16 Eylül 2014 Salı

Kasas s. 4.ve 5. Ayetlerini Türkiye Örneği Üzerinden Okumak

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutması itibarı ile mesaj taşıyan kıssaların başında gelmektedir. Musa(as)'nın kavmi olan İsrailoğulları prototip bir kavim olarak Kur'an'da yerini bulmuş, müstaz'af ve müstekbirlerin, arz üzerine konulmuş olan yasalar gereği nasıl başarıya ulaştıkları veya nasıl fesadlarına son verildiği, bu kavim üzerinden yaşanmış canlı örnekleri ile anlatılmıştır.

İsrailoğulları kavmini;

1- Müstaz'af oldukları zamanlar (Firavun zulmü altında inledikleri zamandan, denizin karşı kıyısına kadar geçen zamana kadar),
2- Müstekbir oldukları zamanlar (denizin karşı kıyısından, tâ ki Müslümanlar ile karşılaştıkları Medine'ye kadar)

şeklinde iki ayrı bölüm başlığı içinde inceleyerek, Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişlerinin canlı örneklerini bu kavim üzerinden okuyabiliriz.

Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasaların işleyişinin bu kavim üzerinden anlatılması demenin, bu yasaların sadece bu kavme özgü bir işleyişi olduğu zannedilmemelidir. İsrailoğulları'na uygulanan zulmü veya İsrailoğulları'nın yaptığı fesadı yapan bütün uluslar ve iktidarlar yasa gereği yıkılmaya mahkumdur.

KASAS 4 ve 5 ayetleri; müstekbirlerin Firavun'un şahsında nasıl yıkıldığı, müstaz'afların İsrailoğulları şahsında nasıl bir yasa ile feraha çıktıklarının anlatıldığı ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an kıssaları sadece yaşanmış bitmiş hikayeler olarak okunduğunda, Kur'an'ın bu tür mesajlarını maalesef anlama imkanı yoktur.

İsrailoğulları'nın Firavun zulmü altında inlediği zamanı hatırlayacak olursak; Kur'an ayetlerinden anlaşılacağı üzere, onlara büyük bir soykırım uygulanmakta idi. Musa(as) ve kardeşi Harun(as); kavimlerini Firavun zulmunden kurtarmak için Allah(cc) tarafından gönderildiler. Firavun bu elçilerin itaat isteklerini red ederek sihirbazları ile Musa(as)'yı düelloya davet etti ve sonuç olarak sihirbazlar "Musa(as) ve Harun(as)'un rabbine iman ettik" diyerek secdeye kapandılar. Bunu takip eden olaylarda İsrailoğulları'na yeniden bir soykırım başlamış ve yıllarca süren büyük bir sıkıntı ile karşı karşıya gelmişlerdir.

Yıllar süren bu dönem içinde nasıl bir strateji takip ederek çalışmaları gerektiği YUNUS 87 ayetinde şöyle beyan edilmiştir;

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun! Bir de mü'minleri müjdele!

Allah(cc)'ın İsrailoğulları'na vahyetmiş olduğu bu çalışma şekli, zulüm altında olan insanların zalimlerin eline geçmemek için yürütmesi gereken bir çeşit yeraltı faaliyeti olup; İsrailoğulları denizin karşı kıyısına kadar geçen yıllar içinde uğradıkları zulmü bertaraf etmek için bu tür bir çalışma içinde olmuşlardır.

Bizler Musa(as) kıssasını güncel mesajları olan bir kıssa olarak okumadığımız için, yaşanmış olayların bizler için nasıl bir mesaj taşıdığını pek düşünmemekteyiz. Şayet bu anlatımların mesaj içerikli olduğunu anlar ve öyle bir metod ile okursak, kıssalar bizlerin hayatı içinde birer işaret taşı olacaktır. İsrailoğulları'nın denizin karşı kıyısına geçmelerine kadar geçen zaman içinde mücadele içinde bir hayat geçirdikleri bu ayetten anlaşılmaktadır.

Allah(cc), koyduğu yasa gereği kullarına yardım etme kuralını; o kulun çalışma ve gayret etme şartına bağlamış olup, kulları arasında "mü'min" veya "kafir" şeklinde bir ayrım yapmaz ve herkese çalıştığının karşılığını dünya hayatında verir. İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulmak için asla yıllarca yan gelip yatmamışlardır, aksine Allah(cc)'ın onlara YUNUS 87 ayeti içinde emredilen çalışma metodunu uygulamışlardır. İşte bu çalışma karşılığında Allah(cc)'ın çalışan kuluna yardım etme kuralının kendileri lehine işlemesine nail olmuşlardır. 


Allah(cc)'ın koyduğu yasa gereği; Firavun örneği müstekbirler yıkılmaya mahkumdur ancak onların yıkılma kuralı mazlumların ayağa kalkarak zalimlere karşı başkaldırması şeklinde olacaktır. Hiçbir zalim mazlumların sadece duası ile asla yıkılmaz. Zalim yöneticilerin insanlar üzerine uyguladığı baskı örneği Firavun'un İsrailoğulları'na uyguladığı baskı örneğinin bir benzeri olduğu takdirde; bu şekil baskı yönetimleri yıkılmaya mahkumdur. Dünya tarihinde bu tür ayaklanmalar sonucu yıkılan birçok iktidar örneği bilinmektedir. Bu örneği; uzağa gitmeye gerek yok, ülkemiz üzerinden görmeye çalışalım. KASAS 4 ayeti; Firavun zulmünün nasıl tezahür ettiğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır.

[028.004] Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.

Şimdi bu ayetteki "Firavun" kelimesi yerine "T.C" kelimelerini, zayıf bırakılan halkın yerine "Kürtleri" koyalım ve ayeti okuyalım. Bilindiği üzere T.C sınırları içinde kendilerine "KÜRT" adı verilen bir kavim yaşamaktadır. Bu kavim, cumhuriyetin ilanından beri süregelen bir asimilasyona tâbi tutularak, özellikle dilleri konusunda büyük sıkıntılara sokulmuşlardır. T.C'nin kuruluşunun ilk yıllarında isyan ettikleri gerekçesi ile soykırımvâri bir işleme tabi tutuldukları da bilinen bir durumdur. Bu halkın üzerinde yaşadıkları topraklar "ŞARK" (doğu) olarak adlandırılarak Firavunvâri bir işlem olan ayrıma tabi tutulmuşlardır.

Yıllarca devlet memurlarını "ŞARK GÖREVİ" adı altında (şu an biraz farklı olarak yine devam etmektedir; batıdaki illerin bazı ilçeleri bu isim altında devlet memurlarına yeri olarak tahsis edilmiştir) bu topraklarda görev yapmaya mecbur etme sebebi; o bölge insanının geri bırakılarak tahsiline devam etme olanağı sunulmamış olması ve dolayısı ile o bölge insanının bu görevleri ifâ edebilecek tahsili yapamamış olmasındandır. O bölge insanına eşit bir imkan tanınarak tahsil imkanı sunulmuş olsaydı; o bölge insanı da diğer bölge insanları gibi görev alacak ve o bölgede olan memur açığı diğer bölgelerde yaşayan insanların buraya tayin edilerek onlara "şark görevi" adı altında mecburi hizmet zorlaması yapılmasına gerek kalmayacaktı 

"ŞARK" adı altında toprakları ayrılarak ötekileştirilen ve asimilasyona tâbi tutulan Kürtler, T.C'nin ırkçı faşist politikalarından nasibini alarak her köy, kasaba ve illerin meydanlarına "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE" yazan afişlerle ve okullarda her gün bunlar söyletilerek şuur altlarında Kürt olduklarını unutmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bu satırları yazan kişi bir Kürt değildir. Eğer T.C, Kürtler'in çoğunluk olduğu bir yer olmuş olsa ve yaşadığımız batı illerinden birisine gelip de "NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE" şeklinde bir afiş asılsa ve okul çocuklarına her gün bunları tekrarlamaları mecbur tutulsa; tepkimiz acaba ne olurdu? Batı illerinde yaşayan bütün Türk ırkına mensup olanlar "biz Kürt değiliz ki, neden böyle söyleyelim?" diyerek ayağa kalkacaklardı. Şimdi sorarız; siz Türk olmayan bir kavme her gün "Türküm" diye zorlama yaparsanız, karşısındaki bir gün gelir buna isyan etmez mi?

Nitekim öyle de oldu; yıllarca baskı ve ötekileştirilmeye tâbi tutulan Kürtler, zaman içinde kendi kimliklerinin farkına vararak bu zulmü yapanlara karşı ayağa kalktı. Ayağa kalkan Kürtlerin isteklerini dile getiriş şekilleri bu yazının konusu değildir. Bu yazının konusu; zulme uğrayanların bir gün bir şekilde ayağa kalkacakları, eğer ayağa kalkışları kendilerini başarıya ulaşmalarını sağlayacak şekilde kararlı ise mutlaka başarıya ulaşacaklarıdır.

Kürt kavmine mensup insanların istekleri ne olursa olsun bu istekleri doğrultusunda Allah(cc)'ın koymuş olduğu yasalara uygun hareket ettikleri müddetçe, eninde sonunda başarıya ulaşacaklardır. Eğer kürtler T.C'den ayrılarak özerk bir devlet kurmak arzu ederlerse ve bu istekleri konusunda son derece kararlı olarak gayret ettikleri takdirde; yasalar gereği amaçlarına ulaşacaklardır. Bu satırların yazılma amacının bölücülük gayesi olmadığı, sadece zalimlik yapanların, zulme uğrayan mazlumlara tarafından bir gün yıkılmasının "Sünnetullah" olduğunun hatırlatılmasıdır.

Eğer T.C ötekileştirmeden vazgeçip, "ŞARK-GARP" şeklinde bir ayrım yapmayı terkederek ülkede yaşayan bütün insanlara eşit muamele yaptığı takdirde; iktidarların yıkılma sünnetinin kendisi üzerinde tezahür etmesinden kurtulacaktır. Bu günlerde konuşulmakta olan "açılım süreci" adı verilen durum tehlikenin farkına varılıp kürtlerin artık gözlerini açtığının T.C tarafından farkedildiğini göstermektedir. 


Kürt örneği sadece hepimizin şahit olduğu bir örnek olduğu için verilmiştir. Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda, mazlumların her ne adına olsun ayağa kalkmaları sonucunda, dünyanın bir çok kösesinde iktidarlar devrilmiş ve yerine yeni iktidarlar tesis edilmiştir. Bu tesis edilen iktidarlar aynı şekilde zulme başladıkları zaman başkaları tarafından yerle bir edilmiştir, bu dünya üzerinde konulmuş bir yasadır.

Dünya üzerinde kurulan herhangi bir iktidar hiç bir surette yönetmiş olduğu halk üzerinde ayrım, baskı, zulüm yapma hakkına sahip olamaz. İktidar sahiplerinin farklı din ve inanca veya ırka sahip olmaları, kendilerinin inançlarını taşımadığı veya kendi ırklarına mensup olmayan halka zulmetme hakkını vermez.

Firavun'un İsrailoğulları üzerinde kendisini böyle bir hak sahibi zannetmiş olması; onun yıkımını beraberinde getirmiştir. Firavun, halkı üzerinde ilahlık ve rablık iddiasında bulunarak büyüklenmiş ve bu büyüklenmesi onun hakim olduğunu iddia ettiği denizde boğulmasını önleyememiştir. İlahlık ve rablık iddia etmek sadece Firavun'a has bir durum değildir. Eğer yönetim kademesinde olan kişi veya kurumlar Allah(cc)'ın uhdesinde bulunan konularda onu bırakıp kendi yanlarından çıkardıklarını ortaya koyuyorlarsa, onların ilahlık ve rablık iddiasında bulunmaları anlamına gelmektedir. Her ne kadar Allah(cc)'ı rab ve ilah olarak tanımak iddiasında olsalar bile, O'nu yönetim kademesinde kabul etmedikleri takdirde, yine başkalarını ilah ve rab olarak tanımışlar anlamına gelmektedir.

[028.005] Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenilen kimselere lütfetmek ve onları ileri gelenler kılmak ve onları (o yere) varisler kılmak irade ettik.

KASAS 5 ayeti; Firavunvâri yönetimler altında ezilenlerin, şayet bu yönetimlere baş kaldırdıkları takdirde koyulan yasalara uygun davrandıkları müddetçe başarıya ulaşacaklarını beyan etmektedir. "Koyulan yasalar ne demektir?" sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz; 

Allah(cc); "Er-rahman" ismi mucibince yaratmış olduğu kulları arasında "mü'min" veya "kafir" ayrımı yapmadan çalışanlara hakkını verecektir. Eğer zalim bir iktidara başkaldıranlar Allah(cc) düşmanı olsalar bile, gerekli galibiyet için gerekli kurallara uydukları takdirde onları galip getirecektir. Dünya üzerindeki halk hareketlerine baktığımız zaman; bir çoğunun İslâmî bir kaygı taşımadığı görülmektedir. Müstaz'afların kimliği ne olursa gereğini yerine getirdikleri zaman, Allah(cc) onları zalimler üzerine galip getirecektir. Bugün Müslümanlar maalesef bu gereği yerine getirmeden, sadece dua ile bu işin olacağını zannederek zalimlere beddua seansları ile onların yıkılmalarını beklemelerinin boşuna olduğunu öğrendikleri gün; dünyadaki zalimlerin tahtları sarsılmaya başlayacaktır.

Şayet müstaz'aflar zalim yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyanında bulunmadıkları takdirde, Allah(cc)'ın onları bu zulümden kurtarma iradesi tecelli etmeyecektir. Allah(cc)'ın iradesi müstaz'afların bu yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyan etmeleri ve bu istekleri doğrultusunda çalışmaları şartı ile kurtulabilecekleri sünnetini koymuş olup, bu sünnetine aykırı olarak yattığı yerden istekte bulunanlara yardım etmez.

Sonuç olarak; İsrailoğulları örneği üzerinden Allah(cc)'ın zalim yönetimlerin yıkılma sünnetinin, arz üzerine koymuş olduğu yasalar ile işleyişi, onlara zulmeden Firavun örneğinde bizlere gösterilmiştir. Bu gösterilme sadece İsrailoğulları ve Firavun örneği ile sınırlı olmayıp, "evrensel yasalar" dediğimiz kıyamete kadar geçerli olacak kuralların Musa(as) zamanında işlemesidir. Bu yasanın işleyişi, eğer T.C eli altındaki Kürt kavmine, kuruluşundan beri uyguladığı asimilasyonu uygulamaya devam ettiği takdirde; ezilen kavmin haklarını aramak için ayağa kalkması ile sonuçlanacak ve bu ayağa kalkışları yine arz üzerine konulmuş olan galip gelme yasalarına uygun bir şekilde gerçekleştiği takdirde onların galibiyeti T.C'nin yenilgisi olarak sonuçlanacaktır. Böyle bir sonucu istemeyenler yıllardır Kürt kavmi üzerinde uyguladığı ayrımcılığı kaldırarak ülke insanını "Türk-Kürt", ülke toprağını "şark-garb" ayrımı yapmadan aynı görmek zorundadırlar. Bu yıkım sadece T.C için değil, dünya üzerinde geçmiş bir çok Firavunvâri yönetimin başına gelmiş olup, bundan sonra da bu tür iktidar kayıpları bütün zalimlerin başlarına gelecektir. 

Kur'an kıssaları sadece hikaye olarak değil geçmişlerin başından geçenlerin, gelecektekiler için bir ibret olduğu bilinci ile okunduğu takdirde; zalim yöneticilerin hiç bir zaman bâki olmayacakları bilinir. Zalimler bu bilinç içinde olduğu zaman; halklarına karşı daha yumuşak, mazlumlar bu bilinç içinde oldukları zaman zalim yöneticilere karşı daha dik bir duruş sergileyerek, onların diken üstünde oturmalarını sebeb olacaklardır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

14 Eylül 2014 Pazar

Düşünce Tarihimizin Kara Sayfası "Nesih Teorisi"

"Nasih mensuh" teorisi adı altında geliştirilen; Kur'an ayetlerinin başka bir ayetle hükmünün kaldırıldığı iddiası, düşünce dünyamızın en problemli düşüncelerinden birisidir. Bu teori öyle bir hale getirilmiştir ki; alt kategori başlıkları ile genişletilerek traji-komik bir hale dönüştürülmüştür. Adı geçen kelimenin, önce lügat anlamına bakıp, daha sonra konu ile ilgili olarak delil getirilen ayetler üzerinde durmaya gayret edeceğiz.

Teoride adı geçen "nasih" kelimesi; nesheden yani ortadan kaldıran, "mensuh" kelimesi ise neshedilmiş yani ortadan kaldırılmış anlamına gelmektedir.

"Enneshü" kelimesi lügatte; "bir nesneyi kendisini takip eden bir başka nesne ile ortadan kaldırmak" ya da "gidermek" anlamına gelmektedir. Güneşin gölgeyi (neshuşşemsizzılli), gölgenin güneşi (neshuzzllişşemse), saçtaki ağarmanın gençliği gidermesi (neshüşşeybeşşebab) gibi. Bununla kimi zaman "izale etme", "ortadan kaldırma", "giderme" anlaşılır, kimi zaman "sabit" veya "payidar kılma" anlaşılır, kimi zaman da bunların her ikisi anlaşılır. "Neshülkitabi"; bir hükmün kendisini takib eden bir başka hüküm aracılığı ile izale edilmesi, ortadan kaldırılması ya da giderilmesi.

"Neshül kitabi"; kitabın ya da yazının mücerred suretini başka bir kitaba ya da aktarmak, bu işlem ilk suretin izale edilmesini veya ortadan kaldırılmasını gerektirmez (Elmüfredat).

Bu teori; tefsircilerin inen ayetler arasındaki bağı kuramamasından kaynaklanan bir düşünce olup, konu ile alakalı olarak uydurma olarak bile niteleyebileceğimiz bir tek hadis dahi gelmemiş olması; konunun tamamen sonraki tefsircilerin ürettikleri bir düşünce olduğunu göstermektedir. Bu teoriyi kabul edenlerin aralarında herhangi bir sayı birlikteliği olmaması; işin ne kadar göreceli olduğunuda göstermektedir. En az beş ayet ile en fazla ikiyüz elli ayet arasında hükmünün kalktığı(!), iddia edilen ayetler olduğunun iddia edilmiş olması ayeti anlamakta zorlanan tefsircinin ayetin neshedilmiş olduğunu iddia etmesi ile neticelenmiştir. Konuya delil getirilen ayetler BAKARA, NAHL ve A'LA Sureleri'nde olup, bu ayetleri bu ayetleri ele almaya çalışacağız.

Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne'ti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem ta'lem ennallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).

[002.106] Biz bir âyetten her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ şüphe yok her şeye kemaliyle kâdirdir.

BAKARA 106. ayeti olan bu ayet; Kur'an içindeki ayetlerin birbirlerini nesh etmiş olduğu iddiasına delil getirilmektedir. Bu ayeti siyak ve sibak gözeterek okuduğumuz takdirde, Kur'an içinde herhangi bir ayetin hükmünün kaldırılacağına dair delil getirilmesine imkan görülmemektedir.

Mâ yeveddullezîne keferû min ehlil kitâbi ve lel muşrikîne en yunezzele aleykum min hayrin min rabbikum vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).

[002.105] Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.

BAKARA 106 ayetini doğru anlamak; için bu surenin bütünlüğünü dikkate almak gerekmektedir. Sureyi kısaca hatırlayacak olursak; Medine'de nazil olan bir suredir ve içinde Ehl-i Kitap'a hitab eden ayetler mevcuttur. 105 ve 106. ayetler içinde geçen "Hayr" kelimesinin, 105. ayet içindeki anlamı, 106. ayeti anlamayı kolaylaştıracaktır. İndirilen Hayr'ın 105. ayette "Kitab" olduğu hatırlanacak olursa, 106. ayet içinde "nesh edilen bir şeyin daha hayırlısının getirilmesinin" ne demek olduğu anlaşılacaktır.

105. ayet içinde; Kitap Ehli ve müşriklerden olanların, mü'minlere indirilmesini istemedikleri "Hayr" kelimesi ile ifade edilmek istenen kitap olduğuna göre, neshedilen veya unutturulanın yerine daha hayırlısı olan şeyin kitap olduğu anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili olarak NAHL Suresi'nde geçen ayetlere bir göz atalım;

Ve izâ beddelnâ âyeten mekâne âyetin vallâhu a’lemu bimâ yunezzilu kâlû innemâ ente mufter(mufterin), bel ekseruhum lâ ya’lemûn(ya’lemûne). 

[016.101] Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- «Sen ancak bir iftiracısın» dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.

Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

[016.102] De ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.

"Nasih mensuh" teorisine delil olarak getirilen ayetlerden birisi de NAHL 101 ayeti olup, bu ayet; önceki BAKARA Suresi ayeti gibi cımbızlanarak okunmuş ve siyak sibak gözetilmeden anlaşılmaya çalışılmıştır. 101. ayet içinde "Sen ancak bir iftiracısın" dedikleri şey; sanki Kur'an ayetleri içinde hükmü kaldırılan bir ayet varmış da Muhammed(as) bunu haber vermiş ve böyle bir itiraz ile karşılaşmış bir durum meydana gelmiş gibi anlaşılmıştır.

SEBE 34. ayet ve bezer ayetlerde "Karşılarında açık deliller halinde ayetleriniz okunduğu zaman o zalimler: «Bu, yalnızca sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır!» dediler ve: «Bu (Kur'an), uydurulmuş bir iftiradan başka birşey değil!» dediler. Ve o küfredenler gerçek kendilerine geldiği vakit: «Bu apaçık bir büyüden başka birşey değildir!» dediler." şeklinde buyurulması; müşriklerin "iftira" dedikleri şeyin indirilen "kitap" olduğu açıkça anlaşılmasına rağmen, sadece anlamama sorunundan kaynaklanan bir durumu Kur'an'a onaylatmak için, ilgili ayetler bağlamdan kopuk olarak okunmuş ve "nasih mensuh" teorisinin Kur'an'dan delili(!) aranmaya çalışılmıştır.

A'LA Suresi 6 ve 7. ayetlerinde "Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da sen unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna." mealindeki ayetlerin; bazı ayetlerin inmiş olduğu, sonra bunların unutturulduğu şeklinde içler acısı bir düşünce ortaya atılarak bu traji-komik duruma kılıf giydirilmeye çalışılmıştır. Halbuki ayet içinde istisna getirilmiş olmasının, imkanlılığı değil aksine imkansızlığı anlattığı; yani Muhammed(as)'a indirilen Vahy'in unutturulmama garantisi olduğu, bu garantinin bizzat Allah(cc) tarafından verilmiş olduğu anlaşılmış olsaydı böyle bir hatalı anlayışa düşülmez idi.

Allah(cc)'nin elçileri vasıtası ile indirmiş olduğu kitapların aralarının ayrılması sonucunda böyle bir düşüncenin oluşturulmuş olduğunu düşünmekteyiz. İlk elçiden son elçiye kadar giden halkanın birbirinden ayrılmaması gerektiği bizlere Kur'anın bir beyanı iken, geleneksel düşünce içinde, önceki elçiler olan Musa(as) ve İsa(as)'ın Allah(cc)'ın elçisi oldukları maalesef unutularak "bizim peygamberimiz" terimi dillerimizde yerini almıştır. "Bizim peygamberimiz" tabiri; Muhammed(as) için kullanılır olup, şuur altında özellikle Musa(as) ve İsa(as) bizim peygamberimiz değilmiş gibi bir zan içine düşülmüştür. Amentü içinde bütün peygamberlere iman ettiğimizi söylememize rağmen, maalesef bu söz pratiğe yansımamıştır.

Peygamberlerin arasını ayırma gibi bir düşüncenin yansıması olarak görebileceğimiz "nasih mensuh" düşüncesi, eğer Tevrat, İncil ve adını bilmediğimiz bütün kitapların kaynağının aynı olduğunu bildiğimiz halde, bu bilgiyi pratiğe yansıtarak, Kur'an'dan önce nâzil olan kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin, bu kitaplarındaki bir takım hükümlerin ortadan kaldırıldığı olarak, yani Allah(cc)'ın göndermiş olduğu Tevrat içinde geçen bazı hükümlerin artık neshedildiği şeklinde okunsaydı, Kur'an ayetlerinin içinde böyle bir durum olması akla bile gelmezdi.

Kur'an'ın beyanına göre; Allah(cc) İsrailoğulları'na, yapmış oldukları zulüm ve haksızlıklar nedeni ile onlara önceden helal olan bazı yiyecekleri haram kılmıştır. Bu yasakların bir kısmı İsa(as) ile, geri kalan kısmı Muhammed(as) ile helal kılınmıştır. Bu durumu ARAF 157 ayetinde görmemize rağmen, bu ayet yine bağlamdan kopuk olarak okunması neticesinde; sadece Muhammed(as)'in Kur'an harici helal haram yetkisi olduğu(!) düşüncesine dayanak edilmeye çalışılmıştır.

Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden okunması ve oluşturulmuş olan ön kabullerin Kur'an'a onaylattırılma çalışmasından başka bir şey olmayan "nasih mensuh" teorisi; şu 3 alt başlık altında kategorize edilerek düşünce dünyamızda kara bir sayfa olarak yerini bulmuştur. 

1- Metni bâki hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında sayıları 5-250 arasında, tefsircilerin anlayışına göre değişkenlik gösteren Kur'an ayetlerinin birbirlerinin hükümlerini ortadan kaldırmaları(!) söz konusudur.

2- Metni ve hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında; içler acısı bir durum olan Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşüren bir sürü rivayet mevcut olup, Muhammed(as)'e indirilmiş fakat sonradan unutturulmuş(!) olan bir sürü ayetin mevcut olduğu iddiası söz konusudur.

3- Metni mensuh hükmü baki ayetler: Bu kategori altında; sadece tek bir ayet olup, söylemeye söz bulamayacağımız kadar kara bir sayfa bu kategoriye giren ayet sayesinde açılmıştır. Bu kategori altında zinâ eden evlilerin recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair inen bir ayet(!) olduğu, Muhammed(as)'in vefatının telaşı sırasında Aişe validemizin odasındaki divanın altından bir keçi tarafından yenildiği, onun için mushafa konulmadığı ancak hükmünün âaki olduğu(!) şeklinde bir iftira ile İslam ceza hukukunun bir maddesi olarak ilave edilmiştir.

Sonuç olarak; hakkında uydurma bile diyemeceğimiz bir rivayet bulunmayan, "Kur'an ayetlerinin hükmünün başka bir ayetle kaldırılması" olarak teorize edilen "nasih mensuh" düşüncesi kara bir sayfa olarak karşımızda durmaktadır. Ayetlerin bağlamı gözetilmeden sadece ön kabullerin Kur'an'a onaylatılma ameliyesinden başka bir şey olmayan bu teori altında kategorize edilen alt başlıkların 2. ve 3. traji-komik bir durum arz ederek Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşürmektedir. Bu düşünceyi savunanlara sorulduğu zaman, Kur'an'ın korunmuş olduğu düşüncesinin hakim olduğunu görmekle birlikte, mushafa alınmayan bir çok ayetin olduğu rivayetlerine itibar edilmektedir. Kur'an'ın bütünlük gözetilerek okunması sonucunda; hükmünün diğer bir ayet tarafından kaldırılmış bir ayetin olması mümkün görülmemektedir. Hükmünün kaldırıldığı düşünülen ayetlerin, nuzül bağlamı gözetilerek okunması sonucunda yaşanan hayat içinde inen ayetlerin o günkü duruma göre hüküm bildirdiği görülür ve bu durum sonrakiler için yol haritası teşkil etmesi gerekmektedir. Mekke'de elçiye sabır tavsiye edilirken, Medine'de insiyatifi ellerine geçiren mü'minlere savaş emredilmesi; sabır ayetlerinin hükmünün kalkması anlamında değil, süreç içinde nasıl davranılması gerektiğine dair bilgilerin beyanı olarak anlaşılması gerekmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

11 Eylül 2014 Perşembe

Çağdaş Samirilik ve 19'culuk Projesi

Samiri; Musa(as) kıssasında ortaya çıkan bir karakter olup, sadece o gün yaşamış ve kaybolmuş bir karakter olmayıp, kıyamete kadar gelecek olan aldatıcıları tanımak için bizlere verilmiş bir ip ucu örneğidir. Musa(as)'ın kıssasının anlatıldığı TAHA 96 ayetinde; Samiri'nin "elçinin izinden bir avuç alması" ibaresini, Musa(as)'ın ayak izinden alması şeklinde yorumlamak; kıssada verilmek istenen evrensel mesajın anlaşılmamasına yol açacaktır. "Samirilik" olarak ifade edilen olguyu kısaca tarif edecek olursak; "insanları aldatmak isteyenlerin dini motifleri kullanarak sadece bir avuç doğru söylem kullanarak yanlışları onlara içirmesi" şeklinde özetleyebiliriz.

Samiri'nin, elçinin izinden avuçlayarak İsrailoğulları'na yapmış olduğu buzağı; belki o gün yakılıp külleri denize savruldu ama bugün çağdaş Samiriler’in yapmış oldukları buzağılar böğürmeye devam etmektedirler. Bu tür bir böğürmeye verebileceğimiz örnek; Kur'an'ın MÜDDESSİR SURESİ 30. ayetindeki "üzerinde 19 vardır" mealindeki ayetten yola çıkarak Kur'an'ın matematiksel bir mucize(!) ile korunduğu iddiasıdır.

Samiriliğin temelinde yatan olgu burada da ortaya çıkarak, bir avuç doğru katılarak yanlışın içirilmesi çalışmalarına şahit olmaktayız. "Bu doğru nedir?" dersek; Kur'an'ın bir kısım kelimelerinin ve harflerinin 19 rakamı ile matematiksel bir uyum sağladığıdır. "İçirilmek istenen yanlış nedir?" dersek; Kur'an'ın TEVBE SURESİ'nin son iki ayetinin sonradan ilave edildiği iddiasıdır.

"O kadar ayet var, iki ayet olmayıversin" demek veya “hepsini mi red ediyorlar, sadece iki ayeti red ediyorlar” demek; olayın altında yatan tehlikeyi hafife almak veya görmezden gelmek anlamına gelecektir. Bazılarının komplo teorisi olarak görebileceği tehlike şudur;

Müslümanlar olarak bizler; Kur’an'ın Allah(cc) tarafından Muhammed(as)'a indirilmiş bir kitap olduğuna iman ederiz. Bu imanımız somut delillere dayanmaz. Kitap’ın iniş sürecince vahiy ile ilgili olguyu sadece Muhammed(as) yaşadı ve bunu kimse görmedi. Kitap’a inanan sahabe veya inanmayan müşrik; Muhammed(as)'ın kendilerine söylediği söze güvenerek veya güvenmeyerek o Kitap’a iman ettiler veya inkar ettiler. Ondan sonrakiler, bizler ve bizden sonrakiler Kitap’a bu şekilde inanmak durumundadırlar. Dünyanın hiçbir laboratuvarının, Kur’an’ı tetkik edip; "evet bu kitap Allah tarafından indirilmiştir veya indirilmemiştir" şeklinde bir rapor vermesi mümkün değildir. Kur’an’ın bir çok ayetinin; mü’min olma vasıflarından birisinin gayba iman etmek ve Kur’an’a inananların bu insanlar olduğunu vurgulaması; bu kitabın Allah katından olup olmadığının hiçbir şekilde somut olarak ispatlanamayacağı içindir.

Kur’an’ın matematik ilminin verileri ile Allah katından olduğunun ispatlanması için yapılan çalışmalar, onun içinde Allah katından olmayan(!!!) iki ayetin bulunması ile sonuçlanmıştır. Biz burada TEVBE SURESİ son iki ayetinin Allah katından olduğunun ispatı ile ilgili olarak herhangi bir görüş beyan etmekten çok, Kur’an’ın Allah katından olduğunun 19 sayısının uyumu ile ispatlanması çalışmalarının masum bir çalışma olmadığı hakkındaki düşüncelerimizi paylaşacağız.

Yazımızın başlığında bunu bir proje olarak nitelendirmemizin gerekçesini şu şekilde açıklayabiliriz. 1974 yılına kadar TEVBE SURESİ son iki ayeti Kur'an'dan sanılarak okunmuş, bilgisayar yardımı ile 19 sayısının katlarının sağladığı uyum ile hesaplanarak Kur'an'a ayet sokulduğu 1000 küsür sene sonra ispatlanmıştır!!! Bilgisayar adlı aletin olmaması nedeniyle, bizden öncekiler TEVBE SURESİ son iki ayetini Kur'an'dan zannederek yüzyıllarca boşuna okumuşlar ve bu hata bilgisayar yardımı ile düzeltilmiştir!!!!

Bilgisayar yardımı ile düzeltilen bu büyük yanlış(!!!!), bizlerin kafasında şöyle bir soru işareti bırakmaz mı; eğer Kur'an'da böyle sonradan ilave edilmiş sahte ayetler varsa, Reşad Halife'nin bulmayı başaramadığı başka ayetler de bulunamazmı? Madem Kur'an'da bu çeşit ilaveler var, sadece iki ayet olduğunun garantisi olabilir mi?

Kur'an'ın korunmasının somut bir delil(!) ile sağlanmış olmasının arkasında yatan asıl amacın; Kur'an'ın korunduğu değil, korunmadığı olduğu için böyle bir soru işareti oluşturulan kafalarda, artık Kur'an hidayet kitabı olmaktan çıkacaktır. İçinde çakma ayetler olan bir kitabın sahte ayetleri, 1000 küsür sene sonra birisi tarafından ortaya çıkarılıyor ve insanların kafasında, "Kur'an'ın içinde sahte ayetler varmış" şeklinde bir düşünce oluşturularak, onun korunmuşluk duvarı yıkılmak istenmektedir.

Bugün Kur'an adına söz söyleyen bazı insanlara baktığımızda, anlayamadığı veya işine gelmeyen bazı ayetler hakkında "bu ayetler çakmadır" demesi; Kur'an'da çakma ayetler arama çalışmalarına girmesi, bu projenin onlara vermiş olduğu cesaret sayesindedir. Kur'an'da iki ayet fazlalıksa, bu tür fazlalıklar olma ihtimalini göz ardı etmeyen hafiye Kur'ancılar(!!!), elde büyüteç ile fazlalık ayetleri özenle ayıklamaktadırlar!!!

Kimsenin kalbini yarıp niyetini okuma gibi bir durumumuz asla yoktur ancak yapılan eylemin kime yaradığına bakarak o eylem hakkında düşünce beyan edebiliriz. 19'culuk adı ile bugün yapılan eylem, Kur'an'ın korunmuşluğunun somut deliller ile ispatlanması gibi bir niyet ile yola çıkmış olmasının altında yatan asıl düşünce; Kur'an'ın sanıldığı gibi korunmuş bir kitap olmadığı ve içinde sahte ayetleri barındırdığı fikri olup, Kur'an'daki sahte ayetleri arayan yeni yetme hafiyelere baktığımız zaman bu düşüncenin asıl amacının bu olduğu anlaşılmaktadır.

Müslümanlar için yegane ölçü olan bir kitap hakkında güvenilmezlik oluşturduğunuz zaman, eldeki tek sermaye olan Kitap gidecek, dayanacak ve "kesin doğrudur" diyecek herhangi bir materyal elimizde olmayacaktır. "Et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne çare!" sözünü hatırlayalım; Kur'an bugün elimizde tuz mesabesinde olan bir Kitap'tır. Din adına gelen bilgileri onun ile sağlama yaparak doğruluğunu veya yanlışlığını tespit ederiz. İçindeki ayetlerin hadisler gibi sahih olup olmadığı gibi bir tartışmaya asla girmeyiz. Bizler için tuz olan bir kitabın güvenilirliğinin sarsılması; tuzun kokutulması, dolayısıyla da artık elimizde sağlam bir Kulp'un olmaması anlamına gelir ki bundan faydalanacak kesim herhalde müslümanlar olmayacaktır.

Olayın bir de şöyle bir boyutu vardır; hepimiz dahil 19 taraftarları da Kur'an'ın anlaşılır bir kitap olduğu iddiasını her fırsatta dile getirmekteyiz. Allah Kur'an'ın anlaşılmasını, indirilmesinden yüzlerce yıl sonra icad edilen bir makinaya bağladıysa; o makina icad edilmeden hayattan ayrılanların Kur'an'ı anlamadan, dolayısı ile eksik bir imanla göçüp gitmeleri gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Ve bu makinanın olmadığı zamanlarda Kur'an anlaşılmaz bir kitap işlev sürdürmüş anlamına gelmiş demektir. Buluşu yapan kişilerden birisi olan Ahmed Deadat'ın, bu işin nereye gittiğini görerek tevbe edip geri dönmesi, bu işi devam ettiren Reşad Halife'nin kendisini "resul" ilan etmesi, daha ileri giderek kendisinin miraca çıkma(!!!) iddiaları, olayın sanıldığı gibi masum bir olay olmadığı savını güçlendirmektedir.

Olayın Türkiye ayağına baktığımızda, 19'cu olmak neredeyse bir iman şartı haline gelmiş ve müslüman olmanın temel kuralı, Kur'an'ın 19 rakamı ile uyumlu olmasına ve TEVBE SURESİ son iki ayetinin şeytan ayetleri(!!) olduğuna iman etmek haline getirilmiştir. Edip Yüksel tarafından yapılan Kur'an meali, bu tarikatın başucu kitabı haline gelmiş ve yapılan bazı ayet mealleri metinde olmamasına rağmen meale sokularak Kitap'ın ayetlerinin 19'a iman etmeyi gerektirdiği şeklinde bir anlam örgüsü etrafında tercüme edilmeye çalışılmıştır. Olay artık bir nevi tarikat haline gelmiş, Kur'an sadece 19 rakamının uyumu ile ilgili olarak okunmaya başlanmıştır. Harfler teker teker sayılarak 19 ile olan uyumu ispat edilmeye çalışılmıştır.

Sonuç olarak; Kur'an'ın korunmuşluğunun delili olarak 19 rakamının bazı kelime ve harfler ile uyumundan yola çıkılıp, Samiri misali doğrulardan bir avuç alınarak yanlışların içirilme taktiği adına 19'culuk denilen tarikat yapılanması içinde kendisini göstermiştir. Kur'an'ın 19 ile korunduğunun iddiasının altında; aslında kafalarda istifham yaratmak amaçlı bir düşünce olduğu, son senelerde bırakın 2 ayet atmayı eline Kur'an alan hafiyecikler, Kur'an'da çakma ayet arama sevdasına 19'culuk ile açılan duvardan tırmanarak girmeye çalışmaları, olayın samimi bir çalışmadan çok bir proje ürünü olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. Kur'an'ın tuz mesabesinde olan bir kitap olduğunu bizlerden daha iyi bilenler, tuzu kokutmak için ellerinden geleni yapmaktan çekinmemektedirler. Tuzu kokutma eylemleri düşmanca bir tavır ile değil; içeriye sokulan truva atlarına yerleştirilmiş Samiriler ile yapılmakta olması, işin ciddiyetini daha da artırmaktadır. 19'culuğun öne çıkan söylemlemlerinden birisinin, Kur'an'ın indiği zaman ve mekandaki yaşantıyı gözönüne almadan, sadece tek bir defada dağ başına inmiş bir kitap zannı ile okunması olup, yaşanan hayat içinde inen bir kitap olduğunun unutulmasıdır. Allah(cc)'nin; Kitap'ı, harflerini ve kelimelerini saymak için değil, harf kelimelerden oluşan ayetleri, sureleri okuyarak anlamak ve hayat içinde tatbik etmek için göndermiş olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

9 Eylül 2014 Salı

Duhan s. 24. Ayetinin Meali Üzerine Bir Düşünce

Musa(as) kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutan kıssaların başında gelmekte olup, DUHAN Suresi içinde bu kıssa anlatılmaktadır. Meal dediğimiz şeyin; meal yapıcısının yorumu olduğu unutulmadan okunması gerektiğini hatırlatarak, bazı ayetler ile ilgili yapılan meallerde görülen farklı yaklaşımları ayetin tahrife uğratılmadığı sürece makul karşılamak gerekmektedir. DUHAN 24 ayeti ile ilgili olarak yapılan mealler genelde şu şekildedir;

Vetrukil bahre rehvâ(rehven), innehum cundun mugrekûn(mugrekûne)

Diyanet İşleri:
"Denizi açık hâlde bırak." Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.

Edip Yüksel:
"Denizi yarılmış olarak terket. Onlar boğulmaya mahkum bir ordudur."

Elmalılı Hamdi Yazır:
Ve denizi açık bırak, çünkü onlar ordu halinde gelip gark olunacaklar

Hasan Basri Çantay:
"Denizi (sen ve ashaabın selâmetle geçdikden sonra) durgun ve açık bırak. Çünkü onlar boğul (mıya mahkûm ol) muş bir ordudur."

Hayrat Neşriyat:
"Ve (karşıya geçince asânla vurarak kapanmasını isteme,) denizi açık bırak! Çünki onlar suda boğul(malarına hükmedil)miş bir ordudur."

Bu ayet ile ilgili olarak tetkik ettiğimiz meallerin hepsi aşağı yukarı bu minvalde olup, sadece sayın Bayraktar Bayraklı hocanın bu ayete vermiş olduğu meal farklılığı dikkatimizi çekmektedir. Sayın hocanın bu ayete verdiği mealin diğer meallere göre daha isabetli olduğunu düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz.

Bayraktar Bayraklı :
"Denizi sükûnetle geç/terk et; çünkü onlar boğulacak bir ordudur."

Sayın hocanın tercih ettiği anlam; ayet içinde geçen "rahven" kelimesinin farklı anlamı olan, bugün bizim dilimizde de kullandığımız "bir çeşit yürüyüş" şeklindeki anlamdan kaynaklanmaktadır. Bugün özellikle Ege Bölgesi'nde yaygın olan rahvan at yarışlarında; atın yürüyüş şekli dörtnala değil, daha hafif bir yürüyüş şekli olup, bu yürüyüş şekline "rahvan" denilmektedir.

DUHAN 24 ayetini sayın Bayraktar hocanın vermiş olduğu meale göre şu şekilde anlamak mümkündür; "Firavun ve ordusunun seni takip etmelerinden dolayı korkuya kapılma ve telaşlanmadan rahvan bir halde yoluna devam et, onlar boğularak sana yetişemeyeceklerdir".

Kurtubî'nin tefsirinde; bu ayetin tefsiri ile ilgili yapılan yorumları alıntılayarak, sayın hocanın bu ayete vermiş olduğu mealin daha önceki yorumlarda da olduğunu görmekteyiz.

"el-Cevherî dedi ki: 'Bu işi sükunetle yap' anlamında deni­lir, 'sakin ve müreffeh bir yaşayış', 'develerin su içtik­leri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük araziyi' anlatmak için kul­lanılır. 'Deniz sakinleşti' demektir."

"Ebu Ubeyde dedi ki: 'Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar' demektir. Yüce Allah'ın: 'Denizi de olduğu gibi açık bırak' buyruğu da buradan gelmektedir. 'Kolay yol alış' demektir. 'At­lar sükunetle geldi' denilir".

İbnu'l-A'rabî dedi ki: 'Yürüyüş­te zorluk çıkarmadı, çıkarmaz' demektir".

"el-Katamî de binekleri nitelendirir­ken şunları söylemektedir: 'Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun içen ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar'. 'Yüksekçe bir yer' demektir. Aynı şekilde içinde suyun top­landığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lafız­lardandır".

"el-Herevî dedi ki: Buradaki 'açık' lafzının Musa'nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. 'Sükunetle yavaş yavaş yürü', de­mek olur. O halde bu Musa'nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış ha­liyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini ver­me ki, Firavun ve kavmi de içine girsin." 

Sonuç olarak; DUHAN 24 ayetinin mealinin, sayın Bayraktar Bayraklı hocanın yapmış olduğu şekli ile daha doğru olduğunu düşündüğümüzü belirterek, diğer meallerin hatalı olduğunu söylemek istemiyoruz. "Rahven" kelimesinin; telaşsız bir yürüyüş şekli anlamının, ayetin anlamına daha uygun olduğu düşünerek sayın hocayı tebrik ediyoruz.

DENİZİ SUKUNETLE GEÇ/TERKET; ÇÜNKÜ ONLAR BOĞULACAK BİR ORDUDUR.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Muhsanat Kelimesi Üzerinde Tarihi Arkaplan Çalışması

Kur’an; Arap dilini konuşan ve her kavim gibi örf, âdet ve gelenekleri olan bir topluluğa nazil
olmuştur. O’nu anlamak için; "nuzül öncesi tarihi arka plan" diyebileceğimiz, Kitap’a ilk muhatap
olan topluluğun kullandığı kelimeleri ve bu kelimelerin ürettiği kültürü bilmek gerekmektedir. Şayet
bu tarihi arka plan bilgisini hiç düşünmeden, sadece bugün inmiş gibi okuyacak olursak, bazı
kelimelerin kullanılışının tarihi arka plan ile alakalı olmasından dolayı anlama hatalarına düşmek
mümkündür.

Tarihi arka plan bilinmeden, sanki şimdi inmiş gibi okunan bir Kur’an; bizlerin kafasında bir çok
soru işaretinin oluşmasına neden olacak ve bu soruların cevaplarının bulunmamasına sebep
olacaktır. Kur’an’ın nuzül öncesi Arap toplumunun bazı bilindiklerini kullanması, o dönemin göz
ardı edilmeden okunmasını gerektirmektedir ki bu önemli bir noktadır. Salat, hac, kurban gibi
ritüellerin anlaşılmasında, bu tarihi arka planın göz ardı edilerek okunması sonucunda bazı Kur’an
okurlarının trajikomik diyebileceğimiz çıkarımlarda bulunduğunu görmemiz, tarihi arka plan
bilgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

"Muhsanat" kelimesi, yukarda belirtmeye çalıştığımız düşünceler içinde anlaşılmaya çalışılmadığı
takdirde, kişilerin zihninde; Kur'an’da sanki çelişkili ifadeler varmış gibi bir düşünce oluşturabilir.
Bu kelimenin; bir ayette "evli kadın", başka bir ayette "bekar kadın" anlamına gelmesi, bu arka
planı bilmeden yapılan okumalarda kafaların karışmasına sebep olmaktadır.

“Muhsanat” kelimesi; kale anlamına gelen "elhısnü" kelimesinden türemiştir. Mecaz olarak; her
türlü korunmayla ya da hazırlıklı olmayla ilgili kullanılmaktadır. Buradan hareketle; beden için
sağlam bir kale mesabesinde olduğundan dolayı zırh'a (dır'ün hasinetün), binicisi için bir koruma
olması nedeniyle erkek at’a (feresün hisanun) denmiştir. "Hasenün" kelimesi; ya iffeti, namusu
aracılığı ile ya evliliği ile ya da benimsediği şeriatı ve hürriyeti gibi bir maniden dolayı koruma
altında olan kadın anlamına gelir (el müfredat).

Bu kelimeye geçmeden önce HaSaNe(ortadaki harf sad iledir) kelimesinin Kur’an’da geçtiği
diğer ayetlerin meallerini verelim;

[021.091] Mahrem yerini koruyan (ahsenet) Meryem'e ruhumuzdan üflemiş, onu ve
oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.

[066.012] Mahrem yerini korumuş (ahsenet) olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona
ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden
itaat edenlerdendi.

[021.080] Ve sizin için ona, zorlusavaşınızda sizi korusun diye (lituhsineküm), '(madeni)
giyimsanatını' öğrettik. Buna rağmen siz şükredenler misiniz?

[012.048] Sonra onun arkasından yedi kurak yıl gelecek, koruyacağınız (tuhsinune) az bir
miktar hariç, önce biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.

[059.002] Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey
inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin (husunuhüm) kendilerini
Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi,
kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl
sahipleri! Ders alın.

[059.014] Onlar müstahkem şehirlerde (muhassenetün) veya siperler arkasında
bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir.
Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını
kullanmayan bir topluluktur.

Konumuz ile ilgili olan ayetler de şunlardır;

[004.024] Evli kadınlarla (elmuhsanat) evlenmeniz de haram kılındı. Maliki bulunduğunuz
cariyeler müstesna, bunlar, Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Bunlardan başkasını, zinadan kaçınıp, iffetli olarak, mallarınızla istemeniz size helal kılındı. Onlardan faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerini verin; kararlaştırılandan başka, karşılıklı hoşnud olduğunuz hususda size bir sorumluluk yoktur. Allah Bilen'dir, Hakim'dir.

[004.025] Sizden, hür mümin (elmuhsanat) kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse ellerinizdeki mümin cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velilerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir. Cariye ile evlenmedeki bu izin içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlar ve merhamet eder.

[005.005] Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin
(yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir.
Mümin kadınlardan iffetli olanlar (velmuhsanat) ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, (velmuhsanat) mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. Kim (İslâmî hükümlere) inanmayı kabul etmezse onun ameli boşa gitmiştir. O, ahirette de ziyana uğrayanlardandır.

[024.004] İffetli kadınlara (elmuhsanati) zina isnat edip de, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun; ebediyen onların şahidliğini kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkmış kimselerdir.

[024.004023] İffetli, (elmuhsanati) habersiz, mümin kadınlara zina isnat edenler dünya
ve ahirette lanetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahidlik
ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır.

[024.033] Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya
kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden)
mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik)
görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. Allah'ın size vermiş olduğu malından siz de onlara
verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak
(tehassûnen) isteyen câriyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa,
bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.

NİSA 24 ayetine baktığımızda; 22 ve 23. ayetten gelen bir bağlamı olup, evlenilmesi haram olanlar
beyan edilmektedir. Evlenilmesi haram olanlara "elmuhsanat" da ilave edilerek "meleket eymanukum" ibaresi ile bir istisna getirilmiştir; yani “meleket eymanukum” statüsüne tâbi olan
savaş esirleri olan kadınlar, evli olsalar dahi otomatikman nikahları düşüyor ve boşanmış hale
gelerek onlarla evlenme helal ediliyor. Bu ayet içinde geçen "muhsanat" kelimesi; evlenerek
kocası tarafından koruma altına girmiş olan kadınlar için kullanılarak, boşanma işlemi
gerçekleşmeden onların başka biri ile evlenmelerinin haram olduğu beyan edilmektedir.

"Meleket eymanukum" kelimesi ile ifade edilen terimin, savaş esiri olarak kullanılmasının Kur'an’î
dayanağını; AHZAB 50 ayeti için Nebi’ye helal kılınan eşler beyan edilirken "ve mâ meleket
yeminuke mimme efe e Allahu (Allah’ın sana ganimet olarak verdiği elinin altındakiler)"
ibaresinden öğrenmekteyiz.

NİSA 25 ayetindeki "muhsanat" kelimesinin; bekar ve hür mü'min kadınlar için kullanılmakta
olduğunu görmekteyiz. “Eğer ‘muhsanat’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenmeye gücünüz
yetmiyorsa, ‘meleket eymanukum’ statüsüne tâbi olanlar ile evlenin” buyurulmaktadır. Bu
cümleyi anlamak için; nuzül dönemi yaşantısı önemli bir unusur olup, o zamanki durumu
bilmediğimiz takdirde NİSA 24 ve 25. ayetlerde kullanılan kelimeleri anlamak zorlaşacaktır.

NİSA 24 ve 25. ayetlerde geçen kelimeleri, sadece "bekar kadın" olarak anlamlandırdığımız
takdirde; “bekar kadınlarla evlenmek neden haram?” sorusu akla gelecektir. Sadece "evli kadın"
olarak anlamlandırdığımız takdirde; bu sefer de “evli kadınlarla evlenmek neden helal?” sorusu
akla gelecektir ve içinden çıkılmaz bir hale gelecektir. Kelimeyi, “korunaklı olmak” anlamı
üzerinden okuduğumuz takdirde; o kadınların evli veya bekar olma durumları ayet içindeki
bütünlükten anlaşılacaktır.

Nuzül dönemi yaşantısı içinde; kadınların hür yani "muhsanat", esir olmuş yani "meleket
eymanukum" statüsüne tabi iki ayrı kadın gurubunun olduğu yine Kur’an içindeki ayetlerden
öğrenilmektedir. Savaş esirliği sebebi ile kölelik dediğimiz olgu Kur’an’ın nazil olması ile gündeme
gelmiş bir durum değil; Allah(cc)’ın savaş ile ilgili olarak koymuş olduğu evrensel yasalardandır.
Bazılarının kölelik müessesi yüzünden İslam’a karşı bir takım hakaretlerde bulunmalarına karşın
"islam köleliği kaldırmıştır" şeklinde bir müdafâ çok gereksiz ve yanlış bir durumdur. Yanlış olan
durum; savaş esiri olarak müslümanların eline geçmiş olan kadınların nikahsız olarak alınması
durumudur. Ayetler nikahsız bir ilişkiye zaten cevaz vermemektedir.

Allah(cc)’ın savaş ile ilgili koyduğu evrensel yasalardan birisi; yenilen tarafta savaşanların, yenen
tarafın eline sağ olarak düşmesi sonucunda esir hükmüne tâbi olmalarıdır. Kur’an’ın nâzil olduğu
Arap toplumunda da bu yasa geçerli olup, düşman tarafın kadın ve erkekleri savaşta ganimet
olarak galiplere paylaştırılmaktaydı. Kur’an nâzil olunca, bu statüdekilerin durumlarını iyileştirme
adına bir takım düzenlemeler getirmiş olup, içki ve kumar örneğinde olduğu gibi tamamen
kaldırılmamıştır. Konumuz kölelik ve cariyelik olmadığı için konumuza açıklık getirecek kadarı ile
yetiniyoruz.

NUR 4 ve 23. ayetlerinde geçen "muhsanat" kelimesi; nuzül sebebi olarak Aişe validemiz ile ilgili
olsa bile, bu ayetlerde evli ve bekar ayrımı yapılmamakta ve suçsuz kadınlara yapılan zinâ
iftirasının cezası ile ilgilidir.

Burada hatırlanması gereken bir durum da şudur; Kur’an’da geçen kelimeler cümle içinde
kullanımına uygun olarak anlam kazanırlar. Bu durum "çok anlamlılık" olarak izah edilen Arap
dilinin bir özelliğidir. “Muhsanat” kelimesini sadece "evli kadın" veya "bekar kadın" anlamı
etrafında düşünürsek, ayetler arasındaki olan uyumu ters anlayıp uyumsuzluk olarak görmek
mümkündür. Bu kelimenin esas anlamı “korunmak” olmasından yola çıkılarak, ona göre bir
okuma yapmak gerekmektedir.

Bugün bir kısım Kur’an okuyucusunda gözlemlediğimiz sorun bu olup, "Kur’an’dan bir yerde
geçen kelime, bütün ayetlerde aynı anlamda kullanılması gerekir" şeklinde bir iddia içinde
oldukları görülmektedir. Böyle bir dil kuralı; bırakın Arapça’yı, kullandığımız Türk dilinde bile yoktur.

Misalen; "yüzdüm" kelimesini tek başına kullandığımız zaman; birisi kalkıp "denizde mi yüzdün?"
yoksa "deriyi mi yüzdün?" diye soracaktır. Bunun gibi bir çok örnek mevcuttur. Bu düşünce ile
Kur’an’ı okumaya çalışanların içine düştükleri çelişki ve çıkmazlara şahit olduğumuz için böyle bir
hatırlatmayı uygun gördük.

Sonuç olarak; “muhsanat” kelimesini baz alarak, Kur’an’daki kullanılan bazı kelimelerin anlamını
tarihi arkaplan bilgisi gerektirdiği düşüncesini dile getirmeye çalıştık. Bunu söylerken Kur’an’ın
hadise muhtaç olduğu vurgusunu yapmak istemediğimizi de beyan edelim ki; bazı
yazılarımızdaki anlatmak istediğimizi anlamakta zorlananlar böyle bir iddia içinde olduğumuzu
zannetmektedirler. Kur’an’ın, yaşanan bir kültür ve dil mensuplarına hitap ederek nazil olması;
bizlerin önce o kültürün ve dilin yapısını bilmemizi gerektirir. Arap’a dilini öğretmek adına yapılan
çalışmalar; aynı Kitap tarafından geri çevrilerek, yapılan yanlışlar yapanın aynen yüzünde
patlamaya mahkumdur. Kur’an kendi içinde öyle uyumlu bir kitaptır ki; bir kelime üzerinde yapılan
oynama, aynı kelime ve türevlerinin geçtiği ayetlerde kelime üzerinde oynayanın yüzünde patlar.
Bu tür kelime oynamaları ile tahrif edilen ayetlere örnekler, blogumuzda bazı yazılarda mevcuttur.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Haram Olan Yiyecekler ve Haramlığın Tespiti Meselesi

Allah cc tarih boyunca insanlar içinden seçtiği elçileri vasıtası ile emirlerini ve nehiylerini onlara bildirmiştir. Son elçi Muhammed as ile aynı durum tekrarlanmış ve din artık kemale erdirilmiştir. Kur'an içindeki bilgiler bizlere haram ve helalin tayininde de yeterli bilgiyi vermiş olmasına rağmen son elçi Muhammed as a yüklenen kur'an dışı görevde haram helal tayininde onunda Allah cc gibi yetkili olduğu gibi bir düşünce oluşturulmuş ve bu düşünce uydurma rivayetler ve kur'an içindeki bazı ayetlerin hevaya uygun te'vili sonucu çoğunluk tarafından kabul görmüştür.

Muhammed as ın ordu komutanı sıfatı gereği olarak savaş stratejisi içinde ehli eşeklerin kesilmemesi emri, sanki ehli eşek etinin kıyamete değin haram olduğu gibi bir algı oluşturmuş ve müslümanlar arasında elçinin haram ve helal koyma yetkisi tartışmalara sebeb olmuştur. Yönetici makamında olanlar durum gereği bir takım yasaklamalar koyarak toplumun menfaatleri doğrultusunda karar alma yetkisine sahiptirler ve Muhammed as da Medine de yönetici makamında olduğu için bir takım yasaklar getirmiştir , onun bu yasakları Allah cc nin koyduğu yasaklar ile aynı seviyede asla olamaz. Erike hadisi adı altında uydurulan rivayette , "kendisine kur'an ile beraber başka bir şeyin verildiği ve onun yasaklarının aynen kur'an yasağı gibi olduğu" gibi bir iftira uydurularak kitaplara sokulmuştur. 

Şu noktayı hatırlatmakta fayda görmekteyiz; Muhammed as ın haram helal koyma yetkisi gündeme geldiğinde , böyle bir yetkisi olmadığını düşünenler , böyle bir yetkisi olduğunu düşünenler tarafından tekfire varan sözlerle ilzam edilmektedir, Muhammed as "bende böyle yetki var" deyip te bizler onu red etmiş değiliz , ancak onlar kur'anın ona yüklemediği bir yetkiyi uydurma rivayetler ile yükleyerek ona iftira atmaktadırlar.

Bugün kola ,sigara, deterjan vs gibi bazı ürünlerin sahiplerinin yabancı olması ,sağlığa zararlı veya ondan elde edilen gelirlerin müslümanlar aleyhine kullanılması gibi bir durum hasıl olduğunda yöneticler o tür ürünler ile ilgili olarak yasaklama getirme yetkisine sahiptirler,
ancak bu yasaklamayı getirirken "haram" hüküm koymak gibi bir yetkileri asla yoktur.
Haram kelimesini ıstılahi anlamda yani sadece Allah cc nin yetkisinde olan bir yasaklama olarak değilde, lügat anlamı olarak kullandığımızda yöneticilerin veya bir doktorun hastasına bazı şeyleri yasaklamaların kendi yetkilerinde olduğunu söylemek mümkündür.

Elçi demek bir makamdan alınan mesajı makam sahibinin iletilmesini istediği kimselere iletmek anlamına gelmektedir , bunu derken Muhammed as ın sadece postacı seviyesinde olduğunu söylemek istemiyoruz , elçi getirdiği mesaj ile kendiside muhatap olduğu için o mesajın ona yüklediklerini  kendi hayatı içinde yaşayarak örnek olmuştur. Ancak mesaja haram helal şeklinde yeni hükümler ilave etmek gibi bir yetkisi asla yoktur.

Haram kelimesi , yasaklamak anlamında olup bu kelimenin kur'an içinde Allah cc ile ilgili anlamı onun bizler için koymuş olduğu kıyamete kadar geçerli olan bir takım kuralları kapsamaktadır. Bu kurallar içinde en geniş biçimde maide s. 3. ayetinde okuduğumuz yenilmesi haram olan yiyeceklerde bulunmaktadır. Bizler için seçmiş olduğu islamın yegane hüküm koyucusu olarak haram kıldığı yiyecekler şunlardır.  

 [005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah Bağışlayan'dır, merhametli olandır.

Muhammed as ın bu yasaklara ilave olarak kıyamete kadar geçerli olacak bir yasaklama getirme yetkisine sahip olmadığına göre adı verilen liste harici bazı hayvanların kedi ,köpek vs etlerinin hükmü konusunda bir takım tereddütler oluştuğuna şahid olmaktayız. Muhammed as ın haram helal yetkisi ile ilgili diğer zamanlarda yazmış olduğumuz yazılar mevcut olduğu için konuyu uzatmamak adına teferruata girmiyoruz. 

 [005.001]  Ey İnananlar! Akidleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helal görmeksizin, size bildirilecek olanlar dışında, hayvanlar(behimetül enam) helal kılındı; Allah dilediği hükmü verir. [022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.

"Haram olduğu bildirilenler dışındakilerin helal olması" ibaresi önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kemale erdirilmiş dinde yenilmesi haram olan olanları en teferruatlı biçimde maide s. 3. ayetinde görmekteyiz, bu demektirki okunanların dışında olanlar helaldir. 

"Eşyada asıl olan ibahadır" yani helal olmasıdır şeklindeki mecelle kaidesi doğru bir kaide olup bir şeyin haramlığına dair kesin nas yani hükmü ve delaleti kat'i olan bir karine olmadan "bu haramdır" şeklinde bir hüküm vermek asla doğru değildir. Delaleti ve hükmü zanni olan hadis rivayetlerini önce gayri metluv vahiy kategorisine koyup ayet hükmüne getirmek ,sonra delaleti ve hüküm kat'i nas yerine koyarak hadislerden haram esası çıkarmak nahl s. 116. ayeti ile bizleri yüzyüze getirir. 

 [016.116]  Diliniz yalana alışmış olduğu için, «şu haram, bu helaldir» demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.

Bu tür ayetleri kendi üzerimize alma alışkanlığımız olmadığı için, "bu ayetin hükmü müşrikler içindir" demeden, din adına delaleti ve hükmü kat'i bir nas olmadan "şu haramdır bu helaldir" demenin ne anlam geldiğini beyan etmektedir.

İnsanlarda "damak tadı" denilen bir olgunun var olduğunuda burada belirtmek gerekmektedir, rivayetlerde Muhammed as ın kabak yemeğini sevdiği , keler etini , soğan ve sarmısağı sevmediği yönünde bilgilere rastlamaktayız, bu onun insan olmasının bir tezahürü olup onun sevdiği kabağı herkesin sevmesi , sevmediği keler etini veya soğan sarmısağı herkesin sevmemesi gibi bir zorunluluk yoktur. Damak tadı dediğimiz olgu kişilerin yaşadıkları topluma göre değişkenlik arz edebilir . Bir toplumda çok sevilen yiyecekler başka bir toplumda nefret edilen yiyecekler olabilir. 

İnsan olarak, herhangi bir yiyecek konusunda sevmek yada sevmemek gibi tercihlerimiz olabilir ama  "haramdır" şeklinde bir hüküm koymak hakkına sahip değiliz. Kur'anda beyan edilmeyen fakat dünyanın bazı ülkelerinde yenilen kedi, köpek ,böcek vs hayvanların haram olup olmadığı meselesi kafalarda soru işaret olarak gezmekte olduğu da malumdur. 

Kur'anda haram olarak beyan edilmeyen bazı hayvanları başkalarının mutfak kültürü içinde yer almış olması onların damak tadı ile ilgili bir durum olup haram helal gibi bir telakki içinde olaya bakmamaktadırlar. Bizlerin böyle bir damak tadı olmaması veya mutfak kültürümüzde yer almaması onların haram olduğunu göstermez. Fıkhi mezheplerden malikilere baktığımzda bu konuda diğer fıkhi mezheplerden daha geniş bir yelpazeye sahip olduklarını söyleyebiliriz. 

Sonuç olarak; kur'anda haram olarak beyan edilenlerin dışında "şu haramdır" şeklinde bir haramlılık tesbiti yapmak Muhammed as dahil kimsenin yetki dahilinde değildir. Kedi , köpek ,ayı ,yılan gibi bir takım hayvanların yenilmeme hükmü onların haram oldukları için değil, bizlerin alışkanlığı olmadığı için olup yiyemediğimiz hayvanlar olup, bu tür hayvanlar için "haramdır" hükmü vermek nahl s. 116. ayetinin hükmü içine girmek demektir. Bu gibi hayvanları yemek veya yememek haram veya helallik ölçüsünde değil genelde damak tadı ile ilgili bir durumdur. Ülkemiz genelini düşünecek olursak böyle bir kültürümüzün olmaması onları haram kategorisine koyulduğu için yenilmemesi gerektiği gibi bir düşünceye yol açmıştır. 

Bizim kur'ani bakış açısı olarak bakmamız gereken taraf , kur'anda adı konulan yiyeceğin haram olmasıdır , şayet adı konulmamış ise onun haram olma gibi bir durumu olamaz ve şayet yemekten bir tiksinti duymaz isek yiyebiliriz , onları yememenin ölçüsü asla haram oldukları için olmamalıdır, insan yapı itibarı ile helal olan şeyleride sevmeyebilir bu normal bir durumdur,ama ben yemiyorum diye haramdır diyemez , aynı şekilde kur'anda haram olarak geçmeyen fakat geleneksel kültürde yenilmeyen şeyleride haram kategorisine sokmaya kimsenin hakkı olamaz. Fıkhi mezheplerdeki gördüğümüz farklı haramlılık görüşleri olayı kur'ani boyutunun göz ardı edilmesi sonucu ortaya çıkmış olup kimsenin şahsi olarak bir şeye haram damgası vurmaya hakkı yoktur.  

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Maun ve Kevser Sureleri Bağlamında Salat'ın Nuzül Dönemi Arka Planı

Salat kelimesi kur'anda en fazla yer tutan çok anlamlı kelimelerden birisidir. Kur'an nazil olduğu zaman salat adı altında yapılan bir kulluk gösterisi mevcut olup , kur'an bu kelimenin anlamını asli şekline yani olması gereken boyutuna döndürmek amacı ile nazil olmuştur. Bu yazımızda Maun ve Kevser sureleri bağlamında bu kelimenin nuzül öncesi arka planı hakkında düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Allah cc bütün insanların fıtratına kendisini rab olarak bilmeleri ile alakalı bilgileri kodlağını araf s. 172-173. ayetlerinde mealen şöyle beyan etmektedir. 

 
Rabbin, insanoğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: «Evet şahidiz» demişlerdi. Bu, kıyamet günü, «Bizim bundan haberimiz yoktu» dersiniz veya «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin?» dersiniz diyedir.


Bu ayetin beyanına göre kıyamet gününde istisnasız herkes , Allah cc yi rab olarak bilip bilmediğinden sorulacağı için yaratılışlarında bu bilgi onlara kodlanarak , Allah'ın dışında rabler edindikleri takdirde doğacak olan durumdan kendilerinin sorumlu olacakları bildirilmektedir. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler bu sorumluluğunu unutarak Allah cc dışında ilah ve rabler edinenleri uyarmak ve korkutmak için gönderilmişlerdir.

[024.041] Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi salatını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyle bildi.

Nur s. 41. ayeti araf s. 172-173 de beyan edilen durumu pekiştiren bir ayettir. Allah cc yaratmış olduğu bütün varlıklara uyması gereken kuralları beyan ederek bir düzen içinde hareket etmelerini sağlamıştır. İnsan kendisine verilen seçme serbestiyeti sonucunda hür iradesini kullanarak tesbih ve salatını başka Allahın dışındaki varlıklara hasredebilmekte ve bunun kur'ani adı şirk olmaktadır. Muhammed as a kadar gelen bütün elçiler "salatı ayakta tutma" emrini tebliğ ederek bir olana kulluğa çağırmışlardır.

[011.087]  «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Hud s.87. ayetinde kavminin Şuayb as a söylediği söz bizlere salat kelimesinin altının doldurulmasında önemli bilgi vermektedir. Şuayb as ın kıssasının hatırladığımız zaman Allaha şirk koşan ölçü ve tartıda haksızlık eden kavmine yaptığı tebliği onun Allaha olan salatının bir sonucu ve salatın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bizlere bilgi vermektedir. Buna göre salat sadece belli ritüelleri yerine getirerek, değil daha geniş bir çerçevede anlaşılarak kulluğun Allaha has kılınması şeklinde bir anlama sahiptir.

 [019.059] Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, salatı zayi ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir.

Meryem s. 59. ayeti , bu ayet öncesi  zikri geçen elçilerin adı anıldıktan sonra beyan edilerek salatın zayi edilmesinden yani salatın olması gereken yönünden başka bir tarafa kaydığı haberini vermektedir.

[029.045] Sana kitabtan vahyolunanı oku, salatı ayakta tut . Muhakkak ki salat, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı zikretmek ise muhakkak ki en büyüktür. Ve Allah; yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayeti, Şuayb as ve diğer bütün elçilerin salatın altını nasıl doldurmaları gerektiğinin yaşayarak örneklenmesine paralel bir ayet olup salatı ayakta tutmanın hayasızlık ve kötülüklerden uzak durmak  olacağı bildirilmektedir. Meallerde namaz olarak çevrilen salat kelimesinin bu şekil bir çevirisi kelimenin anlamını daralttığını düşünmekteyiz, namaz adı ile maruf ibadet bir takım ritüellerden oluşmakta olup günün belli vakitlerine tahsis edilmiştir. Namaz, salat kelimesinin içinde bir cüz olup sadece namaza indirgenmesi, namaz kılıp fakat onu kötülüklerden alıkoymayan birisinin yaptıkları hatalar bazılarının elinde kalkan olarak kullanılarak namazı delme çalışmalarına malzeme olmaktadır.

[107.001-7]Dini yalan sayanı gördün mü?İşte o, yetimi itip kakar; Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; Vay haline salat edenlerinki ki, Onlar salatlarından gafildirler.Onlar gösteriş yaparlar. En ufak bir yardımı esirgerler.

Maun suresi salatın zayi edilerek şirkin ayyuka çıktığı Mekke şehrinde ilk nazil olan surelerden olarak şehir ahalisinin genel bir portresini çizmektedir. Hitabı yerel bazda düşünecek olursak bu hitabın ilk muhatabı Mekkeli müşriklerdir ,( bu surenin bizlere bir mesajı yoktur anlamında değildir). Salatın kötülüklerden alıkoymasından hareketle onların böyle bir şuur içinde olmadıkları vurgulanmaktadır. Maun suresi içinde bahsedilen , yetim hakkını gözetmemek , yoksulu doyurmamak gibi özellikler Mekkede nazil ilk surelerde çokça vurgulanan bir durum olması salat ettiğini iddia edenlerin yaptıkları salatın olması gereken kapsama alanı ile ilgili bilgiler içermektedir.

[008.035]  Onların Beyt'in yanındaki salatları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devamedegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı.

Enfal s. 35. ayeti Mekkeli müşriklerin yaptıkları salatın değerini anlatan ayetler olarak, o salatın onlara azab olarak geri döneceğini bildirmektedir.

Ayetlerin öncelikle yerel hitab dediğimiz , nuzül dönemi muhatapları ile ilgili olarak verdiği mesajlarının anlaşılmaya çalışıldığı takdirde şöyle bir resim ortaya çıkacaktır. İbrahim as ın tebliğinden ulaşan salat kelimesi ile ifade edilen kulluk bilinci zaman içinde zayi edilmiş şirk bulaştırılmış bir hale getirilmiştir , kevser suresi ayetleri de yakın dönem Mekki ayetleri olarak zayi edilen salatın kime hasredilmesi gerektiğini beyan eder.  

[108.001-3]  (Resûlüm!) Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik. Şimdi sen Rabbine salat et ve  nahr et . Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.

Kevser suresinde emredilen salatın rabbe olmasının arka planında, salatın alemlerin rabbi olan Allah cc dışındakilere hasredilmiş olduğu anlaşılmakta ve asıl yerine oturtulması gerekeni beyan eden bir sure olarak karşımıza çıkmaktadır. Mekkelilerin yapmış olduklarının şirk olduğunu onlara tebliğ eden elçinin karşısına , her elçide olduğu gibi o kavmin mütekbirleri olanca güçleri ile karşı koyarak engellemeye çalışmışlardır , alak s. benzeri surelerde buna vurgu yapılmaktadır. 

[096.009-13]  Gördün mü şu men edeni. Salat ederken bir kulu.Gördün mü; ya o kul doğru yolda ise?Veya kötülüklerden sakınmayı emrettiyse?Gördün mü; ya yalan saydı ve yüz çevirdi ise?

Şuayb as örneğinde görüldüğü üzere Muhammed as da aynı şekilde , salatın kötülükten alıkoyması noktasında tebliğine devam etmesine karşın muhalifler var güçleri ile bunu engellemeye çalışmaktadırlar. Salatın bu şekilde genel bir çerçevesi çizildikten sonra bu kelime ile zikredilen namaz adı ile maruf ibadetin neliği ve nasıllığı konusuna.

Secde , ruku ve kıyam kelimeleri ile ifade edilen kelimelerin şekilsel olarak bir araya gelerek günün belli zamanlarında el yüz , baş ve ayağın su ile yıkanarak yapılan ritüelin adına namaz denilmektedir (4.103/4.43/5.6). 

Secde ,ruku ve kıyamın şekilsel olarak ifade ettiği anlam kişinin ululadığı bir varlığın önünde ona olan saygısının bir gösterisidir. Bu şekillerle yapılan eylemler insanlık tarihi ile aynı bir zaman sürecine sahiptir. İnsan fıtrat olarak yüce olarak bildiği birisine tabi olma itiyadında yaratıldığı için bu itiyadın Allah cc kendisine has olması gerektiğini kullarına beyan etmiştir. Toplu halde yaşamanın yine insanın fıtri bir özelliği olduğunu hesaba katacak olursak birlikte yaşamanın gereklerinden biriside düşünce birlikteliğidir , farklı düşünen insanların bir arada yaşamaları hele bu farklılık çok keskin bir biçimde oluşmuş ise bunun zorluğuna hepimiz şahid olmuşuzdur. İnsanlara Allah cc tarafından elçi ve kitablar ile gönderilen birlikte yaşama klavuzunda bu ihtiyaçlarına uygun olan kulluk gösterileri diyebileceğimiz ritüellerde tarif edilmiştir. Zaman içinde bu monoteist yapı değişi arzederek şirke dönüşmüş ve bu ritüeller Allah cc dışında varlıklara hasredilmeye başlanmıştır. 

Mekke şehrinin kur'an öncesi yapısı bu şekilde idi, secde ,ruku ve kıyam ile yapılan şekilsel gösteriler İbrahim ve İsmail as tarafından yapılan Beytullahın içine doldurulmuş olan putlara yapılmaktaydı. Bu arka plan içinde yapılan bu eylemlerinde sadece Allaha has kılınması istenerek , Allah cc ile kulun arasına konan her ne olursa olsun, şirk vasfını taşıdığı beyan edilmiştir. 

Muhammed as Mekkenin bir ferdi olması nedeniyle böyle bir alt yapı bilgisine sahip bir insan olarak Mekkelilerin yaptığı bu eylemin yanlış olduğunu bilmekteydi , bunu nasıl biliyordu diye sorulacak olursa kur'anı nuzül sırası ile okuyacak olursak Muhammed as ın bozulmamış bir insan olduğu görülecektir,kendisina nazil olan ayetler onun ayetlerin ifade ettiği bilginin alt yapısına sahip olduğunu göstermektedir. "Sen kitab nedir iman nedir bilmezdin" (42.51) ayetini onun imansız olduğuna dair bir bilgi olarak değil, kendisine indirilen kitab dahilindeki bilgilere daha önce sahip olmadığı, kavminin üzerinde bulunduğu dininde kabul edilemez olduğunu bildiği şeklinde okumak gerektiğini düşünmekteyiz , özellikle kıssaların geçtiği ayetlerde "sen bunları daha önce bilmezdin" şeklindeki ayetleri bu şekil bir bilmezlik olarak düşünebiliriz. Duha suresinde "seni dalalette iken hidayet erdirmedimi?" ayetini, bu bağlamda düşünecek olursak onun dalalette olmasını putlara tapmak şeklinde değil bir arayış içinde olmasının işareti olarak okuyabiliriz.

Salatın şekilsel boyutunu özetledikten sonra esas meselenin onun ilmihal bilgileri ile donatılmış şeklinin nasıl olacağından daha fazla, altının nasıl doldurulması gerektiği meselesidir. Gelenekteki yapının namazı ilmihal bilgileri ile boğmasına mütekabil , bu tür bilgilere karşı söylem üretenlerin bir kısmının karşı ilmihal bilgileri içinde boğulduğunu görmekteyiz. 

 Bu konu ile alakalı olarak yanlış olduğunu düşündüğümüz rivayetler üzerinde durmak gerekmektedir, namaz ibadetin sanki ilk defa Muhammed as ve kur'an ile emredildiği gibi bir düşünce oluşturularak , Cibril'in elçiye namazı öğrettiğine dair olan rivayetlerin güvenilmez olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Kur'anın genel mantık örgüsünden hareketle hiç kimsenin bilmediği ilk defa insanların duydukları bir bilgi kur'anda yer almaz,aksine insanların bildiği ama yanlış olan şeylerin doğrusu anlatılır veya önceden uygulandığı gibi bırakılır. Bundan hareketle namaz diye bilinen ritüeldeki yapılanlar, müşrikler tarafından putlara yapılan ta'zimle bir benzerlik arz etmektedir. Bu yapılan ta'zim in putlara değil, her şeyin yaratıcısı olan Allah cc ye olması gerektiği vurgusu ayetlerde yapılmaktadır. Abdest'in Medinede inen surelerde emredilmesi , vakitlerin farklı zamanda inen surelerde bildirilmesi namazın 23 senelik nuzül süreci içinde tedricen düzenlenmeye gidildiğini göstermektedir.

Bugün müslümanlar olarak yapılan tartışmalar , namaz denilen bir ibadetin olup olmadığı ,varsa kaç vakit olduğu , vakitlerdeki kılınacak rekatlerin nasıl belirleneceği üzerindeki tartışmalar sonu gelmeyen bir kısır döngü halinde sürüp gitmektedir. Tartışılacak bir taraf varsa şudurki; bugün anlamı saptırılmış kuru kuru yapılan bir ibadet haline gelen namazın Allah cc dışındaki ilah ve rableri red etmeye yönelik tarafının gündeme getirilerek yapılan secdenin ,rukunun , kıyamın hayat içine yansıyan taraflarıdır. Namazdaki secdeyi camide yapıp sonra Allah cc dılındaki ilahlara eğilenler ile , namaz diye bir şey yok scde diye bir şey yok deyip şeytana secde edenler arasında herhangi bir fark yoktur.

Toparlayacak olursak; Salat kelimesi ile ifade edilen , kulun ululadığı bir varlığa yönelimi zaman içinde mecrasından çıkarılarak şirk unsuru haline getirilmiş , elçiler salatın bu şekil değişimine asli yönüne çevirmek için gönderilmişlerdir. Muhammed as böyle bir zayi edilişin yaşandığı zaman içinde insanlara gönderilerek salatın kime ve nasıl olmasını muhataplarına tebliğ etmiştir. Salat kelimesi ile ifade edilen , zamanlı ve abdest alınarak eda edilen namazın bugünkü tartışılması gereken tarafı onun ilmihal boyutu olan vakti ,rekatları gibi tarafı değil onun Allah cc ye olan ta'zim göstergesi olması ve belirli şekilleri belirli zamanlar içinde eda edip , sonrasında diğer zamanları Allah cc nin dışındakilere hasretmek şeklinde tezahür eden anlayış salatın asli boyutundan çıkarılmış hali ile Mekkelilerin nuzül öncesi yaptıkları hataya eşdeğerdir. Allah cc bizden ilah olarak sadece ona yönelmemizi istemekte diğer ilah ve rableri red etmemizi istemektedir,namaz içinde bunu dil ile beyan edip namaz sonrası yaşantı ile söylediklerimizi red eden eylemlerde bulunmak yine kur'an ifadesi ile el çırpmaya veya ıslık öttürmeye benzer. Salatın sadece ritüel boyutu ile değil, 24 saatimizi kapsayan bir şekilde sadece Allaha yönelmek diğer ilahları red etmek şeklinde olması gereken boyutu, tarih boyunca gelen bütün elçilerin tebliği olup bizlerinde kuru tartışmalar yerine pratiğe aktarılmış bir salat içinde olmamız gerekmektedir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

19 Ağustos 2014 Salı

Hırsızlık Cezası Bağlamında Had Cezalarının Uygulanabilme Sorunu

İnsanlar yaratılış itibarı ile birlikte yaşamaya uygun bir yapıya sahiptirler , bu birliktelik bir kısım insanın diğer bir kısım insana karşı olarak hak ihlallerini de beraberinde getirdiği malum bir durumdur. Birlikte yaşamak demek, o insanların tabi olmak zorunda olduğu bir takım kurallara uymak zorunda olması demektir,hiç bir insan diğer bir insana canının istediği şekilde haksızlık yapmaya hakkı yoktur,böyle bir cürüm işlediği takdirde toplumun ceza kuralları devreye girerek haksızlık yapanı cezalandırır.

Allah cc alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak arz üzerinde yaşayan insanlara tabi olacakları kuralları elçileri vasıtası ile bildirerek dünya ve ahirette huzurlu bir hayat sürmelerini temin etmiştir. Son elçi Muhammed as vasıtası ile gönderdiği kitap, diğer kitaplar gibi arz üzerinde yaşayan insanların dünya ve ahiretteki huzurlarını sağlamak için bir takım emirler ve nehiyleri kapsamakta olup , bunlara işlenen bazı suçlara verilecek olan cezalarda dahildir. 

Kur'anda , hırsızlık ,cinayet , zina, iftira,yol kesicilik gasp gibi suçlara verilecek olan cezalar beyan edilmiştir. Bugün bu cezaların uygulanabirlik sorunu tartışılmakta olup , tarihselci görüşe sahip olan bir kısım insan özellikle hırsızlık cezasının uygulanabirliği konusunda, "cezada asıl olan caydırıcılık ise bu caydırıcılığı el kesme ile yapmak zorunda değiliz" türünden görüşler beyan ettiğine şahit olmaktayız. 

Bizce asıl konuşulması gereken şey 1400 sene inen bir kitabın muhatapları zamanındaki hırsızlık şeklinin bugün daha geniş bir alana yayılmış olması nedeniyle her suça aynı ceza verilir mi konusu olmalıdır. Bu yazımızda başta hırsızlık cezası olmak üzere had cezalarının kur'anda beyan edildiği şekli ile nasıl uygulanabileceği konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

 [005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti üzerinde bir takım modernist yorumlar ile el kesme cezasının hakiki bir anlam olarak değil mecazi bir anlam olarak anlaşılması gerektiğini düşünenler ile ilgili olarak burada herhangi bir konuya girmeyeceğiz , bu konu ile ilgili olarak müstakil bir yazımız mevcuttur. 

Yazacak olduğumuz görüşler İslam kanunları tarafından yönetilen bir belde olduğu varsayımı ile olacağı için ve böyle bir beldede önce suçun önlenmesine yönelik tedbirler alınması zorunluğu olması gerektiğinin bilinmesi gerekmektedir. Siz eğer hırsızlık yapmayı gerektirecek kadar insanları aç bırakırsanız hırsızlık yapana vereceğiniz ceza zulüm olacaktır öncelikle bunun bilinmesi gerekir , bütün önlemler alındıktan sonra eğer bir kişi hırsızlık yapıyorsa ona verilecek ceza hak olacaktır. Ömer r.a nın kıtlık zamanı hırsızlık cezasının uygulamadığı rivayetleri böyle bir kaygının ürünü olup Ömer r.a nın yapmış olduğu içtihat örnek bir davranıştır. Hatırlatmak isteriz ki bu görüşleri hukukçu kimliği olarak değil , Müslümanlar arasında konuşulan bir konuya dair bir görüş beyanı olarak okunmalıdır.

 Kur'anın hırsıza verdiği el kesme cezasından maksadın caydırıcılığı kuvvetli ve başkalarına ibret olması gereken bir ceza olduğu muhakkaktır. Bu cezayı bugüne taşıyacak olursak karşımıza değişik hırsızlık cezaları çıktığı zaman her hırsızlığa bu cezayı uygulayabilirmiyiz sorusu haklı olarak sorulacaktır.

Bugün bize herhangi bir beldeyi verip , "Alın burayı sadece Kur'ana göre yönetin" deseler elimizde olan kur'ana göre bir beldede ortaya çıkan suçlara kitabın içinden gerekli olan cezayı bulamayacağımız muhakkaktır , 1400 sene öncesindeki yaşanan hayatın şartlarına göre yaşadığımız zaman şartları içinde hırsızlık olarak görülebilecek bir çok farklı suç ortaya çıkmıştır. Adam kitap yazıyor başkası onun kitabının korsan baskı yaparak satıyor ve yazarın emeğini çalıyor,ha keza sanatçı bir müzik albümü çıkarıyor hemen onun korsanı yapılarak sanatçının emeği çalınıyor bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ,  her hırsızlık el kesmeyi gerektirecek bir cezayı mı gerektirir? sorusu burada ortaya çıkarak cevap beklemektedir.
 
Mezhep ve içtihat kavramları bugün özellikle sadece kur'an söylemi içinde olan bir takım insanların nefret ettiği bir kelimedir. Biz bu kelimelerin geçmişte içinin nasıl doldurularak hatalar yapıldığı konusunu konuşmayacağız , ancak bu kelimelerin geçmişteki işlevinin gerekli olduğunu savunarak bu gün Kur'anın hayat içinde uygulama sorunu diyebileceğimiz , ceza konusundaki her ihtiyaç olan ayeti kur'anda bulamayacağımız bizleri bu iki kelime ile ifade edilen şeyleri yapmaya mecburen sevk edecektir. 

Bugünün şartları içinde karşımıza çıkan farklı hırsızlık suçlarına tek tip bir ceza uygulamanın mümkün olmayacağı açıktır. Hukukçular , karşılarına çıkan hırsızlık suçunun ağırlığı nisbetinde bir ceza öngörüsü yapabilir bunun adı İÇTİHAT , eğer hukukçuların her biri karşılarındaki suça farklı cezalar öngörüyorlarsa bunun adı da MEZHEP olacaktır. Bir kısmımızın nefret ettiği bu iki kelime şayet kur'an ile bir yönetim tarzı ortaya konulacak ise olmazsa olmazlardan olarak karşımıza çıkacaktır. Kur'an ceza mantığı olarak caydırıcılık ve başkalarına ibret öngörmekte, suçluya acıma duygusu içinde bir hafifletme öngörmemektedir. 

Bugün eğer kur'an ile bir yönetim şekli sergilemek durumunda kalırsak karşımızdaki sorun kur'andaki cezaların uygulanabilirliğinden çok Kur'anda net olarak belirtilmeyen suçlara karşı verilecek cezalar veya genel çerçevesi çizilmiş olan suçların hangisine denk olarak bu cezaların verileceği sorunudur. 

 [005.033]  Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde bir had cezası görmekteyiz ," yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların" şeklinde bir ibarenin altını nasıl dolduracağımız yine net bir şekilde belirtilmemiştir. El ve ayağın çapraz kesilmesi veya sürülmesi şeklinde bir cezayı hak edenler aynı şekilde hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 1-öldürülmek 2-el ve ayağın çapraz kesimi 3- sürülmek şeklinde beyan edilen 3 farklı ceza çeşidi suçun derecesine göre tayin edilerek uygulanacaktır. Bu uygulamadan önce hangi suça hangi ceza verileceği hukukçuların tayini ile olacaktır. 

 [004.016]  İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tevbe edip düzeltirlerse onları bırakın. Doğrusu Allah tevbeleri daima kabul ve merhamet eder.

Nisa s. 16. ayetinde zina eden iki erkeğe eziyet edilmesinin nasıl olacağı yine Kur'anda belirtilmemiştir. Eziyet şeklinde ifade edilen kelimenin altını doldurmak herhalde işkence olmayacaktır, bu zina türü bugün tedavi edilebilir bir noktaya gelmiş olup , eziyet kelimesinin altını , "o tür fiil işleyenleri o fiilden uzaklaştırmak için gerekli olan işleri yapmak" şeklinde dolduracak olursak tedavi olmak isteyene tedavi ile , istemeyeni o fiili yapmaması için lazım gelen engellemenin hukukçuların tayini yani içtihadı ile belirlenmesi gerekir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbat edecek aranızdan dört şahid getirin, şehadet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.

 Nisa s. 15. ayeti kadınların birbiri ile olan zinasında uygulanacak olan yolu belirlerken yine ucu açık olarak uygulamayı insanların içtihadına bırakmıştır. Evler de tutmak onları hapis ederek bu işi yapmalarını engellemek demek olup eğer ıslah olmak istiyorlarsa onların ıslah olmasına yönelik her türlü tedbir alınması gerekmektedir, tevbe etmeleri onların bu işi bir daha yapmamaları demek olup bu tevbelerini kolaylaştıracak tıbbı tedavi dahil her türlü önlemin alınarak onlar topluma kazandırılacaktır.

Zina ve hırsızlık suçlarının cezalarına baktığımız zaman bu cezadaki maksatlardan birinin o suçu işleyeni toplum içinde ifşa etmek ve bu suçu işleyenlere acımamak gibi bir şeye matuf olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir maksadı gözeterek kur'anda cezası bulunmayan tecavüz suçunun cezası zina cezasından daha ağır olmak şartı ile hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 

[002.178]  Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

Cinayet suçunun cezası ile ilgili olarak , maktulun yakını tercih ettiği takdirde katilin diyet ödeyerek kurtulma şansı vardır , bu diyetin tespiti yine kur'an tarafından tayin edilmemiş yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına bırakılmıştır. Bu şekil bir ucu açıklık kur'anın had cezalarının tarihsellikten evrenselliği çıkarılması anlamını taşır , insiyatifi insanlara bırakarak yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına göre değişkenlik arz eden şartlara uyum sağlamak amacı güdülmektedir.

Nisa s. 92. ayetinde hata ile adam öldürmenin hükmü beyan edilirken diyet olarak "mü'min bir köle" azad edilmesi gerektiği buyurulmaktadır, bugün içinde bulunduğumuz şartlar bizi bu şekil bir diyet ödemekten mahrum kılmış olması kölelik müessesesinin yeniden canlandırmaya mecbur bıraktığını söyleyemeyiz , bu şekil bir diyet yerine hukukçuların bunun yerini tutacak bir diyet içtihadında bulunmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak ; kur'an insanların dünya hayatını düzenleyen bir takım kurallar getirmiştir , bu kuralların içinde insanların birbirlerinin haklarını çiğnedikleri zaman dünya hayatında onlara uygulanacak olan cezalarda mevcuttur. 1400 yıl önce belli bir zaman ve mekana hitab eden bir kitab olarak inen kur'andaki had cezalarını sadece o zaman has kılırak tarihselliği gömmek taraftarı değiliz. 

Kur'an insanlar için kıyamete kadar hayat rehberi olacaksa ki olacaktır , o zamana kadar yaşayacak insanların ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler getirmiştir. Had cezalarındaki maksat üzerinden gidilerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan bazı suçların hukukçular tarafından tayin edilerek uygulanmasına açık kapı bırakılmış olması kur'anın eksik olması değil onun çağlara hitap eden bir kitap olmasındandır. Bu açıdan bakıldığında bir beldenin yönetimi eğer kur'an ile olacaksa öncelikle o suçları işlemeye sevk edecek unsurların ortadan kaldırılarak suça teşvik edilmesi ortadan kaldırılır , bu sağlandıktan sonra eğer birisi suç işlerse caydırıcı ve başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılır ki bir daha bu suçun işlenme olasılığı azalsın. 

Bu noktada "sadece kur'an" söyleminin bazı sıkıntılı tarafları da ortaya çıkmış olduğunu belirtmek isteriz. Eğer bir belde sadece kur'an içindeki hükümler ile yönetilecek diye bir düşüncemiz olduğu takdirde Kur'an içinden bütün hükümleri net olarak bulmamız imkansızdır. Burada insan faktörü devreye girerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan konularda yine Kur'an mantığından hareketle uygun çözümler bulmak hukukçulara düşmektedir. Hukukçuların bu şekil bir çıkarım çalışmasının adı içtihat , hukukçuların kendi aralarında aynı konu üzerindeki farklı görüşleri mezhep olacaktır , her ne kadar bu iki kelimeden bazılarımız ürperse de kur'anı eğer insan yönetiminde kullanacak olursak bu iki kelime ile ifade edilen işler mutlaka olacaktır. 

Yine hatırlatmak isteriz ki , bugün konuşulması gereken şey öncelikle kur'anın hayat içindeki kuralları düzenleyen bir kitap olduğu ve had cezalarının uygulanabirliğinden ziyade Kur'anda hükmü bulunmayan cezaların veya çağdaş ihtiyaçların , Kur'ana bağlı kalarak hüküm çıkarma kabiliyetine haiz olan hukukçuların yetiştirilmesi çabası olmalıdır .

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

17 Ağustos 2014 Pazar

Helakın Evrenselliği Noktasında Kur'anda Bir Gezinti

Malum olduğu üzere Kur'anın pek çok yerinde Muhammed a.s dan önce gelen elçilerin kavimlerinin helak edilmesi ile ilgili bölümlere rastlamaktayız, yine malumdur ki bu helak olaylarının devam eden bir süreç olup olmadığı, şimdi bu tür helaklerin neden devam etmediği gibi tartışmalara da rastlamaktayız. 

Kur'anın helak olaylarını anlatım üslubunun din dili denilen bir üslup içinde anlatılmış olmasının bu olayların sadece gelen elçileri kabul etmeyen , Allah c.c ye şirk koşmaya devam eden kavimlerin başına gelen olaylar şeklinde sınırlayıp, "artık bu tür helak olmaz" şeklinde bir düşüncenin doğru olmadığını düşünmekteyiz. 

Kavimlerin yıkımı onları bu yıkıma götüren sebeplere sarılmaları , dolayısı ile yıkımı hak etmeleri neticesinde gerçekleşmiş olup evrensel yasalar dediğimiz kurallar içinde gerçekleşmiş bir durumdur. Kavme elçi gelmiş olması onlara yaptıklarının hatalı olduğunu bildirmek için olup bilmedikleri bir suç yüzünden helak edilmiş değillerdir. 

[013.011]  Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır, onu Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğini! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur.

Rad s. 11. ayeti , evrensel yasa dediğimiz Sünnetullah'ın işleyişini anlatan bir ayet olarak anahtar konumundadır. Bu kurala göre işleyişin müsebbibi insan olup yaptığı olumlu ve olumsuz eylemlerden hak ettiğini Allah cc dünyada ve ahirette karşılık olarak verecektir.

Helak olayı, Allah c.c nin insanlara ve o insanların oluşturduğu toplumlar üzerine koymuş olduğu evrensel yasaların çiğnenmesinin doğal bir sonucu olup, konulan evrensel yasalar kıyamete kadar işleyeceği için helak olayları da her zaman olabilirliğini koruyacaktır, asıl mesele bu helakin nasıl gerçekleşeceğinin ipuçlarını yine kur'andan okuyabilmektir.

Bu olayların arkasında yatan sebepleri sadece yaşandığı zaman ve mekana has kılarak okuduğumuz zaman kur'anın bu olayları anlatım sebebi olan "ibret almak" şeklindeki mesajı ötelenmiş ve sadece eskilerin masalları olarak okunmuş olacaktır. Muhammed as dan artık bir elçinin gelmeyecek olması bu helaklerin yaşanmayacağı anlamına gelmemelidir.

[011.120]  Peygamberlere ait haberlerden kalbini yatıştıracak olanlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.
[003.137]  Sizden önce, Allah’ın koymuş olduğu hayat kanunlarına uygun olarak(sünen), nice olaylar, ümmetler geçti... İsterseniz dünyayı gezip dolaşın da dîni yalan sayanların âkıbetlerini görün!
[006.011]  De ki: «Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»
[025.037]  Nuh kavmine gelince, peygamberleri yalancılıkla itham ettiklerinde onları, suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret yaptık. Zalimler için acıklı bir azap hazırladık.
[029.015]  Buna karşılık Nuh'u ve gemidekileri kurtararak bu olayı bütün insanların ders alacakları bir ayet yaptık.
[029.035]  Andolsun ki; akleden bir kavim için Biz, orada apaçık bir ayet bırakmışızdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerindeki örnekleri çoğaltmak mümkündür,ayetlerde helak edilen şehirlerden, sonrakilerin ibret alması istenmektedir, bu isteğin sebebi yapılan hataların tekrarlanarak aynı olayın sonrakilerin başlarına gelmesini gerektirecek kuralların işlememesini sağlamaktır.

Bu ayetleri sıraladıktan sonra helak olayının devam eden bir süreç yani Sünnetullah olduğu ile ilgili ayetleri verelim. 

 [007.034]  Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.
 [010.049]  De ki: «Allah'ın dilemesi dışında ben kendime bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Her ümmet için bir süre vardır; süreleri sona erince bir saat bile geciktirilmezler ve öne de alınmazlar.»
[016.061] Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.
[015.005]  Hiçbir ümmet kendi süresini öne alamaz, geciktiremez de.

Bu ayetler ulusların sonlu olmasının bir kural olduğunu , ve bu kuralın illaki uygulanacağını bildirmektedir. Ulusların sonlarını hazırlayan bu kuralı uluslar kendi elleri ile hazırlamakta olup , Allah cc nin keyfi bir tasarrufu asla değildir. Bir çok ayetin "Allah kullarına zulmedici değildir" şeklinde gelmiş olması bu durumun müsebbiplerinin kullar olduğunu beyan eder. Peki kullar kendilerine nasıl zulmeder de kendilerinin sonlarını hazırlarlar?. 

Tabi burada şöyle bir soru akla gelecektir ; Kur'anda kavimlerin sünnetine baktığımız zaman o kavme elçi geliyor ve elçiyi ret etmenin sonucunda helak gerçekleşiyor , peki bugün elçi yok ve kıyamete kadarda gelmeyecek olduğuna göre yıkımın haksızlığı gündeme gelmez mi? . Cevap olarak ,  bu yıkım, aşağıda vereceğimiz örnek ayetler ile ekolojik ve ekonomik dengenin bozularak hayata yansıması sonucunda gerçekleşecektir diyebiliriz. 

 [030.041]  İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.
[002.205]  O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.

Rum s. 41. ve bakara s. 205. ayetleri insanın fesada yönelik olan tarafının çalışması ile arz üzerinde dengelerin bozulduğunu beyan etmekte ve bu yaptıklarının karşılığını onlara gösterildiğini beyan etmektedir buda evrensel kural olup dünyanın dengesinin bozulması yüzünden başımıza gelen sıkıntıları hepimiz yaşamaktayız. Bu ayetlerde beyan edilen ekolojik dengenin bozulması sonucu meydana gelen felaketleri helak olarak niteleyebiliriz. 

 [007.097-98] Kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?Yahut kentlerin halkı, kuşluk vakti eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?
 [016.045] Kötü işler düzenleyenler Allah'ın kendilerini yere batırmasından yahut farketmedikleri bir yerden onlara azabın gelmesinden güvende midirler?
[012.107]  Allah tarafından, onları kuşatacak bir azaba uğramalarından veya farkına varmadan, kıyamet saatinin ansızın gelmesinden güvende midirler?
[017.068]  Onun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.

Yukarıda verdiğimiz örnek ayet meallerini sadece Mekkelileri korkutmak için indirildiği zannına kapılırsak bir çok ayetin hükmü otomatikman kalkmış sayılacaktır. İnsanlar yaptıkları ile hak ettiği sonuçlara kıyamete denk ulaşacak olup bu tür felaketlerin bugün olmaz ise yarın olmayacağını kim garanti edebilir?.

Bugün ozon tabakasının delinmesi sonucu meydana gelen felaketlerin ,önlem alınmadığı takdirde ilerleyen yıllarda daha büyük felaketlere yol açmayacağını kim bilebilir? veya kutuplardaki buzulların erimesi ile meydana gelecek olan su basmalarının Nuh as ın kavminin başına gelen tufan gibi olmayacağını kim bilebilir? 

Birde ekonomik dengenin bozulması sonucu meydana gelen helak olayları vardır, bu tür helakin gerçekleşme şekli ise ekonomik krizler şeklinde olup insanları ve ulusları derinden etkilediğine hepimiz şahit olmaktayız. Bu tür helaklere insanın nankör ve unutkan olması yol açmakta daha önceki krizleri unutarak hiç olmamış gibi bir hayat sürmeleri yeni krizlerin doğmasına sebep olmuştur ve olmaya devam edecektir. 

Kur'anın bu durumu anlatan ayetlerinden bir kaç tane örnek sıralayalım. Allah c.c Araf s. 31. ayetinde "yiyin için israf etmeyin o israf edenleri sevmez" buyurarak dengeli bir hayat sürülmesi gerektiğini beyan etmiştir. Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[002.155]  Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.
[010.021]  İnsanlara darlık geldikten sonra onlara bolluğu taddırdığımızda, hemen ayetlerimize dil uzatmağa kalkışırlar; onlara de ki: «Hile yapanın cezasını vermekte Allah daha çabuktur.» Elçi meleklerimiz kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazmaktadırlar.
[011.009]  And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[030.036]  İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
[042.048]  Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.

Hayat içindeki inişler ve çıkışları imtihan olgusu içinde değerlendiren Rabbimiz kullarına bu konuda sabır tavsiye ederek imtihanı başarmalarının anahtarını vermektedir. Ama insanın nankör ve unutkan tarafı bu konuda da ortaya çıkmaktadır.

[006.042-44]  Andolsun ki, senden önce bir takım ümmetlere de peygamberler gönderdik; dinlemediler. Biz de onları yalvarıp yakarsınlar diye darlık ve sıkıntı ile cezalandırdık.Hiç değilse, onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lakin kalbleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi.Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[007.094]  Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.Sonra kötülüğün yerine iyiliği koyduk, öyle ki, çoğalıp, «babalarımız da darlığa uğramış, bolluğa kavuşmuşlardı» dediler. Bu yüzden onları haberleri olmadan, ansızın yakalayıverdik. Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[023.073-77]  Aslında sen, onları dosdoğru bir yola çağırıyorsun.Ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları içinde bocalayıp kalırlar. And olsun ki, Biz onları azabla yakalamıştık, yine de Rablerine boyun eğmemiş ve yakarmamışlardı.Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerdeki bilgiler çerçevesinde, evrensel kural olarak görülebilecek olayların cereyan etmesi helakin elçiler sonrası zamanlar için ekonomik ve sosyal kriz şeklinde meydana gelebileceğini gösterir. 

Yusuf a.s ın , hükümdarın gördüğü rüyayı 7 sene bolluk , 7 sene kıtlık ve ardından yine bolluk olarak yorumlaması,  bizi ulusların kaderi diyebileceğimiz bir noktaya götürür. Her ulusun yaşadığı zaman içinde darlık ve bolluk şeklinde inişli çıkışlı bir hayat üzerinde gittiği herkesin malumudur. Yusuf as kıssası bu evrensel kaderi bizlere anlatarak , bolluk zamanı gelebilecek olan darlığa hazırlıklı olunmasını bizlere öğretmektedir. Bolluk zamanı ambarlarını gelecek olan darlığa karşı dolduran Yusuf as kıtlık ekonomisini başarılı bir biçimde yürütmüş ve ülkesini düze çıkarmıştır.  

Dünyanın global bir köy olarak tanımlandığı çağımızda, ülkemiz harici başka bir ülkede meydana gelen ekonomik zorluklar anında başka ülkelere de sirayet ederek neredeyse tüm dünyayı etkilemektedir. Bu gibi ekonomik krizler beraberinde sosyal krizleri de getirerek toplumların ahlaki yönden de çökmesine neden olmaktadır.

Ulusların bu duruma düşmemeleri , "herkes kapısının önünü temizlerse sokak tertemiz olur"misalinden yola çıkılarak önce kişisel bazda tedbirler ile olacaktır. İsraf, kişileri ve o kişilerin oluşturduğu ulusları yıkıma götüren en büyük faktördür. Bu gün ülkemize baktığımız zaman bir önceki krizden kurtulan insanların , o krizden ders çıkartmak yerine alabildiğince israfa yönelik bir hayat tarzına devam etmeleri evrensel kural olan yeni bir krizin çıkmasına yol açacaktır.

İstatistik verilerine baktığımız zaman milyonlarca kişinin kredi yolu ile aldığı borcun toplamı korkunç boyutları ulaşmış olup devlet tarafından buna engel olmak için bazı çareler düşünülmektedir,tüketime dayalı ekonomik sistem böyle bir engeli delmek için reklam vasıtası ile insanların şuur altlarına öyle emirler göndermektedir ki , kredi kartı olmayan veya bankadan kredi çekmeyen bir insan sanki aptalmış gibi bir hava oluşturularak bu şekil borçlanmayı körüklemektedirler. 

Bankaların bir çoğunun sahiplerinin Yahudi asıllı insanlar olması , bu bankalar tarafından alabildiğince borçlandıran insanımızın , dolayısı ile insanların oluşturduğu bu ülkenin nereye sürüklenmek istendiğinin göstergesidir. IMF denilen uluslararası para fonunun, krize giren ülkeleri kurtarmak!!! amacı ile faiz ile borç vermeleri o ülkeyi ve insanları ne hale getirdiğini uzağa gitmeye gerek kalmadan yaşadığımız ülke üzerinde hepimiz şahit olduk. 

Savaşların artık sadece askeri olarak değil ekonomik olarak yapıldığını düşünecek olursak , bir ülke diğer ülkeyi yıkıma uğratmak onu sömürmek için onu borçlandırma yoluna giderek esir almakta ve istediklerini ona dikte ettirmektedir. IMF denilen örgütün ülkemize borç vermek için koyduğu şartları hatırlayacak olursak bu borcu babalarının hayrına vermedikleri ülkeyi esir almak amacı ile verdikleri görülecektir. 

İsraf ekonomisine uygun olarak harcama yapan insanların , darlık zamanı düştükleri durumdan kurtulmak için yaptıkları gayri meşru işler olan, hırsızlık , fuhuş ,gasp, cinayet v.s eylemler toplumu rahatsız ederek herkesi diken üzerinde oturmasına sebep olmaktadır. Büyük şehirlerdeki duruma baktığımız zaman bu hal bariz biçimde görülmektedir,hatta daha küçük yerleşim birimlerine kadar bu rahatsızlık sirayet etmiştir. 

Kur'anda zikri geçen elçilere baktığımız zaman kavimlerinin şirk işlemesi ile birlikte ekonomik ve sosyal denge konusunda aykırı davranışlar sergilediklerini görmekteyiz. Salih a.s ın kavmine gönderilen dişi deveyi öldürmeleri , ekolojik dengeye ihanet , Şuayb a.s ın kavminin ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarının ekonomik dengeye ihanet , Lut as kavminin cinsel sapkınlığı sosyal ve fıtri dengeye ihanet olarak yorumlanacak olursa toplumların yıkımını hızlandıran sebepleri , şirk , ekonomik , ekolojik ,sosyal ve fıtri dengeyi bozmaları olarak görebilir ve bu özelliklere sahip olan ulusların yıkımlarının hak olduğunu söyleyebiliriz , helak olayını illaki gökten taş yağması şeklinde olmasını beklemeye gerek yoktur toplumların bu şekil çöküşleri de onların helak olması anlamına gelmektedir. Aşağıda vereceğimiz ayet mealleri evrensel kural olarak okuyabileceğimiz ayetlerdir. 

[015.004]  Biz, hiç bir kasabayı bilinen bir yazısı olmaksızın helak etmedik.
[017.016]  Ve Biz bir beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine (hakka itaat etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş olurlar. Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş olur. İmdi onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.
[017.058]  Kıyamet gününden önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir şehir yoktur. Bu, Kitap'da yazılıdır.

Ulusların kaderi ile ilgili kitab , ulusların yapmış olduğu amellerin kuralıdır, yani nasıl bir hayat tarzı sürerlerse ona göre bir karşılık alacaklardır. Allah cc hiç bir ülkeyi yıkımı hak etmeden yani günahsızlar iken yıkıma uğratmaz buda bir Sünnetullah'tır, hud s. 117. ayeti bize bunu beyan etmektedir.

[011.117]  Rabbin, kasabaların halkı ıslah olmuşken, haksız yere onları yok etmez.

Kur'anda kavimlerin helaki ile ilgili ayetlere baktığımızda adı geçen elçilerden önce bir çok elçi o kavme gelmiş olup , o kavmin helak ile neticelenen sonunda içlerinde olan elçi o kavme son gelen elçidir , bu durum bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir.  

[041.013-14] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.»Kendilerine önlerinden, arkalarından elçilerimiz: «Allah’tan başkasına sakın ibadet etmeyiniz» dediklerinde onlar: «Rabbimiz olan Allah dileseydi, üstümüze melekler indirirdi, böyle olunca biz sizinle gönderilen şeylerin hepsini inkâr ettik» dediler.
[011.059] İşte Ad kavmi, Rablerinin ayetlerini inkar ettiler, resullerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular.
[025.037]  Nuh kavmini de Resulleri tekzib ettikleri vakıt gark edib kendilerini insanlara bir ıbret kıldık: hazırladık da zâlimlere elîm bir azâb
[046.021]  Âd kavminin kardeşini (Hûd'u) an. Zira o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların da gelip geçtiği Ahkaf bölgesindeki kavmine: Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum, demişti.

Kur'ana baktığımız zaman zikri geçen elçilerin kavimlerinin helak edilme sünneti olarak onlara elçi gelmiş olmasının gerektiği beyan edilmektedir. 

 [017.015] Kim doğru yola giderse ancak kendisi için doğru yola gitmiş olur ve her kim sapıtırsa ancak kendi aleyhine olarak sapıtmış bulunur. Ve bir günkar kimse başkasının günahını yüklenmez ve Biz bir resûl gönderinceye kadar azap ediciler olmadık.
[026.208] Uyarıcılar olmaksızın Biz, hiç bir kasabayı helak etmedik.
[028.059] Rabb'in memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.

Kur'anda zikri geçen elçilerin kavimlerinin toptan helak edildiği malumdur , dün helak edilen o kavimleri işledikleri suçların aynısını işleyenler de helak edilme ile karşı karşıya geleceklerdir. İçinde bulunduğumuz durumu göz önüne alarak sosyal ve ekonomik ve ekolojik olarak dünyanın geldiği hali görüp helakten farklı bir durumda olmadığımız açıktır. Durum maalesef her geçen gün dahada kötüleşerek daha büyük felaketlere gebe bir hale gelmektedir.

Sonuç olarak; kur'anda anlatılan helak olayları Allah c.c nin koymuş olduğu kurallara riayet etmeden sürülen bir hayatın sonucu olup , bu durum bir kurala yani Sünnetullah'a bağlanmıştır. Günümüzde helak olgusu ulusların , ekonomik,ekolojik,sosyal dengeleri bozarak toplumların ifsat olmalarına sebep olması şekline bürünmüştür. Her türlü dengenin bozulduğu bir toplum içinde yaşamak bizler için bir nevi helak olmak demek olup bu durumdan kurtulmak mümkündür. 

Bu mümkünlük Allah c.c nin Rad s.11. ayetinde " Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğin! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur." şeklinde buyurulduğu gibi toplumlar nasıl ifsad olmak yolunda bir irade beyanında bulunup ,Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlandıysa , aynı şekilde ıslah olmak yolunda bir irade beyanında bulunurlarsa, Allah cc tarafından bu iradelerine uygun yolda yürümeleri sağlanacaktır. Aynı durum Enfal s. 53. ayetinde de beyan edilmekte olup insanlar ve onların oluşturduğu ulusların evrensel yasalar olarak belirlenen kaderleri dahilinde yapmış oldukları eylemlerde neyi hak ediyorlarsa onu bulmaları değişmez bir yasadır.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.