17 Nisan 2016 Pazar

Kehf ve Rakım Ashabı Kıssasından Kabirde Geçecek Zaman İle İlgili Bir Bilgi Çıkarım Çalışması

Kur'an kıssaları , içerisinde bir çok mesajı taşıma kapasitesine sahip bulunan anlatımları içermektedir. Kehf ve Rakım ashabı kıssası , böyle bir kapasiteye sahip olan kıssalardan olup, kıssa içindeki bazı ayetler, ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır . 

Bilindiği üzere, "Kabir Azabı" konusu başlığı altında verilen bilgilerde , ölüm sonrası kabre konulan kişinin, dünya hayatında yapmış olduğu amellere karşılık olarak, kabrinin ya cennet bahçelerinden bir bahçe , veya cehennem çukurlarından bir çukur olacağı anlatılmaktadır. 

Ancak bu bilgiyi Kur'an içinden teyit edecek bir ayetimiz maalesef olmayıp , bu bilgi rivayetler ile İslam düşüncesi içine sokulmuş, ve bazı Kur'an ayetleri özellikle Mü'min suresi 46. ayeti bu konuya delil olarak sunulmaktadır. Allah (c.c) tarafından "Çelişkisiz bir kitap"(4.82) tanımlanan bu kitabın bir ayetinde kabir azabını kabul eden , bir başka ayetinde kabir azabını ret eden ayetin bulunmasının imkansız olacağına göre, bu konuda çelişki arz etmeyen bir düşünce içinde olmak gerekmektedir.

Kabir azabına delil olarak Kur'andan getirilen Mü'min s. 46. ayetinin meali şöyledir;

[040.046]  Ateş; sabah akşam, ona sunulurlar. Kıyamet-saatinin kopacağı gün ise: «Firavun çevresini, azabın en şiddetli olanına sokun» .

Bu ayete bakıldığında, firavun ve avanesi kıyamet öncesinde şu anda bile ateşin içinde azap görmektedirler. Bu düşünceyi bütün kafirler için genellediğimizde , ölmüş ve ölecek olan bütün kafirler ,kıyamet gününe kadar kabirlerinde azap göreceklerdir.

Şöyle bir düşünelim ; Ölmüş olan bütün kafirler eğer yeniden diriliş gününe kadar kabirlerinde azap görüyorlar ise , Kur'anın yeniden diriliş sahnesini anlattığı ayetlerde , böyle bir azap gördüklerine dair konuşmalar yer alması gerekmezmiydi ?.

Maalesef  ölümden sonra yeniden dirilenlerin aralarında geçen konuşmalarda (bu konuşmalar genelde kafirlerin aralarındaki konuşmalardır) , onların kabirde azap gördüklerine dair bırakın en küçük bir karine teşkil edecek konuşma kırıntısı , onların kabirlerinde ne kadar kaldıklarına dair bilgileri bile olmadıklarına dair konuşmalar yer almaktadır. 

Bu konuşmalar , kabir azabı görmek diye bir durumun söz konusu bile olmadığını göstermesi açısından önemli bilgiler içermektedir.

[017.052]  Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.
[036.052]  Dediler; «vah bize, bizi yattığımız yerden (Merkadine) kim kaldırdı? İşte Rahman'ın vadettiği şey budur. Demek peygamber doğru söylemiş.»

Bu konuda bir çok ayet olduğunu hatırlatarak , Kehf ve Rakım ashabı kıssasından bu konu ile ilgili ayetleri okumaya çalışalım;

Bu kıssa içinde verilmek istenen mesajlardan bir tanesi , ölümden sonra yeniden dirilişin gerçek olduğunun dünya hayatı içinde  gösterilmiş olmasıdır. Bu durumu, kıssanın 21. ayetinin "Böylece onları  duyurduk ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini, onda asla şüphe olmadığını bilsinler." cümlesinde görmekteyiz. 

Ölümden sonra diriliş haberinin gerçek olduğunu dünya hayatı içinde bir örnekle, bir kısım insanı senelerce uyuttuktan sonra bizlere gösteren Rabbimiz , yeniden diriliş sonrası olacakları da aynı kıssa içinde bizlere göstermektedir.

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Kehf ve Rakım ashabının birbirine sorduğu "Ne kadar kaldınız?" sorusunun aynısı , başka ayetlerde kabirlerden kalkanlar tarafından birbirlerine sorulmaktadır.

[023.112] Dedi ki: «Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?»

Kehf ve Rakım ashabının sorulan soruya verdiği "Bir gün veya daha az bir müddet kaldık" cevabının aynısının , kabirlerden kalkanlar tarafından verildiğini de görmekteyiz.

[023.113] Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, dediler.

Kehf ve Rakım ashabının uzun yıllar uyumalarına karşılık sanki bir gece yatıp ertesi sabah kalkmış gibi bir durumda olduklarını zannetmiş olmaları , onların uzun yıllar uyumuş olmalarının farkına varmadıklarını göstermektedir.

"Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız." sözleri, onların ne kadar uyuduklarının farkında olmadıklarını göstermektedir.

Yasin s. 52. ayetinde "Bizi merkadimizden kim kaldırdı ?" sorusundaki "Rakade" kelimesini , Kehf ve Rakım ashabının kıssasının anlatıldığı Kehf s. 18. ayetinde de görmekteyiz. "Bir de onları uyanıklar zannedersin halbuki uykudalardır (rükudun)"

Ölümün uykuya benzetildiği ve yeniden dirilişin uykudan uyanış gibi gösterildiği bu ayetlere karşın , uykunun ölüme , ve uykudan uyanmanın ise ölümden sonra dirilişe benzetildiği ayetleri de görmekteyiz. 

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
[039.042] Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır.

Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki ; Kabir azabının olduğuna dair tek bir ayeti delil olarak göstererek , o delil olarak gösterilen ayetin de ölümden sonra yeniden dirilişin anlatıldığı ayetler ile çelişki arz ettiğini dikkate almadan, sadece rivayetleri Kur'ana onaylatma düşüncesinin bir ürünü olan kabir azabı düşüncesinin , Kur'an tarafından onaylanmamasına karşın,  hala "Kabir azabı vardır" demek asla mümkün değildir. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgiyi onaylatmak adına delil olarak gösterilmeye çalışılan Mü'min s. 46. ayeti , diğer ayetler ile çelişkili bir durum arz ettiği için, ya rivayetleri kabul ederek "Kabir azabı vardır" diyeceğiz, aynı zamandan bu kabulümüz Kur'an ayetlerini ret ettiğimiz anlamına gelecektir, ya da Kur'an ayetlerini kabul ederek "Kabir azabı yoktur" diyeceğiz.

Sonuç olarak ; Kur'an kıssalarının bir çok mesajı ihtiva eden anlatımlar olduğu düşüncesinden yola çıkarak, aynı kıssa içinde bir çok mesajın olabileceğini okuma örneğini , Kehf ve Rakım ashabı kıssası içindeki bazı ayetlerin, Kur'an içinde diğer ayetler ile bağını kurmaya çalışarak , ölüm sonrası yeniden diriliş vaktine kadar geçecek olan zamanı Kur'an içinden okumaya çalıştık.

Okuduğumuz ayetler bize göstermektedir ki , Kur'an "Kabir azabı" adı altında verilen bilgilerin hiç birini onaylamamakta , aksine yeniden diriliş vaktine kadar geçen zamanda insanların hiç bir şeyden habersiz olarak yatmakta olduklarını haber vermektedir. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.



16 Nisan 2016 Cumartesi

Kehf ve Rakım Ashabı Kaç Kişi idi ?

Yazının başlığını okuyanlar , bu yazının konusunun Kehf ve Rakım ashabının Kur'anda belirtilmeyen sayılarını aramak üzerine yazılmış bir yazı olduğunu zannedebilirler. Yazının konusu, onların kaç kişi olduklarını araştırmak değil , kıssanın anlatıldığı 22. ayeti dikkate alarak,  Kur'an kıssalarını okuma yöntemi üzerinde durmaya çalışmak olacaktır.

Kehf ve Rakım ashabı kıssası , diğer kıssalar gibi, içinde bir çok mesajı barındıran bir hüviyete sahip olan kıssadır. Biz sadece Kehf s. 22. ayetini baz alarak, bu kıssadaki mesajlardan birisini anlamaya çalışacağız.

[018.022]  Karanlığa taş atar gibi; üçtür, dördüncüsü köpekleridir, diyeceklerdir. Veya beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut: Yedidir, sekizincileri köpekleridir, derler. Onların sayısını en iyi bilen Rabbımdır, de. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kısa anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.

Bu ayetin, kıssanın anlatıldığı ayetlerin sonunda olmasına ve ayet içindeki "Diyecekler" ifadesine dikkat edilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. "Diyecekler" ifadesi, bu kıssayı okuyan veya dinleyen bazı kimselerin , kıssa ile ilgili olarak yapacağı yorumları , veya kıssadan anladığını ifade ettiğini söyleyebiliriz. 

Kıssayı okuyan veya dinleyen bir kısım insanın , bu kıssadan gerekli ibretleri çıkarmak yerine , alakasız bir konuya yönelerek , verilmeyen bilgi peşinde koşmaları sonucunda kıssanın buharlaşmasına sebep olan okumaların yanlışlığı, "Diyecekler" ifadesi ile vurgulanmaktadır.

Bu kıssayı okuyan veya dinleyen bazı kimselerin, kıssa içinde adetleri belirtilmemiş olan bu kimselerin sayıları üzerinde tartışmaya girecek olmaları , kıssa ile ilgili olarak alakasız bir durum olarak görülerek , bilgi verilmemiş , bilgi verilmesine de gerek duyulmamış olan bir konuda , zanna dayalı yorumlar yaparak, yapılan kıssa okumalarının kimseye bir şey kazandırmadığını söyleyebiliriz. 

[017.036] Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.

Kıssa okumalarında esas olan verilmeyen bilgiler peşinde koşmak değil , verilmiş olan bilgileri dikkate alan bir okuma ve anlama gerçekleştirerek , o kıssanın bizim hayatımıza yansıması olmalıdır. Bizim hayatımıza dair bir sözü olmayan kıssa okuması , anlatımdan hasıl olması gereken maksadın anlaşılmadığını gösterecektir.

"Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali yapılan kıssa okumaları , okunan kıssayı boş bir masal haline çevirmekten başka bir hale döndürmeyecektir. Kehf ve Rakım ashabı ile ilgili anlatılanlardan gerekli olan mesajı çıkarmak yerine , kıssada bilgisi verilmeyen bir konuya yönelerek , gereksiz bir gündem oluşturmak , kıssa okumalarında yapılacak en büyük hatalı okuma olacaktır. 

Dikkat edilirse yapılacak adet tahminleri ret edilirken, " 3-5-7 kişi oldukları yönünde sözler söyleyecekler diyerek , aslında o kadar değil bu kadar idi" denilerek kesin bir sayı da verilmemektedir. Buradan anlaşılması gereken nokta , "Demek ki bu kıssada verilmek istenilen mesajlar, sadece kıssada anlatılan kişilerin kahramanlıkları ve şahsiyetleri değil, o kişilerin yaptıkları üzerinden bize düşen hisse olmalıdır" şeklinde bir düşünce oluşmasını gerektirmektedir. 

Ayetin devamında ise, bu konudaki doğru bilginin sadece Allah (c.c) nin katında olduğu hatırlatılarak , onun dışından gelecek olan bilgilere itibar edilmemesi hatırlatılmaktadır. Bu durum sadece bu kıssa için değil bütün kıssalar için geçerli bir okuma yönteminin temelini oluşturması gerekmektedir.

Klasik tefsirlere bakıldığında, Kur'anın kıssa anlatımları ile ilgili yapılan yorumlarda, rivayet türünden bilgilerin sayfaları doldurduğunu görmekteyiz. Bu bilgilerin kaynağı "İsrailiyyat" denilen ehli kitap kaynakları veya "Hadis" denilen ve Muhammed (a.s) atfedilen bilgilerdir. Kendisine  okunan kıssalar ile ilgili olarak adına "Hadis" denilen bilgiler verebilmesi , onun Kur'an harici ayrı bir vahiy alarak , Kur'an içinde olmayan bilgileri ayrıca almış olmasını gerektirir ki böyle bir durum asla mümkün değildir.

Muhammed (a.s) a atfedilen ve tefsirlerde kıssalar ile ilgili ondan gelen gaybe dair rivayetlerin tamamı uydurma bilgiler olup , güvenilirliği asla söz konusu olamaz. Çünkü Muhammed (a.s) a verilen bilgiler sadece Kur'an ile sınırlıdır. 

[012.003]  Biz bu Kuran'ı vahyederek, sana en güzel kıssaları anlatıyoruz.. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin.
[003.044]  Bu Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın.
[011.049]  İşte bunlar gayb haberlerindendir. Bunları sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin, ne de kavmin. O halde sabret, akıbet muhakkak muttakilerindir.

Kehf ve Rakım ashabının sayıları üzerinde yoğunlaşan bir okuma veya anlama çalışması , o kıssanın sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsedilerek yapılan bir okuma örneğini de vermektedir. Halbuki asıl olan nokta kıssayı mesaj içerikli okumaya çalışmak olmalıdır. 

Kıssa okumalarında asıl olan sadece o kıssanın yaşandığı zaman ve mekanda anlaşılması değil , o kıssanın yaşandığı zaman ve mekandan çıkarılarak güncel hale getirilerek , bizlere dair olan mesajları olmalıdır. Hangi kıssa okunursa okunsun, bu nokta dikkat edilmediği takdirde , Kehf ve Rakım ashabı üzerinde yapılan gereksiz sayı tartışmaları türünden tartışmalar, diğer kıssalar içinde yapılarak , Kur'anda önemli bir yer tutan kıssalardan alınması gerekli olan dersler çıkarılmayarak buharlaşmasına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Kıssa okumaların en önemli nokta , o kıssa içinde kalmayan bir okuma gerçekleştirmek olmalıdır. Bunun yolu ise , kıssa içinde anlatılan kişilerin şahsiyetlerine takılmadan , o şahsiyetler üzerinden verilmek istenilen mesajın okunmasından geçmektedir. Şahıslara takılı kalan okumalar , kahramanlık destanlarına dönüşerek , kıssaları masal haline çevirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Kur'an kıssalarında verilmeyen teferruatlar peşinde koşarak , bizlerin bu teferruatları çıkarma çalışmaları , bizleri trajikomik neticelere vardırarak , gülünç duruma düşmemize sebep olacaktır. 

"Diyecekler" ifadesi , kıssalar ile ilgili olarak zanni bilgiler peşinde koşmanın yanlışlığını ifade ederek "Böyle demeyin" yani size bilgisi verilmeyen şeylerin peşinde koşmayın demektedir.

Kıssadan hisse almaya yönelik okumalar bizleri daha doğru sonuçlara götürmesi açısından Kur'an tarafından tavsiye edilen okumalardır. 

[011.120] Sana resullerin haberlerinden -kalbini kendisiyle sağlamlaştıracak- doğru haberler aktarıyoruz. Bunda da sana hak ve mü'minlere bir öğüt ve uyarı gelmiştir.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Nisan 2016 Perşembe

Evleri Kıble Yapmak : Firavunlar İle yapılacak Mücadelede Önerilen İlahi Metot

Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarına dünya hayatlarında nasıl bir sistem (Din) üzere yaşamaları gerektiğini, gönderdiği elçiler ve kitaplarla bildirmiştir. Temeli şirke dayalı yerleşik düzenlerinden vazgeçmek istemeyen mütref takımı , kendilerine gelen elçi ve kitaplara amansız bir savaşa girişerek , sistem(din)lerinin değişmemesi için ellerinden geleni ardına koymamışlardır.

Firavun ve yandaşları bilindiği üzere , Musa ve Harun (a.s) lar ile kendilerine gelen ikazları ret ederek , yerleşik sistemlerinin devamı için göz kırpmadan halkına zulmeden bir yönetim sergileyerek, zulmün ve tuğyanın evrensel bir karakteri olarak Kur'anda yerlerini almışlardır.

Firavun ve yandaşları ile mücadele etmeyi iman edenlerin üzerine görev olarak yükleyen Allah (c.c), bu mücadelenin yol işaretlerini de kendisi belirleyerek, ilah bir yöntem olarak bizlere bildirmektedir. Yunus s. 87. ayeti tek bir ayet olmasına rağmen , bu ayet içindeki önerilen mücadele metodu , dün nasıl Musa (a.s) ve beraberinde olanları firavun karşısında galip getirdi ise , bugün çağdaş firavunlar ile yapılan mücadelede uygulandığı takdirde bizleri de galip getirecektir.

Bu gibi kıssalardaki mücadele örneklerini , yaşanmış bitmiş masallar olarak okumak yerine , bizden öncekilerin kulluk gereklerini nasıl yerine getirmeye çalıştıkları , ve bizlerin de aynı yolu izleme gereğinin bir hatırlatılması olarak okumaya çalıştığımızda , Kur'an ölü ve geçmişte kalmış bir metin yerine , canlı ve şimdiki yaşanan hayatlara dair sözü olan bir metin haline gelecektir. 

[010.087] Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın ve salatı ikame edin. Müminleri müjdele! diye vahyettik.

Musa ve kardeşine , firavun iktidarının son bularak İsrailoğullarının bu zulümden kurtulması için takip edilmesi gereken yöntem, bu ayet içinde beyan edilmektedir. Bu ayetin meallerine baktığımızda , bu emrin evrensel bir yöntem olabileceği gibi bir düşünce içine düşülmeden yapılmış çeviriler olduğunu görmekteyiz. Konumuz, ayetin farklı çevirilerini ele almak olmadığı için , biz ayet ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Ayet içindeki emirleri 3 kısma ayırarak okumaya çalışmak mümkündür. 

1- Evler hazırlanması. 
2- Evlerin kıble yapılması.
3- Salatın ikame edilmesi. 

1. emir olan "Evler hazırlanması" nın ne anlama gelebileceği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;

Bu emir , "Beyt" kelimesinin "GECENİN KARANLIĞINDAN VE TEHLİKESİNDEN SIĞINILAN YER" anlamını dikkate aldığımızda daha kolay anlaşılacaktır. 

Bu emri "Firavun ve melesinin size vereceği zarardan korunmak için gerekli önlemleri alın" şeklinde okumaya çalıştığımızda , bu iş için alınacak ilk önlem , İsrailoğullarının içinde bulundukları firavun tehlikesinin farkına vararak , ondan kurtulmak için farkındalık oluşturmaları gerektiği olarak anlayabiliriz. Çünkü celladına aşık olan kölelerden meydana gelen toplumlarda zulüm asla sona ermez , aksine artarak devam eder.

Hiç bir toplumsal hareket , o toplumu oluşturan bireylerin ortak bir düşünce içinde olmadıkları müddetçe başarıya ulaşamaz. Başarıya giden yolun ilk basamağı , toplumu şuurlandırmak ve bu şuur etrafında toplumun birliktelik oluşturmasını sağlamaktır. 

Kur'anın "Evler" olarak belirttiği merkezlerin bugünkü karşılığı , dernek , vakıf , okuma evleri v.s gibi isimler altında oluşmuş olan sivil toplum örgütleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır  

"Peki bu şuuru ve birlikteliği Musa (a.s) sağladı mı , sağladı ise nasıl sağladı ?" sorusunun cevabını, yine aynı sure içindeki ayetlerden okumak mümkündür. 

[010.083] Firavun ve melesinin kendilerini belaya uğratacağı korkusundan dolayı Musa'ya kendi kavminin bir oymağından başka kimse iman etmedi. Çünkü orada Firavun çok üstün idi ve o kesinlikle aşırı giden taşkınlardandı.

İlgili ayetlerin , kronolojik olarak firavunun sihirbazlarının Musa (a.s) karşısında yenilgiye uğrayarak iman etmelerinin ardından başlayan yeni bir soykırım dalgasının ardından oluşan durumu anlattığını hatırlatmak isteriz. Firavun zulmü insanları öyle bir korkuya sokmuştur ki , insanlar onun kendilerine vereceği zararı dikkate alarak , Musa (a.s) a iman etmemektedirler. 

Peki Musa (a.s) bu durum karşısında elini kolunu bağlayıp oturuyor mu ? 

Asla oturmuyor , halkını korkulacak asıl mercinin firavun değil Allah (c.c) olması gerektiğini merkeze alarak bilinçlendirme faaliyetine hız kesmeden devam ediyor , onun bu faaliyetini ilerleyen ayetlerde şöyle görmekteyiz. 

[010.084] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.

Musa (a.s) , firavun zulmünden korkarak kendisine iman etmeyenler üzerinde yaptığı çalışmanın özetini bu ayette görebiliriz. Musa (a.s) ın söyleminin üzerine oturduğu temel , korkulacak ve vekil edinilmesi gereken yegane mercinin yalnız Allah (c.c) olduğunu kavmine gücünün yettiğince tebliğ ederek, gerekli olan bilince ulaşmalarını sağlamaya çalışmaktadır.

Sadece Allah (c.c) den korkan ve sadece onu vekil edinenler başka kimden korkar ? . 

Bu sorunun en güzel cevabını iman eden sihirbazlarda görmekteyiz. 

[020.072] «Mümkün değil» dediler, «bize gelen bunca delillere ve bizi Yaratana karşı seni tercih edemeyiz. İstediğin hükmü ver. Senin hükmün nihayet, bu dünyada geçer.»

Allah (c.c) için ölümü göze alabilmiş bir topluluğu değil bir firavun , yüzlerce firavun dahi durduramaz. 


[010.085-86] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»

85. ve 86. ayetler , Musa (a.s) ın çalışmalarının semerisini aldığını bildirmektedir. Artık gerekli olan hareket alt yapısı hazırlanmış, ve mücadele süreci yeni bir ivme kazanmıştır. İnsanlar içinde bulundukları zulüm ortamından kurtulmaları gerektiği bilincine ulaşmadan toplumsal hareketlerin başlayabilmesi mümkün değildir.

2. emir olan "Evlerin kıble yapılması" nın anlamı için de şunları söyleyebiliriz.

"Kıble" ; "Yüzün döndürüldüğü yer" anlamında bir kelimedir. Bu anlamdan hareketle evlerin birbirine bakması , her evin birbirine dönük olmasının emredilmesinin ne anlama gelebileceği sorusunun cevaplanması gerekmektedir.

Evlerin içlerindeki bireylerin hepsinin ortak bir amacı olması , herkesin tek bir hedefi olması gerektiği , farklı hedefler peşinde koşmanın toplumu zayıflatarak amaca ulaşmaya engel bir durum oluşturduğu , mücadele sürecinde ortak hedef peşinde koşmanın önemine dair vurgular olarak okunduğunda bu ayetler , bizlere dönük mesajlar olarak geri dönecektir.

3. emir olan "Salatın ikamesi" ni , meallerde namaz kılınması olarak çevrildiğini görmekteyiz. Kısaca söylemek gerekirse salat , namazı da içine alan şemsiye bir kavramdır. 1. ve 2. sıradaki şartların yerine getirilmiş olması, artık daha etkin bir mücadelenin başlamasını gerektirmektedir. 1. ve 2. sıradaki şartlar topyekün  mücadele için gerekli olan alt yapının oluşturulma sürecini ifade etmekte iken , 3. sıradaki şart artık mücadelenin en son safhasına geçmeyi ifade etmektedir.

Salatın ikamesini sadece namazın kılınması anlamı şeklinde değil , ayetlerin bağlamı ile alakasını kurarak okuduğumuzda ki bu deyimin geçtiği ayetlerin bağlamı bu deyimin daha doğru anlaşılmasını sağlayacaktır, bu deyimin ayetlerin bağlamı ile alakalı anlamı , firavun zulmünden kurtulmak için gerekli olan topyekün mücadelenin ortaya konulması olarak okunabilir. 

"Salat" , kulun Allah (c.c) ye olan yönelimini ifade eden bir kelime olduğuna göre, bu yönelim sadece namaz ile değil , yeri geldiğinde zalimlerden kurtulmak için yapılan mücadele de bu yönelime dahil edilebilir. Çünkü zalimlerden kurtulmak, mazlumların bu konuda yapmış olduğu çalışmaların sonucunda mümkün olacaktır. 

Allah (c.c) elbette firavun ve avanesini kendisi yok etmeye kadirdir , ancak yeryüzüne koyduğu yasalardan olan insanları birbiri ile def etmesi sünneti gereği , bu görevi biz insanlara yüklemiştir (22.40/ 2.251). Firavun ve avanesinden yıllar süren mücadele sonunda kurtulmayı hak eden israiloğulları nihai hedefleri olan firavun zulmünden kurtulmayı artık hak etmişlerdir. 

MÜ'MİNLERİ MÜJDELE ifadesinin , 1.2.3. aşamalardan sonra geldiğini dikkate aldığımızda , Allah (c.c) nin değişmez yasası olan kullarına yardım sözünün, bu aşamaların gereklerinin yerine getirildiğinde hak edişe bağlı olarak karşılık bulacağını haber vermektedir . Surenin ilerleyen ayetlerinde , yardımı hak edenlerin bu yardıma nasıl ulaştığı , bunun mukabilinde helakı hak edenlerin nasıl helak edildiği beyan edilmektedir.

Musa (a.s) için önerilen firavun zulmünden kurtulma yöntemi, sadece ona has bir metot olarak okunmayarak , Muhammed (a.s) ın Mekke dönemi içindeki mücadelesi içinde örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz. Erkam'ın evini üs olarak kullanan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar , Tevhid mücadelesinin Mekke dönemininde bu evin çatısı altında aldıkları kararları uygulayarak sağlam temeller oluşturmaya bu evde alınan kararlarda atılan adımlar ile başlamışlardır. 

Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları içinde anlatılan olaylar , sadece tarihi bir olayı anlatmaya yönelik değil , o anlatımdan yaşama dair mesajlar çıkararak , yaşanan hayat ile bağının kurularak ilgili ayetin canlı bir anlatım haline gelmesini amaçlamaktadır.

Geçmişte yaşamış olan despot yönetimlerin nasıl bir şekilde alt edileceği elçi kıssaları ile bizlere bildirilmektedir. Firavun zulmün ve despotluğun evrensel bir ismi haline gelmiş birisi olarak , dün Musa (a.s) ve İsrailoğulları ile nasıl yıkıldıysa , bugün , yarın ve kıyamete kadar gelecek olan despot ve zalim rejimler Musa (a.s) ve beraberindekilerin izlediği yolu izlenmesi sureti ile yıkılacaktır.

Çağdaş firavunlardan kurtulma yolu öncelikle , bunların zalim olduklarının fark edilmesi ile başlayan ilk adımı atmakla olacaktır. İkinci adımda, gerekli olan örgütlenmeler meydana getirilerek tek bir ses olarak hareket etme imkanı oluşturulacaktır. Bu oluşumun sağlanması ile nihai hedefe varmak için gerekli olan yola girilecek ve sonunda Allah (c.c) nin yardım sünnetinin işlemesini gerektirecek olan ameller yapılmış ise müjde mutlaka alınacaktır bu Allah (c.c) nin değişmez vaadidir.
                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Nisan 2016 Çarşamba

İSRA s.73-81. Ayetleri : Makamı Mahmud Nedir ve Nasıl Ulaşılır?

İsra suresi içindeki bazı ayetler, aşırı yüceltmeci peygamber algısının tezahürü olan, rivayetleri baz alan okuma yöntemi ile anlaşılmaya çalışılmış, ve netice olarak ayetler ilgili rivayetleri onaylayan bir anlayışa kurban edilmiştir. "Miraç" ve "Şefaat", aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olarak İslam düşüncesine sokulmuş ve itikat haline getirilmiş bir konudur. Miraç olayına delil getirilen ayetlerden bir tanesi de bu surenin ilk ayeti şefaat ile ilişkisi kurulan bu surenin 79. ayetidir. 

Yazımız, miraç ve şefaat konularını ele almaya yönelik değil, bunlar ile ilişkisi kurulan ayetleri , özellikle bu surenin 79. ayetini anlamaya yönelik olacaktır.

Konuya girmeden önce şunu hatırlatmak isteriz; İsra suresinin Muhammed (a.s) ın hicreti ile yakından alakalı olduğunu hatırlatarak 79. ayetin anlaşılması , surenin hicret ile  alakası kurulduğunda kolaylaşacaktır. Tefsirlere bakıldığında İsra suresinin tamamının hicretten evvel yani Mekke de nazil olan bir sure olduğunun yazılmasına karşın , bazı tefsirlerde , bu surenin bazı ayetlerinin hicret sonrası yani Medine de indiğine dair görüşlere rastlamaktayız.

Kanaatimizce, surenin bir kısım ayetlerinin Medine de inmiş olduğu görüşleri daha doğru olup , konu ile alakasını kurmaya çalışacağımız ayetlerin bağlamının nuzül mekanının Medine olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. İsra s. 79. ayetine girmeden önce surenin 1- 8. ayetleri arasını ele almanın gerektiğini düşünmekteyiz. Çünkü bu ayetlerin, hicret izninin verildiği ayetler olduğu kanaati bizde ağır basmaktadır.

[017.001]  Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah yücedir. Gerçekten O, işitendir görendir.
[017.002] Biz Mûsâ’ya kitap verdik ve onu, İsrailoğullarına «Benden başkasını Rab edinmeyin, benden başkasının himayesine girmeyin» diye, doğru yolu gösteren bir rehber kıldık.
[017.003] Nuh ile beraber taşıdığımız kimselerin soyunu da. Gerçekten o, çok şükreden bir kul idi.
[017.004] Biz İsrail oğullarına Kitap'da şu hükmü verdik: «Muhakkak siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.»
[017.005] Birincisinin zamanı gelince,üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaad idi.
[017.006]  Sonra onlara karşı size tekrar 'güç ve kuvvet verdik', size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak da sizi sayıca çok kıldık.
[017.007]  Eğer ihsan ederseniz; kendiniz için ihsan etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz; o da kendinizedir. Diğerinin vakti gelince; yüzünüzü karartsınlar, mescide ilk defa girdikleri gibi girsinler ve ele geçirdikleri yeri harab etsinler diye onları tekrar göndeririz.
[017.008] [Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer dönerseniz Biz de döneriz. Öyle ya, Biz cehennemi kafirlere zindan yapmışız!

İsra suresinin 1. ayeti, bilindiği üzere miraç uydurmalarına dayanak yapılan ayetlerdendir. Bu ayet genellikle Muhammed (a.s) bir gece vakti Mescidi Haram dan , Mescidi Aksa ya götürülmesi, yani bir nevi mucize anlayışı dahilinde okunmaktadır. Kanaatimiz o dur ki, bu ayet bedenen bir yürütülmeden çok, aynı surenin 60. ayetinde ki ," Sana gösterdiğimiz rüya" ibaresi dikkate alınarak okunduğunda bu yürüyüşün bedenen bir yürüyüş değil, Mekke den artık hicret edilmesi gerektiğini hatırlatan bir ayet olarak okunmalıdır. 

Musa ve Lut (a.s) ların kıssalarını okuduğumuzda, onların kıssasında geçen "Esra" ( Gece yürüyüşü) kelimesi, kurtuluşa giden yolu gösteren bir kelimedir. Allah (c.c), Musa ve Lut (a.s) lara "Kullarımı geceleyin yürüyüşe çıkar" emrini vererek, onlara müşrik kavimden kurtuluşun yolunu göstermiştir. 

Daha önce kendisine inen ayetlerde bu kıssaları okuyan Muhammed (a.s) , böyle bir yürüyüşün kendisi için de kurtuluşun anahtarı olduğunu anlayarak Mekke'yi terk  edip Medine'ye hicret etmiştir. 2-8. ayetlerde ise, Muhammed (a.s) a gideceği yerdeki yani Medine'de karşılaşacağı topluluğun karakteristik özellikleri anlatılarak, Muhammed (a.s) ile karşılaşacak olan topluluğun yani İsrailoğullarının eski hatalarını tekrarladıkları takdirde, daha önce yapmış oldukları fesat yüzünden işleyen evrensel helak yasalarının kendileri için yine işleyeceği haber verilerek kendilerine gelen elçiye karşı fesat çıkarmamaları, ona iman etmeleri öğütlenmektedir.

Küfür ve şirk'in kalesi haline getirilmiş olan Mekke şehrinden hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s), hicret etmek zorunda kaldığı şehre tekrar galip bir kumandan olarak geri dönmesi gerektiğini, yine aynı surenin içindeki ayetlerden öğrenmektedir. Çünkü hicret sadece bir  terk ediş değil, terk edilmeye mecbur bırakılan yere muzaffer olarak geri dönmek için yapılan hazırlığı ifade etmektedir. Medine'ye hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s) ın, 10 yıl boyunca verdiği mücadelenin temelinde, Mekke'yi küfrün elinden kurtararak, yeniden atası İbrahim (a.s) tarafından inşa edilen haline yani Tevhide döndürmek çabası yatmaktadır.

Konumuz olan ayetleri , böyle bir çerçevede okumaya çalıştığımızda, ilgili ayetlerin mesaj içeren yönü ortaya çıkarak sadece belirli zaman ve mekana has olan ayetler topluluğu olmaktan da çıkmış olacaktır. Konumuz ile ilgili ayetlerin Medine'de inmiş olduğuna dair görüşlere katıldığımızı tekrar hatırlatarak, ilgili ayetlerin genel çerçevesinin Mekke'de içinde bulunduğu durumun hatırlatılması ve oraya nasıl geri dönebileceğinin yollarının öğretilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

[017.073]  Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını Bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi.
[017.074] Sana sebat vermemiş olsaydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin.
[017.075] O takdirde sana, hayatın da ölümün de, kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.

Mekke döneminin ilk yıllarında inen ayetlere baktığımızda , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, kafirler ile hiç bir şekilde müdahene içine yani karşılıklı tavizkar bir tutum içine girilmemesi emredilmektedir (Kalem s. 8-15). Bu ayetler Mekke dönemi içinde Muhammed (a.s) ın böyle bir tutum içine girmemiş olduğunu göstermekte olup , aynı tutuma bundan sonra da devam etmesi öğütlenmektedir.

[017.076]  Ve az kaldı seni yurttan çıkarmak için rahatsız edeceklerdi. O halde onlar da senden sonra pek az kalacaklardır.
[017.077] Senden önce gönderdiğimiz resuller hakkında cari olan ilahî kanun budur. Sen Bizim ilahi kanunumuzda asla bir değişiklik bulamazsın!

Bu iki ayet, Allah (c.c) nin değişmez yasası olan, elçi ve ona inananlara olan yardımını ifade etmektedir. "Sünnetullah" denen yasalar çerçevesinde işleyen elçi ve ona inananlara yardım sünneti bu sefer Muhammed (a.s) ve ona inananlar için işleyecektir. Ancak bu yardım şarta bağlı olup Allah (c.c) nin yardım için koyduğu şartlar yerine gelmeden bu yardım sünneti asla işlemeyecektir. 

[010.103]  Sonra Biz, resûllerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Böylece müminleri kurtarmak üzerimize düşen bir borçtur.

Allah (c.c) nin hiç bir elçisi terk ettiği bir beldeyi yenilmiş olarak terk etmemiştir. Eğer bir elçi ve beraberindekiler bir beldeyi terk ediyorsa, o belde artık helak olmayı, iman edenler ise kurtuluşu hak etmiş demektir. Kıssalardaki helak olaylarının anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu noktayı açık ve net olarak görebiliriz. Yani Allah (c.c) nin helak ve yardım vaadi mutlaka yerine gelmiş aynı helak ve yardım vaadi Mekkeliler ve Muhammed (a.s) için de gerçekleşecektir.


Mekkelilerin helakının diğer kavimler gibi o şehrin yıkımı ile gerçekleşmediğini, o şehri elinde tutan kafirlerin Müslümanlar eli ile mağlup edilerek şehrin onların elinden geri alınması ile gerçekleştiğini hatırlatmak isteriz.

Muhammed (a.s) ın Mekke den hicret etmesi  onun ilk bakışta yenilmiş olarak orayı terk ettiğini düşündürebilir. Medine de yurt tutan Muhammed (a.s) için Mekke artık geri dönülmeyecek bir yer değil, Allah (c.c) nin 77. ayette beyan ettiği üzere, Mekkeli müşriklerin yenilerek helak olacağı Müslümanların Allah (c.c) nin yardımını hak edeceği yani sünnetullah yasalarının yeniden işleyeceği bir belde olmayı beklemektedir.

Devam eden ayetlerde yapılması emredilenler bu yardım yasasının yani "Sünnetullah" ın işlemesi için yani helak ve yardımın gerçekleşmesi için yapılması gerekenleri bildirmektedir.

[017.078]  Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar salatı ikame et; ve bir de fecrin Kur'anını; çünkü fecrin Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.
[017.079]  Sana nafile olarak, gecenin bir kısmında, o Kur'an'la meşgul olmak üzere uyanık ol. Böylece Rabbinin seni övgüye layık bir makama göndermesi umulur.

78. ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında ağırlıklı olarak namaz vakitleri ile ilgili bilgiler içerdiği düşünülerek yorumların yapıldığına şahit olmaktayız. "Salat" kavramının namazı da içeren daha geniş bir anlamı olduğundan hareketle , ayetleri sadece namaz vakitleri ile ilgili bilgiler dahilinde okumak yerine bu kavramın daha geniş anlamı olduğundan hareketle okumaya çalışarak şunları söyleyebiliriz ;

"Salat" kavramını en geniş anlamda , "Kulun hayatı içinde yapmakla yükümlü bulunduğu bütün sorumlulukları" olarak tarif edebiliriz. 

Hayat içinde her an ve sürekli olarak yaşanması gerekli bir kavram olarak 78. ayette Muhammed (a.s) a emredilen salatın ikamesini en geniş anlamda okuyacak olursak (Namazı ret ettiğimiz anlamına gelmesin), onun hicret etmek zorunda kaldığı Mekke'ye geri dönmek için başlatması gereken mücadele süreci ve bu süreç içinde izlemesi gereken yol haritasının çizilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Salatın ikamesi ile ilgili ayetlerde belirtilen vakitleri, sadece namaz vakitleri ile ilgili okumak yerine devamlılık ifade etmesi açısından okuduğumuzda, bu kavramın hayat içinde daha aktif bir biçimde yer alması gerektiği anlaşılacaktır. Namaz, salatın bir cüzü olarak günün belirli vakitlerinde eda edilmesi bir farz olarak iman edenlere yazılmış olup namaz dışındaki vakitlerde kul yine bütün yönelimini sadece Allah (c.c) ye yapmak ile sorumludur. Namazı Allah'a has kılıp, namaz dışındaki işlerde yönelimi başkalarına yapmak iman iddiasında olanların yapmaması gereken işlerdendir. 

Bu bağlamda, Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan Müzzemmil suresinin ilk ayetlerini yeniden hatırlamak yerinde olacaktır.

[073.001-4] Ey o örtünen,Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk: Yarısı, yâhud eksilt ondan biraz Veya üzerine ilave et. Ve Kur'an'ı da belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku.

Müzzemmil suresindeki bu ayetlerin 78 ve 79. ayet ile bağını kurmaya çalıştığımızda Muhammed (a.s) a emredilen gece mesaisi emri aynen korunmaktadır. Medine'de yeni bir oluşumun temellerini atarak Mekke'ye geri dönmeye hazırlanmaya başlayan Muhammed (a.s) ın bu geri dönüşünün gerçekleşmesinde,  geceleri yapacağı çalışmalar büyük öneme haizdir.

Musa (a.s) önderliğinde yıllarca Firavun zulmüne karşı koymaya çalışan İsrailoğullarına çizilen yol haritası ile Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasına dikkat ettiğimizde birbiri ile aynı olduğunu görmekteyiz. Çünkü her iki elçinin amaçları aynı olup, her iki elçi de zalimlerin zulmüne son vermek gibi bir göreve sahiptirler.

[010.087]  Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da  evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun! Bir de mü'minleri müjdele!

Musa ve Muhammed (a.s) lara verilen ortak emir olan "Salatı ayakta tutmak" ifadesinin anlamı sadece "Namaz kılın" şeklinde çevrildiğinde, bu kavramın anlamı buhar olup uçacaktır. Musa ve Muhammed (a.s) lara emredilen salatın anlamını , yeryüzünde zulmün ve fesadın son bularak , Tevhidin hayata hakim kılınması ve Allah (c.c) nin kafirleri helak , iman edenlere yardım sözünün gerçekleşmesi için ne yapılması gereken amellerin ortak adı olarak ifade etmek mümkündür. 

Bütün bunlardan sonra , Allah (c.c) nin 79. ayette vaad ettiği "Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) deyiminin ne anlama gelebileceği biraz daha aydınlanmış olacaktır.

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki; Bu terimin ne anlama gelebileceği hakkında getireceğimiz iddia bizim indi yorumumuz olacaktır. Ancak bu terimin ifade ettiği anlamın şefaat makamı olAmayacağını kesinlikle söylemek istiyoruz. Hesap gününde kimseden fidye alınmayacağını, şefaatin kabul olunmayacağını bizlere haber veren Rabbimizin bu haberlerini göz ardı ederek, rivayetler tarafından verilen bilgileri kabul etmek, iman iddiasında olan kimseye yakışmaz.

"Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) deyiminin , önce en geniş anlamda tarifini yapmaya çalışarak , sonra bu deyimin Muhammed (a.s) için ifade ettiği anlamı bulmaya çalışalım. 

[028.085]  Hiç şüphesiz, sana Kur'an'ı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir. De ki: «Rabbim, hidayetle geleni de, açıkça bir sapıklık içinde olanı da daha iyi bilmektedir.»

Kasas suresi 85. ayetine baktığımızda , ki bu ayet büyük bir ihtimalle Mekke den hicret edilmesinden sonra nazil olmuştur (Tefsirlerde hicret esnasında Mekke ile Medine arasında bir yerde nazil olduğu rivayetleri vardır). Bu ayet, Muhammed (a.s) a hedef gösteren ayetlerden birisi olarak önemli bir mesaj vermektedir. Medine ye hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s), çıkmak zorunda kaldığı şehre tekrar galip olarak geri dönmesi gerektiği bilinci içinde Mekke yi terk etmiştir.

"Makamen Mahmuden" deyiminin belirlilik takısı gelmeden ifade edilmesi , bu deyimin sadece belirli bir zamana ve mekana has olmadığını göstermekte olduğunu söyleyebiliriz.

"Makamen Mahmuden" deyimini , "Allah (c.c) nin kulları için gösterdiği zirve hedef  ulaşmaları gereken nokta tevhid mücadelesinin bayrağının dikilmesi gereken yer"  olarak tarif ettiğimizde ,bu deyimin Muhammed (a.s) için ifade ettiği düşünülen 3 anlamından birisini tercih edebiliriz.

Klasik tefsirlere bakıldığında bu terimin, şefaat makamı haricinde ki bu tarifi kabul etmek mümkün değildir, 1- MEDİNE , 2- MEKKE , 3- AHİRETTE ALINACAK KARŞILIK olarak yorumlandığını görmekteyiz. 

1. yorum olan Medine nin "Makamen Mahmuden" olarak yorumlanmasına katılmadığımızı peşinen söylemek istiyoruz şöyle ki; Medine Muhammed (a.s) için nihai hedef değil , nihai hedefe varmak için kullanacağı bir atlama taşı mesabesinde olup, AMAÇ değil ARAÇtır. Bu ayetlerin nazil olduğu yer Mekke değil Medine olduğu düşüncelerine katıldığımızı yukarıda da belirtmiştik. Dolayısı ile bu şehrin nihai hedefe varmak için kullanılan bir mekan olması nedeniyle, bu terimin anlam alanı içine giremeyeceğini düşünüyoruz, geriye diğer 2 şık kalmaktadır. 

2. yorum olan Mekke nin daha doğru bir yorum olduğuna katıldığımızı söylemek istiyoruz şöyle ki; Zaman içinde küfrün ve şirkin kalesi haline getirilen Mekke'lilere gönderilerek, küfre ve şirke karşı savaş açan elçi, bu şehir içindeki mütref takımı tarafından kabul edilmeyerek hicret etmek zorunda bırakılmış, küfür ve şirk o şehirde hakim kılınmaya çalışılarak, bir nevi kale olma halinin devam etmesi sağlanmaya çalışılmıştır. 

Mekke'nin müşrik işgalinden kurtarılıp, tevhidin merkezi haline getirilmesi, Muhammed (a.s) a gösterilen nihai bir zirve hedef olarak yeniden "Övülmüş Makam" haline yani tevhidin merkezi haline dönüştürülmesi, Allah (c.c) nin ona yüklediği görevlerdendir.

Peki Allah (c.c) neden Mekke için "Makamen Mahmuden" deyimini kullanmaktadır ?.


[003.096-97]  Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe) dir.Orda apaçık ayetler (ve) İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim de küfre saparsa, kuşku yok, Allah alemlere karşı muhtaç olmayandır.

Al-i İmran s. 96 ve 97. ayetlerinde kullanılan "Makamı İbrahim" deyimi , bu şehrin övülmüş bir yer olduğuna bir delil olarak görülebilir. Bakara, İbrahim ve Hac surelerindeki ayetlerden öğrendiğimize göre atamız İbrahim (a.s) , bu şehri Tevhidin bir sembolü olarak  ayağa kaldırmış ve duası ile buranın kıyamete kadar insanlar tarafından Hac mekanı olarak ziyaret edilmesine sebep olmuştur. 

[042.007] Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik. İnsanların bir takımı cennete, bir takımı da çılgın alevli cehenneme girer.

Bu sebepten dolayı Mekke ,Tevhidi açıdan özel öneme sahip olan bir şehirdir. Bu şehrin asli haline döndürülmesi Muhammed (a.s) ın gönderiliş sebebi olup , hayatını bu şehrin ve etrafının şirkten temizlenerek Tevhid dininin kalesi olması için harcamıştır.

3. yorum olan ahirette alınacak karşılık yani cennetin "Makamen Mahmuden" olarak ifade edilmiş olabileceği yorumlarına soğuk bakmadığımızı ifade etmekle beraber , 2. yorumun daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz. Allah (c.c) dünya hayatında kendi yolunda hayat süren kullarına vereceği karşılık için kullandığı kelimelerin içinde "Makam" kelimesi de bulunmaktadır.

[025.076] Orada ebedi kalacaklar; ne güzel durulacak bir yer, ne güzel bir makam!
[035.035] Çünkü O, lütfu ile bizi devamlı kalınacak olan yerde (Elmukameti) yerleştirdi. Burada artık bize ne yorgunluk olacak, ne de usanç gelecek.

"Makamen Mahmuden" deyimini tarihselliği içinden çıkararak , zaman ve mekan üstü bir anlama sahip olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;

"Makamen Mahmuden" (Övülmüş Makam) terimi, sadece Muhammed (a.s) ve Mekke ile sınırlı bir anlama sahip değildir. Bu deyim ile ifade edilen şey , onun görevi icabı ulaşması gereken zirve hedef Mekke şehri olup , bu zirve hedef şehir zaman içinde şirkin kalesi haline gelmiştir. Muhammed (a.s) a ulaşması için gösterilen zirve hedefe nasıl ulaşılabileceği ise ona kendisinden önceki elçilerin kıssaları ile anlatılarak , aynı yolu izleyerek , o elçilerin hak ettiği yardıma nasıl kavuşabileceği öğretilmektedir.

Bu anlamda iman iddiasında bulunan her kulun, fethetmesi gereken bir Mekke si, yani ulaşması gereken zirve hedefi , övülmüş makamı mutlaka vardır olmalıdır . Böyle bir hedefi ve ulaşması gereken bir zirve hedefi tevhidi bir yaşantı çerçevesinde idealleri olmayan bir Mü'min, hayatını boşa geçirmiş sayılacaktır.

Var olma gerekçemiz olan, tek ilaha kulluk süren bir hayatta önümüze çıkan engelleri aşmaya çalışmak yolunda yürüyenlerin nasıl bir yol izlediği , bu engelleri aşarak  Makamı Mahmuda yani zirveye nasıl ulaştıkları, bir çok ayette bizlere bildirilerek , onların yolunu yol edinmemiz bizlerden istenilmektedir.

Allah (c.c) kendi yolunda yürüyen elçi ve kullarına dünya ve ahirette yardım sözü vermektedir. Bu yolda yürümeye çalışanların önlerine tarih boyunca engeller çıkmış ve bu engeller Allah (c.c) nin yardımı ile aşılarak hedefe varılmıştır. 

Muhammed (a.s) ın 23 yıllık süren mücadelesinin , 10 yıllık bölümü olan Medine bölümü okunduğunda, onun Mekke ye giden yolda izlediği yöntem , bizler içinde örneklikler ile doludur. Kur'anın özellikle Medine de inen ayetleri okunduğu zaman , Muhammed (a.s) ın böyle bir hedefi olduğu bilgisi ile okunduğunda , bu ayetlerin bizler içinde hedefe giden yolun işaretleri olduğu görülecektir. 

[017.080]  De ki: «Rabbim, gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla, çıkacağım yerden de doğrululukla çıkmamı nasip et ve benim için kendi katından yardım edici bir kuvvet ver.»
[017.081] Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur.

"Gireceğim yer" ve "Çıkacağım yer" ifadelerinin tefsirlerinde, ayetin indiği mekana göre görüş farklılıkları olduğunu görmekteyiz. Ayetlerin Mekke de indiğini kabul eden görüşe göre girilecek yer Medine şehri , çıkılacak yer ise Mekke şehridir. Bu görüşe göre ayet henüz Mekke de ikamet etmekte olan Muhammed (a.s) a hicret etmesi gerektiğini beyan etmektedir.Ayetlerin Medine şehrinde indiğini düşündüğümüzde (Tercih ettiğimiz görüş bu dur) girilecek yer Mekke şehri , çıkılacak yer ise ölümden sonra yeniden kabirlerden çıkış olduğunu söyleyebiliriz. 

Böyle bir dua edilmesinin tavsiye edilmesinin üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;

Bundan sonra hayatının geri kalan kısmını ölümüne kadar, şirkin kalesi haline getirilmiş olan Mekke yi kafirlerden geri almak için harcaması gerektiğine dair bir emir olarak algılaması ve bu emri yerine getirmek için gerekli olan yardımı Allah (c.c) den isteyerek var gücü ile mücadele etmesi emredilmektedir. 

"Bundan bize ne düşer?" diye sorduğumuzda ise cevap olarak ; "Hayatın anlamının tek ilaha kulluk yolunda mücadele için harcanması , ölüme değin bu uğurda hiç bir fedakarlıktan kaçınılmaması gerektiğinin bizlere de hatırlatılması" diyebiliriz.

Sonuç olarak; Allah (c.c) ye kulluk yolunda her kişinin ulaşması gerekli olan zirve hedef olarak tanımlayabileceğimiz "Makamı Mahmud", Muhammed (a.s) için Mekke olup bizler için ise, içinde bulunduğumuz zaman ve mekan şartlarına göre değişebilecek zirve hedefler olarak zaman ve mekan üstü bir anlama sahiptir.

Bu şehir zaman içinde asli durumu olan Tevhidin sembolü olmaktan çıkarılarak, arızi bir durum olan şirkin sembolü haline getirilmiştir. Elçilerin gönderiliş amacı olan asli hakikat Tevhid akidesinin ve onun sembollerini insanlara yeniden hatırlatmak görevinin son halkası olan Muhammed (a.s), bu hatırlatma görevinde diğer elçi ataları büyük güçlüklerle karşılaşarak bulunduğu şehirden hicret etmek zorunda kalmıştır.

Onun bu hicreti, tevhid sembolü olan şehri yeniden asli haline döndürmek, ve şirkin bayrağını indirmek için yeni bir mücadele sürecini başlatmış ve 10 yıllık mücadele sonunda "Övülmüş Makam" a ulaşmıştır. Bu makam sadece Mekke ye has değil, şirkin kalesi haline getirilmiş her yerin yeniden tevhidin kalesi haline getirilmesi neticesinde ulaşılması gereken hedefin bir adıdır. 

İlgili ayetleri herkesin ulaşması gereken bir hedefi yani makamı mahmudu olması gerektiği bilinci içinde ve bu hedefe ulaşımın nasıl olacağı yönünde bilgiler içermesi açısından okumaya çalıştığımızda bizlere daha kolay açılacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


9 Nisan 2016 Cumartesi

KUTLU DOĞUM HAFTASI : Peygamberler Arasındaki Ayrımcı Zihniyetin Bir Tezahürü

Bilindiği üzere Türkiye de "Kutlu Doğum Haftası" adı altında, D.İ.B tarafından her yıl 14 - 20 Nisan tarihleri arasında bir takım etkinlikler düzenlenerek , Muhammed (a.s) ın doğumu kutlanmaktadır. Böyle bir haftanın ihdas edilmesine sebep olan en büyük etkenlerden birisi , Hristiyanların her yıl İsa (a.s) ın doğumu nedeniyle bir takım kutlama törenleri yapmasına karşılık , Müslümanlarında kendi peygamberleri !! için kutlama törenleri yapma gereği duymaları olduğunu söyleyebiliriz. 

"Bu gibi haftaların ihdas edilmesinin neresi kötü veya yanlış olan tarafı nedir?" sorularının gelebileceğini düşünerek , bu konudaki bazı çekincelerimizi ortaya koymaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır. 

Bu gibi kutlama haftaları ihdas edilmesinde yapılan en önemli yanlışlardan birisi , "Peygamberler arasını ayırmak" şeklinde ortaya çıkan yanlış peygamber anlayışının halk arasında yaygınlaşmasına sebep olmasıdır. Hristiyanların İsa (a.s) a karşı yaptıkları aşırı yüceltmeye öykünerek , bu yüceltme ameliyesinin Müslüman versiyonu diyebileceğimiz bu gibi haftaların ihdas edilmesi , "Bizim peygamber sizin peygamberi döver" mantığının bir uzantısı olmaktan ileri gitmeyen bir işleve sahiptir. 

Klasik İslam düşüncesinin en büyük sorunu olan  gelen mesajın yani vahyin değil , mesajı getirenin öne çıkarılması şeklinde ortaya çıkan "Elçi merkezli din" anlayışının Türkiye genelindeki uzantısının tezahürü sonucu ihdas edilmiş olan bu uygulama , Müslümanların Kur'ani bir peygamber algısına sahip olmasına yardımcı olmak şöyle dursun , Kur'an dışı peygamber algısının D.İ.B tarafından resmiyet ve yaygınlık kazanmasına sebep olmaktadır. 

Peygamberin ana rahmine düştüğü günü kutsayarak onu kandil gecesi ilan edebilecek kadar sapkınlaşan, ve Annesi ile babasının Muhammed (a.s) ın dünyaya gelmesine vesile olacak cinsel ilişkinin tarihini bile hesaplamaya kalkabilecek kadar uçuk bir anlayışı sahiplenen, ve bu anlayışları destekleyen bir kurumdan daha fazla bir şey beklemek, o kuruma haksızlık olacaktır.

Eğer peygamber anılacaksa sadece tek bir kişi değil , Kur'an içinde adı geçen bütün peygamberler anılmalı ve bu anılma onların gönderiliş sebepleri üzerinden olmalıdır. Çünkü bu gibi haftalarda öne çıkan tek peygamber olan Muhammed (a.s) bile, gereği gibi asla anlatılmamakta, şirk ile mücadele eden , yerleşik düzenin yanlışlarına canı pahasına ses çıkaran bir peygamber portresi yerine , kimseye zararı olmayan, ömrü sadece namaz ve nafile ibadetlerle geçen , kıl tüy peygamberi sunulmak istenilmektedir. 

Kur'ana bakıldığında ise sadece tek bir peygamberin değil , bütün peygamberlerin bizlere "Rol model" olması gereken şahsiyetler olarak sunulduğunu görmekteyiz. Onların bize olan rol modelliği evrensellik arz eden bir konuma sahiptir. İnsanlığın kadim bir hastalığı olan şirk'e karşı savaş açan bu elçiler , kendilerinden sonraki gelenlere örnek olan şahsiyetlerdir. Eğer peygamberler anlatılacaksa , onların bu yönü öne çıkarılarak anlatılması ve onların nasıl bir tevhidi mücadele örneği verdiği zihinlere yeniden kazınmaya çalışılmalıdır. 

Kur'ani bir peygamber algısının yerleşmesi noktasında D.İ.B aktif bir rol üstlenebilir mi ?.

Öncelikle D.İ.B. nın , T.C nin resmi bir kurumu olduğunu unutmayalım , onun işlevi İslamı doğru ve gerçek olarak insanlara anlatmak değil , İslamın tevhidi söyleminin sümen altı edilerek , sisteme entegre olmuş bir İslam algısı ortaya çıkarmak, ve Müslüman tipi yetiştirmektir.  

D.İ.B. tarafından organize edilen kutlu doğum haftasının bu yıl ki temasının "Tevhid ve Vahdet" olarak belirlenmiştir. Acaba bu tema D.İ.B. tarafından Kur'ani çerçeveye uygun bir biçimde işlenerek , Müslümanların Tevhidi bilinç sahibi olmasına herhangi bir katkı sağlayabilir mi ?.

Laik ve Kemalist bir yönetim sistemine sahip olan T.C. nin resmi bir kurumu olan D.İ.B. i bu yıl için belirlediği temalardan birisi olan "Tevhid" temasını, nasıl Türkiye Müslümanlarına anlatabilir ?. 

Önce bu etkinliklerin yapıldığı salonlarda yapılan konuşmalara, T.C. nin kurucusu ulu önder!! Mustafa Kemal Atatürk'e saygı duruşu yapılması ile başlanacaktır. Konuşmacılar arkalarında Atatürk resimlerinin bulunduğu salonlarda "Tevhid" temalı konuşmalar yaparak , Muhammed (a.s) ın şirk ile olan savaşını anlatacaklardır !!. Şirk kavramının güncel bir hale getirilerek yapılacak konuşmalarda , Muhammed (a.s) ın Mekkesi ile , bugün yaşadığımız topraklar üzerinde yaşanan hayatların ve sistemin hiç bir farkı olmadığı görülecektir. 

Önder olarak , başka birisini örnek alan sistemin bir kurumu olan D.İ.B. , Allah (c.c) nin önder olarak gönderdiği elçilerin şirk ve tuğyana karşı olan mücadelesini bağlı bulunduğu kurumun yetkililerinin gözlerinin içine baka baka anlatacak olsa ve bu kurum yetkilileri , "Gerçekten biz büyük bir yanlış içinde imişiz" diyerek şirk ve tuğyanı esas alan sistemi terk ederek , tevhidi esas alan bir yönetim arzusu acaba duyacaklar mıdır?.

Böyle bir arzu kimsede asla mümkün olmayacak, çünkü peygamber portresi altında anlatılacak olan bilgiler , kimseyi böyle bir düşünce içine sevk etmeyecek sözler olacaktır.  Güncelleme yapılarak anlatılan şirk kavramı , D.İ.B. tarafından sistemin temellerine konulmak istenen bir bomba haline gelecektir. Atamız İbrahim (a.s) ın kavminin tapmış olduğu putlarına yapmış olduğu muamelenin bir benzerini bu kurum mensuplarından beklemek , ancak safdillik ve aptallık olacaktır. Bırakın İbrahim misali putları kırmayı , onun kırdığı putların önünde saygı duruşu yaparak, kutlu doğum haftaları açılışları yapanların zaten kendileri şirkin içinde boğulmaktadırlar.

 Şirke ve tuğyana karşı savaş açan bir peygamberin anlatılması , bazılarını rahatsız edeceği için , suya sabuna dokunmayan bir peygamber portresi sunularak, neredeyse şirk ile uzlaşmış bir peygamber ortaya çıkarılmak sureti ile kimseciklerin rahatsız olmaması sağlanacaktır. D.İ.B tarafından ihdas edilen sözde peygamberi anlamak ve tanımak haftaları , böylece peygamberi anla(ma)mak ve tanı(ma)mak haftalarına dönüşmüş olacaktır.

Varsayalım ki , bu toplantılardan birisine Muhammed (a.s) katıldı , ve kendisi hakkında anlatılanları duyduğunda acaba nasıl bir tepki verebilirdi diye hiç düşündük mü ?.

Kendisinin savaş açtığı şirk ve tuğyana karşı nokta kadar bahis edilmediğini , hatta neredeyse şirk ve tuğyana ses çıkarmamış bir peygamber portresi sunulmaya kalkıldığını gören peygamber (a.s), cübbesi aklından büyük şarlatanların "Bir de benim yüzüme tükürse" dediği tükürüğü şerifini !!, başta bu kurumun başkanı olmak üzere , kendisini anlatmak adına onu öldürmeye çalışanların suratına boca etmez miydi ?.

D.İ.B tarafından ihdas edilen haftada, "Tevhid" teması etrafında bu kavramın nasıl içinin boşaltılarak anlatılacağını tahmin etmek , bu kurumun daha önce bu kavram hakkında nasıl bir düşünce sahibi olduğunu bilenler tarafından anlaşılması zor olmayacaktır.

Gelelim ikinci tema olan "Vahdet" temasına ; 

Bir kaç ay önce Türkiye genelinde okutulan bir cuma hutbesinde , Kur'anın dinde belirleyici kaynak olmasını isteyenlere karşı , dinde kaynağın sadece Kur'an olamayacağını, uydurma rivayetlerden destek alarak savunmaya çalışan D.İ.B , "Vahdet" teması altında neler söyleyerek , vahdetin sağlanabilmesi yönünde katkılar sağlayabilir ?.

Yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında süren ihtilafların kaynağının , dinde çok başlı kaynak sorunu olduğunun açık ve net olarak bilinmesine , ve vahdetin çok başlı kaynak sorunundan kurtularak tek başlı kaynağa geçilmedikçe sağlanamayacağına göre , dinde çok başlı kaynağı savunun bir kurumun, "Vahdet" teması altında söyleyecekleri şeyler, ne kadar doğru ve gerçekçi olacaktır ?. 


"Tevhid ve Vahdet" kavramları D.İ.B. adlı bir kuruma bırakılarak , onların eline düşürülecek kadar bayağı kavramlar değil , bilakis dinin direğini oluşturan omurga kavramlardandır. 

Öyleyse bu kavramları  en gerçekçi ve en doğru olarak öğreneceğimiz yegane kaynak sadece Kur'andır. Bu kitap kaynak alınmadan söylenecek her söz , bu kavramın istismar edilmesi anlamına gelecektir. İstismar edilen bu kavramlar etrafında oluşturulan söylemler, Allah'a kul olma yolunda değil , mevcut sisteme kul olma yolunda yürüyen neferler yetişmesini sağlamaktan başka bir amaç taşımayacaktır.

Sonuç olarak ; D.İ.B. tarafından her yıl kutlanan "Kutlu doğum haftası" öncelikle tek bir peygamberi öne çıkarmaya matuf bir düşüncenin ürünü olması hasebi ile baştan yanlış bir uygulamadır. Dahası ,Kur'anın peygamberlerin gönderiliş amacı olan şirk ve tuğyana savaş açmalarını merkeze alan anlatımlarının bizlere örnek olmaları yönünde yapılmayan okuma , anlama ve yaşama çalışmaları , baştan yanlışa atılmış imzalar olacaktır.

Bu yıl ki , kutlamaların teması olan "Tevhid ve Vahdet" bu kutlamaları organize eden kurumun nasıl bir sistemin ürünü olduğunu düşündüğümüzde , bu temalar adına söyleyeceklerini tahmin etmek zor olmayacaktır. D.İ.B adlı kurum , Türkiye de din adına konuşmaya yetkili bir kurum olmasına rağmen , din adına söyledikleri , söylemek zorunda oldukları değil , söylemek zorunda olup ta , bağlı bulunduğu sistemin hoşuna gitmeyecek olan söylenmemesi gereken şeyleri , yontarak kırparak söylemek için ihdas edilmiş bir kurum olmaktan öteye geçmeyen bir kuruluş amacı olup , Allah (c.c) nin dini bu kurumun anlatıklarına bırakılacak kadar basit değildir.


3 Nisan 2016 Pazar

Kur'an İnsan Neslinin Nasıl Çoğaldığı Hakkında Bilgi Veriyor mu?

İnsanlar arasında en çok tartışılan dini konuların başında insan neslinin nasıl çoğaldığı konusundaki tartışmalar gelmektedir . Bu konuda yaygın olan kanaat , insan neslinin Adem ile eşinden türeyen çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde çoğaldığı şeklindedir. Fakat bu kanaat , Kur'anın kardeşler arası evliliği yasaklamış olması üzerinden yanlış olduğu delillendirilerek böyle bir çoğalmanın mümkün olamayacağı yönünde , bir takım itirazlara sebep olmaktadır. 

Kardeşler arası evlilik ile insan neslinin çoğalması mümkün olamayacağına göre , geriye tek bir seçenek kalmakta , dolayısı ile insan neslinin bir çok insanın birden yaratılarak bu şekilde çoğalmış olduğu , ve bu görüşe delil olarak Kur'an içinden ayetler getirilerek , kardeş evliliği yolu ile çoğalmış olduğumuz görüşü mahkum edilmekte , bir çok insanın yaratılarak insanlığın bu güne kadar geldiği iddiası dile getirilmektedir.

Bu yazının konusu , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda dile getirilen iki görüşten birisini kabul edip diğerini ret etmek değil , bu konuda delil olarak sunulan her iki görüşün bazı açmazlarını ortaya koymaya çalışarak , insan neslinin çoğalması konusunda, Kur'anın net olarak bir bilgi verip vermediğini anlamaya çalışmak , özellikle Nisa s. 1. ve benzeri ayetlerin nasıl anlaşılabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olacaktır. 

[004.001]  Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbınızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
[049.013]  Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabının aranmasına yönelik bir okumada , yukarıda verdiğimiz ayetlerde , ilk bakışta klasik yorum olan insanlığın Adem ve eşinden türediği düşüncesi desteklenmektedir. Fakat bu düşünce , Nisa s. 23. ayetinde gördüğümüz evlenilmesi haram olanlar listesinde kardeşler arası evliliğinde olması , 26. ayette öncekilere de bu yolun uygulandığını beyan edilmiş olmasına binaen yanlış olarak görülmektedir. 

Kardeşler arası evlilik yolu ile çoğalmış olduğumuz düşüncesinin bu şekilde kapatılması , insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna farklı bir cevap aranmasının yolunu açmıştır.

[002.030] Bir zamanlar, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak olanımı kılacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurdu.
[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[071.017]  Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere dayanarak , ilk yaratılan insanın Adem olmadığı , ondan önce yaratılmış olan insanlar olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilerek, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda cevaplar verilmeye çalışılmaktadır. 

Ancak ne var ki , insan neslinin Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenerek çoğaldığı görüşünün yanlışlığına dair getirilen bu karşıt görüş , yine bir takım müşkilatlar arz etmektedir şöyle ki ;

Bakara s. 30. ayette geçen kelime "Cailun" (kılacağım) kelimesinin, bazı meallerde "Yaratacağım" şeklinde anlamlandırılmasının yanlış olduğu , "Ceale" kelimesinin yaratılıştan sonra gelen bir aşamayı ifade ettiği , dolayısı ile Ademden önce yaratılan insanların var olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilmektedir. Ceale kelimesinin anlamı ile ile ilgili olarak herhangi bir itirazımız olmamakla birlikte , Ademin yaratılışının anlatıldığı başka ayetlerde "Halaka" ( yaratmak) fiilinin kullanıldığını görmekteyiz.

[015.028]  Hani Rabbin meleklere demişti: «Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım,»
[038.071] Bir vakit Rabbin meleklere: «Ben,» dedi, «çamurdan bir beşer yaratacağım.»

Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde, Ademin yaratılması "Halaka" fiili ile anlatılmakta , bu fiil ilk yaratmayı ifade etmesi dolayısı ile , sadece  Bakara s. 30. ayetinden yola çıkılarak varılmaya çalışılan sonuç, yukarıdaki ayetlere çarpmaktadır. 

Araf s. 11. ayetinde Ademin yaratılmasından önce, "Sizi yarattık" şeklinde bir ibare kullanılmasından ötürü , Ademden önce insanların var olduğu düşüncesinin delil ayeti olarak sunulmaktadır. 

Adem kıssasının Araf suresi içinde geçen ayetlerinde ve diğer surelerdeki bazı ayetlerde , "Ey Ademoğulları" şeklindeki hitapların , Ademden önce yaratılan insanlar olduğu düşüncesini yine iptal ettiğini düşünmekteyiz. "İsrailoğulları" şeklindeki hitapların , İsrail yani Yakub (a.s) ın neslinden türeyen insanlar için kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda , "Ademoğulları" hitabına muhatap olan bizlerin , Ademden türemiş olduğumuz görüşleri daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Ayrıca "Sizi yarattık" ifadesi , anlatılan kıssanın belirli kişilere has bir kıssa değil , bütün insanlığın her an yaşanan ve yaşanacak olan bir kıssası olarak okunması ve ibret alınması gereğine dair bir ifadedir. Ademin başına gelenlerin bir benzeri her an bizlerin başına gelme ihtimali olduğu için , şeytanın Ademi kandırma yolu bizlere gösterilerek , bizlerinde aynı tuzağa düşmemesi öğütlenmektedir.

Nuh s. 17. ayeti , birden fazla Ademin yaratıldığına dair getirilmeye çalışılan bir ayettir. Bu ayete dayanarak bir çok insanın yaratılarak insan neslinin üremesinin sağlandığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kanaatimiz o dur ki ; Bu ayet böyle bir görüşe delil olmaktan ziyade , insanın bitkiye ve çiçeğe karşı olan ihtimamı benzetme yapılarak, Allah (c.c) nin bizlere olan ikramı anlatılmaktadır. Aynı anlatımı Meryem'in doğumu ile ilgili olarak Al-i İmran s. 37. ayetinde de görmekteyiz. Meryem topraktan değil , annesinin karnından doğmuş , Allah (c.c) onu güzel bir şekilde yetişmesi için nimetler bahşetmiştir.

Maide s. 27-32. ayetler arasında anlatılan Ademin iki oğlunun kıssasında , öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi , onu gömmeyi bir kargadan öğrenmesi , bu olayın insanın daha bilgi birikimine sahip olmadığı bir zamanda yaşanmış olduğunu göstermektedir. Gömmeyi bilmeyen insanın öldürmeyi nasıl öğrendiği sorusuna ise , yine yaşayan hayvan neslinin birbirini öldürmesinden öğrenmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

Bizler bir kısım insan tarafından eleştiri konusu yapılarak, ayıplama vesilesi görülen bazı konular hakkında , başkalarına illaki akli bir izah getirmek, veya onları inandırmak zorunda değiliz. Bu satırların yazarı, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda eğer , Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenerek çoğaldığı düşüncesini kabul etmiş olsaydı şöyle bir delil getirerek bu düşünceyi savunabilirdi ;

İnsan yaşantısında, yapılması haram olarak beyan edilen kuralları koyma yetkisi Allah (c.c) ye aittir. Haram olarak beyan edilen herhangi bir konuda , o haramlığın bizler tarafından mantıki izahının aranması gibi mecburiyeti ve gereği yoktur. Sadece Allah (c.c) tarafından yasaklandığı için bizler o yasağa tabi olmak zorundayız. Kardeş evliliği , Allah (c.c) tarafından "Haram" olarak beyan edilmiş olmasına rağmen , belirli bir zaman için böyle bir yasak konulmamış ve helal olmuş olabilir. 

Eğer Allah (c.c) böyle bir geçici helallik koymuşsa , kim kalkıp "Neden böyle bir hüküm koydun" diyebilir ?.

Ayrıca İsrailoğullarının yapmış oldukları bir takım hatalar nedeniyle önceden helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınmış olması (4.160), akli ve mantıki olarak nasıl izah edilebilir ?. Bu cezaları hak edenlerden sonra gelenler , "Ey Rabbimiz bizim kabahatimiz neydi ki bize de bunlar haram kılındı?" şeklinde bir akli ve mantıki bir izaha giderek sorgulamak yerine , İsrailoğullarından bu cezayı hak edenlerden sonraki gelen iman edenlerin tamamı bu yasaklara itiraz etmeden tabi olmuşlardır.

Ayrıca Salih (a.s) kıssasına baktığımızda , ayet olarak gönderilen dişi devenin su içme hakkı ile ilgili, akli ve mantıki bir izah getirmemiz mümkün değildir. Kıssayı okuduğumuzda, su içme hakkının deve ile kavim arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Olaya akli ve mantıki olarak baktığımızda , tek başına bir deve ile , bir kavmin su içme hakkının ikiye bölünmesi adaletsiz bir durumdur. 

Böyle bir taksimi bir köy ağası yapmış olsaydı, ve köyün çeşmesinden akan suyun bir gün devesine , bir günde bütün köy ahalisine ait olduğunu ilan etseydi , bu köy ağasının adı "Zalim Ağa" olacaktı.

Şimdi biz Allah (c.c) için "Semud kavmine böyle bir uygulama yapmak ile zalimlik etti" diyebilir miyiz? . Haşa ve kella asla böyle bir sözü Allah (c.c) için kullanamayız. Çünkü Allah (c.c) yaptığı bir işten dolayı asla sorgulanamaz ve kınanamaz. 

Şimdi kalkıp "Allah (c.c) Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenmesini belirli bir süre için serbest bırakarak helal kılmış olabilir" dersek , kim "Hayır böyle bir şey mümkün olamaz" diyebilir ?.

Bu örnekleri vermemiz , Ademin çocuklarının birbiri ile evlenerek insan neslinin çoğalmasını sağladığına olan inancımızdan dolayı değil , bu düşüncenin bazıları tarafından horlanarak bakılmasından doğan sıkıntıları düzeltmek amacı ile yapılan farklı yorumların çelişki arz etmesi , ve yanlış olarak görülen kardeşler arası evlilik düşüncesinin izah edilebilir bir yönü olabileceğinin gösterilmesi amaçlıdır.

Düşüncemiz o dur ki ; Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığına dair net olarak bilgi vermemekte, verdiğini düşündüğümüz bilgiler , ilgili ayetlerden yapılan yorumlar neticesinde varılan zanni yorumlardır. Her iki düşünce yanlıları da , kendi düşüncelerinin hak , karşı düşüncenin batıl olduğunu iddia edebilecek , net bir delili Kur'an içinden bulduklarını iddia etmeleri mümkün değildir. Bulduklarını düşündükleri deliller , ilgili ayetlerin yorumlanması sonucunda varılmış olup , hata ihtimali hiç bir zaman göz ardı edilmemeli, varılan sonuç mutlaklaştırılarak , karşı tarafın sonucu mahkum edilmemelidir. 

Görülmektedir ki her iki delilde, beraberinde bazı soruları veya itirazları getirerek , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda Kur'an içinden net bir bilgi bulabilmemize maalesef olanak vermemektedir.

[017.036]  Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.

Bizler bize verilen bilgiler ile yetinerek , verilmemiş bilgilerin peşinden koşmak, veya bazılarını hoşnut etmek üzerine kurulu bir söylem üretmek için, zorlama yorumlar yapmak gibi bir mecburiyet içinde değiliz. 

"Öyleyse Nisa s. 1. ayeti gibi ayetleri nasıl yorumlayabiliriz ?" sorusuna cevap aramak gerekmektedir. 

Kur'an , fizik , kimya , biyoloji v.s gibi ilimleri kapsayan bir bilim kitabı değildir. Bu kitap içindeki bazı bilgiler bugünkü bilimsel veriler ışığında bakıldığında, yanlış olarak dahi görülebilir. Çünkü 1500 sene önce yaşayan insanların bilgi birikimleri üzerinden , onları tek bir ilah olan Allah (c.c) ye kulluk etmeleri gerektiğini öğütleyen ayetleri ihtiva etmektedir. Bazı kevni ayetlere dikkat çekilerek verilen mesajlar bilime değil , o ayetlerin yaratıcısına dikkat çekilerek , Allah (c.c) her şeyin üzerinde yegane mülk sahibi olduğuna dair mesajları , ve sadece ona kulluk yapılması esasına dayanmaktadır.

Nisa s. 1 , Zümer s. 6 , Hucurat s. 13. ayetlerinde, insanın yaratılışı ile ilgili verilen bilgileri , sadece insanlığın nasıl türediği konusunda verilen salt bir bilgi olarak okumak yerine , dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde , birbirlerine karşı olan davranışlarında esas almaları gereken, en üst kimliğe dikkat çekildiğine dair bir mesaj olarak okuduğumuzda, "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir okuma yönteminden de kurtularak ,Kur'anın genel anlam örgüsüne uygun bir okuma gerçekleştirilmiş olacaktır..

Gelmiş ve gelecek bütün insanlarla en geniş anlamdaki ortak olan paydamızın , aynı rahimden türemiş olduğumuza dikkat çekilerek , insanlar arasındaki ortak paydanın onların birbirleri ile düşman olmalarını gerektirecek değil , düşmanlığa dayanmayan daha yakın ilişkiler kurmaya gerektirecek bir yakınlıkları olduğu vurgusu yapılmaktadır.

Eğer birisi kalkıp "Hem insanlığın Adem ile eşinden türediği görüşlerine katılmadığınızı , hem de insanlığın Adem ile eşinden türediği gibi bir düşünce üzerinden yola çıkarak ilgili ayetleri yorumlamaya çalışıyorsunuz" diyecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz ;

Biz ilgili ayetleri , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermesi açısından değil , insanlığın en geniş anlamda nasıl bir ortak paydaya sahip olduğu yönünden okumaya çalıştığımız için böyle bir yorumda bulunuyoruz. İnsanlığın nasıl çoğaldığı hakkında bilgi verilmemiş olması , bizi bu konuda bilgi arayışlarına giderek , zorlama tevillerle bir takım çıkarımlarda bulunmamız yerine daha gerçekçi mesajlar çıkarmaya çalışmaya sevk etmelidir.

Ademin iki oğlunun kıssası, insanlık tarihinin belki ilk düşmanlık örneği olup , insanlar arasında süren bu düşmanlık kıyamete değin sürecektir. Allah (c.c) insanlar arasında düşmanlığın yerine daha güzel ilişkilerin almasına yönelik bir mesaj olarak , Kur'anda bütün insanların aynı anne babadan türediği dolayısı ile , insanların tamamının birbirleri ile düşmanlığa dayanmayan ilişkiler kurması gereğine vurgu yapmış olduğunu söyleyebiliriz.

Nisa s. 1. ayetinde " Ey insanlar" şeklindeki hitabın en geniş çerçeveye hitap ettiği dikkate alındığında , rahim yakınlığını gözetmeye dair yapılan hatırlatma , bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken bir yakınlık , dolayısı ile bütün insanların böyle bir yakınlığı olması , onların birbirleri ile olan yakınlık derecesini hatırlatarak , birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetilmesi gereken nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Asıl nokta ise , sakınılması gereken yegane varlık olan Allah (c.c) nin insanları yaratmış olmasının onun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunun vurgusunun yapılması olduğu hatırlanmalıdır.

Hucurat s. 13. ayetinde, Nisa s. 1. ayetinde yapılan "Ey insanlar" hitabı yine karşımıza çıkmaktadır. Bir kadın ve bir erkekten türeyerek , çeşitli ırk , renk , kavimlere ayrılan insanların bu ayrılıklarının düşmanlık vesilesi değil , birbirleri ile tanışma ve kaynaşma vesilesi olması gerektiği , üstün olmanın kriterinin renk , ırk , kavimde değil , kendisine karşı olan takvalı davranışlarda olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini en alt kimlik üzerinden değil , en üst kimlik üzerinden değerlendirdiklerinde, birbirleri ile aralarında daha ortak değerler bularak , birbirlerine olan yakınlıkları artacak ve düşmanlık yaratabilecek bir takım unsurlar geri planda kalacaktır. Kur'an bu tür ayetlerle , insanlar arasındaki bağı en üst kimlik üzerinden hatırlatarak , onların birbirleri ile olan ilişkilerinde insan olmak ortak paydasını dikkate almalarını amaçlamaktadır. 

Sonuç olarak ; Bir çok insan tarafından merak edilen bir konu olan , insanlığın nasıl çoğaldığı konusuna Kur'andan aramaya çalıştığımız cevaplar , beraberinde bazı soruları ve itirazları getirmektedir. İnsanlığın Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde türemiş olduğu yönünde bazı görüşlerin alay etmeye kadar varan bazı itirazlara sebep olması , bazı kimseleri , Kur'an içinden farklı görüşler aramaya yöneltmektedir. 

Ancak ne var ki bu farklı görüşler , yine diğer Kur'an ayetleri ile çelişki arz eden bir duruma düşmektedir. Bizler kimseye karşı şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen şeyleri düzeltmek için bir çaba içinde olmak zorunda değiliz. "Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesini nasıl izah edebiliriz" ezikliği içinde yapılan ilgili ayetleri anlama ve yorumlama çabaları , gerçeği aramanın değil , bazılarına şirin görünme çabalarının bir ürünüdür. 

Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığı hakkında kesin bir bilgi vermemektedir. Verdiği düşünülen bilgiler biyoloji ilmine ait veriler olarak değil , insanları yaratan Allah (c.c) nin gücü , kudreti , azameti ve yüceliğinin bilinmesine dair anlatımlar olarak okunduğunda , insan neslinin üremesi ile ilgili üretilen bilgiler arasında çelişkiler ortadan kalkarak , ortak bir bilgiye ulaşmak mümkün olacaktır.

Bizler Kur'anın insan neslinin çoğalması konusunda bilgi verip vermediğini araştırmak yerine , ilgili ayetlerin Kur'anın genel anlam örgüsü dahilinde nasıl bir mesajı olabileceği yönünde okumalar gerçekleştirerek , bazılarını ikna çabasından kurtulmak zorundayız. 

İnsan neslinin çoğalması ile ilgili olarak bilgi verdiğini düşündüğümüz ayetleri , böyle bir bilgi yerine , bütün insanların en üst ortak kimliğinin hatırlatılması üzerinden verilen bir mesaj olarak okuyarak , bütün insanların önce rahim yakınlığı bakımından birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleme gereğine vurgu yaptığını özellikle Nisa s. 1. ayetinde görebiliriz. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Mart 2016 Çarşamba

YUNUS s. 15-17. Ayetleri: Başka Bir Kur'an Veya Değiştirilmiş Bir Kur'an İstemenin Bugünkü Tezahürleri

Kur'an Muhammed (a.s) vasıtası ile, Mekke de yaşayan Araplara inmeye başlayan bir kitaptır. Bu kitabın iniş sürecinde Mekkeli müşrikler , bu kitap ile yerleştirilmek istenilen dinin, önceki ataları tarafından kurulmuş olan dinlerini alt üst edeceğini bildikleri için bu kitap ve elçiye karşı amansız bir savaş açmışlardır. Mekkeli müşrikler tarafından Elçi ve Kur'ana karşı açılan bu savaşı bir çok Kur'an ayetinden okumak mümkündür.

Mekke müşrikleri , Kur'anın nazil olmaya başlaması öncesi yaşadıkları topraklar üzerinde ataları tarafından belirlenmiş ve temeli şirk sistemine dayanan bir düzen ile yönetimlerini sağlamakta idiler. Kur'an onların şirk'e dayalı olan bu sistemlerini kökten ret ederek , yerine Tevhidi sisteme dayalı bir hayat tarzı önerisi ile inmeye başlamıştır. Kur'anın bu önerileri, yaşam tarzlarını şirk üzerine temellendirmiş olan Arap toplumunun önde gelenleri tarafından ret edilerek, Elçi ve Kur'an üzerinde bir takım planlar ile, bu kitabın insanlar arasında kabul görmemesi için ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.

Yunus s. 15. ayetinde Arap müşrikleri tarafından, Muhammed (a.s) dan ilginç bir istekte bulunulduğunu görmekteyiz. Yazımızda, bu ilginç isteğin altında yatan düşünceyi okumaya çalışarak , bu isteğin günümüzde nasıl tezahür ettiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[010.015] Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmiyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum; ben, rabbıma isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım.
[010.016] De ki: «Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?»
[010.017]  Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz

Yukarıda mealleri verilen ayetlerde , müşrikler tarafından diğer ayetlerde Kur'ana getirdikleri itirazlardan daha farklı bir itiraz görülmektedir. Diğer ayetlerde Elçinin kendisine , şair , mecnun , yalancı , ona gelen vahye beşer sözü , şiir gibi sözler söylenmesine karşın , Yunus s. 15. ayetinde, bu itirazlardan daha farklı bir itiraz getirilerek , bu kitabın yerine başka bir kitap veya bu kitabı değiştirmesi istenilmektedir.

Müşriklerin bu isteklerine karşı ise , Muhammed (a.s) tarafından, böyle bir isteğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı , bu vahyin kendisine Allah (c.c) tarafından indirildiği ve bunu değiştirmek gibi bir yetkisinin olmadığı bildirilerek , müşriklerin istekleri ret edilmektedir. 

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta , müşriklerin neden böyle bir istekte bulunduğunun üzerinde düşünülmesi gereğidir.

Kur'anın inmeye başlaması ile birlikte ihtiva ettiği ayetlerde , Mekke toplumunun şirk unsuru taşıyan inanç ve amellerine karşı büyük bir savaş açılarak , bu inanç ve amelleri kökten ret edilmiş , ve yerine doğru olanı ikame etmeye çalışılmıştır. Yanlış olanın yerine doğru olan konulmaya çalışılırken nasıl bir yol uygulanması gerektiği, yine elçinin kendisine bu kitabın içindeki ayetlerde beyan edilerek , o yolu takip etmesi emredilmiştir.

[068.008-15]  O halde, yalanlayıcılara itaat etme.Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü Kaba, sonra da soysuz, alçak.Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.

Kalem suresi ve benzeri surelerdeki ayetler ile , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, "Müdahene" yani karşılık tavizkar bir tutum içine asla girmemesi öğütlenerek , kendisine indirilen vahyi aynen indirildiği gibi tebliğ etmesi emredilmektedir.

Muhammed (a.s) a inmeye başlayan vahiy , Mekkeli ileri gelenlerin kurulu düzenlerine karşı amansız bir savaş açarak , bu düzenlerinin adının "Şirk" olduğunu ve bu düzenin devam etmesi için yapılan çalışmaların sonucunun dünya ve ahirette acı bir azap ile karşılık bulacağı bir çok ayette haber verilmektedir.

Şirke dayalı bir yaşam sistemini Kur'ana rağmen devam ettirmek isteyen Mekkelilerin , bu sistemlerine savaş açan Kur'anın yerine , kendi yaşam sistemlerine karşı herhangi bir reddiye getirmeyen , o sistemi kabul eden , ve kendilerinin yaşam düzenini kökten değişime uğratmayacak bir kitap arzusu içinde olduklarını ,Yunus s. 15. ayette haber verilen isteklerinden öğrenmekteyiz.

Bu insanlar kendileri için öyle din istemekteydiler ki, bu din onların yaşam konforlarına en ufak bir müdahalede bulunmasın, onları rahatsız etmesin , onların yaşam sistemlerini onaylasın. Ancak Kur'an onların bu isteklerinin yerine getirilmesinin asla mümkün olmadığını , eğer iman etmek istiyorlar ise, kurallarını kendilerinin belirlediği  bir dine değil , kurallarını Allah (c.c) nin belirlediği bir dine inanmaları gerektiği beyan edilmektedir.

Dün Mekkeliler tarafından arzu edilen kendilerine uygun bir din isteğinin bir benzeri , bugün bir kısım Müslüman tarafından arzu edilmekte , ve dinin kuralları ile yaşadıkları hayat çakıştığı için, yaşadıkları hayatı dine uydurmak yerine , dinlerini yaşadıkları hayata uydurmak gibi bir düşünce içinde, dinin bazı kurallarında bir takım iyileştirmelere !! gidilerek, yaşantılarına uyan , bu yaşantılarını değiştirmesini arzu etmeyen bir din istenilmektedir.

Örneğin ; Evinin dışına çıkan bir kadının, evin içindeki kıyafetine ilave olarak üzerine, Kur'anın "Cilbab" olarak belirttiği, başın örtülmesini de sağlayan bir dış giysi almaları emredilmektedir. Fakat bu örtünme emri , bu emir ile muhatap olan bir kısım kimse tarafından yerine getirilmemektedir. Yerine getirilmeme gerekçesi olarak , böyle bir emrin Kur'anda olmadığı , dışarı çıkan bir bayanın başını örtmesi gibi bir emir olmadığı , dolayısı ile baş örtüsü olmadan dışarı çıkılabileceği gibi yorumlar , Kur'anın Nur ve Ahzab surelerinde yer alan örtünme emri gündeme geldiğinde dile getirilmektedir. 

Biz konuya baş örtüsü ile ilgili ayetlerini tahlil edilmesi açısından değil , bir kısım insanı böyle bir çıkış aramaya iten sebepleri irdelemek açısından bakmaya çalışacağız. 

Aynı şekilde ekonomik hayat içinde geçerli olan faizli sistem, kurulu olan ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrılmazlık yine bir kısım insanı bu konuda bir çıkış aramaya sevk ederek , Kur'anın faiz yasağı hakkındaki ayetlerinin artık bu zamanda uygulama alanı bulunmadığı , dolayısı ile faizin tanımının yeniden yapılarak , bu sistemin ekonomik hayat içinde devam etmesi gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir.

Kur'anın hırsızlık için önerdiği el kesme cezasının vahşi ! bir ceza olduğu , o gün için uygulanan bir ceza olduğu , bu cezanın yerine başka alternatif cezalar konulabileceği iddialarının dile getirilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. 

Genel olarak baktığımızda, Kur'anın bazı hukuksal ayetlerinin sadece indiği zaman ve mekana has olduğu , bugün için bu ayetler yerine o ayetlerdeki maksat dikkate alınarak , maksada uygun yeni hükümler üretilebileceği gibi düşünceler , "Tarihselcilik" adı altında üretilmeye çalışılmaktadır. 

Bu gibi iddia ve düşünceleri ibadetler alanında da görmekteyiz. Hac ibadetinin daha geniş bir zamana yayılması gerektiği düşüncesi , bugün bu ibadeti yerine getirmek isteyenlerin çok olması ve bu ibadet sırasında meydana gelen izdiham nedeniyle, bir çok insanın ölmesi gerekçe gösterilerek , Hac ibadeti için bilinen ve uygulanan zamanın, daha geniş bir zaman aralığına yayılabileceği iddiaları dile getirilmektedir. 

Bu gibi düşünceleri genişletmek mümkündür. Yazının konusu, bu gibi düşünceleri teker teker ele alarak üzerinde tartışmak değil , örnekler vererek bu düşüncelere yönelinmesine sebep olan saikleri tartışmaktır.

Örneklerini verdiğimiz ve bu örneklere benzer düşüncelerin altında yatan ana sebeplerden birisi , yaşamdan taviz vermeden , dini kurallardan taviz koparmak ve koparılan bu tavizlerin doğrultusunda, dini bir hayat yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz. 

Dün Mekkelilerde ortaya çıkan "Başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an" arzusu , dini hükümlerde bir takım yumuşatmalara gidilerek , yaşanan zaman ile uyum sağlayabilen bir din ve dini bir yaşam arzusunun bir tezahürü olarak, bugün bazı Müslümanlarda kendisini göstermektedir.

Bugün bir kısım Müslüman yaşadığı hayattan taviz vermek istemeden , inandığını iddia ettiği din den taviz kopararak, Müslüman kalmanın yollarını aramakta , kendisine aradığı bu yolu gösteren bazı kimselere, kurtarıcı bir mehdi gibi sarılarak , dinlerini o kimselerden öğrenme yoluna gitmektedirler.  

"Başka bir Kur'an" yazma arzusu , klasik İslam düşüncesinde yerleşik olan bazı konularda da kendisini göstermiştir. Rivayetler tarafından belirlenmiş olan ve adına "Din" denilen bazı bilgilerin, Kur'an ile çelişki arz ettiği malumdur. Rivayetler ile Kur'an arasındaki bu çelişki , rivayetlerin yanlış olduğu yönünde bir görüşe terk etmek yerine , Kur'an ayetlerinin rivayetleri onaylayan bir biçime sokulması ve yorumlanması sonucunda, rivayetler ile çelişki arz etmeyen bir duruma sokulmasını beraberinde getirmiştir.

Kur'anın , kendisi ile çelişen rivayetleri onaylayıcı bir duruma sokulması , "Başka bir Kur'an" yazılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. 

"Başka bir Kur'an" veya "Değiştirilmiş bir Kur'an" isteğinin güncel versiyonu , Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia eden bir kısım kimsede de görülmektedir şöyle ki; 

Sahip oldukları ön yargılar doğrultusunda Kur'anı okuyan, ve bu ön yargılar ışığında anlam ve yorum çalışmasına girenlerin bir kısmının , bu çalışmalar neticesinde vardıkları nokta parmak ısırtacak cinstendir. Kur'anda namaz , hac , oruç diye bir ibadetin olmadığı , Kabenin put , namaz kılmanın şirk olduğu v.s gibi düşünceler , elinde Kur'an ile gezenlerin vardığı trajikomik sonuçlardan bazılarıdır. 

Kur'an okuyarak bu gibi düşüncelere sahip olmanın adı , yeni bir Kur'an yazmak veya değiştirilmiş bir Kur'an arzusunun güncel versiyonundan başka bir şey değildir.

Şurası bilinmelidir ki ; "Ben Müslümanlardanım" diyerek Rabbi ile ahit imzalayan bir kimse , bu ahdin sorumluluklarını yüklenmeye ve yerine getirmeye söz vermiş demektir. İmzaladığı bu ahit içinde, tabi olduğu yaşam kuralları, ve kendisine din olarak sunulan bazı bilgiler ,eğer gayri İslami bir durum arz ediyorsa , kişi bu yanlışlıkları atarak yaşamını ve düşüncesini Kur'ana uygun hale getirmek zorundadır. 

Elinde olmayan sebeplerle bu yanlışlıkların atılamaması , bu yanlışlıkların hayat içinde gerekli olan kurallar olduğu yönünde, kişileri bir düşünce içine itecek olursa , bu sefer bu yanlışlıklara İslami bir kılıf bulma düşünceleri ve çalışmaları gündeme gelecektir.

İşte bu tür düşünce ve çalışmalar , Yunus s. 15. ayetinde karşımıza çıkan "Yeni bir Kur'an" arayışlarını beraberinde getirecektir. 

Karşımıza çıkan böyle bir duruma , ve bu tür çalışmalara karşı konumuz olan ilgili ayetler yeterli cevabı vermekte ve bizlerin böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir.

 "Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum"

Muhammed (a.s) a verilmeyen değiştirme veya başka Kur'an getirme yetkisi bizlere nasıl verilebilir ?.

Kimseye böyle bir yetki verilmediğine , ve böyle bir yetkinin verilmesi mümkün olmadığına göre , elimizdeki Kur'an içindeki bazı emir ve yasakların , yaşadığımız zaman ve mekan şartları ile uyum sağlamadığı gerekçesi ile yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi , veya rivayetler ile belirlenmiş bilgilerin, Kur'ana uygun hale getirilme çabaları, bu yola gidenlerin yeni Kur'anlar ihdas ederek , ilahlık iddia etmiş olması anlamına gelecektir.

Kur'an eğer , yaşanan hayatlara müdahale etmek gibi bir işleve sahip olmasaydı , Mekke şehrinde yaşayan insanlara inmez , veya bu insanları kitaba uyup uymamak noktasında serbest bırakarak , Kendisini sırf yeşillik olsun diye indirilmiş bir kitap olarak tanıtırdı. 

Kur'an , "Şirk" olarak nitelendirdiği sistemlerin kökten değişmesini isteyerek , yerine Tevhide dayalı bir sistem ikame edilmesini istemektedir. Böyle bir sistemin mümkün olmadığını savunmak , şirke dayalı sistemlerin Müslümanlar tarafından içselleştirildiği anlamına gelecektir. 

Mekkeli Müslümanların, müşriklerin ağır baskıları ve işkenceleri altında , yılmadan korkmadan imanlarını haykırmaları , hicret edilmesi gerektiğinde, kıymetli eşya ve kişi adına neyi varsa terk ederek , sadece sırtındakiler ile Medineye hicret etmesi, bize onların haşa aptallar güruhu olduğunu mu , yoksa imanlarını canları ve mallarından üstün tuttuklarını mı göstermektedir ?. 

Hem bu örnekleri okuyarak gözlerimizi yaşartacağız , hem de yaşanmış bu örnekliklerin bizim şahsımızda tekrar edilme sırası bize geldiğinde , kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kırk takla atacağız , bu tür taklalar iman ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır. 

Sonuç olarak ; Dün Mekkeliler tarafından yerleşik sistemlerini yerle bir edeceği korkusu ile , Muhammed (a.s) dan başka bir Kur'an veya , gelen ayetlerde kendileri lehine değişiklik yapılması istenilmesinin bir benzeri düşünce ve istek , bugün bir kısım Müslüman nezdinde yeniden yeşererek , "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" deyimi gereğince , inançlarına uymayı değil , inaçlarını zaman ve zemin şartlarına uydurmaya çalışmaktadırlar.

Fakat Kur'an böyle bir müdaheneyi asla kabul etmez. Bu kitabın doğrularına uyup uymamak noktasında insanları , zaman ve zemin şartlarına göre muhayyer bırakmayan Kur'anın , hayat içinde uygulanamaz bir kitap olduğu yönündeki düşünce ve iddialar , yerleşik düzeninden vaz geçemeyen insanlar için ortaya konulmuş bir bahanedir.

Yeni bir Kur'an yazma çalışmaları , düşünce ve inancın Kur'an dışı rivayetler ile belirlenmiş olmasında da kendisini göstermektedir. Kur'an ile çelişen rivayetlerin atılması yerine , Kur'an ayetleri rivayetler doğrultusunda yorumlanarak "Değiştirilmiş bir Kur'an" meydana getirilmiştir. 

Müslüman için olması gereken başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an aramak yerine , Muhammed (a.s) inen kitaba teslim olmak , yaşamını ve inanç yapısını bu kitabın şekillendirmesine izin vermektir.

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


28 Mart 2016 Pazartesi

Kur'ana Giydirilmek İstenilen Tarihsellik Gömleği Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) yaratmış olduğu insanların hayatına direk müdahale ederek , onların dünya hayatlarında ferdi ve toplumsal olarak , nasıl yaşaması gerektiğine dair olan kurallar bütününü tarih boyunca göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla onlara bildirmiştir. Muhammed (a.s) ve ona indirilen Kur'an , bu zincirin son halkası olup, artık elçi ve kitap indirilmesi onunla son bulmuştur. 

Kur'anın indiği zaman ve zemine baktığımızda, yaklaşık 1500 yıl önce Arap kavmine mensup olan insanların yaşadıkları topraklarda , o insanların kültür , örf , bilgi birikimleri , doğruları , yanlışları, kısacası o topraklarda yaşayan insanların günlük hayatlarını göz ardı etmeyen , ve o hayatlara müdahale eden bir kitap olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bu kitabın ayetlerini kategorize edecek olursak; 1- o gün yaşayan insanların ihtiyaçlarına ve sorunlarına çözümler üreten ayetler , 2- kıyamete kadar gelecek insanların uyması gereken kuralları ihtiva eden ayetler olarak, 2 ana bölümde ele almak mümkündür. Bu ayetleri "Tarihsel" ve "Evrensel" olarak adlandırmakta mümkündür.  "Tarihsel" olarak adlandırdığımız ayetlerin genel çerçevesini, toplumsal yaşantı ile ilgili kurallar, "Evrensel" olarak adlandırdığımız ayetlerin genel çerçevesini, ferdi ahlaki kurallar olarak gruplandırabiliriz.

Bu güne geldiğimizde , 1500 sene inmiş bir kitabın o zaman yaşayan insanın ihtiyaçlarına göre nazil olmuş ve tarihsel olarak kategorize edilen ayetlerinin ,bugün yaşayan ve kıyamete dek gelecek insanların ferdi ve toplumsal hayatlarında nasıl uygulama alanına sokulabileceği tartışmaları gündeme gelmektedir. 

Yapılan bu tartışmalarda ortaya atılan görüşlerden bir tanesi , Kur'anın sosyal hayata ilişkin vaz etmiş olduğu kuralların, o zaman ve o mekan içinde yaşayan insanların şartlarına göre indirilmiş olduğu , dolayısı ile bugün yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılama noktasında geri kaldığı , bu gün artık Kur'anın sosyal hayata dair hükümlerin uygulanmasının mümkün olmadığı , uygulama alanı olarak ahlaki alana kapsayan ayetlerin kaldığı tezi ortaya atılmaktadır. Bu türden tezlerin günümüzdeki ideolojik ismi "TARİHSELCİLİK" olarak bilinmektedir. 

Bu düşünce çerçevesinde yapılan Kur'an yorumları ne kadar sağlıklıdır ? , Kur'an artık toplumsal hayatı yönlendirmede eksik kalmış ve işlevini yitirmiş bir kitapmıdır ? , 

Öncelikle , "Tarihsellik" ile "TarihselCİlik" terimlerinin birbirinden ayırarak , "Kur'anın tarihsel okuması" ile "Kur'anın tarihselCİ yorumu" nun birbiri ile aynı olmadığını düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz. Bu türden bir ayrımın yapılmış olması , bu konuda yapılan tartışmalarda bazı taşların yerine oturmasını sağlayacaktır. 

Örneğin ; Prof. Dr. Mustafa Öztürk hoca ve benzer düşünce içinde olanların, Kur'anın anlaşılmasında tarihsel arka planın şart olduğunu düşünmesi ile , Prof. Dr. İlhami Güler hoca ve benzer düşüncede olanların , Kur'anın belirli bir zamana has indirilmiş bir kitap olduğu yönündeki tarihselcilik düşüncelerini aynı kefede değerlendirmek haksızlık olacaktır. (Verilen isimler kişileri övmek veya yermek amaçlı değildir , bu konuda bilinen isimler olması nedeniyle kişilerin isimleri kullanılmıştır)

"Kur'anın tarihsel okuması" denildiği zaman , bu kitabın anlaşılmasında önemli bir rolü olduğunu düşündüğümüz , indiği zaman ve mekan içinde yaşayan insanların düşünce ve inanç arka planları , örf ve adetleri v.s gibi bilgilerin kast edildiği, ve bu bilgiler göz önüne alınmadan Kur'anın doğru anlaşılamayacağıdır.

"Kur'anın tarihselCİ yorumu" denildiği zaman ise , Kur'anın ihtiva ettiği bazı toplumsal hükümlerin sadece o zaman has olduğu , bu hükümlerin artık bugün içinde uygulama alanı kalmadığı düşüncesi olduğudur . Bu düşünceye katılmadığımızı söyleyerek , katılmama gerekçelerimiz, bu yazının konusu olacaktır.

Kur'anı yorumlamada yapıldığını düşündüğümüz yanlışlardan bir tanesi, bu kitabı yorumlamada esas alınan düşüncelerin dışarıdan ithal edilmiş olmasıdır. Yazımızın konusu olan "Tarihselci" yorumlamanın dini metinlere uyarlanmış biçimine sebep olan etken , Hristiyanlık düşüncesinin toplumsal hayat içinde uygulamasının, bu uygulama alanına giren insanlar arasında artık hayatı yaşanmaz bir hale getirmiş olmasıdır. 

İsa (a.s) ın ilahlığı üzerine kurulmuş olan Hristiyan düşüncesinde, din adamları halk üzerinde belirleyici bir role bürünerek, din adına onlar üzerinde baskı sahibi ve otorite haline gelmişlerdi . İnsanlar arasındaki bu  rahatsızlık, İncil'in yaşanan hayat içinde belirleyici bir konuma sahip olmaktan çıkarılması düşüncesini doğurmuştur.

Tarihselcilik düşüncesinin dini metinler üzerinde uygulanması neticesinde İncil, artık hayat içinde işlevi kalmamış bir kitap haline gelerek,  hayatı yönlendirmesi gereken kuralların, bu kitap adına konuştuğunu iddia eden Hristiyan din adamlarının ağzından çıkan kelimelere bağlı olmaması gerektiği Hristiyan dünyasında kabul görmüştür.

Tarihselcilik düşüncesinin dini metinler üzerinde böyle bir arka planı olup , aynı düşünce Kur'an için uygulama alanına konulmak istenilmektedir. Üzerinde düşünülmesi gereken mesele , İncil için hak ettiği düşünülen hayat içinden çıkarılma gerekçesini , acaba Kur'an aynı gerekçelerle hak etmekte midir ?.

Kur'an için uygulama alanına sokulmak istenilen bu düşüncenin temelinde batı oryantalizminin etkilerini görmek mümkündür. Kur'an hakkında yazı yazan ve araştırmalar yapan batılı yazarlar , İslam dünyasında etkisi olan bu düşüncenin ilk temelini atmışlardır.

Hayata batı normları ile bakan bazı İslam düşünürlerinin bu düşünceyi esas almaktaki sebeplerinin , Kur'an ile batılı hayat tarzı arasındaki derin uçurumları görerek bu uçurumu kapatmanın yolunun , batılıların İslamı hayat tarzı olarak seçmesi düşüncesini tercih etmek yerine , Müslümanların batılı hayat tarzını seçmeleri gerektiğine kani olmaları ve neticede tarihselcilik düşüncesini savunmaya başlamış olduklarını söyleyebiliriz.

Tarihselci düşüncenin yapmış olduğu önemli bir hata, Kur'an ayetlerini "İbadet" ve "Muamelat" şeklinde daha önce İslam fıkıhçıları tarafından yapılmış olan tasnifi dikkate almış olmalarıdır. İslam fıkıhçıları böyle bir tasnif yapmakla "Muamelat" alanına giren konuların zaman ve zemine göre değişkenlik arz ettiğinden yola çıkarak, bu tasnife giren konuların içtihat ile yaşanan zamana göre yeniden düzenlenmesi amacına dayanmaktadır.

Tarihselci düşünce ise , "Muamelat" alanına giren ayetlerin, artık uygulama alanına sahip olmadığını iddia ederek, bu konuda yeni düzenlemeler getirilmesini savunmaktadır.

Tarihselci söyleme sahip olan bazı kimseler bu tasnifi dikkate alarak , "Din" ve "Şeriat" kavramlarını kullanarak "Sabit din dinamik şeriat" şeklinde bir söylem üretmektedirler.
"Din" kavramı ile , onun vaz ettiği ilkelerin maksadının öne çıkarılması , "Şeriat" kavramı ile bu maksada uygun olarak insanlar tarafından vaz edilecek ilkeler bütünü olduğu dile getirilmektedir. 

Dinin maksadı gözetilerek , şeriat üretilmesinin insana bırakılması gerektiği üzerine kurulan bu düşüncenin, Müslüman tipi laikliğin temellerinin atılma çalışmaları olduğunu söylemek istiyoruz. "Dinin maksadı bu dur" şeklindeki bir söylem, kişisel yorumlar neticesinde varılan bir sonuç olup , ucu açık , sınırı olmayan ve istismar edilmeye müsait bir söylemdir. 

Dinin maksadı gözetilerek şeriat üretilmesi düşüncesi sadece hukuk alanında değil , ibadet alanında kendisini gösterebilir. Namaz , oruç , hac gibi ibadetlerin maksadı üzerinden gidilerek, bu ibadetler üzerinde vahiy tarafından izin verilmeyen yeni düzenlemelere gidilebilir düşüncesi , tarihselci düşüncenin geldiği noktalardan bir tanesidir. 

Bu konuda tarihselci düşüncenin Türkiye deki temsilcilerinden olan Prof. Dr.İlhami Güler hocadan yapacağımız bir alıntı, demek istediklerimizin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor?"

"“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin  “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir." 

"Dinamik şeriat" ilkesine delil olarak , Ömer (r.a) ın hilafetinde yapmış olduğu ve bazı Kur'an ayetlerinin geçici olarak rafa kaldırılması demek olan bazı icraatları gösterilmektedir.

Bu konuda gözden kaçırılan nokta şu dur ki ; Ömer (r.a) ın yapmış olduğu bu uygulamanın delilini Kur'anın zaruret halinde bazı haramların geçici olarak helal olabileceğine dair vermiş olduğu ruhsata dayanarak aldığını söyleyebiliriz. Ömer (r.a) ın yapmış olduğu bazı hükümlerin rafa kaldırılması şeklindeki icraat, o hükümlerin artık uygulanamaz olduğundan yola çıkılarak yapılmış bir icraat değildir.

Bu noktada "Dinin sabiteleri ve değişkenleri" deyimi üzerinde durmak gerekmektedir. 

Kur'an bilindiği üzere kıyamete kadar gelecek bütün insanların yaşamlarının her anında karşılarına çıkacak olan sorunlar ve ihtiyaçlar noktasında hükümler vaz eden bir kitap değildir. "Enam s. 38. ayetinden yola çıkılarak dile getirilen eksik bırakılmayan kitap Kur'an değil , Allah (c.c) nin "Kitap" olarak teşbih ettiği, yarattıkları üzerinde koyduğu kurallar bütünüdür, yani bu kurallarda hiç bir eksik bulunmamaktadır. 

Kur'anın eksik olması , insanların yaşadıkları hayat içinde karşılarına çıkan bütün sorunlara direk olarak Kur'an içinden net bir hüküm olmaması anlamındadır. Böyle bir şey zaten mümkünde değildir. 1500 sene öncesi inmiş bir kitabın , o zamanda yaşayan insanların hiç bir şekilde haberi olmadığı konular hakkında, yüzlerce binlerce sene sonrası gelecek nesillerin karşılarına çıkacak sorunlar ile ilgili olarak hüküm vaz etmesi zaten düşünülemez.

Allah (c.c) elbette kıyamete kadar gelecek insanların yaşantıları ve onların ihtiyaç duyacakları şeyler hakkında bilgi sahibidir , ancak onun böyle bir bilgi sahibi olması, bütün insanların ihtiyaç duyacakları hükümleri 1500 sene öncesinden vaz etmesi gerektiği anlamına gelmez.

Kur'an bu noktada zaman , mekan , insan , yaşantı şartları , değişkenlik gibi unsurları dikkate alıp, evrensellik arz eden bir takım hükümler çerçevesi çizerek , yaşayan insanların ihtiyacı olan konularda gereken, ve Kur'an içinde net olarak hüküm verilmemiş konularda insanları yetkili kılmıştır. Kur'anın insanlara vermiş olduğu bu yetkinin, insanların hevalarına göre hüküm vermesine izin verildiği anlamına gelmemelidir. Kur'an içinde hüküm bulunmayan konularda yapılacak içtihatların , vahiy ile çelişki yaratmayacak , ona aykırı olmayacak biçimde yapılması gerekmektedir. 

Kur'an ihtiva ettiği ferdi ahlaki hükümler ile , toplum yaşantısının temelini oluşturmuş , ve bu ahlaki temeller üzerine oturmuş olan toplumun yaşantısı içinde tabi olacakları sosyal ve hukuksal düzenlemeleri getirmiştir.  Kur'anın içindeki ayetlerde olmayan bazı sosyal ve hukuksal hükümler , bu kitabın içindeki ayetler dikkate alınarak zaman ve zemin şartlarına göre adına "İçtihat" dediğimiz çalışma ile, yeniden zamana uygun hale getirilebilir. 

Örneğin ; Kur'anın hırsızlık için ön gördüğü el kesme cezası , o zamanın ve mekanın şartlarında, bu suçu işleyenin hapsedilmesini sağlayacak bir yapı imkanından mahrum olunduğu için, böyle bir cezanın uygulanmasının emredildiği bu gün el kesmek yerine hapis cezasının uygulanabilir olması iddiası , "Tarihselcilik" düşüncesinin bir iddiasıdır. 

Kur'anın hırsızlık suçuna ön gördüğü el kesme cezasının , hangi tür hırsızlığa uygulanacağı hukukçular tarafından tesbit edilerek , bu cezanın uygulanmasının gerekmediği hırsızlık suçlarına, hukukçular tarafından farklı ceza tesbiti yapılabilir. El kesme cezası baki kalmak sureti ile , bu cezanın hangi tür hırsızlıklar için uygulanması gerektiği yine hukukçular tarafından belirlenecektir. 

Hırsızlık örneğinden yola çıkarak , hukuki düzenlemeler ile ilgili bize gerekli olan hüküm eğer Kur'anda yok ise , Kur'an içinde olan ilgili hüküm dikkate alınarak yeni bir içtihadi hüküm getirilebilir. 

"Dinin değişkenleri" deyimini , hakkında kesin bir hüküm olmayan , hakkında içtihat gereken konular için , "Dinin sabiteleri" deyimini ise hakkında kesin hüküm bulunan ve içtihat gerekmeyen konular için kullanmanın daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.

"Dinin sabitelerini" sadece ahlaki kurallar olarak belirleyerek , "Dinin değişkenlerini" ise hakkında hüküm bulunan sosyal ve ekonomik kurallar olarak gördüğümüzde hakkında nas bulunan bir hükmün başka bir hüküm ile değiştirilebileceği iddiası ortaya sürülmüş olacaktır.

Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan insanların o zamanki şartlarına göre indirilmiş olduğu , dolayısı ile bizlere dair herhangi bir sözünün olmadığı iddiasına dayanan tarihselcilik düşüncesinin, insanın kitap sorumluluğundan kendisini kurtarmak istemesinin bir sonuç düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz.

Veya yaşadığımız dünyanın sosyal ve ekonomik şartlarına kendisini entegre etmiş olanların , Kur'ani bir sistemin hayata geçmesi ile hayatlarının alt üst olacağı korkusu , tarihselcilik düşüncesine sarılmaları için bir sebep arz etmektedir.

Bu düşünceler Allah (c.c) ye karşı sorumlu olan ve bu sorumluluğunu kitap ve elçiler ile öğrenen insanın , kitaba olan bağımlılıktan kendisini kurtarmak istemesi anlamına gelmektedir. Kur'ana olan bağımlılıktan kurtulan insan, bu eksikliği başka kitaplara bağımlı kalarak gidermek zorunda kalacaktır. Kitapsız bir hayatın mümkün olmadığından yola çıkarak , "Tarihselcilik" düşüncesinin, Kur'ana alternatif olarak üretilen kitapların bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an içindeki bazı hükümlerin belirli zaman ve mekana has olduğundan yola çıkılarak oluşturulan tarihselcilik düşüncesi , insan için gerekli olan hükümlerin vaz edilmesini insana devrederek , insanı ilahlık konumuna da getirmektedir. Fakat insanın , yaşadığı zaman içinde gerekli olan bir hükmü, vahyin belirleyiciliğinde ortaya koymaya çalıştığı zaman böyle bir konuma gelmesi söz konusu olmayacaktır. Çünkü tabi olunması gereken kuralların kaynağını, Allah (c.c) nin kitabından almakla, kendisini böyle bir konuma getirmekten de kurtarmış sayılacaktır.

Tarihselci söylem , Kur'anın belirli bir zaman ve mekana has hükümler vaz ettiği iddiası ile , Allah (c.c) nin daha sonraki gelecek olan insanları başıboş bıraktığını iddia etmektedir. Allah (c.c) kullarını belirli zaman içinde vahyin belirleyiciliğinde yaşamaya mahkum ederek , diğer zamanlarda acaba "Artık bana ihtiyacınız yok" diyebilir mi ?.


Tarihselci söylem , insanı kendisine gerekli olan hukuki , sosyal ve ekonomik kuralların belirlemesinde Allah (c.c) den bağımsız kılarak bir nevi "Senin Allah'tan neyin eksik" diyerek onu gaza getirmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki Kur'anın asıl amacı toplumun şirk unsuru taşıyan düşünce ve amellerini doğru bir yöne çekmektir. Bu yön toplumun yaşanan gerçekleri ile uyuşmasa bile , herkesi bu doğru olan yöne tabi olmak zorundadır. Tarihselcilik düşüncesi ise , toplumun yaşayan gerçekleri ile vahiy uyuşmadığı zaman vahyi değil ,yaşayan gerçekleri dikkate alarak toplumun vahiyden soyutlanmış bir hayat yaşamasını ön gören bir düşünce modelidir.  

Sonuç olarak ; TarihselCİlik düşüncesi , kadın için biçilen bir gömleğin erkeğe zorla giydirilmesi gibi , batı dünyasındaki dinsel metinlerin hayata yansıtılmasından doğan sıkıntılara alternatif olarak sunulan bir modeldir. Aynı sıkıntılar Kur'an için geçerli olmuş olsaydı , belki bu düşünce modelinin Kur'an için uygulanması akla uygun gelebilirdi. Fakat Kur'an için böyle bir sıkıntı mevcut bulunmamaktadır. 

Müslüman için kendisine gerekli olan düşünce biçimi, batıdan devşirilmiş düşünceler değil , vahyin ona önerdiği biçimde kitap içinde olan düşüncelerin doğrultusunda, yaşadığı zamana ve mekana uygun düşünce ve eylem içinde olmasıdır. Kur'anın bazı toplumsal ayetlerinin bugün için nasıl hayata yansıyabileceği konusu , o ayetler yok sayılarak değil , o ayetler rehber olarak kabul edilerek aşılabilir.

Tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirilen ve Kur'ana uyarlanmak istenilen , düşünce biçiminin sınırı olmayıp , kişisel olarak geliştirilen mantık örgüsü dahilinde ibadetlere dahi sıçrayarak , zamana has ritüeller ihdas edilmesine kadar varabilecek tehlikeli boyutları bulunmaktadır.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.