27 Eylül 2017 Çarşamba

Adem İle Eşinin Cennette Yerleştirilmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Adem ve İblis kıssasının, yaratılmış bütün insanları direk olarak ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle, Kur'an içindeki kıssaların en önemlisi (diğer kıssaların önemsiz olduğunu iddia etmediğimizi hatırlatmak isteriz) olduğunu söyleyebiliriz. Kıssa içinde geçen Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi ile ilgili olarak tefsirlerde tartışılan konulardan bir tanesi de, onların yerleştikleri cennetin nerede olduğu yönündedir. 

Bu gibi soruların, kıssayı anlamaktan daha çok anlamamayı, yani kıssadan hisse alamamayı beraberinde getirmesi bakımından vakit kaybından başka bir şey olmadığını düşünmekteyiz. Halbuki, Bu kıssa bize dönük ne gibi mesajlar içeriyor olabilir? sorusu sorularak, bu sorunun cevabı aranmaya çalışılmış olsa idi, bu gibi soruların cevaplarını aramaya çalışmakla vakit kaybedilmeyerek kıssadan hisse alınması mümkün olabilirdi.

Biz bu yazımızda, Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesi bize dair neler söylemektedir? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. Bu sorunun cevabını bulabilmek için, Bakara s. içindeki kıssada geçen Ademin yaratılışı ile ilgili ayetler, bize yol gösterecektir.

[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.

Bakara s. 30 ayetinde geçen Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? cümlesi, fıtratına uygun davranmayan insanın bozguncu yönünü göstermesi bakımından dikkat çekici bir cümledir.

[002.031] Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: «Eğer doğru sözlüler iseniz, bunları bana isimleriyle haber verin» dedi.

Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesini, İnsanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan doğuştan sahip olduğu tüm fıtri bilgi ve yetenekler olarak okumak mümkündür.

[002.032] Dediler ki: «Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hakim'sin».

Bu ayette meleklerin söylediği "Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur" cümlesi. Bilginin öğrenilmesi gereken adresi göstermesi açısından önemli bir cümledir. Alim ve Hakim olan Allah'ın öğrettiği bilgiden başka bilgiler ve öğreticiler aramak, arayanları hüsrana düşürecektir. Kıssada Adem'in düştüğü yanlış, Allah'ın kendisine öğrettiği bilgiyi terk ederek, Şeytanın iğvasını tercih etmiş olmasıdır.

[002.033] (Allah:) «Ey Adem, bunları onlara isimleriyle haber ver» dedi. O da, bunları onlara isimleriyle haber verince, (Allah) dedi ki: «Size demedim mi, göklerin ve yerin gaybını gerçekten ben bilirim, gizli tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da ben bilirim.»

Ademin isimleri haber vermesi, bu isimleri öğrendiğini göstermektedir. Bu durum bize bütün insanların yaşamlarında doğru biçimde ilerlemelerini sağlayacak olan bilgiler ile mücehhez olduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda Allah'ın Ademi yaratacağı zaman meleklerin, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" şeklindeki itirazlarının yersiz olduğu, Ademe Allah'ın kan dökücülüğü ve fesat çıkarıcılığı öğretmediği anlaşılmaktadır. 

Bu noktada, İnsan fesadı ve kan dökücülüğü Allah'tan öğrenmedi ise o zaman kimden öğrendi? sorusu akla gelecek, bu sorunun cevabı ise kıssa içinde önemli bir aktör olan İblis'in ağzından dökülen insana ne gibi kötülükler yapacağını vaat eden sözlerden öğrenilebilecektir.

Bundan sonraki olaylar, Adem'in şahsında yaşamı için gerekli olan fıtri bilgileri donanmış olan insanın, mükellef bir varlık olarak hayat sahasına atılması, ve bu yolda önüne çıkan en büyük engel olan Şeytan tarafından nasıl tökezlenebileceğini gösterecektir.

[002.034] Meleklere, «Adem'e secde edin» demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkar edenlerden oldu.

Tüm meleklerin Adem'e secde etme emrine karşı gelen İblisin, secde etmeme gerekçesini ve kendisine mühlet verildiği takdirde insana ne gibi kötülükler yapabileceğini, bu kıssanın geçtiği diğer suredeki ayetlerde görmekteyiz. Şeytan artık bundan sonra insanın kıyamete kadar en büyük düşmanıdır, ve bu düşman insana en büyük kötülüğü onu cennetten çıkararak yapmış, ve halen de yapmakta, kıyamete kadar da yapacaktır.

[002.035] Dedik ki; «Ey Adem, sen ve eşin Cennette yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bolbol yiyiniz, fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.»

Adem yaratılmış, akabinde meleklerin ona secde etmesi emredilmiş, İblis hariç bütün melekler secde etmiş, bundan sonra İblis artık Şeytan olarak anılmaya başlanmış, insana kıyamete kadar düşman olacağını ilan etmiştir. Şeytan Adem'in şahsında bütün insanlar için artık amansız bir düşmandır.

Bakara s. 35. ayetine gelince Allah (c.c) Adem ve eşini bir ağaç haricinde oradaki bütün nimetlerden faydalanabileceklerini söyleyerek cennette yerleştirmiştir. Bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlere bakıldığında yapılan yorumların Adem ile eşinin yerleştirildiği cennetin, ahiretteki cennet mi yoksa dünya üzerindeki bir bahçe mi olduğu tartışılmış, ve bu tartışma halen yapılmaktadır. Biz bu tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı hatta bu tartışmaların gereksiz olduğunu yeniden hatırlatarak, bu yerleştirilmenin bizim için ne ifade edebileceğini düşünmeye çalışacağız.

Allah (c.c) Adem'e isimleri öğretmesini, onun yaşamı içinde ona gerekli olan fıtri bilgilere sahip olması olarak okumak gerektiğini merkeze aldığımızda, Adem ve eşi Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenmiş olan fıtri bilgileri taşıdığı sürece cennette kalacaklardır. Bu durumu bizler için düşündüğümüzde şunları söyleyebiliriz.

Bütün insanlar tıpkı Adem gibi yaşamları içinde kendilerinin doğru yolda yürümelerini sağlayacak olan fıtri bilgileri mücehhez olarak yaratılmışlardır. İnsan şayet hayatı boyunca bu fıtri bilgileri kendisine rehber edinerek hayat yolunda yürüdüğü zaman, bu yolun sonu ebedi cennete varacaktır. Adem ile eşinin cennette yerleştirilmiş olması işte bu durumu ifade etmektedir. Adem ve eşi şayet Allah (c.c) tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayatlarında tatbik ettikleri sürece cennette kalacaklardır. 

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağına çelme takmak için her an tetikte beklemektedir. Ona yüklene fıtri bilgileri ona unutturmak, insanın unuttuğu fıtri bilgiden doğan açığı, kendisinin iğva ettiği bilgi ile doldurmak, onun ana görevidir.

Her insan yaratıldığı andan itibaren potansiyel cennet adayı bir birey olarak doğmaktadır. Allah (c.c) bütün insanların fıtratlarına yükledikleri bilgiyi yaşamları boyunca herhangi bir dış faktörün etkisi altına girmeden pratiğe aktardıkları sürece, sahip oldukları fıtri bilgiler onları cennete taşıyacaktır.

Bakara s. 30. ayetinde geçen insanın yeryüzünde fesat çıkarıcılığı ve kan dökücülüğü, Allah'ın ona öğrettiği isimleri, yani Allah'ın ona öğrettiği doğru fıtri bilgileri kullanmayarak, başkaları tarafından öğretilen isimlere yani fıtratını bozacak bilgilere yönelmesi, insanı fesada ve kan dökücülüğe yöneltmektedir. İnsanın kan dökücü ve fesat çıkarıcı olması, fıtratındaki bilgileri başka bilgiler ile değiştirmek neticesinde meydana gelmektedir.

[002.036] Şeytan oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden çıkardı, onlara «Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz» dedik.

Şeytanın Adem ile eşine ne gibi vesveseler vererek onların ayaklarını cennetten kaydırdığına dair ayetler, kıssanın diğer surelerindedir. Adem ile eşi, şayet Allah tarafından kendilerine öğretilen isimleri hayata geçiren bir yaşam sürmüş olsalardı, böyle bir cezaya çarptırılmayacaklardı. Fakat insanın ebedi düşmanı Şeytan onu hiç bir zaman yalnız bırakmamakta, Allah'ın onlara öğrettiği isimleri, yani fıtri bilgileri unutan bir hayat sürmeleri için, onlara her zaman iğvada bulunmaktadır.

[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Şeytanın iğvası sonucu hata yapan insanın, bu hatasından tevbe ederek dönmesi mümkündür. Adem'in Şeytanın iğvası sonucunda düştüğü hatanın telafisi bu şekilde mümkün olmuştur. İnsan şayet yaşadığı hayat içinde böyle bir hataya düşecek olursa, yaptığı hatadan dönme imkanı bulunmaktadır. 

Allah'ın Adem ile eşine yasakladığı ağaç bizim için ne ifade etmektedir?.

Allah (c.c) Adem ile eşine yasakladığı ağaç, onun bize emrettiği yasakları sembolize etmektedir. Allah kullarının hayatlarına bir takım yasaklar koymak sureti ile müdahale etmekte, onun tarafından konulan bu yasaklar insan tarafından elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda bulunmakta, bu yasaklar insan fıtratı ile herhangi bir uyumsuzluk arz etmemektedir. Şeytan insana olan düşmanlığını onlara bu yasakları çiğnetmek sureti ile gerçekleştirmekte, bu yasakları çiğnetirken ise, bu yasakları onlara güzel göstermektedir.

Burada insana düşen görev, Allah (c.c) ona neyi yasaklamış ise, o yasakların delinmesi için yapılan hiç bir tavsiyeye prim vermemesi olmalıdır. Şeytan denilince aklımıza, bizim ayağımızı cennetten kaydırmak için çalışan her türlü kişi, kuruluş, düşünce gibi şeyler geldiği zaman, bu kavramın anlamı daha net anlaşılacaktır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Adem kıssası bütün insanları birebir ilgilendiren bir kıssa olması nedeniyle hepimizi yakından ilgilendirmektedir. Onun ve eşinin cennete yerleştirilmesi, insanın doğuştan sahip olduğu fıtri bilgileri kullanan bir hayat sürdüğü takdirde potansiyel bir cennet adayı olması anlamına gelmektedir.

Ancak Şeytan bu noktada devreye girmekte, insanın ayağını cennetten kaydırmak amacı ile ona her türlü iğvayı yapmaya çalışmaktadır. Şeytanın iğvasına kapılan insan için bu hatasından dönme imkanı bulunmakta, tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olmaktadır.

Adem ile eşinin cennette yerleştirilmesini hangi cennette yerleştirilmiş olabileceği üzerinden yapılan tartışmalar, kıssanın bize dair ne gibi mesajları olabileceğini anlamaktan uzak tartışmalar olması nedeniyle bu tür kısır tartışmalardan uzak durulması daha doğru olacaktır. 

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


25 Eylül 2017 Pazartesi

Bakara s. 2. Ayetindeki "Zalikel Kitabu" İfadesi Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 2. ayetinde geçen Zalikel Kitabu ifadesi, bütün meallerde Türkçeye,  İşte bu kitap şeklinde çevrilmektedir. Çeviride herhangi bir yanlışlık olduğunu iddia etmemekle birlikte, İşte bu kitap ifadesinin, kitabın iniş süreci içinde Medine'de inen ayetlerden olması, Kur'an'ın iki kapak arasına alınmasının yani bildiğimiz anlamda kitaplaşmasının, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gerçekleştiğini hesaba kattığımızda, bu ifade bazı kimselerin kafasında soru işaretleri oluşturabilecek, henüz iki kapak arasına alınmamış bir kitap için neden böyle bir ifade kullanıldığının cevabı aranacaktır. 

Yazımızda, bazı kimselerde oluşabilecek bu türden soruların cevabını aramaya çalışacağız.

Bazı kimselerin kafasında oluşabilecek bu türden soruların başta gelen sebebi, Kitap denilince zihnimizde ilk olarak, iki kapak arasına alınmış kağıttan mamul bir materyal şeklinde bir anlamının oluşmuş olmasıdır. Halbuki Arapçada bu kelimenin anlamı sadece bu şekilde değildir. Kelimenin Arap dilindeki anlamını öğrendiğimiz zaman, böyle bir sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

El ketbü: İki deriyi dikmek sureti ile birbirine eklemek.
Ketebtüssiqae: Su tulumunu diktim.
Ketebtül bağlete: Dişi katırın fercinin dudağını (bir halkayla) birleştirdim.

Bu kelime yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılır. Ayrıca bu kelime ağızdan çıkan lafzın birbirine eklenmesi ile ilgili de kullanılmaktadır. Konumuzu aydınlatacak olan nokta, kelimenin bu anlamıdır. Kitap kelimesinin anlamlarından birisini, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler olarak tarif ettiğimiz zaman, Bakara s. 2. ayetinde geçen ibare açıklığa kavuşacaktır.

Kur'an bilindiği üzere Muhammed (a.s) a yazılı olarak değil, sözlü olarak inen bir vahiydir. Yaklaşık 1500 yıl öncesi Medine'ye gidecek olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkacaktır. Bakara s. 2. ayeti olarak bildiğimiz Zalikel Kitabu .............. diye devam eden ayetler, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkarak muhataplarına okunmaktadır. Fakat zalike zamirinin işaret etmiş olduğu kitap Muhammed (a.s) ın elinde yoktur. Bizim anladığımız dilde, bir kimse bize İşte bu kitap şeklinde bir hitapta bulunacak olduğunda, elinde işaret ettiği herhangi bir kitap eğer yoksa ona Hangi kitabı işaret ediyorsun? şeklinde bir soruyu haklı olarak sorarız.

Fakat Medine'deki ilk muhatap olan Araplar, Muhammed (a.s) a böyle bir soru sormamışlardır. Çünkü Kitap kelimesini duyduklarında, bu kelime anlam olarak onların zihninde sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak ifadesini bulmamaktadır. Bakara s. 2. ayetinden önce 1. ayeti olan Elif, Lam, Mim harfleri, İşte bu kitap ifadesinin ne anlama geldiğini onlara anlatmakta idi.

Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan ve Elif, Lam, Mim gibi Arap alfabesinin oluşturduğu harfler ile kurulan kelimeler, kelimelerin oluşturduğu cümleler, cümlelerin oluşturduğu ayetler, bu ayetlerin oluşturduğu sureler, İşte bu kitap ifadesinin Arap zihnindeki anlamını karşılamakta idi. Yani ilk muhataplar bu ifadeyi duyduklarında Hangi kitap? diye bir soru sormaya gerek duymamışlar, bu kelimenin onların zihnindeki anlamını karşılayan, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler anlamı onlara yeterli gelmiştir.

Netice olarak, Bakara s. 2. ayetindeki Zalikel Kitabu ifadesi, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan harflerin birleşmesi ile meydana gelen vahyi ifade etmektedir. Bu bağlamda Kitap kelimesinin bu anlamı, bizlere genel bir kanı olan Kitap verilen elçi, Kitap verilmeyen elçi ayrımının yanlışlığını da ortaya çıkaracaktır. Çünkü bu hataya düşülmesinin en başta gelen sebebi, kitap kelimesinin sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak anlamlandırılmış olmasıdır.

Kur'an'a baktığımızda Allah (c.c) nin gönderdiği beşer elçilerin klasik tarifteki gibi bir kısmının Nebi, bir kısmının ise Resul olduğunu değil, tamamının NEBİ RESUL olduğunu görürüz. Allah (c.c) gönderdiği bütün elçilerine önce vahyederek onların NEBİ olmasını sağlamıştır. Onların Nebi olması kendilerine kitap verilmiş olması gelmektedir. Çünkü beşer elçiler kendilerine indirilen vahyi kavimlerine iletmekle görevli kişiler olup, bu görevleri onları aynı zamanda RESUL olmalarını beraberinde getirmekte idi. 

Bütün elçiler ağızlarından çıkan ve kavimlerinin dili olan harflerin oluşturduğu cümleler ile kendilerine inen vahyi muhataplarına tebliğ etmişlerdir. Bu anlamda kendisine kitap inmeyen elçi diye bir şey olması asla mümkün değildir. Çünkü kitap kelimesinin anlam alanına, ağızdan çıkan harflerin oluşturduğu cümleleri dahil ettiğimiz zaman, bütün elçilerin Allah'tan vahiy aldıkları, ve aldıkları bu vahyin kitap kelimesinin anlamını karşıladığı dikkate alındığında, genel geçer olarak bilinen bir yanlışın önüne de geçilmiş olacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an içinde geçen bazı kelimelerin sahip oldukları anlamlara dikkat etmeden yapılan okumalarda, zihinlerde cevap bekleyen bir takım soruların oluşması kaçınılmazdır. Bakara s. 2. ayetinden geçen Zalikel Kitabu ifadesindeki kitap kelimesi, eğer bizim zihnimizdeki klasik anlamı çerçevesinde anlaşılacak olduğunda, ortaya bir takım soruların çıkması muhtemeldir. Ancak bu kelimenin sahip olduğu başka anlamları da dikkate alarak ifadeyi anlamaya çalıştığımızda, ortada herhangi bir sorun kalmayacaktır. 

Ayrıca kitap kelimesinin bu anlamı, doğru bildiğimiz yanlışlardan olan Nebi ve Resul kavramlarının da doğru bir zemine oturmasını sağlayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Eylül 2017 Pazartesi

Şems s. 15. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyan, ve okumayı farklı mealleri karşılaştırmak sureti ile yapanlar, Şems s. 15. ayetinin birbirinden farklı anlama gelen iki şekilde çevrildiğini görecek, ve hangi çevirinin daha isabetli olabileceğinin cevabını arayacaklardır. Yazımızda bu ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha uygun olabileceği üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا

1. gurup çeviriler.

[091.015] [Diyanet İşleri] Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.
[091.015] [Elmalılı Hamdi Yazır] Öyle ya o sonundan korkacak değil ki.
[091.015] [Ömer Nasuhi Bilmen] Ve Allah Teâlâ onların bu ihlak-i akibetinden korkacak değildir.

2. gurup çeviriler.

[091.015] [Bayraktar Bayraklı]Çünkü onların hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyorlardı.
[091.015] [Mustafa İslamoğlu] Çünkü o (kavim) kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.
[091.015] [Muhammed Esed] Çünkü (onlardan hiçbiri başlarına gelecek olan şeyin korkusunu taşımıyordu.

1. guruptaki çevirilerde Şems s. 15. ayetinin, Allah (c.c) nin Semud kavminin helak etmiş olmasından dolayı herhangi bir sorumluluğu veya o kavmi helak ederken korkacağı herhangi bir merci olmadığını beyan eden bir anlama sahip olduğu anlaşılır iken, 2. guruptaki çevirilerde, Semud kavminin başlarına gelecek olan helaktan korkmadıkları şeklinde bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Kanaatimizin, 1. guruptaki mealler doğrultusunda yapılan meallerin daha isabetli olduğu yönünde olduğunu baştan söyleyerek, bu kanaatimizi dayandırdığımız delillerimiz de şöyledir;


Ayetin bağlamı Şems s. 11. ayetinden itibaren başlayan Salih (a.s) kıssası ile alakalıdır, ve 15. ayetin anlamını tespit etmekte kıssanın bağlamı bize yol gösterecektir.

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
Semûd, azgınlığıyle yalanlamıştı. 
[091.011] Semud, azgınlığı yüzünden yalanladı

إِذِ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا 
[091.012] En azgınları ileri atıldığında.

فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا
[091.013]  Allah'ın resulü onlara: Allah'ın devesi ve onun su hakkı, demişti.

فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا
[091.014] Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
[091.015] (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.

Şems s. 13. ve 14. ayet içindeki bazı ibareler, 15. ayete nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere yol gösterecektir. 13. ayet içindeki  لَهُمْ ibaresinin çoğul bir ifade, 14. ayet içindeki kelimelerin de çoğul ifadeler olduğunu dikkate aldığımızda, 15. ayete 2. guruptaki mealler yönünde bir anlam verilebilmesi için ayet içindeki وَلَا يَخَافُ  (ve la yehafu) korkmaz ibaresinin tekil olarak değil çoğul, yani وَلَا يَخَافُونَ (ve la yehafune) korkmazlar şeklinde gelmesi gerekirdi ki, Semud kavminin kafirlerinin başlarına gelecek akıbetten korkmadıklarını ifade etmiş olsun, ama kelime tekil olarak ifade edilmektedir.

وَلَا يَخَافُ ibaresinin tekil olarak gelmiş olması, kavmin başına gelecek olan akıbetten korkmaması anlamına değil, Allah'ın bu konuda korkacak ve hesap verecek bir durumda olmadığını ifade etmesi bakımından anlaşılmasının, bağlama daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.

Ayrıca Buruc s. 16. ayetinde فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ ve diğer ayetlerde Allah'ın irade ettiğini yapacağını buyurmuş olması, kendisinin sorumlu olacağı herhangi bir merci olmadığını beyan etmesi açısından dikkate alınabilecek ayetlerdendir.

Katılmadığımız 2. gurup çevirileri yanlış olarak nitelememekle birlikte, bağlamı dikkate almayan çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


Abdullah Parlıyan:
Çünkü Allah bu işin sonundan korkmazdı ki.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Müddessir s. 56. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an ayetlerinin bütünlük gözetilmeden veya sahip olunan itikadi düşünceler doğrultusunda çevrilmesi veya yorumlanması neticesinde ortaya çıkan sorunlar, bazı art niyetli kimselerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'ın çelişkili bir kitap olduğu yönündeki iddialara mesnet teşkil etmektedir. Bu tür iddialar ile karşılaşan bazı kimselerin kafaları karışmakta, Kur'an'da herhangi bir çelişki olmadığına inanmakla birlikte, ortaya atılan iddialara nasıl cevap verebilecekleri düşünmektedirler. 

Bu yazımızda, mevcut çevirilerini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusunun, Bu çeviride bir problem var dedirteceğini düşündüğümüz Müddessir s. 56. ayetini ele almaya çalışacağız.

وَمَا يَذْكُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ

Ayetin problem teşkil eden yönü, Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü  cümlesinin Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR şeklinde yapılan çevirisindedir. Ayetin bu şekilde yapılan çevirilerini okuyan dikkatli ve Kur'an bütünlüğüne vakıf bir okuyucu, bu şekilde yapılan meallerde bir sorun olduğunu rahatlıkla görebilecektir şöyle ki;

Ayet içindeki ALAMAZLAR olarak çevirisi yapılan kelime, kulun iradesinin sanki Allah (c.c) tarafından ipotek altına alındığı, kulun serbest iradesini kullanması sanki Allah (c.c) tarafından engelleniyormuş gibi bir anlam ortaya çıkarmaktadır. Halbuki Allah (c.c) bütün kullarını iradelerini serbest biçimde kullanmaları yönünde serbest bırakmış, onlara gösterdiği 2 yolun hangisini seçerlerse seçsinler onlara bu seçimlerinde herhangi bir müdahalede bulunmayacağını beyan etmektedir.

Konuyu sure bütünlüğüne dikkat ederek okumaya çalıştığımızda 42. ve 48. ayetler arasında cehennem ehlinin ateşi hak etme sebepleri, kendileri konuşturularak anlatılmakta, 49. ayetten itibaren ise Mekke'li müşriklere geri dönülmektedir. 

[074.049] Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
[074.050] Sanki ürkmüş yaban eşekleri,
[074.051] Arslandan korkup kaçan.
[074.052] Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.
[074.053] Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar.
[074.054] Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür.
[074.055] Dileyen ondan öğüt alır.

Surenin 49. ve 55. ayetler arasını okuduğumuzda, Mekke müşriklerinin kendilerine indirilmiş olan Kur'an'a iman etmeme noktasındaki kararlılıkları ve inatçılıkları dikkat çekmektedir. 55. ayette Dileyen ondan öğüt alır buyurulması, muhatapların inanmak veya inanmamak noktasında muhayyer olduklarını göstermektedir. Bu nedenle 56. ayetteki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesine verilecek anlamın bu ayetlerle uyum arz etmesi gerekmektedir. 

[074.056] Allah dilemedikçe, onlar öğüt ALMAZLAR; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.

Müddessir s. 56. ayetindeki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü doğru çevirisi "Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR" şeklinde değil, "Allah dilemedikçe öğüt ALMAZLAR" şeklinde olmalıdır.

Böyle bir anlam Mekke müşriklerinin Kur'an karşısındaki inatçı tavırlarına dikkat çekmekte, serbest iradeleri ile imanı seçmemekteki kararlılıklarını göstermektedir. Bu cümle Mekke'li müşriklerin inkarcı tavırlarının kırılmasının ancak onların Allah (c.c) tarafından imana zorlandığı takdirde mümkün olacağını bildirmektedir. 

Cümlenin yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR kelimesi, kulun iradesine Allah tarafından ipotek konulmuş olması gibi bir anlamı çağrıştırırken, doğru olduğunu düşündüğümüz ALMAZLAR kelimesi, kulun iradesinin serbest bırakıldığını, iman etmemeyi serbest iradeleri ile seçtiklerini, onların iman etmemekteki inatlarının hür iradelerini kullanarak kırmalarının mümkün olmadığı beyan edilerek, bu inadın ancak onların iradelerine iman etmeleri noktasında konulacak bir ipotekle gerçekleşeceği bildirilmektedir. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerin birçoğunda yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR şeklinde çevirinin bulunması, Kur'an çevirilerinin dikkatsiz ve ön yargılı, başka çevirileri taklit eder biçimde çevrildiğini göstermektedir. Kur'an çevirisi yapmaya soyunan dikkatli ve Kur'an'a hakim bir çevirmen bu kelimenin çevirisine dikkat edilmesi gerektiğini, yapılacak bir hatanın doğurabileceği sonuçları dikkate alması gerektiğini bilmelidir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
 

12 Eylül 2017 Salı

Müddessir s. 48. Ayeti: Şefaatçilerin Şefaatinin Fayda Sağlamaması Ne Anlama Gelmektedir?

Kur'an'ın bir müşrik inancı olarak ret ettiği, fakat ilerleyen zamanlarda İslam inancının amentüsü haline getirilmiş olan şefaat, sadece Allah'tan beklenmesi gereken bazı şeylerin kullardan da beklenerek bugün bir çok Müslümanın kula kul olmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın yarattıklarından medet ummak anlamına gelen şefaat konusu nuzül dönemi arka planı bilinmeden asla doğru anlaşılamayacak olan bir konudur. Nuzül öncesi Arap müşriklerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak kabul etmeleri, şefaat konulu ayetlerin anlaşılmasında anahtar rol oynamaktadır.

Şefaat konulu ayetleri alt alta koyup okuduğumuzda bir gurup ayetlerin şefaati kesin olarak ret ettiğini, bir kısım ayetlerin ise şefaati izne ve istisnaya bağladığını görebiliriz. Şefaati kesin olarak ret eden ayet gurubu üzerinde herhangi bir tahrifat yapılamamasına karşın, izin ve istisna gurubundaki ayetler üzerinde anlam ve yorum tahrifleri ile şefaat ayetleri çarptırılmıştır. Bu yazımızda Müddessir s. 48. ayetini ele alarak bu konuda yanlış anlamaya kapı açabilecek olan ayet üzerinde durmaya çalışacağız.

[074.048] Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Müddessir s. 48. ayeti, hesap gününde müşrik Arapların şefaatçi olarak gördükleri putlarının onlara faydası olmayacağını haber vermektedir. Bu ayet hesap gününde Allah dışında herhangi bir şefaatçi olduğunu, o şefaatçilerin kafir olarak ölenlere herhangi bir faydası olmayacağı şeklinde bir bilgi vermemektedir.

Bu ayeti yerleşik şefaat algısına göre yorumlanacak olursa ki tefsirlerde bu şekilde yorumlanmaktadır, şefaatin kafirlere fayda etmeyeceği, bu ayetin şefaatin kafirler dışındakiler yani Müslümanlar için fayda edeceğine delil teşkil ettiği ileri sürülmektedir. 

Halbuki yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi, şefaat konusunu nuzül dönemi müşrik Araplarının şefaat algılarına göre okuduğumuz zaman ayetin böyle bir delil teşkil etmeyeceği görülecektir. 

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Zümer s. 43. ve 44. ayetleri müşrik Arapların şefaat algılarının arka planını bildiren ayetlerden birisidir. Bu ayet Allah'tan başka şefaatçilerin olduğuna inanan bir topluma, şefaatin tümünün Allah'a ait olduğunu, yani onun dışında bir şefaatçi olmadığını hatırlatmaktadır.

[010.018]  Allahı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremiyecek şeylere tapıyorlar, ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar, de ki: siz Allaha Göklerde ve Yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ o onların isnad ettikleri ortaklıklardan münezzeh sübhan, yüksek çok yüksektir

Yunus s. 18. ayeti, müşrik Arapların şefaat algısını net biçimde ortaya koyan bir ayettir. Bu ayet Arap müşriklerinin Allah ile beraber kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak gördüklerini, ve böyle bir inancın onlara Allah tarafından indirilen bir inanç olmadığı açık ve net bir şekilde beyan edilmektedir.

[036.023]  «Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.»

Yasin s 23. ayeti, konumuz olan Müddessir s. 48. ayetini anlamakta yardımcı olacak ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet müşrik Arapların yerleşik şefaat algısını dile getirmektedir. Ayette konuşan kişi kavmine bu ayette zımnen, Sizin şefaatçi olarak gördüğünüz putlarınız şayet Allah size bir zarar verecek olduğunda, o putların bu zararı önlemeye asla güçleri yetmez demektedir.

[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

[026.096-102] Orada birbirleri ile çekişirken şöyle derler « Tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!» «Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu. «Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!» «Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!»

[030.012-13] O saat çattığı gün mücrimler her ümidi keserler. Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkar ederler.

[006.094] Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) ' bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri dikkatli okunduğunda, müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarının ret edildiği açık ve net olarak görülmektedir. Ayetlerin tamamı, şefaatçi olarak görülen putların ihtiyaç anında yanlarında olmayacağı, onlara hiç bir şekilde yardım edemeyeceği haber verilmekte, ihtiyaç anında yanımızda kim olacak ise şefaatçinin de o olacağı haber verilerek, Allah dışındaki şefaatçi sanılanların acziyetleri ortaya dökülmektedir.

[006.051]  Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Öyleki, kendileri için O'nun huzurunda ne bir dost ne de bir şefaatçı vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

[006.070] Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.

[032.004] Allah, o ki Gökleri ve Yeri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur, sizin için ondan başka ne bir veliy vardır, ne bir şefi', artık düşünmez misiniz?

[040.018] Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

[002.048]  Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

[002.123]  Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

Yukarıdaki ayet meallerini müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarını dikkate alarak okuduğumuz zaman, onların Allah'ın bu konuda herhangi bir bilgi indirmemiş olmalarına rağmen, kendi yanlarından ihdas ettikleri yanlış inançlarının, hesap gününde onlara fayda etmeyeceği haber verilmektedir. 

Şimdi sorarız, şefaat konulu ayetlerin şefaate izin ve istisna getiren ayetlerin, Allah'ın dilediği kimseye şefaat yetkisi verebileceği şeklinde anlaşılabilmesi mümkün müdür?.

Bu soruya evet anlaşılması mümkündür şeklinde verilebilecek bir cevap, Kur'an'a çelişki yüklemek anlamına gelecektir şöyle ki;

Allah (c.c) bazı ayetlerinde şefaatin tümünün kendisine ait olduğunu, hesap gününde kimsenin kimseden bu konuda herhangi bir fayda göremeyeceğini haber vermesine rağmen, şefaate izin ve istisna getiren bazı ayetlerin kendisinden başka kimselere böyle bir yetki verilebileceğini iddia etmek, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına gelecektir. 

Çünkü Kur'an içinde şefaat konulu ayetler parçacı mantıkla değil, bütüncül mantıkla okunması gerekmektedir ki , öncelikle şefaat konusunun çıkış kaynağının müşrik Arap inancı olduğu anlaşılmalı, ondan sonra şefaat konulu bütün ayetlerin, yanlış olan bu müşrik Arap inancını ret ettiği anlaşılabilsin. Şefaat konusunda düşülen en büyük hata, bu inancın arka planının göz ardı edilmesi ve sadece belirli ayetlerin okunması, o ayetlerin de metin ve yorum tahrifi yapılarak okunarak Müslüman inancı haline sokulmaya çalışılmasıdır. 

Sonuç olarak; Kendisinin yanında hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi ortak olarak tanımayan, kullarından da böyle bir yaşam sürmelerini isteyen Allah (c.c), Kur'an'ın inmeye başladığı Arap toplumundaki Allah'a ortak koştukları putlarına yükledikleri aracılık yani şefaat inancını kesinlikte ret ederek, kimseye ve hiç bir nesneye böyle bir yetki vermediğini beyan etmektedir. 

Bu yönde anlaşılması gereken şefaat ayetleri zaman içinde İslam inancı haline dönüşmüş, Allah'ın En büyük zulüm olarak nitelediği Şirk şefaat inancı ile İslam düşüncesinin içine sokulmuştur. Bugün nuzül öncesi Arap toplumunda yerleşik olan şefaat inancı ile İslam inancı içine sokulan şefaat inancı arasında tek fark, müşrik Arapların taştan tahtadan putlara verdiği yetkinin, bizim cenahta etten kemikten yapılmış olan insanlara verilmiş olmasıdır. 


Allah (c.c) nin sakınmamızı emrettiği şirk, içimize şefaat inancı ile girmiş, bir çok Müslüman bu inancı ret etmenin şirk olduğuna inanarak kabullenerek geçmişteki müşrik Arapların yolunu izlemeyi dinimizin bir gereği olarak görmektedir. Bu yolla bir çok Müslüman maddi ve manevi olarak sömürülmekte, kendilerine hesap gününde şefaat edeceklerine inandıkları kerameti müritlerinden menkul din baronlarının elinde oyuncak haline gelerek onların kapılarında kul olmaktadırlar.

Hesap gününde Allah dışında edindikleri şefaatçilerin kendilerine fayda vermediğini görenler, hayatta iken bu ayetlerin sadece Arap müşriklerini ilgilendirdiğini düşünerek, kendilerine dair mesajları olmadığına inandıklarından dolayı pişman olacaklardır.

Şefaat konusu Kur'an merkezli anlaşılmadan bu sömürü kapısının kapanması da mümkün olmayacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Ağustos 2017 Salı

Venhar Kelimesinin Anlamını Tarihi Arka Plandan Okumak

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında tarihi arka plan dediğimiz, Kur'an'ın nuzulü öncesi dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik şartlarının bilinmesinin önemi yadsınamaz. Kur'an ile ilgili yapılan meal ve tefsir çalışmalarında bu noktanın göz ardı edilmesi, bir takım eksik ve yanlış anlamalara götürebileceği için, bu bilgi mutlaka dikkate alınmalıdır. 

Yazımızda Kevser suresi içinde geçen Venhar kelimesinin bazı farklı anlamlara sahip olduğundan yola çıkarak, hangi anlamın daha isabetli olabileceği üzerindeki düşüncelerimizi, nuzül dönemi arka planı dikkate alarak paylaşmaya çalışacağız.

İlgili surenin meali şu şekildedir;

1. Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.
2. Öyleyse Rabb’in için salat et ve nahr et.
3. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.

Surenin 2. ayetindeki fesalli ve venhar kelimelerinin, meallerde genellikle namaz kıl ve kurban kes olarak çevrilmesine karşın, salat kelimesinin namazı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olduğuna dikkati çekmek istiyoruz. Venhar kelimesinin anlamını ise tarihi arka planı dikkate alarak bulmaya çalışacağız. 

Venhar kelimesinin, meallerde ağırlıklı olarak Kurban kes olarak çevrilmesine karşın, ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklinde de çevrildiğini görmekteyiz. 

Ennahru; Gerdanlık geçirilen yer anlamına gelmektedir. Kelimenin, devenin göğsünün yukarısında nefes borusunun göründüğü yere bıçak sokmak anlamına gelen Nahru-l Bağiru şeklindeki kullanımı buradan gelmektedir. Kelimenin bugün bizim dilimizde de kullandığımız İntihar Etmek deyiminin can almak ile ilgili olması, ve kelimenin yaygın anlamının deve kesimi ile ilgili kullanılması, kelimeye anlam oturtmakta yardımcı olacaktır.

Öncelikle şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bu ayetten kurban kesmenin Farz, Vacip, Sünnet olduğu gibi fıkhi hükümlerin çıkarılmaya çalışılmasının makul bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Böyle bir yaklaşım, kurban ibadetinin sanki ilk defa emredilmiş gibi bir düşünceye kapı açmaktadır. Kurban ibadeti Kur'an ile ilk defa insanlık sahasına çıkmış bir ibadet değil, binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir kültürüdür. Bu ayet üzerinden fıkhi hükümler üretmeye kalkmak, ayetin vermek istediği mesaj ile örtüştüğünü söylemek maalesef zordur.

Yaklaşmak anlamına gelen kurban, insanlığın kadim ibadetlerinden bir tanesi olması hasebiyle, Arap toplumunda da öteden beri icra edilmekte idi. Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerine, özellikle Enam suresi 136-145. ayetleri arasına baktığımızda, Arap toplumunda icra edilen kurban ibadetinin nuzül öncesi arka planını okuyabilmek mümkündür. 

Hac s. 34. ayeti, ehli hayvan kesimi üzerinden yapılan ibadetin tarihi köklerini anlayabilmek açısından önemli bilgiler içermektedir. 

[022.034] Biz; her ümmet için mensek kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O'na teslim olun. Sen ihsan sahibi olanları müjdele.

Allah (c.c) kullarına ehli hayvanlar üzerinden verdiği rızkı, ona yakınlaşma ve tek ilah olduğunu tasdik etmeleri için bir vesile saymalarını istemesi, kurban ibadetini ana temasını oluşturmaktadır. Kesilen hayvanlar üzerinde onun adını anmak sureti ile Tevhid akidesine uyduklarını göstermek demek olan bu ibadet, zaman içinde yön değiştirerek, Allah dışındaki ilahların adının anılarak ifa edilen bir şirk ibadetine dönüşmüştür.

Nuzül öncesi Arap toplumunun Allah'ın bu emrini yerine getirmeleri, yön değiştirerek şirk ibadetine dönüşmüş, kendilerine rızık olarak verdiği ehli hayvanları Allah ile ortak tuttukları putlarının adını anarak kesmeleri onların yaşam şekli haline dönüşmüştü. Bu durumu Kur'an içindeki ayetlerden anlamak mümkündür. 

Venhar kelimesine verilen ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklindeki anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamı ile herhangi bir tezat arz etmemiş olsa da, nuzül öncesi Arap toplumunun uyguladığı kurban ibadetinin arka planını dikkate aldığımızda bu anlamlar pek uygun düşmemektedir.

Nuzül dönemi öncesi salat kavramının Araplar nezdindeki durumu Maun ve Enfal s. 35 gibi ayetlerden anlaşılabileceği üzere asli mecraından sapmış bir şekilde idi. Kur'an'ın bu kavramı asıl mecraına yönlendirmek için indiğini dikkate aldığımızda, Venhar emrinin de ibadet kastı ile kesilen ehli hayvanların kesilmesi ile ilgili olması daha makul görünmektedir.

Sonuç olarak; Kevser suresi 2. ayetindeki Venhar emrinin, nuzül öncesi tarihi arka plan dikkate alındığında, şirk bulaştırılmak sureti ile Allah dışındaki ortaklarının adının anılarak kesildiği bir ibadet haline getirilen kurban ibadetinin asli mecraına döndürülmesine dair bir emir olarak anlaşılmasının daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Kelimeye verilen diğer anlamlar, her ne kadar  kelimenin anlamına uygun olmuş olsa da, tarihi arka planı dikkate aldığımızda, kelimenin yaygın anlamı olan Deveyi boğazlamak şeklindeki anlamın dikkate alınarak ilgili ayete anlam verilmeye çalışılması daha uygun olacağı görülmektedir.
 
                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Muhammed s. 7. Ayeti: Allah'ın Kullarına Yardımının Şartı

Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisine dua ederek yardım isteyen kullarına yardım edeceğini vaat etmiş, vaadinden asla dönmeyeceğini haber veren Rabbimiz, ancak bu yardım vaadini şarta bağlamıştır. Muhammed s. 7. ayetine baktığımızda, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartını bildirdiğini görebiliriz. 

[047.007] Ey inananlar! Siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.

Muhammed s. 7. ayeti, Allah'ın yardım etmesini ve kullarının ayaklarının sabit kalmasını, onların Allah'a yardım etmesi şartına bağlamaktadır. Peki Allah'a biz nasıl yardım edebiliriz?.

Bu ifade öncelikle, Allah'tan istenilen herhangi bir isteğin onun tarafından yerine getirilmesinin, önce bizler tarafından yerine getirilmesi gereken belirli bir karşılığın sonucu olduğunu bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına göre, kendisinden yardım görmeyi önce kendisine yardım edilmesine bağlaması, kendisinin kulları tarafından haşa bir emir eri gibi görülmesini istemediğini, bizlerin bilmesi gereğini öne çıkarmaktadır. 


Dua deyince aklımıza ilk olarak, kulun isteğini Allah'a duyurması için yaptığı sesli bir istek eylemi gelmektedir. Ancak biz Müslümanların bir çoğu tarafından, dua etmenin sadece sesli istek beyanı olduğu zannedilerek, bu isteğimizin gerçekleşmesi için çalışmak ve gayret etmek gerektiği maalesef unutulmaktadır. Duanın Kavli şeklinde olanı biz Müslümanlar tarafından en çok uygulanan kısmı olmasına rağmen, asıl önemli olan duanın Fiili olanını terk etmek sureti ile dualarımızın kabulü beklentisi içine girmek, bizlerin yaptığı en büyük hatalardan birisidir.

Kur'an bir çok yerinde, Allah'ın kullarına vaat ettiği yardımın nasıl gerçekleştiğini, yaşanmış örneklerle sunmasına rağmen, bu örnekler bizler tarafından sanki masal anlatılıyormuş gibi anlaşıldığı için, bu anlatımlardan bize dönük gerekli mesajlar maalesef alınamamaktadır. Dua etmeyi Fiili ve Kavli olarak ikiye ayırdıktan sonra, hangi duanın öncelikli olması gerektiğini bizlere yine Kur'an öğretmektedir.

Düşman karşısında Allah'tan yardım isteyenlerin Rabbimiz Ayaklarımızı sabit kıl şeklinde dua ettiklerini, bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan şartın ise Allah'a yardım etmek olduğu Muhammed s. 7. tarafından beyan edildiğini görmüştük. Allah'a nasıl yardım edilebileceğini ise yine Kur'an içinden okumak mümkündür.

[002.250] Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: «Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!»

Bakara s. 250. ayetinde Talut'un komutasında Calut ve ordusuna karşı çıkan İsrailoğullarının Allah'a yaptıkları yardım çağrısını görmekteyiz. İsrailoğulları tarafından yapılan bu çağrının ne zaman yapıldığı, Allah'ın yardımını hak etmenin geçmiş topluluklarda nasıl gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir. 

Bakara s. 246. ayetinden itibaren anlatılma başlayan Talut kıssasında, İsrailoğullarının yurtlarından çıkarıldığı yani büyük bir sıkıntı içinde oldukları dikkat çekmektedir. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu ise kendilerini yurtlarından çıkaran düşmanları ile savaşarak, çıkarıldıkları yurtlarına tekrar geri dönmektir. Savaşmak, bu noktada FİİLİ DUA yerine geçmekte, ve KAVLİ DUAdan önce gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. İsrailoğulları, önce savaşmak için gerekli olan alt yapıyı oluşturmak, yani ordu hazırlamak sureti ile fiili duayı yerine getirmiş, ondan sonra kavli duayı yaparak Allah'ın yardımını istemişler ve yardımı hak etmişlerdir.

[003.146] Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.

Al-i İmran s. 146. ve 147. ayetlerinde de aynı durumu görmekteyiz. Savaşmak sureti ile fiili dua yapanlar, bunun yanında kavli duayı eksik bırakmamışlar, ikisini bir arada yerine getirmek sureti ile, Muhammed s. 7. ayetindeki Allah'a yardım edilmesinin gereğini yerine getirmişler, bu suretle Allah'ın yardımını hak etmişlerdir.

[022.040] Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.

Hac s. 40. ayetinde yurtlarında çıkarılanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönebilmelerinin, kendilerini yurtlarından çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını, bu durumu ise Allah'a yardım etmek olarak beyan etmektedir. Bu ayetleri ilk muhatapların içinde bulunduğu durum dahilinde değerlendirdiğimizde, Mekke'den çıkarılarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönmelerinin ancak onları çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını bildirmektedir. 

Kur'an'ın nuzül sürecine baktığımızda genel olarak müşrik ve kafirlerle çatışma ve savaş ortamı hakim olmasından ötürü, inen ayetler bu durumlarda Müslümanların nasıl davranış sergilemesi gerektiğini, geçmişlerin yaşantılardan örnekler vermek sureti ile, öğretmek yoluna gitmiştir. Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalar tarihin her devrinde kimse için değişmeyeceğine göre, verilen örnekler önce ilk muhataplara, sonra da onlardan sonra gelecek nesillere nasıl davranılması gerektiğini öğreten evrensel mesajlar olarak okunması gerekmektedir.

Toparlayacak olursak, Allah (c.c) kullarına yardım etme şartını önce onların kendisine yardım etmeleri şartına bağlamış, Bakara, Al-i İmran ve Hac surelerinde verdiğimiz ayet örneklerinde ise, Allah'a yardım etmenin nasıl gerçekleşebileceğini geçmişlerden canlı örnekler vermek sureti ile beyan etmiştir. Yani Allah'a yardım etmek demek, önce fiili dua etmek sureti ile sıkıntılardan kurtulmanın yolunu aramak, ondan sonra yine Allah'ı unutmamak sureti ile onun yardımını kavli dua ile talep etmektir.

Peki biz bugün Müslümanlar olarak bu Ayetlerin neresindeyiz?. 




Yukarıdaki resimdeki kitaplar ve bir çok benzerleri, sorumuzun cevabını veren acı bir gerçek olarak, dini kitap satan kitapçıların raflarını süslemektedir. Ayağına diken batsa dahi onu çıkarmak için uğraşmayıp dua ederek dikenin çıkacağına inanabilecek kadar cahil bir topluluğun sırtından para kazanmak için yazılan dua kitapları içinde bulunan çeşitli dualar, bırakın bizleri sıkıntılardan kurtarmak, içinde bulunduğumuz batağa daha fazla gömülmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi nasıl değişmez bir yasa yani Sünnetullah ise, bu yardımın işlemesi için gerekli olan çalışma ve gayretin gerekliliği de değişmez bir yasa, yani Sünnetullah'tır.

Bugün Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları topraklarda, kendilerini Dünya'nın sahibi zanneden müstekbirlerin yol açtıkları kan, gözyaşı, zulüm, kitlesel katliamları sadece üzülerek seyretmekten başka bir şey yapamadığımız üzücü bir gerçektir. Bugün bizlerin içinde bulunduğumuz durumun bir benzerini yukarıda verdiğimiz Bakara ve Al-i İmran surelerindeki ayetlerde görmekteyiz. O ayetler sadece geçmişlerin başlarından geçenleri anlatmamakta, geçmişte yaşamış toplulukların, içine düştükleri sıkıntılardan nasıl kurtulduklarını anlatarak, Allah'ın kullarına yardım etme yasasının işleyişini gösteren mesajlar içermektedir.

O ayetlerde önce fiili duanın, sonra kavli duanın, akabinde ise, Allah'ın yardımının geldiğini görmekteyiz. Bugün biz Müslümanlar ise, duanın fiili kısmını terk ederek, sadece kavli duaya yönelmek sureti ile Allah'ın yardımını talep ettiğimiz için, beklediğimiz yardım gelmemektedir. Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaları, biz Müslümanlara torpil geçerek değişmeyeceğine göre, Allah'ın kazanmak için Muhammed s. 7. ayeti gereğince, önce bizim ona yardım etmek, yani fiili duanın gereğini yerine getirmek mecburiyetinde olduğumuz unutulmamalıdır.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak için önce fiili duanın yapılması yardımı hak etmek için şarttır. Hasta isek tedavi imkanlarını araştırmak fiili dua, bu dua ile birlikte Allah'tan şifa istemek kavli duadır. Yazdıkları dua kitapları ile bütün hastalıkların tedavisi için dua icat eden din tüccarlarının ağına düşen umut arayıcıları bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Hangi dua kitabı olursa olsun, hangi şahıs yazarsa yazsın hastalıklardan kurtulmak için önce kavli dua değil fiili dua yani tedavi imkanlarını araştırmak şarttır. 

Umutlarını yalan ve iftiralarla bezenmiş olan dua kitaplarında arayanların bu umutları, sadece umut tüccarlarının biraz daha palazlanmasından başka bir işi yaramamaktadır. Özellikle bazı televizyon kanallarında boy gösteren, şeytanlıklarını dini olduğu zannedilen bazı kisveler giyerek örtmeye çalışarak kitap, muska gibi hurafeler pazarlamaya çalışan bu tüccarlara çok dikkat edilmelidir. Duanın kabulünün şartının önce Kur'an'dan öğrenilmesi, bundan sonra kitabın gösterdiği yol gereğince dua edilmesi, bu tür şarlatanların ekmek kapılarının kapanmasını da sağlayacaktır.

Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz, iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere yol gösterici olmasını, yaşadığımız hayata pratize edememiş olmamızdır. Kur'an'ı Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğini beyan eden bir kitap olarak, ve bu yasaların değişmezliğini dikkate alarak, geçmişlerin yaşadıkları sıkıntıların yaşadığımız zaman ile ilgisini kurarak okumaya çalıştığımızda, mevcut sorunlarımızdan kurtulmanın yollarını bu kitabın içinde bulmamız mümkündür. 

 Sonuç olarak; Kullarının dualarına icabet edeceğini, onlara yardım edeceğini müteaddit ayetlerde vaat eden Allah (c.c), bu yardımını önce bizlerden gelecek bazı karşılıkların neticesinde gerçekleştireceğini bildirmektedir. Bizlerin dua konusunda yaptığı yanlışlıklar, maalesef duaların kabulüne engel olmaktadır. Fiili dua deyimi biz Müslümanların hayatına pratik olarak girmediği müddetçe, sadece kavli dua ile yetinerek dualarımızın kabul edileceğini beklemek, kurumuş çeşmeden su akmasını beklemekten farklı olmayacaktır. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki fiili dua kavli duadan önce gelmekte, ve fiili dua olmadan yapılan yapılan kavli dualar, dualarımızın kabulü için yeterli gelmemektedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Eleştiride Objektif Olmak ve Etik Davranmanın Önemi Üzerine

İnceleme ve araştırma sonucunda, yanlış olduğu düşünülen noktaları belirtmek demek olan eleştiri de en önemli nokta, önce eleştireceğimiz kişilerin söylediklerini veya yazdıklarını doğru olarak ortaya koymak, ondan sonra bunları eleştirmek olmalıdır. Eleştireceğimiz kişinin söylediklerini veya yazdıklarını anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklanan hatalar neticesinde yapılan eleştiriler, sözün veya yazının sahibine yapılan bir haksızlık olacaktır. 

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır. 

Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;

Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.

Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;

Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu." 

Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün

Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti"  cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.

İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.

İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;


en-Nehaî dedi ki: Peygamber bir kadifeye sarınıp, bürünmüş îdi. Âişe: Uzunluğu ondört zira olan bir örtüye bürünmüştü. Onun yanı benim üzerim­de İdi ve ben uyuyordum. Diğer yarısı da Peygamberin üzerinde idi, o da o vakit namaz.kılıyordu. Allah'a yemin ederim, o örtü ipek değildi, ipekti de de­ğildi. Keçi tüyünden de değildi, ibrişim de değildi, yün de değildi. Çözgüsü kıİ, atkısı ise deve tüyü idi, demiştir. Bu rivayeti es-Sa'lebî zikretmektedir.

Derim ki: Âişe'nin bu sözleri sûrenin Medine'de indiğini göstermektedir. Çünkü Peygamber (sav) Âişe ile Medine'de gerdeğe girmiştir. Bu durumda sûrenin Mekke'de İndiğine dair zikredilen rivayetlerin sahih olmaması gere­kir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.

İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.

Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.

Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır. 

17 Ağustos 2017 Perşembe

Zuhruf s. 61. Ayeti: İsa (a.s) Ansızın Geleceği Bildirilen Kıyametin Nasıl Habercisi Olur?

İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya döneceği inancı, İslam düşüncesinde bir çok kişi tarafından kabul gören, ve bu düşüncenin ret edilmesi halinde kişiyi Kafir durumuna düşüreceğine kesin olarak bakılan, fakat Kur'an ile sağlamasını yaptığımızda maalesef doğru olmadığı gördüğümüz Hristiyanlardan devşirilmiş bir inançtır.

Bu inancın kökleşmesi için bir takım rivayetler uydurulmuş, hatta Kur'an ayetleri dahi bu inancı tasdik ettirmek uğruna tahrif edilmekten çekinilmemiştir. Tahrife uğratılan ayetlerden birisi konumuz olan Zuhruf s. 61. ayeti olup, bazı meallerde parantez açılmak sureti ile, hatta bazı meallerde paranteze dahi gerek duyulmadan bu tahrif yapılmak sureti ile, kıyamete yakın bir zamanda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceği Kur'an'a söylettirilmiştir.

Yazımızda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğini haber veren rivayetlerin tercih edilerek, bu konuda Kur'an'ın verdii haberlerin arkaya atılmasının doğuracağı itikadi sıkıntılara, Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali düşülen bir duruma dikkat çekmeye çalışacağız. 

Malum olduğu üzere Kur'an'ın kıyamet ile ilgili verdiği haberlere baktığımızda herhangi tarih, veya yaklaşmadan önce olabilecek muhtemel bazı olaylar hakkında, Olacak olan bu olaylar kıyametin artık yaklaştığının alametidir şeklinde hiç bir surette bilgi verilmemektedir.

[006.031] Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki saat onlara ansızın gelince, ağırlıklarını arkalarına yüklenerek, «Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize» derler. Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür!

[007.187] Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.» Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.»

[012.107] Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken saattin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular?.

[016.077] Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) bir göz çarpması gibidir, veya daha yakındır. Şüphe yok, Allah her şeye güç yetirendir.

[022.055]  O küfredenler de kendilerine o saat ansızın gelinceye veya akîm bir günün azâbı gelinceye kadar ondan bir şekk içinde kalır giderler.

[031.034]  Saatin bilgisi şüphesiz ki Allah katındadır, yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini de bilmez. Muhakkak ki Allah; Alim'dir, Habir'dir.

[033.063]  O nâs sana saatten soruyor, de ki: onun ılmi Allahın nezdindedir ve ne bilirsin belki o saat yakında olur

[043.066]  Onlar, kendilerine farkında olmadıkları halde ansızın gelecek olan o saatten başkasını mı gözlüyorlar?

[047.018] Artık onlar, saatin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? dolaşacağınız yeri de bilir, konaklama yerinizi de.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerine bakıldığında, kıyamet saatinin ansızın olacağı, ve zamanın sadece Allah'ın bildiği beyan edilmektedir. Kur'an'ın kıyamet ile ilgili bilgilerinin merkezinde, bu zamana her zaman hazırlıklı olunması, her an için dünyanın son bulabileceği inancı içinde bir yaşantının sürülmesi gerektiği mesajları olmasına rağmen, rivayetlerdeki bilgiler bu mesajların aksine, bizlerin bu zaman için daha erken olduğu gibi bir düşünce içine girmemize sebep olmaktadır.

Rivayetlerdeki kıyamet ile ilgili bilgilere baktığımızda özellikle İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya geleceğine dair bilgilerde, onun hala gelmemiş olması, kıyametin şu anda kopmayacağına dair bizler için bir garanti sayılmaktadır şöyle ki; 

İsa (a.s) kıyamet öncesi yeniden dünyaya geleceğine, ve o şu anda gelmediğine göre, kıyamet için daha vakit var demektir. Bu duruma kıyamet öncesi olacak bazı olaylar ile ilgili rivayetleri de eklediğimizde kıyametin her an kopması gibi bir inanç içinde olmamıza da gerek yoktur.

Allah (c.c) kulu ve elçisi olan İsa (a.s) ı kıyamete yakın bir zamanda yere indireceğine, ve kıyamet saati bu inişten önce gerçekleşmeyeceğine göre, öyleyse Allah (c.c) Kur'an içinde kıyamet ile ilgili bir çok ayeti neden indirmiştir?. Madem İsa (a.s) gelmeden önce kıyamet kopmayacak, bize neden her an kopacakmış gibi yaşayın demektedir?. Çünkü bizler şayet bu konuda rivayetleri esas alacak olursak kıyametin henüz kopması asla mümkün değildir.

İsa (a.s) ın kıyamet öncesi yeniden geleceğine inanmak demek, kıyametin her an kopacağına dair ayetlerin arkaya atılması anlamına gelir ki, bu kişilerin akidelerinde büyük yaraların açılması anlamına gelecektir. Bu konudaki rivayetler ile Kur'an içindeki bilgiler taban tabana zıt olduğu için, kişiler her iki bilgiden birisini seçmek zorunda kalacaklardır. 

Bu noktada Zuhruf s. 61. ayetinin anlamı ve bu ayetin nasıl anlaşılması gerektiği gelecektir. 

Bu ayetin Zuhruf s. 57. ayetinden gelen bir bağlamı bulunmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin asıl mesajının onun beşer bir elçi olduğu hatırlanacak olursa, bu ayetlerde aynı mesajı taşımaktadır. 

Bazı meallerde rivayetlerin esas alınarak yapılan çeviriler sonucu ayetin tahrif edildiğini tekrar hatırlatarak, ayetin Arapça orjinal metninde İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğine dair herhangi bir cümle veya kelime bulunmadığını önemle hatırlatmak isteriz.

وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ

[043.061]  Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur.  

Ayet içindeki إِنَّهُ  edatındaki hu zamirinin bazı kimselerce Kur'an'a raci olduğu iddia edilmesine rağmen, zamirin İsa (a.s) a raci olması dahi isabetli görünmektedir. Bu noktayı hatırlattıktan sonra, İsa (a.s) ın saat için bilgi olmasının ne ifade edebileceği üzerinde kısaca durabiliriz.

Allah (c.c) nin beşer içinden seçtiği elçilere indirdiği vahyin ortak noktaları, kıyamet saatinin geleceği, insanların yeniden dirileceği, kurulacak mahkeme sonrasında herkesin hak ettiği mekana yerleştirileceği gibi haberlerdir. Bütün elçiler kavimlerine bu haberleri getirerek, insanların yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemişlerdir. 

İsa (a.s) ın Hristiyanlar tarafından ilah seviyesine çıkarılmasını ret eden Kur'an ayetlerinin ışığında bu ayeti okumaya çalıştığımızda, yine İsa (a.s) ın beşer bir elçi olması nedeniyle diğer elçilerin getirdiği kıyamet haberini getiren bir elçi olduğunun vurgusu yapıldığını anlamak mümkündür.

Yani İsa (a.s) diğer elçiler gibi bir elçidir, ve onların getirdiği kıyametin kopacağını ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini kavmine haber vermek üzere gönderilmiştir. Zuhruf s. 61. ayeti İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceğini değil, diğer elçiler gibi kıyametin haberini getiren bir elçi olduğunu haber vermektedir.

Sonuç olarak; İslam düşüncesinde rivayet merkezli bilgilerin akide oluşturmuş olması, hele bu akidenin Kur'an ile çelişmesi, büyük sıkıntılar doğurmaktadır. İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya geri döneceğine dair olan inancın akide haline getirilmiş olması, bu akidenin Kur'an ile çelişki arz etmesi, Müslümanların ya rivayetlerdeki  ya da Kur'an'daki bilgilerden birisi arasında seçim yapmak zorunda bırakmaktadır.

İsa (a.s) ın kıyamete yakın geri döneceği inancını kabul ettiğimiz takdirde bu sefer, Kur'an'daki kıyamet ile ilgili bilgileri ret etmek durumuna düşmek gibi bir tehlike içine düşüleceği dikkate alınarak, rivayetlerdeki bu konuda mevcut bilgilerin yenide gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. İsa (a.s) ın yeniden dünyaya gelişini ret eden kimseleri Kafir olarak görenlerin bu konuda bir kez daha düşünmeleri gerekmekte, çünkü ortaya attıkları yafta kendi boyunlarına yapışmaktadır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Ağustos 2017 Pazartesi

"Kur'an Yeter" Demek Muhammed (a.s) a Düşmanlık mıdır?

Türkiye genelinde Kur'an'ın son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, rivayetlerin hakim olduğu geleneksel din algısına sahip olan kimselerde bir takım rahatsızlıkların doğmasına neden olmuştur.Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmesinden rahatsız olanlar, bu rahatsızlıklarını sesli olarak dışarıya vurarak, Kur'an'ın dinde belirleyici olmasını isteyenlere bir takım yaftalar yapıştırmak sureti ile göstermektedirler. Herkesin malumu olduğu üzere, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile rivayet merkezli din anlayışındaki bazı düşünceler yeniden sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulamanın başında ise rivayetler tarafından oluşturulmuş olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı gelmektedir.

Kur'an Yeter söylemi ile yola çıkan kimseler, başta aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının doğurduğu yanlış anlayışların, Kur'an merkezli bir ıslahata tabi tutulması isteyerek, mevcut din algısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini dile getirmeleri, bu söyleme karşı çıkanlar tarafından peygamber düşmanlığı şeklinde yorumlanmış, ve bu kimselerin ortaya attığı söylemin peygamberi hayattan dışlamaya yönelik olduğu şeklinde iddialar ortaya sürülmek sureti ile bu söylem mahkum edilmek istenmektedir. 

Yazımızın konusu, Kur'an yeter söyleminin peygamber anlayışı, ve bu söylemin peygambere herhangi bir düşmanlık üretip üretmediği noktasındadır.

Muhammed (a.s) bilindiği üzere, Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun görevi, Allah'ın kullarına emrettiklerini iletmek olup, onun da beşer bir kul olması dolayısı ile aldığı emirler ile kendisi de muhataptır. Yaşamı boyunca kendisine vahyedileni Nebi Resul olması dolayısı ile muhataplarına tebliğ etmiş, Kul olması dolayısı ile tebliğ ettiklerini kendisi örneklendirerek yaşantısına aktarmıştır.

Vefatı sonrasında gelişen bazı olaylar neticesinde değişen din algıları, onun beşer elçi konumundan çıkarılarak beşer üstü bir konuma çıkarılmasını, söylediklerinin Kur'an ile eşdeğer, kendisinin de Allah ile aynı seviyede görülmesini beraberinde getirmiştir. İlerleyen zamanlarda onun sözlerinin toplandığı hadis kitapları Kur'an'ın önüne geçirilmiş, hadis kitaplarında bulunan bazı rivayetler Kur'an ile çelişmiş olsa da, rivayetler tercih edilmiş, Kur'an ayetleri ise bu rivayetleri tasdik edecek şekilde anlam tahrifine uğratılmış, ya da tevil edilmiştir.

Bugün en geniş anlamda İslam dünyasında, dar anlamı ile Türkiye genelinde yaşayan Müslümanların sahip olduğu din algısını Kur'an değil rivayetler belirlemektedir. Bu belirleyiciliğin yanlış olduğu düşüncesi içinde olanlar, Kur'an'ın dinde belirleyici bir konumda olması gerektiği düşüncesi ortaya atmışlar, fakat bu düşünceye yerleşik İslam algısına sahip olanlar tarafından şiddetle karşı çıkılmaktadır. Bunun sebebi ise Kur'an ile çelişmesine rağmen, rivayetler kanalı ile dinin ana kuralları getirilmiş bir çok konunun Kur'an'ın belirleyiciliği karşısında yanlış duruma düşmesi korkusudur.

Kur'an yeter söylemine karşı çıkanların ortaya attıkları suçlamalardan bir tanesi, bu söylemin peygamberi dışladığı, dolayısı ile bu söylemi savunanların peygamber düşmanı oldukları şeklindedir. 

Öncelikle Kur'an Yeter söyleminin neyi ifade ettiğinin veya neyi ifade etmesi gerektiğinin ortaya konulması gerekmektedir ki, bu söylem gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa peygamber düşmanlığı iddiasının, bu söylemin önünü kesmek için muhalifler tarafından ortaya atılan bir iftira olup olmadığı anlaşılsın.

Bilindiği üzere yerleşik din algısında vahyin kendisi değil, vahyi getiren elçi ön plandadır. Fakat bu öncelik ona Kur'an tarafından verilmiş değildir, aksine İsa (a.s) a Hristiyanlar tarafından verilmiş olan önceliğe olan bir özentinin sonucu, Müslümanlar tarafından verilen bir önceliktir. Bu özentinin sonucunda Muhammed (a.s), din de hüküm koyucu bir konuma getirilerek Allah (c.c) ile aynı dereceye yükseltilmiştir. Bugün biz Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağında, Muhammed (a.s) a Kur'an'a rağmen yüklenen bu aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı yatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konumu Kur'an ölçeğinde belirlenmediği sürece bu ihtilaflar asla bitmeyecek, aksine daha da derinleşecektir.

Kur'an'da geçen Allah'a ve Resulüne itaat ediniz ayetleri, Allah'ın ayrı elçisinin ayrı hüküm koyucu olduğu şeklinde algılanarak iki başlı bir din anlayışı oluşturulmuş, Resule itaat etmenin anlamı, bugün elimizde mevcut bulunan rivayet kitaplarına yüklenerek, rivayet kitaplarının belirleyici olduğu din anlayışı hakim kılınmıştır. 

Kur'an Yeter söyleminin ifade ettiği anlam, dinde çok başlılığın değil, tek başlılığın hakim olması, yani Kur'an'ın dinde belirleyici kaynak olarak görülmesi, din adına gelen bilgilerin bu kitabı süzgecinden geçirilmesi çerçevesindedir veya böyle olması gerekmektedir. Çünkü insanlar üzerinde kanunlar koymak sureti ile tasarruf hakkına sahip olmak, ilahlığın bir gereğidir. Kendisinden başka ilah olmadığını bir çok ayette hatırlatan Allah (c.c) bu hakkı kimseye vermediğini, bu hakkın kendisinden başka kimseye verilmesini Şirk olarak nitelemektedir.

Kur'an'ın dinde belirleyici olması, din adına gelen bilgilerin bu kitabın süzgecinden geçirilmesi demek olan Kur'an Yeter söylemine karşı, rivayetlerin belirleyici olmasını savunarak, din adına gelen bilgilerin rivayet süzgecinden geçirilmesini savunan düşüncenin bir diğer adı ise KUR'AN YETMEZ söylemidir. Bu söylem açık ve net olarak rivayet savunucuları tarafından dile getirilmektedir. Kur'an'ın tek başına belirleyicilikte yetersiz kaldığı, bu yetersizliğin ise rivayet kitapları tarafından doldurulduğu sözleri, rivayetleri savunanların sıkça söylediği sözlerdir.

Kur'an Yeter söylemi peygambere düşman mıdır?.

Bunu anlamak için öncelikle Kur'an Yetmez söylemini savunanların peygamber algılarını yeniden hatırlamakta fayda vardır. Bilindiği üzere bu söylem din anlayışını rivayet kitaplarından almış, ve bu kitaplardaki bir çok bilgi Kur'an ile taban tabana zıtlıklar taşımaktadır. Ayrıca Kur'an bizlere sadece bir tek peygamberi değil, bütün peygamberleri örnek almamızı emretmektedir. 

Kur'an Yetmez söyleminin savunucuları sözde bütün peygamberlere iman iddiasında bulunurken, özde ise Muhammed (a.s) ı yücelten, bu yüceltmede de Kur'an'ın örnek almamızı istediği onun şirk, zulüm ve küfre karşı olan başkaldırısı değil, sakalı, sarığı, yatması, uyuması, misvağı v.s gibi Kur'an'ın bizlere elçilere iman konusunda yüklemediği yükümlülükler bulunmaktadır. Kur'an'ın bütün peygamberleri kavimlerinin şirklerine karşı var güçleri ile karşı çıkarlarken, rivayetlerin peygamberi işi gücü nafile namaz kılmak, nafile oruç tutmak, sakal ve sarık ile uğraşmak olan, etliye sütlüye karışmayan mistik bir hayat süren bir kişilik sahibidir.

Kur'an Yeter demek, bütün peygamberleri birbirinden ayırt etmeden iman etmek, onların şirke, zulme ve tuğyana karşı olan mücadelelerini örnek almak, yaşamlarını bu peygamberlerin örnekliğinde yönlendirmeye çalışmak demektir. Bu söylemin peygamber anlayışında peygamberler uçan kaçan insanüstü kişilikler değil, biz gibi beşer olan örnek alınabilecek şahsiyetlerdir. 

Şimdi sorarız; Kur'an Yeter söylemi gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa bu düşmanlık iddiası rivayet savunucuları tarafından ortaya atılmış bir iftira mıdır?. 

İllaki bir düşmanlıktan bahsedecek olursak peygambere karşı bu düşmanlığı Kur'an Yeter diyenler değil, Kur'an Yetmez diyenler yapmaktadır. Çünkü peygamber algıları tamamen Kur'an ile taban tabana zıt bir şekilde rivayetler kanalı oluşturulmuş, ve bu peygamber Allah (c.c) ile dinde ortak bir konumdadır.

Kimseyi Müşrik olarak yaftalamak gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte, Kur'an'ın dinde belirleyici olmasını yetersiz görerek, insan eli ile oluşturulmuş olan kaynakları Kur'an'a eşdeğer görmek hatta daha ileri giderek, Kur'an'ı terk ederek bu kaynakları dinde belirleyici kılmanın diğer adı Allah'ın kitabına kullarını kitaplarını ortak koşmak anlamına gelmektedir.

Hristiyanların İsa (a.s) a olan aşırı yüceltmeleri onları Kur'an'ın nazarında Kafir durumuna düşürürken, Müslümanların Muhammed (a.s) a karşı olan aşırı yüceltmeleri onları ne duruma düşüreceği tekrar gözden  geçirilmelidir.

Söylemek istediğimiz o dur ki; Rivayetlerin dinde belirleyici olmasını savunanların, Kur'an'ın belirleyiciliğini savunanlara karşı açtıkları, bu kimselerin peygamber düşmanı oldukları iddiası, kendilerini bu iddia ile karşı karşıya bırakmaktadır. Ortada eğer bir düşmanlık varsa ve birilerine Peygamber Düşmanı takılması gerekiyorsa, bu yaftayı hak eden taraf, Kur'an'ın yetersizliğini savunarak, peygamberi ilah konumuna yükselten düşünce sahipleridir. 

Bir Müslüman olarak birbirimize yapacağımız tavsiyemiz, kimseyi yaftalamadan, din konusunda Kur'an'ı dikkate alan, Kur'an'ın emir ve tavsiyelerini dikkate alan bir düşünce sahibi olmaya çalışmak, ortada eğer bir yanlış varsa, bu yanlışları Kur'an'ın hakemliğinde çözmeye çalışmak olmalıdır. Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır bitmeyen ihtilafların kaynağında dinde çok başlılık sorunu olduğu unutulmamalıdır.

Müslümanlar arasındaki kavgaların ne gibi zararlara yol açtığı dikkate alınarak, aramızdaki fikri ihtilafların medenice konuşarak halli yoluna gidilmeye çalışılması, bizleri daha güçlü kılacak, birbirimize takınacağımız düşmanca tavırlar, başkalarının ekmeğine yağ sürecektir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.