Müslümanlar arasındaki ihtilaflı düşüncelerin kaynağını oluşturan en başta gelen sebeb, yanlış peygamber anlayışıdır. Klasik İslam düşüncesi içindeki peygamber anlayışı , onun söylediği iddia edilen sözlerin vahiy ile eşdeğer ,ve onun sözlerinin toplandığı kitapların Kur'ana muadil kitaplar olduğu düşüncesinin yerleşmesi sonucunda Kur'an ile uyuşmayan düşünceler ortaya çıkmış ve bu düşünceleri savunanlar ile red edenler arasındaki tartışmalar sürüp gitmektedir.
Konumuzu Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin kaynağı ve sınırı olarak belirlediğimiz için, bu konudaki oluşturulmuş olan yanlış düşünceleri irdelemeye çalışarak ve bu konudaki Kur'ani düşüncenin nasıl olması gerektiği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
"Ğayb" kelimesi ; Algıdan ve insan bilgisine saklı kalan şeyler ile ilgili olarak kullanılan bir kelimedir.
Kur'an içindeki bir çok ayette , gayb bilgisinin sadece Allah (c.c) nin elinde olduğu yönünde bilgiler mevcuttur.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada
ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı
kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[027.065] De ki: «Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.» Ne
zaman diriltileceklerini de bilmezler.
[068.047] Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da onlar mı
yazıyorlar?
Gayb bilgisine sahip olmak İlah olmanın bir gereği olduğu için, böyle bilgiler hiç bir beşerin uhdesinde olmayıp bu durum Muhammed (a.s) için de geçerlidir. Kendisine Kur'an indirilen elçi Muhammed (a.s) , kendisinin beşer bir elçi olma durumunu ve insan üstünlükten herhangi bir payı olmadığının bilinmesi için, gayb bilgisine sahip olmadığını beyan etmektedir.
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da
bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.»
De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188] De ki: «Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve
zarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak
hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden
bir topluluk için, bir uyarıp-korkutucu ve bir müjde vericiden başkası
değilim.»
Allah (c.c) bu bilgileri kime , ne kadar ve nasıl açacağını şu şekilde beyan etmektedir.
[072.026-8] O bütün gaybı bilir. Fakat gaybına kimseyi vakıf etmez.
Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve
arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab’lerinin mesajlarını, o
gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler.
Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş,
her şeyi bir bir kaydetmiştir.
Bu ayetlerde istisna edilen gayb bilgisinin elçilere bildirilmesinin , Muhammed (a.s) ın elçiliği bazındaki keyfiyeti ona vahyedilen kitap içindeki bilgiler ile olup bunun dışında herhangi bir bilgi kaynağından ona bu tür bilgiler verilmemiştir.
Muhammed (a.s) a gayb bilgisi , kendisinden önce geçmiş kavim ve elçilerin başlarından geçenlerin haberleri olarak bildirilmiş olup , kendisine vahy edilmeden önce böyle bir bilgiye sahip olmadığı , vahy edilenin haricinde de herhangi bir bilgiye sahip olmayacağı bildirilmektedir.
[003.044] Bu Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi
kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin, çekişirlerken
de orada bulunmadın.
[011.049] İşte bunlar, sana vahyile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir.
Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, iyi sonuç
Allah'tan korkanlarındır.
[012.003] Biz sana bu Kuran'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini
anlatıyoruz. Doğrusu, senin bundan önce hiç haberin yoktu.
[012.102] İşte bu, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa
onlar yapacaklarına karar verip mekir (oyun) yaparlarken sen yanlarında
değildin.
[018.022] Ashab- ı Kehf'in sayılarında ihtilaf edenlerden bazıları: Onlar,
üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir» diyecekler. Diğer bazıları da «Onlar, beş
kişidir, altıncıları köpekleridir « diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında
tahmin yürütmektir. (kimileri de:) «Onlar, yedi kişidir; sekizincisi
köpekleridir» derler. De ki: «Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.» Onları
ancak pek azı bilir, Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir
münakaşaya girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!
[028.044] Musa'ya o emri vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde
bulunmuyordun, olayı görenlerden de değildin.
[028.045] Bilakis biz nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun
zamanlar geçti. Sen, âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen
halkı arasında oturmuş da değilsin; (onları sana) gönderen biziz.
[028.046] Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin.
Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir
rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[038.069-70] Mele-i Âla sakinleri tartışırlarken kendi aralarında neler
konuştuklarına dair bilgim yoktur. Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyolunuyor.
Verdiğimiz ayet meallerinin genel çerçevesi , Muhammed (a.s) ın sahip olduğu bilgilerin onun daha önce bilmediği şeyler olduğu , bu bilgileri vahy ile öğrendiğidir.
Bu bilgiler çerçevesinde, özellikle Kur'an kıssaları ile ilgili ayetlerin tefsirlerinde "Hadis" adı altında o kıssalar ile ilgili olarak gelen bilgilerin sıhhat derecesi nedir ?
Muhammed (a.s) ın gayb ile ilgili bilgileri sadece Kur'an ile sınırlı olup , Kur'an harici olarak onun adına rivayet edilen gelecek veya geçmiş ile ilgili bilgiler eğer Kur'an tarafından onay almıyorsa , bu rivayet ve bilgilerin içinde bulunduğu ktapların adı üzerinde her ne kadar dokunulmazlık gibi özel durumlar yüklenerek , eleştirilemez , sorgulanamaz konuma yükseltilmiş olsa dahi bu bilgilerin adı "İFTİRA" ve "UYDURMA" bilgiler olup yeri sadece çöp tenekesidir.
Muhammed (a.s) a bu tür gaybi bilgilerin "Öğretildiği" şeklinde iddialara gelince ; Muhammed (a.s) a öğretilen bilgi sadece ve sadece bu gün elimizde iki kapak arasında korunmuş olan kitap içinde olup , ona bu kitap harici olarak herhangi bir bilgi indirilmemiştir. Cibril ona geldiği zaman, "Bu okuduklarım ayettir bunu mushafa yazdır , bu okuduklarım ayet değildir mushafa yazdırma bunların adı hadisi kutsi olsun" şeklinde bir beyanda bulunmamıştır.
"Vahyi gayri metluv" adı altında ihdas edilen teori , hadisleri ayet kategorisine koymak için üretilmiş bir teori olup , temelinde İsa (a.s) a yapılan ilahlaştırma ameliyesi yatmaktadır. Bu gib düşünceler , Muhammed (a.s) ın elçilik görevini hakkı ile yapamadığı ve kendisine vahy edilenlerin tamamını bir kitap içinde toplayamadığı gibi bir iddiayı beraberinde getirmesi açısından tehlikeli sonuçlara gebedir.
[069.044-7] Eğer o, Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı,
Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.Sizden kimse de buna mani olamazdı.
Muhammed (a.s) ın yapmadığı Allah (c.c) nin sözüne karşı bazı sözler katma işini , ondan sonra gelenler bazı Kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil ederek (Necm s. ilk ayetlerin buna örnektir), onun Kur'an harici söylediklerinin de "Vahy" olduğunu iddiaları ile birlikte Kur'ana hadisleri de ilave ederek, Yahudilerin Tevrat'a yaptıkları gibi Kur'ana da aynı muameleyi uygulamışlardır.
Bu kitaplar içindeki yanlış bilgiler şayet Kur'ana aykırı olduğu gerekçesi ile red edilmeye kalkışıldığında karşımıza şiddetli bir biçimde, bu kitapların içindeki bilgilerin sağlam olduğu asla hata barındıramayacağı gibi itirazlar çıkmaktadır. Bu kitaplar üzerinde öyle bir mahalle baskısı kurulmuş ki itiraz edince sanki o kitabın yazarı o kimseyi çarpacak korkusu hakim olmuştur.
Sonuç olarak ; Gayb'ı bilmek ilah olmanın bir gereği olduğu için, bu bilginin anahtarı sadece Allah (c.c) nin elindedir. Bu bilgiden dilediğini elçilerine açmasının keyfiyetini ayetlerin yardımı ile öğrenmekteyiz. Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin kaynağı sadece Kur'an olup , gayb bilgisinin sınırı da sadece Kur'an içindeki bilgiler ile sınırlıdır. Kur'an kıssaları ile ilgili geçmiş kavim ve elçilerin anlatıldığı ayetlerin tefsirlerinin yapıldığı kitaplarda "Hadis" adı altında gelen bilgilerin tümü "İsrailiyyat" adı verilen bilgiler olup kaynağı Yahudi ve Hıristiyanların aktardığı bilgilerdir. Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan , kerametleri müritlerinden menkul tarikat baronlarının gaybı bildikleri iddiaları tamamen uydurma ve iftira ve yalan dan başka bir şeye dayanması mümkün değildir. Hadis usulunde bile özellikle güvenilmez hadisler kategorisine dahil olan hadis gurupları gaybe dair haber veren hadisler olduğuna göre bu uydurma ve yalanlar bir kısım hadisçiler tarafından bile kabul edilmeyerek red edilmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
30 Ağustos 2015 Pazar
28 Ağustos 2015 Cuma
"Kutsal Kitap" Deyimi ve Hayat İçindeki İşlevi
"Kutsal Kitap" terimi insanlığın büyük çoğunluğunun işittiği bir terim olup , Dünya üzerinde yaşayan insanların büyük ekseriyeti bu terime dahil olan kitaplara iman ettiğini iddia ederek aidiyet ortaya koymaktadırlar. Bu terime dahil olan kitapları Allah (c.c) indirerek bunların içindeki muhteviyata göre hayatlarını şekillenmesini istemiştir.
"Kutsal Kitap" terimini daha geniş anlamda ele almak mümkündür. "Kitap" kavramını insanların yaşamları üzerine hakim olan din , düşünce , sistem , fikir akımı v.s olarak çeçevelendiğimiz zaman , istisnasız olarak yaşayan bütün insanların kudsiyet atfettikleri bir düşünceleri bir inançları vardır.
Kendisini "Marksist" olarak nitelendiren kimsenin tabi olduğu "Kutsal Kitab" Marks'ın görüşlerinin derlenmiş olduğu kitaplardır. Aynı şekilde kendisini "Kemalist" olarak ifade eden kişinin "Kutsal Kitab" ı , bu ideolojinin sahibinin derlediği görüşleridir. Kişi kendisini "Ateist" olarak nitelendirerek, inandığı hiç bir kutsal olmadığını iddia etse bile, onun kutsalı ateizm'in öğretileri olup tabi olduğu "Kutsal Kitap" mutlaka vardır. Bu terimi illaki yazılı bir materyal içindeki düşüncelere tabi olmak şeklinde düşünmeyelim , bir futbol kulübüne veya bir müzik gurubuna olan aşırı ilgi, bunları kutsanmış ve bir şekilde ilah derecesine yükseltilmiş konuma getirmektedir.
Biz "Kutsal Kitap" terimini, Allah (c.c) nin indirmiş olduğu vahy kitapları çerçevesinde değerlendirerek kapsamı biraz daha daraltıp, bu terimin elimizde olan "Kur'an" ile ilgisine dikkat çekmeye çalışacağız.
Allah (c.c) neden kitap ve elçi gönderir?.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yegane sahibi olarak , yarattığı insanların yaşamları içinde yapması ve yapmaması gerekenleri kurallara bağlamıştır. Bu kuralları biz insanlara bildirmek için bizlerden olan insanları seçerek onlara vahy yolu ile kitaplar indirmiştir. Tevrat , Zebur , İncil , Kur'an adı ile bildiğimiz bu kitaplar yazıya geçirilerek kaybolması önlenmiştir. Yazıya geçirilme sürecinde bu kitapların muhteviyatına ilave veya eksiltme şeklinde müdahelelerin olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Bunları tartışmak bu yazının konusu değildir , bu yazının konusu Kur'an çerçevesinde "Kutsal Kitap" teriminin hayat içindeki işlevi nasıl olmalıdır ? sorusunun cevabı üzerinde olacaktır.
Kur'an, 1500 yıl kadar önce Arap yarım adasında yaşayan Muhammed (a.s) adlı kişinin elçi seçilmesi suretiyle ona inmiş olan bir kitaptır. Elimizde mushaf yani sahifelenmiş halde bulunan bu kitap , Muhammed (a.s) a 23 senelik bir zaman zarfı içinde sözlü olarak inmiş ve Muhammed (a.s) hayatta iken yazıya geçirilmiştir. Elimizdeki mushafın içinde, Muhammed (a.s) a indiği halde mushafa alınmayan veya inmediği halde mushafa alınmış olan ayetlerin var olup olmadığının tartışılması her iki türdeki iddia sahiplerinin somut bir delil ortaya koyamaması yani ne mushafa alınmayan ayet ne de mushafa vahiy harici konmuş bir ayet olup olmadığı yönünde elimizde orjinal bir Kitap olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. Bizim bu konudaki kanaatimiz , elimizdeki Kur'anın Muhammed (a.s) a indiği şekli ile ne eksik ne fazla bir biçimde korunmuş olmduğu yönündedir.
Bizim asıl konumuz, elimizde olan bu Kitab'ın içinde eksiklik veya fazlalık olup olmadığının tartışılması değil , elimizde olan Kutsal Kitab'ın işlevi nedir ? sorusunun cevabını aramaktır.
Günümüze baktığımız zaman biz Müslümanların elimizde olan mushaf ile ilgili olarak yaptıklarını 2 gurup altında incelemek mümkündür.
Gelenekten gelen bir inanç olarak, mushaf dediğimiz yazılı materyal, kutsal bir yapıya büründürülmüş olup, ha deyince dokunmanın mümkün olmadığı bir kitap haline sokulmuştur. Dokunmak için abdestli olmak gerektiği , adetli bir bayanın buna el sürmesinin mümkün olmadığı yönündeki görüşler hepimizin malumudur.
Onunla ilgili olarak ilk ritüeller geçildikten sonra onun içindeki surelerin veya ayetlerin belirli gün ve zamanlarda okunması , belirli hastalıkların , evde kalmış kızların , imtihana girecek çocukların başarılı olması , eve hırsız girmemesi , karı koca arasının birleştirilmesi gibi daha sayamayacağımız bir sürü konunun halledilmesi için gerekli kılınmıştır.
Bu durumu hasta olduğu için doktora giden , doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp tatbik yerine sadece reçeteyi okumakla hastalıktan kurtulacağına inanan bir hastanın örneğine benzetebiliriz.
Gelenekteki bu inanca karşı alternatif olarak ortaya konan "Kur'an Müslümanlığı" şeklinde bir sloganla ortaya çıkan düşüncenin ifrata karşı tefrit şeklinde ortaya çıkan düşüncesinde, Kur'anı öncellenmesine rağmen bu öncellemede bir takım sıkıntıların olduğu bir vakıadır.
Klasik İslam düşüncesinde, Kur'an adı var kendi yok mesabesinde bir Kitap olup , onun işlevi rivayetler kanalı ile oluşturulmuş din anlayışını onaylamak olmuştur. Kur'andan onay almayan bir rivayet , ilgili Kur'an ayetlerinin te'vil veya anlam olarak tahrifi yolu ile rivayetler ile uyumlu bir hale getirilerek sunulmaktadır.
Bu yanlışa karşı çıkan "Kur'an Müslümanlığı" hareketi ifrata karşı tefrit yöntemini tercih ettiği için bir takım hataları içinde barındırmaktadır. Bu hataların en başta geleni Kur'anın yaşanmış hayata dair olan bilgi ve kabullerini red ederek sadece mushafı kutsallaştırarak bir bakıma "Mushafperestlik" şeklinde ortaya çıkan duruma imza atarak red ettiği ve eleştirdiği geleneksel anlayışın yanlışına ortak olmuştur.
Mushafın içeriğinden çok kağıdına kudsiyet atfeden geleneksel düşünceye karşı, "Sadece Kur'an" sloganını üreterek uydurma rivayetleri atma adına , tüm yaşanmışlığı red eden bir yapıya bürünerek birbirine düşman diyebileceğimiz bu iki zıt düşünce, bu noktada ortaklığa gitmişlerdir.
Yeni bir trend "Mushafperestlik"
Klasik İslam düşüncesinde hadisleri vahiy sayarak , Muhammed (a.s) ın her yaptığınının , her söylediğininin "vahiy" olduğunu iddia ederek onu robotlaştıran ve anlayışa karşı çıkanların bir kısmı , aynı robotlaştırma düşüncesine, Enam s. 38. gibi ayetler üzerinden hareket ederek "Kitap'ta eksik olmayan bir şey olmadığı" iddiasını dile getirerek (bu ayetin Kur'anı kast etmediğini hatırlatalım) neredeyse ayakkabı bağlamayı bile Kur'ana nisbet ederek kendilerini robotlaştırmaktadırlar. Halbuki Kur'an robotlaştırıcı bir kitap değil , insana insiyatif veren ve onu hayat içinde çalışan , akleden bir insan olarak yaşam içinde kendisine gerekli olan hükümleri Kur'an ışığında çıkarmasını istemektedir.
Geçmişteki hadisi kutsayan ve Kur'anı literal bir anlayışla okuyarak yoruma kapatan ve elçiyi robotlaştıran selefi anlayışın bir benzeri "Selefi Mealcilik" diyebileceğimiz bir şekilde modernize edilmiş vaziyette insanı robotlaştırmış olarak karşımızda durmaktadır.
İçtihad kapısını kapatan geleneksel fıkıh ile "İçtihad" diye bir terimi duyduğu zaman elektirik çarpmışa dönen "Selefi Mealciler" ellerindeki Kur'anın yaşanan bir hayata dair yol işaretlerini belirleyen bir kitap olduğunu bilmedikleri için, herşeyin çözümünü Kur'an içinde aradıklarında ve aradıkları çözüme dair ellerindeki kitabın bir çözüm sunmadığını gördüklerinde Kur'anı red ederek "Deizm" veya "Ateizm" yoluna sapmaktadırlar.
Bu durumun suçu, Kur'anda mı yoksa onu okuyanda mı ?.
Suçlunun tesbitini yapmak için Kur'anın nasıl bir kitap olduğu konusu aydınlığa kavuşturulmalıdır.
Kur'an insanı merkeze alan ve onların yaşadıkları hayat içinde uymaları gereken ana kuralları belirleyen bir kitap'tır. Tali kurallar , insanların yapacakları çalışma ile literatürdeki ismi "İçtihad" olan hukuksal düzenlemeler ile yapılacaktır. Aksi takdirde 1500 sene inmiş olan bir kitab'ın bu güne dair olan söylemini tesbit etmek mümkün değildir.
Olayı ceza hukuku açısından örnekleyecek olursak ; 1500 sene öncesinin yaşamı içindeki suçların adedi ile şimdiki zaman veya gelecekte yaşanacak zaman içinde meydana gelecek suçların adedi aynı değildir. Kur'an hırsızlık suçuna tek bir ceza önermesi yaparken , bu gün adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz bir çok kategoride değerlendirilebilecek ve hepsine aynı derecede ceza verilemeyecek suçlar çıkmıştır.
Veya suç olup ta Kur'anda cezası bulunmayan bazı cürümlere "Selefi Mealci" mantığıyla yaklaştığımızda , Kur'an da cezası yok o zaman suç sayılmaz" mı diyeceğiz?.
Burada insan faktörü devreye girerek "Kutsal Kitab" ın belirlediği bazı cezalardaki maksadı dikkate alarak diğer suçlara uygun cezaları hukukçular tayin edecektir.
"Kutsal Kitab" ın muhteviyatı içinde olan cezaların maksadı nedir?.
Kur'an içinde katl , fesad , zina , hırsızlık , iftira gibi suçlara tatbik edilmesi gereken suçlardaki maksadı düşünerek diğer suçlar için bu maksada uygun cezalar verilmesi mümkündür. Bu cezalardaki maksad nedir ? denildiğinde cevabımız , "CAYDIRICILIK" olacaktır. Bu gün Kur'anda arayıpta bulamadığımız bir suçun cezasını , hukukçular tayin edecektir , bu tayin etme sürecinde verilecek cezanın caydırıcı olmasına dikkat edilecektir , bunun ters bir durum suça teşvik eden bir hal alır ki yaşanılan toplum suçlular cenneti olur.
Kur'an içinde bazı durumlar ile ilgili olarak yapılması gereken eylem "Örf'e göre" veya kişinin maddi seviyesine göredir. Bu tür ucu açık uygulamalar kitabın bir hukuk kitabı değil hukuksal uygulamaların nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair bilgiler içermekte olduğunun göstergesidir.
Yaşanan hayatın şartlarının her an değişmesi o hayat ile ilgili yeni düzenlemeleri beraberinde getirmesi gerekmektedir. Kur'anın öncelikle inmiş olduğu zaman içinde yaşanan hayata dair olan söylemleri ve önermeleri bu noktada dikkate alınması gerekmektedir.
"Mushafperestlik" veya "Selefi Mealcilik" şeklinde ifade ettiğimiz söylem, elimizde olan kitabın her şeyin açıklayıcısı olmasından hareketle , hayatın bütün zamanlarında karşımıza çıkan sorunlara dair bir çözümüne dair yaklaşımlarını bizlere bıraktığının farkında değildir. Noktasına virgülüne kadar her şeyi kitap içinde arayan bu zihniyet karşısına çıkan sorulara cevap veremediği , sorunlara kitabi bir çözüm bulamadığı için kabahati kur'ana yükleyerek çareyi çark etmekte yani kitabı inkar etmekte bulmaktadır.
Bu söylem ibadetler konusunda da klasik İslam düşüncesindeki ilmihal hastalığının bir benzerine düçar olmuş bir vaziyettedir. Klasik düşünce bazı ibadetler konusunda olayı sadece şekilsel boyuta indirgeyerek bu şekillerin geometrik biçimde nasıl olacağına dair bilgiler ile donatılmıştır. Bunun karşısında olanlar ise Kur'an da bu tür geometrik ayrıntılar bulunmadığı için özellikle "Namaz" adı bildiğimiz bir ibadetin olmadığının, olamayacağını , olmaması gerektiğini düşünmektedirler.
Başkalarının ihdas ettiği "Namaz hocası" türünden kitapları red ederek ,bu namaz hocası kitaplarını Kur'an içinde arayan insanlar, bu kitabın binlerce yıllık insanlık serüveninin bir uzantısı olan ve insanlığın birikimi üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmişlerdir. Hem kültürel mirası red edip hem de arkeolojik bulgulardaki bazı resim ve heykellerdeki puta tapan insanların yaptıkları ruku , secde gibi eylemlerin şirk olduğundan hareketle namaz ibadetinin de şirk olduğunu iddia etmektedirler.
Bu kişiler hadis , sünnet gibi dini kaynakları red etmede gösterdiği hassasiyeti ,Mısırlıların heykellerini red etmede maalesef göstermemekle birlikte kendi acziyetlerini ve cehaletlerini ortaya koymaktadırlar.
İnsanların ruku , secde gibi şekilsel hareketler ile yüce saydıkları bir varlığa veya objeye karşı yaptıkları tazimin arka planını ve tarihini doğru okuyacak olursak bu bilgileri insanların Allah (c.c) den öğrendiğini görürüz. Adem adındaki yaratılan ilk insana öğretilen bilgileri Allah (c.c) nin öğrettiğini bilmekteyiz. Adem bu bilgileri kendisinden sonra gelen insanlara sözlü ve fiili olarak öğreterek kıyamete kadar sürecek bir ortak hafızanın oluşması noktasında ilk adımı atmıştır.
Kendilerini yaratana karşı nasıl bir kulluk görevleri olduğunu yine kendilerini yaratanın gönderdiği elçiler vasıtası ile öğrenen insanlar, zaman içinde bu görevleri başka ilah ve rablere tahsis ederek şirk işlemeye başlamışlardır. Ruku ve secde gibi gibi ibadetler asıl olarak kendilerini yaratana karşı bir tazim ifadesi iken zaman içinde başka ilah ve rab edinenlerin o rab ve ilahlara karşı bir tazim ifadesi olmuştur. Bu tarihsel arka planı bilemeyen veya işlerine gelmeyen bir kısım "Selefi Mealci" için namaz artık bir şirk , bu şirk'e !! karşı durmak tevhidi bir gösteri haline gelmiştir.
Görülüyor ki, klasik İslam düşüncesine karşı olarak ortaya çıkan hareketin gerekli alt yapı ve arka plan bilgilerini göz ardı etmesi sonucu , Kur'an sadece bazı şeyleri red etme aracı olarak eskilerin yaptıkları gibi mızrak uçlarında gezen bir kitap haline gelmiştir. Hayatlarına dair olan bilgileri yanlış okuma metodları ile silenler , bu yanlışları neticesinde ortaya çıkan durumun suçlusunun kendileri değil, Kur'an veya haşa Allah (c.c) olduğunu düşünerek bunları red etme yoluna gitmektedirler.
Sonuç olarak; "Kutsal Kitap" olarak nitelendirdiğimiz Kur'ana karşı yapılan iki uçlu yanlışı değerlendirmeye çalıştığımız yazımızda , bir yanlışa karşı alternatif doğru üretmek adına ortaya çıkan düşüncenin ,yanlış olarak gördüğü düşüncedeki hataların bir benzerini tekrarlayarak çözüm yerine çözümsüzlük ürettiğini görmekteyiz. Kur'anı bir ilmihal kitabı gibi her şeyi noktasına virgülüne kadar yazması gereken bir kitap olduğunu zannedenler , aradıklarını bulmadıklarında "Bu kitap bize uymuyor" diyerek başka yolları seçmektedirler. Halbuki kitab içindeki bilgilerin genel çizgileri belirttiğini biz insanların bu genel çizgileri takip ederek yaşadığımız zaman ve mekanı ilgilendiren konularda bizlerin düzenlemeler yapmasına müsade ettiğini bilselerdi bu kitabın nasıl bir hayat rehberi olduğunu bilir ve bu kitabın indiricisine secde etmekten başka yol olmadığını daha iyi anlarlardı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Kutsal Kitap" terimini daha geniş anlamda ele almak mümkündür. "Kitap" kavramını insanların yaşamları üzerine hakim olan din , düşünce , sistem , fikir akımı v.s olarak çeçevelendiğimiz zaman , istisnasız olarak yaşayan bütün insanların kudsiyet atfettikleri bir düşünceleri bir inançları vardır.
Kendisini "Marksist" olarak nitelendiren kimsenin tabi olduğu "Kutsal Kitab" Marks'ın görüşlerinin derlenmiş olduğu kitaplardır. Aynı şekilde kendisini "Kemalist" olarak ifade eden kişinin "Kutsal Kitab" ı , bu ideolojinin sahibinin derlediği görüşleridir. Kişi kendisini "Ateist" olarak nitelendirerek, inandığı hiç bir kutsal olmadığını iddia etse bile, onun kutsalı ateizm'in öğretileri olup tabi olduğu "Kutsal Kitap" mutlaka vardır. Bu terimi illaki yazılı bir materyal içindeki düşüncelere tabi olmak şeklinde düşünmeyelim , bir futbol kulübüne veya bir müzik gurubuna olan aşırı ilgi, bunları kutsanmış ve bir şekilde ilah derecesine yükseltilmiş konuma getirmektedir.
Biz "Kutsal Kitap" terimini, Allah (c.c) nin indirmiş olduğu vahy kitapları çerçevesinde değerlendirerek kapsamı biraz daha daraltıp, bu terimin elimizde olan "Kur'an" ile ilgisine dikkat çekmeye çalışacağız.
Allah (c.c) neden kitap ve elçi gönderir?.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yegane sahibi olarak , yarattığı insanların yaşamları içinde yapması ve yapmaması gerekenleri kurallara bağlamıştır. Bu kuralları biz insanlara bildirmek için bizlerden olan insanları seçerek onlara vahy yolu ile kitaplar indirmiştir. Tevrat , Zebur , İncil , Kur'an adı ile bildiğimiz bu kitaplar yazıya geçirilerek kaybolması önlenmiştir. Yazıya geçirilme sürecinde bu kitapların muhteviyatına ilave veya eksiltme şeklinde müdahelelerin olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Bunları tartışmak bu yazının konusu değildir , bu yazının konusu Kur'an çerçevesinde "Kutsal Kitap" teriminin hayat içindeki işlevi nasıl olmalıdır ? sorusunun cevabı üzerinde olacaktır.
Kur'an, 1500 yıl kadar önce Arap yarım adasında yaşayan Muhammed (a.s) adlı kişinin elçi seçilmesi suretiyle ona inmiş olan bir kitaptır. Elimizde mushaf yani sahifelenmiş halde bulunan bu kitap , Muhammed (a.s) a 23 senelik bir zaman zarfı içinde sözlü olarak inmiş ve Muhammed (a.s) hayatta iken yazıya geçirilmiştir. Elimizdeki mushafın içinde, Muhammed (a.s) a indiği halde mushafa alınmayan veya inmediği halde mushafa alınmış olan ayetlerin var olup olmadığının tartışılması her iki türdeki iddia sahiplerinin somut bir delil ortaya koyamaması yani ne mushafa alınmayan ayet ne de mushafa vahiy harici konmuş bir ayet olup olmadığı yönünde elimizde orjinal bir Kitap olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. Bizim bu konudaki kanaatimiz , elimizdeki Kur'anın Muhammed (a.s) a indiği şekli ile ne eksik ne fazla bir biçimde korunmuş olmduğu yönündedir.
Bizim asıl konumuz, elimizde olan bu Kitab'ın içinde eksiklik veya fazlalık olup olmadığının tartışılması değil , elimizde olan Kutsal Kitab'ın işlevi nedir ? sorusunun cevabını aramaktır.
Günümüze baktığımız zaman biz Müslümanların elimizde olan mushaf ile ilgili olarak yaptıklarını 2 gurup altında incelemek mümkündür.
Gelenekten gelen bir inanç olarak, mushaf dediğimiz yazılı materyal, kutsal bir yapıya büründürülmüş olup, ha deyince dokunmanın mümkün olmadığı bir kitap haline sokulmuştur. Dokunmak için abdestli olmak gerektiği , adetli bir bayanın buna el sürmesinin mümkün olmadığı yönündeki görüşler hepimizin malumudur.
Onunla ilgili olarak ilk ritüeller geçildikten sonra onun içindeki surelerin veya ayetlerin belirli gün ve zamanlarda okunması , belirli hastalıkların , evde kalmış kızların , imtihana girecek çocukların başarılı olması , eve hırsız girmemesi , karı koca arasının birleştirilmesi gibi daha sayamayacağımız bir sürü konunun halledilmesi için gerekli kılınmıştır.
Bu durumu hasta olduğu için doktora giden , doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp tatbik yerine sadece reçeteyi okumakla hastalıktan kurtulacağına inanan bir hastanın örneğine benzetebiliriz.
Gelenekteki bu inanca karşı alternatif olarak ortaya konan "Kur'an Müslümanlığı" şeklinde bir sloganla ortaya çıkan düşüncenin ifrata karşı tefrit şeklinde ortaya çıkan düşüncesinde, Kur'anı öncellenmesine rağmen bu öncellemede bir takım sıkıntıların olduğu bir vakıadır.
Klasik İslam düşüncesinde, Kur'an adı var kendi yok mesabesinde bir Kitap olup , onun işlevi rivayetler kanalı ile oluşturulmuş din anlayışını onaylamak olmuştur. Kur'andan onay almayan bir rivayet , ilgili Kur'an ayetlerinin te'vil veya anlam olarak tahrifi yolu ile rivayetler ile uyumlu bir hale getirilerek sunulmaktadır.
Bu yanlışa karşı çıkan "Kur'an Müslümanlığı" hareketi ifrata karşı tefrit yöntemini tercih ettiği için bir takım hataları içinde barındırmaktadır. Bu hataların en başta geleni Kur'anın yaşanmış hayata dair olan bilgi ve kabullerini red ederek sadece mushafı kutsallaştırarak bir bakıma "Mushafperestlik" şeklinde ortaya çıkan duruma imza atarak red ettiği ve eleştirdiği geleneksel anlayışın yanlışına ortak olmuştur.
Mushafın içeriğinden çok kağıdına kudsiyet atfeden geleneksel düşünceye karşı, "Sadece Kur'an" sloganını üreterek uydurma rivayetleri atma adına , tüm yaşanmışlığı red eden bir yapıya bürünerek birbirine düşman diyebileceğimiz bu iki zıt düşünce, bu noktada ortaklığa gitmişlerdir.
Yeni bir trend "Mushafperestlik"
Klasik İslam düşüncesinde hadisleri vahiy sayarak , Muhammed (a.s) ın her yaptığınının , her söylediğininin "vahiy" olduğunu iddia ederek onu robotlaştıran ve anlayışa karşı çıkanların bir kısmı , aynı robotlaştırma düşüncesine, Enam s. 38. gibi ayetler üzerinden hareket ederek "Kitap'ta eksik olmayan bir şey olmadığı" iddiasını dile getirerek (bu ayetin Kur'anı kast etmediğini hatırlatalım) neredeyse ayakkabı bağlamayı bile Kur'ana nisbet ederek kendilerini robotlaştırmaktadırlar. Halbuki Kur'an robotlaştırıcı bir kitap değil , insana insiyatif veren ve onu hayat içinde çalışan , akleden bir insan olarak yaşam içinde kendisine gerekli olan hükümleri Kur'an ışığında çıkarmasını istemektedir.
Geçmişteki hadisi kutsayan ve Kur'anı literal bir anlayışla okuyarak yoruma kapatan ve elçiyi robotlaştıran selefi anlayışın bir benzeri "Selefi Mealcilik" diyebileceğimiz bir şekilde modernize edilmiş vaziyette insanı robotlaştırmış olarak karşımızda durmaktadır.
İçtihad kapısını kapatan geleneksel fıkıh ile "İçtihad" diye bir terimi duyduğu zaman elektirik çarpmışa dönen "Selefi Mealciler" ellerindeki Kur'anın yaşanan bir hayata dair yol işaretlerini belirleyen bir kitap olduğunu bilmedikleri için, herşeyin çözümünü Kur'an içinde aradıklarında ve aradıkları çözüme dair ellerindeki kitabın bir çözüm sunmadığını gördüklerinde Kur'anı red ederek "Deizm" veya "Ateizm" yoluna sapmaktadırlar.
Bu durumun suçu, Kur'anda mı yoksa onu okuyanda mı ?.
Suçlunun tesbitini yapmak için Kur'anın nasıl bir kitap olduğu konusu aydınlığa kavuşturulmalıdır.
Kur'an insanı merkeze alan ve onların yaşadıkları hayat içinde uymaları gereken ana kuralları belirleyen bir kitap'tır. Tali kurallar , insanların yapacakları çalışma ile literatürdeki ismi "İçtihad" olan hukuksal düzenlemeler ile yapılacaktır. Aksi takdirde 1500 sene inmiş olan bir kitab'ın bu güne dair olan söylemini tesbit etmek mümkün değildir.
Olayı ceza hukuku açısından örnekleyecek olursak ; 1500 sene öncesinin yaşamı içindeki suçların adedi ile şimdiki zaman veya gelecekte yaşanacak zaman içinde meydana gelecek suçların adedi aynı değildir. Kur'an hırsızlık suçuna tek bir ceza önermesi yaparken , bu gün adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz bir çok kategoride değerlendirilebilecek ve hepsine aynı derecede ceza verilemeyecek suçlar çıkmıştır.
Veya suç olup ta Kur'anda cezası bulunmayan bazı cürümlere "Selefi Mealci" mantığıyla yaklaştığımızda , Kur'an da cezası yok o zaman suç sayılmaz" mı diyeceğiz?.
Burada insan faktörü devreye girerek "Kutsal Kitab" ın belirlediği bazı cezalardaki maksadı dikkate alarak diğer suçlara uygun cezaları hukukçular tayin edecektir.
"Kutsal Kitab" ın muhteviyatı içinde olan cezaların maksadı nedir?.
Kur'an içinde katl , fesad , zina , hırsızlık , iftira gibi suçlara tatbik edilmesi gereken suçlardaki maksadı düşünerek diğer suçlar için bu maksada uygun cezalar verilmesi mümkündür. Bu cezalardaki maksad nedir ? denildiğinde cevabımız , "CAYDIRICILIK" olacaktır. Bu gün Kur'anda arayıpta bulamadığımız bir suçun cezasını , hukukçular tayin edecektir , bu tayin etme sürecinde verilecek cezanın caydırıcı olmasına dikkat edilecektir , bunun ters bir durum suça teşvik eden bir hal alır ki yaşanılan toplum suçlular cenneti olur.
Kur'an içinde bazı durumlar ile ilgili olarak yapılması gereken eylem "Örf'e göre" veya kişinin maddi seviyesine göredir. Bu tür ucu açık uygulamalar kitabın bir hukuk kitabı değil hukuksal uygulamaların nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair bilgiler içermekte olduğunun göstergesidir.
Yaşanan hayatın şartlarının her an değişmesi o hayat ile ilgili yeni düzenlemeleri beraberinde getirmesi gerekmektedir. Kur'anın öncelikle inmiş olduğu zaman içinde yaşanan hayata dair olan söylemleri ve önermeleri bu noktada dikkate alınması gerekmektedir.
"Mushafperestlik" veya "Selefi Mealcilik" şeklinde ifade ettiğimiz söylem, elimizde olan kitabın her şeyin açıklayıcısı olmasından hareketle , hayatın bütün zamanlarında karşımıza çıkan sorunlara dair bir çözümüne dair yaklaşımlarını bizlere bıraktığının farkında değildir. Noktasına virgülüne kadar her şeyi kitap içinde arayan bu zihniyet karşısına çıkan sorulara cevap veremediği , sorunlara kitabi bir çözüm bulamadığı için kabahati kur'ana yükleyerek çareyi çark etmekte yani kitabı inkar etmekte bulmaktadır.
Bu söylem ibadetler konusunda da klasik İslam düşüncesindeki ilmihal hastalığının bir benzerine düçar olmuş bir vaziyettedir. Klasik düşünce bazı ibadetler konusunda olayı sadece şekilsel boyuta indirgeyerek bu şekillerin geometrik biçimde nasıl olacağına dair bilgiler ile donatılmıştır. Bunun karşısında olanlar ise Kur'an da bu tür geometrik ayrıntılar bulunmadığı için özellikle "Namaz" adı bildiğimiz bir ibadetin olmadığının, olamayacağını , olmaması gerektiğini düşünmektedirler.
Başkalarının ihdas ettiği "Namaz hocası" türünden kitapları red ederek ,bu namaz hocası kitaplarını Kur'an içinde arayan insanlar, bu kitabın binlerce yıllık insanlık serüveninin bir uzantısı olan ve insanlığın birikimi üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmişlerdir. Hem kültürel mirası red edip hem de arkeolojik bulgulardaki bazı resim ve heykellerdeki puta tapan insanların yaptıkları ruku , secde gibi eylemlerin şirk olduğundan hareketle namaz ibadetinin de şirk olduğunu iddia etmektedirler.
Bu kişiler hadis , sünnet gibi dini kaynakları red etmede gösterdiği hassasiyeti ,Mısırlıların heykellerini red etmede maalesef göstermemekle birlikte kendi acziyetlerini ve cehaletlerini ortaya koymaktadırlar.
İnsanların ruku , secde gibi şekilsel hareketler ile yüce saydıkları bir varlığa veya objeye karşı yaptıkları tazimin arka planını ve tarihini doğru okuyacak olursak bu bilgileri insanların Allah (c.c) den öğrendiğini görürüz. Adem adındaki yaratılan ilk insana öğretilen bilgileri Allah (c.c) nin öğrettiğini bilmekteyiz. Adem bu bilgileri kendisinden sonra gelen insanlara sözlü ve fiili olarak öğreterek kıyamete kadar sürecek bir ortak hafızanın oluşması noktasında ilk adımı atmıştır.
Kendilerini yaratana karşı nasıl bir kulluk görevleri olduğunu yine kendilerini yaratanın gönderdiği elçiler vasıtası ile öğrenen insanlar, zaman içinde bu görevleri başka ilah ve rablere tahsis ederek şirk işlemeye başlamışlardır. Ruku ve secde gibi gibi ibadetler asıl olarak kendilerini yaratana karşı bir tazim ifadesi iken zaman içinde başka ilah ve rab edinenlerin o rab ve ilahlara karşı bir tazim ifadesi olmuştur. Bu tarihsel arka planı bilemeyen veya işlerine gelmeyen bir kısım "Selefi Mealci" için namaz artık bir şirk , bu şirk'e !! karşı durmak tevhidi bir gösteri haline gelmiştir.
Görülüyor ki, klasik İslam düşüncesine karşı olarak ortaya çıkan hareketin gerekli alt yapı ve arka plan bilgilerini göz ardı etmesi sonucu , Kur'an sadece bazı şeyleri red etme aracı olarak eskilerin yaptıkları gibi mızrak uçlarında gezen bir kitap haline gelmiştir. Hayatlarına dair olan bilgileri yanlış okuma metodları ile silenler , bu yanlışları neticesinde ortaya çıkan durumun suçlusunun kendileri değil, Kur'an veya haşa Allah (c.c) olduğunu düşünerek bunları red etme yoluna gitmektedirler.
Sonuç olarak; "Kutsal Kitap" olarak nitelendirdiğimiz Kur'ana karşı yapılan iki uçlu yanlışı değerlendirmeye çalıştığımız yazımızda , bir yanlışa karşı alternatif doğru üretmek adına ortaya çıkan düşüncenin ,yanlış olarak gördüğü düşüncedeki hataların bir benzerini tekrarlayarak çözüm yerine çözümsüzlük ürettiğini görmekteyiz. Kur'anı bir ilmihal kitabı gibi her şeyi noktasına virgülüne kadar yazması gereken bir kitap olduğunu zannedenler , aradıklarını bulmadıklarında "Bu kitap bize uymuyor" diyerek başka yolları seçmektedirler. Halbuki kitab içindeki bilgilerin genel çizgileri belirttiğini biz insanların bu genel çizgileri takip ederek yaşadığımız zaman ve mekanı ilgilendiren konularda bizlerin düzenlemeler yapmasına müsade ettiğini bilselerdi bu kitabın nasıl bir hayat rehberi olduğunu bilir ve bu kitabın indiricisine secde etmekten başka yol olmadığını daha iyi anlarlardı.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
27 Ağustos 2015 Perşembe
"Ayet" ve "Kitap" Kelimeleri Üzerine Bir Tefekkür Çalışması
"Ayet" ve "Kitap" kelimeleri , Kur'anda en fazla yer tutan kelimeler arasında başı çekmesi ve biz Müslümanların bu iki kelimenin anlamını dar bir alana sıkıştırarak sadece iki kapak ve içinde olanlarla sınırlı tutması açısından dikkate değer ve üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken iki kelimedir. Bu yazımızın sınırı , "Ayet" ve "Kitap" kelimelerinin ifade ettiği anlam alanını okumaya çalışarak , Müslümanlar olarak düştüğümüz yanlışlara dikkat çekmek ve bu iki kelimenin daha geniş bir anlamda nasıl anlaşılabileceği yönünde olacaktır.
"Ayet" kelimesi sözlükte " Açık alamet , işaret" anlamına gelmektedir. Bu kelime ile kast edilen anlamı , kelimenin geçtiği ayetler yardımı ile öğrenebiliriz.
[002.248] Nebileri onlara, «Onun hükümdarlığının alameti (ayeten), size sandığın gelmesidir, onda Rabbinizden gelen gönül rahatlığı ve Musa ailesinin ve Harun ailesinin bıraktıklarından kalanlar var; onu melekler taşır, eğer inanmışsanız bunda sizin için delil vardır» dedi.
[016.011] Onunla size ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler türlüsünden meyveler bitirir, elbette bunda tefekkür edecek bir kavm için bir âyet vardır.
[016.013] Daha sizin için Arzdan muhtelif renklerle yarattıkları, neler var, elbette bunda tezekkür edecek bir kavm için bir âyet vardır.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[016.101] Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler.
[026.007-8] Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir.Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır; ancak onların çoğu mü'min değildirler.
[002.099] Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkâr eder.
[002.164] Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akan gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta elbette akleden bir kavim için ayetler vardır.
Kur'an geneline yayılmış bir çok ayet içinde geçen bu kelimenin anlam alanı , Allah (c.c) nin kudretine işaret eden her türlü delil işaret olarak anlaşılabilir, bu bağlamda ayet kelimesinin anlam alanına Allah (c.c) nin yaratmış olduğu her şey dahil edilebilir.
"Kitap" kelimesi ; "2 nesneyi birbirine dikerek eklemek" anlamındaki "Ketebe" kelimesinden türemiştir.Yaygın dilde "harfleri yazarak birbirine ekleme" anlamında kullanılır. Ağızdan birbirine eklenerek çıkan harflerin oluşturduğu kelimeler ve cümleler de "Kitap" kelimesinin anlam alanı içindedir.
Bu bağlamda, "Kelime" kelimesinin anlamı gündeme gelmektedir.
"Kelime" ; "İşitme , görme gibi duyularla idrak edilen her şeye verilen bir ad dır.Kulağımız ile duyduğumuz her ses , gözümüz ile gördüğümüz her nesne bir kelime olup sadece cümleyi oluşturan parçalar anlamında değil daha geniş bir anlam alanına sahiptir.
"Kitab" kelimesini yaygın olarak kullandığımız anlamı olan "Ayetleri oluşturan kelimelerin toplandığı iki kapak arasındaki nesne" şeklindeki tariften yola çıkarak, ayet kavramının anlam alanının , "Allah (c.c) nin yarattığı her şey" olması nedeniyle bizimde içinde bulunduğumuz kainat bir "Kitap" tır.
"Kainat Kitabı" ve "Kainat Ayetleri" bu anlamda önemli terimler olup, okunması idrak edilmesi gereken Kitabın sadece iki kapak arasında elimizde olan Mushaf olmadığı noktasında bir düşünce içinde olmamızı gerektirmektedir.
-----Allah (c.c) nin Kitap indirmesi ne anlama gelmektedir?.
Bu sorunun cevabı, biz Müslümanların şu anda ki geri kalmışlığının sebeblerini de beraberinde getirecektir.
Allah (c.c) yaratmış olduğu bütün insanlara yaratılışlarından gelen bir takım bilgiler yüklemektedir. Yaratılışımızda var olan bu bilgilere "Ayet" demek yanlış bir tarif olmayacaktır. İnsan doğduğu ilk günden başlayarak , ilerleyen zaman içinde mevcut bilgilerinin üzerine yeni bilgiler koyarak hayatını devam ettirir. Birey yaşamı içinde önüne çıkan olayları bir nevi okumaya tabi tutarak onlara karşı duruşunu belirler. Bu anlamda yaratılan her insana Allah (c.c) tarafından "Kitap" indirilmiştir. Bu düşüncemizin her insanın elçi olduğu anlamına gelmediğini de hatırlatmak isteriz.
-----Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduklarına indirdiği Kitap ne dir ?.
Allah (c.c) nin yarattığı bütün insanlara Kitap indirmiş olduğu iddiamız haklı olarak bir takım soruları beraberinde getirecektir.
Allah (c.c) beşer içinden seçtiklerine yarattığı her insana indirmiş olduğu Kitap bilgisine ilave olarak, insanlara indirilen Kitap bilgisinin nasıl kullanılacağına dair bilgileri ihtiva eden "Vahy Kitabı" indirmiştir. Beşer elçilere indirilmiş olan bu vahy kitabı , bütün insanlara inmiş olan kitap bilgisinin nasıl bir yönde kullanılması gerektiğini ihtiva eden bilgileri içermektedir. Seçilmiş elçilerin bizlerden farklı tarafı onlara yaratılışlarından gelen Kitap bilgisine ilaveten , Allah (c.c) nin onlara vahy ile bildirim yaparak insanların sahip olduğu mevcut bilgileri nasıl kulllanmaları gerektiğine dair bilgileri göndermiş olmasıdır.
Olayı şöyle bir misal ile tarif etmeye çalışarak, demek istediğimizin anlaşılmasını kolaylaştıralım.
Bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı veya herhangi bir beyaz eşyayı düşünelim, bu eşya Allah (c.c) nin "Kainat Ayetleri" ile yapılmış bir alet olup o da bir nevi ayettir. Bu eşyayı kullanmadan önce, içindeki "Kullanma Klavuzu" adlı küçük kitapçığı okumak , kitapçık içindeki talimatlara uygun bir kurulum gerçekleştirmek şartı vardır. Eğer bu kitapçık içindeki talimatlara uygun bir kurulum gerçekleştirilmediği takdirde o eşya arıza yapacak ve üretici firma herhangi bir mesuliyet kabul etmeyecektir.
İşte bu tür bir eşyanın adı "Kainat Kitabı" ve bu eşyanın kullanma klavuzu adı ile içinde bulunan kitapçığın adı "Vahy Kitabı" dır. Elçiler aracılığı ile indirilmiş olan vahy kitapları "Kainat Ayeti" dediğimiz şeylerin kullanma klavuzu olup bu klavuza uygun kullanılmayan her ayet elimizde patlayarak insanlık için bir tehlike olacaktır.
Bu örnekten hareketle bu iki kitabı yani "Kainat Kitabı" ve "Vahy Kitabı" adındaki kitapları okuyan iki tür insanın durumlarını şu şekilde ifade edebiliriz.
"Kainat Kitabı" şeklinde genelleştirebileceğimiz Allah (c.c) ni yarattığı ayetleri okuyanlar, büyük çoğunlukla adına "Kafir , Müşrik" dediğimiz insanlardır. Örneğin , Allah (c.c) nin bizlere indirdiği yani ikram ettiği "Demir" adlı ayeti işleyerek çeşitli savaş araçları yapan bu kafir ve müşrikler, yaptıkları araçların kullanma klavuzu olan "Vahiy Kitabı" nı okumadıkları için doğru bir kullanım içinde değillerdir. Yapmış oldukları bu savaş araçlarını sömürgecilik ve başkalarının topraklarında olan yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmek için kullanmaktadırlar.
"Vahy Kitabı" şeklinde ifade edebileceğimiz ve bu bugün elimizde olan Kur'ana tekabül eden kitabı okuyanlar ise, adına "Müslüman" dediğimiz bizler olmaktayız. Bizler bu kitabın sadece kendisini okuyarak ilgili eşyayı nasıl kullanacağımızı değil eşya ile bağını kopartarak yani sadece klavuzu okumayı sevab makinası haline getirerek, defalarca okumak, hatmetmek, elde nasıl tutulur, abdestlimi abdestsizmi , kadınlar adetli iken okurmu , tutabilirmi v.s muhabbetler ile eldeki klavuzu bir nevi putlaştırarak "Mushafperestlik" diyebileceğimiz bir akıma maalesef imza atmış bulunmaktayız.
Halbuki olması gereken , "Ayet ve Kitap" kelimelerinin sadece iki kapak arasında bulunan "Mushaf" içinde olmadığı, bu kelimelerin daha geniş bir anlama sahip olduğu bilinci içerinde olması gerektiğidir. Kafir dediğimiz insanlar "Kitab" ın sadece kevni ayetlerinin olduğu kısmı okuyarak , Müslüman dediğimiz insanlar "Kitab" ın sadece "Mushaf" içindeki ayetlerini okuyarak bir nevi "Kitapların arasını ayıranlar" durumuna düşmektedirler.
Bu gün Dünyanın içinde bulunduğu kaos , gözyaşı ve zulüm ortamının yegane sebebi ,Allah (c.c) nin Kitabının tek taraflı okunmasıdır. Kafir dediğimiz insanlar topluluğu , kullanma klavuzunu atarak okumakta , Müslümanlar ise sadece klavuzu okumakta ve bu tür okuma ayetler arasında bir bağ kurulmasını engellemektedir.
Ayetler arası bağ dediğimiz zaman bizim aklımıza sadece Mushaf içindeki ayetlerin birbiri ile bağı gelmektedir. Halbuki "Ayet" dediğimiz şey sadece Mushaf içinde olmayıp gözümüz ile gördüğümüz ve görmediğimiz her şeyi kapsamaktadır. Ayetler arası bağ dediğimiz şey , hem kevni hem de kitabi ayetlerin arasını açmadan bir bütünlük içinde okunmasıdır.
Müslümanların büyük çoğunluğu içinde bulunduğumuz kaos , gözyaşı ve zulüm ortamından kurtulmanın yolunun , kıyamete yakın gelecek olan "Mehdi" ile gerçekleşecek olduğuna inanmaktadırlar. Bu inanç maalesef çok yanlış , yanlış olduğu kadar kişileri tembelliği sürükleyen bir düşüncedir.
Allah (c.c) bizlere Dünya hayatı içinde kullandığımız ayetlerin elimizde patlayan bir bomba olmaması için bu ayetlerin nasıl kullanılacağına dair klavuz göndermiş ve bu klavuza uyanların Dünya ve Ahirette mutluluğa kavuşacağını beyan etmiştir. Bu mutluluk maalesef Kitabı tek taraflı olarak okuyan Kafirler ve Müslümanlar tarafından göz ardı edilmiş ve ortaya bu gün zalimlerin elinde bir zulüm aracı olan kainat ayetleri ve bu zalimlere karşı sadece mushaf içindeki ayetleri okuyarak başarı kazanılacağını zanneden bir Müslüman topluluk oluşmuştur.
Yapılan bu yanlışlığın ortadan kalkarak Dünyanın huzur ve mutluluk mekanı olabilmesi için , Kitabın bir bütün içinde yani Kainat ve Vahiy kitabının birlikte okunması gerekmektedir. Kafir dediğimiz insanlar üretmiş oldukları her türlü alet edevatın kullanımını , Allah (c.c) nin indirmiş olduğu klavuza göre yapacaklar , Müslümanlar ise sadece klavuzu okumayı terkedip bu klavuzun önermiş olduğu sistemi hayata pratize edeceklerdir. Bunun neticesinde Kafir adı ile anılacak bir topluluk dahi olmayacak bütün insanlar Allaha teslim olmuş kullar olacaklardır. Bu söylediklerimiz çoğu kimse için ütopik ve imkansız düşünceler olabilir , ancak Dünyanın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmasının yegane yolu bu dur.
Bu gün Müslüman kimliğine sahip kimseler olarak Dünya üzerinde artı değerler üretememiş olmamızın baş sebebi, sadece elimizdeki Kitab'ın okunarak Cennete gideceğimiz zannıdır. Allah (c.c) nin ayetleri sadece Kur'an dediğimiz mushafın içinde olmuş olsaydı bu düşünce belki doğru olabilirdi , ancak "Ayet" ve "Kitap" kelimelerinin muhteviyatı hakkındaki yanlış bilgilerimiz bizleri Dünyanın en tembel ve en geri kalmış topluluklarından birisi haline getirmiştir.
Görülmektedir ki , "Ayet" ve "Kitap" kelimeleri hayatın ayrılmaz bir parçası olup bu iki kelimenin yanlış anlaşılması sonucunda, insan hayatı, Dünya ve Ahirette büyük bir azaba dönüşmektedir.
Sonuç olarak; "Ayet ve Kitap" adı ile bildiğimiz iki kelimenin anlam alanına dahil olanlar, maaalesef insanlar tarafından yanlış anlaşılarak , tek taraflı bir okumaya gidilmiş ve neticede aldığı eşyayı kullanma klavuzu olmadan okumaya kalkan veya eşya almadan sadece kullanma klavuzu ile yetinerek sadece o klavuzu okuyarak kurtulacaklarını sanan 2 farklı insan tipi ortaya çıkmıştır. Halbuki "Ayet" denildiği zaman , Allah (c.c) nin yarattığı her şey , "Kitap" denildiği zaman be yaratılanların içinde bulunduğu kainat anlaşılmış olsaydı , bu "Ayet" ve "Kitap" kelimerinin ihtiva ettiği anlamların Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu "Vahiy Kitabı" olmadan okunmasının büyük bir cürüm olduğu bilinmiş olsaydı , insanlar bu cürümü işlememek için kitaplar arasında ayrım yapmadan okur ve Dünyayı Cehennem değil bir Cennet olurdu.
Müslüman kimliğine sahip insanlar olarak yaşadığımız Dünya üzerinde bir etkimiz olmasını istiyorsak elimizde olan klavuzu sevap makinası sanmak yerine o klavuzun gösterdiği yolu takip ederek kainat ayetlerini okumak ve o ayetlerin Dünya insanlarına huzur , güven , mutluluk kaynağı olmasını sağlayacak bir yapılanma içine girmek zorunluluğumuz vardır
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Ayet" kelimesi sözlükte " Açık alamet , işaret" anlamına gelmektedir. Bu kelime ile kast edilen anlamı , kelimenin geçtiği ayetler yardımı ile öğrenebiliriz.
[002.248] Nebileri onlara, «Onun hükümdarlığının alameti (ayeten), size sandığın gelmesidir, onda Rabbinizden gelen gönül rahatlığı ve Musa ailesinin ve Harun ailesinin bıraktıklarından kalanlar var; onu melekler taşır, eğer inanmışsanız bunda sizin için delil vardır» dedi.
[016.011] Onunla size ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler türlüsünden meyveler bitirir, elbette bunda tefekkür edecek bir kavm için bir âyet vardır.
[016.013] Daha sizin için Arzdan muhtelif renklerle yarattıkları, neler var, elbette bunda tezekkür edecek bir kavm için bir âyet vardır.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[016.101] Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler.
[026.007-8] Yeryüzüne bakmazlar mı? Orada, bitkilerden nice güzel çiftler yetiştirmişizdir.Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır; ancak onların çoğu mü'min değildirler.
[002.099] Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkâr eder.
[002.164] Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akan gemilerde, Allah'ın gökten indirip, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta elbette akleden bir kavim için ayetler vardır.
Kur'an geneline yayılmış bir çok ayet içinde geçen bu kelimenin anlam alanı , Allah (c.c) nin kudretine işaret eden her türlü delil işaret olarak anlaşılabilir, bu bağlamda ayet kelimesinin anlam alanına Allah (c.c) nin yaratmış olduğu her şey dahil edilebilir.
"Kitap" kelimesi ; "2 nesneyi birbirine dikerek eklemek" anlamındaki "Ketebe" kelimesinden türemiştir.Yaygın dilde "harfleri yazarak birbirine ekleme" anlamında kullanılır. Ağızdan birbirine eklenerek çıkan harflerin oluşturduğu kelimeler ve cümleler de "Kitap" kelimesinin anlam alanı içindedir.
Bu bağlamda, "Kelime" kelimesinin anlamı gündeme gelmektedir.
"Kelime" ; "İşitme , görme gibi duyularla idrak edilen her şeye verilen bir ad dır.Kulağımız ile duyduğumuz her ses , gözümüz ile gördüğümüz her nesne bir kelime olup sadece cümleyi oluşturan parçalar anlamında değil daha geniş bir anlam alanına sahiptir.
"Kitab" kelimesini yaygın olarak kullandığımız anlamı olan "Ayetleri oluşturan kelimelerin toplandığı iki kapak arasındaki nesne" şeklindeki tariften yola çıkarak, ayet kavramının anlam alanının , "Allah (c.c) nin yarattığı her şey" olması nedeniyle bizimde içinde bulunduğumuz kainat bir "Kitap" tır.
"Kainat Kitabı" ve "Kainat Ayetleri" bu anlamda önemli terimler olup, okunması idrak edilmesi gereken Kitabın sadece iki kapak arasında elimizde olan Mushaf olmadığı noktasında bir düşünce içinde olmamızı gerektirmektedir.
-----Allah (c.c) nin Kitap indirmesi ne anlama gelmektedir?.
Bu sorunun cevabı, biz Müslümanların şu anda ki geri kalmışlığının sebeblerini de beraberinde getirecektir.
Allah (c.c) yaratmış olduğu bütün insanlara yaratılışlarından gelen bir takım bilgiler yüklemektedir. Yaratılışımızda var olan bu bilgilere "Ayet" demek yanlış bir tarif olmayacaktır. İnsan doğduğu ilk günden başlayarak , ilerleyen zaman içinde mevcut bilgilerinin üzerine yeni bilgiler koyarak hayatını devam ettirir. Birey yaşamı içinde önüne çıkan olayları bir nevi okumaya tabi tutarak onlara karşı duruşunu belirler. Bu anlamda yaratılan her insana Allah (c.c) tarafından "Kitap" indirilmiştir. Bu düşüncemizin her insanın elçi olduğu anlamına gelmediğini de hatırlatmak isteriz.
-----Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduklarına indirdiği Kitap ne dir ?.
Allah (c.c) nin yarattığı bütün insanlara Kitap indirmiş olduğu iddiamız haklı olarak bir takım soruları beraberinde getirecektir.
Allah (c.c) beşer içinden seçtiklerine yarattığı her insana indirmiş olduğu Kitap bilgisine ilave olarak, insanlara indirilen Kitap bilgisinin nasıl kullanılacağına dair bilgileri ihtiva eden "Vahy Kitabı" indirmiştir. Beşer elçilere indirilmiş olan bu vahy kitabı , bütün insanlara inmiş olan kitap bilgisinin nasıl bir yönde kullanılması gerektiğini ihtiva eden bilgileri içermektedir. Seçilmiş elçilerin bizlerden farklı tarafı onlara yaratılışlarından gelen Kitap bilgisine ilaveten , Allah (c.c) nin onlara vahy ile bildirim yaparak insanların sahip olduğu mevcut bilgileri nasıl kulllanmaları gerektiğine dair bilgileri göndermiş olmasıdır.
Olayı şöyle bir misal ile tarif etmeye çalışarak, demek istediğimizin anlaşılmasını kolaylaştıralım.
Bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı veya herhangi bir beyaz eşyayı düşünelim, bu eşya Allah (c.c) nin "Kainat Ayetleri" ile yapılmış bir alet olup o da bir nevi ayettir. Bu eşyayı kullanmadan önce, içindeki "Kullanma Klavuzu" adlı küçük kitapçığı okumak , kitapçık içindeki talimatlara uygun bir kurulum gerçekleştirmek şartı vardır. Eğer bu kitapçık içindeki talimatlara uygun bir kurulum gerçekleştirilmediği takdirde o eşya arıza yapacak ve üretici firma herhangi bir mesuliyet kabul etmeyecektir.
İşte bu tür bir eşyanın adı "Kainat Kitabı" ve bu eşyanın kullanma klavuzu adı ile içinde bulunan kitapçığın adı "Vahy Kitabı" dır. Elçiler aracılığı ile indirilmiş olan vahy kitapları "Kainat Ayeti" dediğimiz şeylerin kullanma klavuzu olup bu klavuza uygun kullanılmayan her ayet elimizde patlayarak insanlık için bir tehlike olacaktır.
Bu örnekten hareketle bu iki kitabı yani "Kainat Kitabı" ve "Vahy Kitabı" adındaki kitapları okuyan iki tür insanın durumlarını şu şekilde ifade edebiliriz.
"Kainat Kitabı" şeklinde genelleştirebileceğimiz Allah (c.c) ni yarattığı ayetleri okuyanlar, büyük çoğunlukla adına "Kafir , Müşrik" dediğimiz insanlardır. Örneğin , Allah (c.c) nin bizlere indirdiği yani ikram ettiği "Demir" adlı ayeti işleyerek çeşitli savaş araçları yapan bu kafir ve müşrikler, yaptıkları araçların kullanma klavuzu olan "Vahiy Kitabı" nı okumadıkları için doğru bir kullanım içinde değillerdir. Yapmış oldukları bu savaş araçlarını sömürgecilik ve başkalarının topraklarında olan yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmek için kullanmaktadırlar.
"Vahy Kitabı" şeklinde ifade edebileceğimiz ve bu bugün elimizde olan Kur'ana tekabül eden kitabı okuyanlar ise, adına "Müslüman" dediğimiz bizler olmaktayız. Bizler bu kitabın sadece kendisini okuyarak ilgili eşyayı nasıl kullanacağımızı değil eşya ile bağını kopartarak yani sadece klavuzu okumayı sevab makinası haline getirerek, defalarca okumak, hatmetmek, elde nasıl tutulur, abdestlimi abdestsizmi , kadınlar adetli iken okurmu , tutabilirmi v.s muhabbetler ile eldeki klavuzu bir nevi putlaştırarak "Mushafperestlik" diyebileceğimiz bir akıma maalesef imza atmış bulunmaktayız.
Halbuki olması gereken , "Ayet ve Kitap" kelimelerinin sadece iki kapak arasında bulunan "Mushaf" içinde olmadığı, bu kelimelerin daha geniş bir anlama sahip olduğu bilinci içerinde olması gerektiğidir. Kafir dediğimiz insanlar "Kitab" ın sadece kevni ayetlerinin olduğu kısmı okuyarak , Müslüman dediğimiz insanlar "Kitab" ın sadece "Mushaf" içindeki ayetlerini okuyarak bir nevi "Kitapların arasını ayıranlar" durumuna düşmektedirler.
Bu gün Dünyanın içinde bulunduğu kaos , gözyaşı ve zulüm ortamının yegane sebebi ,Allah (c.c) nin Kitabının tek taraflı okunmasıdır. Kafir dediğimiz insanlar topluluğu , kullanma klavuzunu atarak okumakta , Müslümanlar ise sadece klavuzu okumakta ve bu tür okuma ayetler arasında bir bağ kurulmasını engellemektedir.
Ayetler arası bağ dediğimiz zaman bizim aklımıza sadece Mushaf içindeki ayetlerin birbiri ile bağı gelmektedir. Halbuki "Ayet" dediğimiz şey sadece Mushaf içinde olmayıp gözümüz ile gördüğümüz ve görmediğimiz her şeyi kapsamaktadır. Ayetler arası bağ dediğimiz şey , hem kevni hem de kitabi ayetlerin arasını açmadan bir bütünlük içinde okunmasıdır.
Müslümanların büyük çoğunluğu içinde bulunduğumuz kaos , gözyaşı ve zulüm ortamından kurtulmanın yolunun , kıyamete yakın gelecek olan "Mehdi" ile gerçekleşecek olduğuna inanmaktadırlar. Bu inanç maalesef çok yanlış , yanlış olduğu kadar kişileri tembelliği sürükleyen bir düşüncedir.
Allah (c.c) bizlere Dünya hayatı içinde kullandığımız ayetlerin elimizde patlayan bir bomba olmaması için bu ayetlerin nasıl kullanılacağına dair klavuz göndermiş ve bu klavuza uyanların Dünya ve Ahirette mutluluğa kavuşacağını beyan etmiştir. Bu mutluluk maalesef Kitabı tek taraflı olarak okuyan Kafirler ve Müslümanlar tarafından göz ardı edilmiş ve ortaya bu gün zalimlerin elinde bir zulüm aracı olan kainat ayetleri ve bu zalimlere karşı sadece mushaf içindeki ayetleri okuyarak başarı kazanılacağını zanneden bir Müslüman topluluk oluşmuştur.
Yapılan bu yanlışlığın ortadan kalkarak Dünyanın huzur ve mutluluk mekanı olabilmesi için , Kitabın bir bütün içinde yani Kainat ve Vahiy kitabının birlikte okunması gerekmektedir. Kafir dediğimiz insanlar üretmiş oldukları her türlü alet edevatın kullanımını , Allah (c.c) nin indirmiş olduğu klavuza göre yapacaklar , Müslümanlar ise sadece klavuzu okumayı terkedip bu klavuzun önermiş olduğu sistemi hayata pratize edeceklerdir. Bunun neticesinde Kafir adı ile anılacak bir topluluk dahi olmayacak bütün insanlar Allaha teslim olmuş kullar olacaklardır. Bu söylediklerimiz çoğu kimse için ütopik ve imkansız düşünceler olabilir , ancak Dünyanın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmasının yegane yolu bu dur.
Bu gün Müslüman kimliğine sahip kimseler olarak Dünya üzerinde artı değerler üretememiş olmamızın baş sebebi, sadece elimizdeki Kitab'ın okunarak Cennete gideceğimiz zannıdır. Allah (c.c) nin ayetleri sadece Kur'an dediğimiz mushafın içinde olmuş olsaydı bu düşünce belki doğru olabilirdi , ancak "Ayet" ve "Kitap" kelimelerinin muhteviyatı hakkındaki yanlış bilgilerimiz bizleri Dünyanın en tembel ve en geri kalmış topluluklarından birisi haline getirmiştir.
Görülmektedir ki , "Ayet" ve "Kitap" kelimeleri hayatın ayrılmaz bir parçası olup bu iki kelimenin yanlış anlaşılması sonucunda, insan hayatı, Dünya ve Ahirette büyük bir azaba dönüşmektedir.
Sonuç olarak; "Ayet ve Kitap" adı ile bildiğimiz iki kelimenin anlam alanına dahil olanlar, maaalesef insanlar tarafından yanlış anlaşılarak , tek taraflı bir okumaya gidilmiş ve neticede aldığı eşyayı kullanma klavuzu olmadan okumaya kalkan veya eşya almadan sadece kullanma klavuzu ile yetinerek sadece o klavuzu okuyarak kurtulacaklarını sanan 2 farklı insan tipi ortaya çıkmıştır. Halbuki "Ayet" denildiği zaman , Allah (c.c) nin yarattığı her şey , "Kitap" denildiği zaman be yaratılanların içinde bulunduğu kainat anlaşılmış olsaydı , bu "Ayet" ve "Kitap" kelimerinin ihtiva ettiği anlamların Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu "Vahiy Kitabı" olmadan okunmasının büyük bir cürüm olduğu bilinmiş olsaydı , insanlar bu cürümü işlememek için kitaplar arasında ayrım yapmadan okur ve Dünyayı Cehennem değil bir Cennet olurdu.
Müslüman kimliğine sahip insanlar olarak yaşadığımız Dünya üzerinde bir etkimiz olmasını istiyorsak elimizde olan klavuzu sevap makinası sanmak yerine o klavuzun gösterdiği yolu takip ederek kainat ayetlerini okumak ve o ayetlerin Dünya insanlarına huzur , güven , mutluluk kaynağı olmasını sağlayacak bir yapılanma içine girmek zorunluluğumuz vardır
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Ağustos 2015 Pazartesi
Nebe s. 33. Ayeti : Ve Kevaibe Etraben (Memeleri Tomurcuklanmış Yaşıt Kızlar)
Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarına şu anda yaşadığımız ve adına "Dünya Hayatı" denilen bölümün geçici , bunun sonrasındaki ve adına ,"Ahiret Hayatı" denilen bölümün kalıcı olduğuna dikkat çekerek , sonsuz hayatı yaşayacak olanların "Cennet ve Cehennem" adı verilen mekanda hayatlarını devam ettireceklerini beyan etmiştir.
Kur'an Cennet ve Cehennem hayatını yaşayacak olanları orada nasıl bir hayatın beklediğine dair bir çok bilgi vermektedir. Cehennem hayatına dair bilgiler insanın yaşamı içinde gördüğü ve yediği takdirde tiksindiği , iğrendiği ,görmeye ve yemeye bile tahammül edemeyeceği iğrençlikte yiyecekler ve yine yaşamı içinde dayanamayacağı şekilde bir yaşam ortamı sunulacağını haber veren bilgiler ihtiva ederek, muhatapların böyle bir hayat ile karşılaşmamaları için nasıl bir hayat sürmeleri gerektiği beyan edilmektedir.
Dünya hayatları içinde "İman edip salih amel işleme" şeklinde bir hayat sürenlerin ise adına "Cennet" denilen bir mekanda sonsuz olarak ağırlanacakları beyan edilerek , orada onlara sunulacak olan nimetlerin , yaşam içinde sevdikleri , istedikleri , arzu duydukları her şey olduğu vurgusu yapılarak bu nimetleri elde etmek için çalışılması gerektiği haber verilmektedir.
Şurası bir gerçektirdir ki , Ahiret , Cennet , Cehennem ile ilgili anlatımlar "Gayb" dediğimiz alana ait bilgiler olup , o alana ait bilgiler bizlere gözümüz ile şahid olduğumuz alana ait bilgilere benzetilerek anlatılmaktadır.
Cennet ve Cehenneme ait bilgiler insan fıtratının arzu ettiği veya nefret ettiği şeyleri kapsadığına yeniden dikkat çekerek, konumuz olan ilgili ayet ve o ayet etrafında yapılan bazı yorumlara ve düşüncelere dikkat çekerek bu tür ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'ın Cennet ve oradaki nimetler ile ilgili verdiği bilgilerin doğru anlaşılması için, bu Kitab'ın 1500 sene önce Arap yarımadasının Mekke adlı bir şehrinde yaşayan insanlara inmeye başladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Bir bardak suyun bir çok değerli olduğu , topraklarının büyük bir kısmı ekime elverişsiz çöl olan insanlara "Altlarından ırmaklar akan bahçeler ve her türlü meyve" nin vaad edilmesini ve bu vaadin kıymetini ancak bu nimetlerden mahrum olanlar anlar. Kur'an şayet kutuplarda yaşayan bir topluluğa inmiş olsaydı , kutuplarda yaşayan insanların arzu duydukları ve hasret kaldıkları nimetler onlara Cennet nimetleri olarak anlatılacaktı.
Çöl ortamında veya kutup ortamında , hangi ortamda yaşarsa yaşasın bütün insanların yaratılışlarından gelen ortak özellikler vardır. Bu özellikler Al-i İmran s. 14. ayetinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Ayete dikkat edildiğinde "Dünya hayatının nimeti" olarak genelleştirilen şeylerin İNSANLARA güzel gösterilmiş olduğundan bahsedilmektedir. "İNSAN" kelimesi bilindiği gibi kadın erkeği kapsayan bir anlama sahiptir. Arap dilinin edebi özelliklerinden habersiz olan veya kalbinde hastalık olan birisi , ayet içindeki "Kadınlara" ifadesinden kadının kadına olan cinsel ilgisinden bahsedildiğini çıkarabilir. Arap dilinin ebedi özelliklerini bilerek Kur'anı okuyan kişi buradaki ifadenin karşılıklı ilgi olduğunu yani kadının erkeğe , erkeğin kadına olan ilgisinin yaratılıştan gelen fıtri bir durum olduğunu anlayacaktır.
İnsan olarak hepimizde karşı cins'e ilgi şeklinde yakınlık duygusu mutlaka vardır ve bu gayet doğaldır. Allah (c.c) bizi yaratan olarak içimize verdiği bu fıtri duygunun Cennet hayatında da devam edeceğini bizlere beyan etmektedir.
[016.097] Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.
Rabbimiz , kadın veya erkek kim olursa olsun iman edip salih amel işlediği takdirde onları Cennet ile mükafatlandıracağını haber vermektedir , öyleyse Allah (c.c) nin iman edenlere sunmayı vaad ettiği nimetler konusunda kadın -erkek ayrımı şeklinde bir durum sözkonusu değil aksine kadın ve erkeğin fıtri olarak istek duydukları her şey onlara verilecektir.
Bu noktada Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde erkek merkezli bir dil kullanılarak Cennet'te verilecek olan nimetlerden bahsedilirken onlara kadınlar verileceğini bahseden ayetlerin bazı kimseler tarafından alay ve eleştiri konusu haline getirilmeye çalışıldığına şahid olmaktayız.
Bu tür alay ve eleştirilere karşı savunma duygusu içinde bazı söylemlerin geliştirilmekte olduğunu da görmekteyiz. Özellikle düşüncesini Kur'an merkezli bir söylem üzerinde geliştirdiğini iddia edenlerin bir kısmı bu tür ayetleri farklı bir şekilde te'vil etme yoluna giderek bazı kimselere " o ayet öyle değil böyle" şeklinde yaklaşımlarda bulunduğunu görmekteyiz.
Bu tür te'villerde yapılan en önemli hata, eziklik psikolojisi dahilinde bu ayetlerin yorumunun yapılması "Benim Rabbim böyle şeyler demez , dememesi lazım" mantığı içinde ayetlerin yorumlanmaya çalışılmasıdır. Bizlerin kimseye şirin görünmek adına Kur'an ayetlerini hevaya uydurmaya çalışmak gibi bir hakkımız yoktur daha sı kimseye şirin görünmek gibi bir zorunluluğumuz da yoktur.
Özellikle Nebe s. 33. ayetinde ki "Ve kevaibe etraben" ibaresinin ilk nazil olduğu toplumda anlaşılan anlamının bilinmesi ve ona göre bir anlam verilmesi gerekmektedir. Klasik tefsir ve mealler bu konuda gayet DOĞRU bir yaklaşım sergileyerek ayetin ilk anlamını meal ve tefsirlere yansıtmışlardır.
"Kevaibe" kelimesi ; Ayakla inciğin buluştuğu yerdeki kemiğe verilen "Ka'bün" kelimesinden türemiştir.
"İmraetün kaibün" iki memesi ağırşaklanmış kız anlamında kullanılan bir deyimdir. "Ağırşak" kelimesi , Kadınların yün eğirmede kullandığı bir araç olup şekil olarak yarım küre biçimindedir. Kadının gençliğini ve güzelliğini ifade eden bir deyimin o günkü arap toplumunda kullanıyor olması belki bu gün için bizim eğitim ve kültür şartlarımız göre garip gelebilir, unutmayalım ki Kur'anın ilk hitap ettiği insanlar biz değil Mekke şartlarında yaşayan insanlardır.
Ayet Cennet nimetleri olarak erkek merkezli bir dil kullanarak erkeklerin fıtri yapılarına uygun olarak cinsel duygularına hitap etmektedir. Aynı Cennete kadınlarda gideceğine göre erkekler bu tür duygularını tatmin ederken kadınlar elleri böğründe kalacağını düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Cennete giden her kadın bütün Cennet efradı gibi aynı yaşta olacakları için onlarında fıtri ihtiyaçlarına uygun olarak eşler ile mükafatlandırılacaklardır.
.
"Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar" şeklinde yapılan bir çevirinin, haşa pornoğrafik bir ifade olduğu gibi bir çekince içine girilmesini yanlış gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Allah hakkı söylemekten asla haya etmez , Bakara s. 222 ve 223. ayetteki ifadelere baktığımızda kadın ve erkeğin cinselliği ile beyanlar bulunmakta olup , acaba bu ifadeler için aynı şeyleri söyleyebilirmiyiz?.
[016.057-59] Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar, (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir.Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!
[043.017-18] Ama Rahman olan Allah'a isnat ettiği kız evlat kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla dolarak yüzü simsiyah kesilir.Demek, süs içinde yetiştirilecek de çekişmeyi beceremeyecek olanı Allah'a değil mi?
[081.008-9] Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;
Olayı erkek bazımda düşündüğümüz zaman şunları söylemek sanırım yanlış olmayacaktır; O günkü arap toplumunda doğan , Kız çocuklarının diri diri toğrağa gömülmek sureti ile öldürüldüğü bir toplumda nüfus dengesi açısından erkekler lehine bir fazlalık olmuş olması , evlenilecek kadınların oranının düşük olmasını gerektirmiştir. Hal böyle olunca arz talep dengesinin bozulması neticesinde kadınlar ile evlenmek zorlaşmıştır. Kur'anın evliliği kolaylaştırıcı bazı teşviki ifadelerini, bu sorunlar yüzünden ortaya çıkan sıkıntıların izalesi yönünden düşünmek sanırım yanlış olmayacaktır.
Fıtri olarak karşı cinse eğilimli olarak yaratılan ve karşı cinsle evlenerek arzularını tatmin etmekte zorlanan insanlara hem zinaya düşmemelerini teşvik etmek için hem de Dünya hayatında böyle bir zevki tatmakta zorlananlara, iman edip salih amel işledikleri takdirde dünya hayatında bulamadıklarının ebedi olarak ahirette bulacaklarını müjdelemek Kur'anın anlatım uslubu ile uyuşmayan bir durum değildir.
Sonuç olarak; Şunu akıldan asla çıkarmamalıyız ki herhangi bir Kur'an ayetindeki ifade başkalarına ters geliyor diye o ayeti eğip bükmeye kimsenin hakkı ve selahiyeti yoktur. Kur'an eğer doğru bir şekilde anlaşılmak isteniyorsa , bu Kitabın nazil olduğu zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür alt yapılarının gözetildiği düşüncesi asla akıldan çıkarılmamalıdır. 1500 sene önce inmiş bir Kitabın içindeki bazı ifadeleri "Alem ne der" mantığı içinde ve bu günün algısı ve düşüncesi içinde te'vil etmeye kalktığımızda yanlışa düşüceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır. İlgili ayetin önce arap insanının konuştuğu dildeki anlamının ne olduğu hesaba katılmadan yapılan anlama çalışmaları ancak anlaMAma çalışmasından başka bir işe yaramaz.
Kur'anın doğru anlaşılma yolarından en önemlisi nazil olduğu zaman zarfı içindeki yaşayan insanların kültür ve inanç arka planlarının bilinmesi gereğidir. Bu gereklilik göz ardı edilir ve nuzül toplumu ile bağı ortadan kaldırılırsa Kitabın doğru anlaşılması mümkün değildir. Bu gün özellikle bazı kesimlerde ortaya çıkan absürt Kur'an anlayışlarının temelinde bu şartların göz ardı edilmesi yatmaktadır.
Nebe s. 33 ve bu ayete benzer diğer ayetlerin hepsinin bu öncelikler gözetilerek anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) biz kullarına kadın ve erkek olarak vereceği nimetleri "Siz erkeksiniz üstünsünüz" veya "Siz kadınsınız eksiksiniz" diyerek bir ayrıma tabi tutarak vereceğini düşünmek Allah'a karşı yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an Cennet ve Cehennem hayatını yaşayacak olanları orada nasıl bir hayatın beklediğine dair bir çok bilgi vermektedir. Cehennem hayatına dair bilgiler insanın yaşamı içinde gördüğü ve yediği takdirde tiksindiği , iğrendiği ,görmeye ve yemeye bile tahammül edemeyeceği iğrençlikte yiyecekler ve yine yaşamı içinde dayanamayacağı şekilde bir yaşam ortamı sunulacağını haber veren bilgiler ihtiva ederek, muhatapların böyle bir hayat ile karşılaşmamaları için nasıl bir hayat sürmeleri gerektiği beyan edilmektedir.
Dünya hayatları içinde "İman edip salih amel işleme" şeklinde bir hayat sürenlerin ise adına "Cennet" denilen bir mekanda sonsuz olarak ağırlanacakları beyan edilerek , orada onlara sunulacak olan nimetlerin , yaşam içinde sevdikleri , istedikleri , arzu duydukları her şey olduğu vurgusu yapılarak bu nimetleri elde etmek için çalışılması gerektiği haber verilmektedir.
Şurası bir gerçektirdir ki , Ahiret , Cennet , Cehennem ile ilgili anlatımlar "Gayb" dediğimiz alana ait bilgiler olup , o alana ait bilgiler bizlere gözümüz ile şahid olduğumuz alana ait bilgilere benzetilerek anlatılmaktadır.
Cennet ve Cehenneme ait bilgiler insan fıtratının arzu ettiği veya nefret ettiği şeyleri kapsadığına yeniden dikkat çekerek, konumuz olan ilgili ayet ve o ayet etrafında yapılan bazı yorumlara ve düşüncelere dikkat çekerek bu tür ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'ın Cennet ve oradaki nimetler ile ilgili verdiği bilgilerin doğru anlaşılması için, bu Kitab'ın 1500 sene önce Arap yarımadasının Mekke adlı bir şehrinde yaşayan insanlara inmeye başladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Bir bardak suyun bir çok değerli olduğu , topraklarının büyük bir kısmı ekime elverişsiz çöl olan insanlara "Altlarından ırmaklar akan bahçeler ve her türlü meyve" nin vaad edilmesini ve bu vaadin kıymetini ancak bu nimetlerden mahrum olanlar anlar. Kur'an şayet kutuplarda yaşayan bir topluluğa inmiş olsaydı , kutuplarda yaşayan insanların arzu duydukları ve hasret kaldıkları nimetler onlara Cennet nimetleri olarak anlatılacaktı.
Çöl ortamında veya kutup ortamında , hangi ortamda yaşarsa yaşasın bütün insanların yaratılışlarından gelen ortak özellikler vardır. Bu özellikler Al-i İmran s. 14. ayetinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
Ayete dikkat edildiğinde "Dünya hayatının nimeti" olarak genelleştirilen şeylerin İNSANLARA güzel gösterilmiş olduğundan bahsedilmektedir. "İNSAN" kelimesi bilindiği gibi kadın erkeği kapsayan bir anlama sahiptir. Arap dilinin edebi özelliklerinden habersiz olan veya kalbinde hastalık olan birisi , ayet içindeki "Kadınlara" ifadesinden kadının kadına olan cinsel ilgisinden bahsedildiğini çıkarabilir. Arap dilinin ebedi özelliklerini bilerek Kur'anı okuyan kişi buradaki ifadenin karşılıklı ilgi olduğunu yani kadının erkeğe , erkeğin kadına olan ilgisinin yaratılıştan gelen fıtri bir durum olduğunu anlayacaktır.
İnsan olarak hepimizde karşı cins'e ilgi şeklinde yakınlık duygusu mutlaka vardır ve bu gayet doğaldır. Allah (c.c) bizi yaratan olarak içimize verdiği bu fıtri duygunun Cennet hayatında da devam edeceğini bizlere beyan etmektedir.
[016.097] Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.
Rabbimiz , kadın veya erkek kim olursa olsun iman edip salih amel işlediği takdirde onları Cennet ile mükafatlandıracağını haber vermektedir , öyleyse Allah (c.c) nin iman edenlere sunmayı vaad ettiği nimetler konusunda kadın -erkek ayrımı şeklinde bir durum sözkonusu değil aksine kadın ve erkeğin fıtri olarak istek duydukları her şey onlara verilecektir.
Bu noktada Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde erkek merkezli bir dil kullanılarak Cennet'te verilecek olan nimetlerden bahsedilirken onlara kadınlar verileceğini bahseden ayetlerin bazı kimseler tarafından alay ve eleştiri konusu haline getirilmeye çalışıldığına şahid olmaktayız.
Bu tür alay ve eleştirilere karşı savunma duygusu içinde bazı söylemlerin geliştirilmekte olduğunu da görmekteyiz. Özellikle düşüncesini Kur'an merkezli bir söylem üzerinde geliştirdiğini iddia edenlerin bir kısmı bu tür ayetleri farklı bir şekilde te'vil etme yoluna giderek bazı kimselere " o ayet öyle değil böyle" şeklinde yaklaşımlarda bulunduğunu görmekteyiz.
Bu tür te'villerde yapılan en önemli hata, eziklik psikolojisi dahilinde bu ayetlerin yorumunun yapılması "Benim Rabbim böyle şeyler demez , dememesi lazım" mantığı içinde ayetlerin yorumlanmaya çalışılmasıdır. Bizlerin kimseye şirin görünmek adına Kur'an ayetlerini hevaya uydurmaya çalışmak gibi bir hakkımız yoktur daha sı kimseye şirin görünmek gibi bir zorunluluğumuz da yoktur.
Özellikle Nebe s. 33. ayetinde ki "Ve kevaibe etraben" ibaresinin ilk nazil olduğu toplumda anlaşılan anlamının bilinmesi ve ona göre bir anlam verilmesi gerekmektedir. Klasik tefsir ve mealler bu konuda gayet DOĞRU bir yaklaşım sergileyerek ayetin ilk anlamını meal ve tefsirlere yansıtmışlardır.
"Kevaibe" kelimesi ; Ayakla inciğin buluştuğu yerdeki kemiğe verilen "Ka'bün" kelimesinden türemiştir.
"İmraetün kaibün" iki memesi ağırşaklanmış kız anlamında kullanılan bir deyimdir. "Ağırşak" kelimesi , Kadınların yün eğirmede kullandığı bir araç olup şekil olarak yarım küre biçimindedir. Kadının gençliğini ve güzelliğini ifade eden bir deyimin o günkü arap toplumunda kullanıyor olması belki bu gün için bizim eğitim ve kültür şartlarımız göre garip gelebilir, unutmayalım ki Kur'anın ilk hitap ettiği insanlar biz değil Mekke şartlarında yaşayan insanlardır.
Ayet Cennet nimetleri olarak erkek merkezli bir dil kullanarak erkeklerin fıtri yapılarına uygun olarak cinsel duygularına hitap etmektedir. Aynı Cennete kadınlarda gideceğine göre erkekler bu tür duygularını tatmin ederken kadınlar elleri böğründe kalacağını düşünmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Cennete giden her kadın bütün Cennet efradı gibi aynı yaşta olacakları için onlarında fıtri ihtiyaçlarına uygun olarak eşler ile mükafatlandırılacaklardır.
.
"Memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar" şeklinde yapılan bir çevirinin, haşa pornoğrafik bir ifade olduğu gibi bir çekince içine girilmesini yanlış gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Allah hakkı söylemekten asla haya etmez , Bakara s. 222 ve 223. ayetteki ifadelere baktığımızda kadın ve erkeğin cinselliği ile beyanlar bulunmakta olup , acaba bu ifadeler için aynı şeyleri söyleyebilirmiyiz?.
[016.057-59] Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar, (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir.Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!
[043.017-18] Ama Rahman olan Allah'a isnat ettiği kız evlat kendilerinden birine müjdelenince, o kimsenin içi gayzla dolarak yüzü simsiyah kesilir.Demek, süs içinde yetiştirilecek de çekişmeyi beceremeyecek olanı Allah'a değil mi?
[081.008-9] Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;
Olayı erkek bazımda düşündüğümüz zaman şunları söylemek sanırım yanlış olmayacaktır; O günkü arap toplumunda doğan , Kız çocuklarının diri diri toğrağa gömülmek sureti ile öldürüldüğü bir toplumda nüfus dengesi açısından erkekler lehine bir fazlalık olmuş olması , evlenilecek kadınların oranının düşük olmasını gerektirmiştir. Hal böyle olunca arz talep dengesinin bozulması neticesinde kadınlar ile evlenmek zorlaşmıştır. Kur'anın evliliği kolaylaştırıcı bazı teşviki ifadelerini, bu sorunlar yüzünden ortaya çıkan sıkıntıların izalesi yönünden düşünmek sanırım yanlış olmayacaktır.
Fıtri olarak karşı cinse eğilimli olarak yaratılan ve karşı cinsle evlenerek arzularını tatmin etmekte zorlanan insanlara hem zinaya düşmemelerini teşvik etmek için hem de Dünya hayatında böyle bir zevki tatmakta zorlananlara, iman edip salih amel işledikleri takdirde dünya hayatında bulamadıklarının ebedi olarak ahirette bulacaklarını müjdelemek Kur'anın anlatım uslubu ile uyuşmayan bir durum değildir.
Sonuç olarak; Şunu akıldan asla çıkarmamalıyız ki herhangi bir Kur'an ayetindeki ifade başkalarına ters geliyor diye o ayeti eğip bükmeye kimsenin hakkı ve selahiyeti yoktur. Kur'an eğer doğru bir şekilde anlaşılmak isteniyorsa , bu Kitabın nazil olduğu zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür alt yapılarının gözetildiği düşüncesi asla akıldan çıkarılmamalıdır. 1500 sene önce inmiş bir Kitabın içindeki bazı ifadeleri "Alem ne der" mantığı içinde ve bu günün algısı ve düşüncesi içinde te'vil etmeye kalktığımızda yanlışa düşüceğimiz hatırdan çıkarılmamalıdır. İlgili ayetin önce arap insanının konuştuğu dildeki anlamının ne olduğu hesaba katılmadan yapılan anlama çalışmaları ancak anlaMAma çalışmasından başka bir işe yaramaz.
Kur'anın doğru anlaşılma yolarından en önemlisi nazil olduğu zaman zarfı içindeki yaşayan insanların kültür ve inanç arka planlarının bilinmesi gereğidir. Bu gereklilik göz ardı edilir ve nuzül toplumu ile bağı ortadan kaldırılırsa Kitabın doğru anlaşılması mümkün değildir. Bu gün özellikle bazı kesimlerde ortaya çıkan absürt Kur'an anlayışlarının temelinde bu şartların göz ardı edilmesi yatmaktadır.
Nebe s. 33 ve bu ayete benzer diğer ayetlerin hepsinin bu öncelikler gözetilerek anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz. Allah (c.c) biz kullarına kadın ve erkek olarak vereceği nimetleri "Siz erkeksiniz üstünsünüz" veya "Siz kadınsınız eksiksiniz" diyerek bir ayrıma tabi tutarak vereceğini düşünmek Allah'a karşı yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
21 Ağustos 2015 Cuma
Al-i İmran s. 33-44. Ayetleri : Meryem'in Doğumu ve Yetiştirilmesi
Kur'an içindeki bir takım yaşanmış olaylar içinde anlatılan insanların , "Model Aile" , "Model İnsan" olarak okunarak, onların yaşantılarının bizlere de örnek olması amaçlanmaktadır. Bu örneklik, Al-i imran suresi içinde sureye adını veren ailenin yaşantısından kesitler sunularak bizlere anlatılmakta ve "Örnek bir aile nasıl olmalı ?" sorusunun cevabını içermektedir.
Konumuz olan ilgili ayetleri, bize dönük böyle bir mesajı olmasından hareketle okumaya çalışacağız.
[003.033] Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u ve İbrahim ailesiyle İmran ailesini süzüp alemler üzerine seçti.
[003.034] Birbirinden gelen bir zürriyet olarak; Allah işitendir, bilendir.
Allah (c.c) , İmran ailesinin Adem , Nuh , İbrahim (a.s) ın yolundan giden insanlar olduğunu hatırlatıp o aileyi de alemler üzerine seçkin kıldığını beyan ederek , onları anlatmaya başlamaktadır.
[003.035] İmran'ın karısı: «Rabbim, karnımdakini hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.» demişti.
İmran'ın karısı hamiledir ve doğacak olan çocuğunu erkek olarak beklemektedir ve o çocuğu, yaşadığı takdirde Allaha adayacağını söylemektedir. İmran'ın karısının isminin "Hanne" olduğuna dair rivayetler olsa da isminin ne olduğundan çok , kişinin doğacak çocuğu hakkında beklentilerini dikkate almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Doğacak olan çocuğunu "Hür" olarak Allah'a adaması , o çocuğun Allah dışındaki her türlü bağımlılıktan yani şirk'ten uzak olarak sadece ona kul olarak yetiştirilmesinin vaad edildiği anlamındadır.
Ayet içinde geçen "Nezr" kelimesi ; "Bir işin meydana gelmesi için , kişinin üzerine vacib olmayan bir şeyi kendisine vacib kılması" demektir. İmran ailesinin böyle bir nezir yapma sebebi , daha önce olan çocuklarının yaşamaması veya uzun bir zaman aralığından sonra çocuk sahibi olma umutları yeşerdiği ihtimali olabilir.
[003.036] Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu bilirken « Rabbim! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım» dedi.
Adağını yerine getirmek için erkek çocuk bekleyen İmran'ın karısı , doğurduğu çocuğun kız olması karşısında bu adağını yerine getiremeyeceği için onu her türlü tehlikeden koruması için sığınılacak tek merci olan Allaha dua etmektedir. Bu ayet içinde, İmran'ın karısının doğan çocuğuna tek başına isim vermesinden hareketle , İmran'ın çocuğu doğmadan önce vefat ettiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
İmran'ın karısının, "Erkek kız gibi değildir" şeklindeki ifadesinden kız çocuğunun erkek çocuğuna göre daha fazla himayeye muhtaç olduğu ve erkeğe göre daha fazla tehlikelere açık olduğu vurgusu yapılarak onu şeytanlardan gelecek her türlü tehlikeden Allaha sığındırdığını söylemesi, buradaki "Şeytan" vurgusunun ne anlama gelebileceğinin dikkate alınması gereğini doğurmaktadır.
Ayette kız-erkek şeklinde bir ayrımdan ziyade ,İmran'ın karısının erkek çocuk beklediği ve erkek çocuk için beslediği düşüncenin kız çocuk vasıtası ile gerçekleşmeyeceğini düşündüğü için böyle bir ifade de bulunduğunu söyleyebiliriz. Şeytan'ın musallat olması kız-erkek gibi gibi ayrım yapmadan her kişi için aynı olduğuna göre , şayet İmran'ın karısı nezretmek için kız çocuk beklemiş ve kız çocuk yerine erkek çocuğu dünyaya gelmiş olsaydı bu sefer "Erkek kız gibi değildir" demiş olacağını düşünüyoruz.
Yine bu ayette , diğer ayetlerde "Nankör" olarak vasıflandırılan insanın sıkıştığında Rabbini anması , feraha çıktığında Rabbini unutmasının verildiği bir çok ayetten Araf s. 189. ve 190. ayetlerini hatırlamak yerinde olacaktır.
[007.189-190] O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi ve bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: «Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız.» Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde çocuk bekleyen bir ailenin doğacak çocukları dünyaya gelmeden önceki duaları ile , dünyaya geldikten sonra değişen tavırları yani nankörlükleri anlatılarak böyle bir tavır içine girilmemesi öğütlenmektedir. İmran'ın karısı , çocuğu doğmadan önce de , doğduktan sonra da aynı tevhidi tavrı sürdürerek , bir ailenin doğan çocuklarını nasıl yetiştirmesi gerektiği konusunda örneklikliği göstermektedir.
[003.037] Bunun üzerine Rabbı onu güzel bir kabul ile karşıladı. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya mihraba her girişinde onun yanında bir yiyecek bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden? derdi. O da: Allah tarafından, derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.
Doğurduğu çocuğun Allaha kul olarak yaşam sürmesini isteyen İmran'ın karısının bu duası kabul olunarak Zekeriyya (a.s) tarafından bakımı üstlenilmiştir. İmran'ın karısının duası sadece kuru kuruya yapılmış bir dua değil , Rabbinden istediği şeyin amele dökülmüş olmasını da beraberinde getirmesi açısından önemli bir noktadır. Hepimiz Allah'a el açıp Dünya ve Ahiret için bazı beklentilerimizi ondan isteriz , ancak bu beklentilerin kabul olma şartı, o beklentiler doğrultusunda bir çalışmayı beraberinde getirmeye bağlıdır. İmran'ın karısı ,kızı Meryem'in şeytan tasallutundan uzak bir yaşam sürmesi için ona gereken bilgileri vermekte , kendisi de bu konuda ona örnek olmaktadır.
Zekeriyya (a.s) ın , Meryem'in yanına her girişinde yanında bulduğu rızıkla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; "Mihrab" kelimesi , bir evdeki oturma yerinin en baş köşesi anlamındadır. Meryem'in mihrab ta olmasını , Zekeriyya (a.s) tarafından ona verilen değeri ifade ettiğini söyleyebiliriz. Her girişinde Meryem'in yanında bir rızık olmasını 2 açıdan değerlendirmek mümkündür.
1- Meryem'e başkaları tarafından hediye edilmesi , onun bu rızıkların kaynağının Allah (c.c) olduğunu bildiği için , "falan kimse getirdi" şeklinde bir ifade yerine "Allah tarafından" dediği söylenebilir.
2- Bu rızıkların Allah (c.c) tarafından ona direk olarak indirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Allah (c.c) nin Meryem'i "Güzel bir bitki" gibi yetiştirmesi ifadesinden , yerdeki bitkilerin Allah (c.c) tarafından gökten indirilen su ile yetiştirildiğini beyan eden ayetleri dikkate aldığımızda ve Maide s. ayetlerinde Havarilerin İsa (a.s) dan gökten bir sofra indirilmesini istemesini dikkate aldığımızda bu sofranın önceden onun annesine indirildiğini bildikleri şeklinde bir düşünce oluşturabilir. Kefili olduğu için her türlü giyecek ve yiyeceğine de kefil olması gerektiğini düşündüğümüz Zekeriyya (a.s) ın bu rızk'ın kaynağını bilmemiş olması o rızk'ın kaynağının farklı bir yerden olduğunu göstermektedir. Bizim tercihimiz 2. şık içinde ifade ettiğimiz düşünceden yana olup bu düşüncemizi 38. ayetin pekiştirdiğini söyleyebiliriz.
Meryem'in Zekeriyya (a.s) tarafından yetiştirilmesinin bize dönük mesajını okuyacak olduğumuzda şunları söylemek mümkündür; Elçiler Allah (c.c) nin seçmiş olduğu insanlar olması hasebiyle aldıkları vahyi tebliğ ederler ve bu vahyi önce kendileri örnek olarak hayata geçirirler. Zekeriyya (a.s) bu işle görevli elçilerden olması nedeniyle yaşadığı hayatta kendisi ve çevresindeki insanlara örnek olmuştur. Meryem böyle bir elçinin kefaleti altında onun bilgileri ve öğütleri ile yetişerek alemlere örnek bir kadın olmuştur.
Elçiler bu gün hayatta olmasalar dahi, yaşanmış hayat örnekleri ile bizlerin yolunu kıyamete kadar aydınlatacak olan insanlardır. Kur'an geneline yayılmış olan ayetler içinde bulduğumuz örnek hayatlar bizleri hayata dair başımıza gelen herhangi bir meselede nasıl bir yol izlemek gerektiği noktasında güzel örneklikler sunmaktadır.
[003.038] Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; 'Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.
Meryem'in yanına her geldiğinde kaynağının Allah (c.c) den olduğunu öğrendiği rızıkları bulan Zekeriyya (a.s) , Meryeme böyle bir lutufta bulunan Rabbinin kendisine de yaşlanmış olsa dahi bir çocuk verebilme umutlarını yeniden harekete geçirmiştir. "Meryeme gökten rızkı indiren Rabbim bana da bu ihtiyar halime rağmen bir erkek çocuk bahşeder" diyerek Allah(c.c) ye isteğini bildirir.
[003.039] Mihrapta ayakta salatta iken melekler kendisine seslenip: «Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi tasdik edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem nebi olacak olan Yahya’yı müjdeler» dediler.
Daha teferruatlı bilgiyi Meryem suresi ilk ayetlerinde gördüğümüz Yahya (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerin bir kısmı burada da anlatılmaktadır. Burada dikkatimizi çeken noktalardan birisi , Yahya'nın daha doğmadan önce nasıl bir hayat süreceğinin Allah (c.c) tarafından biliniyor olmasıdır. "Allah kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" diyerek , Allah (c.c) ye noksanlık ve acziyet izafe eden düşüncenin taraftarlarının bu ve benzeri ayetleri iyi düşünmeleri gerekmektedir.
Allah (c.c) ye yaptığı duanın kabul olmasının verdiği insanı şaşkınlık karşısında Zekeriyya (a.s) şunları söyler;
[003.040] Ve dedi ki: Rabbım; ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir? Öyle, Allah dilediğini yapar, dedi.
Burada , "Zekeriyya (a.s) hem ihtiyar olduğu halde çocuk sahibi olmak istiyor , hem de bu isteği kabul edildikten sonra nasıl çocuğum olabilir şeklinde bir soruyu neden soruyor?" şeklinde bir soru akla gelebilir .
Bu soruya cevaben şunları söyleyebiliriz; Olayı Zekeriyya (a.s) ın neden şaşırdığı üzerinden değil , bu durum üzerinden verilmek istenen mesajı okumanın gerekmektedir. "Allah dilediğini yapar" cümlesi bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmak gerektiği noktasında ipucu verebilir. Bu cümle , kul için imkansız olduğu düşünülen bir mesele de Allah (c.c) için böyle bir durumun sözkonusu olamayacağı mesajını vermektedir. Kul Allaha karşı güven içinde olduğu müddetçe , o kulun Allah (c.c) den istediği herhangi bir isteği karşılıksız kalmayacak ve kul için imkansız olduğu düşünülen bir şey Allah için kolay olacaktır.
[003.041] Zekeriyya: «Rabbim bana bir alamet ver!» dedi. Allah: «Alametin insanlarla üç gün yalnızca işaretten başka türlü konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve akşam-sabah tesbih et!» buyurdu.
Zekeriyya (a.s) ın Rabbinden bir alamet istemiş olması , onun bu konuda daha mutmain olma isteğinin bir göstergesi olup , aynı durumu Bakara s. 260. ayetinde , İbrahim (a.s) ın iman ettiği halde ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istemesi ile aynı minvalde düşünebiliriz.Akşam -sabah tesbit etme emrini , günün bu vakitleri için değil kesintisizlik ifade etmesi açısından yani akşamdan sabaha , sabahtan akşama kadar bir kesintisizlik içinde "Rabbini an yani günün bütün vakitleri içinde Rabbinin sana gösterdiği yol üzerinde kaim ol" anlamında düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
[003.042] Hani melekler de: «Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı.» demişti.
[003.043] «Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et.»
Bu iki ayette , Meleklerin Meryem ile konuşmasına benzer bir uslup kullanılmaktadır. Meryem suresi içinde , İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerde , Melek elçinin düzgün bir beşer kılığında Meryem'e geldiğini ve onunla konuştuğunu görmekteyiz. Ancak bu iki ayetteki durum ondan farklıdır.
Bu ayetleri anlamak için , Meryem ile ilgili Tahrim suresi 12. ayetini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[066.012] Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.
Bu ayette Meryeme ruh üflendiği ve onun Rabbinin sözlerini ve Kitaplarını tasdik ettiği beyan edilmektedir. Ruh üflenmesi sadece Meryem'e has bir durum değil , aksine yaratılmış olan bütün insanalara has bir durumdur. Allah (c.c) yarattığı tüm insanlara fıtraten yaratıcısını bilme kabiliyeti ilham ederek onları kendisine itaat eden bir kul olma yolunu kolaylaştırmıştır. Meryem kendisine verilen bu kabiliyeti kullanarak o yolda yürümüş ve muvahhide bir kul olmuştur.
Bu yolda yürüyen herkese Allah (c.c) nin yardımı ve desteği şu şekilde beyan edilmektedir.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayetlerde Melekler , "Rabbimiz Allah" diyenlerle karşılıklı bir konuşma içinde değillerdir. Bı yolda yürüyenlerin kimler tarafından desteklendiği ve akıbetlerinin ne olduğu beyan edilmektedir. Konumuz olan 42. ve 43. ayetleri de bu paralelde anlamak durumundayız. "Rabbim Allah" diyerek o yolda yürüyen Meryem'in, Fussilet s. 30. 31. ve 32. ayetlerinde gördüğümüz üzere istikamet üzere bir yol üzere olduğu beyan edilmektedir.
[003.044] Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de yanlarında değildin.
Bir çok ayette , gayb'ın sadece Allah (c.c) tarafından bilenebileceği , gaybı ilgilendiren konulardan bir kısmını dilediği elçilerine açacağını (Cin s. 27) beyan eden Rabbimiz, elçilerine açtığı gaybi konulardan bir kısmını bu ayetlerde beyan etmektedir. Muhammed (a.s) kendisine açılan gaybı yine kendisine vahyolunan Kitap içindeki ayetler vasıtası ile bilebilmekte olup ayrı bir gayb bilgisi kaynağı yoktur. Rivayet yolu ile gelen ve gaybı ilgilendiren konuların tamamı güvenilirlikten uzak olup, en sahih gaybi bilgi kaynağı sadece Kur'andır.
Sonuç olarak; "Model Aile" , "Model İnsan" örnekleri ile dolu olan Kur'anın sunduğu bu modele örnek İmran ailesinin kızları olan Meryem ve Zekeriyya (a.s) ın oğlu Yahya'nın dünyaya geliş sürecinin anlatıldığı ayetleri okumaya çalıştık. Bu ayetlerde bir annenin çocuğunu nasıl yetişitmesi gerektiğini Meryem'in annesinden öğrenerek , Meryem'in nasıl yetiştiğini , onu yetiştiren elçi Zekeriyya (a.s) ın ona verilen nimetleri gördüğünde çocuk sahibi olmak için kaybolan umutları yeniden yeşererek , Yahya'nın doğması bizim için imkansız olan bir şeyin Allah (c.c) için gayet kolay olduğunu bizlere yaşanmış örnek dahilinde göstererek bizlerinde hiç bir zaman Allah tan ümidimizi kesmememiz gerektiği öğütlenmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Konumuz olan ilgili ayetleri, bize dönük böyle bir mesajı olmasından hareketle okumaya çalışacağız.
[003.033] Gerçekten Allah, Adem'i, Nuh'u ve İbrahim ailesiyle İmran ailesini süzüp alemler üzerine seçti.
[003.034] Birbirinden gelen bir zürriyet olarak; Allah işitendir, bilendir.
Allah (c.c) , İmran ailesinin Adem , Nuh , İbrahim (a.s) ın yolundan giden insanlar olduğunu hatırlatıp o aileyi de alemler üzerine seçkin kıldığını beyan ederek , onları anlatmaya başlamaktadır.
[003.035] İmran'ın karısı: «Rabbim, karnımdakini hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin.» demişti.
İmran'ın karısı hamiledir ve doğacak olan çocuğunu erkek olarak beklemektedir ve o çocuğu, yaşadığı takdirde Allaha adayacağını söylemektedir. İmran'ın karısının isminin "Hanne" olduğuna dair rivayetler olsa da isminin ne olduğundan çok , kişinin doğacak çocuğu hakkında beklentilerini dikkate almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Doğacak olan çocuğunu "Hür" olarak Allah'a adaması , o çocuğun Allah dışındaki her türlü bağımlılıktan yani şirk'ten uzak olarak sadece ona kul olarak yetiştirilmesinin vaad edildiği anlamındadır.
Ayet içinde geçen "Nezr" kelimesi ; "Bir işin meydana gelmesi için , kişinin üzerine vacib olmayan bir şeyi kendisine vacib kılması" demektir. İmran ailesinin böyle bir nezir yapma sebebi , daha önce olan çocuklarının yaşamaması veya uzun bir zaman aralığından sonra çocuk sahibi olma umutları yeşerdiği ihtimali olabilir.
[003.036] Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu bilirken « Rabbim! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım» dedi.
Adağını yerine getirmek için erkek çocuk bekleyen İmran'ın karısı , doğurduğu çocuğun kız olması karşısında bu adağını yerine getiremeyeceği için onu her türlü tehlikeden koruması için sığınılacak tek merci olan Allaha dua etmektedir. Bu ayet içinde, İmran'ın karısının doğan çocuğuna tek başına isim vermesinden hareketle , İmran'ın çocuğu doğmadan önce vefat ettiğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
İmran'ın karısının, "Erkek kız gibi değildir" şeklindeki ifadesinden kız çocuğunun erkek çocuğuna göre daha fazla himayeye muhtaç olduğu ve erkeğe göre daha fazla tehlikelere açık olduğu vurgusu yapılarak onu şeytanlardan gelecek her türlü tehlikeden Allaha sığındırdığını söylemesi, buradaki "Şeytan" vurgusunun ne anlama gelebileceğinin dikkate alınması gereğini doğurmaktadır.
Ayette kız-erkek şeklinde bir ayrımdan ziyade ,İmran'ın karısının erkek çocuk beklediği ve erkek çocuk için beslediği düşüncenin kız çocuk vasıtası ile gerçekleşmeyeceğini düşündüğü için böyle bir ifade de bulunduğunu söyleyebiliriz. Şeytan'ın musallat olması kız-erkek gibi gibi ayrım yapmadan her kişi için aynı olduğuna göre , şayet İmran'ın karısı nezretmek için kız çocuk beklemiş ve kız çocuk yerine erkek çocuğu dünyaya gelmiş olsaydı bu sefer "Erkek kız gibi değildir" demiş olacağını düşünüyoruz.
Yine bu ayette , diğer ayetlerde "Nankör" olarak vasıflandırılan insanın sıkıştığında Rabbini anması , feraha çıktığında Rabbini unutmasının verildiği bir çok ayetten Araf s. 189. ve 190. ayetlerini hatırlamak yerinde olacaktır.
[007.189-190] O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti. Onu (eşini) örtüp-bürüyünce, o da bir yük yüklendi ve bununla (bir süre) gezindi. Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rableri olan Allah'a dua ettiler: «Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenlerden olacağız.» Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde çocuk bekleyen bir ailenin doğacak çocukları dünyaya gelmeden önceki duaları ile , dünyaya geldikten sonra değişen tavırları yani nankörlükleri anlatılarak böyle bir tavır içine girilmemesi öğütlenmektedir. İmran'ın karısı , çocuğu doğmadan önce de , doğduktan sonra da aynı tevhidi tavrı sürdürerek , bir ailenin doğan çocuklarını nasıl yetiştirmesi gerektiği konusunda örneklikliği göstermektedir.
[003.037] Bunun üzerine Rabbı onu güzel bir kabul ile karşıladı. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya mihraba her girişinde onun yanında bir yiyecek bulurdu. Ey Meryem, bu sana nereden? derdi. O da: Allah tarafından, derdi. Şüphe yok ki Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.
Doğurduğu çocuğun Allaha kul olarak yaşam sürmesini isteyen İmran'ın karısının bu duası kabul olunarak Zekeriyya (a.s) tarafından bakımı üstlenilmiştir. İmran'ın karısının duası sadece kuru kuruya yapılmış bir dua değil , Rabbinden istediği şeyin amele dökülmüş olmasını da beraberinde getirmesi açısından önemli bir noktadır. Hepimiz Allah'a el açıp Dünya ve Ahiret için bazı beklentilerimizi ondan isteriz , ancak bu beklentilerin kabul olma şartı, o beklentiler doğrultusunda bir çalışmayı beraberinde getirmeye bağlıdır. İmran'ın karısı ,kızı Meryem'in şeytan tasallutundan uzak bir yaşam sürmesi için ona gereken bilgileri vermekte , kendisi de bu konuda ona örnek olmaktadır.
Zekeriyya (a.s) ın , Meryem'in yanına her girişinde yanında bulduğu rızıkla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; "Mihrab" kelimesi , bir evdeki oturma yerinin en baş köşesi anlamındadır. Meryem'in mihrab ta olmasını , Zekeriyya (a.s) tarafından ona verilen değeri ifade ettiğini söyleyebiliriz. Her girişinde Meryem'in yanında bir rızık olmasını 2 açıdan değerlendirmek mümkündür.
1- Meryem'e başkaları tarafından hediye edilmesi , onun bu rızıkların kaynağının Allah (c.c) olduğunu bildiği için , "falan kimse getirdi" şeklinde bir ifade yerine "Allah tarafından" dediği söylenebilir.
2- Bu rızıkların Allah (c.c) tarafından ona direk olarak indirilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Allah (c.c) nin Meryem'i "Güzel bir bitki" gibi yetiştirmesi ifadesinden , yerdeki bitkilerin Allah (c.c) tarafından gökten indirilen su ile yetiştirildiğini beyan eden ayetleri dikkate aldığımızda ve Maide s. ayetlerinde Havarilerin İsa (a.s) dan gökten bir sofra indirilmesini istemesini dikkate aldığımızda bu sofranın önceden onun annesine indirildiğini bildikleri şeklinde bir düşünce oluşturabilir. Kefili olduğu için her türlü giyecek ve yiyeceğine de kefil olması gerektiğini düşündüğümüz Zekeriyya (a.s) ın bu rızk'ın kaynağını bilmemiş olması o rızk'ın kaynağının farklı bir yerden olduğunu göstermektedir. Bizim tercihimiz 2. şık içinde ifade ettiğimiz düşünceden yana olup bu düşüncemizi 38. ayetin pekiştirdiğini söyleyebiliriz.
Meryem'in Zekeriyya (a.s) tarafından yetiştirilmesinin bize dönük mesajını okuyacak olduğumuzda şunları söylemek mümkündür; Elçiler Allah (c.c) nin seçmiş olduğu insanlar olması hasebiyle aldıkları vahyi tebliğ ederler ve bu vahyi önce kendileri örnek olarak hayata geçirirler. Zekeriyya (a.s) bu işle görevli elçilerden olması nedeniyle yaşadığı hayatta kendisi ve çevresindeki insanlara örnek olmuştur. Meryem böyle bir elçinin kefaleti altında onun bilgileri ve öğütleri ile yetişerek alemlere örnek bir kadın olmuştur.
Elçiler bu gün hayatta olmasalar dahi, yaşanmış hayat örnekleri ile bizlerin yolunu kıyamete kadar aydınlatacak olan insanlardır. Kur'an geneline yayılmış olan ayetler içinde bulduğumuz örnek hayatlar bizleri hayata dair başımıza gelen herhangi bir meselede nasıl bir yol izlemek gerektiği noktasında güzel örneklikler sunmaktadır.
[003.038] Orada Zekeriyya, Rabbine dua etti; 'Ey Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duayı işitensin' dedi.
Meryem'in yanına her geldiğinde kaynağının Allah (c.c) den olduğunu öğrendiği rızıkları bulan Zekeriyya (a.s) , Meryeme böyle bir lutufta bulunan Rabbinin kendisine de yaşlanmış olsa dahi bir çocuk verebilme umutlarını yeniden harekete geçirmiştir. "Meryeme gökten rızkı indiren Rabbim bana da bu ihtiyar halime rağmen bir erkek çocuk bahşeder" diyerek Allah(c.c) ye isteğini bildirir.
[003.039] Mihrapta ayakta salatta iken melekler kendisine seslenip: «Allah sana, Allah’tan bir kelimeyi tasdik edecek, hem efendi, hem gayet zahid, hem nebi olacak olan Yahya’yı müjdeler» dediler.
Daha teferruatlı bilgiyi Meryem suresi ilk ayetlerinde gördüğümüz Yahya (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerin bir kısmı burada da anlatılmaktadır. Burada dikkatimizi çeken noktalardan birisi , Yahya'nın daha doğmadan önce nasıl bir hayat süreceğinin Allah (c.c) tarafından biliniyor olmasıdır. "Allah kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" diyerek , Allah (c.c) ye noksanlık ve acziyet izafe eden düşüncenin taraftarlarının bu ve benzeri ayetleri iyi düşünmeleri gerekmektedir.
Allah (c.c) ye yaptığı duanın kabul olmasının verdiği insanı şaşkınlık karşısında Zekeriyya (a.s) şunları söyler;
[003.040] Ve dedi ki: Rabbım; ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl oğlum olabilir? Öyle, Allah dilediğini yapar, dedi.
Burada , "Zekeriyya (a.s) hem ihtiyar olduğu halde çocuk sahibi olmak istiyor , hem de bu isteği kabul edildikten sonra nasıl çocuğum olabilir şeklinde bir soruyu neden soruyor?" şeklinde bir soru akla gelebilir .
Bu soruya cevaben şunları söyleyebiliriz; Olayı Zekeriyya (a.s) ın neden şaşırdığı üzerinden değil , bu durum üzerinden verilmek istenen mesajı okumanın gerekmektedir. "Allah dilediğini yapar" cümlesi bu konuda nasıl bir düşünce içinde olmak gerektiği noktasında ipucu verebilir. Bu cümle , kul için imkansız olduğu düşünülen bir mesele de Allah (c.c) için böyle bir durumun sözkonusu olamayacağı mesajını vermektedir. Kul Allaha karşı güven içinde olduğu müddetçe , o kulun Allah (c.c) den istediği herhangi bir isteği karşılıksız kalmayacak ve kul için imkansız olduğu düşünülen bir şey Allah için kolay olacaktır.
[003.041] Zekeriyya: «Rabbim bana bir alamet ver!» dedi. Allah: «Alametin insanlarla üç gün yalnızca işaretten başka türlü konuşamamandır. Bununla birlikte Rabbini çok an ve akşam-sabah tesbih et!» buyurdu.
Zekeriyya (a.s) ın Rabbinden bir alamet istemiş olması , onun bu konuda daha mutmain olma isteğinin bir göstergesi olup , aynı durumu Bakara s. 260. ayetinde , İbrahim (a.s) ın iman ettiği halde ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istemesi ile aynı minvalde düşünebiliriz.Akşam -sabah tesbit etme emrini , günün bu vakitleri için değil kesintisizlik ifade etmesi açısından yani akşamdan sabaha , sabahtan akşama kadar bir kesintisizlik içinde "Rabbini an yani günün bütün vakitleri içinde Rabbinin sana gösterdiği yol üzerinde kaim ol" anlamında düşünmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
[003.042] Hani melekler de: «Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı.» demişti.
[003.043] «Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et.»
Bu iki ayette , Meleklerin Meryem ile konuşmasına benzer bir uslup kullanılmaktadır. Meryem suresi içinde , İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetlerde , Melek elçinin düzgün bir beşer kılığında Meryem'e geldiğini ve onunla konuştuğunu görmekteyiz. Ancak bu iki ayetteki durum ondan farklıdır.
Bu ayetleri anlamak için , Meryem ile ilgili Tahrim suresi 12. ayetini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[066.012] Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.
Bu ayette Meryeme ruh üflendiği ve onun Rabbinin sözlerini ve Kitaplarını tasdik ettiği beyan edilmektedir. Ruh üflenmesi sadece Meryem'e has bir durum değil , aksine yaratılmış olan bütün insanalara has bir durumdur. Allah (c.c) yarattığı tüm insanlara fıtraten yaratıcısını bilme kabiliyeti ilham ederek onları kendisine itaat eden bir kul olma yolunu kolaylaştırmıştır. Meryem kendisine verilen bu kabiliyeti kullanarak o yolda yürümüş ve muvahhide bir kul olmuştur.
Bu yolda yürüyen herkese Allah (c.c) nin yardımı ve desteği şu şekilde beyan edilmektedir.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayetlerde Melekler , "Rabbimiz Allah" diyenlerle karşılıklı bir konuşma içinde değillerdir. Bı yolda yürüyenlerin kimler tarafından desteklendiği ve akıbetlerinin ne olduğu beyan edilmektedir. Konumuz olan 42. ve 43. ayetleri de bu paralelde anlamak durumundayız. "Rabbim Allah" diyerek o yolda yürüyen Meryem'in, Fussilet s. 30. 31. ve 32. ayetlerinde gördüğümüz üzere istikamet üzere bir yol üzere olduğu beyan edilmektedir.
[003.044] Bunlar, bizim sana vahiy yoluyla bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. İçlerinden hangisi Meryem'i himayesine alacak diye kur'a çekmek üzere kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; onlar çekişirken de yanlarında değildin.
Bir çok ayette , gayb'ın sadece Allah (c.c) tarafından bilenebileceği , gaybı ilgilendiren konulardan bir kısmını dilediği elçilerine açacağını (Cin s. 27) beyan eden Rabbimiz, elçilerine açtığı gaybi konulardan bir kısmını bu ayetlerde beyan etmektedir. Muhammed (a.s) kendisine açılan gaybı yine kendisine vahyolunan Kitap içindeki ayetler vasıtası ile bilebilmekte olup ayrı bir gayb bilgisi kaynağı yoktur. Rivayet yolu ile gelen ve gaybı ilgilendiren konuların tamamı güvenilirlikten uzak olup, en sahih gaybi bilgi kaynağı sadece Kur'andır.
Sonuç olarak; "Model Aile" , "Model İnsan" örnekleri ile dolu olan Kur'anın sunduğu bu modele örnek İmran ailesinin kızları olan Meryem ve Zekeriyya (a.s) ın oğlu Yahya'nın dünyaya geliş sürecinin anlatıldığı ayetleri okumaya çalıştık. Bu ayetlerde bir annenin çocuğunu nasıl yetişitmesi gerektiğini Meryem'in annesinden öğrenerek , Meryem'in nasıl yetiştiğini , onu yetiştiren elçi Zekeriyya (a.s) ın ona verilen nimetleri gördüğünde çocuk sahibi olmak için kaybolan umutları yeniden yeşererek , Yahya'nın doğması bizim için imkansız olan bir şeyin Allah (c.c) için gayet kolay olduğunu bizlere yaşanmış örnek dahilinde göstererek bizlerinde hiç bir zaman Allah tan ümidimizi kesmememiz gerektiği öğütlenmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
17 Ağustos 2015 Pazartesi
Enam s. 108. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza
Türkiye de çevrilmiş Kur'an meallerine baktığımız zaman bazı ayetlerin birbiri ile çelişen bir şekilde meallendirildiğini müşahede etmekteyiz. Dikkatli bir okuyucu bir ayette yapılmış çevirinin , başka bir çeviri de farklı bir şekilde çevrilmiş olduğunu gördüğünde, hangisini tercih etmesi gerektiği konusunda tereddüt içinde kalmaktadır.
Enam suresi 108. ayetini farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu bu ayetin iki farklı şekilde çevrilmiş olduğunu görecektir.
Ve lâ tesubbûllezîne yed’ûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm(ilmin), kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Örnek 1 - Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.
Örnek 2- Allah'tan başkasına yalvaranlara sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.
Enam suresi 108. ayetinin , altını çizdiğimiz 1- yalvardıklarına , 2- yalvaranlara şeklinde iki farklı şekilde çevrildiğini görmekteyiz. 1. örnekte , sövülmemesi istenen şey , Allah (c.c) nin dışında dua edilen putlar iken , 2. örnekte , Allah (c.c) den başkasına dua eden kişiler olmaktadır.
İki farklı anlamdan hangisinin doğru olabileceği, ilgili ayetin arapça metnine baktığmızda anlaşılacaktır.
ve lâ tesubbû: ve sövmeyin
ellezîne: onlara
yed'ûne: tapıyorlar, dua ediyorlar
min dûni allâhi: Allah'tan başka
fe yesubbû allâhe: o taktirde, aksi halde onlar Allah'a söverler
adven: düşmanlıkla haddi aşıp
bi gayri ilm: bir ilmi olmadan
kezâlike: işte böyle
zeyyennâ: süsledik
li kulli ummetin: her ümmete
amele-hum: onların amellerini
summe: sonra
ilâ rabbi-him: Rab'lerine
merciu-hum: onların dönüşleri
fe yunebbiu-hum: o zaman onlara haber verecek
bi-mâ: o şey(ler)i
kânû: oldular
ya'melûne: yapıyorlar
Ayetin kelime kelime yapılmış çevirisine göre , 2. örnekte ki " Allah'tan başkasına yalvaranlara sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir." şeklinde yapılan çevirilerin daha doğru olduğu görülmektedir.
"Bu kadar fark'ın ne gibi bir zararı olabilir ?" denilirse şunları söyleyebiliriz ; 1. ve yanlış olduğunu düşündüğümüz çeviride, sövülmemesi istenen Allah (c.c) nin dışında yalvarılan put ve benzerlerinin bu sefer konuşarak Allaha sövmeleri gibi bir durum meydana gelmektedir. Halbuki bir çok ayette müşriklerin Allahın dışında yalvardıklarının , konuşma gibi bir yetenekleri olmadığı vurgusu yapılmaktadır.
2. ve doğru olduğumuz çeviride , sövülmemesi istenenler Allahın dışındakilere yalvaran müşrikler olup , bunların konuşma yetenekleri insan oldukları için bulunmaktadır.
Ayet ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirine baktığımızda , karşılaştığımız ilginç vir durumu paylaşmak istiyoruz. Merhum'un orjinal tefsirinde ilgili ayetin çevirisi yanlış olduğunu düşündüğümüz 1. örnekteki şekli doğrultusunda şöyle yapılmıştır;
"Maamafih onların Allahdan başka taptıklarına sebb de etmeyin ki , cehaletle tecavüz ederek Allah sebbetmesinler. Her ümmete amellerini böyle tezyin etmişizdir , sonra ise hep dönüp Allah varacaklar , o vakit kendilerine temamen haber verecek ne yapıyorlardı "
Merhum ilgili ayeti böyle çevirmesine karşın , bu ayetin tefsirini doğru bir şekilde yaparak yaptığı çeviri ile tefsiri arasında bir çelişki oluşmasına sebep olmuştur.Merhum Elmalılı Hamdi Yazır , mealinde şaştığı ayetin , tefsirinde doğru söyleyerek şunları yazmaktadır;
"Ey mü'minler , Allahtan başkasına yalvaranlara, tapanlara sebbedib de cahillikle atılarak Allaha sebbetmelerine sebeb olmayın yani onlara , taptıkları kendilerince hurmet ettikleri şeyleri karıştırarak mesela , «kahrolsun taptığınız veya "dini şöyle böyle" gibi bir sebb-ü şetmile hıtab ederek söverseniz , vicdanlarına , hissiyatlarına basmış olursunuz. Onlar da hiddetlenerek cehaletlerinden dolayı mukabele bilmisil yaptıkları zu'münde bulunarak "bizde sizinkine" diye sizin söylediklerinizi iade eder , ve bunun ona mümasil olmadığını bilmezler ve bu suretle hakkı tecavüz ederek Allaha sebbetmiş olurlar."
Sonuç olarak ; Meallerde karşımıza çıkan aynı ayetin farklı çevirileri sorunu , Enam s. 108. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır. Meal yapıcılarının bir kısmında arız olan durum şu dur ki ; yaptıkları hatalı bir çevirinin nasıl bir duruma yol açacağını düşünmeden birbirinin kopyası şeklinde bir çeviri yapmaya çalışmalarıdır. Enam s 108. ayetinde yapılan hatalı çeviri , Allah tan başka tapılanların konuşması gibi bir durum oluşturmaktadır ki , müşriklerin taptıkları putları eleştiren ayetlere baktığımızda onların konuşamadıkları özellikle vurgulanmasına rağmen yapılan hatalı çeviri sonucu maalesef putların konuşması gibi bir durum oluşmuştur. Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi "Allah tan başkasına tapanlara sövmeyin" şeklinde olmasının daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Enam suresi 108. ayetini farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu bu ayetin iki farklı şekilde çevrilmiş olduğunu görecektir.
Ve lâ tesubbûllezîne yed’ûne min dûnillâhi fe yesubbûllâhe adven bi gayri ilm(ilmin), kezâlike zeyyennâ li kulli ummetin amelehum summe ilâ rabbihim merciuhum fe yunebbiuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Örnek 1 - Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da cahillikle ileri giderek Allah'a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik, sonra dönüşleri Rab'lerinedir. O, işlediklerini haber verir.
Örnek 2- Allah'tan başkasına yalvaranlara sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.
Enam suresi 108. ayetinin , altını çizdiğimiz 1- yalvardıklarına , 2- yalvaranlara şeklinde iki farklı şekilde çevrildiğini görmekteyiz. 1. örnekte , sövülmemesi istenen şey , Allah (c.c) nin dışında dua edilen putlar iken , 2. örnekte , Allah (c.c) den başkasına dua eden kişiler olmaktadır.
İki farklı anlamdan hangisinin doğru olabileceği, ilgili ayetin arapça metnine baktığmızda anlaşılacaktır.
ve lâ tesubbû: ve sövmeyin
ellezîne: onlara
yed'ûne: tapıyorlar, dua ediyorlar
min dûni allâhi: Allah'tan başka
fe yesubbû allâhe: o taktirde, aksi halde onlar Allah'a söverler
adven: düşmanlıkla haddi aşıp
bi gayri ilm: bir ilmi olmadan
kezâlike: işte böyle
zeyyennâ: süsledik
li kulli ummetin: her ümmete
amele-hum: onların amellerini
summe: sonra
ilâ rabbi-him: Rab'lerine
merciu-hum: onların dönüşleri
fe yunebbiu-hum: o zaman onlara haber verecek
bi-mâ: o şey(ler)i
kânû: oldular
ya'melûne: yapıyorlar
Ayetin kelime kelime yapılmış çevirisine göre , 2. örnekte ki " Allah'tan başkasına yalvaranlara sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir." şeklinde yapılan çevirilerin daha doğru olduğu görülmektedir.
"Bu kadar fark'ın ne gibi bir zararı olabilir ?" denilirse şunları söyleyebiliriz ; 1. ve yanlış olduğunu düşündüğümüz çeviride, sövülmemesi istenen Allah (c.c) nin dışında yalvarılan put ve benzerlerinin bu sefer konuşarak Allaha sövmeleri gibi bir durum meydana gelmektedir. Halbuki bir çok ayette müşriklerin Allahın dışında yalvardıklarının , konuşma gibi bir yetenekleri olmadığı vurgusu yapılmaktadır.
2. ve doğru olduğumuz çeviride , sövülmemesi istenenler Allahın dışındakilere yalvaran müşrikler olup , bunların konuşma yetenekleri insan oldukları için bulunmaktadır.
Ayet ile ilgili olarak Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirine baktığımızda , karşılaştığımız ilginç vir durumu paylaşmak istiyoruz. Merhum'un orjinal tefsirinde ilgili ayetin çevirisi yanlış olduğunu düşündüğümüz 1. örnekteki şekli doğrultusunda şöyle yapılmıştır;
"Maamafih onların Allahdan başka taptıklarına sebb de etmeyin ki , cehaletle tecavüz ederek Allah sebbetmesinler. Her ümmete amellerini böyle tezyin etmişizdir , sonra ise hep dönüp Allah varacaklar , o vakit kendilerine temamen haber verecek ne yapıyorlardı "
Merhum ilgili ayeti böyle çevirmesine karşın , bu ayetin tefsirini doğru bir şekilde yaparak yaptığı çeviri ile tefsiri arasında bir çelişki oluşmasına sebep olmuştur.Merhum Elmalılı Hamdi Yazır , mealinde şaştığı ayetin , tefsirinde doğru söyleyerek şunları yazmaktadır;
"Ey mü'minler , Allahtan başkasına yalvaranlara, tapanlara sebbedib de cahillikle atılarak Allaha sebbetmelerine sebeb olmayın yani onlara , taptıkları kendilerince hurmet ettikleri şeyleri karıştırarak mesela , «kahrolsun taptığınız veya "dini şöyle böyle" gibi bir sebb-ü şetmile hıtab ederek söverseniz , vicdanlarına , hissiyatlarına basmış olursunuz. Onlar da hiddetlenerek cehaletlerinden dolayı mukabele bilmisil yaptıkları zu'münde bulunarak "bizde sizinkine" diye sizin söylediklerinizi iade eder , ve bunun ona mümasil olmadığını bilmezler ve bu suretle hakkı tecavüz ederek Allaha sebbetmiş olurlar."
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
16 Ağustos 2015 Pazar
Bizim Peygamberimiz Kim ?
Biz Müslümanların yapmış olduğu en önemli hatalardan birisi , Peygamberler arasında ayrım yapmaktır. Bu cümleyi okuyan birisi hemen , " Sen ne demek istiyorsun kardeşim bizim amentümüz de bütün peygamberlere iman etme esası var bizde bütün peygamberlere iman ediyoruz" diyerek itiraz edecektir. Amentümüz de "Bütün peygamberlere iman" esası vardır , ancak bu iman esası "Bizim peygamberimiz" deyiminin dilimizde yerleşmiş olduğundan hareketle i fiiliyatta pek dikkate alınmadığını söylemek istiyoruz.
"Bizim Peygamberimiz" deyimi, biz Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) için kullanılır ve bu ifadenin arka planında , bilmeyerek te olsa Peygamberler arasında bir ayrım yapmak yatmaktadır. Bu deyimi kullanan birisine şunu sorabiliriz ; Muhammed (a.s) şayet bizim peygamberimiz ise , İsa , Musa (a.s) ve diğerleri bizim Peygamberimiz değil mi ? .
Peygamberler arasında ayırım yapma hastalığının temelinde , Hıristiyanların İsa (a.s) a karşı aşırı bir sevgi besleyerek onu ilahlık makamına yükseltmelerinin yattığını düşünmekteyiz. "Peygamberleri yarıştırma hastalığı" diyebileceğimiz bu durum, Hıristiyanların İsa sı varsa bizimde Muhammedimiz var diyerek ortaya çıkmış ve Hıristiyanların İsa (a.s) ı sahiplenmelerine karşın Müslümanların Muhammed (a.s) ı sahiplenmeleri ve ona aşırı bir değer yüklemeleri neticesinde bu günlere gelinmiştir.
Bizim Peygamberimiz Kim ? .
[002.136] Biz; Allah'a, bize indirilmiş olana, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub 'a, ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa'ya, İsa'ya verilenlere, peygamberlere Rabbları tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiçbirinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız, deyin.
[002.285] Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. «Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.» dediler.
[003.084] De ki; Allah 'a, bize indirilen kitaba; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa'ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz;
[004.150] Doğrusu Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkar ederiz, diyerek bu ikisinin arasında yol tutmak isteyenler;
[004.151] İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
[004.152] Buna karşılık Allah'a ve peygamberlerine inananlara ve peygamberler arasında ayırım yapmayanlara gelince, Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinin delaleti ile " Bizim peygamberimiz kim?" sorusunun cevabını ; "Allah (c.c) nin Adem (a.s) dan , Muhammed (a.s) a kadar gönderdiği ve adedini sadece kendisinin bildiği bütün peygamberler bizim peygamberimizdir" şeklinde verebiliriz.
İslam düşüncesinde yanlış anlaşılan konulardan bir tanesi peygamber anlayışı olup , bu yanlış anlayış neticesinde Muhammed (a.s) a diğer peygamberlere nazaran farklı bir ayrıcalık yüklenerek , Hıristiyanlara nazire yapılmaya çalışılmıştır. Bu durum farkında olmadan peygamberler arasında ayrım yapılmasını doğurmuş ve İsa (a.s) ı Hıristiyanların , Musa (a.s) ı Yahudilerin peygamberi olarak görmeyi beraberinde getirmiştir.
İsa veya Musa (a.s) için Kur'anda "Mucize" diyebileceğimiz olağan dışı görsel ayetlerin Muhammed (a.s) da görülmemiş olması , Müslümanlar tarafından sanki bir eksiklik olarak görülmüş , Muhammed (a.s) adına yüzlerce mucize uydurularak diğer elçilerden geri kalmaması !! sağlanmıştır.
Allah (c.c) nin elçileri aracılığı ile gönderdiği din'in tek adı vardır o da "İslam" dır. İsimlerinin önlerinde prof , doç gibi ünvanlar bulunan ilahiyatçı sıfatına sahip olan bir takım kimselerin bile "3 ilahi din" terimini kullanarak , Allah (c.c) nin sanki Hıristiyanlık ve Yahudilik adı altında İslam dan ayrı 2 din daha göndermiş olduğu düşüncesi maalesef yaygın bir düşünce olup , bu düşünce şuur altında Muhammed (a.s) haricindeki elçilere karşı bir dışlama düşüncesi doğurmuştur.
"Bizim peygamberimiz" terimi , altında art niyet taşımasa bile Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) haricindeki elçiler ile ayrı bir din göndermiş olduğu zannının dilimize pelesenk olmuş bir yansımasıdır.
Kur'anda adı geçen ve kıssaları anlatılarak bizlerin örnek alması istenen elçilerin tamamı bizim peygamberimizdir. "İzlenen yol" anlamındaki "Sünnet" kelimesinin maalesef sadece "Muhammed (a.s) ın sünneti" olarak anlaşılmış olması , Kur'an da adı geçen diğer elçilerin izlediği yol yani "Sünnet" leri yokmuş gibi bir durum meydana getirmiştir. Yollarını yani sünnetlerini izlememiz gereken elçi sadece Muhammed a.s) olmayıp zikri geçen bütün elçilerdir.
Sonuç olarak; Yüzlerce yıldır süregelen yanlış peygamber algısı , bizlerin şuur altında, Muhammed (a.s) ile diğer peygamberler arasını ayırmak anlamına gelen "Bizim peygamberimiz" deyimini üretmiştir. Bu deyimi kullananlar peygamberler arasında ayrım amacına matuf olarak bunları yapıyor iddiasında olmamakla birlikte , yanlış peygamber algısının bir ürünü olan bu deyimi kullanmanın yanlış olduğunu söylemek istiyoruz. Bizim peygamberimiz sadece Muhammed (a.s) değil , Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün peygamberlerdir. Bizler sadece Muhammed (a.s) ı değil , Kur'anda zikir geçen bütün elçilerin örnekliğini okuyarak , o örneklikleri içselleştirip hayata pratize etmek zorundayız. Aksi takdirde , Muhammed (a.s) ı öne çıkarıp diğer peygamberleri ötekileştirmek şeklinde ortaya çıkan ve Kur'anın yasakladığı ayırımcılık yanlışına düşmekten kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Bizim Peygamberimiz" deyimi, biz Müslümanlar tarafından Muhammed (a.s) için kullanılır ve bu ifadenin arka planında , bilmeyerek te olsa Peygamberler arasında bir ayrım yapmak yatmaktadır. Bu deyimi kullanan birisine şunu sorabiliriz ; Muhammed (a.s) şayet bizim peygamberimiz ise , İsa , Musa (a.s) ve diğerleri bizim Peygamberimiz değil mi ? .
Peygamberler arasında ayırım yapma hastalığının temelinde , Hıristiyanların İsa (a.s) a karşı aşırı bir sevgi besleyerek onu ilahlık makamına yükseltmelerinin yattığını düşünmekteyiz. "Peygamberleri yarıştırma hastalığı" diyebileceğimiz bu durum, Hıristiyanların İsa sı varsa bizimde Muhammedimiz var diyerek ortaya çıkmış ve Hıristiyanların İsa (a.s) ı sahiplenmelerine karşın Müslümanların Muhammed (a.s) ı sahiplenmeleri ve ona aşırı bir değer yüklemeleri neticesinde bu günlere gelinmiştir.
Bizim Peygamberimiz Kim ? .
[002.136] Biz; Allah'a, bize indirilmiş olana, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya'kub 'a, ve torunlarına indirilmiş olanlara, Musa'ya, İsa'ya verilenlere, peygamberlere Rabbları tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiçbirinin arasını diğerinden ayırmayız. Biz ona teslim olmuşlardanız, deyin.
[002.285] Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. «Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.» dediler.
[003.084] De ki; Allah 'a, bize indirilen kitaba; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa'ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz;
[004.150] Doğrusu Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, bir kısmına inanır, bir kısmını da inkar ederiz, diyerek bu ikisinin arasında yol tutmak isteyenler;
[004.151] İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
[004.152] Buna karşılık Allah'a ve peygamberlerine inananlara ve peygamberler arasında ayırım yapmayanlara gelince, Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinin delaleti ile " Bizim peygamberimiz kim?" sorusunun cevabını ; "Allah (c.c) nin Adem (a.s) dan , Muhammed (a.s) a kadar gönderdiği ve adedini sadece kendisinin bildiği bütün peygamberler bizim peygamberimizdir" şeklinde verebiliriz.
İslam düşüncesinde yanlış anlaşılan konulardan bir tanesi peygamber anlayışı olup , bu yanlış anlayış neticesinde Muhammed (a.s) a diğer peygamberlere nazaran farklı bir ayrıcalık yüklenerek , Hıristiyanlara nazire yapılmaya çalışılmıştır. Bu durum farkında olmadan peygamberler arasında ayrım yapılmasını doğurmuş ve İsa (a.s) ı Hıristiyanların , Musa (a.s) ı Yahudilerin peygamberi olarak görmeyi beraberinde getirmiştir.
İsa veya Musa (a.s) için Kur'anda "Mucize" diyebileceğimiz olağan dışı görsel ayetlerin Muhammed (a.s) da görülmemiş olması , Müslümanlar tarafından sanki bir eksiklik olarak görülmüş , Muhammed (a.s) adına yüzlerce mucize uydurularak diğer elçilerden geri kalmaması !! sağlanmıştır.
Allah (c.c) nin elçileri aracılığı ile gönderdiği din'in tek adı vardır o da "İslam" dır. İsimlerinin önlerinde prof , doç gibi ünvanlar bulunan ilahiyatçı sıfatına sahip olan bir takım kimselerin bile "3 ilahi din" terimini kullanarak , Allah (c.c) nin sanki Hıristiyanlık ve Yahudilik adı altında İslam dan ayrı 2 din daha göndermiş olduğu düşüncesi maalesef yaygın bir düşünce olup , bu düşünce şuur altında Muhammed (a.s) haricindeki elçilere karşı bir dışlama düşüncesi doğurmuştur.
"Bizim peygamberimiz" terimi , altında art niyet taşımasa bile Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) haricindeki elçiler ile ayrı bir din göndermiş olduğu zannının dilimize pelesenk olmuş bir yansımasıdır.
Kur'anda adı geçen ve kıssaları anlatılarak bizlerin örnek alması istenen elçilerin tamamı bizim peygamberimizdir. "İzlenen yol" anlamındaki "Sünnet" kelimesinin maalesef sadece "Muhammed (a.s) ın sünneti" olarak anlaşılmış olması , Kur'an da adı geçen diğer elçilerin izlediği yol yani "Sünnet" leri yokmuş gibi bir durum meydana getirmiştir. Yollarını yani sünnetlerini izlememiz gereken elçi sadece Muhammed a.s) olmayıp zikri geçen bütün elçilerdir.
Sonuç olarak; Yüzlerce yıldır süregelen yanlış peygamber algısı , bizlerin şuur altında, Muhammed (a.s) ile diğer peygamberler arasını ayırmak anlamına gelen "Bizim peygamberimiz" deyimini üretmiştir. Bu deyimi kullananlar peygamberler arasında ayrım amacına matuf olarak bunları yapıyor iddiasında olmamakla birlikte , yanlış peygamber algısının bir ürünü olan bu deyimi kullanmanın yanlış olduğunu söylemek istiyoruz. Bizim peygamberimiz sadece Muhammed (a.s) değil , Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün peygamberlerdir. Bizler sadece Muhammed (a.s) ı değil , Kur'anda zikir geçen bütün elçilerin örnekliğini okuyarak , o örneklikleri içselleştirip hayata pratize etmek zorundayız. Aksi takdirde , Muhammed (a.s) ı öne çıkarıp diğer peygamberleri ötekileştirmek şeklinde ortaya çıkan ve Kur'anın yasakladığı ayırımcılık yanlışına düşmekten kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Ağustos 2015 Cuma
Müzzemmil Suresi İle İlgili Bir Tefekkür Çalışması
Müzzemmil suresi Mekke de nazil olmaya başlayan Kur'anın ilk inen surelerinden olup , Muhammed (a.s) a nasıl bir yol izlemesi gerektiğini beyan eden , bizlere de aynı yolda yürürken nasıl bir yol izlememiz noktasındaki bilgileri ihtiva eden bir suredir. Bu yazımızda sure ile ilgili olarak bir tefekkür çalışması yapmaya gayret edeceğiz.
[073.001] Ey o örtünen (Müzzemmil)!
Surenin ilk ayeti Muhammed (a.s) a hitaben başlamakta ve ona "Müzzemmil" şeklinde bir hitapta bulunulmaktadır.
Müzzemmil" kelimesi ; " Bir şeyi taşımak kaldırmak , yüklenmek , gizlemek" gibi anlamları olan "Ze-me-le" kelimesinden türemiştir.
Surenin ana teması , önemli bir görevi yüklenmiş olan Muhammed (a.s) a, o ana kadar açıktan açığa yapmadığı tebliğ görevini Allah (c.c), bundan sonra açıkça yapmaya başlamasını emretmektedir. Bu başlangıcın nasıl yapılması gerektiği konusunda yol haritası çizilmekte ve bu yol haritası , temelleri yeni atılan bir hareketin başlangıcının nasıl olması yönündeki bilgileri ihtiva etmektedir.
Rivayetlere baktığımızda , Alak suresinin ilk 5 ayetini kendisine nazil olduğunda , ne yapacağını bilmeyen Muhammed (a.s) hemen evine koşarak Hatice validemize "Beni örtünüz , beni örtünüz" demiş, akabinde "Ey örtüsüne bürünen" ayeti nazil olmuştur. Bu tür rivayetler, inen ayetlerin inşa süreci ile alakasını kurmaktan ziyade, olayı hikayeleştirmek gibi bir hava oluşturması açısından güvenilirliği yoktur. Sure içindeki ayetlerde Muhammed (a.s) ı muhatap alarak verilen emirleri , sadece onunla sınırlı olarak değil bizlere dönük emirler olarak okunması gerektiğini , ayetleri okurken sanki bize inmişçesine bir okuma yapmanın daha doğru olduğunu öncelikle hatırlatmak isteriz.
[073.002] gece kalk, pek azı hariç,
[073.003] yarısı, yahut ondan biraz eksilt
[073.004] Veya onun üzerine artır ve Kur'an'ı güzelce tertil ile açıkça oku.
Bu ayetlerde Allah (c.c) kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) a vermiş olduğu görevi yerine getirmeye nasıl bir yol izleyerek başlaması gerektiğini beyan etmektedir. Gece kalkışında , kendisine bundan sonra vahyedilmeye başlanacak olan Kur'anın "Tertil" üzere okunması emredilmektedir. "Bundan sonra vahyedilmeye başlanacak olan" cümlesini özellikle kullandığımızı hatırlatmak isteriz , bu ayeti okuyanlar tarafından , "Bu sure hem ilk inen surelerden olduğu için öncesinde inen kaç tane sure varki böyle bir emir verilmekte" şeklinde sorular akla gelmektedir. Bu sorulara cevaben ayetin , "Şimdiye kadar inen ayetlerle birlikte bundan sonra inecek olanları da tertil üzere oku" şeklinde anlaşılmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyiz.
Bu tür bir okuma ne anlama gelmektedir ?.
"Tertil" kelimesi ; "Bir nesnenin cüzlerinin bir araya toplanarak bir cüzü aralıksız , kesintisiz ve diğerini takip edecek şekilde , düzenli ve doğru bir istikamet izlemesi , doğru ve düzgün bir şekilde yerleştirilmesi , sıraya konması , dizilmesi ve düzenlenmesi" anlamına gelen "Ra-te-le" den türemiştir. Dişleri birbiri üztüne binmeyip düzgün bir şekilde dizilmiş olan adam için söylenen " Raculun ratlul isnani" sözü kelimeyi anlamakta yardımcı olacaktır.
"Tertil" ise ; "Kelimeyi ağızdan kolaylıkla , müstakim , doğru düzgün bir şekilde çıkarmak telaffuz etmek" anlamındadır.
Kur'anın "Tertil" üzere okunması demek , onun tecvid kurallarına uygun olarak okunması şeklinde anlaşılmasından çok , ayetlerin mesajının bir bütünlük içinde okunması demek olup , birbirinden kopuk bir okumanın doğru bir anlam sağlayamayacağının bilinmesi demektir.
Kur'anın "Tertil" üzere okunmasının ne kadar önemli olduğu , bağlamdan kopuk , Kur'an bütünlüğü hesaba katılmadan yapılan okumalardan çıkarılmış olan, "Trajikomik" olarak ifade edebileceğimiz çıkarımları gördükçe daha iyi anlamaktayız.
Kur'an okumalarında yapılan en önemli yanlışın , Kur'anın indi düşüncelere bir payanda yapılmak istenmesi olduğunu, daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an ayetleri birbiri ile ayrılmaz bir bütün olup , herhangi bir konuda Kur'andan bilgi sahibi olmak için o konu ile alakalı bütün ayetlerin ele alınması gerekmektedir. Tertil üzere okumak demek böyle bir metod takip etmek anlamına gelmekte olup , bunun dışında yapılan okumalardan çıkarılan sonuçlara baktığımızda, bektaşinin Kur'anda "Namaza yaklaşmayın" ayetini namaz kılmama gerekçesi olarak göstermesine benzer sonuçların çıkarılarak, "Ben yaptım oldu" mantığında düşünceler ortalıkta kol gezmektedir.
[073.005] Muhakkak biz senin üzerine kavlen sakilen ilka edeceğiz.
5. Ayette'ki "Kavlen sakılen" ibaresini arapça orjinal metindeki gibi bırakma sebebimiz, bu ibarenin çevirilerde "Ağır bir söz"olarak çevrilmesine katılmadığımız içindir. Arapların , duyulması ve işitilmesi hoş olmayan söze "sekulel kavli" demelerinden hareketle , Muhammed (a.s) üzerine ilka edilecek vahyin, Mekke nin müşrik ileri gelenlerince hoş karşılanmayan bir söz olarak karşılanacağı ve ilerleyen ayetlerde bu vahye karşı verilen müşrik tepkisi dikkate alındığında bu ayetin çevirisinin ,"Muhakkak biz senin üzerine (müşriklerce) hoş karşılanmayacak bir söz ilka edeceğiz" şeklinde yapılmasının daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
[073.006] Muhakkak gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır.
[073.007] Muhakkak sana gündüzleri birçok meşguliyet vardır
Yeni bir oluşum için hareket planı olarak okuyabileceğimiz surenin bu 2 ayeti , gece yapılan çalışmanın gündüze göre daha etkili olacağını , gündüz bu çalışmayı engellleyebilecek uğraşıların olacağı hatırlatılarak , herkesin işini gücünü bıraktığı ve dinlenmeye çekildiği bir zaman aralığında yapılacak faaliyetlerin düşman gözünden daha uzak olacağı , muhatapların bu vakit aralığında yapılacak olan çağrıya daha dikkatli kulak verebileceğini anlamak mümkündür. Gündüz her türlü hayat meşgalesi içinde olan kişiler bu tür bir çağrıya kulak vermek , hem de bu tür bir çağrıyı yapabilmek bakımında yeterli vakti ve rahatlığı bulamayabilir , dolayısı ile yeni bir oluşumun başlangıç aşamasında gözlerden ırak zamanların seçilmesinin uygun olduğu görülmektedir.
[073.008] Rabbının adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel.
Allah (c.c) nin Elçisine her şeyi bırakması emri , Allah (c.c) nin Rabliğine ve İlahlığına aykırı olarak yapılan bütün amellerin terkedilerek sadece ona yönelinmesini kapsamaktadır.
[073.009] Doğunun ve Batının Rabbıdır. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse onu vekil edin.
Her şeyi terkederek sadece ona yönelinmesi istenen , doğunun ve batının Rabbı olup ondan başka İlah olmayan Allah (c.c) sadece kendisinin vekil edinilmesini istemektedir.
"Vekil" kelimesi ; "Güvenmek ve kendi yerine geçirmek" anlamında bir kelime olup , Allah (c.c) nin yetki alanına giren şeylerde sadace ona güvenilmesi , hayatı ile ilgili belirleyicilik konusunda sadece onu yetkili kılması demektir. Kişinin Allaha güvenmemesi , hayatı ile ilgili konularda hevasına veya başka belirleyicilere tabi olması Allah'ı yetkili kılmayarak onun dışındakileri yetkili kılması yani şirk koşması anlamına gelir.
[073.010] Onların söylediklerine sabret ve yanlarından güzellikle ayrıl.
Allah (c.c) nin yegane Rab , İlah, vekil olduğunu tebliğe başlayan Elçinin karşısına başka rab , ilah , vekiller ihdas etmiş olan Mekkelilerin bunları bırakmama konusunda itirazları yükselmeye başlamış , bu itirazlara karşı Rabbi Muhammed (a.s) onları güzellikle terk etmesini öğütlemektedir.
Bu tert etme öğüdü , yapılan tebliğe karşı red edici bir tavır içine girenlere karşı sert bir uslup kullanmaması , onları zorlamaması şeklinde anlaşılacağı gibi , müşriklerin inandıklarına karşı hiç bir şekilde onlara meyletmemesi ve araya keskin bir çizgi çizerek onlara karşı tavizkar bir tutum izlememesi olarak anlaşılabilir. Mekke döneminin ilk devrelerinde nazil olan Kalem suresinin ilk ayetleri , müşrikler ile araya nasıl bir mesafe konulması gerektiği noktasındaki öğütleri içermektedir.
[073.011] O yalanlayıcı zevk ve refah sahiplerini bana bırak, onlara biraz mühlet ver.
Muhammed (a.s) dan önceki Elçilere karşı çıkanların öncülüğünü , o beldenin varlıktan şımarmış "Mütref" , "Mele" , "Müstekbir" olarak tanımlanan kişiler yapmış , aynı tanıma giren kişiler Muhammed (a.s) ın çağrısına, karşı olanca güçleri ile karşı koymaya çalışmaktadırlar.
[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.
[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları(mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.
[023.024] Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri (elmeleu)şöyle dediler: «Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.»
[007.075] Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar da Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız, dediler.
[073.012] Muhakkak ki katımızda, ağır boyunduruklar ve cehennem var.
[073.013] Ve boğaza tıkanıp duran bir taam ve pek acıklı bir azap vardır.
[073.014] O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır, dağlar gevşek kum yığınlarına dönüşür.
11. ayette vahyi yalanlayarak müstekbir bir tavır takınanlara verilen mühletin sonunda , bu tip insanları nelerin beklediği ve nasıl bir azab ile karşılaşacakları haber verilmektedir.
[073.015] Nasıl Firavun'a bir elçi göndermiş idiysek doğrusu size de, hakkınızda şahitlik edecek bir elçi gönderdik.
[073.016] Firavun o elçiye isyan etmişti. Biz de onu ağır bir yakalayışla yakaladık.
Allah (c.c) , geçmişte göndermiş olduğu Elçileri yalanlayan Firavun'u örnek göstererek , onun Elçileri yalanmasının akıbetini hatırlatarak, aynı yolu izledikleri takdirde onların da sonlarının helak olabileceğini haber vermektedir. Burada Firavun örneği üzerinden verilen örnek dikkat çekicidir. Önceki Elçilerin düşmanları gibi , Muhammed (a.s) ın düşmanları da, o beldenin varlıktan şımarmış mütref tabakası olup , ellerindeki güç ve servetin kendilerini koruyacağı zannına kapılmışlardır. Allah (c.c) bir çok ayette "Sizden kat be kat güç ve servet sahibi olanlara bile gücümüz yetti siz onların karşısında çok fakir kalırsınız" diyerek onların zenginliklerine asla güvenmemelerini hatırlatmaktadır.
[073.017] Eğer inkar ederseniz, gençleri ihtiyarlatan günden nasıl korunursunuz?
[073.018] O günün şiddetiyle gök bile parçalanır. O'nun sözü yerine gelir.
14 , 17 , 18. ayetlerde , herkesin yaptığının karşılığını alacağı günü hatırlatan rabbimiz , o günü şiddeti hakkında bilgi vererek , kendisinden sakınılmasını istemektedir.
[073.019] İşte bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.
Rabbimiz , bu ve benzeri sureler içindeki ayetlerle kullarına doğru yolun hangisi olduğunu hatırlatmaktadır. Seçim yapma konusunda Allah (c.c) kulları üzerinde herhangi bir baskıda bulunmayıp , onlara verdiği serbest irade ile seçimlerini yapma hürriyetini vermiştir.
[073.020] Gerçekten Rabbin biliyor ki sen, muhakkak gecenin üçte ikisine yakınını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun, beraberinde bulunan bir grup da (böyle yapıyor). Oysa geceyi, gündüzü Allah takdir eder. Sizin bundan ötesini başaramayacağınızı bildiği için size lütuf ite muamelede bulundu. Bundan böyle Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun; O, içinizden hastaların olacağını, diğer bir kısmının Allah'ın lütfundan bir kar aramak üzere yeryüzünde yol tepeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda cihad edeceğini bilmektedir; O halde o (Kur'an)dan kolayınıza geleni okuyun; salatı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a güzel borç verin! Kendi hesabınıza hayır olarak ne (iyilik) yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha hayırlı ve karşılık olarak daha büyük bulacaksınız. Allah'tan bağışlanma dileyin! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Müzzemmil suresinin son ayeti diğer ayetler ile birlikte değil , bir kaç senelik bir sürenin ardından nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetin Medine de nazil olduğu yolunda rivayetler olmasına karşın , nerede nazil olduğundan çok , tek başına yola çıkan Muhammed (a.s) ın takip ettiği yol ile belirli bir sayıya gelmiş olduğunun anlaşılmasıdır.
2-3 ve 4. ayetlerde, tek başına yola çıkarak Rabbinin kendisine öğütlediği yolu takip eden ve Kur'anı "Tertil" üzere okuyarak muhataplarına ulaştıran Muhammed (a.s) ,uyguladığı bu metod sayesinde kendisine tabi olan bir topluluğa sahip olmuştur. Ayet içindeki "beraberinde bulunan bir grup" ifadesinden bu durum anlaşılmaktadır.
Yazımızın başında söylediğimiz gibi Müzzemmil suresi , yeni bir yapılanmanın nasıl bir yol takip edilerek yapılması gerektiğini hatırlatan bir sure olup , bu yapılanma süreci içinde bu yolda yürüyenlerin belirli bir çoğunluğa ulaşıncaya kadar daha sıkı ve gayretli bir biçimde çalışması gerektiğini anlamaktayız. Bunu söylerken , "İlerleyen zamanlarda belirli bir çoğunluğa ulaştıktan sonra işi gevşetebiliriz" demek istemediğimizi hatırlatalım. İlerleyen zamanlarda, topluluğa tabi olan bazı kişilerin yüksek çalışma temposuna ayak uydurmayacakları hesaba katılarak tedrici bir şekilde hareket edilmelidir.
Allah (c.c) nin ilk ayetlerde Muhammed (a.s) a verdiği emri , 20. ayette hafifletmesi nesh olarak değil , tüm zamanlar içinde Müslümanlar tarafından meydana getirilecek yeni oluşumların ve hareketlerin nasıl bir tedrici yol izlemesi gerektiği şeklinde okunması gerektiği olarak düşünmek daha doğru olacaktır.
20. ayet içinde , farklı yaş , iş ve cinsiyet guruplarından oluşmuş insanların bir araya gelerek oluşturduğu topluluğun aynı güç , beceri ve gayrete sahip olamayacağı dikkate alınarak ona göre bir yol haritası çizilmesi gerektiği çıkarılabilir. Ayrıca kişilerin takat ve maişetlerini temin için çalışma zorunlulukları her zaman aynı tempoda çalışmalarının güçlüğünü ortaya koymaktadır. Çünkü bir eylem ve hareket içinde olanlar, hayatlarını idame ettirmek için bazı çalışmalar içinde olma mecburiyetleri vardır , 20. ayet bu durumu dikkate alan bir ayet olarak karşımızdadır.
20. ayet içindeki " fetabe aleyküm" ibaresi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu ibare meallerin çoğunda "Tevbenizi kabul etmiştir" şeklinde çevrilmiştir. Bu ibarenin anlaşılması için , surenin 2.3.4. ayetlerinde Muhammed (a.s) a verilen emirleri dikkate almak gerekmektedir. Bu ayetlerde yeni bir oluşum için tek başına başlangıç yapan Muhammed (a.s) zaman içinde kendisine tabi olan bir guruba sahip olmuştur. Allah (c.c) bu gurubun çoğalması neticesinde ,daha önce 2.3.4. ayetlerde vermiş olduğu emri hafiflettiğini yani bundan geri döndüğünü beyan etmektedir. Geri dönme sebebi olarak "O, içinizden hastaların olacağını, diğer bir kısmının Allah'ın lütfundan bir kar aramak üzere yeryüzünde yol tepeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda cihad edeceğini bilmektedir" buyurulmaktadır. Netice olarak Allah (c.c) daha önce vermiş olduğu emirden geri döndüğünü "Fetabe aleyküm" yani "Yükümlülüğün ağırlığından onu hafifletmeye, zorluktan kolaylığa olmak üzere sizin lehinize döndü" buyurmaktadır.
Burada , "Allah (c.c) verdiği emirden dönermi?" şeklinde bir sorunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Müzzemmil suresini yeni bir oluşum için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği yönündeki emirler olarak olarak okuduğumuz zaman , tedricilik şeklinde bir yol izlendiği önce daha sıkı bir çalışma gerektiği , ilerleyen zamanlarda çoğunluk nedeniyle ve bu çoğunluğun içindeki herkesin aynı şartlara sahip olmaması nedeniyle bazı yükümlülüklerin o çoğunluk lehine hafifletilebilmesi gerektiğinin beyanı olarak okumak mümkündür.
" O halde o (Kur'an)dan kolayınıza geleni okuyun; salatı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a güzel borç verin! Kendi hesabınıza hayır olarak ne (iyilik) yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha hayırlı ve karşılık olarak daha büyük bulacaksınız. Allah'tan bağışlanma dileyin! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
"Kur'andan kolay olanı okumak" demek namazlarda kısa sureler okumak anlamında olduğu düşünülmemelidir. Kur'anda zor olan bir emir olmasını düşünmek , kişinin gücünü aşan konuların ona emredilmiş olmasını beraberinde getirmesi açısından bir takım problemleri beraberinde getirir. Kur'anın bütün emir ve nehiyleri , kulun taşıma kapasitesi kadar olduğu için bu noktada bütün emirler kolay ve uygulanabilir bir seviyededir. Salatın ikame edilmesi , zekatın verilmesi , Allaha güzel bir borç verilmesi gibi emirler kolay olan emirler olup "Okumak" şeklinde verilen emir sadece yazılı bir metni okumaktan ziyade , yazılı bir metinde olan emirleri okumak ve hayata geçirmek şeklinde anlaşılmalıdır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kulları içinden seçmiş olduğu Elçisi Muhammed (a.s) a vahyederek , bizlerin nasıl bir hayat yaşaması gerektiği yönündeki emirleri ve yasaklarını ona indirdiği Kitap ile bildirmiştir. Resulu inşa süreci ile ilgili öğütler diyebileceğimiz Müzzemmil suresi ayetlerinde tek başına yola çıkan bir kişinin, Rabbinin ona öğütlediği metodu takip etmesi neticesinde kendisine tabi olan çekirdek bir kadro oluşturduğunu görmekteyiz. Bu kadronun oluşması için gerekli olan yol haritası sure içinde beyan edilmiş olup , bizlere dönğk örneklik mesajları da taşımaktadır. Bizlerin çıktığı yolda nasıl bir yol izlemesi gerektiği bu sure içinde beyan edilmiş olup , izlenen yolun doğru olmasının başarıyı da beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[073.001] Ey o örtünen (Müzzemmil)!
Surenin ilk ayeti Muhammed (a.s) a hitaben başlamakta ve ona "Müzzemmil" şeklinde bir hitapta bulunulmaktadır.
Müzzemmil" kelimesi ; " Bir şeyi taşımak kaldırmak , yüklenmek , gizlemek" gibi anlamları olan "Ze-me-le" kelimesinden türemiştir.
Surenin ana teması , önemli bir görevi yüklenmiş olan Muhammed (a.s) a, o ana kadar açıktan açığa yapmadığı tebliğ görevini Allah (c.c), bundan sonra açıkça yapmaya başlamasını emretmektedir. Bu başlangıcın nasıl yapılması gerektiği konusunda yol haritası çizilmekte ve bu yol haritası , temelleri yeni atılan bir hareketin başlangıcının nasıl olması yönündeki bilgileri ihtiva etmektedir.
Rivayetlere baktığımızda , Alak suresinin ilk 5 ayetini kendisine nazil olduğunda , ne yapacağını bilmeyen Muhammed (a.s) hemen evine koşarak Hatice validemize "Beni örtünüz , beni örtünüz" demiş, akabinde "Ey örtüsüne bürünen" ayeti nazil olmuştur. Bu tür rivayetler, inen ayetlerin inşa süreci ile alakasını kurmaktan ziyade, olayı hikayeleştirmek gibi bir hava oluşturması açısından güvenilirliği yoktur. Sure içindeki ayetlerde Muhammed (a.s) ı muhatap alarak verilen emirleri , sadece onunla sınırlı olarak değil bizlere dönük emirler olarak okunması gerektiğini , ayetleri okurken sanki bize inmişçesine bir okuma yapmanın daha doğru olduğunu öncelikle hatırlatmak isteriz.
[073.002] gece kalk, pek azı hariç,
[073.003] yarısı, yahut ondan biraz eksilt
[073.004] Veya onun üzerine artır ve Kur'an'ı güzelce tertil ile açıkça oku.
Bu ayetlerde Allah (c.c) kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) a vermiş olduğu görevi yerine getirmeye nasıl bir yol izleyerek başlaması gerektiğini beyan etmektedir. Gece kalkışında , kendisine bundan sonra vahyedilmeye başlanacak olan Kur'anın "Tertil" üzere okunması emredilmektedir. "Bundan sonra vahyedilmeye başlanacak olan" cümlesini özellikle kullandığımızı hatırlatmak isteriz , bu ayeti okuyanlar tarafından , "Bu sure hem ilk inen surelerden olduğu için öncesinde inen kaç tane sure varki böyle bir emir verilmekte" şeklinde sorular akla gelmektedir. Bu sorulara cevaben ayetin , "Şimdiye kadar inen ayetlerle birlikte bundan sonra inecek olanları da tertil üzere oku" şeklinde anlaşılmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyiz.
Bu tür bir okuma ne anlama gelmektedir ?.
"Tertil" kelimesi ; "Bir nesnenin cüzlerinin bir araya toplanarak bir cüzü aralıksız , kesintisiz ve diğerini takip edecek şekilde , düzenli ve doğru bir istikamet izlemesi , doğru ve düzgün bir şekilde yerleştirilmesi , sıraya konması , dizilmesi ve düzenlenmesi" anlamına gelen "Ra-te-le" den türemiştir. Dişleri birbiri üztüne binmeyip düzgün bir şekilde dizilmiş olan adam için söylenen " Raculun ratlul isnani" sözü kelimeyi anlamakta yardımcı olacaktır.
"Tertil" ise ; "Kelimeyi ağızdan kolaylıkla , müstakim , doğru düzgün bir şekilde çıkarmak telaffuz etmek" anlamındadır.
Kur'anın "Tertil" üzere okunması demek , onun tecvid kurallarına uygun olarak okunması şeklinde anlaşılmasından çok , ayetlerin mesajının bir bütünlük içinde okunması demek olup , birbirinden kopuk bir okumanın doğru bir anlam sağlayamayacağının bilinmesi demektir.
Kur'anın "Tertil" üzere okunmasının ne kadar önemli olduğu , bağlamdan kopuk , Kur'an bütünlüğü hesaba katılmadan yapılan okumalardan çıkarılmış olan, "Trajikomik" olarak ifade edebileceğimiz çıkarımları gördükçe daha iyi anlamaktayız.
Kur'an okumalarında yapılan en önemli yanlışın , Kur'anın indi düşüncelere bir payanda yapılmak istenmesi olduğunu, daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an ayetleri birbiri ile ayrılmaz bir bütün olup , herhangi bir konuda Kur'andan bilgi sahibi olmak için o konu ile alakalı bütün ayetlerin ele alınması gerekmektedir. Tertil üzere okumak demek böyle bir metod takip etmek anlamına gelmekte olup , bunun dışında yapılan okumalardan çıkarılan sonuçlara baktığımızda, bektaşinin Kur'anda "Namaza yaklaşmayın" ayetini namaz kılmama gerekçesi olarak göstermesine benzer sonuçların çıkarılarak, "Ben yaptım oldu" mantığında düşünceler ortalıkta kol gezmektedir.
[073.005] Muhakkak biz senin üzerine kavlen sakilen ilka edeceğiz.
5. Ayette'ki "Kavlen sakılen" ibaresini arapça orjinal metindeki gibi bırakma sebebimiz, bu ibarenin çevirilerde "Ağır bir söz"olarak çevrilmesine katılmadığımız içindir. Arapların , duyulması ve işitilmesi hoş olmayan söze "sekulel kavli" demelerinden hareketle , Muhammed (a.s) üzerine ilka edilecek vahyin, Mekke nin müşrik ileri gelenlerince hoş karşılanmayan bir söz olarak karşılanacağı ve ilerleyen ayetlerde bu vahye karşı verilen müşrik tepkisi dikkate alındığında bu ayetin çevirisinin ,"Muhakkak biz senin üzerine (müşriklerce) hoş karşılanmayacak bir söz ilka edeceğiz" şeklinde yapılmasının daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
[073.006] Muhakkak gece kalkışı hem daha etkili, hem de söz bakımından daha sağlamdır.
[073.007] Muhakkak sana gündüzleri birçok meşguliyet vardır
Yeni bir oluşum için hareket planı olarak okuyabileceğimiz surenin bu 2 ayeti , gece yapılan çalışmanın gündüze göre daha etkili olacağını , gündüz bu çalışmayı engellleyebilecek uğraşıların olacağı hatırlatılarak , herkesin işini gücünü bıraktığı ve dinlenmeye çekildiği bir zaman aralığında yapılacak faaliyetlerin düşman gözünden daha uzak olacağı , muhatapların bu vakit aralığında yapılacak olan çağrıya daha dikkatli kulak verebileceğini anlamak mümkündür. Gündüz her türlü hayat meşgalesi içinde olan kişiler bu tür bir çağrıya kulak vermek , hem de bu tür bir çağrıyı yapabilmek bakımında yeterli vakti ve rahatlığı bulamayabilir , dolayısı ile yeni bir oluşumun başlangıç aşamasında gözlerden ırak zamanların seçilmesinin uygun olduğu görülmektedir.
[073.008] Rabbının adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel.
Allah (c.c) nin Elçisine her şeyi bırakması emri , Allah (c.c) nin Rabliğine ve İlahlığına aykırı olarak yapılan bütün amellerin terkedilerek sadece ona yönelinmesini kapsamaktadır.
[073.009] Doğunun ve Batının Rabbıdır. O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyse onu vekil edin.
Her şeyi terkederek sadece ona yönelinmesi istenen , doğunun ve batının Rabbı olup ondan başka İlah olmayan Allah (c.c) sadece kendisinin vekil edinilmesini istemektedir.
"Vekil" kelimesi ; "Güvenmek ve kendi yerine geçirmek" anlamında bir kelime olup , Allah (c.c) nin yetki alanına giren şeylerde sadace ona güvenilmesi , hayatı ile ilgili belirleyicilik konusunda sadece onu yetkili kılması demektir. Kişinin Allaha güvenmemesi , hayatı ile ilgili konularda hevasına veya başka belirleyicilere tabi olması Allah'ı yetkili kılmayarak onun dışındakileri yetkili kılması yani şirk koşması anlamına gelir.
[073.010] Onların söylediklerine sabret ve yanlarından güzellikle ayrıl.
Allah (c.c) nin yegane Rab , İlah, vekil olduğunu tebliğe başlayan Elçinin karşısına başka rab , ilah , vekiller ihdas etmiş olan Mekkelilerin bunları bırakmama konusunda itirazları yükselmeye başlamış , bu itirazlara karşı Rabbi Muhammed (a.s) onları güzellikle terk etmesini öğütlemektedir.
Bu tert etme öğüdü , yapılan tebliğe karşı red edici bir tavır içine girenlere karşı sert bir uslup kullanmaması , onları zorlamaması şeklinde anlaşılacağı gibi , müşriklerin inandıklarına karşı hiç bir şekilde onlara meyletmemesi ve araya keskin bir çizgi çizerek onlara karşı tavizkar bir tutum izlememesi olarak anlaşılabilir. Mekke döneminin ilk devrelerinde nazil olan Kalem suresinin ilk ayetleri , müşrikler ile araya nasıl bir mesafe konulması gerektiği noktasındaki öğütleri içermektedir.
[073.011] O yalanlayıcı zevk ve refah sahiplerini bana bırak, onlara biraz mühlet ver.
Muhammed (a.s) dan önceki Elçilere karşı çıkanların öncülüğünü , o beldenin varlıktan şımarmış "Mütref" , "Mele" , "Müstekbir" olarak tanımlanan kişiler yapmış , aynı tanıma giren kişiler Muhammed (a.s) ın çağrısına, karşı olanca güçleri ile karşı koymaya çalışmaktadırlar.
[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.
[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları(mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.
[023.024] Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri (elmeleu)şöyle dediler: «Bu, sadece sizin gibi bir beşerdir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık.»
[007.075] Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: Siz Salih'in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar da Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız, dediler.
[073.012] Muhakkak ki katımızda, ağır boyunduruklar ve cehennem var.
[073.013] Ve boğaza tıkanıp duran bir taam ve pek acıklı bir azap vardır.
[073.014] O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır, dağlar gevşek kum yığınlarına dönüşür.
11. ayette vahyi yalanlayarak müstekbir bir tavır takınanlara verilen mühletin sonunda , bu tip insanları nelerin beklediği ve nasıl bir azab ile karşılaşacakları haber verilmektedir.
[073.015] Nasıl Firavun'a bir elçi göndermiş idiysek doğrusu size de, hakkınızda şahitlik edecek bir elçi gönderdik.
[073.016] Firavun o elçiye isyan etmişti. Biz de onu ağır bir yakalayışla yakaladık.
Allah (c.c) , geçmişte göndermiş olduğu Elçileri yalanlayan Firavun'u örnek göstererek , onun Elçileri yalanmasının akıbetini hatırlatarak, aynı yolu izledikleri takdirde onların da sonlarının helak olabileceğini haber vermektedir. Burada Firavun örneği üzerinden verilen örnek dikkat çekicidir. Önceki Elçilerin düşmanları gibi , Muhammed (a.s) ın düşmanları da, o beldenin varlıktan şımarmış mütref tabakası olup , ellerindeki güç ve servetin kendilerini koruyacağı zannına kapılmışlardır. Allah (c.c) bir çok ayette "Sizden kat be kat güç ve servet sahibi olanlara bile gücümüz yetti siz onların karşısında çok fakir kalırsınız" diyerek onların zenginliklerine asla güvenmemelerini hatırlatmaktadır.
[073.017] Eğer inkar ederseniz, gençleri ihtiyarlatan günden nasıl korunursunuz?
[073.018] O günün şiddetiyle gök bile parçalanır. O'nun sözü yerine gelir.
14 , 17 , 18. ayetlerde , herkesin yaptığının karşılığını alacağı günü hatırlatan rabbimiz , o günü şiddeti hakkında bilgi vererek , kendisinden sakınılmasını istemektedir.
[073.019] İşte bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar.
Rabbimiz , bu ve benzeri sureler içindeki ayetlerle kullarına doğru yolun hangisi olduğunu hatırlatmaktadır. Seçim yapma konusunda Allah (c.c) kulları üzerinde herhangi bir baskıda bulunmayıp , onlara verdiği serbest irade ile seçimlerini yapma hürriyetini vermiştir.
[073.020] Gerçekten Rabbin biliyor ki sen, muhakkak gecenin üçte ikisine yakınını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun, beraberinde bulunan bir grup da (böyle yapıyor). Oysa geceyi, gündüzü Allah takdir eder. Sizin bundan ötesini başaramayacağınızı bildiği için size lütuf ite muamelede bulundu. Bundan böyle Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun; O, içinizden hastaların olacağını, diğer bir kısmının Allah'ın lütfundan bir kar aramak üzere yeryüzünde yol tepeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda cihad edeceğini bilmektedir; O halde o (Kur'an)dan kolayınıza geleni okuyun; salatı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a güzel borç verin! Kendi hesabınıza hayır olarak ne (iyilik) yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha hayırlı ve karşılık olarak daha büyük bulacaksınız. Allah'tan bağışlanma dileyin! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Müzzemmil suresinin son ayeti diğer ayetler ile birlikte değil , bir kaç senelik bir sürenin ardından nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bu ayetin Medine de nazil olduğu yolunda rivayetler olmasına karşın , nerede nazil olduğundan çok , tek başına yola çıkan Muhammed (a.s) ın takip ettiği yol ile belirli bir sayıya gelmiş olduğunun anlaşılmasıdır.
2-3 ve 4. ayetlerde, tek başına yola çıkarak Rabbinin kendisine öğütlediği yolu takip eden ve Kur'anı "Tertil" üzere okuyarak muhataplarına ulaştıran Muhammed (a.s) ,uyguladığı bu metod sayesinde kendisine tabi olan bir topluluğa sahip olmuştur. Ayet içindeki "beraberinde bulunan bir grup" ifadesinden bu durum anlaşılmaktadır.
Yazımızın başında söylediğimiz gibi Müzzemmil suresi , yeni bir yapılanmanın nasıl bir yol takip edilerek yapılması gerektiğini hatırlatan bir sure olup , bu yapılanma süreci içinde bu yolda yürüyenlerin belirli bir çoğunluğa ulaşıncaya kadar daha sıkı ve gayretli bir biçimde çalışması gerektiğini anlamaktayız. Bunu söylerken , "İlerleyen zamanlarda belirli bir çoğunluğa ulaştıktan sonra işi gevşetebiliriz" demek istemediğimizi hatırlatalım. İlerleyen zamanlarda, topluluğa tabi olan bazı kişilerin yüksek çalışma temposuna ayak uydurmayacakları hesaba katılarak tedrici bir şekilde hareket edilmelidir.
Allah (c.c) nin ilk ayetlerde Muhammed (a.s) a verdiği emri , 20. ayette hafifletmesi nesh olarak değil , tüm zamanlar içinde Müslümanlar tarafından meydana getirilecek yeni oluşumların ve hareketlerin nasıl bir tedrici yol izlemesi gerektiği şeklinde okunması gerektiği olarak düşünmek daha doğru olacaktır.
20. ayet içinde , farklı yaş , iş ve cinsiyet guruplarından oluşmuş insanların bir araya gelerek oluşturduğu topluluğun aynı güç , beceri ve gayrete sahip olamayacağı dikkate alınarak ona göre bir yol haritası çizilmesi gerektiği çıkarılabilir. Ayrıca kişilerin takat ve maişetlerini temin için çalışma zorunlulukları her zaman aynı tempoda çalışmalarının güçlüğünü ortaya koymaktadır. Çünkü bir eylem ve hareket içinde olanlar, hayatlarını idame ettirmek için bazı çalışmalar içinde olma mecburiyetleri vardır , 20. ayet bu durumu dikkate alan bir ayet olarak karşımızdadır.
20. ayet içindeki " fetabe aleyküm" ibaresi üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu ibare meallerin çoğunda "Tevbenizi kabul etmiştir" şeklinde çevrilmiştir. Bu ibarenin anlaşılması için , surenin 2.3.4. ayetlerinde Muhammed (a.s) a verilen emirleri dikkate almak gerekmektedir. Bu ayetlerde yeni bir oluşum için tek başına başlangıç yapan Muhammed (a.s) zaman içinde kendisine tabi olan bir guruba sahip olmuştur. Allah (c.c) bu gurubun çoğalması neticesinde ,daha önce 2.3.4. ayetlerde vermiş olduğu emri hafiflettiğini yani bundan geri döndüğünü beyan etmektedir. Geri dönme sebebi olarak "O, içinizden hastaların olacağını, diğer bir kısmının Allah'ın lütfundan bir kar aramak üzere yeryüzünde yol tepeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda cihad edeceğini bilmektedir" buyurulmaktadır. Netice olarak Allah (c.c) daha önce vermiş olduğu emirden geri döndüğünü "Fetabe aleyküm" yani "Yükümlülüğün ağırlığından onu hafifletmeye, zorluktan kolaylığa olmak üzere sizin lehinize döndü" buyurmaktadır.
Burada , "Allah (c.c) verdiği emirden dönermi?" şeklinde bir sorunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Müzzemmil suresini yeni bir oluşum için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği yönündeki emirler olarak olarak okuduğumuz zaman , tedricilik şeklinde bir yol izlendiği önce daha sıkı bir çalışma gerektiği , ilerleyen zamanlarda çoğunluk nedeniyle ve bu çoğunluğun içindeki herkesin aynı şartlara sahip olmaması nedeniyle bazı yükümlülüklerin o çoğunluk lehine hafifletilebilmesi gerektiğinin beyanı olarak okumak mümkündür.
" O halde o (Kur'an)dan kolayınıza geleni okuyun; salatı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a güzel borç verin! Kendi hesabınıza hayır olarak ne (iyilik) yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha hayırlı ve karşılık olarak daha büyük bulacaksınız. Allah'tan bağışlanma dileyin! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
"Kur'andan kolay olanı okumak" demek namazlarda kısa sureler okumak anlamında olduğu düşünülmemelidir. Kur'anda zor olan bir emir olmasını düşünmek , kişinin gücünü aşan konuların ona emredilmiş olmasını beraberinde getirmesi açısından bir takım problemleri beraberinde getirir. Kur'anın bütün emir ve nehiyleri , kulun taşıma kapasitesi kadar olduğu için bu noktada bütün emirler kolay ve uygulanabilir bir seviyededir. Salatın ikame edilmesi , zekatın verilmesi , Allaha güzel bir borç verilmesi gibi emirler kolay olan emirler olup "Okumak" şeklinde verilen emir sadece yazılı bir metni okumaktan ziyade , yazılı bir metinde olan emirleri okumak ve hayata geçirmek şeklinde anlaşılmalıdır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) kulları içinden seçmiş olduğu Elçisi Muhammed (a.s) a vahyederek , bizlerin nasıl bir hayat yaşaması gerektiği yönündeki emirleri ve yasaklarını ona indirdiği Kitap ile bildirmiştir. Resulu inşa süreci ile ilgili öğütler diyebileceğimiz Müzzemmil suresi ayetlerinde tek başına yola çıkan bir kişinin, Rabbinin ona öğütlediği metodu takip etmesi neticesinde kendisine tabi olan çekirdek bir kadro oluşturduğunu görmekteyiz. Bu kadronun oluşması için gerekli olan yol haritası sure içinde beyan edilmiş olup , bizlere dönğk örneklik mesajları da taşımaktadır. Bizlerin çıktığı yolda nasıl bir yol izlemesi gerektiği bu sure içinde beyan edilmiş olup , izlenen yolun doğru olmasının başarıyı da beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Ağustos 2015 Çarşamba
Kavlen Leyyinen : Firavuna Dahi Kullanılması Gereken Hitap Tarzı
Kur'an bizlere her konuda olduğu gibi , karşımızdaki bir kişi ile yapacağımız tartışmada kullanmamız gereken uslubun nasıl olması gerektiğini de öğretmektedir. Allah (c.c) , Musa ve Harun (a.s) lara hitaben, Firavuna karşı kullanacakları hitap tarzının "Kavlen Leyyinen" (Yumuşak Söz) olması gerektiğini öğütlemiştir. Kendisine yapılan bu öğüdü tutan Musa (a.s) , Firavun tarafından kendisine sorulan sorulara yumuşak bir uslup ile cevap vermiştir.
Bu öğüt sadece onlara has değil , evrensel bir geçerliliği olan öğüttür ve bizlere dönük mesajları da ihtiva etmektedir. Bu öğüt'ün anlamını ve gerekliliğini , bu gün bazı konularda farklı düşünen Müslümanların, birbirlerine karşı en ağır ifadeleri kullanmakta olduklarını gördüğümüzde daha iyi anlamaktayız.
Allah (c.c) , Firavun gibi bir müstekbire karşı dahi yumuşak söz ile hitap edilmesini emrederken, bize ne oluyor ki karşımızdaki insan sadece biz gibi düşünmediği gerekçesi ile onu hakaretvari ifadeleri kullanmaktan çekinmiyoruz.
Peki Müslümanlar olarak karşımızdaki biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir uslup ile konuşmak ve davranmak gerekir ?.
Öncelikle karşımızdaki kişinin bizim canımıza , malımıza kast etmiş bir düşman olmadığı, sadece bizim gibi düşünmeyen biri olduğu düşüncesini aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Karşımızdaki kişinin yanlış olduğunu iddia ettiğimiz düşüncesine karşı onu alçaltıcı ifadeler ile değil , onu ikna edebilecek ifadeler kullanarak düşüncemizi aktarmak zorunda olduğumuz bilinci asla akıldan çıkarılmaMAlıdır.
Dini konular üzerinde tartışan kişilerin , tartıştıkları konularda o Dinin kendilerine tavsiye ettiği tartışma metoduna uygun davranmalarını, savundukları Din kendilerine öğretmektedir. Din adına bir tartışan kişilerin , o Dinin yasakladığı bir yöntem kullanarak yaptıkları tartışmalar traji komik bir durum ortaya çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.
Olayı kafamızda şöyle resimlemeye çalışalım; İki Müslüman ihtilaf ettikleri bir konuda tartışma yapıyorlar ve , küfür , hakaret ve en ağır ifadelerle birbirlerine hitapta bulunuyorlar , yanlarında bu tartışmadan bir şeyler öğrenmek isteyen ve İslam hakkında herhhangi bir bilgisi olmayan kişi bulunmakta , acaba bu kişinin İslam hakkındaki düşünceleri ne olacaktır?. Karşısında iki tane Müslüman olduğunu iddia eden kişi var ve birbirlerine küfür ve hakaretler yağdırıyorlar , üçüncü kişinin tepkisi herhalde " Siz nasıl bir Müslümansınız ?" şeklinde olacaktır.
Müslümanlar birbirleri ile olan tartışmalarında , karşı tarafa galebe çalmak amacı ile değil sadece doğru bildiklerini paylaşmak amacı taşımaları gerekmektedir. Elçilerin muhataplarına karşı kullandıkları metod bu olup , Kur'anın pek çok yerinde "Sen onlara karşı bir zorlayıcı değilsin" buyurulmaktadır. Bu tür ayetleri içinde barındıran Kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin , birbirlerine düşüncelerini zorla kabul ettirmeye çalışmaları savundukları Dinin, tebliğ metodu ile ilgili söylediklerini kulak arkası etmeleri anlamına gelmektedir.
Allah (c.c) bir çok ayetinde bizlere , birlik ve beraberliği zedeleyici amellerden uzak durmamızı , kardeşlik hukuku içinde hareket etmemizi emretmektedir. Aramızdaki ihtilaflar hakkında en doğru kararı hesap günü vereceğini beyan eden Rabbimizin bu vaadini, yaptığımız tartışmalarda hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir.
Yapılan tartışmalarda en önemli faktör, doğru düşüncenin tesbitinin neye göre yapılacağı meselesi olup , bugün bir çok konudaki ihtilafların temelinde, herkesin birbirinden farklı doğru tesbit aracı bulunmaktadır. Farklı düşünceyi savunan her iki taraf mutlaka kendisinin doğru olduğunu savunmaktadır .
Olaya Musa (a.s) ve Firavun tarafından ayrı ayrı baktığımızda, her iki tarafta kendisinin haklı olduğunu savunmaktadır. Firavun, halkının mutluluğu için kendi ilah ve rabliğinin daha uygun olduğunu iddia ederken , Musa (a.s), Allah (c.c) nin İlah ve Rabliğinin daha uygun olduğunu savunmaktadır. Musa (a.s) davasında ne kadar samimi ise , Firavun da aynı şekilde davasında samimidir.
Aynı durumu günümüzdeki Müslümanların açısından değerlendirdiğimizde durum bundan farklı değildir. Örneğin bir Müslüman şefaatin hak olduğunu veya Allah (c.c) ye sesimizi duyurmak için araya bazı önemli şahsiyetlerin konulması gerektiğini çok samimi ve içten savunurken , bir başka Müslüman bunların yanlış olduğunu aynı içtenlikle savunmaktadır.
Bu durum "Peki doğru olanın tesbiti nasıl yapılmalıdır?" şeklinde bir sorunun sorulmasını beraberinde getirmektedir.
El cevab= Doğru olanın tesbiti , en yüce bir varlığın ortaya koyduğu bilgi kaynağının gösterdiği yol üzerinde ittifak sağlamakla mümkün olacaktır.
"Peki bu kaynak nedir?" dediğimiz zaman cevabımız "Kur'an" olacaktır.
Pek çok ayet, ihtilaflarda "Allah ve Resulunun" hakem tayin edilmesini beyan etmesine rağmen , bu ayetler sanki Allah ile Resulunun ayrı bir teşri kaynağı olduğu zannına kaptırarak , Allaha itaat Kur'ana , Resule itaat Hadise olmalı şeklinde bir iki başlılık oluşturulmuştur.
Bu iki başlılık Müslümanları öyle bir hale sokmuştur ki , Resul'un söylediği iddia edilen sözler , Kur'anla çelişse dahi bu çelişki ilgili ayetler rivayete uygun olarak te'vil edilmeye çalışılmış ve Kur'an ile çelişse dahi rivayetlerin tercih edildiği bir din algısı meydana getirilmiştir.
Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağı, işte bu çift başlı durumdur. Bu ihtilafların en aza inmesi ise çift başlı bir hüküm kaynağı yerine tek başlı bir hüküm kaynağı üzerinde birlik sağlamaktır. Bunu derken Resule ait örnekliklerin atılmasını kast etmediğimizi hatırlatmak yerinde olacaktır. Din adına hangi bilgi nereden ve kimden gelirse gelsin tek başlı bir hüküm kaynağına yani Kur'ana arz edilmediği müddetçe , Müslümanlar arasındaki ihtilafların sonu gelmeyecektir. Sonu gelmeyen bu ihtilaflar , sonu gelmeyen düşmanlıklara sebeb olacak ve birbirimizi tek düşman olarak görerek esas düşmanın bize verdiği vesveseler ile birbirimizi kıyamete kadar yemeye devam etmekten kurtulamayız.
Sonuç olarak ; Bizlere her konuda yol gösterici olan Kur'an, karşı fikirlere sahip olanların birbirlerine karşı olan davranışlarını Elçiler üzerinde yaşanmış örneklerle bizlere anlatarak , bu konudada yol göstericiliğini yapmaktadır. Maalesef din adına konuşanlar bu örneklikler yerine Şeytanın fısıltılarına kulak vererek , Müslümana yakışmayacak ifadeler ile birbirlerine karşı en ağır ifadeleri ve davranışları kullanmaktan çekinmemektedirler. Bu davranışlar neticesinde ortak bir noktada buluşamayan Müslümanlar düşünce ayrlıkları içinde bocalamaktan kurtulamamaktadırlar.
Bu durumdan kurtulmanın çaresi ortak bir paydada buluşmak ve ortak paydanın verdiği hükme razı olmaktır. Farklı kaynakların ortaya koyduğu doğrular yerine tek kaynağın ortaya koyduğu doğruların tercih edilerek , diğer bütün kaynak olduğu iddia edilen verilerin , bu tek kaynağa göre değerlendirilmediği müddetçe aradaki ayrılıklar bırakın azalmaya artan bir biçimde sürüp gidecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu öğüt sadece onlara has değil , evrensel bir geçerliliği olan öğüttür ve bizlere dönük mesajları da ihtiva etmektedir. Bu öğüt'ün anlamını ve gerekliliğini , bu gün bazı konularda farklı düşünen Müslümanların, birbirlerine karşı en ağır ifadeleri kullanmakta olduklarını gördüğümüzde daha iyi anlamaktayız.
Allah (c.c) , Firavun gibi bir müstekbire karşı dahi yumuşak söz ile hitap edilmesini emrederken, bize ne oluyor ki karşımızdaki insan sadece biz gibi düşünmediği gerekçesi ile onu hakaretvari ifadeleri kullanmaktan çekinmiyoruz.
Peki Müslümanlar olarak karşımızdaki biz gibi düşünmeyen birisine karşı nasıl bir uslup ile konuşmak ve davranmak gerekir ?.
Öncelikle karşımızdaki kişinin bizim canımıza , malımıza kast etmiş bir düşman olmadığı, sadece bizim gibi düşünmeyen biri olduğu düşüncesini aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir. Karşımızdaki kişinin yanlış olduğunu iddia ettiğimiz düşüncesine karşı onu alçaltıcı ifadeler ile değil , onu ikna edebilecek ifadeler kullanarak düşüncemizi aktarmak zorunda olduğumuz bilinci asla akıldan çıkarılmaMAlıdır.
Dini konular üzerinde tartışan kişilerin , tartıştıkları konularda o Dinin kendilerine tavsiye ettiği tartışma metoduna uygun davranmalarını, savundukları Din kendilerine öğretmektedir. Din adına bir tartışan kişilerin , o Dinin yasakladığı bir yöntem kullanarak yaptıkları tartışmalar traji komik bir durum ortaya çıkarmaktan başka bir şeye yaramaz.
Olayı kafamızda şöyle resimlemeye çalışalım; İki Müslüman ihtilaf ettikleri bir konuda tartışma yapıyorlar ve , küfür , hakaret ve en ağır ifadelerle birbirlerine hitapta bulunuyorlar , yanlarında bu tartışmadan bir şeyler öğrenmek isteyen ve İslam hakkında herhhangi bir bilgisi olmayan kişi bulunmakta , acaba bu kişinin İslam hakkındaki düşünceleri ne olacaktır?. Karşısında iki tane Müslüman olduğunu iddia eden kişi var ve birbirlerine küfür ve hakaretler yağdırıyorlar , üçüncü kişinin tepkisi herhalde " Siz nasıl bir Müslümansınız ?" şeklinde olacaktır.
Müslümanlar birbirleri ile olan tartışmalarında , karşı tarafa galebe çalmak amacı ile değil sadece doğru bildiklerini paylaşmak amacı taşımaları gerekmektedir. Elçilerin muhataplarına karşı kullandıkları metod bu olup , Kur'anın pek çok yerinde "Sen onlara karşı bir zorlayıcı değilsin" buyurulmaktadır. Bu tür ayetleri içinde barındıran Kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin , birbirlerine düşüncelerini zorla kabul ettirmeye çalışmaları savundukları Dinin, tebliğ metodu ile ilgili söylediklerini kulak arkası etmeleri anlamına gelmektedir.
Allah (c.c) bir çok ayetinde bizlere , birlik ve beraberliği zedeleyici amellerden uzak durmamızı , kardeşlik hukuku içinde hareket etmemizi emretmektedir. Aramızdaki ihtilaflar hakkında en doğru kararı hesap günü vereceğini beyan eden Rabbimizin bu vaadini, yaptığımız tartışmalarda hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir.
Yapılan tartışmalarda en önemli faktör, doğru düşüncenin tesbitinin neye göre yapılacağı meselesi olup , bugün bir çok konudaki ihtilafların temelinde, herkesin birbirinden farklı doğru tesbit aracı bulunmaktadır. Farklı düşünceyi savunan her iki taraf mutlaka kendisinin doğru olduğunu savunmaktadır .
Olaya Musa (a.s) ve Firavun tarafından ayrı ayrı baktığımızda, her iki tarafta kendisinin haklı olduğunu savunmaktadır. Firavun, halkının mutluluğu için kendi ilah ve rabliğinin daha uygun olduğunu iddia ederken , Musa (a.s), Allah (c.c) nin İlah ve Rabliğinin daha uygun olduğunu savunmaktadır. Musa (a.s) davasında ne kadar samimi ise , Firavun da aynı şekilde davasında samimidir.
Aynı durumu günümüzdeki Müslümanların açısından değerlendirdiğimizde durum bundan farklı değildir. Örneğin bir Müslüman şefaatin hak olduğunu veya Allah (c.c) ye sesimizi duyurmak için araya bazı önemli şahsiyetlerin konulması gerektiğini çok samimi ve içten savunurken , bir başka Müslüman bunların yanlış olduğunu aynı içtenlikle savunmaktadır.
Bu durum "Peki doğru olanın tesbiti nasıl yapılmalıdır?" şeklinde bir sorunun sorulmasını beraberinde getirmektedir.
El cevab= Doğru olanın tesbiti , en yüce bir varlığın ortaya koyduğu bilgi kaynağının gösterdiği yol üzerinde ittifak sağlamakla mümkün olacaktır.
"Peki bu kaynak nedir?" dediğimiz zaman cevabımız "Kur'an" olacaktır.
Pek çok ayet, ihtilaflarda "Allah ve Resulunun" hakem tayin edilmesini beyan etmesine rağmen , bu ayetler sanki Allah ile Resulunun ayrı bir teşri kaynağı olduğu zannına kaptırarak , Allaha itaat Kur'ana , Resule itaat Hadise olmalı şeklinde bir iki başlılık oluşturulmuştur.
Bu iki başlılık Müslümanları öyle bir hale sokmuştur ki , Resul'un söylediği iddia edilen sözler , Kur'anla çelişse dahi bu çelişki ilgili ayetler rivayete uygun olarak te'vil edilmeye çalışılmış ve Kur'an ile çelişse dahi rivayetlerin tercih edildiği bir din algısı meydana getirilmiştir.
Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağı, işte bu çift başlı durumdur. Bu ihtilafların en aza inmesi ise çift başlı bir hüküm kaynağı yerine tek başlı bir hüküm kaynağı üzerinde birlik sağlamaktır. Bunu derken Resule ait örnekliklerin atılmasını kast etmediğimizi hatırlatmak yerinde olacaktır. Din adına hangi bilgi nereden ve kimden gelirse gelsin tek başlı bir hüküm kaynağına yani Kur'ana arz edilmediği müddetçe , Müslümanlar arasındaki ihtilafların sonu gelmeyecektir. Sonu gelmeyen bu ihtilaflar , sonu gelmeyen düşmanlıklara sebeb olacak ve birbirimizi tek düşman olarak görerek esas düşmanın bize verdiği vesveseler ile birbirimizi kıyamete kadar yemeye devam etmekten kurtulamayız.
Sonuç olarak ; Bizlere her konuda yol gösterici olan Kur'an, karşı fikirlere sahip olanların birbirlerine karşı olan davranışlarını Elçiler üzerinde yaşanmış örneklerle bizlere anlatarak , bu konudada yol göstericiliğini yapmaktadır. Maalesef din adına konuşanlar bu örneklikler yerine Şeytanın fısıltılarına kulak vererek , Müslümana yakışmayacak ifadeler ile birbirlerine karşı en ağır ifadeleri ve davranışları kullanmaktan çekinmemektedirler. Bu davranışlar neticesinde ortak bir noktada buluşamayan Müslümanlar düşünce ayrlıkları içinde bocalamaktan kurtulamamaktadırlar.
Bu durumdan kurtulmanın çaresi ortak bir paydada buluşmak ve ortak paydanın verdiği hükme razı olmaktır. Farklı kaynakların ortaya koyduğu doğrular yerine tek kaynağın ortaya koyduğu doğruların tercih edilerek , diğer bütün kaynak olduğu iddia edilen verilerin , bu tek kaynağa göre değerlendirilmediği müddetçe aradaki ayrılıklar bırakın azalmaya artan bir biçimde sürüp gidecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)