16 Eylül 2015 Çarşamba

Süleyman (a.s) ın Cinleri ve Şeytanları Emri Altında Çalıştırmasının Günümüze Dair Mesajı

Kur'an kıssaları; geçmişteki hayatlardan kesitler sunarak o kıssaları okuyanlara, yaşadıkları hayata dair mesajlar sunmaktadır. Süleyman(a.s) kıssası aynı şekilde günümüze dair mesajlar ihtiva eden bir kıssa olup, klasik ve modernist okumalarda sadece yaşandığı zamana dair okumalar yapılarak anlaşılmaya çalışıldığı için mesaj yönü ıskalanan bir kıssa olarak okunmuş ve okunmaya devam etmektedir.

Süleyman(a.s) kıssası ile ilgili birkaç yazımızda kıssadaki anlatımları, mesaj yönünün olması cihetinden okuyarak anlamaya çalışmış ve bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmıştık. Bu yazımızda Süleyman(a.s)'ın emrine verildiği söylenen "Cin" ve "Şeytan"ların bize dönük nasıl bir mesajı olabileceğini okumaya gayret edeceğiz.

[034.012] Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.

[034.013] Onlar, ona mihraplar, heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için çalışın! Kullarım arasında şükreden azdır.

[034.014] Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı.

[038.035] Süleyman: «Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın» dedi.

[038.036] Bunun üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi [038.037]  Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.

[038.038] Demir halkalarla bağlı diğerlerini de.

[038.039] «İşte Bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut, hesapsızdır.» dedik.

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki; yazının amacı "Cin" ve "Şeytan" olarak ifade edilenlerin mahiyetlerini araştırmak değil, bu isimlerin insanlara verdiği zararlar dikkate alınarak, her toplum içinde böyleleri bulunmak sureti ile kişileri ve toplumu ifsad etmek potansiyeline sahip olması öne çıkarılarak, bunların işlevleri dikkate alınmak sureti ile anlaşılmaya çalışılacaktır.

"Şeytan" kelimesi Kur'an'daki bütün geçişlerinde ruhani varlık gibi bir anlamda kullanılmayıp, saptırıcılık anlamında bir sıfat olarak kullanılmıştır. "Cin" kelimesi insandan ayrı bir varlık kategorisine sahip olanlar olarak kullanılmış olmasına rağmen, onların ontolojik mahiyetleri ile ilgili bilgiler Kur'an'da yoktur. Onlar hakkındaki bilgiler, Mekke müşriklerinin cinler hakkındaki algılarının yanlışlıklar üzerine kurulmuş ve onları şirke sürüklemeleri üzerinde durulmuştur.

Süleyman(a.s)'ın emrine verilenlerin "Cin" ve "Şeytan" olarak anlatılmasının, Süleyman(a.s)'ın yaşadığı zaman içindeki anlamını değerlendirecek olursak; onun güçlü bir mülk ve saltanat sahibi olduğunun ifade edilmesi açısından bu ifadelerin kullanıldığını söyleyebiliriz. Çünkü bu isimle ifade edilen unsurlar, insanları saptırmak konusunda maharete sahip olan gruplar olup, yönetim kademesinde olanların bu tür guruplara karşı Süleyman(a.s) örnekliğinde nasıl bir yönetim politikası uygulanabileceği anlatılmaktadır.

Bunların mahiyetinin ne olduğunu tartışmaktan çok "Cin" ve "Şeytan" olarak geçen kelimelerin, Kur'an'da kullanılışlarını dikkate alarak, bir devletin potansiyel düşmanları için kullanıldığını söyleyebiliriz. Bir devletin içinde her zaman onun yıkılmasını arzu eden unsurlar vardır ve bu unsurları "CİN"lerin görünmezliği üzerinden yeraltı faaliyetleri, "ŞEYTAN"lar gibi insanları iğva edici, zihinleri ifsad edici çalışmalar yapanlar olarak okuyabiliriz.

Her devlet içinde "Cin" ve "Şeytan" olarak ifade edilen yıkıcı unsurlar potansiyel olarak mevcuttur. Asıl öneme haiz olan mesele; bu potansiyelin ortaya çıkarak halkı ifsad etmesine sebebiyet vermemektir. Süleyman(a.s), bir hükümdar olarak yönetimi altındaki halk içinde, potansiyel olarak bulunan yıkıcı unsurların nasıl açığa çıkarılmaMAsını ve onların nasıl bir yöntemle kontrol altında tutularak ifsad edici faaliyet yapmalarının önünün kapatılacağını bizlere öğretmektedir.

Bu ayetleri literal bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman, Süleyman(a.s)'ın elinde kırbaç, cin, şeytan gibi varlıkları köle gibi çalıştırdığı, onların da korkudan ona isyan edemeği gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Böyle bir okuma, kıssanın vermek istediği mesajın anlaşılamamasını beraberinde getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir.

Modernist okumaya tabi tutanlar ise olayı "Cin" ile ilgili ayetler çerçevesinde değerlendirerek, onların ontolojik mahiyetlerinin tespiti konusunda bu ayetlere de müracaat ederek, onların farklı bir yapıları olmayan bizler gibi insanlar olduğu iddiasını getirmektedirler. Biz "Cin" ile ilgili ayetlerin, onların ontolojik mahiyetlerinin olup olmadığı veya insan olup olmadığı üzerinden değil, Mekke müşriklerinin bu konudaki algılarının red edilmesi cihetinden bir okumaya tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konudaki düşüncelerimizi CİN Suresi ayetlerini ele almaya çalıştığımız bir yazımızda daha önce paylaşmıştık.

Ayetleri önce Süleyman(a.s)'ın yaşamış olduğu zaman ve mekan dahilinde okumak, sonra "bunların bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını aramak istiyoruz.

Süleyman(a.s) kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş bir elçi olarak, kendisine mülk ve yönetim gücü verilmiş diğer insanlar için model bir kişidir. İnsanlar birlikte yaşamanın bir gereği olarak, yöneten ve yönetilen şeklinde iki gruptan birisi içinde bulunurlar. Her grubun birbirilerine karşı olan sorumluluğunu Allah(c.c) kitabında tayin ederek doğabilecek anarşi zulüm ortamının önünü kesmiştir.

Kur'an "Yöneten" konumunda olan insanların, yönetimi altındaki insanlara karşı nasıl bir tutum sergilemeleri gerektiğini yaşanmış kıssalar ile anlatarak, doğru ve yanlış yönetim sergileyenleri ve onların akıbetlerini anlatarak yol göstermiştir. Süleyman(a.s), Davud(a.s), Yusuf(a.s), Zülkarneyn(a.s) gibilerin örnek yönetimlerine karşılık Firavun, Nemrut gibilerinin zulüm yönetimlerini anlatarak, bu gibilerin yanlışlarının onları nereye götüreceğini haber vermiş, kendisinin yolundan ayrılmamaları gerektiğini müteaddit defalar hatırlatmıştır.

Süleyman(a.s) kıssasının bu çerçevede okunarak değerlendirilmesi ve mesajının bu yönde okunması, yönetimi ellerinde tutanların nasıl bir yönetim sergilemesi gerektiği yönünde öğütler ihtiva etmektedir. Onun kıssası içinde cin, kuş, şeytan, karınca gibi objeler üzerinden verilmek istenen mesajın ana merkezinde, adil bir yönetim sergilemenin örnekleri ve elindeki gücü vahyin kontrolünde kullanması vardır.

Süleyman(a.s) bir hükümdar olması hasebiyle hükümranlığı altında büyük bir toprak parçası ve bu topraklar üzerinde yaşayan insanlar vardır. Her ülkede olduğu gibi, o ülkeyi de oluşturan insanların ırk, dil, kavim, gelenek vb. birbirlerinden bir takım farklılıkları vardır. Bir ülke ne kadar büyükse, o ülkenin büyüklüğü oranında farklı etnik grupların o topraklar üzerinde yaşaması bir realitedir. Süleyman(a.s) bu realite ile karşı karşıya kalan bir hükümdar olarak bu farklılıklardan doğabilecek bazı sıkıntılı durumları bertaraf etme hususunda önemli bir örnektir.

Bir devlet yöneticisi için en büyük sorun; hükümranlığı altında yaşayan insanların tamamını kontrol altında tutması ve onların yönetime karşı bir hoşnutsuzluk duyarak başkaldırmalarıdır. Tarih; yöneticilerine başkaldıranlar ve bu uğurda dökülen kanların örnekleri ile doludur. Hala bu uğurda kan dökülmeye ve isyan hareketlerine devam edilmektedir ve kıyamete değin edilecektir.

Bu sorunu dikkate alarak ve bu sorunların üstesinden nasıl gelinebileceği hayat kitabı olan Kur'an'ın nasıl öğrettiği, yaşanmış örneklerden bizlere okunmaktadır. Süleyman(a.s)'ın Cin ve Şeytanları emri altında çalıştırmasını şu şekilde okumak mümkündür;

Daha önce kıssa içinde anlatılan "Cin" ve "Şeytan"ların ontolojik mahiyetinin ne olduğundan çok, bize dönük mesajının okunması gerektiğini söylemiştik.

Süleyman(a.s) kıssasında anlatılan "Cin" ve "Şeytan"ları, onun hükümranlığı altındaki topraklarda yaşayan ve etnik farklılıklara sahip insanlar olarak okumak mümkündür .Cinleri ve Şeytanları insan olarak ifade etmemiz, kıssanın bize dönük mesajının okumak için olduğunu hatırlatmak isteriz. Bugün bir ülke içinde yaşayan farklı etnik kökenlere mensup olan insanların Süleyman(a.s) kıssası içinde anlatılan Cin ve Şeytan gibi anlatımlar ile benzeştirerek kıssadaki anlatımın mesajını anlayabiliriz.

Süleyman(a.s) kıssasında anlatılan Cin ve Şeytanların günümüze dönük mesajını okuyabilmek için bir ülke içinde her an için huzursuzluk ve anarşi çıkarma potansiyeline sahip olan veya yönetime karşı çıkarak onu devirmek için planlar yapan insanlara benzetebiliriz. Bir ülke içinde huzursuzluk çıkarmak isteyenlerin ellerindeki en büyük koz; o ülke içinde yaşayan ve birbirleri ile bazı farklılık arz eden insan gruplarıdır. Bu gruplar çeşitli oyunlar ile kışkırtılarak o ülkenin huzurunu bozmak isteyenler tarafından kolaylıkla provake edilebilir.

Ülke yöneticilerine düşen en önemli görev; ülkede yaşayan farklı grupları birbirine bağlayan alt kimlik üzerinden değil en üst kimlik üzerinden birbirlerine bakmalarını sağlamak olmalıdır. Ülke içinde siyah-beyaz şeklinde yapılan bir ayrım, zaman içinde başkaları tarafından kullanılarak ülkenin birlik ve beraberliği sarsılmak istenebilir.

Bir ülke yönetimini elinde tutanlar öncelikle yönetimleri altında yaşayan insanları eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde yöneterek, onların isyan, anarşi, terör gibi çarelere başvurmalarını önlemek zorundadırlar. Bunun yegane çaresi; o ülke topraklarında yaşayan insanların yönetiminde, vahyin dikkate alındığı bir yönetim biçimidir.

Süleyman(a.s), işte bu noktada adalet ve eşitlik prensibine uygun bir yönetimin nasıl olması gerektiğini sergilemektedir. Süleyman(a.s) kıssasının tamamını okuduğumuz zaman, onun yönetim konusunda önceliğinin "Vahiy" olduğu, kendisinden daha üst olan bir hükümdara yani "Alemlerin Rabbi"ne karşı sorumlu olduğunu unutmadan bir yönetim sergilediği öne çıkmaktadır. Bu yönetim tarzı yani vahyi öncelleyen yönetim tarzının eşitlik ve adalet ilkelerine uyduğu müddetçe yönetimi altında yaşayanlar için doğru bir yönetim tarzı olduğu görülmektedir.

Adil bir yönetim, elinin altındaki halkın kendisine karşı herhangi bir hoşnutsuzluk içine girmemesi için öncelikle ekonomik ve sosyal tedbirleri almak zorundadır. Ekonomik ve sosyal yönden sıkıntıya giren bir toplum terör ve anarşiye gebe kalmaya mahkumdur.

SEBE Suresi ayetlerine baktığımızda, Süleyman(a.s) için erimiş bakırın ona akıtılmasını, onun yaşadığı zamanın teknolojisine ayak uydurmada geri kalmadığı yönünden okuyabiliriz. Teknolojik imkanlar bakımından üstün olan bir ülke, bu imkanlarını öncelikle kendi halkının refahı için kullanır, Süleyman(a.s) da bunu yapmıştır. Ülkelerin kendilerine yetmesi ve başkalarına muhtaç olmaması, orada yaşayan insanların mutlu bir hayat sürmesini sağlar. Başkalarına muhtaç olan bir ülkenin insanları, başkaları tarafından her an kullanılmaya mahkumdur.

Süleyman(a.s)'ın, elinde olan bu imkanları nasıl kullandığını, aynı surenin 13. ayetinde görmekteyiz. Emri altında her an isyan, anarşi ve terör çıkarmaya müsait olan "Cinler" ve "Şeytanlar" olarak ifade edilenleri çalıştırarak kontrol altında tutan yani onlara günümüz tabiri ile "İş-Aş-Ekmek" veren Süleyman(a.s) suretle yönetimi altında bulunanların herhangi bir terör, anarşi gibi olaylara kalkışmamaları için her sebebi ortadan kaldırmaktadır. Bir ülkede anarşi ve terörü körükleyen en büyük unsur, o ülke halkının sosyal ve ekonomik yönden zayıf bırakılması olup, bu durum başkaları tarafından kullanılarak ülkenin baş ağrısı olmaktadır.

Karnını doyuramadığınız bir ülkenin halkı, aç bırakıldığı takdirde karnını doyurmak için her türlü yola başvurur. Aç kalan bir insan karnını doyurmak için elini uzattığı ekmeğin helal mi haram mı olduğunu düşünmeden, önce aç karnını doyurmanın yolunu arar. Süleyman(a.s) örnekliği işte burada çok önemli mesajlar vermektedir.

Yaşadığı zamanın teknolojisine ayak uydurarak yönetimi altında yaşayan ve aç kaldığı anda terör ve anarşiye kalkışabilecek olan halkı sosyal ve ekonomik yönden tatmin ederek böyle bir harekete girişmesini önleyen Süleyman(a.s)'ın yöneticilik örnekliğinin tarihin her devrinde geçerli olacak bir örneklik olarak okunması gerekmektedir.

SEBE 12 ayetinin sonunda "Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık." cümlesini şöyle anlamak mümkündür;

Bir yönetim, elinin altında yaşayanlara sosyal ve ekonomik olarak her türlü imkanı sağlayarak onların bir takım yanlışlara sapmasını önlemek zorundadır. Evrensel hukuk kurallarında, bir suça ceza verilmesinin adil olması için, kişileri o suça sevkeden amillerin ortadan kaldırılması gereklidir. Eğer siz halkınızı aç bırakırsanız, o halka hırsızlık suçunu işlediği için verdiğiniz ceza ancak onlara zulmetmek anlamına gelecektir. Ömer(r.a)'ın yönetiminde kıtlık zamanında hırsızlık cezasının uygulamadığı konusundaki rivayetler, onun bu konudaki adil davranışının bir örneğidir.

Süleyman(a.s), suça giden yolları önleme noktasında her türlü önlemi almış bir yönetim sahibi olarak, bundan sonra yanlış yaparak anarşi ve teröre bulaşan unsurlara karşı her türlü sert tedbiri almıştır. Anarşi ve teröre bulaşılmasının önünü sosyal ve ekononmik tedbirlerle kapatan bir yönetime karşı isyana giren kim olursa olsun artık cezayı haketmiş sayılacaktır.

Bütün bu yazdıklarımızı Türkiye şartları dahilinde bir genellemeye tabi tutacak olursak; bugün içinde bulunduğumuz anarşi ve terörü doğuran sebeplerin çok iyi irdelenmesi, olayların buralara kadar gelmesine sebep olan sosyal ve ekonomik yönden yapılan yanlışların okunması ve bu yanlışların ortadan kaldırılması için gereken önlemlerin alınması gereklidir.

Bu önlemler alınırken Kur'an'ın hayat kitabı olma özelliği dikkate alınmalı ve yönetim mekanizması vahyi merkeze alan bir sistem üzere kurulmalıdır. Vahyi merkez alan sistemde, geçmişteki örneklikler dikkate alınır ve ona göre bir yönetim biçimi belirlenir. Süleyman(a.s) örnekliği bir devletin nasıl yönetileceği hususunda yaşanmış bir örnek olarak karşımızda durmaktadır. Sosyal, ekonomik ve askeri yönden güçlü bir devlete dışarıdan ve içeriden düşmanlık etmek isteyen unsurlar daha dikkatli davranacak ve o devlete herhangi bir düşmanlıkta bulunmak için iki defa düşünmek zorunda kalacaklardır.

Sonuç olarak; Süleyman(a.s)'ın "Cin" ve "Şeytan"ları emri altında tutmasının bize dönük mesajını okumaya çalıştığımız bu yazıda, bu isim altında toplananların ontolojik mahiyetlerini tartışmaktan ziyade, bu isim altında toplananların Kur'an genelindeki işlevleri göz önüne alınarak okumaya tabi tutulmuş ve "bu kıssanın bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabı aranmaya çalışılmıştır.

Cin ve Şeytan olarak ifade edilen isimleri, ifsad edilme potansiyeline sahip olmak şeklinde okuyarak, bu tür bir potansiyelin her ülke içinde olmasının doğal bir durum olduğu, asıl önemli noktanın bu tür ifsada müsait olanların "iş-aş-ekmek" sahibi yapılarak, ne kendilerinin bir ifsad hareketine girişmeleri, ne de başkaları tarafından ifsad edilerek toplumda huzursuzluk çıkarmalarının önlenmesi hedeflenmektedir.

Süleyman(a.s) kıssasını okuduğumuz zaman Cin ve Şeytan olarak ifade edilenlerin önce çalıştırılarak onları ekonomik yönden tatmin etme cihetine gidildiği, bundan sonra artık bir huzursuzluk çıkarmak şeklinde eyleme girenlerin asayiş suçu ile işlemiş olduğu gerekçesi ile cezalandırma cihetine gidebileceğini okumaktayız. Sosyal ve ekonomik olarak geri bıraktığınız bir grubu, bu tür haklar istediği gerekçesi ile suç işlemiş muamelesi yaparak askeri tedbirler ile onları sindirme planları hiçbir zaman işe yaramaz ve bu muamele adil olmaz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Kur'an Arapça mıdır ? Yoksa Rabça mıdır?

Alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak inen Kur'anın muhteviyatındaki ayetlerin anlaşılması, indiği andan beri bir sorun olarak karşımıza çıkmış ve kıyamete kadar aynı sorun devam edecektir. Kendisine Kur'an inen Muhammed (a.s) hayatta iken ashabının yanlış anladığı bir konuda düzeltme yaparken , onun vefatı sonrasında genişleyen İslam toplumunda aynı ayet farklı olarak anlaşılmış , hala farklı anlamalar ve anlayışlar devam etmekte olup bu tür farklı anlamalar kıyamete değin sürecektir. 

Mesele ayetin farklı anlaşılmasından çok , anlayanların kendi anlayışlarını mutlaklaştırarak bu anlayışlarının tek doğru olduğu iddiasıdır. Kendi anlayışının doğru olduğu iddiasını dile getirenler bu düşüncelerini bir takım tezler üzerine temellendirerek, nihai doğrunun ancak kendi yorumları olduğunu dile getirerek , "Kargadan başka kuş tanımayanlardan" olma sevdasına düşmektedirler. 

Bu tezlerden bir tanesi , Kur'anın metninin ARAPÇA olduğu fakat manasının RABÇA olduğu iddiasıdır.  

Bu iddia ucu açık ve istismara çok müsait olup, bir takım tehlikeleri beraberinde getirmesi açısından yanlış bir söylemdir şöyle ki; 

[014.004]  Biz hiç bir resulu, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, dilediğini hidayete yöneltip-iletir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Dil, insanlar arasında iletişimin en önemli unsuru olup , Allah (c.c) kullarına olan emir ve yasaklarını onların konuştukları dil ve o dilin edebi usluplarını kullanan kitaplar vasıtası ile indirmiştir. İnen kitabı anlama konusunda ilk muhataplar içlerinde elçi olması nedeniyle herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamalarına rağmen, sonraki yıllarda "Kur'anın doğru anlaşılması" şeklinde bir mesele gündeme gelmiş ve gündem olmaya devam etmektedir. 

Farklı Kur'an anlayışlarının bir takım sebebleri olup , bu sebebleri irdelemek yazımızın konusu değildir , üzerinde durmaya çalıştığımız konu , bu farklılıklar değil herkesin kendi anlayışını tek doğru kabul etmesi meselesidir.

Kur'anı okuyup anladığını iddia edenler arasındaki en önemli sorun , anlayışlarını veya başkalarının yanlış anladığı iddiasını, ayet destekli bir iddiaya dayandırmaktan çok, kişisel karizma destekli bir düşünceye oturtmak istemeleridir. Kur'anı onların anladığı, çünkü Kur'an dilini herkesin anlayamayacağı gibi iddialara dayandırılarak, özellikle tasavvuf kesiminin argümanı olan Kur'anın Rabça olduğu, yani herkesin anlamadığı bir dile sahip olduğu bu dili anlayabilmenin Rabbin verdiği özel yetenekler ile mümkün olacağı iddiası, İslam toplumunda ciddi olarak alıcı bulan bir düşüncedir.

Kur'anın metni farklı, anlamı farklı mıdır?.

Kur'an indiği toplumun dilini ve o dilin edebi özelliklerini taşır demiştik. Arapça dili mecaz ,istiare , kinaye , mesel gibi edebi uslupları içinde barındıran bir dil olup, bu dilin özellikleri Kur'anda da yerini bulmuştur. Kur'an metnindeki bu tür edebi özellikleri taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılamayacağı aşikardır. Bir arap türkçe  kitap içindeki "Atı alan üsküdarı geçti" veya "Geçti borun pazarı sür eşeğini niğde ye" ifadesini türk dilindeki edebi özelliği bilmeden anlamaya kalkarsa gülünç bir anlam yükler veya maksadı anlayamaz. 

Arap dilinin  özelliklerini bilmeden, Kur'anda bu tür edebi özellikler taşıyan ifadelerin literal bir okuma ile anlaşılmayacağı açık olup bu tür okumaların yanlışlarını ümmet olarak hala çekmekteyiz.  Bu durum , "Kur'anı sadece belirli kişiler anlar ve diğerleri o belirli kişilerin yorumuna mahkum kalacaktır" anlamına asla gelmez ve gelmeMElidir.  

Bu tür edebi özelliklerin göz ardı edilmemesi gerektiği herkes tarafından kabul gören bir düşünce olup bu tür özelliklerin "Rabça" olduğunu iddia etmek mümkün değildir , çünkü edebi özellikler insanların aşina oldukları bir durum olup bunu özel kimselerin anlaması gibi bir şey sözkonusu değildir. 

Kur'anın dediği ile demek istediği farklı mıdır ?. 

Kur'an  farklı yorumlara açık bir kitap olup , bazı kimseler kendi düşüncesini kabullendirmek , karşı düşünceyi red etmek için kitabın ayetlerini diledikleri biçimde yorumlayabilir. Bunu yaparken "Kur'anın dediği ile demek istediği birbirini tutmaz" şeklinde bir ifade kullanarak gelebilecek itirazlara baştan set germektedirler. İstismara müsait olan bu söylem bazılarının elinde silah olarak kullanılarak , Kur'ana istediğini söyletme aracı haline gelmiştir.

Allah (c.c) nin konuştuğu bir dil var mıdır ? 

Dil insana has bir olgu olup , Allah (c.c) için böyle bir durum sözkonusu değildir ve onun kendine has bir dili yoktur. Allah (c.c) aşkın bir varlık olup kulları ile olan iletişimini , kullarını kendi seviyesine çıkararak değil , kendisini kullarını seviyesine indirerek kurar.  "Kur'an Rabça dır" ifadesi bu anlamda bazı tehlikeli iddiaları beraberinde getirmektedir.

Bu tehlike şu dur ; Allah (c.c) ye özel bir dil isnad edilmesi 

Geçmişte yapılan literal okumalar neticesinde , Allah (c.c) ye el , yüz , ayak v.s isnad edilerek onu bir beşer gibi görmek sapkınlığına düşüldüğü bilinmektedir. Haşeviyye , Mücessime gibi adlarla anılan bu guruplar, Allah (c.c) yi beşer gibi cisimlendirerek büyük bir hata içine girmişlerdir. Allah (c.c) ye dil isnad etmek geçmişte mücessime fırkasının düştüğü hatanın bir benzerine düşerek onu beşerleştirmek gibi bir duruma sokmaya sebeb olması açısından kabul edilir bir şey değildir.

Kur'anın sadece literal bir okumaya tabi tutulması ne kadar yanlışsa , batıni bir okumaya tabi tutulması da o kadar yanlıştır. Batıni okuma yöntemi kişisel karizma üzerine kurulmuş bir yöntem olup okunulanı değil, okuyanı öne çıkaran bir yöntemdir. Bu yöntemde öne çıkan söylem, Kur'anı herkesin anlayamayacağı , bazı kişilerin ve onlara verilen özel bilgiler sayesinde anlaşılacağı , diğerlerine bu kişilere ve okuduklarına tabi olmak gibi bir görev düştüğü şeklindedir.

Bu durum iddia sahibini Allah (c.c) nin dilini anladığı iddiasına götürür ki , ya Allah (c.c) nin kişinin seviyesine indiğini , ya da o kişinin Allah (c.c) nin seviyesine çıktığı anlamına gelir. Allah (c.c) zaten bir beşere kitap indirerek bizimle olan konuşmasını bizim anlayacağımız bir lisan üzerinden göndermiş olup bu lisan üzere inen kitabın anlaşılmaz olduğu gerekçesi ile ayrı bir lisan ile başkalarına açması gibi bir durum sözkonusu olamaz. 

Kur'anın Rabça olduğu iddiasını dillendiren kişi, okuduğu ayet hakkındaki yaptığı yorumun Rabbin kast ettiği mana olduğunu ve bunu kendisinin anladığını iddia etmesi anlamına gelir ki, bu iddia büyük bir cürümdür. Tasavvuf kesiminin elinde güçlü bir silah olarak kullanılan bu argüman , ayet hakkında konuşan kişinin dediklerinin nihai ve Allah (c.c) demek istediğini  o kişinin dile getirdiği iddiasını taşımaktadır. 

Bu tür iddiaların Kur'an merkezli düşünce adına yola çıkanlar tarafından dile getirilmeye başlanmış olması , Kur'anı din baronlarının tekelindeki bir kitap olmaktan çıkarmak adına yola çıkarak, kendi tekellerine alınan bir kitap haline getirmek isteyenlerin olduğunu göstermektedir.

Kur'anı merkeze aldığını iddia ederek yola çıkan insanların aynı ayetleri birbirlerinden farklı olarak anladıkları bir realitedir. Peki bu realite karşısında ne yapmak gereklidir ?. 

Öncelikle hoşumuza gitse de gitmese de, bu kitabı anlamanın herkesin hakkı ve vazifesi olduğunu hatırdan çıkarmamak zorundayız. Okuduğumuz bir ayeti bizden farklı anlayan ve bu anlayışının yanlış olduğunu düşündüğümüz kişiler var olacaktır ve de vardır , bu kişilerin ayet hakkında yaptıkları yorumun şayet yanlış olduğunu düşünüyorsak itiraz hakkımız elbette vardır. Bu itiraz yine ayet merkezli bir delil ile yapılmalı ve uygun bir dil ile aktarılmalıdır. 

Yorum sahipleri herhangi bir ayet hakkında yaptıkları yorumun nihai ve kesin bir yorum olduğunu söyleme hakları olmayıp , sadece bu konudaki fikirlerinin ve düşüncelerinin bu olduğunu söyleyebilirler. Herhangi bir ayet hakkında yapılan yorumun hata ve eksik barındırabileceği ihtimali üzerinden yapılan tartışmalar kişiler arasında gerginliği ve kavgayı en aza indirecektir.

Kişiler arasında yapılan tartışmalarda en büyük sıkıntı , herkesin kendi söyleminin nihai doğru olduğu kanısında olmasıdır. Bu kanı maalesef aradaki diyalog imkanını ortadan kaldırmakta ve ortak bir noktada buluşma imkanı bırakmamaktadır. 

Yazımızın konusu olan, kitabın farklı bir dili olduğu, bu dili herkesin anlayaMAyacağı iddiası işte bu merkezde , iddia sahibinin söyleminin tek doğru olduğunu karşısındakine kabul ettirme yöntemi olarak devreye girmektedir.  

Kur'anın Rabça olan anlamı !! nasıl öğrenilir veya onu kim,kimlere öğretir ?.

Kur'anın böyle bir anlamı olduğunu iddia eden kişinin bu sorulara cevap verme zorunluluğu vardır. Tasavvuf ehlinin bu soruya verdiği cevap bellidir . Kerameti müritlerinden menkul olan şeyh efendiler kalp gözleri açık !! olmaları nedeniyle gayb alemi ile her an iletişim halinde oldukları için bu anlamları anında öğrenip aktarabilmektedirler. 

Kendisini Kur'an merkezli bir söylem içinde ifade edenlerin böyle bir cevabı asla olmaz olamaz, o zaman bu anlamı onlar nasıl öğrenir?. 

Onların da, eleştirdikleri bir yöntem olan tekelcilik yöntemine düşerek , başkalarının tekelciliğine karşı kendi tekellerini oluşturmak için böyle bir söylemi dile getirmekte olduğunu söyleyebiliriz. Kur'anı anlamak için herkesin bilgi ve seviyesi aynı olması gibi bir mecburiyet yoktur. Mecburiyet , kişinin ön yargıdan arınmış ve kitaba teslim olan bir zihne olmasıdır.

Sonuç olarak ; Kur'an indiği toplumun dil özelliklerini kullanarak inen bir kitaptır. Kur'anın Rabça olduğu iddiası, geçmişten gelen bir iddia olup, bazılarının elinde silah olarak kullanılan bir argüman haline dönüşerek , kişisel anlayışların Allah'a mal edilmesini beraberinde getiren bir söylem olması nedeniyle yanlış ve tehlikeli bir düşüncedir. Kişiler, bilgi birikimleri dahilinde okuduklarından bir yorum çıkarma hakkına sahiptirler. Hiç kimse , bu hakkı kimseden alma veya tekelinde tutmak gibi hakka sahip değildir. Yaptığı yorumun tek doğru yorum olduğunu ve herkesin bu yorumu kabul etmek zorunda olduğunu iddia eden kimsenin elinden derhal kitabı bırakıp bir doktora görünme zorunluluğu vardır. 

Müslümanlar ne çekmişlerse , kendilerini karizmatik bir yapıya büründürerek , "Ne derlerse doğrudur" - "Ne yaparlarsa bir hikmeti vardır" denilen adamlardan çekmiş , hala çekmektedirler. Bu karizmayı daha önce eleştirdikleri yapının bir benzerini kendileri üzerinde oluşturmak isteyen bazı Kur'an ehli olduğunu iddia edenlerinde kullanmak istemeleri bizleri derinden üzmektedir. 

Uzun lafın kısası , Kur'an Rabça bir kitap değil, Arapça bir kitap olup herkese açıktır ve hiç birimizin tekelinde değildir.


12 Eylül 2015 Cumartesi

Selefi Mealciliğin Yeni Hezeyanı : Hamr'ın Haram Olmadığı Düşüncesi

Kur'an "İslam" adlı dinin en son kitabı olup, sadece adını aldığı dinin anlamı olan "teslim olmak" deyimine uygun bir okuma ile anlaşılır. "Teslim olmak" demeyi sadece bir harf değişikliği ile "teslim almak" şeklinde anladığımız zaman, bu Kitap gerçek işlevini kaybederek bazılarının hevalarını tatmin etme aracı haline gelecektir. Üzülerek söylemek gerekirse Kitap'ı teslim almaya yönelik okumaların ve anlamaların örneklerini bolca görmekteyiz. Sabah erken kalkanın "Kur'an'da şu yok, bu yok, o var, o yok" gibi içtihadi(!) çalışma örneklerini gördükçe, okuma yöntemi konusunda yapılan yanlışların nerelere vardığını görmekteyiz.

Bu yazının amacı sadece bu düşüncedeki insanları suçlamaya yönelik olmayıp, yanlış olduğunu iddia ettiğimiz yöntemin yapmış olduğu bir çıkarımın yanlışlığını ilgili Kur'an ayetleri çerçevesinde ortaya koymaya çalışmak ve Kur'an okunurken bütünlüğü gözetmenin ve teslim almaya değil teslim olmaya yönelik okumanın ne kadar önemli olduğunu göstermeye çalışmaktır.

Ortaya atılan iddia şudur; HAMR HARAM DEĞİLDİR.
Bizim iddiamız şudur; HAMR HARAMDIR.

Bu konuyu, ortaya atılan iddianın delil ayeti üzerinden ve bu ayetteki bazı ibareleri diğer ayetler ile bağlamaya çalışarak ele almaya çalışalım.

MAİDE 90 ayetinde Allah(c.c) şöyle buyurmaktadır;

Yâ eyyuhellezîne âmenû innemel HAMRU vel MEYSİRU vel ENSABU vel EZLAMU ricsun min ameliş şeytâni fectenibûhu leallekum tuflihûn(tuflihûne).

[005.090] Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.

Bu ayette Rabbimiz dört şey sayarak bunların "Şeytan amelinden olan pislik" olduğunu buyurmaktadır. Bazı kişiler tarafından ayet içinde "haram kılındı" ifadesi geçmediği için bunların haram olmadığı şeklinde bir iddia dile getirilmektedir.

Bu iddia sahiplerinin bir kısmı, bu konudaki diğer ayetleri dikkate alarak, sarhoş olmayacak miktarda içmenin "helal" olduğunu dile getirmekte olup, Kur'an'ı hevalarına uydurmaya çalışmaktadırlar. İçkinin haramlığının "tedricen" yani aşama aşama inen ayetler ile beyan edildiği hatırdan çıkarılmamalıdır (16:67, 2:219, 4:43, 5:90).

Şimdi ortaya atılan iddianın, MAİDE 90 ayetini delil olarak göstermesinin ne kadar doğru(!) olabileceğini görmeye çalışalım.

MAİDE 90 ayetinde "haram" ifadesi yerine "şeytan amelinden olan pislik" ifadesi geçen. "Hamr" - "Meysir" - "Ensab" - "Ezlam" adı ile ifade edilen dört şey vardır. Dolayısıyla bu iddia sahiplerine göre sadece "hamr"ın değil, diğer üç şeyin de "haram" hükmüne girmemesi gerekir.

Bu demektir ki "hamr"ın haram olmadığını iddia edenlerin, diğer üç şeyin de haram olmadığını iddia etmeleri anlamına gelir.

Peki bu iddia doğru mudur?

MAİDE 3 ayetinde "Hurrimet aleyküm" (Sizin üzerinize HARAM kılındı) diye başlayan ve nelerin haram kılındığının beyan edildiği ayet içinde "Ve en testaksimu bilEZLAMİ" ifadesi geçmektedir. "Ezlam" kelimesi ile ifade edilen şeyin "haram" olduğunu MAİDE 3 ayeti beyan etmektedir.

MAİDE 90 ayetine geri dönecek olursak, orada bahsedilen dört şeyden biri olan sadece "El-ezlam"ın haram olduğunu, diğer üç şeyin haram olmadığını ve sadece "Şeytan amelinden olan pislik" olduğunu iddia edebilir miyiz?

"Evet, iddia edebiliriz" diyenler olursa, o zaman "Şeytan ameli" ifadesinin geçtiği ayetin yardımı ile "Şeytan ameli" olarak ifade edilen bir şeyin "HARAM" olduğunu görebiliriz.

[028.015] Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. «Bu şeytanin işidir; (He ze min amelişşeytani )çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır» dedi.

Bilindiği üzere Musa(a.s) Mısır'da kavga eden iki kişiyi ayırmak isterken birisini öldürüyor. Bu işlediği cinayet için "Şeytan ameli" ifadesi kullanılmaktadır.

Suçsuz birini öldürmenin Allah katındaki hükmünü öğrenmek için EN'AM 151 ayetine gidelim;

[006.151] De ki: «Gelin size Rabbinizin HARAM kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını veren Biziz, gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, ALLAH'IN HARAM KILDIĞI CANA HAKSIZ YERE KIYMAYIN. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.»

EN'AM 151 ayetine baktığımızda; Allah(c.c) "haksız yere can almanın" HARAM olduğunu beyan etmektedir. KASAS 15 ayetinde Musa(a.s)'ın yapmış olduğu fiil "haksız yere can almak" olup, bunun adına "ŞEYTAN AMELİ" demiştir.

Bütün bunları topladıktan sonra "Şeytan ameli" olarak ifade edilen amellerin "helal" olduğunu söylemek sadece hezeyandan ibaret bir söylemdir.

[005.091] Şeytan, içki ve kumarla sadece aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. ARTIK VAZGEÇİYORSUNUZ DEĞİL Mİ?

MAİDE 91'de yukarıdaki şekilde buyuran Rabbimize karşı "Ey Rabbimiz! Sen bunlara haram dememişsin, onun için VAZGEÇMİYORUZ" diyen bir kişi, eğer bunu Kur'an adına söylüyorsa ya CAHİL ya HAİN olup bunun üçüncü bir şıkkı olamaz.

Şunu üzülerek ifade etmek isteriz ki; Kur'an'ı eline alan kişinin öncelikle bazı şeyler konusunda çıkış veya kaçış aramak yerine, Rabbimizin bu konudaki beyanının ne olduğunu ve o beyana uymak gibi bir mecburiyetinin olduğunu bilmesi gereklidir. Bağlam gözetmeden yapılan literal okumalar, geçmişte "Zahirilik" veya "Selefilik" adında ortaya çıkan okuma örneklerinin, bugün eline meal alanlar tarafından icra edilmiş şeklinin "Selefi mealcilik" olarak ortaya çıktığını gösterir.

Sonuç olarak; Kur'an'ı bağlamsız veya hevalarına uygun hükümler çıkarmak için okuyanlar için her yasağı delebilecek okuma örnekleri çıkarabilen "Selefi Mealcilik" olarak ifade edebileceğimiz okuma şekline örnek olarak, Allah(c.c)'nin HARAM kıldığı "Hamr"ın, ilgili ayette direk olarak haram edilmediğinden yola çıkarak ona haram demenin Allah(c.c)'nin demediği bir şeyi söylemek yani Allah(c.c) adına haramlar ihdas etmek olduğu düşüncesi ortaya atılmaktadır. Kur'an'ı teslim almak için değil, teslim olmak için ve diğer ayetler ile birliktelik içinde okuduğumuzda, Allah(c.c)'nin HAMR olarak beyan ettiği içeceğin HARAM olduğuna dair en ufak bir şüphe bile götürmeyecek kadar açık bir hüküm mevcut olup, yanlış olan düşünce bunun haram olmadığına dair olan düşüncedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Eylül 2015 Perşembe

Firavun'un Helakı'nın Yaşadığımız Günlere Dair Mesajı

Kur'an kıssaları bizlere geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek , o yaşanmışlıkların bu güne dair nasıl bir mesajı olabileceğini düşünmemizi ve o yaşantılardaki olumlu ve olumsuz örneklerin okunarak ibretler çıkarılmasını istemektedir. Bu bağlamda , Firavun'un helak edilmesine kadar varan süreci okumaya çalıştığımızda onun yenilgiye uğramasının "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işleyişi neticesinde olduğunu görürüz. "Sünnetullah" adı verilen yasalar kıyamete kadar geçecek zaman içinde her an tekrarlanma imkanı olan yasalar olup tekrarlanması, bizim o yasaların işlemesini hak etmemize bağlıdır. 

Firavun ve ordusunun başına gelenleri , yaşanmış bitmiş ve sadece o zaman ve mekana has bir olay olarak okuduğumuzda Kur'anın bu konudaki anlatımları ancak ,"Eskilerin masalları" olarak kalacak ve bizlere öğüt ve ibret kısmı ıskalanmış olacaktır. Yaşadığımız ülke deki bazı olayların neden geliştiğini ve nasıl bir süreç izleyebileceğini bu kıssa bizlere anlatmaktadır.

Firavun'un başına gelen sonu hazırlayan olaylar ve sebebler nelerdi ?. 

Firavun , bilindiği üzere kendi hevasını ilah edinmiş bir kişi olarak , halkı üzerindeki yönetimde  sadece kendisinin belirleyicilik hakkı olduğunu , esas hak sahibi olan Allah (c.c) nin bu konuda herhangi bir yetkisi olamayacağını savunmaktaydı. Yetki sahibinin kendisi değil , onu ve herşeyi yaratanın hakkı olduğunu hatırlatmaya gelen Elçiye karşı gelerek şunları söylemektedir. 

[043.051]  Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
[043.052]  Yoksa ben, nerede ise meramını anlatamayan şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?
[043.053]  Eğer o dediği gibi ise, üzerine altın bilezikler atılsa ya, veya yanında melekler dizilse gelse ya!» 
[043.054]  İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdi.
[043.055]  Böylece Bizi öfkelendirince onlardan öç aldık, hepsini suda boğduk.

Bu ayetler, Firavun'un takip ettiği yolu kısaca anlatmaktadır. Her şeyin tek hakiminin kendisi olduğunu zanneden bu kişi, yanındaki diğer zalimler Haman ve ordularının yardımı ile halkı sindirme politikası izleyerek ,ülke içindeki etnik bir gurup olan İsrailoğullarını yok etme niyetini fiiliyat sahasına şu şekilde dökmekteydi.

[028.004] Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.

Firavun'un bir hesabı varsa Allah (c.c) nin de bir hesabı vardı o da şuy du; 

[028.005] Biz ise istiyorduk ki; güçsüz sayılanlara iyilikte bulunalım, onları önderler kılalım ve onları varisler yapalım.
[028.006]  Ve o yerde onları hakim kılmak; Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek (istiyorduk).

Allah (c.c) nin sünnetinde , hiç bir zalim ebedi olarak zulmünü sürdüremez ve o zalim bir şekilde tarih sahnesinden silinir , bu silinme bazen Mü'min kullar eli ile , bazen de Kafir kullar eli ile gerçekleşir . Bir zalimi tarihten silerek iktidarı eline geçiren kimseler, şayet aynı zulme devam ederse onlarda "Sünnetullah" gereği yıkıkarak tarih sahnesinden silinir. Bakara s. 251 ve Hacc s. 40. Ayetlerinde , Allah (c.c) nin insanların bir kısmının zulmünün diğer bir kısım ile def etmesinin onun değişmez bir yasası olduğu hatırlatılmaktadır.

 Firavunun yıkılmasını hazırlayan süreç , onun bir kavme has olarak uyguladığı soykırım politikası ile başlamıştır. Bu soykırıma karşı Musa (a.s) önderliğinde ayağa kalkan İsrailoğulları başarıya ulaşmış ve bu zulümden kurtulmuşlar , zulmün baş mimarı olan Firavun ve ordusu suda boğularak helak olmuştur. Ancak zulümden kurtularak denizin karşı kıyısında yeni bir hayata başlayan İsrailoğulları , Elçilerinin onları gösterdiği doğru yolu takip etmekten vazgeçtikleri anda başları derde girmiş , zillet ve meskenet halkası bu sefer onların boyunlarına geçmiştir.

Firavun ve İsrailoğullarının düştükleri bu durumu Türkiye gerçekleri üzerinden okumaya kalktığımızda şunları söylemek mümkündür ;

T.C devleti ilk kurulduğu andan itibaren, hakim olduğu topraklar üzerinde sadece tek bir ırk'ın var olduğu tezinden hareketle adını "Türkiye Cumhuriyeti" koyarak "Değiştirilmesi dahi teklif edilemez" ibaresi ile putlaştırılmış bir isim haline getirilmiştir. Bu isim bile aynı topraklar üzerinde yaşayan farklı etnik gurupları dışlayıcı bir isimdir. Bu devletin kurucuları, Firavun gibi hevaları doğrultusunda davranmayıp bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ırkına mensup olmayan farklı ırklar olduğunu kabul tezinden hareketle onların varlığını dikkate alan bir ismi bile koymayarak bu günlere gelişimizin ilk harcını atmışlardır. 

İlerleyen yıllarda Türk ırkının ne kadar üstün olduğuna dair Hitler Almanyasından devşirilmiş düşüncelerin ve icraatların varlığı kara bir sayfa olarak hala canlı şahitleri ile ortadadır. Türkiyede sadece tek bir ırkın olduğuna dayalı yapılan , "Türkiye Türklerindir" , "Ne mutlu Türküm diyene" gibi sloganlar, Türkiye nin her tarafını süslerken okullarda her gün Türk , Kürt , Laz v.s gibi ırklara mensup olanlar "Türküm doğruyum çalışkanım ......" diye bağırtılarak asimile edilmeye çalışılmıştır. 

Başka hiç bir ülkede göremeyeceğimiz bir şekilde "Şark-Garb" (Dğu-Batı) olarak ayrılan bu ülkenin topraklarının "Şark" tarafında kalan kısmında yaşayan insanlar, kendilerini dışlanmış ve itilmiş hissetmeleri için ne gerekiyorsa yapılmış olarak bu güne gelmişlerdir. Ülkenin doğu tarafına gönderilmiş olan bir memura, "Mecburi hizmet" adı altında veya "Sürgün" olarak orada görev yaptırılmış olması , o bölgenin geri bırakılmışlığının en önemli göstergesidir.

Farklı etnik unsurların Firavun vari yöntemler ile saf dışı edilme çabaları haklı olarak bu halkı tedirgin etmekle birlikte , alt yapısı devlet kurucuları tarafından hazırlanmış olan etnik bölünme, bazıları tarafından Türkiye üzerinde bazı oynanmak istenen bazı oyunların sebeblerini beraberinde getirmiştir.

Dünya üzerinde herhangi bir devlet, diğer bir devlet ile olan ilişkilerinde bildiğimiz anlamda "Dostluk ve Kardeşlik" gibi kavramları değil, "Menfaat" kavramını öne çıkarır. Aynı şekilde hiç bir devlet diğer bir devletin kendisinden güçlü olmasını istemez ve en güçlünün kendisi olmasını ve diğer devletleri hakimiyet altında tutmak isteyen politikalar üretir ve onları uygulamaya çalışırlar.

Böyle bir dünyada Türkiye adlı devletin dostu değil, bir çok düşmanı vardır ve bunlar bu devletin bir şekilde tekerine çomak sokmak için her türlü faaliyet içine girmektedirler. Harici düşmanlar "Hazır lokma" mesabesinde gördükleri ve kendilerinin yıllarca uğraşsalar başaramayacakları "Türk-Kürt" şeklinde bir ayrımcılığı kullanarak Türkiyenin tekerine çomak sokmanın yolunun bu ayrımcılığı daha farklı noktalara taşımak olduğunun bilincinden hareketle ülkenin bu günlere gelişinde önemli rol oynamışlardır. 

Bu gün Türkiyede Kürtlerin hakkını savunmak adına yola çıktığını iddia eden bir örgüt varsa  harici düşmanların beslemesi sayesindedir ve gücünü maddi ve manevi olarak bu harici düşmanlardan alarak hayatiyetini devam ettirmektedir.

Ne yapılmalı ki,  bu gün Türkiyenin en büyük sorunu olan bu durum ortadan kalksın veya önemiyet derecesi alt sıralara düşsün ?.

                 "Tarih tekerrürden ibarettir derler, ibret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi?"

İnsanoğlu eğer kendisinden öncekilerin başlarından geçenlerden ibret alsaydı, o yanlışların neye mal olduğunu bilir ve tekrar ederek tarihi tekerrür ettirmezdi.

Eğer Türkiye yönetiminin başındakiler, Firavun'un neden böyle bir helake uğradığını okuyabilselerdi, ilahlık ve rablik sevdasının neye mal olduğunu görürler ve gerçek İlah ve Rab olana kul olma yoluna giderlerdi. 

İş işten geçmemiştir , zararın neresinden dönülürse kardır. 

Türkiye'nin yönetim kadrosunda olanlar eğer artık böyle bir savaşın olmasını GERÇEKTEN istemiyorlar ise bu topraklarda yaşayan insanları birbirine bağlayan en üst kimliği öne çıkarıp bu üst kimliğin birleştiriciliği üzerinden insanlara muamele yapmalıdır. Bu muameleyi yapması için önce Devlet yönetiminin bu üst kimlik olan "İslam" ın yönetim kademesinde hakim olması yani sahte ilah ve rablerin vaaz ettiği dini terkedip Allah (c.c) nin dinine yönelmesi gerekmektedir.

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Devlet politikasını vahiyden alan yöneticiler , bu topraklar üzerinde yaşayan bir gurubu öncelleyip , diğer bir gurubu asla arkaya atamazlar , çünkü bu topraklar üzerinde yaşayan insanları tarif eden üst kimlikleri onların ırkları değil inançlarıdır. Bunu söylerken bu topraklar yaşayan ve Müslüman olmayanların dışlanabileceği ve ikinci sınıf insan muamelesi görebileceği gibi bir düşüncemiz asla yoktur ve olamaz da , çünkü vahyi kendisine rehber edinmiş bir yönetim tebasına önce insan olarak bakar ve bakmalıdır.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana oluşturulmuş olan, "Üstün ırk" teorisinin artık para etmediği, bunun bizlere çok pahalıya mal olduğu bilincine sahip bir yönetim politikası oluşturmak gerekmektedir.

Kısa vadeli plan ve önlemler hiç bir zaman istenilen sonucu vermez. 

Batılılar sömürmek istedikleri bir halk üzerinde meyvelerini belki yüz yıllar sonra alacakları köklü planlar yaparak uzun vadeli projeler üretiyorsa, bizlerinde meyvelerini yıllar sonra alacağımız köklü plan ve projeler üretmemiz gerekmektedir. Türkiyenin bu duruma düşmesi harici düşmanların uzun plan ve projelerinin bir meyvesi olduğu asla unutulmamalıdır.

Okul kitaplarından başlanarak, daha ilk okul seviyesindeki çocuklara bu ülkenin fertlerini biribirine bağlayan ortak paydanın aynı ırktan olmaları değil, İNSAN olmaları  olduğu öğretilmelidir. Bunu öğrenen bir çocuk yanındaki sırada oturan bir çocuğun kürt mü , türk mü, yahudi mi , hıristiyan mı olduğuna bakmadan ortak paydalarının insan olduğu bilincine erişerek ona düşman bir tavırla bakmamayı öğrenecektir. 

Önceden yapılmış yanlışlıklar tesbit edilerek, tabu haline gelen bazı düşüncelerin ortadan kalkması sağlanmalıdır, gerekirse ülke adının bile herkesi kucaklayıcı ve belirli bir ırkın üstünlüğünü dikkate alan bir isim yerine birleştiriciliği esas alan bir isim bile düşünülmelidir. Bu teklifin çok kimse tarafından yadırganacağı , hatta karşı çıkılacağı malumumuz olup bu konudaki samimiyetin göstergesi olarak gördüğümüzü söyleyebiliriz.

Musa (a.s) ve Firavun kıssasından günümüze çıkarılacak ibretleri bu gün Türkiye den ayrılmak isteyerek özerk veya bağımsız bir devlet kurmak isteyen kürtler açısından da okumak mümkündür.

"Böl - Parçala -Yönet" taktiği müstekbirlerin , zulüm ve baskı kurmak için kullandıkları çok etkili bir yöntemdir.

Bugün "Avrupa birliği" adı altında birleşerek tek güç ve kuvvet olma yolunda adımlar atanlar , kendilerine karşı çıkabilecek olan toplulukları en küçük parçalara ayırarak yönetmenin daha kolay olduğunu anlamışlar ve o yolda plan ve projeler üretmektedirler. Bizler Müslüman ismini taşıdığımızı iddia ettiğimiz ve tabi olduğumuzu iddia ettiğimiz kitap bizlere birleşmeyi ve bölünmemeyi tavsiye etmiş olması bizim için herhangi bir şey ifade etmemekte olup , sanki "bölünmek için ne gerekiyorsa yapın" gibi bir emir var gibi bunun gereği ifa edilmeye çalışılmaktadır. 

 [003.103]  Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Medine deki iki düşman kabile olan "Evs" ve "Hazrec" in birbiri ile kardeş olmasına sebeb olan Allah (c.c) nin ipi dir , bu ip bizleri ateşe düşmekten koruyan ve sarılacağımız yegane ip olup , bu gün harici düşmanlar tarafından tarafından oluşturulmaya çalışılan Türk- Kürt düşmanlığının oluşmaması için gereken yegane ip tir.

Esas olan Müslümanların tek bir çatı altında toplanarak , ekonomik , sosyal ve siyasal yönden bağımsız hareket edebilmesi olması gerekirken , bu tehlikeyi bilen batı dünyası, bizleri en küçük parçalara bölerek kendileri için tehlike arz edecek olan bu tür birleşmeleri bertaraf etmek isteyerek daha önce kendilerinin cetvel ile çizdikleri haritalar üzerinde yeniden cetveller gezdirmeye çalışmaktadırlar.

Bu cetvellerden bir tanesi de Türkiyenin şu anda sahip olduğu sınırlar üzerinde gezdirilmek istenmekte olup, Kürtler bu konuda bir nevi piyon olarak görülmektedir. Batılı müstekbirlerin çeşitli entrikalar ile bölmeyi başardıklarını farz etsek bile , yeni bir ülke olarak tarih sahnesine çıkan Kürt devleti sadece yer altı kaynaklarının sömürüldüğü ,aldıkları petrole karşılık halkının eline verilen pahalı oyuncaklarla aldatılan insanların diyarı olacaktır , şu anda "Kuzey Irak" adında oluşturulmuş olan bölge insanlarının başlarına gelenlerin bir benzeri Türkiyeden ayrılarak yeni bir statüye kavuşan kürtler üzerinde de oynanacaktır. Bu gün Kuzey Irak petrollerini satın alan batılılar onlara verdikleri parayı , kendi yaptıkları elektronik aletler , kola , hamburger gibi tüketim maddeleri ile yine geri almaktadır.

İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtulduktan sonra yapmış olduğu olumsuz davranışlar nedeni ile yeni sıkıntılar ile karşılaşması onların yaşadıklarından ders almayarak kontrolsuz bir hayat sürme heveslerinin bir sonucudur. Şayet bağımsızlık isteyen Kürtler bu bağımsızlığı , Türkiye harici başka bir devlete bağımlı olmak için istiyorlarsa ki bu tür bir bağımlılık onlar için kaçınılmazdır , dün İsrailoğularının denizin karşısına geçtikten sonra yapmış oldukları hatalar sebebi ile onlara vurulan "Zillet ve Meskenet" damgası Kürtlere de vurulacaktır. 

Zillet ve Meskenet damgası vurulması yine Sünnetullah yasaları olup , içinde oldukları durumun kıymetini bilmeyip vahy'in dışında başka yol arayanların düşücekleri durum bu şekilde adlandırılmış olup , Bakara s. ayetleri içinde İsrailoğullarının denizin karşı kıyısına geçtikten sonra yaptıkları hatalar onları bu damgayı yemeye hak kazandırmıştır.

Eğer Kürtler (bütün kürtleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) , şu anda sınırları içinde olduğu devletin gayri islami bir yönetim olmasından rahatsızlık duyarak , islami bir yönetime kavuşmak için bir silahlı mücadele veriyor olsalardı, ırk ve kavim taassubu gözetmeden bütün müslümanlar bu mücadeleye destek vermek durumunda kalırdık , onların böyle bir mücadeleleri olmadığı gibi, aynı ırk'a mensup olan Müslüman Kürtlere karşı ayrı bir savaş içinde oldukları bilinmektedir.

Verilen mücadele sonucunda ulaşılmak istenilen hedef gayri islami bir hedef olup,onlara bu hedefi gösterenlerin  batılıların değişmez amaçları olan ülkelerin doğal kaynaklarını kullanarak onları sömürme peşinde koşmaları bizleri bu mücadelenin ardında yatan amacın ne olduğunu bilmemizi ve ona göre bir saf belirleme gereğini beraberinde getirmektedir. 

Türkiye nin güneydoğu bölgesinin petrol bakımından zengin bir bölge olduğu batılılar tarafından bilinmekte olup , bu bilgiler yıllar önce yapılmış sondaj çalışmaları ile belirlenmiştir. Petrol kaynaklarının daha güçsüz bir devletin elinden almak daha kolay olacağı için yüzyıllık planlar yapan batılıların gelecekteki enerji ihtiyaçlarının ucuz bir yoldan karşılanmasının yolarından birisi Türkiyenin güneydoğusunda ki petrol kaynaklarıdır. Bu kaynakların ele geçirilme planları dahilinde işleme konulan "Kürt meselesi" adındaki meselenin körükleyicileri bu petrollerde gözü olan müstekbir devletlerdir.

Saf belirleme noktasında Müslümanlar olarak safımız, şu anda cari olan sistem ile birlikte aynı safta olmaMAyı da gerektirmektedir. "Düşmanımın düşmanı benim dostumdur"  mantığı içinde hareket edip silahlı mücadele verenlere karşı devletin yanında olmak , veya devletin karşısında olmak adına onları destekleyen bir görüntü vermenin yanlış olduğunu da hatırlatmak isteriz.

Eğer bu yanlış devlet politikları devam ederse bu işin sonu nasıl olur ?

Allahın sünnetinde değişme olmayacağının, bizlere bir çok ayette hatırlatılmış olmasını dikkate alarak , yapılan yanlışlar Firavun ve ordusunu nasıl helake götürmüşse , şu anda T.C devletinin uyguladığı yanlış politikalar ve müstekbirlerin desteklemesi sonucunda silahli mücadele veren Kürtlerin başarıya ulaşarak ayrı bir devlet oluşumu meydana getirmeleri kaçınılmaz bir son olacak ve bu durum T.C devletinin bir nevi helak edilmesi olacaktır. Bunu söylerken şu anda devlete karşı silahlı mücadeleye girişenleri savunmak gibi bir söylem içinde olmadığımızı hatırlatmak isteriz.

 Vakit çok geç olup iş işten geçmiş değildir , eğer yanlışların farkına varılıp yanlıştan dönülme gibi bir eylem içine girilirse bu yıkım süreci iptal olabilir , yıkımın iptal olması için bu yıkıma sebeb olacak hak edişlerden vaz geçmek birinci şarttır. Günü kurtarmak veya halka gaz vermek amaçlı olarak yapılan makyaj türü icraatlar ilk yağmurda silinecek ve acı gerçeklerler yüzyüze kalınacaktır.Bunun için devlet politikasının baştan aşağı yeniden gözden geçirilmesi ve nerede yanlış yapıldığının tesbiti, bu yanlışların izale edilmesi yönünde ciddi çalışmaların yapılma zorunluluğu vardır. 

Bu topraklar üzerinde herkesin kendi dili , kültürü , örfü , ananesi ile birlikte yaşama hakkının olduğunun kabul edilmediği ve bunların yaşanmasının devlet ile sağlanmaya çalışılarak asimilasyon politikalarından vazgeçilmediği müddetçe , bu huzursuzluklar artarak devam edecektir. Çünkü başkaları tarafından istismar edilmeye , ve kullanılmaya en müsait bir alan olarak farklı kültürlere sahip olanların bu kültürlerini yaşama alanlarının kapatılması ve farklı bir kültüre sahip olmaları yolunda onlara baskı yapılması o kültürlere sahip olanları rahatsız edeceği gibi , ülkeler içinde huzursuzluk çıkarmak isteyenlerin iştahlarını kabartarak bunları kullanacaklardır. 

Türkiye de ırkçılığın geldiği boyutları görmek için , Türk ve Kürt ırkçılığını öne çıkararak halktan oy toplayan partilerin yaptıkları çıkışları görmek yeterli olacaktır. Daha önceki seçimlerde baraj altında kalan bu partilerin her ikisi önemli yükselişler yaparak T.B.M.M. de yerlerini almışlardır. Bu partilere oy veren insanları hangi sebebler bu partilere oy vermeye sevk ettiğinin araştırılması ve bu tehlikeli gidişin önüne geçilmesinin yolları aranmalıdır. Bu tehlikeli ayrışmanın önüne geçilmesinin tek yolu , insanların birbirleri ile olan yakınlığının ırkları ile değil inançları ile sağlanması gerektiği vurgusunun her platforma dile getirilmesi ve bunun bir devlet politikası haline gelmesi ile mümkündür.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasalar gereğince halkına zulmeden Firavun helak edilmiş , onun helak edilmesi sadece o zaman ve mekana has bir durum değil , tüm zamanlara has bir durumdur. Bu olayı Türkiye açısından değerlendirdiğimizde bugün içinde bulunduğumuz terör ve anarşi ortamının doğmasına sebeb olan faktörlerin başında devletin kuruluş politikalarında başı çeken ırkçılık merkezli söylemler ve eylemler gelmektedir. Halkına zulmeden kim olursa olsun , hangi devlet olursa olsun yıkıma mahkum olup eğer T.C devleti bu yıkımı önleyici tedbirler almaya yönelmediği takdirde onunda yıkımı Sünnetullah gereği gerçekleşecektir.

İçinde bulunduğumuz durumun ortadan kalkmasına yönelik yapılacak çalışmaların başında devleti oluşturan fertlerin ırki yapıları değil her ırktan insanın ortak paydası olan inanç yapılarının öne çıkarılarak düşmanlığın değil , kardeşliğin hakim olması yönünde düzenlemeler yapılması  gereklidir, aksi takdirde Sünnetullah yasaları devreye girerek neyi hak ediyorsak o durum meydana gelecektir.


3 Eylül 2015 Perşembe

Şefaat Ayetlerini Okuma Kılavuzu

Kur'anın şefaat konusu ile ilgili ayetleri, anlam tahrifine uğraması ve ayetlerin rivayetlere kurban edilmesi açısından bakıldığında en başta gelen ayetlerdir. "Bir konu ancak bu kadar yanlış anlaşılabilir" dedirtecek kadar ileri gidilen ve yanlış anlaşılan bir başka ayet gurubu yoktur desek, sanırım yanlış olmayacaktır. Bu yazımızın konusu şefaat ayetlerinin nasıl bir yönteme tabi tutularak okunması gerektiği noktasında olacaktır.

Diğer ihtilaflı konular gibi , şefaat ayetleri ile ilgili olarak yapılan en önemli hata, belirleyici olarak seçilen kitab noktasındadır. Kur'an saf dışı edilerek , "Hadis" adı altında gelen bilgilerin ışığında okunan ayetler tamamen ters anlaşılmış, bunun neticesinde Kur'anın müşrik inancı olduğu gerekçesi ile red ettiği bir inanç , akidemizi oluşturan bir inanç haline getirilmiştir. 

Şefaat ayetlerinin doğru biçimde anlaşılması için , bu ayetleri okuyan kişinin ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olması gerekmektedir. "Şefaat vardır veya yoktur" şeklinde bir ön kabul yerine , her konuda olduğu gibi "Bu ayetlerin mesajı nedir?" sorusunun cevabının aranması gerekmektedir. 

Klasik din algısının empoze ettiği şefaat inancına sahip birisinin bu konudaki algılarının yıkılması gerçekten zordur. Bu tür bir algıya sahip olan insana önce doğru bir tebliğ uslubu ile, bu konuda yapılan yanlışın Kur'anın belirleyici kılınmaması olduğu , doğru bir anlayışa sahip olmak için, Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınması gerektiği , Kur'ana aykırı olan diğer kişilerin sözleri ki bu sözler Muhammed (a.s) adına söylenmiş olsa dahi onun bunları asla söylemeyeceği anlatılmalıdır. Bunlar kabul edilmeden bu konudaki anlatılanlar karşımızdaki kişi tarafından asla kabul görmeyecektir.

Şefaat konusu ile ilgili belirleyici bilgi kaynağı, sadece Kur'an olmalıdır. Kur'an ile birlikte edinilen harici bilgi kaynaklarındaki rivayetler ,Kur'an ile taban tabana zıt bir durum arz ettiği için okuyan kişinin seçim yapma zorunluluğu vardır. Ya kaynak kitap olarak Kur'anı kabul edecek diğerlerini red edecek , ya da Kur'an dışındakileri kaynak edinecek Kur'anı red edecek , bu iki alternatiften ilkini kabul etmek en doğru ve en makul seçim olacaktır.  

Ön kabullerden arınmış bir zihne sahip olduktan ve sadece Kur'anı belirleyici kitap olarak gördükten sonra, ilgili ayetler okunmaya başlanabilir. Şefaat ile ilgili ayetlerin belirli bir sıra takip edilerek okunması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu konu ile ilgili ayetleri belirli bir sıralamaya tabi tutarak okumaya çalıştığımız "Şefaat ayetlerini bir de bu sıra ile okuyalım" başlıklı yazımız da ilgili ayetleri nasıl bir sıralama dahilinde okunması gerektiğini ele almıştık.

Yunus s. 18. ayetinde müşriklerin Allah (c.c) nin dışındakilerine kulluk etme sebeblerinin , "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözleri ve Zümer s. 43. ve 44. ayetlerinde , müşriklerin Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmeleri red edilerek , şefaatın sadece ve sadece Allah'a ait olduğu beyan eden ayetler , şefaat ayetlerini okumanın anahtarlarıdır. Şefaat konulu bütün ayetler, bu ayetler ile çelişki teşkil etmeyecek şekilde okunmak ve anlamlandırılmak zorundadır. 

Eğer bu anahtar ayetleri merkeze almadan bir anlamlandırma yapacak olursak, ayetler arası insicam kaybolacak, bir yerde ak diyen ayet diğer yerde kara diyen duruma düşecektir. Şefaati izne bağlayan veya şefaate istisna getiren ayetleri şayet Allah (c.c) nin bazılarına şefaat izni verecekmiş anlamında okuduğumuzda, ortaya çelişkili bir durum çıkar ki bu durum Kur'anın çelişkisiz bir kitap olduğunu beyan eden ayetlere (4.82- 18.1) aykırı düşer. 

Şefaat ayetleri ile ilgili olarak kafamızda net olarak ALLAH (c.c) DIŞINDA BAŞKA BİR ŞEFAATÇİ OLMADIĞI fikri yer ettiğinde diğer ayetlerin anlamı çorap söküğü misali bizlere artık açılacaktır.

Bakara s. 48-123 ve 254. ayetlerinde, hesap gününde şefaatçi yetkisine sahip kimsenin olmadığı hatırlatılarak , ona göre bir hayat sürülmesi hatırlatılmaktadır. Allah (c.c), hem bu ayetlerde "Şefaatçi yok" diyecek , hem de başka ayetlerde birilerine izin verdiğini söyleyecek bu bir çelişkidir ve Allah (c.c) bir yerde başka bir yerde başka söz asla demez , ortada çelişki gibi görünen bir durum varsa bu çelişki Kur'andan değil bizim yanlış okuma yöntemimizden kaynaklanmaktadır.

Yunus s. 3 ve Bakara s. 255 gibi ayetlerde şefaatin izne bağlanmış olması , birilerine izin verileceği şeklinde değil, Şefaatin sadece Allah'a ait olduğunu beyan eden Zümer 44. ayeti baz alınarak okunması gerekmektedir. Bu ayet baz alınarak okunduğunda şefaatin izne tabi olduğunu beyan eden ayetler , birilerine izin verileceği şeklinde değil , müşriklerin Allah (c.c) den izinsiz olarak kendi hevalarına göre ihdas ettikleri şefaatçilere böyle bir iznin VERİLMEDİĞİ şeklinde okunacak, ilgili ayetler arasındaki çelişkili gibi görünen durum ortadan kalkacaktır.

Taha s. 109 ve Sebe s. 23. ayetlerinde şefaate istisna getiren ayetler, rivayet kültürünün etkisi altında kalınarak çevrilmiş ve sanki Allah (c.c) nin dilediği birisine böyle bir izin vereceği zannı oluşturulmuştur. Ayetlerde "BaşkasıNIN" şeklinde çevrilerek birilerinin şefaatçi olacağı gibi bir durum oluşmasına sebeb olan kelimenin çevirisi , "BaşkasıNA" çevrildiğinde anlam doğru olarak oturacak ve Allah (c.c) nin dışında rivayet kültürü baz alınarak yapılan çevirilerin yanlışlığı ortaya çıkacaktır.

Ayrıca olayı sadece şefaat ayetleri çerçevesinden değil biraz daha genişlecek olursak , hesap gününde Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtaramayacağı , kişinin hesap gününde alacağı karşılığın Dünya hayatında yaptığı ameller karşılığı olduğu , adalet terazisinin noksansız bir şekilde işleyeceği , gibi ayetleride bu konuya eklediğimizde şefaat konusunda Allah (c.c) den başkasının sözü geçmeyeceği anlaşılır.


Hesap gününde Muhammed (a.s) ın ümmetinin tamamı af edilmeden cennete gitmeyeceği gibi rivayetler, haşa Allah (c.c) den daha merhametli bir kul portresi ortaya çıkarması açısından sakıncalı , ve daha ötesi kişiyi şirk'e götüren düşüncelerdir. Bir çok konuda olduğu gibi aşırı peygamber algısı şefaat konusu ile yakın bir alakaya sahip olup yarı ilah bir peygamber anlayışı çerçevesindeki düşüncele,r bu konu ile ilgili rivayetlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. 

Her konuda olduğu gibi "Mahalle baskısı" diyebileceğimiz bir biçimde inanç dünyamızda kemikleşmiş bir yer tutan şefaat konusu, bazılarımızda öyle bir biçimde yer etmiştir ki "Sünnet" olarak bilinen bir ameli yapma sebebi hesap gününde Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olmak için yapılmaktadır. Bu amelleri yapmayan birine karşı getirilen itiraz , Muhammed (a.s) ın şefaatine nail olamayacakları şeklindedir. 

Kur'ana baktığımızda elçilerin dahi hesaba çekileceklerine dair olan ayetler bizlere elçilerin bir beşer olduğunu vurgulamakta ve hesap gününde konuşmaya yetkili olan tek kişi sadece Allah (c.c) olup onun sözünün üstüne söz söyleme yetkisine sahip olan bir başka ilah asla yoktur.


Sonuç olarak ; Kur'anın saf dışı edilerek rivayetlerin öne çıkarılması neticesinde Kur'anın "Müşrik inancı" olarak görerek red ettiği şefaat konusu uydurma rivayetler ile İslam inancı haline gelmiş ve akide konusunda baş yerini almıştır. Bu konunun doğru bir biçimde anlaşılması , bu konudaki rivayetlerin belirleyici olmaktan çıkarılması ile olması gerçekleşecektir , aksi takdirde Kur'anın ak dediğine , rivayetin kara dediği bir durum ortaya çıkar ki bu sözleri söylediği iddia edilen elçi Kur'ana aykırı olarak bir söz asla söylemez. Bu ve diğer konudaki rivayetlerin Kur'anla çelişenlerinin adı "UYDURMA ve İFTİRA" rivayetler kategorinde yer alarak çöpe atılmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin bu konudaki beyanını dinledikten sonra hala , "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" diyenler , her konuda olduğu gibi Kur'anın belirleyici olması gerektiğine inanmadıktan sonra Allah (c.c) nin dışında uydurulan bir sürü sahte şefaatçilerden medet umarak yaşamaya devam edecektir. Rabbimiz bizleri kendisinden başka şefaatçi tanımayan kullarından kılsın. 


                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Eylül 2015 Salı

Allah (c.c) Kimlerin Dualarını Kabul Eder ?

Kişinin sıkıntıya düştüğü anda, bu sıkıntılarını gidereceğini düşündüğü yüce bir varlığa "Dua" şeklindeki yakarışı fıtri bir olgudur. Biz Müslümanlar bu olguyu maalesef yanlış anlayarak, her el açışımızda yaptığımız duanın kabul olacağı veya olması gerektiği gibi bir düşünce içine girerek , merhum şair Mehmet Akif'in deyimiyle, Allah (c.c) yi haşa ırgat ve yanaşma gibi bir duruma düşürmekteyiz. 

Her gün binlerce Müslüman "Allahım kafirleri hak ile yeksan et, onlara ebabil göndererek başlarına taş yağdır" diye veya herhangi bir hacetinin giderilmesi için dua etmekte fakat bu dualar neden kabule şayan olmamaktadır? sorusu zihinleri kurcalamaktadır.

Bu gün Dünya üzerinde en fazla zulme uğrayan topluluk olarak, biz Müslümanlar göze çarpmaktayız. Bu zulmün nedenleri bir tarafa , bu zulümden kurtulmak için verdiğimiz çabaların , ettiğimiz duaların boşa çıkması, kabul edilmemesi karşısında takkemizi, sarığımızı önümüze koyup, "Nerede yanlış yapıyoruz" şeklinde düşünmenin zamanı geldi ve geçmektedir. 

Allah (c.c) bir çok ayetinde, kendisine sıkıntılı anında dua eden kullarının yardımına koştuğunu ve onlara yardım ettiğini beyan ederek , bizlerin sıkıntılı anında ona dua ettiğimiz zaman yardıma koşacağını vaat etmektedir. 

Şu anda Müslümanlar olarak en sıkıntılı zamanlarımızdan birini yaşamaktayız ve namazlarımızın ardından ellerimizi havaya açıp, bu sıkıntılardan kurtulmak için yardım istememize rağmen böyle bir yardım gelmemektedir. Allah (c.c) bize yalan bir vaatte bulunmadığına göre , bu yardımın gelmeme ve dualarımızın kabul edilmemesinin sebebini araştırmak ve kabul olacak dualar etmek gerekmektedir. 

Allah (c.c) kimin duasını ve nasıl bir duayı kabul eder ? 

Yaptığımız en büyük hata, İsrailoğulları gibi kendimizi seçilmiş özel bir kul topluluğu zannederek "Yetişşşşş" dediğimiz zaman emre amade bir İlahımız olduğunu zannetmemizdir.

[005.018] Hem Yahudiler, hem de Hıristiyanlar «Biz Allah’ın evlatları ve sevgilileriyiz.» dediler. De ki: «Öyleyse niçin Allah sizi günahlarınız sebebiyle cezalandırıyor?» Hayır, bilakis siz O’nun yarattığı birer beşer topluluğusunuz. Allah dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Göklerde, yerde ve ikisi arasında olan her şeyin hakimiyeti Allah’ındır. Dönüş de O’na olacaktır.

Allah (c.c) nezdinde İsrailoğulları dahil ve biz Müslümanlar dahil , "Seçilmiş Kul" statüsüne sahip ayrı bir kul gurubu yoktur. Bu durumu, İsrailoğullarının  seçilmişlik iddialarının red edildiği ayetlerde görmekteyiz. Onların bu iddiaları, biz Müslümanlara  sirayet ederek şımarık çocukların yaptığı "Babam en çok beni seviyor" kavgasına benzer bir kavga Yahudiler ile Müslümanlar arasında yapılmaktadır. Şayet bu gün yeni bir kitap gelmiş olsa, sadece hitap edilen kitlenin ismi değişerek "Müslümanlar" olur ve aynı yanlışa bizlerinde düştüğü haber verilerek ayağmızı denk almamız istenirdi. 

Müslümanların dua hakkındaki yanlış tasavvurları, İslam düşmanı olan kesimin eline kozlar vererek, "Hani sizin Allahınız mazluma yardım ederdi size neden etmiyor?" gibisinden sözlerle bizleri alaya almaktadırlar. İslam düşmanı kesimin ve biz Müslümanların büyük çoğunluğunun dahi bilmediği, kendimiz bilmediğimiz için o İslam düşmanı kesime anlatamadığımız ve bazılarımızın onların bu tür iğvalarına kapılarak Allah (c.c) den şüphe etmesine sebeb olan durum şu dur ; 

ALLAH (C.C) YARDIM ETMEYİ BELİRLİ YASALARA BAĞLAMIŞTIR , BU YASALARI UYGULAYAN KİM OLURSA OLSUN MÜ'MİN VEYA KAFİR FARKI GÖZETMEKSİZİN YASALARA TABİ OLAN HER KULUNA YARDIM EDER.  Bu yasaları bu gün kendisine "Kafir" dediğimiz insanlar uyguladığı için Allah (c.c) onlara yardım etmektedir.

Kur'anda ki yaşanmış hayat örnekleri bizlere, Allah (c.c) nin yardımının kurallarını öğretmekte ve bu kuralların nasıl işleyeceğini göstermektedir. Yaşamış olan elçilere yapıldığı söylenen yardımlar, hak ediş neticesinde gerçekleşmiş ve hak etmeyen kimseye Müslüman olsa dahi bu yardım gerçekleşmemiştir.

"Kavli Dua" ve "Fiili Dua" deyimleri , bildiğimiz deyimler olup , bu deyimler etle tırnak misali birbirinin ayrılmaz  parçasıdır. Dua nın "Kavli" olan kısmını alıp, "Fiili" olan kısmını yapmadığımız ve Allah (c.c) nin sadece el açıp amin demekle dualarımızı kabul edeceği zannı, bizi Dünya hayatında büyük bir gerileme ve mazlum durumuna düşürüp, kafirlerin şamar oğlanı haline getirmiştir. 

Kafir dediğimiz insanlar, fiili olarak "Allahım bizi kafirler topluluğuna karşı muzaffer et" şeklinde dua ederek, yani kafir olarak gördükleri bizlere karşı Allah (c.c) den yardım istemektedirler. Onlar bu duayı bizler gibi havaya el açarak yapmamakta , fiili olarak yaptıkları dua ile yani bizleri alt etmek için gerekli siyasi , ekonomik , askeri v.s çalışmalar yapmaktadırlar. Bu fiili duaları Allah (c.c) tarafından kabul edilerek yaptıkları çeşitli araç ve gereçler ile üzerimize saldırarak bizleri perişan etmektedirler. 

Allah (c.c) bu kafirlerin yaptığı zulme elbette rıza göstermemektedir , ancak koyduğu yasalar gereği, kim çalışır gayret ederse ona yardım edeceğini vaad eden Rabbimizin bu vaadini maalesef kafirler hak etmişlerdir. Mazlumlara karşı yapmış oldukları bu zulümler , hesap günü onlara ebedi cehennem olarak geri dönecektir. Allah (c.c) onlara sadece "Ey Rabbimiz bizlere Dünyada ver" şeklinde dua ettikleri için  Ahirette onlara herhangi bir nasip vermeyeceğini Bakara s. 200. ve 202. ayetlerinde bildirmektedir. 


Dua etmek kuru kuru bir istek anlamına gelmemelidir, kul Rabine dua ederken , yaptığı dua aslında o kulun fiili olarak yapması gerekenleri şuur altına yerleştirme olayıdır. 


"Allahım bizi narı Cehennemden azad eyle bizi Cennet bahçelerinde gezdir" şeklinde yapılan duanın kabulu için , gerekli olan amellerin yapılma şartı vardır. Cehennem den azat edilmek veya Cennete dahil edilmek için, gerekli olan amelleri yapmadan sadece el açıp dua etmek yeterli değildir. Bu tür dua etmek, kişiyi bunun gereğini yapmak şeklinde bir amel içinde olması gerektiğine dair ona bilinç kazandırması gerekmektedir. 

Aynı şekilde Dünya hayatımızda herhangi bir ihtiyacımız için yaptığımız dua , o sıkıntımızı gidermek için çalışmak ve çalışırken de bizi yaratan ve üstün güç sahibi olanın gücünü arkamızda hissetmemiz demektir. İhtiyacımız için gerekli olanları yapmadan "Armut piş ağzıma düş" misali istekler havada kalmaya mahkumdur. 

Piyasada satılan ve sadece cahillerin paralarını almaya yönelik, kabul garantili sırlı dua kitapları, maalesef bu konuda nasıl hazırcı bir yapı ve cehalet içinde olduğumuzun göstergesidir. Dua konusu kendisini uyanık sanan din tüccarlarının elinde, böyle hazırcı cahil Müslümanları aldatarak para kazanma vesilesi olmuştur. Para vererek aldığı kabul garantili sırlı dua kitabındaki duaları okuyarak isteklerinin kabul edilmediğini gören bir kısım insan bu sefer isyan içine girerek , Allah (c.c) ye karşı isyankar bir tutum içine girmektedir. 

Müslümanların dua ile ilgili olarak genel bilgisi , duanın sadece dil ile olduğu , nasıl yapılması gerektiği konusu ise, başlarken Muhammed (a.s) a salavat getirmek gibi araya aracı koymak kabilinden yanlışlıkları kapsaması ayrı bir garabet durumdur. Böyle bir bilgi alt yapısı içinde olanları kandırmak kolaylaşarak kabul garantili  yerlere ve kişilere !! koşmaktadırlar. 

"Sünnetullah" denilen yasalar çerçevesinde bir işleyişe sahip olan dua konusu , biz Müslümanlar tarafından sadece mistik bir ritüel olarak algılandığı müddetçe içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmamız mümkün değildir. 

"Allah benim dualarımı kabul etmiyor" şeklindeki sözler hatayı kendisinde değil haşa Allah (c.c) de arayanların sözleridir. Kişi önce "Ben nerede hata yaptım" diye düşünerek hatayı kendisinde aramalıdır , sonraki aşamada kabule şayan olacak duanın şartlarını öğrenerek şartlara uygun bir dua etmelidir.

Sonuç olarak ; "Allah kimlerin dualarını kabul eder?" sorusunu başlık yaptığımız yazının cevabı olarak şunları söyleyebiliriz. Allah (c.c) bir kulun kendisine yaptığı duayı kabul etmek için koymuş olduğu yasaların uygulanmasını şart koşmuştur. Allah (c.c) kimsenin ırgatı ve yanaşması değildir , o kişi ona "yap" dediğinde hemen yapsın. Allah (c.c) nin bir şeyi yerine getirmesi isteniyorsa , önce isteyen kişinin bazı gerekleri yerine getirmesi gerekmektedir ki Allah (c.c) bu isteği yerine getirsin. Allah (c.c) katında "Torpilli kul" şeklinde bir kategori bulunmayıp bütün kulları aynı derecede eşittir. 

Bir kafir çalıştğı takdirde , "Bu kulum kafir ona vermeyeyim" demez , veya bir Müslüman yattığı yerden isteyince "Bu kulum özel ona istediğini vereyim" asla demez. İsrail , AB.D gibi müstekbir devletler amaçlarını gerçekleştirmek için ellerini havaya kaldırıp dua etmek yerine "Fiili Dua" dediğimiz yöntemi seçerek ,amaçlarını gerçekleştirmektedirler. 

Bu noktadaki yaptıkları hata, sadece Dünya merkezli isteklerinin gerçekleşmesi yolunda çalışmaları olup Ahireti düşünmeden yaptıkları  zulümler elbette karşılıksız kalmayacaktır. Sünnetullah dediğimiz yasalar duaların kabul olmasında en önemli etken olup bu yasalar gereği herhangi bir hacetimiz ile ilgili olarak çalışma yapılmadan sadece istek bazında kalan dualar kabul edilmemeye mahkumdur. Rabbimiz bizleri duaları kabul olunması için gerekeni yapan kullarından kılsın . 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Ağustos 2015 Pazar

Muhammed (a.s) ın Gayb Bilgisinin Kaynağı ve Sınırı

Müslümanlar arasındaki ihtilaflı düşüncelerin kaynağını oluşturan en başta gelen sebeb, yanlış peygamber anlayışıdır. Klasik İslam düşüncesi içindeki peygamber anlayışı , onun söylediği iddia edilen sözlerin vahiy ile eşdeğer ,ve onun sözlerinin toplandığı kitapların Kur'ana muadil kitaplar olduğu düşüncesinin yerleşmesi sonucunda Kur'an ile uyuşmayan düşünceler ortaya çıkmış ve bu düşünceleri savunanlar ile red edenler arasındaki tartışmalar sürüp gitmektedir. 

Konumuzu  Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin kaynağı ve sınırı olarak belirlediğimiz için, bu konudaki oluşturulmuş olan yanlış düşünceleri irdelemeye çalışarak ve  bu konudaki Kur'ani düşüncenin nasıl olması gerektiği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

"Ğayb" kelimesi ; Algıdan ve insan bilgisine saklı kalan şeyler ile ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. 

Kur'an içindeki bir çok ayette , gayb bilgisinin sadece Allah (c.c) nin elinde olduğu yönünde bilgiler mevcuttur. 

[006.059]  Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[027.065]  De ki: «Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.» Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.
[068.047] Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da onlar mı yazıyorlar?

 Gayb bilgisine sahip olmak İlah olmanın bir gereği olduğu için, böyle bilgiler hiç bir beşerin uhdesinde olmayıp bu durum Muhammed (a.s) için de geçerlidir. Kendisine Kur'an indirilen elçi Muhammed (a.s) , kendisinin beşer bir elçi olma durumunu ve insan üstünlükten herhangi bir payı olmadığının bilinmesi için, gayb bilgisine sahip olmadığını beyan etmektedir.

[006.050]  De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.» De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
[007.188]  De ki: «Allah'ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttırırdım ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben, iman eden bir topluluk için, bir uyarıp-korkutucu ve bir müjde vericiden başkası değilim.»

Allah (c.c) bu bilgileri kime , ne kadar ve nasıl açacağını şu şekilde beyan etmektedir. 

 [072.026-8]  O bütün gaybı bilir. Fakat gaybına kimseyi vakıf etmez. Ancak, bildirmeyi dilediği bir elçiye bildirir. Bu durumda o elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler yerleştirir, ta ki o elçiler Rab’lerinin mesajlarını, o gözetleyicilerin kendilerine hakkıyle tebliğ ettiklerini kesin olarak bilsinler. Doğrusu Allah, kullarının nezdinde ne var, ne yoksa herşeyi ilmiyle ihata etmiş, her şeyi bir bir kaydetmiştir.

Bu ayetlerde istisna edilen gayb bilgisinin elçilere bildirilmesinin , Muhammed (a.s) ın elçiliği bazındaki keyfiyeti ona vahyedilen kitap içindeki bilgiler ile olup bunun dışında herhangi bir bilgi kaynağından ona bu tür bilgiler verilmemiştir. 

Muhammed (a.s) a gayb bilgisi , kendisinden önce geçmiş kavim ve elçilerin başlarından geçenlerin haberleri olarak bildirilmiş olup , kendisine vahy edilmeden önce böyle bir bilgiye sahip olmadığı , vahy edilenin haricinde de herhangi bir bilgiye sahip olmayacağı bildirilmektedir. 

 [003.044]  Bu Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın.
[011.049]  İşte bunlar, sana vahyile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, iyi sonuç Allah'tan korkanlarındır.
[012.003]  Biz sana bu Kuran'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Doğrusu, senin bundan önce hiç haberin yoktu.
[012.102]  İşte bu, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip mekir (oyun) yaparlarken sen yanlarında değildin.
[018.022]  Ashab- ı Kehf'in sayılarında ihtilaf edenlerden bazıları: Onlar, üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir» diyecekler. Diğer bazıları da «Onlar, beş kişidir, altıncıları köpekleridir « diyecekler. Her ikisi de bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir. (kimileri de:) «Onlar, yedi kişidir; sekizincisi köpekleridir» derler. De ki: «Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.» Onları ancak pek azı bilir, Bu sebeple onlar hakkında bu bildirilenler dışında bir münakaşaya girişme ve bunlar hakkında hiç kimseye de bir şey sorma!
[028.044]  Musa'ya o emri vahyettiğimiz sırada sen batı yönünde bulunmuyordun, olayı görenlerden de değildin.
[028.045]  Bilakis biz nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen, âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin;  (onları sana) gönderen biziz.
[028.046]  Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[038.069-70]  Mele-i Âla sakinleri tartışırlarken kendi aralarında neler konuştuklarına dair bilgim yoktur. Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyolunuyor.

Verdiğimiz ayet meallerinin genel çerçevesi , Muhammed (a.s) ın sahip olduğu bilgilerin onun daha önce bilmediği şeyler olduğu , bu bilgileri vahy ile öğrendiğidir. 

Bu bilgiler çerçevesinde, özellikle Kur'an kıssaları ile ilgili ayetlerin tefsirlerinde "Hadis" adı altında o kıssalar ile ilgili olarak gelen bilgilerin sıhhat derecesi nedir ?

Muhammed (a.s) ın gayb ile ilgili bilgileri sadece Kur'an ile sınırlı olup , Kur'an harici olarak onun adına rivayet edilen gelecek veya geçmiş ile ilgili bilgiler eğer Kur'an tarafından onay almıyorsa , bu rivayet ve bilgilerin içinde bulunduğu ktapların adı üzerinde her ne kadar dokunulmazlık gibi özel durumlar yüklenerek , eleştirilemez , sorgulanamaz konuma yükseltilmiş olsa dahi bu bilgilerin adı "İFTİRA" ve "UYDURMA" bilgiler olup yeri sadece çöp tenekesidir.

Muhammed (a.s) a bu tür gaybi bilgilerin "Öğretildiği" şeklinde iddialara gelince ; Muhammed (a.s) a öğretilen bilgi sadece ve sadece bu gün elimizde iki kapak arasında korunmuş olan kitap içinde olup , ona bu kitap harici olarak herhangi bir bilgi indirilmemiştir. Cibril ona geldiği zaman, "Bu okuduklarım ayettir bunu mushafa yazdır , bu okuduklarım ayet değildir mushafa yazdırma bunların adı hadisi kutsi olsun" şeklinde bir beyanda bulunmamıştır.

"Vahyi gayri metluv" adı altında ihdas edilen teori , hadisleri ayet kategorisine koymak için üretilmiş bir teori olup , temelinde İsa (a.s) a yapılan ilahlaştırma ameliyesi yatmaktadır. Bu gib düşünceler , Muhammed (a.s) ın elçilik görevini hakkı ile yapamadığı ve kendisine vahy edilenlerin tamamını bir kitap içinde toplayamadığı gibi bir iddiayı beraberinde getirmesi açısından tehlikeli sonuçlara gebedir. 

 [069.044-7] Eğer o, Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.Sizden kimse de buna mani olamazdı.

Muhammed (a.s) ın yapmadığı Allah (c.c) nin sözüne karşı bazı sözler katma işini , ondan sonra gelenler bazı Kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil ederek  (Necm s. ilk ayetlerin buna örnektir), onun Kur'an harici söylediklerinin de "Vahy" olduğunu iddiaları ile birlikte Kur'ana hadisleri de ilave ederek, Yahudilerin Tevrat'a yaptıkları gibi Kur'ana da aynı muameleyi uygulamışlardır.

Bu kitaplar içindeki yanlış bilgiler şayet Kur'ana aykırı olduğu gerekçesi ile red edilmeye kalkışıldığında karşımıza şiddetli bir biçimde, bu kitapların içindeki bilgilerin sağlam olduğu asla hata barındıramayacağı gibi itirazlar çıkmaktadır. Bu kitaplar üzerinde öyle bir mahalle baskısı kurulmuş ki itiraz edince sanki o kitabın yazarı o kimseyi çarpacak korkusu hakim olmuştur. 
 
Sonuç olarak ; Gayb'ı bilmek ilah olmanın bir gereği olduğu için, bu bilginin anahtarı sadece Allah (c.c) nin elindedir. Bu bilgiden dilediğini elçilerine açmasının keyfiyetini ayetlerin yardımı ile öğrenmekteyiz. Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin kaynağı sadece Kur'an olup , gayb bilgisinin sınırı da sadece Kur'an içindeki bilgiler ile sınırlıdır. Kur'an kıssaları ile ilgili geçmiş kavim ve elçilerin anlatıldığı ayetlerin tefsirlerinin yapıldığı kitaplarda "Hadis" adı altında gelen bilgilerin tümü "İsrailiyyat" adı verilen bilgiler olup kaynağı Yahudi ve Hıristiyanların aktardığı bilgilerdir. Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan , kerametleri müritlerinden menkul tarikat baronlarının gaybı bildikleri iddiaları tamamen uydurma ve iftira ve yalan dan başka bir şeye dayanması mümkün değildir. Hadis usulunde bile özellikle güvenilmez hadisler kategorisine dahil olan hadis gurupları gaybe dair haber veren hadisler olduğuna göre bu uydurma ve yalanlar bir kısım hadisçiler tarafından bile kabul edilmeyerek red edilmektedir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Ağustos 2015 Cuma

"Kutsal Kitap" Deyimi ve Hayat İçindeki İşlevi

"Kutsal Kitap" terimi insanlığın büyük çoğunluğunun işittiği bir terim olup , Dünya üzerinde yaşayan insanların büyük ekseriyeti bu terime dahil olan kitaplara iman ettiğini iddia ederek aidiyet ortaya koymaktadırlar. Bu terime dahil olan kitapları Allah (c.c) indirerek bunların içindeki muhteviyata göre hayatlarını şekillenmesini istemiştir. 

"Kutsal Kitap" terimini daha geniş anlamda ele almak mümkündür. "Kitap" kavramını insanların yaşamları üzerine hakim olan din , düşünce , sistem , fikir akımı v.s olarak çeçevelendiğimiz zaman , istisnasız olarak yaşayan bütün insanların kudsiyet atfettikleri bir düşünceleri bir inançları vardır. 

Kendisini "Marksist" olarak nitelendiren kimsenin tabi olduğu "Kutsal Kitab" Marks'ın görüşlerinin derlenmiş olduğu kitaplardır. Aynı şekilde kendisini "Kemalist" olarak ifade eden kişinin "Kutsal Kitab" ı ,  bu ideolojinin sahibinin derlediği görüşleridir. Kişi kendisini "Ateist" olarak nitelendirerek, inandığı hiç bir kutsal olmadığını iddia etse bile, onun kutsalı ateizm'in öğretileri olup tabi olduğu "Kutsal Kitap" mutlaka vardır. Bu terimi illaki yazılı bir materyal içindeki düşüncelere tabi olmak şeklinde düşünmeyelim , bir futbol kulübüne veya bir müzik gurubuna olan aşırı ilgi, bunları kutsanmış ve bir şekilde ilah derecesine yükseltilmiş konuma getirmektedir. 

Biz "Kutsal Kitap" terimini, Allah (c.c) nin indirmiş olduğu vahy kitapları çerçevesinde değerlendirerek kapsamı biraz daha daraltıp, bu terimin elimizde olan "Kur'an" ile ilgisine dikkat çekmeye çalışacağız. 

Allah (c.c) neden kitap ve elçi gönderir?. 

Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve yegane sahibi olarak , yarattığı insanların yaşamları içinde yapması ve yapmaması gerekenleri  kurallara bağlamıştır. Bu kuralları biz insanlara bildirmek için bizlerden olan insanları seçerek onlara vahy yolu ile kitaplar indirmiştir. Tevrat , Zebur , İncil , Kur'an adı ile bildiğimiz bu kitaplar yazıya geçirilerek kaybolması önlenmiştir. Yazıya geçirilme sürecinde bu kitapların muhteviyatına ilave veya eksiltme şeklinde müdahelelerin olup olmadığı halen tartışılmaktadır. Bunları tartışmak bu yazının konusu değildir , bu yazının konusu Kur'an çerçevesinde "Kutsal Kitap" teriminin hayat içindeki işlevi nasıl olmalıdır ? sorusunun cevabı üzerinde olacaktır. 

Kur'an, 1500 yıl kadar önce Arap yarım adasında yaşayan Muhammed (a.s) adlı kişinin elçi seçilmesi suretiyle ona inmiş olan bir kitaptır. Elimizde mushaf yani sahifelenmiş halde bulunan bu kitap , Muhammed (a.s) a 23 senelik bir zaman zarfı içinde sözlü olarak inmiş ve Muhammed (a.s) hayatta iken yazıya geçirilmiştir. Elimizdeki mushafın içinde, Muhammed (a.s) a indiği halde mushafa alınmayan veya inmediği halde mushafa alınmış olan ayetlerin var olup olmadığının tartışılması her iki türdeki iddia sahiplerinin somut bir delil ortaya koyamaması yani ne mushafa alınmayan ayet ne de mushafa vahiy harici konmuş bir ayet olup olmadığı  yönünde elimizde orjinal bir Kitap olmadığı için sonuçsuz kalacaktır. Bizim bu konudaki kanaatimiz , elimizdeki Kur'anın Muhammed (a.s) a indiği şekli ile ne eksik ne fazla bir biçimde korunmuş olmduğu yönündedir. 

Bizim asıl konumuz, elimizde olan bu Kitab'ın içinde eksiklik veya fazlalık olup olmadığının tartışılması değil , elimizde olan Kutsal Kitab'ın işlevi nedir ? sorusunun cevabını aramaktır.

Günümüze baktığımız zaman biz Müslümanların elimizde olan mushaf ile ilgili olarak yaptıklarını 2 gurup altında incelemek mümkündür. 

Gelenekten gelen bir inanç olarak, mushaf dediğimiz yazılı materyal, kutsal bir yapıya büründürülmüş olup, ha deyince dokunmanın mümkün olmadığı bir kitap haline sokulmuştur. Dokunmak için abdestli olmak gerektiği , adetli bir bayanın buna el sürmesinin mümkün olmadığı yönündeki görüşler hepimizin malumudur.

Onunla ilgili olarak ilk ritüeller geçildikten sonra onun içindeki surelerin veya ayetlerin belirli gün ve zamanlarda okunması , belirli hastalıkların , evde kalmış kızların , imtihana girecek çocukların başarılı olması , eve hırsız girmemesi , karı koca arasının birleştirilmesi gibi daha sayamayacağımız bir sürü konunun halledilmesi için gerekli kılınmıştır.

Bu durumu hasta olduğu için doktora giden , doktorun verdiği reçetedeki ilaçları alıp tatbik yerine sadece reçeteyi okumakla hastalıktan kurtulacağına inanan bir hastanın örneğine benzetebiliriz. 

Gelenekteki bu inanca karşı alternatif olarak ortaya konan "Kur'an Müslümanlığı" şeklinde bir sloganla ortaya çıkan düşüncenin ifrata karşı tefrit şeklinde ortaya çıkan düşüncesinde, Kur'anı öncellenmesine rağmen bu öncellemede bir takım sıkıntıların olduğu bir vakıadır.

 Klasik İslam düşüncesinde, Kur'an adı var kendi yok mesabesinde bir Kitap olup , onun işlevi rivayetler kanalı ile oluşturulmuş din anlayışını onaylamak olmuştur. Kur'andan onay almayan bir rivayet , ilgili Kur'an ayetlerinin te'vil veya anlam olarak tahrifi yolu ile rivayetler ile uyumlu bir hale getirilerek sunulmaktadır. 

Bu yanlışa karşı çıkan "Kur'an Müslümanlığı" hareketi ifrata karşı tefrit yöntemini tercih ettiği için bir takım hataları içinde barındırmaktadır. Bu hataların en başta geleni Kur'anın yaşanmış hayata dair olan bilgi ve kabullerini red ederek sadece mushafı kutsallaştırarak bir bakıma "Mushafperestlik" şeklinde ortaya çıkan duruma imza atarak red ettiği ve eleştirdiği geleneksel anlayışın yanlışına ortak olmuştur. 

Mushafın içeriğinden çok kağıdına kudsiyet atfeden geleneksel düşünceye karşı, "Sadece Kur'an" sloganını üreterek uydurma rivayetleri atma adına , tüm yaşanmışlığı red eden bir yapıya bürünerek birbirine düşman diyebileceğimiz bu iki zıt düşünce, bu noktada ortaklığa gitmişlerdir.

Yeni bir trend "Mushafperestlik" 

Klasik İslam düşüncesinde hadisleri vahiy sayarak , Muhammed (a.s) ın her yaptığınının , her söylediğininin "vahiy" olduğunu iddia ederek onu robotlaştıran ve anlayışa karşı çıkanların bir kısmı , aynı robotlaştırma düşüncesine, Enam s. 38. gibi ayetler üzerinden hareket ederek "Kitap'ta eksik olmayan bir şey olmadığı" iddiasını dile getirerek (bu ayetin Kur'anı kast etmediğini hatırlatalım) neredeyse ayakkabı bağlamayı bile Kur'ana nisbet ederek kendilerini robotlaştırmaktadırlar. Halbuki Kur'an robotlaştırıcı bir kitap değil , insana insiyatif veren ve onu hayat içinde çalışan , akleden bir insan olarak yaşam içinde kendisine gerekli olan hükümleri Kur'an ışığında çıkarmasını istemektedir.

Geçmişteki hadisi kutsayan ve Kur'anı literal bir anlayışla okuyarak yoruma kapatan ve elçiyi robotlaştıran selefi anlayışın bir benzeri "Selefi Mealcilik" diyebileceğimiz bir şekilde modernize edilmiş vaziyette insanı robotlaştırmış olarak karşımızda durmaktadır. 

İçtihad kapısını kapatan geleneksel fıkıh ile "İçtihad" diye bir terimi duyduğu zaman elektirik çarpmışa dönen "Selefi Mealciler" ellerindeki Kur'anın yaşanan bir hayata dair yol işaretlerini belirleyen bir kitap olduğunu bilmedikleri için, herşeyin çözümünü Kur'an içinde aradıklarında ve aradıkları çözüme dair ellerindeki kitabın bir çözüm sunmadığını gördüklerinde Kur'anı red ederek "Deizm" veya "Ateizm" yoluna sapmaktadırlar.

Bu durumun suçu, Kur'anda mı  yoksa onu okuyanda mı ?.

Suçlunun tesbitini yapmak için Kur'anın nasıl bir kitap olduğu konusu aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Kur'an insanı merkeze alan ve onların yaşadıkları hayat içinde uymaları gereken ana kuralları belirleyen bir kitap'tır. Tali kurallar , insanların yapacakları çalışma ile literatürdeki ismi "İçtihad" olan hukuksal düzenlemeler ile yapılacaktır. Aksi takdirde 1500 sene inmiş olan bir kitab'ın bu güne dair olan söylemini tesbit etmek mümkün değildir. 

Olayı ceza hukuku açısından örnekleyecek olursak ; 1500 sene öncesinin yaşamı içindeki suçların adedi ile şimdiki zaman veya gelecekte yaşanacak zaman içinde meydana gelecek suçların adedi aynı değildir. Kur'an hırsızlık suçuna tek bir ceza önermesi yaparken , bu gün adına "Hırsızlık" diyebileceğimiz bir çok kategoride değerlendirilebilecek ve hepsine aynı derecede ceza verilemeyecek suçlar çıkmıştır.

Veya suç olup ta Kur'anda cezası bulunmayan bazı cürümlere  "Selefi Mealci" mantığıyla yaklaştığımızda , Kur'an da cezası yok o zaman suç sayılmaz" mı diyeceğiz?.

Burada insan faktörü devreye girerek "Kutsal Kitab" ın belirlediği bazı cezalardaki maksadı dikkate alarak diğer suçlara uygun cezaları hukukçular tayin edecektir. 

"Kutsal Kitab" ın muhteviyatı içinde olan cezaların maksadı nedir?. 

Kur'an içinde katl , fesad , zina , hırsızlık , iftira gibi suçlara tatbik edilmesi gereken suçlardaki maksadı düşünerek diğer suçlar için bu maksada uygun cezalar verilmesi mümkündür. Bu cezalardaki maksad nedir ? denildiğinde cevabımız , "CAYDIRICILIK" olacaktır. Bu gün Kur'anda arayıpta bulamadığımız bir suçun cezasını , hukukçular tayin edecektir , bu tayin etme sürecinde verilecek cezanın caydırıcı olmasına dikkat edilecektir , bunun  ters bir durum suça teşvik eden bir hal alır ki yaşanılan toplum suçlular cenneti olur. 

Kur'an içinde bazı durumlar ile ilgili olarak yapılması gereken eylem "Örf'e göre" veya kişinin maddi seviyesine göredir. Bu tür ucu açık uygulamalar kitabın bir hukuk kitabı değil hukuksal uygulamaların nasıl bir zemine oturtulması gerektiğine dair bilgiler içermekte olduğunun göstergesidir.

Yaşanan hayatın şartlarının her an değişmesi o hayat ile ilgili yeni düzenlemeleri beraberinde getirmesi gerekmektedir. Kur'anın öncelikle inmiş olduğu zaman içinde yaşanan hayata dair olan söylemleri ve önermeleri bu noktada dikkate alınması gerekmektedir. 

"Mushafperestlik" veya "Selefi Mealcilik" şeklinde ifade ettiğimiz söylem, elimizde olan kitabın her şeyin açıklayıcısı olmasından hareketle , hayatın bütün zamanlarında karşımıza çıkan sorunlara dair bir çözümüne dair yaklaşımlarını bizlere bıraktığının farkında değildir. Noktasına virgülüne kadar her şeyi kitap içinde arayan bu zihniyet karşısına çıkan sorulara cevap veremediği , sorunlara kitabi bir çözüm bulamadığı için kabahati kur'ana yükleyerek çareyi çark etmekte yani kitabı inkar etmekte bulmaktadır.

Bu söylem ibadetler konusunda da klasik İslam düşüncesindeki ilmihal hastalığının bir benzerine düçar olmuş bir vaziyettedir. Klasik düşünce bazı ibadetler konusunda olayı sadece şekilsel boyuta indirgeyerek bu şekillerin geometrik biçimde nasıl olacağına dair bilgiler ile donatılmıştır. Bunun karşısında olanlar ise Kur'an da bu tür geometrik ayrıntılar bulunmadığı için özellikle "Namaz" adı bildiğimiz bir ibadetin olmadığının, olamayacağını , olmaması gerektiğini düşünmektedirler.

Başkalarının ihdas ettiği "Namaz hocası" türünden kitapları red ederek ,bu namaz hocası kitaplarını Kur'an içinde arayan insanlar, bu kitabın binlerce yıllık insanlık serüveninin bir uzantısı olan ve  insanlığın birikimi üzerine kurulu olduğunu göz ardı etmişlerdir. Hem kültürel mirası red edip hem de arkeolojik bulgulardaki bazı resim ve heykellerdeki puta tapan insanların yaptıkları ruku , secde gibi eylemlerin şirk olduğundan hareketle namaz ibadetinin de şirk olduğunu iddia etmektedirler. 

Bu kişiler hadis , sünnet gibi dini kaynakları red etmede gösterdiği hassasiyeti ,Mısırlıların heykellerini red etmede maalesef göstermemekle birlikte kendi acziyetlerini ve cehaletlerini ortaya koymaktadırlar.

İnsanların ruku , secde gibi şekilsel hareketler ile yüce saydıkları bir varlığa veya objeye karşı yaptıkları tazimin arka planını ve tarihini doğru okuyacak olursak bu bilgileri insanların Allah (c.c) den öğrendiğini görürüz. Adem adındaki yaratılan ilk insana öğretilen bilgileri Allah (c.c) nin öğrettiğini bilmekteyiz. Adem bu bilgileri kendisinden sonra gelen insanlara sözlü ve fiili olarak öğreterek kıyamete kadar sürecek bir ortak hafızanın oluşması noktasında ilk adımı atmıştır. 

Kendilerini yaratana karşı nasıl bir kulluk görevleri olduğunu yine kendilerini yaratanın gönderdiği elçiler vasıtası ile öğrenen insanlar, zaman içinde bu görevleri başka ilah ve rablere tahsis ederek şirk işlemeye başlamışlardır. Ruku ve secde gibi gibi ibadetler asıl olarak kendilerini yaratana karşı bir tazim ifadesi iken zaman içinde başka ilah ve rab edinenlerin o rab ve ilahlara karşı bir tazim ifadesi olmuştur. Bu tarihsel arka planı bilemeyen veya işlerine gelmeyen bir kısım "Selefi Mealci" için namaz artık bir şirk , bu şirk'e !! karşı durmak tevhidi bir gösteri haline gelmiştir. 

Görülüyor ki, klasik İslam düşüncesine karşı olarak ortaya çıkan hareketin gerekli alt yapı ve arka plan bilgilerini göz ardı etmesi sonucu , Kur'an sadece bazı şeyleri red etme aracı olarak eskilerin yaptıkları gibi mızrak uçlarında gezen bir kitap haline gelmiştir. Hayatlarına dair olan bilgileri yanlış okuma metodları ile silenler , bu yanlışları neticesinde ortaya çıkan durumun suçlusunun kendileri değil, Kur'an veya haşa Allah (c.c) olduğunu düşünerek bunları red etme yoluna gitmektedirler.

Sonuç olarak; "Kutsal Kitap" olarak nitelendirdiğimiz Kur'ana karşı yapılan iki uçlu yanlışı değerlendirmeye çalıştığımız yazımızda , bir yanlışa karşı alternatif doğru üretmek adına ortaya çıkan düşüncenin ,yanlış olarak gördüğü düşüncedeki hataların bir benzerini tekrarlayarak çözüm yerine çözümsüzlük ürettiğini görmekteyiz. Kur'anı bir ilmihal kitabı gibi her şeyi noktasına virgülüne kadar yazması gereken bir kitap olduğunu zannedenler , aradıklarını bulmadıklarında "Bu kitap bize uymuyor" diyerek başka yolları seçmektedirler. Halbuki kitab içindeki bilgilerin genel çizgileri belirttiğini biz insanların bu genel çizgileri takip ederek yaşadığımız zaman ve mekanı ilgilendiren konularda bizlerin düzenlemeler yapmasına müsade ettiğini bilselerdi bu kitabın nasıl bir hayat rehberi olduğunu bilir ve bu kitabın indiricisine secde etmekten başka yol olmadığını daha iyi anlarlardı. 

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.