Herhangi bir ayet ile ilgili yapılan Kur'an okumalarında ilgili ayetin, konu, sure ve Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmesi, yapılan anlama çalışmasını kolaylaştıracaktır. Bu yazımızda Hud suresi bağlamında bazı ayetlerin sure için ilişkileri üzerinde durarak, ayetlerin sure içinde birbiri ile olan bağına dikkat çekmeye çalışacağız.
Hud suresini okuduğumuzda bazı elçilerin kıssalarını, ve o elçilerin kavimlerinin helak edildiğini görmekteyiz. Aynı surenin 120. ayetinde, bu kıssaların anlatılma sebebi şöyle anlatılmaktadır;
[011.120] Elçilerin haberlerinden senin gönlünü yatıştıracak olanlardan sana anlatıyoruz. Bunda da sana bir hakikat, müminlere de
bir öğüt ve ibret gelmiştir.
Hud s. 120. ayeti, Kur'an kıssalarını anlamanın anahtar ayetlerinden bir tanesi, belki en önemlisidir. Ayete baktığımızda kıssa anlatımların iki amaca yönelik olduğunu görmekteyiz.
1- Elçinin gönlünü yatıştırmak.
Bilindiği gibi Muhammed (a.s) kendisine verilen görevi yerine getirmek konusunda bir hayli sıkıntı çekmekte, kavmi tarafından ona ve beraberindekilere her türlü eza ve cefa reva görülmekteydi. Geçmiş elçilerin başlarından geçenlerin ona anlatılmasının sebebi, bu konuda yalnız olmadığı, ve aynı olayların geçmiş elçilerin başlarından da geçtiğini bilmesi, böylelikle rahatlaması içindir.
2- Müminlere öğüt ve ibret.
Aynı sıkıntıları sadece elçiler değil, onlarla beraber olan müminlerde çektiği için, kıssa anlatımlarının onlar için de birer ibret olarak okunması gerekmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki, Kur'an kıssaları sadece geçmiştekilerin yaşantılarından kesitler olarak değil, onların yaşanmışlıklardan ibret alınması için bizlere anlatılmaktadır.
Hud suresi bütünlüğünde, bu ayetin daha geniş açılımını görmekte, bir nevi ayetin ayet ile açıklanma örneğini görmekteyiz. Kısacası, Hud s. 120. ayeti kendisini yine aynı sure içinde tefsir etmektedir.
Ellâ ta’budû illallâh(illallâhe), innenî lekum minhu nezîrun ve beşîr(beşîrun).
[011.002] Öyle ki, Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Gerçekten ben, sizi
onun tarafından uyarıp-korkutan ve müjdeleyenim;
Ve enistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yumetti’kum metâan hasenen ilâ ecelin musemmen ve yu’ti kulle zî fadlin fadleh(fadlehu), ve in tevellev fe innî ehâfu aleykum azâbe yevmin kebîr(kebîrin).
[011.003] Rabbınızdan mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki, belli bir
süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Her lütuf sahibine lütfunu versin. Eğer
yüzçevirirseniz; o zaman ben, başınıza gelecek büyük bir günün azabından
korkarım.
Hud s. 1. ayeti, bu kitabın kimin tarafından indirildiğini beyan etmekte, 2. ve 3. ayetlerinde neden indirildiği ve elçinin kavmine yaptığı uyarıları görmekteyiz. Bu uyarıların benzerlerinin surenin diğer ayetlerinde başka elçilerin de ağzında döküldüğünü görülecektir. İlerleyen ayetlerde, Mekke'lilerin inkarcı davranışları, ve onlara karşı söylemesi gerekenler bildirilmektedir.
Hud suresinin temel mesajı, Allah'tan başkasına kulluk edilmemesi gerektiğine dair bilgileri ihtiva eden kitaba iman etmek, önceki elçilerin kavimlerinin, bu emre aykırı hareket etmek sureti ile başlarına gelenlerden ibret almaktır diyebiliriz.
E fe men kâne alâ beyyinetin min rabbihî ve yetlûhu şâhidun minhu ve min kablihî kitâbu mûsâ imâmen ve rahmeh(rahmeten), ulâike yu'minûne bih(bihî), ve men yekfur bihî minel ahzâbi fen nâru mev'ıduh(mev'ıduhu), fe lâ teku fî miryetin minhu innehul hakku min rabbike ve lâkinne ekseren nâsi lâ yu'minûn(yu'minûne).
[011.017] Rabbından açık bir delil üzerinde bulunan, ardınca da Rabbı
tarafından bir şahid gelen, ondan önce de Musa'nın imam ve rahmet olan kitabını
tasdik eden kimse, başkaları gibi midir? İşte onlar; Kur'an'a inanırlar.
Herhhangi bir güruh onu inkar ederse; onun varacağı yer ateştir. Bundan şüphen
olmasın. Doğrusu o, Rabbın tarafından gelen bir gerçektir, ama insanların çoğu
inanmazlar.
Surenin 17. ayeti, elçinin açık bir delil üzerinde olduğu, önceki elçilerden olan Musa'nın kitabını tasdik eden elçiler zincirinin bir halkası olduğu belirtilmekte, surenin 25. ayetinden itibaren ise Nuh (a.s) ın kıssası anlatılmaya başlanmaktadır. Kur'an'ın kendisinden önceki kitapları tasdik etmiş olmasının sıkça hatırlatılması, son elçi ve kitabın kaynağının aynı olduğunun bilinmesi içindir.
Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî innî lekum nezîrun mubîn(mubînun).
En lâ ta’budû illallâh(illallâhe), innî ehâfu aleykum azâbe yevmin elîm(elîmin).
[011.025] Gerçekten Nuh'u da kavmine göndermiştik. Ben, sizin için apaçık
bir uyarıcıyım.
[011.026] «Allah'dan başkasına kulluk etmeyin, muhakkak ki, ben sizin
üzerinize elîm bir günün azabından korkuyorum.»
Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî rahmeten min indihî fe ummiyet aleykum, e nulzimukumûhâ ve entum lehâ kârihûn(kârihûne).
[011.028] (Nuh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen)
açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu
size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi
ona zorlayacak mıyız?.
Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
[011.029] Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden
herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben iman
edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi,
bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum.
Surenin 2. ve 3. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine söylediği sözlerin bir benzerinin Nuh (a.s) ın ağzından da döküldüğünü görmekteyiz. 28. ayette ise, surenin 17. ayetinde olduğu gibi, elçinin yetkiyi kimden aldığı bildirilmektedir. 29. ayette ise Nuh (a.s) ın tebliğine karşılık herhangi bir ücret istemediğini görmekteyiz. Bu durum bir sonraki Hud (a.s) kıssasında da karşımıza çıkacaktır. İlerleyen ayetlerde, Nuh (a.s) ın kavminin ona karşı olan inkarcı tavrı mücadelesinden kesitler sunularak, kavminin helak edilmesi, ile kıssa son bulmaktadır.
Ve ilâ âdin ehâhum hûdâ(hûden), kâle yâ kavmi'budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), in entum illâ mufterûn(mufterûne).
[011.050] Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan
başkası değilsiniz.
Yâ kavmi lâ es'elukum aleyhi ecrâ(ecren), in ecriye illâ alellezî fetaranî, e fe lâ ta'kılûn(ta'kılûne).
[011.051] Ey kavmim; ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim
ücretim, yalnız beni yaratana aittir. Aklınız ermiyor mu?
Ve yâ kavmistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yursilis semâe aleykum midrâran ve yezidkum kuvveten ilâ kuvvetikum ve lâ tetevellev mucrimîn(mucrimîne).
[011.052] «Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra O'na tevbe edin
ki, üzerinize gökten bol bol bereket indirsin ve sizi kuvvetinize kuvvet katarak
çoğaltsın. Gelin günahkâr olarak dönüp gitmeyin.»
Surenin 2. ve 26. ayetlerine baktığımızda, Muhammed ve Nuh (a.s) ların kavimlerine yaptığı çağrının benzerinin, Hud (a.s) tarafından da kavmine yapıldığını görmekteyiz. Surenin 29. ayetinde, Nuh (a.s) ın kavmine yaptığı tebliğe karşılık herhangi bir karşılık istememesi, Hud (a.s) ın ağzından dökülmektedir. Surenin 3. ayeti ve 52. ayetini okuduğumuzda ise Allah (c.c) den mağfiret ve tevbe istenilmesini görmekteyiz. Ayrıca surenin 6. ayetinde gördüğümüz sözlerin bir benzerinin, 56. ayette Hud (a.s) tarafından da tekrarlandığını görmekteyiz.
Nuh (a.s) ı ret eden kavminin başına gelen helak, Hud (a.s) ı ret eden kavminin de başına gelerek, yeni bir elçi kıssasına geçilmektedir.
Ve ilâ semûde ehâhum sâlihâ(sâlihan), kâle yâ kavmi'budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), huve enşeekum minel ardı vesta'merekum fîhâ festâgfirûhu summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî karîbun mucîb(mucîbun).
[011.061] Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik. O: « Ey kavmim, Allah'a
kulluk edin, O'ndan başka bir ilahınız da yoktur. Sizi, yerden O meydana
getirdi, yeryüzünde yerleşme ve imar etme gücünü size O verdi; O'nun
bağışlamasını isteyin, sonra O'na tevbe edin! Şüphe yok ki, Rabbim yakındır,
duaları kabul edendir.» dedi.
Salih (a.s) ın kavmine karşı yaptığı tebliğin benzerinin, surenin 3-26-50. ayetlerinde de diğer elçiler tarafından kavimlerine yapıldığını görmekteyiz.
Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve âtânî minhu rahmeten fe men yansurunî minallâhi in asaytuhu fe mâ tezîdûnenî gayre tahsîr(tahsîrin).
[011.063] Dedi ki: «Ey kavmim, görüşünüz nedir-söyler misiniz? Eğer ben
Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse,
bu durumda da O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir?
Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.»
Surenin 17. ve 28. ayetlerinde gördüğümüz, elçilerin bir yetki belgesi ile kavimlerine geldikleri, elçiliklerinin kendilerinden menkul olmadığı, surenin 63. ayetinde, Salih (a.s) tarafından da tekrarlanmaktadır. Nuh ve Hud (a.s) lara kavimlere tarafından verilen ret cevabının aynısı, Salih (a.s) a da verilerek, aynı akıbete düçar olmuşlardır.
Surenin ilerleyen ayetlerinde İbrahim'im misafirleri kıssası anlatılmaktadır. Aynı elçiler Lut kavmine de giderek o kavmin helak olmasını sağlamışlardır. Surenin devamında Şuayb (a.s) ın kıssası anlatılmaya başlanmaktadır.
Ve ilâ medyene ehâhum şuaybâ(şuayben), kâle yâ kavmi’budullâhe mâ lekum min ilâhin gayruh(gayruhu), ve lâ tenkusûl mikyâle vel mîzâne innî erâkum bi hayrin ve innî ehâfu aleykum azâbe yevmin muhît(muhîtin).
[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı. Dedi ki: Ey kavmim; Allah'a
kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü tartıyı eksik tutmayın. Ben
sizi, iyi bir halde, refah içinde görüyorum. Ve sizi azabla kuşatacak bir günden
korkuyorum.
Salih (a.s) ın kavmine karşı söylediklerini, daha önceki 3-26-50 ve 61. ayetlerde de görmekteyiz. Önceki elçilere yapılan itirazların aynısını, kavminin Şuayb (a.s) a yaptığını görmekteyiz.
Kâle yâ kavmi e reeytum in kuntu alâ beyyinetin min rabbî ve rezekanî minhu rızkan hasenâ(hasenen), ve mâ urîdu en uhâlifekum ilâ mâ enhâkum anh(anhu), in urîdu illel ıslâha mesteta’tu, ve mâ tevfîkî illâ billâh(billâhi), aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb(unîbu).
[011.088] Dedi ki: Ey kavmim; ben Rabbımdan apaçık bir delil üzere iken O,
bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmişse; ne dersiniz? Size yasakladığım
şeylere aykırı hareket etmek istemem. Gücümün yettiği kadar islah etmekten başka
bir isteğim yoktur. Başarım; ancak Allah'tadır. O'na tevekkül ettim ve O'na
yöneliyorum.
17-28-63. ayetlerde gördüğümüz, elçilerin yetki belgesi üzerinde oldukları, 88. ayette de tekrarlanmaktadır. Bugün bazı kimselerin Ben de resulüm diyerek ortalıkta gezmeleri, ve ellerinden herhangi bir yetki belgesi olmaması, onların bu konuda yalan söylediklerini ortaya koyduğunu, yeri gelmişken hatırlatmak isteriz.
Şuayb (a.s) kavmine kendilerinden önce helak edilen Nuh, Hud, Salih ve Lut (a.s) ların kavimlerini hatırlatarak, bir benzerini 3-52 ve 61. ayetlerinde gördüğümüz sözleri 90. ayette tekrarladığını görmekteyiz.
Vestagfirû rabbekum summe tûbû ileyh(ileyhi), inne rabbî rahîmun vedûd(vedûdun).
[011.090] «Rabbinizden mağfiret dileyin; O'na tevbe edin; doğrusu Rabbim
merhamet eder ve çok sever.»
Şuayb (a.s) ın çağrısına ret cevabı veren kavmi, diğer kavimler gibi aynı akıbete uğramıştır.
Ve yâ kavmi’melû alâ mekânetikum innî âmil(âmilun), sevfe ta’lemûne men ye’tîhi azâbun yuhzîhi ve men huve kâzib(kâzibun), vertekibû innî meakum rakîb(rakîbun).
[011.093] «Ey Milletim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu ben de
yapacağım. Kime rezil edici bir azabın geleceğini, kimin yalancı olduğunu
bileceksiniz. Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlüyorum.»
Ve kul lillezîne lâ yu’minûna’melû alâ mekânetikum, innâ âmilûn(âmilûne).
[011.121-2] İnanmayanlara: «Durumunuzun gerektirdiğini yapın, doğrusu biz
de yapıyoruz; bekleyin, biz de bekliyoruz» de.
93. ayette Şuayb (a.s) ın ağzından çıkan sözlerin benzerinin, 121. ayette de Muhammed (a.s) ın ağzından çıktığını görmekteyiz.
Kur'an muhataplarına gereken mesajı verdikten sonra, bu mesajı ret edenlerin başlarına neler geleceğini de haber vermektedir. Bu haberi vermekte kullandığı anlatım üslubu, önceki kavimlerin başlarına gelenlerdir.Allah (c.c) bu haberleri anlatmakla, Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir demekte, iman etmeyenleri açık bir şekilde tehdit etmektedir.
Sonuç olarak; Kur'an, muhataplarına vermek istediği mesajı basit ve yalın bir dille anlatmakta, bu anlatımı kullanırken, geçmiş yaşantıları örnek vermektedir. Bu ayetleri okuyan ve dinleyenlerin zihninde ilk canlanan şey, Allah (c.c) nin biz kullarına yapmış olduğu vaadin boş olmadığı, bu vaadin önceki yaşantılar bazında gerçekleştiği, bundan dolayı aynı yolu izleyenlerin de bu vaad ile karşı karşıya kalacağını bilmeleri olacaktır.
Elçilerin kavimlerine karşı olan tebliğinin bütün elçiler için aynı olduğunu düşündüğümüz zaman, elçileri ret eden bir hayat sürmenin bedelinin de aynı olacağı, bu şekilde bizlere anlatılmış olmaktadır.
Bu çalışma yapma amacımız, bir surenin kendi içinde nasıl bir bütünlüğe ve anlam örgüsüne sahip olabileceği üzerinde tefekkürde bulunmaya çalışmak idi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
19 Mayıs 2017 Cuma
18 Mayıs 2017 Perşembe
Yusuf s. 37. Ayeti: Yusuf (a.s) ın Zindan Arkadaşları İle Yaptığı Konuşma Üzerine Bir Mülahaza
Yusuf s 37. ayetini okuyan bir çok kimse, o ayette Yusuf (a.s) tarafından yanındaki zindan arkadaşlarının ona sorduğu soruya verdiği cevap ile ne demek istediği konusunda tereddüte düşecektir. İlgili ayetin mealini vererek konuyu biraz daha açtığımızda, ne demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Kâle lâ ye’tikumâ taâmun turzekânihî illâ nebbe’tukumâ bi te’vîlihî kable en ye’tiyekumâ, zâlikumâ mimmâ allemenî rabbî, innî terektu millete kavmin lâ yu’minûne billâhi ve hum bil âhiretihum kâfirûn(kâfirûne).
[012.037] Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Bu; Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terkettim. Hem onlar, ahireti inkar ederdi
Yusuf s. 37. ayeti ile ile ilgili yapılan çevirilere baktığımızda, ağırlıklı olarak yukarıda verdiğimiz çevirilerin benzerleri göze çarpmaktadır. Bu tür yapılmış çevirileri okuyanlar, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek olan yemeğin ne olduğunu daha onlara o yemek gelmeden önce haber verebileceğini söylemek istediğini anlayacaklardır. Halbuki ayetin bağlamını dikkatli okuyan bir kimse, bu tür çevirilerde bir problem olduğunu hissedecek, ve Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşları tarafından kendisine sorulan sorunun yorumunumu, yoksa gelecek olan yemeğin yorumunumu yapacağını söylemek istediğini anlamakta zorluk çekeceklerdir.
Bu noktada ortaya çıkabilecek olan problemin aşılabilmesi için, bir önceki ayete bakmak yeterli olacaktır. Kur'an okumaları yapanların bu türden ortaya çıkabilecek bazı problemlerle karşılaşmaması için, Arapça metin ile birlikte okuma yapması daha sağlıklı olacaktır. Çünkü bazı ayet meallerindeki kapalılıklar, ayetin Arapça metni ile birlikte okunduğunda, ve bağlama dikkat edildiğinde kendiliğinden çözülebilecektir. Arapça bilinmese dahi ayet içindeki ortak ibareler anlaşılmayı sağlayacaktır
[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.
Yusuf s. 36. ayetinde zindan arkadaşları Yusuf (a.s) a gördükleri bir rüyanın yorumunu sormaktadırlar. Bu sorunun Arapça metindeki karşılığı Nebbi'na bi te'vilihi (Bunun yorumunu bize haber ver) şeklindedir. Aynı ibareyi 37. ayette de görmekteyiz, ve bu ibare, 37. ayetin çevirilerinde görünen bir problemin aydınlanmasını da sağlayacaktır.
Yusuf s. 37. ayetinde "Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm." cümlesinin içinde geçen İlla nebbe'tüküma bi te'vilihi ibaresinden, Yusuf (a.s) ın gelecek yemeğin yorumunu değil, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyayı yorumlayacağı anlaşılabilir. Konu bütünlüğüne dikkat ettiğimizde 36. ve 42. ayetler arası olduğu görülecek, 41. ayette Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarının rüyasını yorumladığı görülecektir.
[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.
Dolayısı ile Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyanın yorumunu dikkate alan çevirilerin daha isabetli, ve okuyucuların kafasında oluşabilecek tereddütleri giderici olacağını söyleyebiliriz.
[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” (Mustafa Öztürk meali)
Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına neden yemekten önce rüyalarını yorumlayabileceğini söylediği de akla gelebilecek sorulardandır.
Bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar olmakla birlikte, doğruluğu üzerinde şüphe uyandıran yorumlardır. Bu konuda söylenebilecek her söz neticede bir yorum olacağından, her yorumun doğru veya yanlış olma ihtimali bulunacağından ötürü, onun böyle bir şey söylemiş olmasını, onlara söyleyeceklerini sahip olduğu bilginin sayesinde kısa bir zamanda anlatacağını, bu şekilde ifade etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Ayrıca yine 37. ayet içinde geçen ve Yusuf (a.s) tarafından söylenen "Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terk ettim." cümlesinden, sanki Yusuf (a.s) ın önce Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinine iman ettiği, fakat sonra bu inancı terk ettiği gibi bir anlam çıkarılabilir. Yusuf (a.s) ın şirk ile önce veya sonra herhangi bir ilişkisi olamayacağını düşündüğümüzde, bu cümlenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunun cevabı aranacaktır.
Yusuf (a.s) ın kullandığı terk ettim kelimesi, önceden içinde bulunduğu bir hali değil, böyle bir şeye asla bulaşmadığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yani Yusuf (a.s) kendisinin Allah'a ve ahirete iman ettiğini, böyle bir inanca sahip olmayanlardan beri olduğunu ifade etmektedir.
Yusuf (a.s) böyle bir giriş yapma ihtiyacını neden duymuştur? diye soracak olursak şunları söyleyebiliriz;
Yusuf (a.s) konuşmaya böyle bir giriş yapmak ile, kendisinin nasıl bir inanç içinde olduğunu zindan arkadaşlarının da bilmesi, onların kendisine sorduğu sorunun cevabını verirken, bu inancını dikkate aldığını, kendisinin bir kahin veya cinlerden haber aldığını iddia eden bir kimse olmadığının bilinmesini istediğini, onların gördükleri ile ilgili yaptığı yorumun hevasından kaynaklı bir yorum olmayacağını bilmelerini sağlamak, aynı zamanda onları bu inanca davet etmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz.
İlgili ayetlerin konu bütünlüğü dahilindeki mealleri şöyledir;
[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.
[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.”
[012.038] «Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un milletine uydum. Bizim, Allah'a
hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, bize ve insanlara Allah'ın bir lutfudur.
Fakat insanların çoğu şükretmezler.»
[012.039] «Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?»
[012.040] «Sizin Allah'ın aşağısından olan taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı-delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.»
[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.
[012.042] İkisinden kurtulacağını, sandığı kişiye dedi ki: «Efendinin katında beni hatırla.» Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.
Sonuç olarak; Kur'an çevirilerinde karşımıza çıkan sorunlardan bir tanesi, çevirisi yapılan ayetin bağlamına dikkat edilmemesidir. Bağlamına dikkat edilmeyerek çevrilen ve birden fazla anlama sahip olma ihtimali olan bir ayetin, hangi anlama sahip olabileceği noktasında, okuyucular tarafından bir takım tereddütlerin oluşması muhtemeldir. Herhangi bir tereddüt oluşmaması için ayetin konu bütünlüğüne dikkat edilmesi, ve konu bütünlüğü dahilinde bir anlam verilerek, bunun ilgili ayetin çevirisine yansıtılması gerekmektedir.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek yemeğin yorumunumu, yoksa gördükleri rüyanın yorumunumu yapacağını söylediğinin belirtilmemesi sonucunda okuyucular ikilemde kalabilemektedir. Ayetlerin konu bütünlüğüne dikkat ederek okuduğumuz zaman, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına onlara gelecek olan yemeğin değil, gördükleri rüyanın yorumunu yapacağını söylediği anlaşılmaktadır.
Bu şekildeki bir anlamın ilgili ayete yansıtılması, okuyucuların ikilemde kalmamasını sağlaması açısından daha doğru olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kâle lâ ye’tikumâ taâmun turzekânihî illâ nebbe’tukumâ bi te’vîlihî kable en ye’tiyekumâ, zâlikumâ mimmâ allemenî rabbî, innî terektu millete kavmin lâ yu’minûne billâhi ve hum bil âhiretihum kâfirûn(kâfirûne).
[012.037] Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm. Bu; Rabbımın bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah'a iman etmeyen bir kavmin dinini terkettim. Hem onlar, ahireti inkar ederdi
Yusuf s. 37. ayeti ile ile ilgili yapılan çevirilere baktığımızda, ağırlıklı olarak yukarıda verdiğimiz çevirilerin benzerleri göze çarpmaktadır. Bu tür yapılmış çevirileri okuyanlar, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek olan yemeğin ne olduğunu daha onlara o yemek gelmeden önce haber verebileceğini söylemek istediğini anlayacaklardır. Halbuki ayetin bağlamını dikkatli okuyan bir kimse, bu tür çevirilerde bir problem olduğunu hissedecek, ve Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşları tarafından kendisine sorulan sorunun yorumunumu, yoksa gelecek olan yemeğin yorumunumu yapacağını söylemek istediğini anlamakta zorluk çekeceklerdir.
Bu noktada ortaya çıkabilecek olan problemin aşılabilmesi için, bir önceki ayete bakmak yeterli olacaktır. Kur'an okumaları yapanların bu türden ortaya çıkabilecek bazı problemlerle karşılaşmaması için, Arapça metin ile birlikte okuma yapması daha sağlıklı olacaktır. Çünkü bazı ayet meallerindeki kapalılıklar, ayetin Arapça metni ile birlikte okunduğunda, ve bağlama dikkat edildiğinde kendiliğinden çözülebilecektir. Arapça bilinmese dahi ayet içindeki ortak ibareler anlaşılmayı sağlayacaktır
[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.
Yusuf s. 36. ayetinde zindan arkadaşları Yusuf (a.s) a gördükleri bir rüyanın yorumunu sormaktadırlar. Bu sorunun Arapça metindeki karşılığı Nebbi'na bi te'vilihi (Bunun yorumunu bize haber ver) şeklindedir. Aynı ibareyi 37. ayette de görmekteyiz, ve bu ibare, 37. ayetin çevirilerinde görünen bir problemin aydınlanmasını da sağlayacaktır.
Yusuf s. 37. ayetinde "Dedi ki: Size rızık olmak üzere verilen yemeklerin gelmesinden önce onun yorumunu bildiririm." cümlesinin içinde geçen İlla nebbe'tüküma bi te'vilihi ibaresinden, Yusuf (a.s) ın gelecek yemeğin yorumunu değil, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyayı yorumlayacağı anlaşılabilir. Konu bütünlüğüne dikkat ettiğimizde 36. ve 42. ayetler arası olduğu görülecek, 41. ayette Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarının rüyasını yorumladığı görülecektir.
[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.
Dolayısı ile Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, zindan arkadaşlarının gördüğü rüyanın yorumunu dikkate alan çevirilerin daha isabetli, ve okuyucuların kafasında oluşabilecek tereddütleri giderici olacağını söyleyebiliriz.
[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.” (Mustafa Öztürk meali)
Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına neden yemekten önce rüyalarını yorumlayabileceğini söylediği de akla gelebilecek sorulardandır.
Bu konuda tefsirlerde bazı yorumlar olmakla birlikte, doğruluğu üzerinde şüphe uyandıran yorumlardır. Bu konuda söylenebilecek her söz neticede bir yorum olacağından, her yorumun doğru veya yanlış olma ihtimali bulunacağından ötürü, onun böyle bir şey söylemiş olmasını, onlara söyleyeceklerini sahip olduğu bilginin sayesinde kısa bir zamanda anlatacağını, bu şekilde ifade etmiş olabileceğini söyleyebiliriz.
Yusuf (a.s) ın kullandığı terk ettim kelimesi, önceden içinde bulunduğu bir hali değil, böyle bir şeye asla bulaşmadığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Yani Yusuf (a.s) kendisinin Allah'a ve ahirete iman ettiğini, böyle bir inanca sahip olmayanlardan beri olduğunu ifade etmektedir.
Yusuf (a.s) böyle bir giriş yapma ihtiyacını neden duymuştur? diye soracak olursak şunları söyleyebiliriz;
Yusuf (a.s) konuşmaya böyle bir giriş yapmak ile, kendisinin nasıl bir inanç içinde olduğunu zindan arkadaşlarının da bilmesi, onların kendisine sorduğu sorunun cevabını verirken, bu inancını dikkate aldığını, kendisinin bir kahin veya cinlerden haber aldığını iddia eden bir kimse olmadığının bilinmesini istediğini, onların gördükleri ile ilgili yaptığı yorumun hevasından kaynaklı bir yorum olmayacağını bilmelerini sağlamak, aynı zamanda onları bu inanca davet etmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz.
İlgili ayetlerin konu bütünlüğü dahilindeki mealleri şöyledir;
[012.036] Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben (rüyada) şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.
[012.037] Yusuf da onlara şöyle karşılık verdi: “Bugünkü yemeğiniz önünüze gelmeden ben sizin rüyanızı yorumlarım [Bilin ki] bu bana rabbimin öğrettiği bir ilimdir. [Ama dilerseniz önce şu sözlerime kulak verin]: “Ben, Allah'a inanmayan, ahiret gerçeğini de yalan sayan toplumun dinini/inanç sistemini bir tarafa attım, o dini hiç benimsemedim.”
[012.039] «Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı?»
[012.040] «Sizin Allah'ın aşağısından olan taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiç bir ispatlayıcı-delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.»
[012.041] Ey zindan arkadaşlarım; biriniz efendisine şarab içirecek, diğeri de asılacak, kuşlar onun başından yiyecektir. İşte sorduğunuz iş, böylece olup bitmiştir.
[012.042] İkisinden kurtulacağını, sandığı kişiye dedi ki: «Efendinin katında beni hatırla.» Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı.
Sonuç olarak; Kur'an çevirilerinde karşımıza çıkan sorunlardan bir tanesi, çevirisi yapılan ayetin bağlamına dikkat edilmemesidir. Bağlamına dikkat edilmeyerek çevrilen ve birden fazla anlama sahip olma ihtimali olan bir ayetin, hangi anlama sahip olabileceği noktasında, okuyucular tarafından bir takım tereddütlerin oluşması muhtemeldir. Herhangi bir tereddüt oluşmaması için ayetin konu bütünlüğüne dikkat edilmesi, ve konu bütünlüğü dahilinde bir anlam verilerek, bunun ilgili ayetin çevirisine yansıtılması gerekmektedir.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Yusuf s. 37. ayetinin çevirilerinde, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına gelecek yemeğin yorumunumu, yoksa gördükleri rüyanın yorumunumu yapacağını söylediğinin belirtilmemesi sonucunda okuyucular ikilemde kalabilemektedir. Ayetlerin konu bütünlüğüne dikkat ederek okuduğumuz zaman, Yusuf (a.s) ın zindan arkadaşlarına onlara gelecek olan yemeğin değil, gördükleri rüyanın yorumunu yapacağını söylediği anlaşılmaktadır.
Bu şekildeki bir anlamın ilgili ayete yansıtılması, okuyucuların ikilemde kalmamasını sağlaması açısından daha doğru olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
17 Mayıs 2017 Çarşamba
Hud s. 1. Ayeti: Kitabın Ayetlerinin Muhkem Olması Üzerinde Bir Düşünce Çalışması
Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrılmış olduğu düşüncesi, Al-i İmran s. 7. ayetinden çıkarılmış olup, bu kitabın ayetlerinin hangilerinin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu konusunda herhangi bir fikir birliği bulunmamaktadır. Bırakın fikir birliği bulunmasını, müteşabih ayetin tarifi konusunda dahi problemler bulunmaktadır.
Kitabın içindeki ayetlerin böyle bir tasnife tutulmasının pek doğru bir yaklaşım olmadığını, kitabın bütün ayetlerinin muhkem olduğunu, müteşabih ayetlerin ise, Allah (c.c) nin indirdiği diğer kitaplar olan Tevrat ve İncil'de olduğu konusundaki düşüncelerimizi, bundan önceki bir yazımızda paylaşmıştık. Bu yazımızda, Hud s. 1. ayeti çerçevesinde kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
Hud s. 1. ayeti doğru anlaşılacak olursa, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama geldiği de anlaşılacaktır.
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِي
أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ
[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından ayırt edilmiştir.
[011.002] Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.
Hu s. 1. ayetinde, kitabın ayetlerinin muhkem ve ayrıntılı (fussilet) kılındığı, 2. ayetinde ise, bunun sebebi açıklanmaktadır. Önce kısaca Fussilet kelimesi üzerinde durmaya çalışacak olursak bu konuda şunları söyleyebiliriz;
Fussilet; Aralarında belirli bir aralık oluşuncaya kadar, iki şeyden diğerinin birbirinden ayırmak anlamına gelen El Faslu kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ne anlama gelebileceğini ise, Fussilet suresinden anlayabiliriz.
[041.003] Bu, Arapça bir Kur'an olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilmiş (fussilet) bir kitaptır.
[041.044] Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri ayırt edilmeli (fussilet) değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?» De ki: «O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.
Fussilet s. 44. ayeti, bu kelimenin muhataplarının anlamamasından ayrılmış yani, muhataplarının anlayabileceği bir dilde indiğini bildirmektedir.
Şimdi gelelim, asıl konumuz olan kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerine bir tefekkürde bulunmaya çalışmaya;
Uhkimet; Islah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek anlamına gelen Hakeme den türemiştir.
Muhkem; Bir işi sağlam yapmak, onun bozulmasını engellemek anlamına gelmektedir. Bir şeyin muhkem olması demek, onun dış etkilere karşı dayanıklı olmasını ifade etmektedir. Muhkem Kale veya Muhkem Duvar denildiği zaman, kalenin ve duvarın dayanıklı olması, dış etkilere ve düşman saldırılarına karşı dayanıklı olmasını ifade ettiği bilinmektedir.
Muhkem Ayet deyimini, kelimenin bu anlamından hareketle anlamaya çalışmanın, bizi daha sağlıklı bir düşünce sahibi yapacağını düşünmekteyiz. Klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin, kelimenin bu anlamı ile örtüşmediğini düşünerek, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde şunları söyleyebiliriz;
Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünenlerin bu kelimenin geçtiği Hac s. 52. ayeti üzerinde hiç tefekkür etmediğini görmekteyiz. Halbuki bu ayet bizlere, Kur'an ayetlerin muhkem kılınmasının ne anlama geldiğini bildirmektedir. Hac s. 52. ve bu ayet ile ilgili olan diğer ayetleri dikkate alan bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin hiç de öyle olmadığı görülecektir.
[022.052] [E0] Hem biz senden evvel ne bir Resul ve ne bir Nebiy göndermedik ki bir temenni kurduğu vakıt Şeytan onun ümniyyesine bir ilka yapmış olmasın, bunun üzerine Allah Şeytanın ilka ettiğini derhal nesheder de sonra Allah, âyetlerini muhkemler (yuhkimu) ve Allah, alîmdir, hakîmdir
Hac s. 52. ayeti, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olan bütün Resul Nebilere inen vahye, Şeytan tarafından bir ilka yapılmaya yeltenildiğini, fakat Şeytan'ın bunu asla başaramadığını, bütün elçilere inen vahyin Şeytan'ın karıştırmasına karşı korunmuş olduğunu beyan etmektedir.
Hac s. 52. ayetinin Muhkem Ayet deyiminin anlaşılmasında anahtar konumda olmasını dikkate alarak, bu ayetin mesajının daha net anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kur'an'a baktığımız zaman Allah (c.c) yerdeki beşer elçiye vahyini ulaştırmada Melek Elçi kullandığını görmekteyiz (Nahl s. 2- Şura s. 51- Hac s. 75). Melek elçinin ontolojik mahiyetinin olup olmadığı, ne veya nasıl olduğu konusunda bizler tarafından herhangi bir yorum yapmanın mümkün olmadığını, beşer elçilere neden böyle bir yol ile vahyedilmiş olduğu üzerinde düşünebileceğimiz konusunda, daha önce yazmaya çalıştığımız yazılar mevcuttur.
Kur'an'ın Allah (c.c) den Melek Elçiye, ondan da Beşer Elçiye ulaştırılmış olduğu konusundaki, ve bu yolda vahye herhangi bir Şeytan karıştırmasının meydana gelmediğini beyan eden bazı ayetler, Hac s. 52. ayetini anlama konusunda kolaylık sağlayacaktır.
[015.016-8] Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için yıldızlarla süsledik. Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar.
[037.006-9] Muhakkak ki, Biz yakın olan göğü ziynet ile yıldızlar ile bezedik. Ve hem her isyankar şeytandan muhafaza ettik. Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.
[072.008-9] «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.» Doğrusu biz; göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor.
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, teşbihi bir anlatım üslubu dahilinde, vahyin beşer elçiye ulaşmasında ona herhangi bir yol kazası olmadığını, herhangi bir dış müdahele olmadığını, vahyin Allah (c.c) den beşer elçiye sağlam bir şekilde geldiğini haber vermektedir.
Hac s. 52. ayetinde, Şeytan'ın tasallutuna karşı Allah'ın ayetlerinin MUHKEM kılınmış olması, bu kelimenin Dış etkilere karşı dayanıklılık anlamını dikkate aldığımızda, daha net anlaşılacak, KUR'AN'IN BÜTÜN AYETLERİNİN DIŞ ETKİLERE KARŞI KORUNMUŞ, YANİ MUHKEMLEŞTİRİLMİŞ AYETLER olduğu anlaşılacaktır.
Bu ayetleri dikkate alarak yapacağımız Muhkem Ayet tarifi, artık klasik tefsir anlayışındaki tarif ile farklılık arz edecektir. Klasik tefsir anlayışında hakim olan, Kur'an ayetlerinin Muhkem Ayet ve Müteşabih Ayet olduğu şeklinde yapılan bir ayrım, Kur'an'ın muhkem olmadığı, yani müteşabih olduğu iddia edilen ayetlerinin dış etkilerden korunmadığı gibi bir anlayış ortaya koyma ihtimalinden dolayı, sakıncalı bir ayrımdır.
Muhkem ve Müteşabih ayet ayrımını kabul edenlerin hiç birisinin, Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin dış etkilerden korunmamış olduğunu iddia ettiklerini söylemek istemediğimizi, fakat böyle bir ayrım yapmanın sakıncasını ortaya koymak açısından bunları söylediğimizi önemle hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde kategorize edildiği, ve bu ayrımın kemikleşmiş bir düşünce olduğu bilinmektedir. Fakat bizim düşüncemiz bu ayrımın, Muhkem kelimesinin anlamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması sonucu yapıldığı yönündedir.
Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olmasını, bütün ayetlerinin dış etkilerden korunmuş vaziyette Muhammed (a.s) a ulaşmış olması şeklinde anladığımız zaman, Kur'an'ın bütün ayetlerinin MUHKEM AYETLER olduğu anlaşılacak, Müteşabih Ayetlerin Kur'an içinde olduğu düşüncesinden vazgeçilmek zorunda kalınacaktır.
Bu iddiamızın başkaları tarafından kabul görmesinin elbette zor olduğunu bilmekteyiz. Yüzyıllardır Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrıldığına dair olan düşüncenin bir anda yıkılması zaten beklenemez. Ancak Muhkem kelimesinin anlamını dikkate alan Kur'an merkezli bir okuma yaparak konuyu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza bu durum çıkacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kitabın içindeki ayetlerin böyle bir tasnife tutulmasının pek doğru bir yaklaşım olmadığını, kitabın bütün ayetlerinin muhkem olduğunu, müteşabih ayetlerin ise, Allah (c.c) nin indirdiği diğer kitaplar olan Tevrat ve İncil'de olduğu konusundaki düşüncelerimizi, bundan önceki bir yazımızda paylaşmıştık. Bu yazımızda, Hud s. 1. ayeti çerçevesinde kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.
Hud s. 1. ayeti doğru anlaşılacak olursa, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama geldiği de anlaşılacaktır.
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِي
أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ
[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından ayırt edilmiştir.
[011.002] Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye. Muhakkak ki ben, size O'nun katından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.
Hu s. 1. ayetinde, kitabın ayetlerinin muhkem ve ayrıntılı (fussilet) kılındığı, 2. ayetinde ise, bunun sebebi açıklanmaktadır. Önce kısaca Fussilet kelimesi üzerinde durmaya çalışacak olursak bu konuda şunları söyleyebiliriz;
Fussilet; Aralarında belirli bir aralık oluşuncaya kadar, iki şeyden diğerinin birbirinden ayırmak anlamına gelen El Faslu kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin ne anlama gelebileceğini ise, Fussilet suresinden anlayabiliriz.
[041.003] Bu, Arapça bir Kur'an olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilmiş (fussilet) bir kitaptır.
[041.044] Eğer biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dilde okunan bir kitap yapsaydık derlerdi ki: 'Ayetleri ayırt edilmeli (fussilet) değil miydi? Muhatapları Arap olduğu halde Arapça olmayan kitap mı geldi?» De ki: «O mü'minler için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an, onlara bir körlüktür. Sanki onlar uzak bir yerden çağrılıyorlar.
Fussilet s. 44. ayeti, bu kelimenin muhataplarının anlamamasından ayrılmış yani, muhataplarının anlayabileceği bir dilde indiğini bildirmektedir.
Şimdi gelelim, asıl konumuz olan kitabın ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerine bir tefekkürde bulunmaya çalışmaya;
Uhkimet; Islah etmek, düzeltmek maksadı ile men etmek, engellemek anlamına gelen Hakeme den türemiştir.
Muhkem; Bir işi sağlam yapmak, onun bozulmasını engellemek anlamına gelmektedir. Bir şeyin muhkem olması demek, onun dış etkilere karşı dayanıklı olmasını ifade etmektedir. Muhkem Kale veya Muhkem Duvar denildiği zaman, kalenin ve duvarın dayanıklı olması, dış etkilere ve düşman saldırılarına karşı dayanıklı olmasını ifade ettiği bilinmektedir.
Muhkem Ayet deyimini, kelimenin bu anlamından hareketle anlamaya çalışmanın, bizi daha sağlıklı bir düşünce sahibi yapacağını düşünmekteyiz. Klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin, kelimenin bu anlamı ile örtüşmediğini düşünerek, Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde şunları söyleyebiliriz;
Kur'an ayetlerinin muhkem olmasının ne anlama gelebileceği üzerinde düşünenlerin bu kelimenin geçtiği Hac s. 52. ayeti üzerinde hiç tefekkür etmediğini görmekteyiz. Halbuki bu ayet bizlere, Kur'an ayetlerin muhkem kılınmasının ne anlama geldiğini bildirmektedir. Hac s. 52. ve bu ayet ile ilgili olan diğer ayetleri dikkate alan bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, klasik tefsir anlayışındaki Muhkem Ayet tarifinin hiç de öyle olmadığı görülecektir.
[022.052] [E0] Hem biz senden evvel ne bir Resul ve ne bir Nebiy göndermedik ki bir temenni kurduğu vakıt Şeytan onun ümniyyesine bir ilka yapmış olmasın, bunun üzerine Allah Şeytanın ilka ettiğini derhal nesheder de sonra Allah, âyetlerini muhkemler (yuhkimu) ve Allah, alîmdir, hakîmdir
Hac s. 52. ayeti, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olan bütün Resul Nebilere inen vahye, Şeytan tarafından bir ilka yapılmaya yeltenildiğini, fakat Şeytan'ın bunu asla başaramadığını, bütün elçilere inen vahyin Şeytan'ın karıştırmasına karşı korunmuş olduğunu beyan etmektedir.
Hac s. 52. ayetinin Muhkem Ayet deyiminin anlaşılmasında anahtar konumda olmasını dikkate alarak, bu ayetin mesajının daha net anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kur'an'a baktığımız zaman Allah (c.c) yerdeki beşer elçiye vahyini ulaştırmada Melek Elçi kullandığını görmekteyiz (Nahl s. 2- Şura s. 51- Hac s. 75). Melek elçinin ontolojik mahiyetinin olup olmadığı, ne veya nasıl olduğu konusunda bizler tarafından herhangi bir yorum yapmanın mümkün olmadığını, beşer elçilere neden böyle bir yol ile vahyedilmiş olduğu üzerinde düşünebileceğimiz konusunda, daha önce yazmaya çalıştığımız yazılar mevcuttur.
Kur'an'ın Allah (c.c) den Melek Elçiye, ondan da Beşer Elçiye ulaştırılmış olduğu konusundaki, ve bu yolda vahye herhangi bir Şeytan karıştırmasının meydana gelmediğini beyan eden bazı ayetler, Hac s. 52. ayetini anlama konusunda kolaylık sağlayacaktır.
[015.016-8] Gerçekten Biz, gökte burçlar yarattık ve onları seyredenler için yıldızlarla süsledik. Hem onu kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı edenler olursa, onu da parlak bir ışık kovalar.
[037.006-9] Muhakkak ki, Biz yakın olan göğü ziynet ile yıldızlar ile bezedik. Ve hem her isyankar şeytandan muhafaza ettik. Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.Kovulup atılırlar. Ve onlar için sürekli bir azap vardır.
[072.008-9] «Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk.» Doğrusu biz; göğün dinlenebileceği bir yerinde oturmuştuk; ama şimdi kim onu dinleyecek olursa, kendisini gözetleyen bir alev buluyor.
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, teşbihi bir anlatım üslubu dahilinde, vahyin beşer elçiye ulaşmasında ona herhangi bir yol kazası olmadığını, herhangi bir dış müdahele olmadığını, vahyin Allah (c.c) den beşer elçiye sağlam bir şekilde geldiğini haber vermektedir.
Hac s. 52. ayetinde, Şeytan'ın tasallutuna karşı Allah'ın ayetlerinin MUHKEM kılınmış olması, bu kelimenin Dış etkilere karşı dayanıklılık anlamını dikkate aldığımızda, daha net anlaşılacak, KUR'AN'IN BÜTÜN AYETLERİNİN DIŞ ETKİLERE KARŞI KORUNMUŞ, YANİ MUHKEMLEŞTİRİLMİŞ AYETLER olduğu anlaşılacaktır.
Bu ayetleri dikkate alarak yapacağımız Muhkem Ayet tarifi, artık klasik tefsir anlayışındaki tarif ile farklılık arz edecektir. Klasik tefsir anlayışında hakim olan, Kur'an ayetlerinin Muhkem Ayet ve Müteşabih Ayet olduğu şeklinde yapılan bir ayrım, Kur'an'ın muhkem olmadığı, yani müteşabih olduğu iddia edilen ayetlerinin dış etkilerden korunmadığı gibi bir anlayış ortaya koyma ihtimalinden dolayı, sakıncalı bir ayrımdır.
Muhkem ve Müteşabih ayet ayrımını kabul edenlerin hiç birisinin, Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin dış etkilerden korunmamış olduğunu iddia ettiklerini söylemek istemediğimizi, fakat böyle bir ayrım yapmanın sakıncasını ortaya koymak açısından bunları söylediğimizi önemle hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak; Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde kategorize edildiği, ve bu ayrımın kemikleşmiş bir düşünce olduğu bilinmektedir. Fakat bizim düşüncemiz bu ayrımın, Muhkem kelimesinin anlamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması sonucu yapıldığı yönündedir.
Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olmasını, bütün ayetlerinin dış etkilerden korunmuş vaziyette Muhammed (a.s) a ulaşmış olması şeklinde anladığımız zaman, Kur'an'ın bütün ayetlerinin MUHKEM AYETLER olduğu anlaşılacak, Müteşabih Ayetlerin Kur'an içinde olduğu düşüncesinden vazgeçilmek zorunda kalınacaktır.
Bu iddiamızın başkaları tarafından kabul görmesinin elbette zor olduğunu bilmekteyiz. Yüzyıllardır Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayrıldığına dair olan düşüncenin bir anda yıkılması zaten beklenemez. Ancak Muhkem kelimesinin anlamını dikkate alan Kur'an merkezli bir okuma yaparak konuyu anlamaya çalıştığımızda, karşımıza bu durum çıkacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Mayıs 2017 Pazartesi
Rab Kavramı Etrafında Kur'an'da Bir Gezinti
Yazımıza konu etmeye çalışacağımız bu kavram, tıpkı İlah kavramı gibi Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesidir. Kur'an'ın diğer kavramlarının tamamının, Rab kavramı etrafında şekillendiğini ve anlamını bulduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Kur'an'ın ana mesajı, Allah (c.c) nin alemlerin Rabbi olduğunun kabul edilmesi, ve buna göre bir hayat sürülmesi gereği üzerine olup, bu kavram doğru anlaşıldığı ve hayat içinde nasıl pratiğe geçmesi gerektiği öğrenildiği zaman, büyük bir mesafe kat edilmiş olunacaktır.
Bilindiği üzere Kur'an, indiği kavmin dilini ve günlük hayat içinde kullandıkları kelimeleri dikkate alarak inmiştir. Rab kelimesini bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda, bir Arap için Rab kelimesinin onun zihninde çağrıştırdığı anlam, Sorumlu olduğu kişilerin yeme, içme, terbiye etme gibi ihtiyaçlarını temin eden kişi demektir. Beytü-rrab yani evin reisi demek, bir ev içinde yaşayanların ihtiyaçlarını temin eden kişi anlamında, Mekke'li Araplar tarafından kullanılan ve bilinen bir kelimedir.
Sorumlu olmanın yetki sahibi olmayı beraberinde getirdiğini düşündüğümüzde, Evin Rabbi yani reisi olan kişi aynı zamanda, ihtiyaçlarını temin ettiği kişilerin üzerinde yetki sahibi olması anlamına da gelmektedir. Mekke'li Arapların bu bilgisi üzerinden yola çıktığımızda, Kur'an'ın Rab kavramına yüklediği anlamı daha kolay anlamak mümkün olacaktır. Çünkü Kur'an Araplar tarafından kullanılan bir kelimeye ıstılahi bir anlam yüklerken, onların günlük dilde o kelimeye verdikleri anlamı dikkate almaktadır.
Araplar, Kur'an'ın pek çok ayetinde gördüğümüz üzere, Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu biliyor ve kabul ediyorlardı. Onların problemi Allah'ı Rab olarak tanıyarak onların ihtiyaçlarını karşılamasının kendisine verdiği yetki olan, insanlar üzerindeki tasarruf yetkisini ret etmeleri idi. Mekke'de inen ilk surelerde Rab kavramı daha belirgin olarak ortaya çıkmakta, Allah'ın insanlar üzerinde Rab olduğu defalarca hatırlatılmaktaydı.
Allah(c.c) ilk muhataplar olan Mekke'lilere, Ben ki sizleri yaratan ve her türlü rızkınızı temin eden olarak Rabbiniz benim demektedir. Yaşanan Dünyayı bir ev olarak tasavvur ettiğimizde, bu ev içinde yaşayan herkesin ve her şeyin yaratıcısı ve rızık vericisi olarak Rab olarak bilinmeye ve tanınmaya layık tek varlık Allah (c.c) den başkası olmayacağı açıktır. Kendisinin ihtiyaçlarını temin eden kişiye karşı şükür vazifesini yerine getirmeyen kişiye verilen isim olan Nankör kelimesinin Arapça karşılığı olan Kafir, bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşmuştur.
Kur'an öncesi Mekke'ye baktığımız zaman o şehirde, para, mal, ve oğullar yani insan gücü bakımından kuvvetli olan ve Kur'an'ın Müstağni, Mütref, Müstekbir gibi kelimelerle tanımladığı bir tabaka bulunmakta ve bu tabaka, zengin olmalarının verdiği yetki ve güce güvenerek insanlar üzerinde kendilerinin tasarruf hakları olduğunu iddia etmekteydi.
Dünya malının geçici bir meta olduğunu, hesap gününde bunların hiç birinin fayda etmeyeceği, hatta dünyanın bütün servetine bir o kadar daha eklenerek, azaptan kurtulmak için fidye vermek isteseler dahi kabul edilmeyeceğini beyan eden ayetler, öncelikle Mekke'li mütref tabakanın bu zenginliklerinin hesap gününde fayda etmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Abd, yine Araplar tarafından günlük dilde kullanılan, bir efendinin tasarrufu altında bulunan kişi için kullanılan bir kelime olarak, Allah'ın tasarrufu altında bulunan her şeye isim olmuştur. Abd (köle) statüsüne tabi olan bir kimse, nasıl ki efendisinin emrinden çıkması gibi bir lükse sahip değilse, Abdullah (Allah'ın kulu) statüsüne tabi olanlar da böyle bir lükse sahip olmamakta, bu duruma isyan ettikleri takdirde ne gibi karşılık alacakları ise yine bir çok ayette haber verilmiştir.
İlk inen surelerden olan Alak suresi ayetlerinde kendisini müstağni gördüğü için bir kulu Salat'tan men eden kişiden bahsetmektedir. Bu kişi Mekke kodamanlarından bir kimse olup, Allah'ın elçisini görevinden men etmeye çalışmaktadır. Salat , bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşan kelimelerden olup, Allah (c.c) nin kendisi üzerinde Rab ve İlah olduğunu kabul ederek yapılan her amelin adı haline gelmiştir.
Allah (c.c) tarih boyunca, kendisinin insanların İlahı ve Rabbi olduğunu unutarak, onun dışındakileri ilah ve rab edinenlere elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile vahyetmiş, onlara bu bilgileri yeniden hatırlatmıştır. Kitap, Nebi, Resul, Vahiy gibi kavramlar çerçevesinde gelişen bu olaylar yine Kur'an içinde yerini bulmuştur.
Peki bu elçinin görevi ne idi?.
Bu elçi Mekke'lilere sadece Allah'ın Rab ve İlah olarak tanındığı bir hayat sürmeleri gerektiğini tebliğ etmek için gönderilmişti. Allah'ın İlah olarak tanınması demek, kulluk edilmeye layık yegane varlık olması, kulluk edilmesinin sebebi ise, insanlara yaşamları içinde gerekli olan her türlü alt yapıyı sunma gücüne sahip olan tek varlık olmasıdır. Kur'an içindeki bir çok ayet, göz ile görülen kevni ayetlere dikkat çekerek, bunları yaratan bu güç karşısında secde etmekten başka çıkar yol olmadığını insanlara hatırlatmaktadır.
Fakat Mekke'lilerin kurulu bir düzeni vardı ve bu düzenin temelleri insanlar tarafından belirlenmişti. Kendilerine gelen elçinin onlara yaptığı tekliflerin, kurulu düzenlerini alt üst edeceğini bildikleri için, gelen elçiyi var güçleri ile ret ettiler. Mekke'lilerin gelen elçiyi ret etmekte kullandıkları kozlardan birisi de, onların mal ve servet bakımından güçlü olmalarına olan güvenleri idi.
Kur'an bu bağlamda gelen elçiyi ret edenlerin başlarına neler gelebileceğini yine bir çok ayetinde bildirmiştir. Ölüm sonrası diriliş, Kur'an'ın en büyük haberlerinden birisi olarak Mekke'nin inkarcılarına da hatırlatılmış, fakat bu haber onlar tarafından ret edilmiştir. Kendilerinden önce yaşamış kavimlerin kıssaları bu bağlamda onlar ve bizler için önemli hatırlatmalar içermektedir.
Geçmiş kavimlerin sahip oldukları gücün Mekke'lilerden daha fazla olmasına rağmen onların helak edildiklerine dair haberler yine Kur'an içinde yer almaktadır. Musa (a.s) ve Firavun arasında geçen mücadele, Kur'an içinde önemli bir hacme sahiptir. Firavun kendisinin Mısır mülkünün sahibi, o mülk içinde yaşayan insanların ilahı ve rabbi olduğunu iddia eden bir kimse olarak, Kur'an'da yerini bulmuş ve sonu helak ile biten hayat sürerek, tüm zamanlarda gelecek olan ve kendilerini müstağni (yeterli) görenlere ibret olmuştur.
Firavun'un bu sonunu sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşanmış bir olay olarak değil, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların bir sonucu olduğunu düşünerek, bu kıssayı okuduğumuzda, tüm zamanlara dair mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır.
Mekke'de inen surelerin içeriğinde bulunan ayetlerde servet ile övünen ve bu servetin kendisini Allah'a karşı güçlü kıldığına inanan müşriklerin, bu servetlerini nasıl kullandıkları da anlatılmaktadır. Yetimin hakkını yiyen, fakiri hor gören, verdiğini gösteriş olsun diye veren zengin tipi, sadece Mekke'ye has bir durum değil, tüm zamanlara hastır.
Şirk kavramı, yine bu bağlamda, Allah'ı rab ve ilah olarak değil, onun dışındakileri rab ve ilah olarak tanımanın adı olarak ıstılahi bir anlama kavuşmuştur. Üzerinde yaşadığımız dünyanın ve onun dışındaki her şeyin sahibi olduğunu bildiren Allah (c.c), kendisi tarafından yaratılmış olanların kendisine ortak tutulmasını asla kabul etmeyeceğini bildirmiş, bu suç ile gelen herkesi ebedi cehennem ile cezalandıracağını vaat etmiştir.
Suyun haddini aşarak insanlara zarar veren hale dönüşmesi anlamına gelen Tuğyan, yine ıstılahi bir anlama kavuşarak, Allah'a karşı haddi aşmak anlamına gelmiştir. Allah'a karşı haddi aşarak Tağutlaşanların sonları ise, Kur'an kıssaları içinde canlı örnekler olarak önemli bir hacme sahiptir.
Şirk kavramının insan ve toplum hayatında nasıl açığa çıktığı, bu suçun toplumları nasıl bir sona sürüklediği bir çok elçi kıssasında karşımıza çıkmaktadır. Şirk kavramı ne yazık ki biz Müslümanlar tarafından gündemden çıkarılmış, Mekke'nin fethi ile Kabe içindeki putların kırılması, artık bu kavramın Müslümanlar açısından tarihe karıştığı zannı hakim olmuştur.
Mekke'lileri Müşrik olarak adlandırılmasına sebep olan inançları, onların Allah'a inanmamaları değildi. Bir çok ayet Mekke'lilerin Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiklerini ve inandıklarını bildirmektedir. Mekke'lileri müşrik yapan inançları, Allah'ın onlar üzerindeki tasarruf yetkisini kabul etmemeleri idi. Bazı hayvanlar üzerinden belirledikleri haram helal tayini, onların bu konuda kendilerini yetkili görerek şirk içine düştüklerini göstermektedir.
Sünnetullah, Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak tanınmaması sonucunda toplumların başına gelen değişmez yasa olarak, geçmiş kavimler üzerinde işleyiş göstermiş, Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını dikkate aldığımızda, bu süreç kıyamete değin sürecektir. Bizler Kur'an kıssalarını bu yasaların nasıl ve hangi şartlarda işleyiş gösterdiğini anlamak açısından okuduğumuzda, Kur'an kıssaları masal olmaktan çıkarak bizlere dair ibretler sunan mesajlar haline gelecektir.
Salih (a.s) kıssasında deve'nin kesilmek sureti ile toplumun helak edilmesini, insan dışındaki canlı hayatın hor görülerek hoyratça harcanılması sonucu ortaya çıkan bir son olduğunu, bugün Çevre Felaketleri olarak karşımıza çıkan her sorunun, bu kıssanın güncel bir karşılığı olduğunu düşündüğümüzde, helak olaylarının devam eden bir süreç olduğu anlaşılacaktır.
Şuayb (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ölçü ve tartıda adalatsiz davranılması sonucu meydana gelen helak olayını, yaşamın tamamında ölçülü davranmak gerektiği konusunda bir öğüt olarak okuyarak, ölçüsüz davranışlar sergileyen toplumların kaçınılmaz sonlarının yıkım olacağını bu kıssadan öğrenebiliriz.
Lut (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ahlaki yozlaşmanın o toplumu nasıl bir sona sürüklediğini, bu sonun ahlaki yozlaşma içine giren her toplumun sonu olacağını düşündüğümüzde, bu kıssaların hepsinin bizlere birer ibret mesajı olduğu anlaşılacaktır.
Helak edilen toplumların ortak suçları olan Şirk, sadece taştan tahtadan putlara tapmak ile ortaya çıkmamakta, Allah'ın insanlar üzerinde her türlü tasarruf hakkını ret ederek, tasarruf hakkını onun yarattıklarına vermek ile ortaya çıkmaktadır. Yaşamları üzerinde tasarruf hakkını Allah'a vermeyerek, onun yarattığına veren her toplum, er veya geç helak olmaya mahkumdur.
Şeytan, insanların Allah (c.c) dışındakilere kul olmalarına sebep olan bir kavram olarak yine önemli bir hacme sahip biçimde Kur'an içinde yerini bulmuş, bu kavram İblis adında bir kimse üzerinden müşahhaslaştırılmak sureti ile kıssa biçiminde bizlere sunulmuştur. Adem ve İblis kıssası olarak 7 ayrı yerde karşımıza çıkan bu kıssa, insanın ayağının nasıl cennetten kayabileceğini anlatması açısından önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak; Rab, Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesi olup, diğer Kur'an kavramları bu çatı ile yakından alakalıdır. Yazımızda, Rab kavramının etrafında şekillenen diğer kavramları kısa da olsa ele almaya çalıştık. Görülüyor ki eğer insanlar sadece Rab kavramının anlam alanını öğrenseler, ve bu kavramı gereği gibi hayatlarına yansıtsalar, insanlar şirk batağından kurtularak, gerçek bir rabbin kulu olmaya çalışacak, böylelikle dünya ve ahiret kurtuluşu sağlanacaktır.
Bunun sağlanması ise Kur'an'ın insanlara doğru yolu gösteren bir kitap olduğu, hayatın tam içine dokunduğu gerçeğinin yeniden kavranması ile olacaktır. Bu kitabın okunması demenin, yaşam içinde bizlere tabi olacağımız kuralların öğrenilmesi demek olduğu kavranılmadığı sürece, Kur'an adı var kendi yok bir kitap olarak hayatımızın bir kenarından belirli zamanlarda ve ölülere okunan bir kitap olmaktan çıkamayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bilindiği üzere Kur'an, indiği kavmin dilini ve günlük hayat içinde kullandıkları kelimeleri dikkate alarak inmiştir. Rab kelimesini bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda, bir Arap için Rab kelimesinin onun zihninde çağrıştırdığı anlam, Sorumlu olduğu kişilerin yeme, içme, terbiye etme gibi ihtiyaçlarını temin eden kişi demektir. Beytü-rrab yani evin reisi demek, bir ev içinde yaşayanların ihtiyaçlarını temin eden kişi anlamında, Mekke'li Araplar tarafından kullanılan ve bilinen bir kelimedir.
Sorumlu olmanın yetki sahibi olmayı beraberinde getirdiğini düşündüğümüzde, Evin Rabbi yani reisi olan kişi aynı zamanda, ihtiyaçlarını temin ettiği kişilerin üzerinde yetki sahibi olması anlamına da gelmektedir. Mekke'li Arapların bu bilgisi üzerinden yola çıktığımızda, Kur'an'ın Rab kavramına yüklediği anlamı daha kolay anlamak mümkün olacaktır. Çünkü Kur'an Araplar tarafından kullanılan bir kelimeye ıstılahi bir anlam yüklerken, onların günlük dilde o kelimeye verdikleri anlamı dikkate almaktadır.
Araplar, Kur'an'ın pek çok ayetinde gördüğümüz üzere, Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu biliyor ve kabul ediyorlardı. Onların problemi Allah'ı Rab olarak tanıyarak onların ihtiyaçlarını karşılamasının kendisine verdiği yetki olan, insanlar üzerindeki tasarruf yetkisini ret etmeleri idi. Mekke'de inen ilk surelerde Rab kavramı daha belirgin olarak ortaya çıkmakta, Allah'ın insanlar üzerinde Rab olduğu defalarca hatırlatılmaktaydı.
Allah(c.c) ilk muhataplar olan Mekke'lilere, Ben ki sizleri yaratan ve her türlü rızkınızı temin eden olarak Rabbiniz benim demektedir. Yaşanan Dünyayı bir ev olarak tasavvur ettiğimizde, bu ev içinde yaşayan herkesin ve her şeyin yaratıcısı ve rızık vericisi olarak Rab olarak bilinmeye ve tanınmaya layık tek varlık Allah (c.c) den başkası olmayacağı açıktır. Kendisinin ihtiyaçlarını temin eden kişiye karşı şükür vazifesini yerine getirmeyen kişiye verilen isim olan Nankör kelimesinin Arapça karşılığı olan Kafir, bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşmuştur.
Kur'an öncesi Mekke'ye baktığımız zaman o şehirde, para, mal, ve oğullar yani insan gücü bakımından kuvvetli olan ve Kur'an'ın Müstağni, Mütref, Müstekbir gibi kelimelerle tanımladığı bir tabaka bulunmakta ve bu tabaka, zengin olmalarının verdiği yetki ve güce güvenerek insanlar üzerinde kendilerinin tasarruf hakları olduğunu iddia etmekteydi.
Dünya malının geçici bir meta olduğunu, hesap gününde bunların hiç birinin fayda etmeyeceği, hatta dünyanın bütün servetine bir o kadar daha eklenerek, azaptan kurtulmak için fidye vermek isteseler dahi kabul edilmeyeceğini beyan eden ayetler, öncelikle Mekke'li mütref tabakanın bu zenginliklerinin hesap gününde fayda etmeyeceğini hatırlatmaktadır.
Abd, yine Araplar tarafından günlük dilde kullanılan, bir efendinin tasarrufu altında bulunan kişi için kullanılan bir kelime olarak, Allah'ın tasarrufu altında bulunan her şeye isim olmuştur. Abd (köle) statüsüne tabi olan bir kimse, nasıl ki efendisinin emrinden çıkması gibi bir lükse sahip değilse, Abdullah (Allah'ın kulu) statüsüne tabi olanlar da böyle bir lükse sahip olmamakta, bu duruma isyan ettikleri takdirde ne gibi karşılık alacakları ise yine bir çok ayette haber verilmiştir.
İlk inen surelerden olan Alak suresi ayetlerinde kendisini müstağni gördüğü için bir kulu Salat'tan men eden kişiden bahsetmektedir. Bu kişi Mekke kodamanlarından bir kimse olup, Allah'ın elçisini görevinden men etmeye çalışmaktadır. Salat , bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşan kelimelerden olup, Allah (c.c) nin kendisi üzerinde Rab ve İlah olduğunu kabul ederek yapılan her amelin adı haline gelmiştir.
Allah (c.c) tarih boyunca, kendisinin insanların İlahı ve Rabbi olduğunu unutarak, onun dışındakileri ilah ve rab edinenlere elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile vahyetmiş, onlara bu bilgileri yeniden hatırlatmıştır. Kitap, Nebi, Resul, Vahiy gibi kavramlar çerçevesinde gelişen bu olaylar yine Kur'an içinde yerini bulmuştur.
Peki bu elçinin görevi ne idi?.
Bu elçi Mekke'lilere sadece Allah'ın Rab ve İlah olarak tanındığı bir hayat sürmeleri gerektiğini tebliğ etmek için gönderilmişti. Allah'ın İlah olarak tanınması demek, kulluk edilmeye layık yegane varlık olması, kulluk edilmesinin sebebi ise, insanlara yaşamları içinde gerekli olan her türlü alt yapıyı sunma gücüne sahip olan tek varlık olmasıdır. Kur'an içindeki bir çok ayet, göz ile görülen kevni ayetlere dikkat çekerek, bunları yaratan bu güç karşısında secde etmekten başka çıkar yol olmadığını insanlara hatırlatmaktadır.
Fakat Mekke'lilerin kurulu bir düzeni vardı ve bu düzenin temelleri insanlar tarafından belirlenmişti. Kendilerine gelen elçinin onlara yaptığı tekliflerin, kurulu düzenlerini alt üst edeceğini bildikleri için, gelen elçiyi var güçleri ile ret ettiler. Mekke'lilerin gelen elçiyi ret etmekte kullandıkları kozlardan birisi de, onların mal ve servet bakımından güçlü olmalarına olan güvenleri idi.
Kur'an bu bağlamda gelen elçiyi ret edenlerin başlarına neler gelebileceğini yine bir çok ayetinde bildirmiştir. Ölüm sonrası diriliş, Kur'an'ın en büyük haberlerinden birisi olarak Mekke'nin inkarcılarına da hatırlatılmış, fakat bu haber onlar tarafından ret edilmiştir. Kendilerinden önce yaşamış kavimlerin kıssaları bu bağlamda onlar ve bizler için önemli hatırlatmalar içermektedir.
Geçmiş kavimlerin sahip oldukları gücün Mekke'lilerden daha fazla olmasına rağmen onların helak edildiklerine dair haberler yine Kur'an içinde yer almaktadır. Musa (a.s) ve Firavun arasında geçen mücadele, Kur'an içinde önemli bir hacme sahiptir. Firavun kendisinin Mısır mülkünün sahibi, o mülk içinde yaşayan insanların ilahı ve rabbi olduğunu iddia eden bir kimse olarak, Kur'an'da yerini bulmuş ve sonu helak ile biten hayat sürerek, tüm zamanlarda gelecek olan ve kendilerini müstağni (yeterli) görenlere ibret olmuştur.
Firavun'un bu sonunu sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşanmış bir olay olarak değil, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların bir sonucu olduğunu düşünerek, bu kıssayı okuduğumuzda, tüm zamanlara dair mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır.
Mekke'de inen surelerin içeriğinde bulunan ayetlerde servet ile övünen ve bu servetin kendisini Allah'a karşı güçlü kıldığına inanan müşriklerin, bu servetlerini nasıl kullandıkları da anlatılmaktadır. Yetimin hakkını yiyen, fakiri hor gören, verdiğini gösteriş olsun diye veren zengin tipi, sadece Mekke'ye has bir durum değil, tüm zamanlara hastır.
Şirk kavramı, yine bu bağlamda, Allah'ı rab ve ilah olarak değil, onun dışındakileri rab ve ilah olarak tanımanın adı olarak ıstılahi bir anlama kavuşmuştur. Üzerinde yaşadığımız dünyanın ve onun dışındaki her şeyin sahibi olduğunu bildiren Allah (c.c), kendisi tarafından yaratılmış olanların kendisine ortak tutulmasını asla kabul etmeyeceğini bildirmiş, bu suç ile gelen herkesi ebedi cehennem ile cezalandıracağını vaat etmiştir.
Suyun haddini aşarak insanlara zarar veren hale dönüşmesi anlamına gelen Tuğyan, yine ıstılahi bir anlama kavuşarak, Allah'a karşı haddi aşmak anlamına gelmiştir. Allah'a karşı haddi aşarak Tağutlaşanların sonları ise, Kur'an kıssaları içinde canlı örnekler olarak önemli bir hacme sahiptir.
Şirk kavramının insan ve toplum hayatında nasıl açığa çıktığı, bu suçun toplumları nasıl bir sona sürüklediği bir çok elçi kıssasında karşımıza çıkmaktadır. Şirk kavramı ne yazık ki biz Müslümanlar tarafından gündemden çıkarılmış, Mekke'nin fethi ile Kabe içindeki putların kırılması, artık bu kavramın Müslümanlar açısından tarihe karıştığı zannı hakim olmuştur.
Mekke'lileri Müşrik olarak adlandırılmasına sebep olan inançları, onların Allah'a inanmamaları değildi. Bir çok ayet Mekke'lilerin Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiklerini ve inandıklarını bildirmektedir. Mekke'lileri müşrik yapan inançları, Allah'ın onlar üzerindeki tasarruf yetkisini kabul etmemeleri idi. Bazı hayvanlar üzerinden belirledikleri haram helal tayini, onların bu konuda kendilerini yetkili görerek şirk içine düştüklerini göstermektedir.
Sünnetullah, Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak tanınmaması sonucunda toplumların başına gelen değişmez yasa olarak, geçmiş kavimler üzerinde işleyiş göstermiş, Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını dikkate aldığımızda, bu süreç kıyamete değin sürecektir. Bizler Kur'an kıssalarını bu yasaların nasıl ve hangi şartlarda işleyiş gösterdiğini anlamak açısından okuduğumuzda, Kur'an kıssaları masal olmaktan çıkarak bizlere dair ibretler sunan mesajlar haline gelecektir.
Salih (a.s) kıssasında deve'nin kesilmek sureti ile toplumun helak edilmesini, insan dışındaki canlı hayatın hor görülerek hoyratça harcanılması sonucu ortaya çıkan bir son olduğunu, bugün Çevre Felaketleri olarak karşımıza çıkan her sorunun, bu kıssanın güncel bir karşılığı olduğunu düşündüğümüzde, helak olaylarının devam eden bir süreç olduğu anlaşılacaktır.
Şuayb (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ölçü ve tartıda adalatsiz davranılması sonucu meydana gelen helak olayını, yaşamın tamamında ölçülü davranmak gerektiği konusunda bir öğüt olarak okuyarak, ölçüsüz davranışlar sergileyen toplumların kaçınılmaz sonlarının yıkım olacağını bu kıssadan öğrenebiliriz.
Lut (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ahlaki yozlaşmanın o toplumu nasıl bir sona sürüklediğini, bu sonun ahlaki yozlaşma içine giren her toplumun sonu olacağını düşündüğümüzde, bu kıssaların hepsinin bizlere birer ibret mesajı olduğu anlaşılacaktır.
Helak edilen toplumların ortak suçları olan Şirk, sadece taştan tahtadan putlara tapmak ile ortaya çıkmamakta, Allah'ın insanlar üzerinde her türlü tasarruf hakkını ret ederek, tasarruf hakkını onun yarattıklarına vermek ile ortaya çıkmaktadır. Yaşamları üzerinde tasarruf hakkını Allah'a vermeyerek, onun yarattığına veren her toplum, er veya geç helak olmaya mahkumdur.
Şeytan, insanların Allah (c.c) dışındakilere kul olmalarına sebep olan bir kavram olarak yine önemli bir hacme sahip biçimde Kur'an içinde yerini bulmuş, bu kavram İblis adında bir kimse üzerinden müşahhaslaştırılmak sureti ile kıssa biçiminde bizlere sunulmuştur. Adem ve İblis kıssası olarak 7 ayrı yerde karşımıza çıkan bu kıssa, insanın ayağının nasıl cennetten kayabileceğini anlatması açısından önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak; Rab, Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesi olup, diğer Kur'an kavramları bu çatı ile yakından alakalıdır. Yazımızda, Rab kavramının etrafında şekillenen diğer kavramları kısa da olsa ele almaya çalıştık. Görülüyor ki eğer insanlar sadece Rab kavramının anlam alanını öğrenseler, ve bu kavramı gereği gibi hayatlarına yansıtsalar, insanlar şirk batağından kurtularak, gerçek bir rabbin kulu olmaya çalışacak, böylelikle dünya ve ahiret kurtuluşu sağlanacaktır.
Bunun sağlanması ise Kur'an'ın insanlara doğru yolu gösteren bir kitap olduğu, hayatın tam içine dokunduğu gerçeğinin yeniden kavranması ile olacaktır. Bu kitabın okunması demenin, yaşam içinde bizlere tabi olacağımız kuralların öğrenilmesi demek olduğu kavranılmadığı sürece, Kur'an adı var kendi yok bir kitap olarak hayatımızın bir kenarından belirli zamanlarda ve ölülere okunan bir kitap olmaktan çıkamayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Mayıs 2017 Cumartesi
Zariyat s. 59. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza
Bazı ayet mealleri ile ilgili olarak yazmaya çalıştığımız yazılarda tekrarladığımız, bir ayetin çeviri ve yorumunda dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan bir tanesinin, o ayetin bağlı olduğu ayet gurubu ile olan anlam bağına (siyak- Sibak) dikkat edilerek çevrilmesi olduğunu yine tekrarlayarak, bu yazımızda Zariyat s. 59. ayetinin mealini, karşılaştırmalı olarak okuyan kimselerin karşılaştığı farklı anlamlardan hangisinin daha uygun olduğu konusu üzerinde düşünmeye çalışacağız.
Fe inne lillezîne zalemû zenûben misle zenûbi ashâbihim fe lâ yesta’cilûni.
Bu ayetin mealleri iki farklı şekilde yapılan çevirileri şu şekildedir;
[051.059] Zulmedenlerin, geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır; cezalarını Benden acele istemesinler.
[051.059] Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır. Acele etmesinler.
Türkçe Kur'an çevirilerinde Zariyat s. 59. ayetine verilen anlamlar genel olarak yukarıda verdiğimiz iki farklı anlam şeklindedir. Dikkat edilirse bu meallerdeki farklılık, "geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır" ve "geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır" şeklindedir. Bu çevirilerdeki farklılık, ayet içindeki Zenuben misle zenubi ibaresine verilen anlamlardan kaynaklanmaktadır.
Zenb; Kuyruk anlamına gelen bir kelimedir. Kişinin işlediği hatalar onun peşine takılıp, tevbe etmediği sürece ondan ayrılmadığı için, kişinin hesap gününde sorumlu olduğu hataları bu kelime ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayrıca Pay, Hisse, Akıbet, kötü sonuç anlamına da gelmektedir.
Konuyu kelimelerin çok anlamlılığı çerçevesinde düşündüğümüzde, Kur'an içindeki bazı kelimelerin, eğer birden fazla anlama sahip olabilme ihtimali var ise, bu anlamlardan hangisinin daha uygun olabileceği, ayet ve sure bütünlüğü göz önüne alınarak bulunabilir.
Zenb kelimesi, Kur'an içinde geçtiği diğer ayetlerde Suç, Hata, Günah gibi anlamlara sahip olduğu için, Zariyat s. 59. ayetinin bazı çevirilerinde bu kelimeye, Suç anlamının verildiğini görmekteyiz. Fakat Zenb kelimesinin sahip olduğu Suç anlamının Zariyat s. 59. ayetinde geçen kelimeye verilmesinin uygun olmadığını düşünmekteyiz. Bu kelimeye suç anlamı verenlerin, kelimeyi çoğul olarak Suçlar, Günahlar olarak çevirmesine karşın, kelime tekil anlamda olup, çoğul eki bulunmamaktadır.
Zariyat suresini okuduğumuzda, Lut, Firavun, Ad, Semud ve Nuh kavimlerinin helak edildiklerini haber veren ayetleri görmekteyiz. Bu haberlerden sonra surenin 52. 53. ayetlerinde, Mekke müşriklerine dönülerek helak edilen kavimlerin elçilerine karşı yaptıkları ile Mekke müşriklerinin elçilerine karşı yaptıkları yanlışın aynı olduğu vurgulanmaktadır.
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Zariyat s. 59. ayetinin, helak edilen kavimlerle aynı akıbete uğrayacaklarını haber verdiğini anlayabiliriz. Bu ayetin çevirisinde Zenb kelimesine suç anlamının değil Pay, Hisse anlamının verildiği çevirilerin daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Zenb kelimesinin aynı zamanda Akıbet anlamına da sahip olduğunu düşünerek, ayetin çevirisini bu kelimeyi kullanarak, "Onun için muhakkak o zulmedenlere (aynı yolda giden geçmişteki) arkadaşlarının akıbeti gibi, bir akıbet vardır, şimdi onu acele istemesinler!" şeklinde yapmanın da mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Fe inne lillezîne zalemû zenûben misle zenûbi ashâbihim fe lâ yesta’cilûni.
Bu ayetin mealleri iki farklı şekilde yapılan çevirileri şu şekildedir;
[051.059] Zulmedenlerin, geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır; cezalarını Benden acele istemesinler.
[051.059] Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır. Acele etmesinler.
Türkçe Kur'an çevirilerinde Zariyat s. 59. ayetine verilen anlamlar genel olarak yukarıda verdiğimiz iki farklı anlam şeklindedir. Dikkat edilirse bu meallerdeki farklılık, "geçmiş arkadaşlarının suçlarına benzer suçları vardır" ve "geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır" şeklindedir. Bu çevirilerdeki farklılık, ayet içindeki Zenuben misle zenubi ibaresine verilen anlamlardan kaynaklanmaktadır.
Zenb; Kuyruk anlamına gelen bir kelimedir. Kişinin işlediği hatalar onun peşine takılıp, tevbe etmediği sürece ondan ayrılmadığı için, kişinin hesap gününde sorumlu olduğu hataları bu kelime ile ifade edilmektedir.
Bu kelime ayrıca Pay, Hisse, Akıbet, kötü sonuç anlamına da gelmektedir.
Konuyu kelimelerin çok anlamlılığı çerçevesinde düşündüğümüzde, Kur'an içindeki bazı kelimelerin, eğer birden fazla anlama sahip olabilme ihtimali var ise, bu anlamlardan hangisinin daha uygun olabileceği, ayet ve sure bütünlüğü göz önüne alınarak bulunabilir.
Zenb kelimesi, Kur'an içinde geçtiği diğer ayetlerde Suç, Hata, Günah gibi anlamlara sahip olduğu için, Zariyat s. 59. ayetinin bazı çevirilerinde bu kelimeye, Suç anlamının verildiğini görmekteyiz. Fakat Zenb kelimesinin sahip olduğu Suç anlamının Zariyat s. 59. ayetinde geçen kelimeye verilmesinin uygun olmadığını düşünmekteyiz. Bu kelimeye suç anlamı verenlerin, kelimeyi çoğul olarak Suçlar, Günahlar olarak çevirmesine karşın, kelime tekil anlamda olup, çoğul eki bulunmamaktadır.
Zariyat suresini okuduğumuzda, Lut, Firavun, Ad, Semud ve Nuh kavimlerinin helak edildiklerini haber veren ayetleri görmekteyiz. Bu haberlerden sonra surenin 52. 53. ayetlerinde, Mekke müşriklerine dönülerek helak edilen kavimlerin elçilerine karşı yaptıkları ile Mekke müşriklerinin elçilerine karşı yaptıkları yanlışın aynı olduğu vurgulanmaktadır.
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Zariyat s. 59. ayetinin, helak edilen kavimlerle aynı akıbete uğrayacaklarını haber verdiğini anlayabiliriz. Bu ayetin çevirisinde Zenb kelimesine suç anlamının değil Pay, Hisse anlamının verildiği çevirilerin daha uygun olduğunu söyleyebiliriz.
Zenb kelimesinin aynı zamanda Akıbet anlamına da sahip olduğunu düşünerek, ayetin çevirisini bu kelimeyi kullanarak, "Onun için muhakkak o zulmedenlere (aynı yolda giden geçmişteki) arkadaşlarının akıbeti gibi, bir akıbet vardır, şimdi onu acele istemesinler!" şeklinde yapmanın da mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
Muhammed Esed Meali
Gerçek şu ki, zulüm işleyenler, [geçmişteki] arkadaşları gibi [kötülükten] paylarını alacaklardır: öyleyse [akibetlerini] çabuklaştırmayı benden istemesinler!
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Mayıs 2017 Perşembe
Hakkı Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. Ayetlerindeki "Cünüben" Kelimesine Verdiği Anlam Üzerine Bir Mülahaza
Allah (c.c) sünnetinin bir gereği olarak, gönderdiği elçi ve kitapları, o elçi ve kitaba muhatap olan kavmin dili ile göndermiştir. Elçilere indirilen kitap, o kavmin konuştuğu dil ve anlatım üsluplarını kullanarak inmekte, dolayısı ile muhatap kavmin bu kitabı anlamaması gibi sorun ortaya çıkmamaktaydı.
Kur'an, Arap kavmine mensup ve Arap dilini konuşan insanların dilini ve dil üsluplarını kullanan bir kitap olarak inmiştir. Bu kitabın bizler tarafından anlaşılması ise, bu kitap içindeki kelimelere, ilk muhatapların yükledikleri anlamların bilinmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ı anlama faaliyetlerinden olan, onun başka bir dile çevrilmesi ve ayetlerinin yorumlanmasının, bu durumun dikkate alınarak yapılması, anlama faaliyetinin doğru bir mecrada yürümesini sağlayacaktır.
Allah (c.c) nin gönderdiği kitaba uymakta çeşitli nedenlerle zorlanan bazı kimselerin, bu kitap içindeki ayetleri hevalarına uygun biçimde anlamaya çalışarak veya bu tür çalışmalar yapanları destekleyerek, kendilerine yüklenen sorumluklardan kurtulmaya çalıştıkları malumdur. Hevaya göre anlam yükleyerek, kitabın ayetleri üzerinde oynama yapmanın adı ise bilindiği üzere tahriftir.
Kelimelere farklı anlamlar yüklemek sureti ile yapılan çevirilerin ve yorumların arkasında, bazı ön yargıları Kur'an'a onaylatmak amacı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bu iddiamızı bundan önce yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda delillendirerek ortaya koymaya, bu konuda başı çeken kimselerden olduğunu düşündüğümüz sayın Hakkı Yılmaz'ın Tebyin-ül Kur'an adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, bu konudaki maharetini !! göstermeye çalışmıştık.
Bu yazımızda, mezkur şahsın İşte Kur'an adlı sitesinde bulunan CÜNÜPLÜK VE CENABET adlı makalesinde, kişinin cünüp sayılma durumu hakkında getirdiği yorumu, Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetindeki Cünüben kelimesine yüklediği anlam üzerinde durmaya çalışacağız.
Sayın Yılmaz, Cünüplük ve Cenabet adlı makalesinde, klasik anlamda bilinen cünüplüğün Kur'an'ın bahsettiği cünüplük ile alakası olmadığını iddia ederek, bu konudaki düşüncelerini sıralamakta ve makalesini şöyle bitirmektedir;
Sayın Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetlerine verdiği anlamlar şöyledir;
Maide s. 6.Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.
Nisa s. 43.Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Maide s. 6. ayeti, salata yaklaşılamayacak durumlardan birisini, kişinin Cünüp olması şartına bağlamıştır. Ayet, cünüplükten kurtulma durumunu ise Fettahharu kelimesi ile ifade etmektedir. Sayın Yılmaz bu kelimeye "cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın" anlamı vermektedir. Yıkanın şeklinde verilen anlam aslında yeterli olmasına rağmen, cünüp kelimesine yüklemeye çalıştığı anlamı doğrulatmak uğruna ayete"Cinsel ilişkiye girin orgazm olun" ilavesini yapmak ihtiyacı hissetmiştir.
Tahere; Maddi veya manevi kirlerden arınmak, temizlenmek anlamındadır. Kadının hayız halinden kurtulup yıkanması, Tahuret- il mer'etü olarak ifade edilmektedir.
Maide s. 6. ayetindeki bu kelimenin, maddi anlamda temizlenmeyi ifade ettiğini anlamamak zor değildir. Ayetin bütünlüğüne dikkat edildiğinde, salat öncesi yapılacak olan ameliyenin su ile olacağı, su bulunmadığı takdirde temiz toprağa yönelmek gerektiği beyan edilmektedir. Sayın Yılmaz'ın Fettahharu kelimesine yüklediği Cinsel ilişki ve Orgazm şeklindeki anlam, en hafif tabiri ile zorlama ve ön yargılı bir okumanın sonucudur.
Cünüben kelimesi, Nisa s. 43. ayetinde de geçmektedir. Maide s. 6. ayetinde geçen cünüplükten kurtulmanın yolunun Fettahharu kelimesi ile beyan edilmesi, bu kelimenin nasıl bir anlama sahip olduğunu, cünüplükten kurtulmanın yolunun nasıl olacağını bu ayet içinde daha net ve açık bir şekilde beyan etmektedir.
Nisa s. 43. ayetindeki Hatta tağtesilu (yıkanıncaya kadar) kelimesi, cünüplükten kurtulmanın yolunun (istisnai durumlar hariç) su ile olacağını açık ve net bir şekilde göstermektedir. Fakat sayın Yılmaz, bu kelimeye doğru bir anlam verdiği takdirde, Maide s. 6. ayetindeki yaptığı zorlama yorum ile çelişeceğini bildiği için, bu kelimeye de farklı bir anlam yükleyerek çelişkiden kurtulmaya çalışmak istemişse de, elini yüzüne daha beter bulaştırarak, bu kelimeye yıkandırılıncaya kadar şeklinde bir anlam vermiştir. Yıkandırılmanın ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda ise şunları söylemektedir;
"Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşıla gelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir."
Sayın Yılmaz, Fağtesilu kelimesinin Gusul yapmak yani yıkanmak şeklindeki anlamının yanlış olduğunu iddia ederek, bu kelimeye iftial kalıbından gelmiş olmasından dolayı yıkandırılıncaya kadar şeklinde anlam verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ayetin devamındaki Fe lem tecide maen (eğer su bulamamışsanız) ifadesi, Fağtesilu kelimesinin su ile yıkanmak anlamına sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, ön yargının kör ettiği gözler maalesef bu noktayı görememiştir.
Ayrıca fağtesilu kelimesi malum (etken) bir kelimedir. Bu kelimeye Yıkandırılıncaya kadar anlamı verilebilmesi için kelimenin meçhul (edilgen) olması yani Tuğteselu şeklinde olması gerekmektedir. Sayın yazar Kur'an içinde iftial kalıbında geçen kelimelere burada yaptığı gibi edilgen kalıbına sokarak bir anlam acaba verebilir mi?.
Ğasele kelimesinin iftial kalıbında kullanılışı, Eyyub (a.s) kıssasının anlatıldığı Sad s. 42. ayetinde de geçmektedir.
Ürkud bi riclike heze muğteselun baridun ve şerabun.
Bu ayete sayın Yılmaz'ın verdiği anlam şu şekildedir;
Sad s. 42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!
Sayın Yılmaz'ın Nisa s. 43. ayetinde geçen Tağtesilu kelimesine verdiği, yıkandırılıncaya kadar anlamı için ortaya koyduğu gerekçeye göre, Sad s. 42. ayetinde geçen Muğteselun kelimesine de kendisi tarafından Yıkandırılacak şeklinde bir anlam verilmiş olması gerekirdi. Halbuki sayın Yılmaz, Sad s. 42. ayetinde geçen bu kelimeye doğru anlam vermesine rağmen, Nisa s. 43. ayetinde doğru anlam vermemiştir. İkisi de iftial kalıbında olmasına rağmen bir kelimeye farklı, diğer kelimeye farklı bir anlam vermeye çalışmanın sebebi, ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.
Görülmektedir ki Kur'an, kendisini koruyan bir kitap olarak ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışanları her zaman rezil ve rüsvay eden bir kitaptır. Kelimelerle oynamak sureti ile Kur'an'ı oyuncak haline getirmeye çalışanların yapmaya çalıştıkları tahrifler, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak; Salat kelimesine yüklediği anlamı doğrulatmaya çalışmak adına, bu kelime ile alakalı olan diğer kelimeleri de konulduğu yerden oynatmak ihtiyacı duyan sayın Yılmaz'ın yaptığı yanlışları, yine Kur'an ortaya çıkarmaktadır. Biz onun bu konulardaki yorumlarına karşı çıkmak yerine, yaptığı yorumlardaki Kur'an ayetleri üzerinde yapmaya çalıştığı oynamaları dikkate alarak, düştüğü çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık Ayeti tahrif ederek ortaya konulan yorumların ne kadar doğru olabileceğini ise, dinini ve Kur'an'ı bu kişinin eserlerini okuyarak öğrenmeye çalışanların takdirine bırakıyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an, Arap kavmine mensup ve Arap dilini konuşan insanların dilini ve dil üsluplarını kullanan bir kitap olarak inmiştir. Bu kitabın bizler tarafından anlaşılması ise, bu kitap içindeki kelimelere, ilk muhatapların yükledikleri anlamların bilinmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ı anlama faaliyetlerinden olan, onun başka bir dile çevrilmesi ve ayetlerinin yorumlanmasının, bu durumun dikkate alınarak yapılması, anlama faaliyetinin doğru bir mecrada yürümesini sağlayacaktır.
Allah (c.c) nin gönderdiği kitaba uymakta çeşitli nedenlerle zorlanan bazı kimselerin, bu kitap içindeki ayetleri hevalarına uygun biçimde anlamaya çalışarak veya bu tür çalışmalar yapanları destekleyerek, kendilerine yüklenen sorumluklardan kurtulmaya çalıştıkları malumdur. Hevaya göre anlam yükleyerek, kitabın ayetleri üzerinde oynama yapmanın adı ise bilindiği üzere tahriftir.
Kelimelere farklı anlamlar yüklemek sureti ile yapılan çevirilerin ve yorumların arkasında, bazı ön yargıları Kur'an'a onaylatmak amacı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bu iddiamızı bundan önce yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda delillendirerek ortaya koymaya, bu konuda başı çeken kimselerden olduğunu düşündüğümüz sayın Hakkı Yılmaz'ın Tebyin-ül Kur'an adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, bu konudaki maharetini !! göstermeye çalışmıştık.
Bu yazımızda, mezkur şahsın İşte Kur'an adlı sitesinde bulunan CÜNÜPLÜK VE CENABET adlı makalesinde, kişinin cünüp sayılma durumu hakkında getirdiği yorumu, Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetindeki Cünüben kelimesine yüklediği anlam üzerinde durmaya çalışacağız.
Sayın Yılmaz, Cünüplük ve Cenabet adlı makalesinde, klasik anlamda bilinen cünüplüğün Kur'an'ın bahsettiği cünüplük ile alakası olmadığını iddia ederek, bu konudaki düşüncelerini sıralamakta ve makalesini şöyle bitirmektedir;
"Özetlersek “cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. ayetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında “aklı bilmem nesine takılı” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir.
İşte Rabbimiz, hem Nisa; 43 hem de Maide; 6 ayetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü gerginliğini atmış (orgazm olmuş) insanın zihninde artık cünüplük hâlinin yol açtığı bir dikkat toplama sorunu söz konusu olmayacak, bu kişiler sakin, anlayışlı birer birey olarak salâtın gereğini yerine getirebileceklerdir. Zaten boşalarak dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır."
Kur'an ayetleri ile ilgili olarak herkesin yorum yapma hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılan yorumun kelimelere farklı anlamlar vererek yerinden oynatmamak şartı ile olması, yorumcunun bu konuda nasıl bir düşünce içinde olduğunun bilinmesi açısından önemlidir. Sayın Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetlerine verdiği anlamlar şöyledir;
Maide s. 6.Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.
Nisa s. 43.Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Sayın Yılmaz, Maide s. 6. ayetinde geçen Eğer cünüp iseniz temizlenin ifadesine "aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]" şeklinde anlam vermektedir.
Biz cünüp olmanın ne anlama geldiği hakkında herhangi bir yorum yapmak yerine, sayın Yılmaz'ın cünüplüğe yüklediği anlamı ele almaya çalışacağımızı hatırlatmak isteriz. Bizim amacımız, mezkur şahsın bu konu ile ilgili olan iki ayetin yaptığı çevirisinde düştüğü çelişkiye dikkat çekmek, ve ön yargılı bir çalışmanın kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü göstermeye çalışmak olacaktır.
Maide s. 6. ayeti, salata yaklaşılamayacak durumlardan birisini, kişinin Cünüp olması şartına bağlamıştır. Ayet, cünüplükten kurtulma durumunu ise Fettahharu kelimesi ile ifade etmektedir. Sayın Yılmaz bu kelimeye "cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın" anlamı vermektedir. Yıkanın şeklinde verilen anlam aslında yeterli olmasına rağmen, cünüp kelimesine yüklemeye çalıştığı anlamı doğrulatmak uğruna ayete"Cinsel ilişkiye girin orgazm olun" ilavesini yapmak ihtiyacı hissetmiştir.
Tahere; Maddi veya manevi kirlerden arınmak, temizlenmek anlamındadır. Kadının hayız halinden kurtulup yıkanması, Tahuret- il mer'etü olarak ifade edilmektedir.
Maide s. 6. ayetindeki bu kelimenin, maddi anlamda temizlenmeyi ifade ettiğini anlamamak zor değildir. Ayetin bütünlüğüne dikkat edildiğinde, salat öncesi yapılacak olan ameliyenin su ile olacağı, su bulunmadığı takdirde temiz toprağa yönelmek gerektiği beyan edilmektedir. Sayın Yılmaz'ın Fettahharu kelimesine yüklediği Cinsel ilişki ve Orgazm şeklindeki anlam, en hafif tabiri ile zorlama ve ön yargılı bir okumanın sonucudur.
Cünüben kelimesi, Nisa s. 43. ayetinde de geçmektedir. Maide s. 6. ayetinde geçen cünüplükten kurtulmanın yolunun Fettahharu kelimesi ile beyan edilmesi, bu kelimenin nasıl bir anlama sahip olduğunu, cünüplükten kurtulmanın yolunun nasıl olacağını bu ayet içinde daha net ve açık bir şekilde beyan etmektedir.
Nisa s. 43. ayetindeki Hatta tağtesilu (yıkanıncaya kadar) kelimesi, cünüplükten kurtulmanın yolunun (istisnai durumlar hariç) su ile olacağını açık ve net bir şekilde göstermektedir. Fakat sayın Yılmaz, bu kelimeye doğru bir anlam verdiği takdirde, Maide s. 6. ayetindeki yaptığı zorlama yorum ile çelişeceğini bildiği için, bu kelimeye de farklı bir anlam yükleyerek çelişkiden kurtulmaya çalışmak istemişse de, elini yüzüne daha beter bulaştırarak, bu kelimeye yıkandırılıncaya kadar şeklinde bir anlam vermiştir. Yıkandırılmanın ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda ise şunları söylemektedir;
"Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşıla gelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir."
Sayın Yılmaz, Fağtesilu kelimesinin Gusul yapmak yani yıkanmak şeklindeki anlamının yanlış olduğunu iddia ederek, bu kelimeye iftial kalıbından gelmiş olmasından dolayı yıkandırılıncaya kadar şeklinde anlam verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ayetin devamındaki Fe lem tecide maen (eğer su bulamamışsanız) ifadesi, Fağtesilu kelimesinin su ile yıkanmak anlamına sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, ön yargının kör ettiği gözler maalesef bu noktayı görememiştir.
Ayrıca fağtesilu kelimesi malum (etken) bir kelimedir. Bu kelimeye Yıkandırılıncaya kadar anlamı verilebilmesi için kelimenin meçhul (edilgen) olması yani Tuğteselu şeklinde olması gerekmektedir. Sayın yazar Kur'an içinde iftial kalıbında geçen kelimelere burada yaptığı gibi edilgen kalıbına sokarak bir anlam acaba verebilir mi?.
Ğasele kelimesinin iftial kalıbında kullanılışı, Eyyub (a.s) kıssasının anlatıldığı Sad s. 42. ayetinde de geçmektedir.
Ürkud bi riclike heze muğteselun baridun ve şerabun.
Bu ayete sayın Yılmaz'ın verdiği anlam şu şekildedir;
Sad s. 42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!
Sayın Yılmaz'ın Nisa s. 43. ayetinde geçen Tağtesilu kelimesine verdiği, yıkandırılıncaya kadar anlamı için ortaya koyduğu gerekçeye göre, Sad s. 42. ayetinde geçen Muğteselun kelimesine de kendisi tarafından Yıkandırılacak şeklinde bir anlam verilmiş olması gerekirdi. Halbuki sayın Yılmaz, Sad s. 42. ayetinde geçen bu kelimeye doğru anlam vermesine rağmen, Nisa s. 43. ayetinde doğru anlam vermemiştir. İkisi de iftial kalıbında olmasına rağmen bir kelimeye farklı, diğer kelimeye farklı bir anlam vermeye çalışmanın sebebi, ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.
Görülmektedir ki Kur'an, kendisini koruyan bir kitap olarak ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışanları her zaman rezil ve rüsvay eden bir kitaptır. Kelimelerle oynamak sureti ile Kur'an'ı oyuncak haline getirmeye çalışanların yapmaya çalıştıkları tahrifler, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak; Salat kelimesine yüklediği anlamı doğrulatmaya çalışmak adına, bu kelime ile alakalı olan diğer kelimeleri de konulduğu yerden oynatmak ihtiyacı duyan sayın Yılmaz'ın yaptığı yanlışları, yine Kur'an ortaya çıkarmaktadır. Biz onun bu konulardaki yorumlarına karşı çıkmak yerine, yaptığı yorumlardaki Kur'an ayetleri üzerinde yapmaya çalıştığı oynamaları dikkate alarak, düştüğü çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık Ayeti tahrif ederek ortaya konulan yorumların ne kadar doğru olabileceğini ise, dinini ve Kur'an'ı bu kişinin eserlerini okuyarak öğrenmeye çalışanların takdirine bırakıyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Mayıs 2017 Salı
Kur'an'da Başörtüsü Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde Kur'an'ı Anlama Yöntemi Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın Türkiye genelinde son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, bu kitabın bizlere neler emrettiği veya emretmediği konusunda, bazı tartışmaların açılmasına yol açmıştır. Bu tartışmalardan bir tanesi de, başörtüsünün Allah (c.c) tarafından emredilip emredilmediği konusunda yapılmaktadır. Kur'an'da kadınlara başörtüsünün emredilip emredilmediği ile ilgili yapılan bazı tartışmalarda, başörtüsünün Kur'an'da olmadığı şeklinde bazı iddialara rastlamaktayız.
Yazımızın amacı, Kur'an'da başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu tartışmalarda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmeye çalışmak, Kur'an'ın bizlere dair olan mesajının anlaşılmasında nasıl bir yol izlenerek, daha sağlıklı bir çıkarım yapılabileceği üzerinde olacaktır.
Kur'an'da başörtüsü yoktur şeklinde yapılan bir iddia, öncelikle bir konuda kesin bir hüküm vermek anlamına geleceğinden ötürü, bu tür kesin iddialar ile bu konuya yaklaşılmaması, doğru düşünmenin ilk basamağı olacağını düşünmekteyiz. Kur'an okuduğunu iddia eden kimselerin, Kur'an hakkında konuşurken, herhangi bir konuda kesin hüküm vermeye soyunmaya dikkat etmesi önemli bir konudur.
Kur'an'ın mealini bir kaç defa okumak sureti ile Kur'an'ı anladığını zanneden bazı kimselerin, bazı konularda müçtehitliğe soyunmaları, kendilerini maalesef gülünç duruma düşürmekte, bu durum ise Kur'an'ı öncelleyen insanlara karşı olan muhalefet konusunda bazı kimselerin elini güçlendirmektedir.
Kur'an okuyan bir kimse, öncelikle bu kitabın yaşanan bir hayatın içine indirildiğini bilmesi gerekmektedir. Yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inen bu kitap, o insanların yaşadığı hayat içinde yaptıkları bazı yanlışları ret etmekte, bazı doğruları ise tasdiklemektedir. Bu kitabın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz bu topluluklara ne dediği anlaşılmadan, bize dair neler demiş olabileceği konusunda yürütülen fikirlerde isabet etme imkanı az olacaktır.
Kur'an mealini okuyarak bazı konularda Kur'an'da şu yoktur bu yoktur şeklinde çıkarımlar yapmaya soyunan kimselerdeki en büyük eksiklik, bu kitabın nüzul ortamındaki sosyokültürel şartları dikkate almayarak, bu kitap sanki bugün dağ başına indirilmiş gibi bir okuma yöntemi takip etmeleri, kitap içindeki bazı kelimeleri, bağlı bulunduğu cümleden çekip çıkartarak tek başına anlamlandırmaya çalışmaları, nuzül ortamında yaşayan insanların o kelimeye nasıl anlam verdiklerini hiçe saymalarıdır.
Kur'an okumalarında ön yargılı yaklaşımlar sonucunda varılan neticenin yanlış olma ihtimalinin daha yüksek olacağı unutulmamalıdır. Yaşadığı hayat ile Kur'an arasında çelişki olduğunu gören bazı Kur'an okuyucularının, kendilerini Kur'an'a uydurmak yerine, Kur'an'ı kendilerine uydurmaya çalıştıkları, veya bu konuda yapılan çalışmalara destek verdiğini görmekteyiz.
Örneğin; Faiz karşılığında kredi almak zorunda kalan bir kimse, kendisini temize çıkarmak için, faiz konusunda haram olan noktanın faiz almak olduğu, faiz vermenin haram olmadığı, veya bankalardan alınan kredilerin haram olmadığı gibi bir düşünce içine girebilmekte, veya bu türden düşüncelere destek çıkarak, haramdan kurtulduğunu zannedebilmektedir.
Nefsine ağır gelmesinden, aile, çevre, çalıştığı ortam gibi etkenlerden ötürü, başını örtmek konusunda zorlanan bazı kimseler ise, Kur'an'da başörtüsünün olmadığı, başı örtmenin değil göğsü örtmenin emredildiğini öne sürerek, başörtüsü konusunda yapılan bazı önyargılı yorumlara can simidi gibi yaklaşmaktadır. Bu konuda da nuzül ortamı dikkate alınarak yapılacak olan bir anlama çalışması, bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
Kur'an'da kadınların örtünmesi ile ilgili olarak Ahzab s. 59. ve Nur s. 31. olmak üzere iki ayet bulunmaktadır. Kur'an'da başörtüsünün emredilmediğini savunan bazı kimselerin sadece Nur s. 31. ayeti üzerinden bir sonuca varmaya çalışarak, diğer ayet olan Ahzab s. 59. ayetini hiç gündeme getirmemeleri, bu konuda önyargılı bir sonuca varmaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir konuda Kur'an'ın ne dediği öğrenilmek isteniliyor ise, o konu ile ilgili ayetlerin tamamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir.
Başörtüsünün Kur'an'da olmadığı konusundaki yaklaşımlarda yapılan yanlış, bu kitabın binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarihin getirdiği sosyokültürel birikimleri ile hayatlarını sürdüren insanlara indiğini dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Kadının ve erkeğin örtünmesinin fıtrattan gelen bir özellik olduğu hesaba katılarak yapılmaya çalışılan yaklaşımlar, bizleri daha doğru sonuca götürecektir.
Kur'an hayat sahasına ilk defa inen, yaşadığı dünyada ne yapacağından, nasıl yaşayacağından habersiz bir topluma inmemiştir. Örtünmenin insan fıtratından gelen bir özellik olduğunu bilen, kadını ve erkeği ile örtülü gezen bir topluma inmiştir. Bu toplumun kadınları da Arap dilinde Hımar olarak isimlendiren bir örtü kullanarak başlarını örtmekteydiler. Bu durumu Nur s 31. ayetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu ayet kadınlara başlarını örtmelerini değil, başlarını örtmekte kullandıkları kumaşı nasıl kullanmaları gerektiği yönünde hatırlatmada bulunmaktadır.
Nur s. 31. ayetinde geçen Humurihinne kelimesinin kökü olan El Hamru, Bir nesneyi örtmek gizlemek, saklamak anlamındadır. Hımar, örtünmede ve gizlemede kullanılan bir şeye verilen isim olarak kadınların başlarını örtme ve gizlemede kullandıkları örtünün ismi olmuştur. Nur s. 31. ayetindeki, Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar şeklindeki emirden, bu emre muhatap olan kadınların başlarının örtülü olduğu, veya başlarını örtmek için kullandıkları objeye bu ismi verdiklerini anlayabiliriz.
Kur'an'ın böyle bir arka plan dahilinde, zaten başlarını örten kadınlara, Başınızı örtün şeklinde bir emir vermesi beklenemez. Kur'an'da başı örtme emri bulamadıklarını iddia edenler, eğer bu durumu dikkate almış olsalardı, böyle bir emrin olmasının zaten gerekmediğini anlayabilir, kadınların başlarını örtmelerinin, fıtratlarının gereği olduğunu, bu konudaki ayetin ise, var olan ve bilinen başörtüsü konusunda bir hatırlatma yapmış olduğunu düşünebilirlerdi.
Örtünmenin fıtri olduğu, çıplaklığın arızi olduğu ilk insandan beri bilinmektedir. Kur'an'ın insanlara Çıplak gezmeyin , giyinik gezin şeklinde bir emir vermemesinin sebebi, insanların zaten giyinik gezmelerindendir. Kur'an'da başörtüsü emri olmadığını ileri süren kadın veya erkekler, acaba giyinik gezmeleri gerektiğine dair olan emri Kur'an'ın hangi ayetinden almaktadırlar?.
Bu yazıyı yazma amacımız, başta söylediğimiz gibi, başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu konuda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmek idi. Kişisel kanaat olarak, Ahzab s. 59. ayetini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, kadınların ev içindeki kıyafetleri ile dışarı çıkmamaları gerektiği, dışarı çıkarken Arapların Cilbab olarak bildikleri, yabancı bakışların dikkat çekmediği başı da örten dış elbiselerini almalarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
Kimseyi başını örtmediği gerekçesi ile kınama veya tahkir amacımız olmadığını hatırlatarak, başını örtmeyen kimselerin ise gerekçe olarak Kur'an'ın böyle bir emri olmadığını iddialarını yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızın amacı, Kur'an'da başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu tartışmalarda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmeye çalışmak, Kur'an'ın bizlere dair olan mesajının anlaşılmasında nasıl bir yol izlenerek, daha sağlıklı bir çıkarım yapılabileceği üzerinde olacaktır.
Kur'an'da başörtüsü yoktur şeklinde yapılan bir iddia, öncelikle bir konuda kesin bir hüküm vermek anlamına geleceğinden ötürü, bu tür kesin iddialar ile bu konuya yaklaşılmaması, doğru düşünmenin ilk basamağı olacağını düşünmekteyiz. Kur'an okuduğunu iddia eden kimselerin, Kur'an hakkında konuşurken, herhangi bir konuda kesin hüküm vermeye soyunmaya dikkat etmesi önemli bir konudur.
Kur'an'ın mealini bir kaç defa okumak sureti ile Kur'an'ı anladığını zanneden bazı kimselerin, bazı konularda müçtehitliğe soyunmaları, kendilerini maalesef gülünç duruma düşürmekte, bu durum ise Kur'an'ı öncelleyen insanlara karşı olan muhalefet konusunda bazı kimselerin elini güçlendirmektedir.
Kur'an okuyan bir kimse, öncelikle bu kitabın yaşanan bir hayatın içine indirildiğini bilmesi gerekmektedir. Yaklaşık 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inen bu kitap, o insanların yaşadığı hayat içinde yaptıkları bazı yanlışları ret etmekte, bazı doğruları ise tasdiklemektedir. Bu kitabın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz bu topluluklara ne dediği anlaşılmadan, bize dair neler demiş olabileceği konusunda yürütülen fikirlerde isabet etme imkanı az olacaktır.
Kur'an mealini okuyarak bazı konularda Kur'an'da şu yoktur bu yoktur şeklinde çıkarımlar yapmaya soyunan kimselerdeki en büyük eksiklik, bu kitabın nüzul ortamındaki sosyokültürel şartları dikkate almayarak, bu kitap sanki bugün dağ başına indirilmiş gibi bir okuma yöntemi takip etmeleri, kitap içindeki bazı kelimeleri, bağlı bulunduğu cümleden çekip çıkartarak tek başına anlamlandırmaya çalışmaları, nuzül ortamında yaşayan insanların o kelimeye nasıl anlam verdiklerini hiçe saymalarıdır.
Kur'an okumalarında ön yargılı yaklaşımlar sonucunda varılan neticenin yanlış olma ihtimalinin daha yüksek olacağı unutulmamalıdır. Yaşadığı hayat ile Kur'an arasında çelişki olduğunu gören bazı Kur'an okuyucularının, kendilerini Kur'an'a uydurmak yerine, Kur'an'ı kendilerine uydurmaya çalıştıkları, veya bu konuda yapılan çalışmalara destek verdiğini görmekteyiz.
Örneğin; Faiz karşılığında kredi almak zorunda kalan bir kimse, kendisini temize çıkarmak için, faiz konusunda haram olan noktanın faiz almak olduğu, faiz vermenin haram olmadığı, veya bankalardan alınan kredilerin haram olmadığı gibi bir düşünce içine girebilmekte, veya bu türden düşüncelere destek çıkarak, haramdan kurtulduğunu zannedebilmektedir.
Nefsine ağır gelmesinden, aile, çevre, çalıştığı ortam gibi etkenlerden ötürü, başını örtmek konusunda zorlanan bazı kimseler ise, Kur'an'da başörtüsünün olmadığı, başı örtmenin değil göğsü örtmenin emredildiğini öne sürerek, başörtüsü konusunda yapılan bazı önyargılı yorumlara can simidi gibi yaklaşmaktadır. Bu konuda da nuzül ortamı dikkate alınarak yapılacak olan bir anlama çalışması, bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
Kur'an'da kadınların örtünmesi ile ilgili olarak Ahzab s. 59. ve Nur s. 31. olmak üzere iki ayet bulunmaktadır. Kur'an'da başörtüsünün emredilmediğini savunan bazı kimselerin sadece Nur s. 31. ayeti üzerinden bir sonuca varmaya çalışarak, diğer ayet olan Ahzab s. 59. ayetini hiç gündeme getirmemeleri, bu konuda önyargılı bir sonuca varmaya yönelik çalışmalar olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bir konuda Kur'an'ın ne dediği öğrenilmek isteniliyor ise, o konu ile ilgili ayetlerin tamamının ve Kur'an bütünlüğünün dikkate alınması gerekmektedir.
Başörtüsünün Kur'an'da olmadığı konusundaki yaklaşımlarda yapılan yanlış, bu kitabın binlerce yıllık insanlık tarihinin bireyleri olan ve o tarihin getirdiği sosyokültürel birikimleri ile hayatlarını sürdüren insanlara indiğini dikkate almamaktan kaynaklanmaktadır. Kadının ve erkeğin örtünmesinin fıtrattan gelen bir özellik olduğu hesaba katılarak yapılmaya çalışılan yaklaşımlar, bizleri daha doğru sonuca götürecektir.
Kur'an hayat sahasına ilk defa inen, yaşadığı dünyada ne yapacağından, nasıl yaşayacağından habersiz bir topluma inmemiştir. Örtünmenin insan fıtratından gelen bir özellik olduğunu bilen, kadını ve erkeği ile örtülü gezen bir topluma inmiştir. Bu toplumun kadınları da Arap dilinde Hımar olarak isimlendiren bir örtü kullanarak başlarını örtmekteydiler. Bu durumu Nur s 31. ayetinden anlamak mümkündür. Çünkü bu ayet kadınlara başlarını örtmelerini değil, başlarını örtmekte kullandıkları kumaşı nasıl kullanmaları gerektiği yönünde hatırlatmada bulunmaktadır.
Nur s. 31. ayetinde geçen Humurihinne kelimesinin kökü olan El Hamru, Bir nesneyi örtmek gizlemek, saklamak anlamındadır. Hımar, örtünmede ve gizlemede kullanılan bir şeye verilen isim olarak kadınların başlarını örtme ve gizlemede kullandıkları örtünün ismi olmuştur. Nur s. 31. ayetindeki, Baş örtülerini yakalarının üzerine koysunlar şeklindeki emirden, bu emre muhatap olan kadınların başlarının örtülü olduğu, veya başlarını örtmek için kullandıkları objeye bu ismi verdiklerini anlayabiliriz.
Kur'an'ın böyle bir arka plan dahilinde, zaten başlarını örten kadınlara, Başınızı örtün şeklinde bir emir vermesi beklenemez. Kur'an'da başı örtme emri bulamadıklarını iddia edenler, eğer bu durumu dikkate almış olsalardı, böyle bir emrin olmasının zaten gerekmediğini anlayabilir, kadınların başlarını örtmelerinin, fıtratlarının gereği olduğunu, bu konudaki ayetin ise, var olan ve bilinen başörtüsü konusunda bir hatırlatma yapmış olduğunu düşünebilirlerdi.
Örtünmenin fıtri olduğu, çıplaklığın arızi olduğu ilk insandan beri bilinmektedir. Kur'an'ın insanlara Çıplak gezmeyin , giyinik gezin şeklinde bir emir vermemesinin sebebi, insanların zaten giyinik gezmelerindendir. Kur'an'da başörtüsü emri olmadığını ileri süren kadın veya erkekler, acaba giyinik gezmeleri gerektiğine dair olan emri Kur'an'ın hangi ayetinden almaktadırlar?.
Bu yazıyı yazma amacımız, başta söylediğimiz gibi, başörtüsünü ispatlamaya çalışmak değil, bu konuda yapılan yöntem yanlışlığına dikkat çekmek idi. Kişisel kanaat olarak, Ahzab s. 59. ayetini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, kadınların ev içindeki kıyafetleri ile dışarı çıkmamaları gerektiği, dışarı çıkarken Arapların Cilbab olarak bildikleri, yabancı bakışların dikkat çekmediği başı da örten dış elbiselerini almalarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
Kimseyi başını örtmediği gerekçesi ile kınama veya tahkir amacımız olmadığını hatırlatarak, başını örtmeyen kimselerin ise gerekçe olarak Kur'an'ın böyle bir emri olmadığını iddialarını yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ederiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Mayıs 2017 Cumartesi
Tevbe s. 41. Ayetindeki Hifafen ve Sikalen Kelimelerinin Anlamını Bağlamından Tesbit Etmek
Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir kelimenin birden fazla anlama, birden fazla kelimenin ise tek anlama gelmesi söz konusudur. Tefsir de bu duruma Vücuh ve Nezair adı verilmekte, ve bu türden örnekler Kur'an içinde bulunmaktadır. Birden fazla anlama sahip olan bir kelimenin hangi anlamda kullanılmış olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlama dikkat edilerek anlaşılabilir.
Tevbe s. 41. ayetine baktığımızda, bu ayet içinde geçen Hifafen ve Sikalen kelimelerinin birbirinden farklı anlamlarda çevrildiği görülecektir. Yapılan bu çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlam dikkate alınarak tespit edilebilir.
İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh(sebîlillâhi), zâlikum hayrun lekum in kuntum ta´lemûn(ta´lemûne). |
Bu ayetin çevirilerine baktığımızda şu şekilde çevrildiğini görmekteyiz;
[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda
mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.
[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız,
Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır.
[009.041] [DV] (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın,
mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin
için daha hayırlıdır.
[009.041] [E0] Sizler gerek sebükbar ve gerek ağırlıklı olarak seferber olunuz
ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd ediniz, eğer bilir takımdan
iseniz bu sizin için hayırdır.
Bu ayetin böyle farklı çevirilere sahip olmasına sebep olan kelime, ayet içindeki Hifafen ve Sikalen kelimeleridir. Bu kelimelerin çevirilerinin hangisinin daha isabetli olabileceğini ise, Tevde s. 38. ayetinden itibaren okumaya başladığımızda anlamak mümkündür.
Yâ eyyuhellezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilel ard(ardi), e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhireh(âhireti), fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhireti illâ kalîl(kalîlun). |
[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!»
denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi
ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.
Sekale; Ağırlık anlamında kullanılan bir kelimedir. Kişinin bir işi yapmaktaki isteksizliği de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelimenin karşıtı ise Hiffetün olup, bir işi yapmaktaki isteklilik te bu kelime ile ifade edilmektedir.
Tevbe s. 41. ayetinde geçen Sikalen kelimesinden türeyen bir başka kelime, 38. ayet içinde de geçmektedir. 38. ayet içinde bu kelime, bir işi yapmaktaki isteksizlik yani savaşa gitmekten hoşlanmamak, dünya hayatına meyletmek anlamında kullanmaktadır. 41. ayet içinde geçen kelimenin anlamı, bu ayet içindeki anlam ile yakından alakalıdır.
[009.039] Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak
yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız.
Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım
etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar
mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun
üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla
desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise
en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Ayetleri bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, 41. ayet içinde geçen iki kelimeye anlam isabetli bir verilmesi için, 38. ayette geçen anlamın dikkate alınması gerekmektedir. 38. ayet içinde bu kelimenin, bir işi yapmakta isteksiz olmak anlamında kullanılması, ikinci kelimenin de onun karşıt anlamlısı olduğu dikkate alınarak, bir işi yapmakta istekli olmak anlamında kullanılmasını gerektirdiğini söyleyebiliriz.
Buna göre Tevbe s. 41. ayetinde geçen Hifafen, bir işi yapmakta istekli olmayı, Sikalen ise bir işi yapmakta istekli olmamayı ifade etmek olarak çevrilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.
[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
Yukarıda verdiğimiz ayet çevirilerinin bağlam gözetilerek, isteklilik ve isteksizliği ifade eden bir anlam verilerek çevrildiğini, dolayısı ile bu anlamı dikkate alan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Mayıs 2017 Cuma
Tevbe s. 40. Ayeti: Üzülme Allah Bizimledir Diyen Resulün, Üzülme Gavslar Kutuplar Bizimledir Diyen Ümmeti
Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçileri ve kitapları aracılığı ile, insanlara kendisinden başkasının İlah ve Rab olarak tanımayan bir hayat sürmelerini hatırlatmış, bu hatırlatmalara kulak asmayanları ise ebedi cehennem ile tehdit etmiştir. Kuran içindeki bir çok kıssa ile, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatı içinde nasıl yer bulduğunu canlı örneklerle göstererek, bu toplumların dünya hayatındaki feci akıbetlerini bildirerek, aynı sona uğramamamız için bizleri uyarmıştır.
Bunca uyarıya rağmen şirk bir çok Müslümanın hayatında yer bulmuş, özellikle tasavvuf merkezli İslam anlayışının temelini bu kavram dahilinde yapılan yanlışlar oluşturmuştur. Tasavvuf merkezli din anlayışında temel nokta, ölü veya diri kişilerden medet beklemek şeklinde gerçekleşmektedir. Şirk olgusu tasavvuf içinde öyle kemikleşmiş bir hal almıştır ki, tevhidin dışlandığı, şirk'in hakim olduğu bir anlayış Gerçek Din bu dur şeklinde insanlara sunulmaktadır.
Abdülkadir Geylani ismi, bu noktada zirve yapmış bir isim olarak tasavvuf merkezli şirk anlayışının merkezine oturtulmuş, Yetişşşşş Yaaaa Geylaniiiii denildiğinde her ne olunursa olunsun müritlerinin yardımına koştuğu inancı yerleştirilmiştir. Bizlere her konuda örnek olması gereken Muhammed (a.s) ın başı dara düştüğünde ne yaptığı masal haline getirilerek insanlara anlatılmak sureti ile, asıl önemli olan Allah'ın kullarına olan yardımı atlanmıştır.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına «Üzülme Allah bizimledir.» diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 40. ayeti, Muhammed (a.s) Mekke'den Medine'ye hicret ederken saklandığı mağaradaki bir olayı anlatmaktadır. Mağarada sıkıntılı anlar geçiren Muhammed (a.s) ve arkadaşı, sığınılacak tek mercinin Allah (c.c) den başkası olmadığını bilerek arkadaşına Üzülme Allah bizimledir diyerek ona moral vermektedir. Muhammed (a.s) ın bu sözü, başı dara düşenlerin kimden yardım istemeleri gerektiği konusunda çok önemli mesajlar vermektedir.
[001.005] Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.
Namazlarda defalarca tekrar edilen bu ayet, maalesef bir çok Müslümanın hayatında yer bulmamakta, başı dara düşene tabi oldukları Gavsların ve Kutupların yardım edeceği inancı yerleştirilerek, şirk batağının tam ortasına düşürülmüştür. Abdülkadir Geylani'yi çağırmak için icat edilmiş duaların bile olması, şirk maskaralığının nasıl zirve yaptığının bir göstergesidir.
Bu noktada adı geçen bu isimlerin yardımının Allah'ın izni ile olduğu gibi ortaya atılacak iddia ve itirazlar, yine şirk inancını savunmak anlamına gelmekten öteye geçmeyecektir. Hiç bir kulu ile yetki paylaşımı yapmayacağını, kullarına kendisine dua ettiklerinde icabet edeceğini bildiren Rabbimiz, neden bazı kullarını araya sokarak ondan yardım talep etmemizi istesin?. Bir çok Kur'an ayeti, Allah ile kul arasına sokulan aracıların insanları şirke düşürdüğünü haber vermek sureti ile bizleri bunlardan men etmektedir.
[039.003] [E0] İyi bil ki Allahındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım veliylere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ıbadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şübhe yok ki Allah onların aralarında ıhtilâf edip durdukları şeyde hukmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz
Buradan, Gavs, Kutup, Şeyh lakaplı ölü veya diri olan insanların başı dara düşenlere Yetişşş yaaa ........ denildiğinde yetiştiğine inanan, ve böyle nidalarla seslenerek yardım isteyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
Sizlere Gerçek Din bu dur diyerek, başınız dara düştüğünüzde bazı kimselerden medet istenilebileceğini söyleyen kimseler, sizlere yalan söylemektedirler. Eğer böyle bir yol doğru ve gerçek olsaydı, Muhammed (a.s) hiç çalışmaz, çabalamaz oturduğu yerden her şeyi halledebilirdi. Mekke ile Medine arasında günlerce yol kat etmez, sıkıntılar çekmez bir anda uçar ve Medine'ye varırdı.
İşin kötüsü, içinde bulunduğunuz ve doğru zannettiğiniz inanç, apaçık bir şirk inancı olup, hayatta iken tevbe edip dönülmediği takdirde, ahiretteki karşılığın ebedi cehennem olduğunu gördüğünüz anda, geri dönüş artık mümkün olmayacaktır. Amacımız, bu düşüncelere sahip olanları Kafir, Müşrik olarak tekfir ve tahkir etmek değildir. Amacımız, içinde bulunduğunuz yanlışa dikkat çekerek şirk işlemekten dönmenize vesile olmaya çalışmaktır.
[032.012] Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken bir görsen!
[023.099-100] Onlardan birine ölüm gelince: «Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim» der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.
Rabbimiz bizleri, hayatta iken yaptıklarından pişmanlık duyarak, dünyaya geri dönmek isteyen kullarından kılMAsın.
Bunca uyarıya rağmen şirk bir çok Müslümanın hayatında yer bulmuş, özellikle tasavvuf merkezli İslam anlayışının temelini bu kavram dahilinde yapılan yanlışlar oluşturmuştur. Tasavvuf merkezli din anlayışında temel nokta, ölü veya diri kişilerden medet beklemek şeklinde gerçekleşmektedir. Şirk olgusu tasavvuf içinde öyle kemikleşmiş bir hal almıştır ki, tevhidin dışlandığı, şirk'in hakim olduğu bir anlayış Gerçek Din bu dur şeklinde insanlara sunulmaktadır.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına «Üzülme Allah bizimledir.» diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
Tevbe s. 40. ayeti, Muhammed (a.s) Mekke'den Medine'ye hicret ederken saklandığı mağaradaki bir olayı anlatmaktadır. Mağarada sıkıntılı anlar geçiren Muhammed (a.s) ve arkadaşı, sığınılacak tek mercinin Allah (c.c) den başkası olmadığını bilerek arkadaşına Üzülme Allah bizimledir diyerek ona moral vermektedir. Muhammed (a.s) ın bu sözü, başı dara düşenlerin kimden yardım istemeleri gerektiği konusunda çok önemli mesajlar vermektedir.
[001.005] Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.
Namazlarda defalarca tekrar edilen bu ayet, maalesef bir çok Müslümanın hayatında yer bulmamakta, başı dara düşene tabi oldukları Gavsların ve Kutupların yardım edeceği inancı yerleştirilerek, şirk batağının tam ortasına düşürülmüştür. Abdülkadir Geylani'yi çağırmak için icat edilmiş duaların bile olması, şirk maskaralığının nasıl zirve yaptığının bir göstergesidir.
Bu noktada adı geçen bu isimlerin yardımının Allah'ın izni ile olduğu gibi ortaya atılacak iddia ve itirazlar, yine şirk inancını savunmak anlamına gelmekten öteye geçmeyecektir. Hiç bir kulu ile yetki paylaşımı yapmayacağını, kullarına kendisine dua ettiklerinde icabet edeceğini bildiren Rabbimiz, neden bazı kullarını araya sokarak ondan yardım talep etmemizi istesin?. Bir çok Kur'an ayeti, Allah ile kul arasına sokulan aracıların insanları şirke düşürdüğünü haber vermek sureti ile bizleri bunlardan men etmektedir.
[039.003] [E0] İyi bil ki Allahındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım veliylere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ıbadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şübhe yok ki Allah onların aralarında ıhtilâf edip durdukları şeyde hukmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz
Buradan, Gavs, Kutup, Şeyh lakaplı ölü veya diri olan insanların başı dara düşenlere Yetişşş yaaa ........ denildiğinde yetiştiğine inanan, ve böyle nidalarla seslenerek yardım isteyenlere bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
Sizlere Gerçek Din bu dur diyerek, başınız dara düştüğünüzde bazı kimselerden medet istenilebileceğini söyleyen kimseler, sizlere yalan söylemektedirler. Eğer böyle bir yol doğru ve gerçek olsaydı, Muhammed (a.s) hiç çalışmaz, çabalamaz oturduğu yerden her şeyi halledebilirdi. Mekke ile Medine arasında günlerce yol kat etmez, sıkıntılar çekmez bir anda uçar ve Medine'ye varırdı.
İşin kötüsü, içinde bulunduğunuz ve doğru zannettiğiniz inanç, apaçık bir şirk inancı olup, hayatta iken tevbe edip dönülmediği takdirde, ahiretteki karşılığın ebedi cehennem olduğunu gördüğünüz anda, geri dönüş artık mümkün olmayacaktır. Amacımız, bu düşüncelere sahip olanları Kafir, Müşrik olarak tekfir ve tahkir etmek değildir. Amacımız, içinde bulunduğunuz yanlışa dikkat çekerek şirk işlemekten dönmenize vesile olmaya çalışmaktır.
[032.012] Suçluları Rablerinin huzurunda, başları öne eğilmiş olarak: «Rabbimiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri çevir de iyi iş işleyelim; doğrusu kesin olarak inandık» derlerken bir görsen!
[023.099-100] Onlardan birine ölüm gelince: «Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim» der. Hayır; bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.
Rabbimiz bizleri, hayatta iken yaptıklarından pişmanlık duyarak, dünyaya geri dönmek isteyen kullarından kılMAsın.
4 Mayıs 2017 Perşembe
Tevbe s. 30. Ayeti: Üzeyr ve İsa'yı Allah'ın Oğlu, Muhammed'i Allah'ın Habibi Yapan Yahudi Hristiyan ve Müslümanlar
Kur'an'daki bazı ayetler, Yahudi ve Hristiyanların yapmış olduğu bazı yanlışlara dikkatimizi çekmektedir. Kur'an'ın, bu toplulukların yaptıkları yanlışlara dikkatimiz çekme sebeplerinden birisi, o yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaya yöneliktir.
[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.
Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.
İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.
Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.
Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler.
Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.
[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.
Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.
Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.
Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.
Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir.
Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.
[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.
Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.
Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir.
Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.
Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.
İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.
Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.
Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler.
Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.
[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.
Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.
Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.
Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.
Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir.
Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.
[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.
Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.
Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir.
Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Mayıs 2017 Salı
Al-i İmran s.103. ve Enfal s. 63. Ayetleri: Vahyin Kalpleri Birleştirmesi
Aynı inanç ve düşünce etrafında buluşan insanların, sahip oldukları inanç ve düşüncenin devam etmesi, birbirleri ile olan bağlılıklarını ile yakından alakalıdır. Birbirleri ile bağları kuvvetli olmayan, birbirleri ile aralarında düşmanlıklar oluşan toplulukların, ayakta kalması mümkün değildir. Müslüman adı altında birleşen bizlerin, birlik ve beraberliğinin önemini, iman iddiasında olduğumuz kitap bir çok yerinde vurgulayarak, ayakta kalmamızın bu şekilde mümkün olacağını hatırlatmaktadır.
Bu yazımızda, Al-i İmran ve Enfal surelerindeki iki ayet üzerinden, vahyin birleştirici fonksiyonunu ve bu ayetler karşısında bizlerin bugünkü durumu hakkında tefekkürde bulunmaya çalışacağız.
[003.103] Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.
[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
[008.063] Ve onların gönüllerini uzlaştıran da. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Ancak Allah, onların arasında birleşmeyi sağladı; çünkü O, güçlüdür, hikmet sahibidir.
Yukarıdaki ayetlerde dikkatimizi çeken önemli bir husus, vahyin ilk muhataplarının daha önce birbirleri ile düşman oldukları, bu düşmanlıklarının sona ermesi için yeryüzünün bütün serveti harcansa bile, bu düşmanlığın sona ermesi için yetmeyeceği belirtilerek, onların kalplerinin vahyin mesajına tabi olmak ile birleştirilmiş olduğu bildirilmektedir.
Vahyin ilk muhatapları olan ashabın birbirleri ile olan düşmanlıklarını, vahiy ile tanışmalarında terk etmeleri, onların vahyi kalplerine sindirmiş olmalarının bir eseridir. Bu ayetlerin anlatılma sebebi, sadece ilk muhatapların vahye karşı olan teslimiyetlerinin övülmesi değil, sonraki gelenlerin birbirlerine karşı takınacakları tutumun öğretilmesi amacına matuftur.
[061.004] Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.
Vahiy, insanları çimento vazife görerek, onları belirli bir amaç etrafında birleştirmiştir. Bu amaca ulaşmak için her türlü düşmanlığın bir tarafa bırakılmasının şart olduğu şuuruna vakıf olan ilk muhataplar, Mekke'ye giden yola bu şekilde ulaşmışlardır. Fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında eski düşmanlıkların yeniden depreşmesi ile yeniden düşman hale gelen Müslümanların birbirleri ile olan savaşları halen sürmektedir.
İlk muhataplara inen vahyin içeriğinin aynı şekilde bizler tarafından okunduğu halde, bizlerin birbirine karşı Evs ve Hazreç'ten daha şiddetli düşman olmamızı nasıl izah edebiliriz?.
Medine'de Muhammed (a.s) tarafından oluşturulan Müslüman topluluğun ortak amacı, Mekke'yi müşriklerin elinden kurtarmak idi. Mekke'nin müşriklerin elinden kurtarılması gereğine inanan bu Müslümanlar, isteklerinin gerçekleşmesi için tek bir hedefte birleşmek gereğine inanmışlar, bu hedeften saptıracak her türlü yolun onları Mekke'nin fethinden alıkoyacağını idrak etmişlerdi.
Haşr s. 10. ayetinde , "Kalbimizde müminlere karşı kin bırakma" şeklindeki cümle, çok önemli mesajları içinde barındırması açısından dikkate değer bir duadır. İnsanların birbirleri ile herhangi bir sebepten ötürü aralarında husumet olabilir. Ancak onların bu husumeti bir tarafa bırakarak, ortak bir hedef üzerinde birleşmeleri önemlidir. Onların ortak bir hedefte birleşmeleri, aralarında herhangi bir sebepten ötürü oluşmuş olan husumeti tamamen ortadan kaldırmayacağı muhakkaktır. Ancak insanların ortak bir hedefe kilitlenmeleri, onların aralarındaki husumeti bir kenara bırakmaları gereğini doğurmuştur.
Haşr s.10. ayetinde öğretilen duanın önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dua Allah (c.c) den olan isteklerin kul tarafından dile getirilmesi, bu duanın kabulü için de, kulun duasının gereğini hayat içinde yerine getirmeye çalışmasının şart olduğunu dikkate aldığımızda, bizlere böyle bir duanın öğretilmiş olması, bu duanın sözlerinin sadece dil ile ifade edilmesi değil, bu duanın gereğini hayat içinde yerine getirilmesinin gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Yani ortak hedefleri olan insanların birbirleri ile aralarında olan kin ve husumeti artık bir tarafa bırakmaları, onların hedeflerine ulaşmalarında büyük bir öneme haizdir.
Bugüne gelecek olursak, dün Mekke'nin şirk unsurlarından arındırılması gibi bir ortak hedefi olan insanların, bu hedeflerine ulaşmak için vahyin birleştiriciliğine yapışmaları, onların başarıya ulaşmalarından en büyük faktör olmuştur. Fakat bugünkü Müslümanların yaşadıkları toprakları şirk unsurlarından arındırmak gibi bir ortak hedefleri dahi maalesef bulunmamaktadır. Ortak hedefleri olmayan toplulukların, ortak düşmanları olması gibi bir durum ortadan kalkarak, birbirlerine düşman olmaları söz konusudur.
Bugün bir çok fırka ve hizbe bölünmüş olan Müslümanların, Ortak Hedef diye bir terim lügatlerindan kalkmış, her fırka ve hizip kendisine taraftar toplamak gibi bir hedefe odaklanmıştır. Kendi fırka ve hizbini büyültmek hedefine odaklanan kimseler, karşı fırka ve hizipleri düşman olarak görerek, onları yok etmek gibi bir misyonu yüklenmiş, bu durum ise biz Müslümanları içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Kur'an'a gerçek olarak yönelmek demek, Allah (c.c) nin bizlere kul olarak neler yüklemiş olduğunu bu kitap içinden öğrenmek anlamına gelmelidir. Din tamamen Allah'ın olana ve fitneyi yeryüzünden kaldırana kadar mücadele içinde olması gereken bizler (Bakara s. 193- Enfal s. 89), bu emrin gereğini Muhammed (a.s) ve beraberindeki ashabının nasıl yerine getirdiğinin örneklerini içselleştirerek, aynı görevi onların bıraktığı yerden devam ettirmek zorundayız.
Fırka ve hizip taassubunun bir kenara atılarak asli göreve odaklanmak, ve bu göreve odaklanabilmek için mevcut olan husumeti bir kenara bırakmak atılacak ilk adım olmalıdır. Ancak Müslümanların büyük bir kısmının, Kur'an'ın en tepe kavramı olan Şirk'in hayat içinde nasıl yer bulduğunu bilmemeleri, hatta bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürdürmeleri, önümüzdeki en büyük engeldir. Bu engelin kalkması için vahyin belirleyici olması gerektiğine dair düşüncenin önündeki engel, yine biz Müslümanlardan başkası değildir. Din adına sahip oldukları düşünceleri, başka kitap ve kişilerden alan bir çok Müslüman doğru yolda olduklarını zannederek, hayatlarından memnun bir halde yaşamaktadırlar.
Vahyin öncelikle bizlere Müslüman kardeşimize nasıl davranmamız gerektiğini öğütleyen ayetlerin öğrenilmesi ve hayata geçirilmesi, atılması gereken ilk adımlardandır. Fetih s. 29. ayetinde "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" cümlesi, hayat içinde pratiğe geçerek, düşman olarak bildiğimiz insanların bizden farklı fırka ve hiziplere mensup olan Müslümanlar olmaktan çıkarılması şarttır.
Müslüman olmak demek, Allah'a kul olmak sözü vermek anlamına gelmekte olup, İsrailoğullarının verdikleri bu sözden caymaları, ve bu yüzden başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler, bizlere masal olsun diye anlatılmamaktadır. Verdikleri sözü yerine getirmeyenlerin dünya ve ahirette başlarına neler geleceği, İsrailoğulları örneği üzerinden yaşanmış şekilde bizlere anlatılmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız her türlü zorluğun sebebini, Allah'a verdiğimiz sözü bozmuş olmamızda aramak yanlış olmayacaktır.
[049.010] Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.
Bugün Kur'an'ın birleştirici bir kitap olduğu ortaya atıldığında, bazı kimseler tarafından itiraz olarak, Kur'an'ı öne çıkaran insanların bile kendi aralarında bölük pörçük olduğu gerçeği öne çıkarılmaktadır. Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların da kendi aralarında bölünmüş olması bir realite olması, bu bölünmüşlüğün sebebinin Kur'an olduğunu göstermez. Aynı kitaba iman eden Evs ve Hazreç kabilelerine mensup olan insanların, düşmanlıklarını bir kenara bırakarak birbiri ile kardeş olmaları bunun canlı şahididir. Bugün bizlerin her türlü kin ve husumeti bir kenara atmaktan, aramızda yeniden kardeşlik hukuku oluşturmaktan alıkoyan acaba nedir?.
Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların bölünmüşlüklerinin sebebi, yine kendileri olup, okudukları vahyin onlara gösterdiği ortak hedefi anlayamamış olmalarıdır. Müslümanlar olarak yeniden ortak hedefler ortaya koymadıkça, bu hedefler etrafında aramızdaki her türlü husumeti bir kenara bırakmadıkça, din adına yaptıklarımız sadece yeşillik olsun kabilinden oyalanmalar olmaya mahkum olacak, ve bu durum bizim zillet içinde kalmamızın devamından öte bir işe yaramayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda, Al-i İmran ve Enfal surelerindeki iki ayet üzerinden, vahyin birleştirici fonksiyonunu ve bu ayetler karşısında bizlerin bugünkü durumu hakkında tefekkürde bulunmaya çalışacağız.
[003.103] Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.
[008.062] Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allah sana kâfidir. O, seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir.
[008.063] Ve onların gönüllerini uzlaştıran da. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Ancak Allah, onların arasında birleşmeyi sağladı; çünkü O, güçlüdür, hikmet sahibidir.
Yukarıdaki ayetlerde dikkatimizi çeken önemli bir husus, vahyin ilk muhataplarının daha önce birbirleri ile düşman oldukları, bu düşmanlıklarının sona ermesi için yeryüzünün bütün serveti harcansa bile, bu düşmanlığın sona ermesi için yetmeyeceği belirtilerek, onların kalplerinin vahyin mesajına tabi olmak ile birleştirilmiş olduğu bildirilmektedir.
Vahyin ilk muhatapları olan ashabın birbirleri ile olan düşmanlıklarını, vahiy ile tanışmalarında terk etmeleri, onların vahyi kalplerine sindirmiş olmalarının bir eseridir. Bu ayetlerin anlatılma sebebi, sadece ilk muhatapların vahye karşı olan teslimiyetlerinin övülmesi değil, sonraki gelenlerin birbirlerine karşı takınacakları tutumun öğretilmesi amacına matuftur.
[061.004] Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.
Vahiy, insanları çimento vazife görerek, onları belirli bir amaç etrafında birleştirmiştir. Bu amaca ulaşmak için her türlü düşmanlığın bir tarafa bırakılmasının şart olduğu şuuruna vakıf olan ilk muhataplar, Mekke'ye giden yola bu şekilde ulaşmışlardır. Fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında eski düşmanlıkların yeniden depreşmesi ile yeniden düşman hale gelen Müslümanların birbirleri ile olan savaşları halen sürmektedir.
İlk muhataplara inen vahyin içeriğinin aynı şekilde bizler tarafından okunduğu halde, bizlerin birbirine karşı Evs ve Hazreç'ten daha şiddetli düşman olmamızı nasıl izah edebiliriz?.
Medine'de Muhammed (a.s) tarafından oluşturulan Müslüman topluluğun ortak amacı, Mekke'yi müşriklerin elinden kurtarmak idi. Mekke'nin müşriklerin elinden kurtarılması gereğine inanan bu Müslümanlar, isteklerinin gerçekleşmesi için tek bir hedefte birleşmek gereğine inanmışlar, bu hedeften saptıracak her türlü yolun onları Mekke'nin fethinden alıkoyacağını idrak etmişlerdi.
Haşr s. 10. ayetinde , "Kalbimizde müminlere karşı kin bırakma" şeklindeki cümle, çok önemli mesajları içinde barındırması açısından dikkate değer bir duadır. İnsanların birbirleri ile herhangi bir sebepten ötürü aralarında husumet olabilir. Ancak onların bu husumeti bir tarafa bırakarak, ortak bir hedef üzerinde birleşmeleri önemlidir. Onların ortak bir hedefte birleşmeleri, aralarında herhangi bir sebepten ötürü oluşmuş olan husumeti tamamen ortadan kaldırmayacağı muhakkaktır. Ancak insanların ortak bir hedefe kilitlenmeleri, onların aralarındaki husumeti bir kenara bırakmaları gereğini doğurmuştur.
Haşr s.10. ayetinde öğretilen duanın önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dua Allah (c.c) den olan isteklerin kul tarafından dile getirilmesi, bu duanın kabulü için de, kulun duasının gereğini hayat içinde yerine getirmeye çalışmasının şart olduğunu dikkate aldığımızda, bizlere böyle bir duanın öğretilmiş olması, bu duanın sözlerinin sadece dil ile ifade edilmesi değil, bu duanın gereğini hayat içinde yerine getirilmesinin gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Yani ortak hedefleri olan insanların birbirleri ile aralarında olan kin ve husumeti artık bir tarafa bırakmaları, onların hedeflerine ulaşmalarında büyük bir öneme haizdir.
Bugüne gelecek olursak, dün Mekke'nin şirk unsurlarından arındırılması gibi bir ortak hedefi olan insanların, bu hedeflerine ulaşmak için vahyin birleştiriciliğine yapışmaları, onların başarıya ulaşmalarından en büyük faktör olmuştur. Fakat bugünkü Müslümanların yaşadıkları toprakları şirk unsurlarından arındırmak gibi bir ortak hedefleri dahi maalesef bulunmamaktadır. Ortak hedefleri olmayan toplulukların, ortak düşmanları olması gibi bir durum ortadan kalkarak, birbirlerine düşman olmaları söz konusudur.
Bugün bir çok fırka ve hizbe bölünmüş olan Müslümanların, Ortak Hedef diye bir terim lügatlerindan kalkmış, her fırka ve hizip kendisine taraftar toplamak gibi bir hedefe odaklanmıştır. Kendi fırka ve hizbini büyültmek hedefine odaklanan kimseler, karşı fırka ve hizipleri düşman olarak görerek, onları yok etmek gibi bir misyonu yüklenmiş, bu durum ise biz Müslümanları içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Kur'an'a gerçek olarak yönelmek demek, Allah (c.c) nin bizlere kul olarak neler yüklemiş olduğunu bu kitap içinden öğrenmek anlamına gelmelidir. Din tamamen Allah'ın olana ve fitneyi yeryüzünden kaldırana kadar mücadele içinde olması gereken bizler (Bakara s. 193- Enfal s. 89), bu emrin gereğini Muhammed (a.s) ve beraberindeki ashabının nasıl yerine getirdiğinin örneklerini içselleştirerek, aynı görevi onların bıraktığı yerden devam ettirmek zorundayız.
Fırka ve hizip taassubunun bir kenara atılarak asli göreve odaklanmak, ve bu göreve odaklanabilmek için mevcut olan husumeti bir kenara bırakmak atılacak ilk adım olmalıdır. Ancak Müslümanların büyük bir kısmının, Kur'an'ın en tepe kavramı olan Şirk'in hayat içinde nasıl yer bulduğunu bilmemeleri, hatta bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürdürmeleri, önümüzdeki en büyük engeldir. Bu engelin kalkması için vahyin belirleyici olması gerektiğine dair düşüncenin önündeki engel, yine biz Müslümanlardan başkası değildir. Din adına sahip oldukları düşünceleri, başka kitap ve kişilerden alan bir çok Müslüman doğru yolda olduklarını zannederek, hayatlarından memnun bir halde yaşamaktadırlar.
Vahyin öncelikle bizlere Müslüman kardeşimize nasıl davranmamız gerektiğini öğütleyen ayetlerin öğrenilmesi ve hayata geçirilmesi, atılması gereken ilk adımlardandır. Fetih s. 29. ayetinde "Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" cümlesi, hayat içinde pratiğe geçerek, düşman olarak bildiğimiz insanların bizden farklı fırka ve hiziplere mensup olan Müslümanlar olmaktan çıkarılması şarttır.
Müslüman olmak demek, Allah'a kul olmak sözü vermek anlamına gelmekte olup, İsrailoğullarının verdikleri bu sözden caymaları, ve bu yüzden başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetler, bizlere masal olsun diye anlatılmamaktadır. Verdikleri sözü yerine getirmeyenlerin dünya ve ahirette başlarına neler geleceği, İsrailoğulları örneği üzerinden yaşanmış şekilde bizlere anlatılmaktadır. Bugün Müslümanlar olarak yaşadığımız her türlü zorluğun sebebini, Allah'a verdiğimiz sözü bozmuş olmamızda aramak yanlış olmayacaktır.
[049.010] Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.
Bugün Kur'an'ın birleştirici bir kitap olduğu ortaya atıldığında, bazı kimseler tarafından itiraz olarak, Kur'an'ı öne çıkaran insanların bile kendi aralarında bölük pörçük olduğu gerçeği öne çıkarılmaktadır. Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların da kendi aralarında bölünmüş olması bir realite olması, bu bölünmüşlüğün sebebinin Kur'an olduğunu göstermez. Aynı kitaba iman eden Evs ve Hazreç kabilelerine mensup olan insanların, düşmanlıklarını bir kenara bırakarak birbiri ile kardeş olmaları bunun canlı şahididir. Bugün bizlerin her türlü kin ve husumeti bir kenara atmaktan, aramızda yeniden kardeşlik hukuku oluşturmaktan alıkoyan acaba nedir?.
Kur'an'ı öne çıkardıklarını iddia eden insanların bölünmüşlüklerinin sebebi, yine kendileri olup, okudukları vahyin onlara gösterdiği ortak hedefi anlayamamış olmalarıdır. Müslümanlar olarak yeniden ortak hedefler ortaya koymadıkça, bu hedefler etrafında aramızdaki her türlü husumeti bir kenara bırakmadıkça, din adına yaptıklarımız sadece yeşillik olsun kabilinden oyalanmalar olmaya mahkum olacak, ve bu durum bizim zillet içinde kalmamızın devamından öte bir işe yaramayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)