumdan bir insanı kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini öğrenmekteyiz.
Tasavvuf meşrebine mensup olanların , başı darda kalanın kabir ehlinden, veya adı haşa Allah (c.c) eşitlenmiş bazı isimleri, yardıma çağırmalarının kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü buradan anlayabiliriz.
Yunus (a.s) , Allah (c.c) dışında birilerinden Yetiş yaaa ........ diyerek yardım talebinde bulunmamış , sadece Allah (c.c) den yardım isteyerek , bu noktada yardım talebinde bulunulması gereken tek mercinin adresini bizlere vermiştir. Yunus (a.s) böyle bir merciden yardım talebinde bulunarak, darda kalana sadece ve sadece kimin yardım edebileceğini , Allah (c.c) ise, darda kalanın sadece ve sadece kimden yardım istemesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Yunus (a.s) ın balığın karnına düşme hadisesini mecaz olarak okumanın bir takım sakıncaları beraberinde getireceğini düşünmekteyiz şöyle ki ;
Allah (c.c) bizlere Yunus (a.s) ı balığın karnında iken yapmış olduğu tevbeyi kabul ederek , onu sahile attığını bildirmektedir. Bu anlatımın amacı , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul ederek , başı dara düşen bir kuluna, bütün ümitlerinin bittiği bir anda sadece onun yardıma koşabileceğini göstermektir.
Biz bu kıssayı okuyarak , böyle bir olayın gerçekleştiğini öğreniyor , ve Allah (c.c) nin vermiş olduğu sözün havada kalmadığını görüyor , ve aynı duruma bizlerin de düştüğü takdirde yapmamız gerekeni öğreniyoruz.
Eğer bu olayı mecazi olarak okuduğumuz takdirde , başı dara düşen bir kimsenin bütün ümitleri bittiği bir anda ona sadece Allah (c.c) nin yardım edebileceğinin gerçek olarak gösterilmemiş olduğu sonucuna varılacak, ve anlatımdan hasıl olması gereken amaç buharlaşacaktır.
Kur'anın bu tür anlatımlarını aklileştirmek sureti ile okumaya kalkmak , kişileri yanlış sonuca götürecektir. Çünkü bu olayları okumak için ortaya konulan akıl , vahyin rehberliğinde çalışan bir akıl değil , vahiy dışı kaynaklardan beslenen akılların ortaya koyduğu ideolojilerden beslenen akıllardır. Devşirme kaynaklardan alınan okuma yöntemlerinin Kur'ana uyarlanmaya çalışılması sonucunda düşülen yanlışlara , özellikle kıssalar ile ilgili yazılarımızda değinmeye çalışmaktayız.
Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , önceki nesillerin yaşanmış olaylarından verdiği örnekler ile , sonraki nesillerin yaşayacakları olaylara karşı nasıl davranış sergilemesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi ve ondan kurtarılmasının anlatılmasının ise bize dair olan mesajı ise , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul etmesi , ve kulun bütün ümitlerinin kesildiği bir anda bu yardımı kendisinden başkasının yapamayacağının bizlere gösterilerek , ona denkler tutmak sureti ile başkalarından yardım talebinde bulunmamamız gerektiğini öğretmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bilindiği üzere Yunus (a.s), kendisine verilen elçilik görevinin zorluklarına katlanamayarak kavmini terk etmiş bir gemiye binerek görev alanını terk etmiştir. Binmiş olduğu o gemiden denize atılarak, bir balık tarafından yutulduktan sonra, balığın karnında iken etmiş olduğu tevbe neticesinde, balık tarafından karaya atılarak kurtulmuştur.
Yunus (a.s) kıssasının anlatıldığı tefsirlerde , kıssanın mesajı maalesef buharlaştırılarak masala dönüştürülmüş , modernist okumalarda ise Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi mecazi olarak okunmaya çalışılmış , balık mı Yunus (a.s) ı yuttu , yoksa Yunus (a.s) balığı mı yuttu tartışmaları ile, buharlaştırmanın bir başka versiyonu gerçekleştirilmiştir.
Kur'an kıssalarının bizlere dönük mesajlar olduğu yönündeki okuma yöntemimizi bu kıssada da devam ettirerek, Yunus (a.s) ın kurtuluşunun bize nasıl bir mesaj verebileceği yönünde okumaya çalışıp , bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[037.143] Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi
[037.144] Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.
[021.087] Zennunu da; hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti, derken zulumat içinde «la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn» diye nidâ etti
[021.088] Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.
Yunus (a.s) ın kıssasının ana fikri , Enbiya s. 88. ayetindeki "İşte biz müminleri böyle kurtarırız" cümlesidir. Kur'anın bir çok yerinde özellikle kıssa yollu anlatımlar ile , Allah (c.c) nin vaadi olan elçi ve inananları kurtarmasının ,Yunus (a.s) ın örneğinde gerçekleşmesinin anlatımı bize dönük olarak neler söylemektedir?.
Enbiya s. 87. ayetine baktığımızda , Yunus (a.s) ın balığın karnındaki halinin "Zulümat" (Karanlıklar) olarak ifade edilmesinin ne anlama geldiğini , bu kelimenin geçtiği diğer ayetleri okuyarak anlamak mümkündür.
[002.257] Allah iman edenlerin velisidir onları zulümattan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri Taguttur onları nurdan zulümata çıkarırlar, onlar işte eshabı nar, hep orada kalacaklardır
[005.016] Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
[006.122] Hem bir adam ölü iken biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nur vermişiz, insanlar içinde onunla yürüyor, hiç o bittemsil zulmetler içinde kalmış ve ondan bir türlü çıkamıyacak bir halde bulunan kimse gibi olurmu? Fakat kâfirlere amellere öyle yaldızlı gösterilmektedir
[014.001] Elif, Lam, Ra. bir kitab ki sana indirdik insanları Rablarının iznile zulmetlerden nûra çıkarasın diye: doğru o azîz hamîdin yoluna ki bütün izzet-ü hamd onun
[057.009] Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O'dur. Doğrusu Allah size karşı şefkatlidir, merhametlidir.
[035.019-20] Ve kör ile gören müsavî olmaz. Ve zulmetler ile nûr da (müsavî değildir).
Yukarıdaki ayetlerde , Allah (c.c) nin zulümat (karanlıklar) içinde kalmış olanları nura (aydınlığa) çıkarmasından bahsedilmektedir. Bu kelime, vahye karşı duyarsız kalmış olanların içinde olduğu durumu anlatmaktadır.
Yunus (a.s) ın balığın karnında olmasının "Zulümat" kelimesi ile ifade edilmesini , yukarıdaki ayetleri dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Rabbimizin zulumat içinde kalanları, aydınlığa nasıl çıkardığı ise yine yukarıdaki ayetlerde anlatılmaktadır.
Yunus (a.s) ın zulümattan kurtulmak için yaptığı, "la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn" şeklindeki duası , onun vahye yeniden yapıştığını , yaptığı hatadan döndüğünü ve pişman olduğunu göstermektedir.
Hepimiz insan olmamız nedeniyle yaşamımızın herhangi bir zamanında hata işleyebiliriz. Asıl olan, hatada ısrar etmeyerek yanlıştan dönmek olmalıdır. Allah (c.c) , Kur'anın bir çok yerinde hataları af edeceğini bizlere beyan etmektedir. Yaptığı hatanın arkasından tevbe eden bir kul "Acaba ettiğim tevbe kabul edildi mi?" sorusunun cevabını, Yunus (a.s) kıssasında bulmaktadır.
Allah (c.c) nin bizlere, "Evet tevben kabul edilmiştir" şeklinde vahyetmesinin imkansız olduğuna göre , tevbe eden kul (gerçek bir tevbe etti ise) ettiği tevbenin kabul edilmiş olduğunu , kendisinden önce hata yapan ve bu hatasından dönerek tevbe eden ve tevbesi kabul edilen bir kul örneği olan Yunus (a.s) ı okuyarak öğrenebilir.
Yunus (a.s) ın Saffat s. içindeki kıssasının 144. ayetindeki "Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı" cümlesi üzerinde de durmak gerekmektedir. Ayeti, sadece lafzı üzerinden okumaya kalktığımızda , balığın karnında kıyamete kadar nasıl kalabileceği sorusu akla gelebilir.
Ancak kıssayı mesaj içerikli okuduğumuzda , balığın karnında kalmayı GÜNAH İŞLEYİPTE GÜNAHINDAN TEVBE ETMEME HALİ olarak okumak mümkündür.
Yani Yunus (a.s) , eğer yaptığı hatadan tevbe etmemiş olsaydı , kıyamet gününde yapmış olduğu bu hatanın bedelini ödemek üzere hesap verecek , ve bunun hesabını ebedi cehennem olarak ödeyecekti . Balığın karnında (zulumat içinde) kıyamete kadar kalarak , bu günahı ile hesap verecek ve bu günahının cezasının karşılığını görecekti.
Ayrıca Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtulmasını , Allah (c.c) nin elçi ve kullarına yardım sözünün sadece vaad olarak değil , Kur'anın diğer ayetlerinde görüldüğü gibi , yerine getirilmiş bir söz olarak okumak ta mümkündür.
Yunus (a.s) ın balığın karnında olma durumunu , bir insanın başının dara düşerek bütün çıkış yollarının kapanması olarak okuyabiliriz.
İşte böyle bir durumda kalan insana sadece kimin yardım edebileceği haber verilmektedir. Yunus (a.s) balığın karnında kalmış olsa netice ölüm olacak , eğer balığın karnından çıkmış olsa denize düşerek sonu yine ölüm olacaktı.
Böyle bir durumda kalan insana acaba hangi güç, yardım ederek onu düştüğü bu durumdan kurtarabilir di ?.
Bu sorunun cevabını Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtarılması ile almaktayız. Allah (c.c) dışında hiç bir gücün, Yunus (a.s) ın düştüğü sıkıntılı durumdan bir insanı kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini öğrenmekteyiz.
Tasavvuf meşrebine mensup olanların , başı darda kalanın kabir ehlinden, veya adı haşa Allah (c.c) eşitlenmiş bazı isimleri, yardıma çağırmalarının kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü buradan anlayabiliriz.
Yunus (a.s) , Allah (c.c) dışında birilerinden Yetiş yaaa ........ diyerek yardım talebinde bulunmamış , sadece Allah (c.c) den yardım isteyerek , bu noktada yardım talebinde bulunulması gereken tek mercinin adresini bizlere vermiştir. Yunus (a.s) böyle bir merciden yardım talebinde bulunarak, darda kalana sadece ve sadece kimin yardım edebileceğini , Allah (c.c) ise, darda kalanın sadece ve sadece kimden yardım istemesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.
Yunus (a.s) ın balığın karnına düşme hadisesini mecaz olarak okumanın bir takım sakıncaları beraberinde getireceğini düşünmekteyiz şöyle ki ;
Allah (c.c) bizlere Yunus (a.s) ı balığın karnında iken yapmış olduğu tevbeyi kabul ederek , onu sahile attığını bildirmektedir. Bu anlatımın amacı , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul ederek , başı dara düşen bir kuluna, bütün ümitlerinin bittiği bir anda sadece onun yardıma koşabileceğini göstermektir.
Biz bu kıssayı okuyarak , böyle bir olayın gerçekleştiğini öğreniyor , ve Allah (c.c) nin vermiş olduğu sözün havada kalmadığını görüyor , ve aynı duruma bizlerin de düştüğü takdirde yapmamız gerekeni öğreniyoruz.
Eğer bu olayı mecazi olarak okuduğumuz takdirde , başı dara düşen bir kimsenin bütün ümitleri bittiği bir anda ona sadece Allah (c.c) nin yardım edebileceğinin gerçek olarak gösterilmemiş olduğu sonucuna varılacak, ve anlatımdan hasıl olması gereken amaç buharlaşacaktır.
Kur'anın bu tür anlatımlarını aklileştirmek sureti ile okumaya kalkmak , kişileri yanlış sonuca götürecektir. Çünkü bu olayları okumak için ortaya konulan akıl , vahyin rehberliğinde çalışan bir akıl değil , vahiy dışı kaynaklardan beslenen akılların ortaya koyduğu ideolojilerden beslenen akıllardır. Devşirme kaynaklardan alınan okuma yöntemlerinin Kur'ana uyarlanmaya çalışılması sonucunda düşülen yanlışlara , özellikle kıssalar ile ilgili yazılarımızda değinmeye çalışmaktayız.
Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , önceki nesillerin yaşanmış olaylarından verdiği örnekler ile , sonraki nesillerin yaşayacakları olaylara karşı nasıl davranış sergilemesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi ve ondan kurtarılmasının anlatılmasının ise bize dair olan mesajı ise , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul etmesi , ve kulun bütün ümitlerinin kesildiği bir anda bu yardımı kendisinden başkasının yapamayacağının bizlere gösterilerek , ona denkler tutmak sureti ile başkalarından yardım talebinde bulunmamamız gerektiğini öğretmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Mayıs 2016 Cuma
Hud s. 53. Ayeti : Hud (a.s) Kavmine Beyyine İle Gelmedi mi ?
"Müşkilül Kur'an" , tefsir usulü ile ilgili kitaplarda yer alan , ayetler arasında çelişki olduğu gibi bir durum oluşmasına sebep veren bazı durumlarda , bu durumun nasıl çözülebileceğine dair bilgileri kapsayan bir bölümdür. Kur'an ayetleri arasında bir çelişki olmadığına göre (4.82) , çelişki gibi görünen ayetlerin arasındaki işkal'in nasıl giderilebileceği , bu bölüm altında verilen bilgiler ile anlatılmaktadır.
Bu yazımızda böyle bir işkal olduğunu düşündüğümüz Hud s. 53. ayetini ele alarak , ayette ki işkal'in nasıl giderilebileceği üzerine düşüncemizi paylaşacağız.
Bu yazımızda böyle bir işkal olduğunu düşündüğümüz Hud s. 53. ayetini ele alarak , ayette ki işkal'in nasıl giderilebileceği üzerine düşüncemizi paylaşacağız.
[011.053] «Ey Hûd» dediler. «Sen bize bir beyyine ile gelmiş
değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de
değiliz.»
Kavmi Hud (a.s) a bu ayette beyyine getirmediği için , ilahlarını terke etmeyecekleri söylemektedirler. Oysa başka ayetlerde Ad kavmine beyyine gelmiş olduğunu haber vermektedir.
[009.070] Onlara, kendilerinden öncekilerin Nuh, AD, Semud kavminin,
İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi
mi? ONLARA RESULLERİ BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ. Demek ki Allah, onlara
zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmetmektelerdi.
[014.009] Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, AD ve Semud ile onlardan sonra
gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. RESULLERİ ONLARA BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ de, ellerini ağızlarına
götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: «Tartışmasız, biz sizin
kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırmakta
olduğunuz şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.»
Hud s. 53. ayetinde Ad kavminin Hud (a.s) a "Bize beyyine ile gelmedin" demelerine karşılık , Tevbe s. 70. ve İbrahim s. 9. ayetlerinde Ad kavmine de beyyine geldiği haber verilmektedir. Dikkatli bir okuyucunun, bu ayetlerde ortaya çıkan durumu nasıl okumak gerektiğine dair kafa karışıklığı yaşaması muhtemeldir
Tefsir usulünde "İşkal" olarak isimlenerek ortaya çıkan durum , bir ayette beyyinenin gelmediği , diğer ayette ise beyyinenin geldiğinin verilmiş olması ile ortaya çıkan çelişkili durumdur.
Kur'andan çelişki asla olmayacağına göre Hud s. 53. ayetindeki işkal nasıl çözülebilir ?.
Kur'an okumalarında en önemli husus olan , bir konu ile ilgili ayetlerin Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunması, burada önem kazanmaktadır.
Hud s. 53. ayetini , Enfal ve İbrahim surelerindeki Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğunu dikkate alarak okumak gerekmektedir.
Hud s. 53. ayeti , konu ile alakalı olan diğer iki ayet dikkate alınarak nasıl okunabilir ?.
Enfal ve İbrahim surelerinde kendilerine beyyine gelmiş olduğunu öğrendiğimiz Ad kavmi , elçileri olan Hud (a.s) a söyledikleri "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" sözünü , aslında Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğu , fakat Ad kavminin kendilerine gelmiş olan bu beyyineyi "Yok" hükmünde sayarak kabul etmediklerini ifade etmek için kullandıkları şeklinde okumak gerekmektedir.
Hud s. 53. ayeti , konu ile alakalı olan diğer iki ayet dikkate alınarak nasıl okunabilir ?.
Enfal ve İbrahim surelerinde kendilerine beyyine gelmiş olduğunu öğrendiğimiz Ad kavmi , elçileri olan Hud (a.s) a söyledikleri "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" sözünü , aslında Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğu , fakat Ad kavminin kendilerine gelmiş olan bu beyyineyi "Yok" hükmünde sayarak kabul etmediklerini ifade etmek için kullandıkları şeklinde okumak gerekmektedir.
Yani Hud (a.s) Ad kavmine beyyine ile gelmiş , fakat Ad kavmi kendilerine gelen bu beyyineyi onun elçiliğinin bir kanıtı olarak kabul etmedikleri için kabul etmemişler , Hud (a.s) ile kendilerine gelmiş olan beyyineyi kabul etmediklerini ifade etmek için "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" demektedirler.
Sonuç olarak ; Kur'an okumalarında önemli bir usul olan Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak prensibi uygulandığında , iki ayet arasında çelişki gibi bir görünün durumun nasıl çözülebileceğine örnek olması için Hud s. 53. ayetini ele almaya çalıştık. Şurası unutulmamalıdır ki , ayetler arasında çelişki gibi görünebilen bir durumda , çelişkiyi çözmek için Kur'anın bütününe hakim olan bir okuma yapmak gereklidir. Bütünlük gözetilmeden yapılan okumalarda, bazı işkallerin ortaya çıkması muhtemel olup , bu işkaller konu ve Kur'an bütünlüğü ile kolayca çözülebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Sonuç olarak ; Kur'an okumalarında önemli bir usul olan Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak prensibi uygulandığında , iki ayet arasında çelişki gibi bir görünün durumun nasıl çözülebileceğine örnek olması için Hud s. 53. ayetini ele almaya çalıştık. Şurası unutulmamalıdır ki , ayetler arasında çelişki gibi görünebilen bir durumda , çelişkiyi çözmek için Kur'anın bütününe hakim olan bir okuma yapmak gereklidir. Bütünlük gözetilmeden yapılan okumalarda, bazı işkallerin ortaya çıkması muhtemel olup , bu işkaller konu ve Kur'an bütünlüğü ile kolayca çözülebilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Mayıs 2016 Çarşamba
EYYUB (a.s) : Şükreden Bir Kul Örneği
Kur'an , içinde barındırdığı elçi kıssaları ile , onların yaşantılarını bizlere örneklik olarak sunarak , yaşantımızı onların yaşamları üzerinden şekillendirmemizi istemektedir. Eyyub (a.s) , bizlere kıssası anlatılan elçilerden birisi olarak Kur'anda yerini almıştır. Onun kıssasında öne çıkan nokta , ona dokunan bir zarar ve o zararın ondan giderilmiş olmasıdır.
Elçi kıssalarının mesaj içerikli bir çok yönü olduğunu , bundan önceki kıssalar ile ilgili yazılarımızda vurgulamaya çalışarak , Eyyub (a.s) kıssasını farklı yönlerden okumaya çalışmıştık. Bu yazımızda , Kuranın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesine karşılık , şükreden insan örneği olarak Eyyub (a.s) ı okumaya çalışacağız.
[016.053-54] Size gelen her nimet Allah'tandır. Sonra, bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız. Ama sonra sizin o sıkıntınızı giderince, içinizden bir kısmı hemen Rab’lerine ortak koşarlar.
[010.012] İnsana bir sıkıntı dokunduğu vakit, gerek yan yatarken gerek otururken, gerek dikilirken, Bize dua eder durur; kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o müsriflere yaptıkları işler, böylece güzel gösterilmektedir.
Elçi kıssalarının mesaj içerikli bir çok yönü olduğunu , bundan önceki kıssalar ile ilgili yazılarımızda vurgulamaya çalışarak , Eyyub (a.s) kıssasını farklı yönlerden okumaya çalışmıştık. Bu yazımızda , Kuranın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesine karşılık , şükreden insan örneği olarak Eyyub (a.s) ı okumaya çalışacağız.
[016.053-54] Size gelen her nimet Allah'tandır. Sonra, bir sıkıntıya uğradığınızda yalnız O'na sığınırsınız. Ama sonra sizin o sıkıntınızı giderince, içinizden bir kısmı hemen Rab’lerine ortak koşarlar.
[010.012] İnsana bir sıkıntı dokunduğu vakit, gerek yan yatarken gerek otururken, gerek dikilirken, Bize dua eder durur; kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o müsriflere yaptıkları işler, böylece güzel gösterilmektedir.
[030.033] İnsanların başına bir sıkıntı gelince, Rablerine yönelerek O'na
yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk)
tattırınca, bakarsınız ki onlardan bir gurup yine Rablerine ortak
koşuyorlar.
[010.022-23] Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi,
içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına
çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını
sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, «Bizi bu tehlikeden kurtarırsan
and olsun ki şükredenlerden oluruz» diye O'na yalvarırlar. Allah onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlıklara başlarlar.
Ey insanlar! Geçici dünya hayatında yaptığınız taşkınlık aleyhinizedir. Sonra
dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildiririz.
[029.065] Gemiye bindiklerinde; dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na
yalvarırlar. Ama onları karaya çıkararak kurtarınca, hemen Allah'a şirk
koşarlar.
Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinde ortak nokta , başı dara düştüğünde Allah (c.c) yi hatırlayan , ona yalvaran , fakat başı dardan kurtulunca nankörlük yapan insan örnekleridir. Kur'anın daha bir çok yerinde gördüğümüz ve insanın nankörlüğünü yeren ayetleri dikkate aldığımızda , Eyyub (a.s) ın başı dara düştüğünde ve dardan kurtulduğunda yaptıkları , bizlere örneklik teşkil etmektedir.
[021.083-4] Eyyûb’u da an! Hani o: «Ya Rabbî,bu dert bana iyice dokundu.
Sen merhametlilerin en merhametli olanısın!» diye niyaz etmiş, Biz de onun
duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet edenlere bir ders olmak
üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle
beraber vermiştik.
[038.041-44] Kulumuz Eyyub'u da an; Rabbine: «Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve
azap verdi» diye seslenmişti.«Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su» dedik.Bizden bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem
ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık.Ey Eyyüb: «Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma» demiştik.
Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi
Eyyub (a.s) ın kıssasını anlatan ayetleri okuduğumuzda onun başına, onu kedere ve sıkıntıya sokan bir hastalık gelmiş ve bu hastalıktan kurtulmak için Allah (c.c) ye dua etmiştir. Onun bu duasının, sadece kavli dua şeklinde değil tedavi amaçlı olarak fiili dua şeklinde de gerçekleşmiş olduğu unutulmamalıdır.
Eyyub (a.s) , başına gelen sıkıntı için her insan gibi Allah'a dua etmiştir , ancak bu sıkıntıdan kurtulduktan sonra nankörlük etmemiş , şükreden bir kul olarak hayatına devam etmiştir.
Eyyub (a.s) örneği , sıkıntıya düşen bir kulun , sıkıntıdan kurtulduktan sonra yapması gereken davranışı sergileyen , gerçek hayat içinden yaşanmış bir kesit olarak , şükreden bir kul olmayı bizlere öğretmektedir.
İnsan olarak hayatımızın herhangi bir bölümünde bizi sıkıntıya sokan bir durum ile karşılaşabiliriz. Karşılaştığımız bu sıkıntılı durumdan kurtulmak için yaptığımız çabaların karşılığı olarak sıkıntıdan kurtulduktan sonra nankörlük yapmayarak şükreden bir kul olmak , bizden istenen bir durumdur.
Ancak pek çok insan yapması gerekeni yerine getirmeyerek nankörlüğü seçmektedir. Kur'an insanın bu olumsuz yanını bir çok ayette eleştirerek olması gerekeni öğretmektedir. Eyyub (a.s) işte böyle bir öğretimin canlı bir örneğini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak ; Elçiler "Rol Model" insanlar olarak , bizlere yaşadığımız hayat içinde karşılaştığımız sorunlar ile nasıl mücadele etmemizi bizlere öğretmektedir. Eyyub (a.s) böyle bir model elçilerden olup , onun modelliği "Şükreden bir kul" olmasıdır. Kur'anın bir çok yerinde kendisine dokunan darlık ve sıkıntıdan sonra bolluk ve feraha kavuşunca , önceki sıkıntılı durumunu unutarak, nankörlüğe koşan insan tiplemelerini okuduğumuz zaman , Eyyub (a.s) ın başına gelen sıkıntıya karşı nasıl davrandığı , o sıkıntı ondan gidince nankörlüğe koşmayıp şükrüne devam ettiğinin bildirilmesi , örnek bir davranış olarak bizlere gösterilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Miraca İnanmamak Sapıklık Değil İnanmak Sapıklıktır
"Miraç olayı" olarak bilinen , Muhammed (a.s) ın Mescidi Aksa dan sonra göğe yükselerek orada bazı olaylara şahit olduğu düşüncesi, İslam inancı içinde kemikleşmiş ve neredeyse imanın şartı haline getirilmiş bir inançtır. Bu olay etrafında oluşturulan rivayetler, Allah ve elçisine iftira derecesine varan rivayetler olup , bu inancın desteklenebileceği bir ayet hatta Kur'andan en küçük bir delil dahi yoktur.
Kur'andan delil olduğuna dayanak olarak getirilen ayetlerden birisi İsra suresinin 1. ayetidir.
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Ayetin, metne sadık kalarak yapılmış meali şöyledir ;
Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.
Ancak İsrailoğullarının Tevrata yapmış olduğu zulmü Kur'ana yapmak isteyen bir takım Yahudi zihniyetli Kur'an çevirmenlerinin eli ile , tamamen yalan ve iftira olan miraç olayı, sanki Kur'an tarafından haber veriliyormuş gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Yahudi zihniyetine sahip bir Kur'an çevirmeni tarafından çevrilmeyip tahrif edilen İsra s. 1. ayeti şöyledir ;
Bir gece, kulu Muhammedin Mescidi Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya, en yüce makama vuslatını gerçekleştiren, huzurunda secdesini sağlayan Allah’ı tesbih, tenzih ve takdis ederiz. Kudretimizin açık delillerinden olan o evrensel peygamberi ins-ü cinne, bütün kainata tanıtalım; kainat ve ötesinin, geçmişte olanlar ve gelecekte olacakların bir kısmını ona müşahede ettirelim diye bu miracı gerçekleştirdik.Şüphesiz Rasulü Muhammedin, kainat ve ötesinin duyduklarını ve gördüklerini duyuran ve gösteren Odur.
İsra s. 1. ayetinde miraç olayına en küçük bir delil olmadığı halde, Mescidi Haram dan göğe çıkarılma hikayeleri, kitaplarda sayfalarca yer alarak Müslümanlara anlatılmaktadır. Kur'andan haberi olmayan bir çok Müslüman ise , bu olayın Kur'anda yer almış olduğuna inanarak , böyle bir olaya inanmamanın kendisini kafir yapacağı korkusunu taşımaktadır.
Miraç olayına Kur'andan delil aramaya kalkanların , bulduklarının zannettikleri delillerden birisi de Necm suresi ayetleridir. Ancak bu surenin , miraç olayının meydana geldiği iddia edilen zamandan çok önceleri nazil olması itibarı ile, miraca delil olması asla söz konusu olamaz. Bu konuda daha geniş bir çalışmayı daha önce yapmış olduğumuz için verdiğimiz adrese bakılabilir. http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2013/04/necm-s-ayetlerinin-mirac-ile.html
Kur'an bırakın miraç olayını kabul etmeyi , aksine onu RET etmektedir. İsra s. 93. ayetine baktığımızda bunu açık ve net olarak görmekteyiz.
أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً
[017.093] «Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim.»
Ayette görüldüğü gibi, Muhammed (a.s) a GÖĞE YÜKSELMEDİKÇE iman etmeyeceklerini söyleyen müşriklere karşı verdiği "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim" cevabı onun böyle bir olaya şahit olMAdığını gösteren Kur'ani bir delildir. Eğer böyle bir olay gerçekleşmesi vaki olmuş ise , müşrikler tarafından böyle bir istek yapılmaz , aksine bu isteklerinin gerçekleştiği haber verilirdi . Ancak böyle bir haber verilmek şöyle dursun , bu istekler ret edilmektedir.
Bir Müslüman olarak, din de belirleyici kitabımız eğer Kur'an ise ki ondan başkası olamaz , onun bu konuda verdiği habere iman etmekten başka bir çaremiz yoktur.
Mahalle baskısı şeklinde oluşturulmuş olan "Hadislere iman" olgusu , eğer o hadisin karşısında bir ayet olması durumunda, o hadisin Muhammed (a.s) ın ağzından çıkmasının mümkün olMAdığı düşüncesine sahip olunmasını gerektirmektedir.
Gelelim şimdi kimin sapık olabileceği konusuna ;
Miraç olayına inanan geniş bir kesim , karşısına bu olaya inanmayan bir kimse çıktığında "Sen miraca inanmıyor musun?" diye sorarak, onun miraca inanmadığı gerekçesi ile , sapık bir düşünce içinde olduğunu söyleyecektir.
Halbuki asıl sorulması gereken soru , "Sen yoksa miraca inanıyor musun?" şeklinde olmalıdır. Çünkü Kur'anın ret ettiği bir şeye inanmak, kişiyi sapık durumuna düşürecektir.
Şimdi sorarız ; bu durumda SAPIK olan kimse, miraca inanan mı yoksa inanmayan mı olmaktadır?.
El cevap = ASIL SAPIKLIK, MİRAÇ DİYE BİR OLAYIN VUKU BULDUĞUNA İNANMAKTIR.
Miraca inanan kesim tarafından , miraca inanmayanlara karşı saldırı olarak ortaya konulan ithamların tamamı , aslında miraca inanan kesime layık ithamlardır. Bu kesim miraca inanmayanlara "Hadis sünnet inkarcısı" v.s gibi yaftalar takarak suçlamakta , karşı taraf ise savunma durumunda kalarak ,kendisinin böyle bir etikete layık olmadığını anlatmaya çalışmaktadır.
Halbuki, düşüncesini Kur'andan alan bir kimsenin kendisini savunmak durumunda bırakmasına gerek yoktur. Miraca inandığını iddia ederek , inanmayanları "sapık" olarak yaftalayanların tamamı, bu yaftaya asıl kendilerinin layık olduklarını bilmeli ve illaki bir kimseye "sapık" yaftası takılacaksa , miraca inanmayanlar değil , miraca inananlar olmalıdır.
Çünkü miraç diye bir olaya inanmak, kişiyi "Kur'an inkarcısı" durumuna düşürecektir
Sonuç olarak ; Kendi inandığı doğrultuda inanmayan birisine "Sapık" damgası vurmayı pek seven biz Müslümanlar , eğer birisine bu damgayı vuracak isek , onun sapık olduğuna dair delili , rivayetlerden değil Kur'andan getirmek zorundayız.
Miraç olayı , Kur'an içinde tek bir delili olmayan , olduğu iddia edilen delillerin ise batıl olduğu , sadece rivayetler kanalı ile bizlere gelen ve Kur'an tarafından RET edilen bir olay olmasına rağmen , yerleşik inançta kemikleşmiş bir hale gelmesi nedeniyle , bu olaya inanmayanlar "Sapık" olarak yaftalanmaktadır.
Eğer birisine "Sapık" damgası vurulacaksa , bu damga miraca inanmayanlara değil , Kur'anın ret etmesine rağmen , böyle bir olayın vuku bulduğuna inananlara vurulmalıdır. Miraç olayının vuku bulmadığını düşünenler , delillerini Kur'andan almakta iken , bu olayın vuku bulduğuna inananlar ise delillerini rivayetlerden almaktadır.
Bir konuda Kur'an ile rivayetler arasında çelişki varsa , tercih edilmesi gereken kaynak Kur'an olmalıdır. Maalesef bir çok konuda olduğu gibi miraç konusunda tercih edilen bilgi kaynağı rivayetler olup , bu konudaki İsra s. 93. ayeti görmezden gelinmektedir.
Acaba bu durumda "Sapık" olan kişiler , Kur'an ayetini delil olarak görerek , miracın vuku bulmadığına inananlar mı , yoksa Kur'an ayetine sırt dönerek rivayetleri delil olarak görenler mi dir ?.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'andan delil olduğuna dayanak olarak getirilen ayetlerden birisi İsra suresinin 1. ayetidir.
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Ayetin, metne sadık kalarak yapılmış meali şöyledir ;
Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescidi Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.
Ancak İsrailoğullarının Tevrata yapmış olduğu zulmü Kur'ana yapmak isteyen bir takım Yahudi zihniyetli Kur'an çevirmenlerinin eli ile , tamamen yalan ve iftira olan miraç olayı, sanki Kur'an tarafından haber veriliyormuş gibi bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Yahudi zihniyetine sahip bir Kur'an çevirmeni tarafından çevrilmeyip tahrif edilen İsra s. 1. ayeti şöyledir ;
Bir gece, kulu Muhammedin Mescidi Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya, en yüce makama vuslatını gerçekleştiren, huzurunda secdesini sağlayan Allah’ı tesbih, tenzih ve takdis ederiz. Kudretimizin açık delillerinden olan o evrensel peygamberi ins-ü cinne, bütün kainata tanıtalım; kainat ve ötesinin, geçmişte olanlar ve gelecekte olacakların bir kısmını ona müşahede ettirelim diye bu miracı gerçekleştirdik.Şüphesiz Rasulü Muhammedin, kainat ve ötesinin duyduklarını ve gördüklerini duyuran ve gösteren Odur.
İsra s. 1. ayetinde miraç olayına en küçük bir delil olmadığı halde, Mescidi Haram dan göğe çıkarılma hikayeleri, kitaplarda sayfalarca yer alarak Müslümanlara anlatılmaktadır. Kur'andan haberi olmayan bir çok Müslüman ise , bu olayın Kur'anda yer almış olduğuna inanarak , böyle bir olaya inanmamanın kendisini kafir yapacağı korkusunu taşımaktadır.
Miraç olayına Kur'andan delil aramaya kalkanların , bulduklarının zannettikleri delillerden birisi de Necm suresi ayetleridir. Ancak bu surenin , miraç olayının meydana geldiği iddia edilen zamandan çok önceleri nazil olması itibarı ile, miraca delil olması asla söz konusu olamaz. Bu konuda daha geniş bir çalışmayı daha önce yapmış olduğumuz için verdiğimiz adrese bakılabilir. http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2013/04/necm-s-ayetlerinin-mirac-ile.html
Kur'an bırakın miraç olayını kabul etmeyi , aksine onu RET etmektedir. İsra s. 93. ayetine baktığımızda bunu açık ve net olarak görmekteyiz.
أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً
[017.093] «Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir kitap indiresin.» De ki: «Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim.»
Ayette görüldüğü gibi, Muhammed (a.s) a GÖĞE YÜKSELMEDİKÇE iman etmeyeceklerini söyleyen müşriklere karşı verdiği "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim" cevabı onun böyle bir olaya şahit olMAdığını gösteren Kur'ani bir delildir. Eğer böyle bir olay gerçekleşmesi vaki olmuş ise , müşrikler tarafından böyle bir istek yapılmaz , aksine bu isteklerinin gerçekleştiği haber verilirdi . Ancak böyle bir haber verilmek şöyle dursun , bu istekler ret edilmektedir.
Bir Müslüman olarak, din de belirleyici kitabımız eğer Kur'an ise ki ondan başkası olamaz , onun bu konuda verdiği habere iman etmekten başka bir çaremiz yoktur.
Mahalle baskısı şeklinde oluşturulmuş olan "Hadislere iman" olgusu , eğer o hadisin karşısında bir ayet olması durumunda, o hadisin Muhammed (a.s) ın ağzından çıkmasının mümkün olMAdığı düşüncesine sahip olunmasını gerektirmektedir.
Gelelim şimdi kimin sapık olabileceği konusuna ;
Miraç olayına inanan geniş bir kesim , karşısına bu olaya inanmayan bir kimse çıktığında "Sen miraca inanmıyor musun?" diye sorarak, onun miraca inanmadığı gerekçesi ile , sapık bir düşünce içinde olduğunu söyleyecektir.
Halbuki asıl sorulması gereken soru , "Sen yoksa miraca inanıyor musun?" şeklinde olmalıdır. Çünkü Kur'anın ret ettiği bir şeye inanmak, kişiyi sapık durumuna düşürecektir.
Şimdi sorarız ; bu durumda SAPIK olan kimse, miraca inanan mı yoksa inanmayan mı olmaktadır?.
El cevap = ASIL SAPIKLIK, MİRAÇ DİYE BİR OLAYIN VUKU BULDUĞUNA İNANMAKTIR.
Miraca inanan kesim tarafından , miraca inanmayanlara karşı saldırı olarak ortaya konulan ithamların tamamı , aslında miraca inanan kesime layık ithamlardır. Bu kesim miraca inanmayanlara "Hadis sünnet inkarcısı" v.s gibi yaftalar takarak suçlamakta , karşı taraf ise savunma durumunda kalarak ,kendisinin böyle bir etikete layık olmadığını anlatmaya çalışmaktadır.
Halbuki, düşüncesini Kur'andan alan bir kimsenin kendisini savunmak durumunda bırakmasına gerek yoktur. Miraca inandığını iddia ederek , inanmayanları "sapık" olarak yaftalayanların tamamı, bu yaftaya asıl kendilerinin layık olduklarını bilmeli ve illaki bir kimseye "sapık" yaftası takılacaksa , miraca inanmayanlar değil , miraca inananlar olmalıdır.
Çünkü miraç diye bir olaya inanmak, kişiyi "Kur'an inkarcısı" durumuna düşürecektir
Sonuç olarak ; Kendi inandığı doğrultuda inanmayan birisine "Sapık" damgası vurmayı pek seven biz Müslümanlar , eğer birisine bu damgayı vuracak isek , onun sapık olduğuna dair delili , rivayetlerden değil Kur'andan getirmek zorundayız.
Miraç olayı , Kur'an içinde tek bir delili olmayan , olduğu iddia edilen delillerin ise batıl olduğu , sadece rivayetler kanalı ile bizlere gelen ve Kur'an tarafından RET edilen bir olay olmasına rağmen , yerleşik inançta kemikleşmiş bir hale gelmesi nedeniyle , bu olaya inanmayanlar "Sapık" olarak yaftalanmaktadır.
Eğer birisine "Sapık" damgası vurulacaksa , bu damga miraca inanmayanlara değil , Kur'anın ret etmesine rağmen , böyle bir olayın vuku bulduğuna inananlara vurulmalıdır. Miraç olayının vuku bulmadığını düşünenler , delillerini Kur'andan almakta iken , bu olayın vuku bulduğuna inananlar ise delillerini rivayetlerden almaktadır.
Bir konuda Kur'an ile rivayetler arasında çelişki varsa , tercih edilmesi gereken kaynak Kur'an olmalıdır. Maalesef bir çok konuda olduğu gibi miraç konusunda tercih edilen bilgi kaynağı rivayetler olup , bu konudaki İsra s. 93. ayeti görmezden gelinmektedir.
Acaba bu durumda "Sapık" olan kişiler , Kur'an ayetini delil olarak görerek , miracın vuku bulmadığına inananlar mı , yoksa Kur'an ayetine sırt dönerek rivayetleri delil olarak görenler mi dir ?.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Nisan 2016 Cumartesi
Dağların ve Kuşların Davud (a.s) İle Birlikte Tesbih Etmesinin Günümüze Dönük Mesajı
Davud (a.s) , kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş elçilerdendir. Onun böyle bir güce sahip olmasının Kur'an içinde anlatılmasının sebebi , kendisinden sonra gelen elinde mülk ve güç bulunduranların, bu gücü nasıl kullanmaları gerektiğine dair örneklik teşkil etmesidir.
Davud (a.s) ın kıssası içinde , dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih ettiğinden bahsedilmektedir. Onların bu tesbihi nasıl yaptığı konusunda tefsirlerde malumatlar olmasına rağmen , mesaj içerikli bir okuma yapılmadığı için , maalesef masal ve israiliyyat kaynaklı bilgiler verildiğini görmekteyiz. Yazımızda , Kur'anın bu anlatımının , bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[021.079] Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.
[034.010] Andolsun ki; Davud'a, katımızdan lutuf ihsan ettik. Ey dağlar; onunla birlikte siz de yönelin ve kuşlar da. Ona demiri yumuşak kıldık.
[038.017-19] Onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi.Biz dağları onun emrine vermiştik, akşam ve işrak vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi.Kuşları da toplu olarak. Her biri ona yönelmişti.
"Tesbih" ; Se-be-ha kökünden türeyen ve "Havada ve suda hareket etmek" anlamında bir kelimedir. Terim anlamı olarak , "Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin onun koyduğu kurallar ve yasalar çerçevesinden dışarı çıkamaması" anlamındadır.
[024.041] Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.
[017.044] Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır.
Dağların ve kuşların tesbih etmesi , onların yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam sürmesi, Allah (c.c) nin onlar için belirlediği yasalar dahilinde hayatiyet sürmeleri anlamındadır. Dağları ve kuşları , insan dışındaki canlı hayatının sembolize edilmiş ismi olarak okumaya çalıştığımızda , Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmelerini şu şekilde anlamak mümkündür;
Davud (a.s) kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş bir hükümdar olarak, dünya üzerindeki geniş bir kara parçası üzerinde hakimiyet sahibidir. Onun öncelikle Allah (c.c) nin bir kulu olması , bu kulluğunun gerektirdiklerini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Hükümdar bir kul olması ise , elinde bulundurduğu yönetim gücünü ona emredildiği şekli ile yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır.
Elinde yönetim gücü bulunan bir kimse , bu gücünü hakka uygun bir biçimde kullanarak , mülkü altında yaşayanlara zulmetmemek , onları hak ve adalete uygun bir biçimde yönetmek zorundadır. Davud (a.s) böyle bir yönetici portesine sahip, hak ve adalete uygun yönetim sergileyen bir hükümdar örneği ile karşımızda durmaktadır.
Davud (a.s) hem kul , hem de yönetici olması nedeniyle , kulluğunun ve yöneticiliğinin gereklerini, hak ve adalet dairesinde uygulayarak, tesbihini yerine getirmektedir. Davud (a.s) ın mülkü içinde yaşayanlar sadece insanlar değildir. Onun mülkü içinde , insan emrine musahhar kılınmış olan dağlar ve kuşlar ismi ile sembolize edilmiş , insanın yaşamı için gerekli olan nimetler de bulunmaktadır.
[031.020] Görmez misiniz ki; Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da size müsahhar kılmıştır. Gizli ve açık olarak nimetlerini size bolca vermiştir. İnsanlar arasında hiç bir bilgisi olmadan, hiç bir rehberi ve aydınlatıcı kitabı yokken Allah hakkında tartışanlar vardır.
[014.032] Allah, o dur ki , gökleri ve yeri yarattı; yukarıdan su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı; emri gereği denizde seyretmesi için size gemileri hizmetinize sundu; nehirleri de size musahhar kıldı.
[045.013] Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini sizin için, tarafından musahhar kıldı. Şüphe yok ki, bunda düşünecekler olan bir kavim için elbette alâmetler vardır.
İnsanlar , Allah (c.c) tarafından kendilerine verilen bu nimetleri , nankörce , hoyratça , müsrifçe harcamayarak , bu nimetlerin kendilerine emanet verildiğini , bu nimetlerin kendilerinin ihtiyaçları olduğu gibi , kendilerinden sonra gelecek kuşakların da ihtiyaçları olduğunu , dolayısı ile yeryüzünden olan nimetlerin kullanım hakkına riayet edilmesi gerektiğini bilmek zorundadırlar.
İnsanlar yeryüzünde sadece kendilerinin değil , kendilerinin yaşamı için gerekli olan , kendilerinin dışındaki diğer varlıkların da yaşama hakkı olduğunu bilmek, ve ona göre davranmak zorundadırlar. Davud (a.s) kıssasında "Dağlar ve Kuşlar" ismi ile sembolize edilen, insan dışındaki varlıkların yaşam hakkına saygı duymak, yani onların da tesbih etmelerini sağlamak , insanların en temel görevlerinden birisidir.
[030.041] İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde Fesad belirdi. Ki yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki dönerler.
Daha çok yemek , kazanmak , eğlenmek için, başkalarının hakkına tecavüz etmekten çekinmeyen insan , emrine müsahhar kılınan, "Kevni Ayetler" olarak da ifade edebileceğimiz , yeryüzünde olan her şeyi ifsad etmekten çekinmemektedir.
İnsan , kendisinin yaşamını sürdürebilmesi için , kendisinin dışında yaratılmış olan ve kullanımına sunulan nimetleri ölçülü ve dengeli bir biçimde kullanmak zorundadır. Sadece kendisini düşünerek , gelecek nesillerin haklarını gasp eden bir kullanımda bulunmaya kalktığında, yeryüzünde büyük bir fesat meydana çıkacaktır.
Bugün yeryüzünde yaşadığımız ve adına "Çevre sorunları" , "Çevre Felaketleri" denilen bir çok sıkıntı , bizden öncekilerin bizlerin haklarını düşünmeyerek yaptığı hoyratça kullanımın bir neticesidir. Maalesef şimdiki yaşan insanlar da, aynı yolu izleyerek sorunları azaltmak amaçlı değil, sorunların üzerine sorun ilave etmek amaçlı kullanımlar yaparak , yeryüzünü büyük bir felakete doğru sürüklemektedirler.
İnsanlığın kadim bir sorunu olan , kendisini düşünmek sureti ile başkalarının hakkına saygı göstermemek hastalığı , ve bu hastalığa karşı önlem alan bir yönetici hükümdar portresi olarak , kuşların ve dağların Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmesinin anlamı şimdi daha kolay anlaşılacaktır.
Davud (a.s) hem kul hem yönetici olarak , mülkü altında bulunan insanların dışında olan ve Kur'anın "Dağlar ve Kuşlar" olarak genellediği , diğer yaşam sahiplerinin yaşama hakkına saygı duyan ve mülkü altında yaşayan insanların da bu yaşamlara saygı duymalarını sağlayan bir yönetim sergilemektedir.
Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, sadece yönetimi altındaki insanlar ile sınırlı değildir. Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, insanlar ve o insanların yaşamları için gerekli olan bitki ve hayvan neslini korumaktır. Bitki ve hayvan nesli yok olmaya başladığı zaman , insan nesli de yok olmaya başlayacaktır. İnsanlar hayatiyetini devam ettirebilmesi için , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.
İnsanlık eğer , yaşamı için gerekli olan unsurları kendi eliyle yok etmeye başladığı zaman , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, yok olma sürecine girecektir. Bugün dünyanın bir çok yerinde yaşanan çevre sorunları, bu yok oluşun bir habercisidir.
Kendisi dışındaki canlı hayatını koruma noktasında herkes , kendi çapında sorumluluk sahibi olup , yönetici konumunda olan kimselerin sorumluluk alanı ise , gerekli kural ve yönetmelikleri hazırlayarak , insan dışındaki canlı hayatının tesbihlerinin devam etmesini sağlamak olmalıdır.
Yönetici konumunda olan kimseler , böyle bir yönetim örneği sergileyerek , aynı zamanda kendilerinin de bu konuda tesbih etmiş olmalarını sağlayacaklardır. Çünkü insanın tesbih görevlerinden birisi de , kendisinin dışındaki hayatlara saygı duyan bir yaşam sürmesidir.
Davud (a.s) , işte böyle bir yönetici hükümdar portesi çizerek , hem insan hayatına , hem de insan dışındaki hayatlara yaşama hakkı sunan bir yönetim sergilemiş , ve kendisinden sonra gelen yöneticilere örneklik teşkil edecek bir yönetim tarzı miras bırakmıştır.
Kur'an , insan hayatı dışındaki canlılara saygı göstermemenin insanlığı nasıl bir sona götüreceğini Salih (a.s) kıssası örneğinde göstermiştir.
İnsan dışındaki canlı hayatını sembolize eden "Dişi Deve" yi ayet olarak Semud kavmine gönderen Allah (c.c) , Semud kavminden bu deveye gereken saygının gösterilmesini istemiştir.
Fakat Semud kavmi deveye gereken saygıyı göstermeyerek helaka uğramıştır. Biz bu kıssayı okurken sadece devenin kayadan çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine , mesaj içerikli bir okuma gerçekleştirdiğimiz takdirde , evrensel bir mesaj olarak insan dışındaki hayatlara saygı göstermemenin neticesini okuyabiliriz.
İnsanlık her çağda Davud (a.s) gibi yöneticileri kendisine örnek alan yöneticilere muhtaçtır. Bir yönetici düşünelim ki , kendisinin kul olduğunu bilir ve ona göre davranır , yöneticilik gücünü sadece hak ve adalet yolunda kullanır , mülkü altında bulunan bütün insanlara zulmetmeyen bir yönetim sergiler, mülkü dahilinde bulunan insan harici bitki ve hayvan neslinin yaşama hakkına saygı gösteren kararlar alır ve bunları uygular , böyle bir yöneticinin yönetimi altında yaşayan insanlar ve çevre nasıl bir durumda olacaklardır ?.
Sonuç olarak ; Davud (a.s) , kendisine mülk verilmiş bir elçi olarak , elinde yönetim gücü bulunduranlara üsvetün hasene (en güzel örnek) olan bir kimsedir. Mülkü altında bulunan dağlar ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesini , onun gür sesli birisi ve okuduğu ilahileri dağlar ve kuşlar ile birlikte okuduğu şeklinde okumak yerine , evrensel mesajlar olarak okuduğumuz zaman , Davud (a.s) kıssası masal olmaktan çıkarak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak bizlere dönecektir.
İnsan ve onun dışındaki canlı hayatı, etle tırnak misali birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde sürmektedir. Bitki ve hayvan nesli olmadan , insanın yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan , kendisinin yaşam hakkı kadar , kendisinin dışındaki canlılarında yaşam hakkı olduğunu düşünmeden yaşayarak , kendi dışındaki canlı hayatı yan ekolojik dengeyi yok ettiğinde ,kendisini de yok etmiş olacaktır.
İnsan hayatının var olması , kendi dışındaki canlıların da var olması ile mümkün olduğuna göre , yaşadığımız dünyada onların da yaşam hakkına saygı duyan yönetimler olması ve bu yönde kurallar ihdas ederek , onların hayatlarını garanti altına almak sureti ile , bizlerin de hayatlarını garanti altına almayı sağlamak , yönetimler asli görevi olmalıdır.
İnsan dışındaki canlı hayatının tesbihini sürdürebilmesi , biz insanların elinde olup , insan olarak tesbih etme görevlerimizden birisi de , bizim dışımızdaki canlı hayatına saygı duymaktır. Bu yönde bir yaşam sergileyen insanlar ve onları yönetenler , yükümlü oldukları tesbih görevini yerine getirmiş sayılacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Davud (a.s) ın kıssası içinde , dağların ve kuşların onunla birlikte tesbih ettiğinden bahsedilmektedir. Onların bu tesbihi nasıl yaptığı konusunda tefsirlerde malumatlar olmasına rağmen , mesaj içerikli bir okuma yapılmadığı için , maalesef masal ve israiliyyat kaynaklı bilgiler verildiğini görmekteyiz. Yazımızda , Kur'anın bu anlatımının , bize dönük nasıl bir mesajı olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[021.079] Biz bu hükmü hemen Süleyman'a belletmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Bunları yapanlar Bizdik.
[034.010] Andolsun ki; Davud'a, katımızdan lutuf ihsan ettik. Ey dağlar; onunla birlikte siz de yönelin ve kuşlar da. Ona demiri yumuşak kıldık.
[038.017-19] Onların söylediklerine sabret; güçlü kulumuz Davud'u an; o, daima Allah'a yönelirdi.Biz dağları onun emrine vermiştik, akşam ve işrak vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi.Kuşları da toplu olarak. Her biri ona yönelmişti.
"Tesbih" ; Se-be-ha kökünden türeyen ve "Havada ve suda hareket etmek" anlamında bir kelimedir. Terim anlamı olarak , "Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin onun koyduğu kurallar ve yasalar çerçevesinden dışarı çıkamaması" anlamındadır.
[024.041] Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir.
[017.044] Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih eder; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, Bağışlayan'dır.
Dağların ve kuşların tesbih etmesi , onların yaratılış amaçlarına uygun bir yaşam sürmesi, Allah (c.c) nin onlar için belirlediği yasalar dahilinde hayatiyet sürmeleri anlamındadır. Dağları ve kuşları , insan dışındaki canlı hayatının sembolize edilmiş ismi olarak okumaya çalıştığımızda , Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmelerini şu şekilde anlamak mümkündür;
Davud (a.s) kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş bir hükümdar olarak, dünya üzerindeki geniş bir kara parçası üzerinde hakimiyet sahibidir. Onun öncelikle Allah (c.c) nin bir kulu olması , bu kulluğunun gerektirdiklerini yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır. Hükümdar bir kul olması ise , elinde bulundurduğu yönetim gücünü ona emredildiği şekli ile yerine getirmesini zorunlu kılmaktadır.
Elinde yönetim gücü bulunan bir kimse , bu gücünü hakka uygun bir biçimde kullanarak , mülkü altında yaşayanlara zulmetmemek , onları hak ve adalete uygun bir biçimde yönetmek zorundadır. Davud (a.s) böyle bir yönetici portesine sahip, hak ve adalete uygun yönetim sergileyen bir hükümdar örneği ile karşımızda durmaktadır.
Davud (a.s) hem kul , hem de yönetici olması nedeniyle , kulluğunun ve yöneticiliğinin gereklerini, hak ve adalet dairesinde uygulayarak, tesbihini yerine getirmektedir. Davud (a.s) ın mülkü içinde yaşayanlar sadece insanlar değildir. Onun mülkü içinde , insan emrine musahhar kılınmış olan dağlar ve kuşlar ismi ile sembolize edilmiş , insanın yaşamı için gerekli olan nimetler de bulunmaktadır.
[031.020] Görmez misiniz ki; Allah, göklerde olanları da, yerde olanları da size müsahhar kılmıştır. Gizli ve açık olarak nimetlerini size bolca vermiştir. İnsanlar arasında hiç bir bilgisi olmadan, hiç bir rehberi ve aydınlatıcı kitabı yokken Allah hakkında tartışanlar vardır.
[014.032] Allah, o dur ki , gökleri ve yeri yarattı; yukarıdan su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı; emri gereği denizde seyretmesi için size gemileri hizmetinize sundu; nehirleri de size musahhar kıldı.
[045.013] Ve göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsini sizin için, tarafından musahhar kıldı. Şüphe yok ki, bunda düşünecekler olan bir kavim için elbette alâmetler vardır.
İnsanlar , Allah (c.c) tarafından kendilerine verilen bu nimetleri , nankörce , hoyratça , müsrifçe harcamayarak , bu nimetlerin kendilerine emanet verildiğini , bu nimetlerin kendilerinin ihtiyaçları olduğu gibi , kendilerinden sonra gelecek kuşakların da ihtiyaçları olduğunu , dolayısı ile yeryüzünden olan nimetlerin kullanım hakkına riayet edilmesi gerektiğini bilmek zorundadırlar.
İnsanlar yeryüzünde sadece kendilerinin değil , kendilerinin yaşamı için gerekli olan , kendilerinin dışındaki diğer varlıkların da yaşama hakkı olduğunu bilmek, ve ona göre davranmak zorundadırlar. Davud (a.s) kıssasında "Dağlar ve Kuşlar" ismi ile sembolize edilen, insan dışındaki varlıkların yaşam hakkına saygı duymak, yani onların da tesbih etmelerini sağlamak , insanların en temel görevlerinden birisidir.
[030.041] İnsanların elleriyle işlediklerinden dolayı karada ve denizde Fesad belirdi. Ki yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki dönerler.
Daha çok yemek , kazanmak , eğlenmek için, başkalarının hakkına tecavüz etmekten çekinmeyen insan , emrine müsahhar kılınan, "Kevni Ayetler" olarak da ifade edebileceğimiz , yeryüzünde olan her şeyi ifsad etmekten çekinmemektedir.
İnsan , kendisinin yaşamını sürdürebilmesi için , kendisinin dışında yaratılmış olan ve kullanımına sunulan nimetleri ölçülü ve dengeli bir biçimde kullanmak zorundadır. Sadece kendisini düşünerek , gelecek nesillerin haklarını gasp eden bir kullanımda bulunmaya kalktığında, yeryüzünde büyük bir fesat meydana çıkacaktır.
Bugün yeryüzünde yaşadığımız ve adına "Çevre sorunları" , "Çevre Felaketleri" denilen bir çok sıkıntı , bizden öncekilerin bizlerin haklarını düşünmeyerek yaptığı hoyratça kullanımın bir neticesidir. Maalesef şimdiki yaşan insanlar da, aynı yolu izleyerek sorunları azaltmak amaçlı değil, sorunların üzerine sorun ilave etmek amaçlı kullanımlar yaparak , yeryüzünü büyük bir felakete doğru sürüklemektedirler.
İnsanlığın kadim bir sorunu olan , kendisini düşünmek sureti ile başkalarının hakkına saygı göstermemek hastalığı , ve bu hastalığa karşı önlem alan bir yönetici hükümdar portresi olarak , kuşların ve dağların Davud (a.s) ile birlikte tesbih etmesinin anlamı şimdi daha kolay anlaşılacaktır.
Davud (a.s) hem kul hem yönetici olarak , mülkü altında bulunan insanların dışında olan ve Kur'anın "Dağlar ve Kuşlar" olarak genellediği , diğer yaşam sahiplerinin yaşama hakkına saygı duyan ve mülkü altında yaşayan insanların da bu yaşamlara saygı duymalarını sağlayan bir yönetim sergilemektedir.
Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, sadece yönetimi altındaki insanlar ile sınırlı değildir. Yönetici konumunda olan bir insanın görev ve sorumluluk alanı, insanlar ve o insanların yaşamları için gerekli olan bitki ve hayvan neslini korumaktır. Bitki ve hayvan nesli yok olmaya başladığı zaman , insan nesli de yok olmaya başlayacaktır. İnsanlar hayatiyetini devam ettirebilmesi için , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır.
İnsanlık eğer , yaşamı için gerekli olan unsurları kendi eliyle yok etmeye başladığı zaman , yemek , içmek , hava almak gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, yok olma sürecine girecektir. Bugün dünyanın bir çok yerinde yaşanan çevre sorunları, bu yok oluşun bir habercisidir.
Kendisi dışındaki canlı hayatını koruma noktasında herkes , kendi çapında sorumluluk sahibi olup , yönetici konumunda olan kimselerin sorumluluk alanı ise , gerekli kural ve yönetmelikleri hazırlayarak , insan dışındaki canlı hayatının tesbihlerinin devam etmesini sağlamak olmalıdır.
Yönetici konumunda olan kimseler , böyle bir yönetim örneği sergileyerek , aynı zamanda kendilerinin de bu konuda tesbih etmiş olmalarını sağlayacaklardır. Çünkü insanın tesbih görevlerinden birisi de , kendisinin dışındaki hayatlara saygı duyan bir yaşam sürmesidir.
Davud (a.s) , işte böyle bir yönetici hükümdar portesi çizerek , hem insan hayatına , hem de insan dışındaki hayatlara yaşama hakkı sunan bir yönetim sergilemiş , ve kendisinden sonra gelen yöneticilere örneklik teşkil edecek bir yönetim tarzı miras bırakmıştır.
Kur'an , insan hayatı dışındaki canlılara saygı göstermemenin insanlığı nasıl bir sona götüreceğini Salih (a.s) kıssası örneğinde göstermiştir.
İnsan dışındaki canlı hayatını sembolize eden "Dişi Deve" yi ayet olarak Semud kavmine gönderen Allah (c.c) , Semud kavminden bu deveye gereken saygının gösterilmesini istemiştir.
Fakat Semud kavmi deveye gereken saygıyı göstermeyerek helaka uğramıştır. Biz bu kıssayı okurken sadece devenin kayadan çıkıp çıkmadığını tartışmak yerine , mesaj içerikli bir okuma gerçekleştirdiğimiz takdirde , evrensel bir mesaj olarak insan dışındaki hayatlara saygı göstermemenin neticesini okuyabiliriz.
İnsanlık her çağda Davud (a.s) gibi yöneticileri kendisine örnek alan yöneticilere muhtaçtır. Bir yönetici düşünelim ki , kendisinin kul olduğunu bilir ve ona göre davranır , yöneticilik gücünü sadece hak ve adalet yolunda kullanır , mülkü altında bulunan bütün insanlara zulmetmeyen bir yönetim sergiler, mülkü dahilinde bulunan insan harici bitki ve hayvan neslinin yaşama hakkına saygı gösteren kararlar alır ve bunları uygular , böyle bir yöneticinin yönetimi altında yaşayan insanlar ve çevre nasıl bir durumda olacaklardır ?.
Sonuç olarak ; Davud (a.s) , kendisine mülk verilmiş bir elçi olarak , elinde yönetim gücü bulunduranlara üsvetün hasene (en güzel örnek) olan bir kimsedir. Mülkü altında bulunan dağlar ve kuşların onunla birlikte tesbih etmesini , onun gür sesli birisi ve okuduğu ilahileri dağlar ve kuşlar ile birlikte okuduğu şeklinde okumak yerine , evrensel mesajlar olarak okuduğumuz zaman , Davud (a.s) kıssası masal olmaktan çıkarak , yaşanan hayatlara , yaşanmış hayatlardan örnekler olarak bizlere dönecektir.
İnsan ve onun dışındaki canlı hayatı, etle tırnak misali birbiri ile iç içe geçmiş bir şekilde sürmektedir. Bitki ve hayvan nesli olmadan , insanın yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. İnsan , kendisinin yaşam hakkı kadar , kendisinin dışındaki canlılarında yaşam hakkı olduğunu düşünmeden yaşayarak , kendi dışındaki canlı hayatı yan ekolojik dengeyi yok ettiğinde ,kendisini de yok etmiş olacaktır.
İnsan hayatının var olması , kendi dışındaki canlıların da var olması ile mümkün olduğuna göre , yaşadığımız dünyada onların da yaşam hakkına saygı duyan yönetimler olması ve bu yönde kurallar ihdas ederek , onların hayatlarını garanti altına almak sureti ile , bizlerin de hayatlarını garanti altına almayı sağlamak , yönetimler asli görevi olmalıdır.
İnsan dışındaki canlı hayatının tesbihini sürdürebilmesi , biz insanların elinde olup , insan olarak tesbih etme görevlerimizden birisi de , bizim dışımızdaki canlı hayatına saygı duymaktır. Bu yönde bir yaşam sergileyen insanlar ve onları yönetenler , yükümlü oldukları tesbih görevini yerine getirmiş sayılacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Nisan 2016 Perşembe
Tarihselci Düşüncenin Oruç Örneğinde İbadetleri değiştirilebilir Kapsamına Alma Düşüncesine Eleştirel Bir Yaklaşım
Allah (c.c) insanlara yaşadıkları dünya hayatında nasıl ve hangi kurallara bağlı kalarak yaşamaları gerektiğini, elçileri ve kitapları vasıtası ile bildirmiştir. En son bildiri , Muhammed (a.s) aracılığı ile, yaklaşık 1500 sene önce gerçekleşerek sona ermiş , artık Allah (c.c) tarafından elçi ve kitap vasıtası ile herhangi bir bildirim gelmeyecektir.
Kur'anın 1500 sene önce, belirli bir zaman ve mekanda yaşayan , ihtiyaçları ve sorunları şimdiki insanların ihtiyaçları ve sorunları ile farklılık arz eden bir topluma inmiş olması , bu kitabın ihtiva ettiği bazı hükümlerin şimdi hayata geçirilebilir olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Batı kültürünün uzantısı olan "Tarihselcilik" düşüncesi baz alınarak , Kur'anın yorumlanması ve hayat içinde uygulama imkanı olup olmadığı konusu İslam dünyasında konuşulmaya başlanmış , bu konuşmalar Türkiye içinde de yapılmaktadır.
"Tarihselcilik" düşüncesi etrafında geliştirilen söylem kısaca ; "Kur'anın ihtiva ettiği hüküm ayetlerinin belirli bir topluma has olduğu , dolayısı ile toplumlar, ihtiyaçları doğrultusunda yaşamları için gerekli olan hükümleri vaz etme yetkisine sahip olabilir , bundan dolayı Kur'anda mevcut bulunan bazı hüküm ayetleri uygulama alanına sokulmayarak , başka hükümler ihdas edilebilir" şeklinde, konuya çözüm getirmek amacına matuf bir söylem geliştirilmiştir.
Bu düşüncenin Türkiye'deki temsilcilerinden birisi olan sayın İlhami Güler hoca , "Sabit Din Dinamik Şeriat" adlı kitabında şunları söylemektedir;
Şeriat, ed-din’in müesses haline gelmesi, hukuk ve siyasete girmesi, toplum teorisi haline gelişidir. Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel ed-din açısından çözer. Fakat, şeriatlerin değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihal, ebedi ve evrensel çözümler değil; zamana ve mekana, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Miras’ı adil bir şekilde paylaşmak Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaşılacağı Şeriat’tir. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezaların terettüp ettiği Şeriat’tır. Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır. O halde, din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar. Din deniz ise şeriat akarsudur. Din kemik ise şeriat ettir. Şeriatsız din olmadığı gibi, Din’siz bir şeriat da olmaz. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir; bu belki Şeriat olabilir. Din Şeriat’ın içinde, arkasında, daha temelli bir şeydir. Ebu Hanife’nin dediği gibi,’’şeriatlar farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.1
Sayın hoca , Şeriatın indiği toplumun sorunlarını evrensel din açısından çözerek , zaman ve mekana uygun çözümler sunduğunu söylemektedir. Sayın hocanın bu görüşleri değerlendirilmeye tabi tutularak olumlu veya olumsuz olarak görülen tarafları konuşulabilir.
Biz bu yazımızda sadece, sayın hocanın alıntıladığımız yazısının içinde olan "Allah'a tapınma (ubudiyet) Din'dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat'tır" sözü üzerinde durarak , tarihselciliğin düşünce mantığını anlamaya çalışacağız.
Sayın hocanın 2015 senesi içinde Ramazan ayı ile ilgili yazmış olduğu makalesinde dile getirdiği bazı iddiaları , bu konuda söylemek istediklerini daha net ortaya koymaktadır. Hoca makalesinde şöyle söylemektedir ;
"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor ?"
Sayın hocanın, Diyanet'in imsak vaktini belirleme konusundaki hatasına dikkat çekmesine ve makalesinde dikkat çektiği bazı hususlara katılmakla birlikte , orucun süre belirlemesi konusundaki "sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır" sözlerine katılmak mümkün değildir.
Sayın hocanın oruç vaktini bu şekilde belirlemesi ile , Bakara s. 187. ayet içinde "fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için" şeklinde belirlenen vakit, birbiri ile uygunluk arz etmemektedir. Bakara s. 187. ayeti içinde belirlenen başlama vakti , sayın hocanın sağduyusuna göre belirlediği !! güneşin doğumundan daha önceki bir zamana karşılık gelmektedir.
Şimdi sayın hocaya sorarız ; Sizi Kur'anın belirlediği vaktin dışında, böyle bir vakit tayin etmeye sevk eden sebep nedir ?.
Kitabınızdan alıntıladığımız yazı içinde iddia ettiğiniz gibi şeriatın, zamana , mekana , toplumsal yapıya , kavimlerin etnik , antropolojik , demografik , ekolojik , sosyolojik yapısına bağlı olması gerektiği için, orucun başlama vaktinin, bu faktörler göz önüne alınarak her topluma göre yeniden belirlenebileceğini mi düşünmektesiniz ?.
Orucun başlama vaktinin 1500 sene önce, Kur'an tarafından belirlenmesine karşılık , bugün bu vaktin aynen uygulanmasına engel olarak nasıl sebepler öne sürebilirsiniz ?.
Kur'an orucun başlama vaktini tayin ederken , o toplumun yapısına uygun bir belirleme vakti tayin etti de , sonraki gelenler bu başlama vaktini kendileri için uygun olmadığını mı düşünüyorlar ?.
Yoksa bu hüküm tarihsel bir hükümdür de bize uygun vaktinin böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz ?.
Veya Kur'anın önerdiği başlama vakti, artık bizim bünyemizde ve çağdaş hayatımız ve iş hayatımızda olumsuzluklar yaratacağı için mi böyle bir vakit önermektesiniz ?.
Sayın hoca makalesinde, orucu bozan şeyler ile alakalı olarak ta şu görüşleri serd etmektedir;
“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir.
Sayın hoca , orucu bozan şeylerde esas olarak "İbadet mantığı" aranmasını şart koşarken bu mantığa göre " İlaç alarak neden oruca devam edilmesin?,Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse;su içerek neden oruca devam edilmesin?" demektedir.
Şimdi sayın hocaya sorarız ; Bakara s. 185. ayetinde " Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." buyurularak, hasta olana iyileşene kadar ruhsat verilmesine rağmen , sizin hasta olana oruç tutturmak istemenize sebep olan düşünce nedir ?.
Böbreklerinde veya vücudunun başka bir yerinde rahatsızlık olana oruç tutmama ruhsatı veren Allah'a karşı, siz kendinizi ne hakla bu ruhsatı iptal ederek su içerek oruç tutabilmesine cevaz verebiliyorsunuz ?.
Allah (c.c) nin koyduğu bu sınırların sizin tarafından aşılmasına gerekçe olarak ne gibi gerekçe sunabilirsiniz ?.
Hocanın gerekçesi ; Allah "zarar" mı eder ?.
Evet , Allah (c.c) hiç bir şekilde zarar etmez , ancak sizin bu mantığınıza göre gittiğimizde ortada hudut diye de bir şey kalmaz. Herkes "Allah nasılsa zarar etmez" diyerek, kendi kafasınca bir hudut koyduğunda, meydana gelebilecek olan kaosu acaba düşünebiliyor musunuz?.
Oruca güneş doğumu ile başlasak Allah zarar mı eder ?. "Etmez başla"
Böbreklerinde hastalık olan su içerek oruç tutsak Allah zarar mı eder?. "Etmez iç suyu tut orucu"
Namazları akşam toptan evde kılsak Allah zarar mı eder ?. "Etmez ne zaman uygun olursan o zaman kıl"
Haccı 12 aya yaysak Allah zarar mı eder ?. "Etmez yayıla yayıla hac ederiz ne güzel"
Mekke ye gitmeye gücü olmayanlara Kabeyi belirli yerlerde kursak Allah zarar mı eder ?. "Etmez her şehirde kur kabe maketi etrafında dön"
Kurban da tavuk kessek Allah zarar mı eder ?. "Etmez hem fakirler bile kurban kesmiş olur"
Namazda Kabeye yönelmesek Allah zarar mı eder ?. "Etmez zaten ayet var nereye dönersen dön orası Allah'ın diye"
"Allah nasılsa zarar etmez" mantığından yola çıktığımızda , devirdiğimiz çamların haddi hesabı olmayacak , ortada Din diye bir şey kalmayarak , herkesin kendi kafasınca "Benim dinim bu" dediği bir Din ortaya çıkacaktır.
Halbuki Allah (c.c) kitap ve elçi göndererek , bizlere tabi olmamız gereken kuralları belirlemiş ve huduları çizerek , orayı AŞMAMAMIZI emretmiştir.
[004.014] Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun hududunu aşarsa Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.
Tarihselcilik düşüncesi, mantığını "Hükümlerin vaz edilme maksadını kavramak" tan almaktadır. Bu maksat kavranıldığı zaman , insanlar da bu maksada uygun hükümler vaz edebilir. Bu mantığı ibadetler bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir tehlike baş göstermektedir ;
Sayın İlhami Güler hoca, ibadete taalluk eden ve hakkında hüküm verilmiş olan kısımda fikir yürütmeye kalkarak , bu alana giren meseleleri de içtihada açık bir alana sokmaya gayret etmektedir. Genel bir hüküm olan "Mevrid-i nas ta içtihada mesağ yoktur" prensini yıkarak , hakkında nas olan taabbudi konular üzerinde bile değişime gidilmesinden yana olduğunu göstermiştir.
Taabbudiliğe (ibadete) taalluk eden konularda , illetin akılla kavranılması veya kavranıldığı iddia edilmesi , iddia sahiplerini ipin ucunu kaçırma noktasına getirecektir. "Allah'ın bu ibadet ile kast ettiği şu dur" demek, bir bakıma Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelecektir.
Olması gereken tavır , Allah (c.c) nin hüküm beyan ettiği konularda verilen o hükme teslim olmak , hüküm beyan etmediği konularda ise, yeni hükümler üretmektir. Bu tavır, hakkında hüküm beyan edilmiş bir konu üzerine söz söylemeyi Allah'a bırakmış olması anlamına da gelecektir. Hakkında hüküm olan bir konunun üzerine , başka bir görüş beyan etmek ise, Allah (c.c) nin verdiği hükme razı olmamak anlamına gelecektir.
Hakkında hüküm verilen bir konu üzerinde ise , "bu hükmün geçerliliği , o zaman ve mekan ile sınırlıdır" iddiası sadece bir iddia olup , doğruluğu üzerinde tartışılabilir. Tarihselci düşünceyi kesin bilgi olarak görerek , üzerinde hüküm bulunan bir konu üzerinde başka hükümler ihdas etmeye çalışmak ise , doğru bir yaklaşım değildir.
Eğer ibadetlerdeki temel mantığı "Allah inancını diri tutmak" olarak belirlediğimizde , "bu inancın diri tutulması için illaki namaz şart değildir" denilebilir. Veya "namazı istediğimiz gibi belirleyip eda edebiliriz" de denilebilir. Çünkü asıl olan Allah'a yakınlık olup bu yakınlığı siz nasıl olması gerekirse kendiniz belirleyebilirsiniz denilebilir.
Oruç ibadetini, açların halinden anlamak gibi bir illete bağladığımızda , bu ibadetin Kur'an tarafından belirlenmiş olan kurallarını uygulamaya ihtiyaç bile kalmayacaktır. Maksat hasıl olduktan sonra zamanının ve süresinin ne önemi olabilir.
Tarihselci düşüncenin , ibadetler üzerindeki yaklaşımı bizlere , bu düşünce yanlılarının Kur'ana bakış açılarını da göstermektedir. Kur'anın belirlediği sınırları ihlal ederek , kendileri tarafından yeni sınırlar belirlemiş olmaları , tarihselci düşüncenin Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmediğini göstermektedir.
İbadete taalluk eden konuları "Dinin değişkenleri" yani şeriat kısmına soktuğumuzda din adına belirleyici olarak insanlar kendilerini görmeye başlayacaklardır. Sayın İlhami Güler hocanın oruç ibadeti ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerin , oruç konusunda yeni bir Kur'an yazma çalışmalarının bir ürünü olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Böyle bir kapı açıldıktan sonra, yeni bir Kur'an yazma ameliyeleri hız kazanarak , dine uyan insanlar değil ,dini kendisine uyduran insanlar ortaya çıkacaktır.
Sayın hocanın tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirdiği bu söylemi "Evrenselcilik" adına eleştirmediğimiz bilinmelidir. Tarihselcilik ve Evrenselcilik düşüncesi, batının ortaya attığı bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin her ikisi de Kur'ana giydirilmek istenildiğinde ona uymayacaktır. Kur'anın 1500 sene öncesi inen bir kitap olması gerekçe gösterilerek , bu kitabın hayat içinden çıkarılması , kişilerin başka kitaplara tabi olmasını beraberinde getirecektir.
Eğer Kur'anın günümüze uygulanabilirliği konusunda bir sıkıntı varsa , bu kitabı hepten ortadan kaldırmaya sebep olacak bazı düşünceleri savunmak yerine , Müslümanca bir paradigma üreterek , bu kitaba yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Devşirme düşüncelerin baz alınarak okunduğu bir kitap "Eskilerin masalları" olmaya mahkum edilmeye çalışılan bir kitap olacaktır.
Düşüncemizin temelini "Müslüman" isminin anlamı olan "Teslim olmak" oluşturmalı , teslim olmaya değil almaya yönelik okumaların ve anlama çalışmalarının bizi kitabın belirleyiciliği düşüncesinden koparacağı unutulmamalıdır.
Kur'anın 1500 sene önce, belirli bir zaman ve mekanda yaşayan , ihtiyaçları ve sorunları şimdiki insanların ihtiyaçları ve sorunları ile farklılık arz eden bir topluma inmiş olması , bu kitabın ihtiva ettiği bazı hükümlerin şimdi hayata geçirilebilir olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir.
Batı kültürünün uzantısı olan "Tarihselcilik" düşüncesi baz alınarak , Kur'anın yorumlanması ve hayat içinde uygulama imkanı olup olmadığı konusu İslam dünyasında konuşulmaya başlanmış , bu konuşmalar Türkiye içinde de yapılmaktadır.
"Tarihselcilik" düşüncesi etrafında geliştirilen söylem kısaca ; "Kur'anın ihtiva ettiği hüküm ayetlerinin belirli bir topluma has olduğu , dolayısı ile toplumlar, ihtiyaçları doğrultusunda yaşamları için gerekli olan hükümleri vaz etme yetkisine sahip olabilir , bundan dolayı Kur'anda mevcut bulunan bazı hüküm ayetleri uygulama alanına sokulmayarak , başka hükümler ihdas edilebilir" şeklinde, konuya çözüm getirmek amacına matuf bir söylem geliştirilmiştir.
Bu düşüncenin Türkiye'deki temsilcilerinden birisi olan sayın İlhami Güler hoca , "Sabit Din Dinamik Şeriat" adlı kitabında şunları söylemektedir;
Şeriat, ed-din’in müesses haline gelmesi, hukuk ve siyasete girmesi, toplum teorisi haline gelişidir. Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel ed-din açısından çözer. Fakat, şeriatlerin değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihal, ebedi ve evrensel çözümler değil; zamana ve mekana, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Miras’ı adil bir şekilde paylaşmak Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaşılacağı Şeriat’tir. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezaların terettüp ettiği Şeriat’tır. Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır. O halde, din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar. Din deniz ise şeriat akarsudur. Din kemik ise şeriat ettir. Şeriatsız din olmadığı gibi, Din’siz bir şeriat da olmaz. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir; bu belki Şeriat olabilir. Din Şeriat’ın içinde, arkasında, daha temelli bir şeydir. Ebu Hanife’nin dediği gibi,’’şeriatlar farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.1
Sayın hoca , Şeriatın indiği toplumun sorunlarını evrensel din açısından çözerek , zaman ve mekana uygun çözümler sunduğunu söylemektedir. Sayın hocanın bu görüşleri değerlendirilmeye tabi tutularak olumlu veya olumsuz olarak görülen tarafları konuşulabilir.
Biz bu yazımızda sadece, sayın hocanın alıntıladığımız yazısının içinde olan "Allah'a tapınma (ubudiyet) Din'dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat'tır" sözü üzerinde durarak , tarihselciliğin düşünce mantığını anlamaya çalışacağız.
Sayın hocanın 2015 senesi içinde Ramazan ayı ile ilgili yazmış olduğu makalesinde dile getirdiği bazı iddiaları , bu konuda söylemek istediklerini daha net ortaya koymaktadır. Hoca makalesinde şöyle söylemektedir ;
"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor ?"
Sayın hocanın, Diyanet'in imsak vaktini belirleme konusundaki hatasına dikkat çekmesine ve makalesinde dikkat çektiği bazı hususlara katılmakla birlikte , orucun süre belirlemesi konusundaki "sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır" sözlerine katılmak mümkün değildir.
Sayın hocanın oruç vaktini bu şekilde belirlemesi ile , Bakara s. 187. ayet içinde "fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için" şeklinde belirlenen vakit, birbiri ile uygunluk arz etmemektedir. Bakara s. 187. ayeti içinde belirlenen başlama vakti , sayın hocanın sağduyusuna göre belirlediği !! güneşin doğumundan daha önceki bir zamana karşılık gelmektedir.
Şimdi sayın hocaya sorarız ; Sizi Kur'anın belirlediği vaktin dışında, böyle bir vakit tayin etmeye sevk eden sebep nedir ?.
Kitabınızdan alıntıladığımız yazı içinde iddia ettiğiniz gibi şeriatın, zamana , mekana , toplumsal yapıya , kavimlerin etnik , antropolojik , demografik , ekolojik , sosyolojik yapısına bağlı olması gerektiği için, orucun başlama vaktinin, bu faktörler göz önüne alınarak her topluma göre yeniden belirlenebileceğini mi düşünmektesiniz ?.
Orucun başlama vaktinin 1500 sene önce, Kur'an tarafından belirlenmesine karşılık , bugün bu vaktin aynen uygulanmasına engel olarak nasıl sebepler öne sürebilirsiniz ?.
Kur'an orucun başlama vaktini tayin ederken , o toplumun yapısına uygun bir belirleme vakti tayin etti de , sonraki gelenler bu başlama vaktini kendileri için uygun olmadığını mı düşünüyorlar ?.
Yoksa bu hüküm tarihsel bir hükümdür de bize uygun vaktinin böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz ?.
Veya Kur'anın önerdiği başlama vakti, artık bizim bünyemizde ve çağdaş hayatımız ve iş hayatımızda olumsuzluklar yaratacağı için mi böyle bir vakit önermektesiniz ?.
Sayın hoca makalesinde, orucu bozan şeyler ile alakalı olarak ta şu görüşleri serd etmektedir;
“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir.
Sayın hoca , orucu bozan şeylerde esas olarak "İbadet mantığı" aranmasını şart koşarken bu mantığa göre " İlaç alarak neden oruca devam edilmesin?,Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse;su içerek neden oruca devam edilmesin?" demektedir.
Şimdi sayın hocaya sorarız ; Bakara s. 185. ayetinde " Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." buyurularak, hasta olana iyileşene kadar ruhsat verilmesine rağmen , sizin hasta olana oruç tutturmak istemenize sebep olan düşünce nedir ?.
Böbreklerinde veya vücudunun başka bir yerinde rahatsızlık olana oruç tutmama ruhsatı veren Allah'a karşı, siz kendinizi ne hakla bu ruhsatı iptal ederek su içerek oruç tutabilmesine cevaz verebiliyorsunuz ?.
Allah (c.c) nin koyduğu bu sınırların sizin tarafından aşılmasına gerekçe olarak ne gibi gerekçe sunabilirsiniz ?.
Hocanın gerekçesi ; Allah "zarar" mı eder ?.
Evet , Allah (c.c) hiç bir şekilde zarar etmez , ancak sizin bu mantığınıza göre gittiğimizde ortada hudut diye de bir şey kalmaz. Herkes "Allah nasılsa zarar etmez" diyerek, kendi kafasınca bir hudut koyduğunda, meydana gelebilecek olan kaosu acaba düşünebiliyor musunuz?.
Oruca güneş doğumu ile başlasak Allah zarar mı eder ?. "Etmez başla"
Böbreklerinde hastalık olan su içerek oruç tutsak Allah zarar mı eder?. "Etmez iç suyu tut orucu"
Namazları akşam toptan evde kılsak Allah zarar mı eder ?. "Etmez ne zaman uygun olursan o zaman kıl"
Haccı 12 aya yaysak Allah zarar mı eder ?. "Etmez yayıla yayıla hac ederiz ne güzel"
Mekke ye gitmeye gücü olmayanlara Kabeyi belirli yerlerde kursak Allah zarar mı eder ?. "Etmez her şehirde kur kabe maketi etrafında dön"
Kurban da tavuk kessek Allah zarar mı eder ?. "Etmez hem fakirler bile kurban kesmiş olur"
Namazda Kabeye yönelmesek Allah zarar mı eder ?. "Etmez zaten ayet var nereye dönersen dön orası Allah'ın diye"
"Allah nasılsa zarar etmez" mantığından yola çıktığımızda , devirdiğimiz çamların haddi hesabı olmayacak , ortada Din diye bir şey kalmayarak , herkesin kendi kafasınca "Benim dinim bu" dediği bir Din ortaya çıkacaktır.
Halbuki Allah (c.c) kitap ve elçi göndererek , bizlere tabi olmamız gereken kuralları belirlemiş ve huduları çizerek , orayı AŞMAMAMIZI emretmiştir.
[004.014] Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun hududunu aşarsa Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.
Tarihselcilik düşüncesi, mantığını "Hükümlerin vaz edilme maksadını kavramak" tan almaktadır. Bu maksat kavranıldığı zaman , insanlar da bu maksada uygun hükümler vaz edebilir. Bu mantığı ibadetler bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir tehlike baş göstermektedir ;
Sayın İlhami Güler hoca, ibadete taalluk eden ve hakkında hüküm verilmiş olan kısımda fikir yürütmeye kalkarak , bu alana giren meseleleri de içtihada açık bir alana sokmaya gayret etmektedir. Genel bir hüküm olan "Mevrid-i nas ta içtihada mesağ yoktur" prensini yıkarak , hakkında nas olan taabbudi konular üzerinde bile değişime gidilmesinden yana olduğunu göstermiştir.
Taabbudiliğe (ibadete) taalluk eden konularda , illetin akılla kavranılması veya kavranıldığı iddia edilmesi , iddia sahiplerini ipin ucunu kaçırma noktasına getirecektir. "Allah'ın bu ibadet ile kast ettiği şu dur" demek, bir bakıma Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelecektir.
Olması gereken tavır , Allah (c.c) nin hüküm beyan ettiği konularda verilen o hükme teslim olmak , hüküm beyan etmediği konularda ise, yeni hükümler üretmektir. Bu tavır, hakkında hüküm beyan edilmiş bir konu üzerine söz söylemeyi Allah'a bırakmış olması anlamına da gelecektir. Hakkında hüküm olan bir konunun üzerine , başka bir görüş beyan etmek ise, Allah (c.c) nin verdiği hükme razı olmamak anlamına gelecektir.
Hakkında hüküm verilen bir konu üzerinde ise , "bu hükmün geçerliliği , o zaman ve mekan ile sınırlıdır" iddiası sadece bir iddia olup , doğruluğu üzerinde tartışılabilir. Tarihselci düşünceyi kesin bilgi olarak görerek , üzerinde hüküm bulunan bir konu üzerinde başka hükümler ihdas etmeye çalışmak ise , doğru bir yaklaşım değildir.
Eğer ibadetlerdeki temel mantığı "Allah inancını diri tutmak" olarak belirlediğimizde , "bu inancın diri tutulması için illaki namaz şart değildir" denilebilir. Veya "namazı istediğimiz gibi belirleyip eda edebiliriz" de denilebilir. Çünkü asıl olan Allah'a yakınlık olup bu yakınlığı siz nasıl olması gerekirse kendiniz belirleyebilirsiniz denilebilir.
Oruç ibadetini, açların halinden anlamak gibi bir illete bağladığımızda , bu ibadetin Kur'an tarafından belirlenmiş olan kurallarını uygulamaya ihtiyaç bile kalmayacaktır. Maksat hasıl olduktan sonra zamanının ve süresinin ne önemi olabilir.
Tarihselci düşüncenin , ibadetler üzerindeki yaklaşımı bizlere , bu düşünce yanlılarının Kur'ana bakış açılarını da göstermektedir. Kur'anın belirlediği sınırları ihlal ederek , kendileri tarafından yeni sınırlar belirlemiş olmaları , tarihselci düşüncenin Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmediğini göstermektedir.
İbadete taalluk eden konuları "Dinin değişkenleri" yani şeriat kısmına soktuğumuzda din adına belirleyici olarak insanlar kendilerini görmeye başlayacaklardır. Sayın İlhami Güler hocanın oruç ibadeti ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerin , oruç konusunda yeni bir Kur'an yazma çalışmalarının bir ürünü olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Böyle bir kapı açıldıktan sonra, yeni bir Kur'an yazma ameliyeleri hız kazanarak , dine uyan insanlar değil ,dini kendisine uyduran insanlar ortaya çıkacaktır.
Sayın hocanın tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirdiği bu söylemi "Evrenselcilik" adına eleştirmediğimiz bilinmelidir. Tarihselcilik ve Evrenselcilik düşüncesi, batının ortaya attığı bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin her ikisi de Kur'ana giydirilmek istenildiğinde ona uymayacaktır. Kur'anın 1500 sene öncesi inen bir kitap olması gerekçe gösterilerek , bu kitabın hayat içinden çıkarılması , kişilerin başka kitaplara tabi olmasını beraberinde getirecektir.
Eğer Kur'anın günümüze uygulanabilirliği konusunda bir sıkıntı varsa , bu kitabı hepten ortadan kaldırmaya sebep olacak bazı düşünceleri savunmak yerine , Müslümanca bir paradigma üreterek , bu kitaba yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Devşirme düşüncelerin baz alınarak okunduğu bir kitap "Eskilerin masalları" olmaya mahkum edilmeye çalışılan bir kitap olacaktır.
Düşüncemizin temelini "Müslüman" isminin anlamı olan "Teslim olmak" oluşturmalı , teslim olmaya değil almaya yönelik okumaların ve anlama çalışmalarının bizi kitabın belirleyiciliği düşüncesinden koparacağı unutulmamalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)