Atamız İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) ın birlikte çalışarak temellerini yükselttikleri Mekke şehrinde bulunan ve insanlar için yapılan ilk Beyt olan (3.96) Kabe , arap cahiliyesinde şirk unsuru haline getirilmiş , Muhammed (a.s) 23 yıl süren mücadele sonunda orayı olması gereken haline yani Tevhidin sembolu haline getirmiştir.
İlerleyen zaman süreci içinde Kabe ve Hacc olması gereken boyutundan çıkarılmış içi boş ritüellerin tekrarlandığı, tevhidi şuur boyutunun akla dahi getirilmediği bir ibadetgah haline getirilmiştir. Semboller ile Allah (c.c) ye olan kulluğun ifade edildiği yer olan Kabe ve çevresi , araçların amaca dönüşmesi sürecinde oradaki taşların kutsandığı bir mekan haline dönüşmüştür. Kabenin duvarını ve kara taşı öpmek için, ezmek veya ezilmek pahasına gösterilen çabayı gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Bu yazımızda Kur'an da ifade edilen "Makamı İbrahim" den neyin kast edildiği üzerinde durmaya gayret ederek, kast edilen şeyin sadece bir taşı kutsamak olmadığını göstermeye çalışacağız.
" Makamı İbrahim" denilince akla ilk gelen , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken üzerine çıktığı ve üzerinde ayak izinin olduğu , Kabenin karşısında cam bir fanus içinde duran taş olduğudur.
Fakat Kur'an bu terimi kullanırken, Beyt, Salat , Hacc , Tevhid , Şirk, Kıyam gibi anahtar kavramları kullanarak anlatmaktadır. Bu kavramların içlerinin boşaltılması ve aracın amaç haline dönüşmesi sonucu yapılan eylemler , sadece taş kutsayıcılığına dönüşmüş hala bu şekilde devam etmektedir. Yanlışların üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek istemediğimiz için ,olması gerekenin üzerinde durmak istiyoruz.
[003.096] Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke de, o,
kutlu ve bütün insanlar için hidayet olan dir.
[003.097] Orada apaçık nişâneler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya
giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar
üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden
müstağnîdir.
[002.125] Hani Evi (Kâ'beyi) insanlar için yaratılış gayelerini hatırlama ve güvenlik yeri
kıldık. «İbrahim'in makamını salat yeri edinin», İbrahim ve İsmail'e de, «Evi'mi
tavaf edenler, oraya yönelenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin» diye
ahid verdik.
Bakara s. 125. ayet içinde geçen "Mesabeten" kelimesininin meallerde "Sevab kazanma yeri" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Biz bu kelimeyi "yaratılış gayelerini hatırlama yeri" olarak çevirmeyi daha uygun gördük , bu uygun görüşümüzün gerekçesi şu dur ;
"Sevbün" kelimesi sözlükte , " Bir nesnenin önceden, üzere bulunduğu ilk durumuna ya da düşüncede amaçlanmış ve düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi" anlamına gelmektedir. (Elmüfredat)
"Beyt in mesabe kılınması" demek , insanların fıtratlarında olan Allah (c.c) yi Rab ve tek İlah olarak bilmelerinin yer yüzünde hatırlatılma mekanı olması" anlamındadır. İbrahim (a.s) örnek bir Elçi olarak , yaratılış gayesini bilen o yönde hareket eden , yaratılış gayelerinin aksine hareket eden babasına ve kavmine karşı canını ortaya koyarak vermiş olduğu mücadele bizler için kıyamete kadar çıkış noktası olması açısından önemi büyüktür. "Sevab kazanma yeri" olarak çevrilmesini , Kur'anın tevhidi mantığından uzak yapılmış mealler olduğunu hatırlatalım.
Elbeyt yani Kabe de İbrahim'in makamı olduğunun hatırlatılması sadece orada olan bir taşın hatırlatılması mı yoksa, "Makam" kelimesinin hatırlattığı anlamın ,İbrahim (a.s) üzerinden örnekliğinin hatırlatılarak bizlerinde aynı şuur içinde olması mı hatırlatılmak istenmektedir?.
Bunu anlamak için "Makam" ve "Musalli" kelimelerinin anlam içeriğini okumak gerekmektedir.
[005.097] Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma
(kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu,
Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her
şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.
Maide s. 97. ayetinde Kabenin kıyam merkezi kılınmış olması ile , orada İbrahim (a.s) makamı olmasının ne anlama geldiği İbrahim (a.s) ın kıssası hatırlandığı takdirde anlaşılacaktır.
İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı TEK BAŞINA karşı koyarak canı pahasına Tevhidi duruşun örnekliğini veren Elçilerden biri olması hasebiyle , kavminden kurtulduktan sonra Mekke bölgesine gelerek oğlu ile birlikte Beyt in temellerini yükseltmiştir. Hacc, onun bu duruşunun zihinlerde diri tutulmasına matuf bir ibadet olup , her Müslümanın onun bu örnekliğini anarak "HEPİMİZ İBRAHİMİZ" mesajını verdiği bir mekandır.
Bu bağlamda Bakara s. 125. ayet içinde geçen , Salat , Tavaf , Ruku , Secde kelimelerinin anlamları gündeme gelecektir.
"Salat" kelimesi, genel anlamı ile kişinin yönelimini ifade eden bir kelime olup kişi kimi İlah olarak biliyorsa ona yaptığı tazim in adıdır. Kişinin yönelimi İlah olarak Tazim ettiği Allah (c.c) ye ise bunun adı TEVHİD , kişinin yönelimi İlah olarak tazim ettiği başka kişi kurum v.s ler ise bunun adı ŞİRK tir.
"Tavaf" kelimesi, "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamında olup , buradan hareketle koruma amacıyla evinin etrafında dönüp dolaşan kimseye TAİFUN denmiştir.
Müslümanların Kabe etrafında tavaf etmelerinin anlamı bu kelimenin anlam alanı bilindiğinde daha kolay ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar Allah (c.c) nin Beyti nin etrafında dönerek , orayı yani Allah (c.c) Dinini koruyacaklarını deklere etmektedirler. Maaleseftir ki bu dönüş sadece şekilsel ifadesinde kalarak şuru boyutu geride bırakılmış sayıların tamamlanması etrafında içi boş bir dönüş haline gelmiştir.
"Ruku" ve "Secde" kelimeleri , kişinin acziyetini ifade etmesinin bir çeşit ifadesi olup , bu acziyeti hem hayatında Allah (c.c) nin Dinini hayatında pratize ederek i hemde belirli vakitler içinde topluca eda ettikleri Salatlarında ifade ederler.
Yukarda verdiğimiz ayetleri yeniden toparlayacak olursak;
"Beyt" kelimesinin , "İnsanın geceden ve onun tehlikelerinden sığındığı yer" anlamından hareketle, küfür karanlığından sığınılacak yer olarak Allahın Evi olarak ilk olarak Mekke de yapılan evin adı Kabe dir. Oraya sığınanın küfür karanlığından emin olacağını beyan eden Rabbimiz , küfre karşı can siperane bir kıyamda bulunan İbrahim (a.s) a orayı yeniden canlandırması emretmiş , o da oğlu ile orayı yeniden ihya etmiştir.
Belli zamanda insanları oraya Hacca çağıran İbrahim (a.s) ın bu çağrısı kıyamete kadar baki olarak kalacak ve insanlar oraya Hacc için geleceklerdir. Oradaki sembollerden ve Kıyam yeri olarak belirlenen Kabe tavaf edilerek , Allah (c.c) nin dininin etrafından ayrılmayacaklarına dair olan sözler yeniden hatırlanır, İbrahim (a.s) örnekliği burada çok önemli bir konumda olup , onun Salat örneği yani canını hiçe sayarak şirke karşı tek başına olsa dahi karşı duruşu bizlerinde bu durumda olsak bile aynı mücadele içine olacağımızın Rabbimize karşı beyan etmemiz anlamındadır.
Bütün bunlardan sonra görülüyor ki ; İbrahim as ın makamı demek, onun Kabeyi yeniden yükseltirken üzerine bastığı iddia edilen taş demek değildir. Bu ucuzcu bir yaklaşım olup, onun Tevhidi mücadelesinin hatırlanarak aynı yolda yürünmesine matuf olarak kişiye herhangi bir şuur vermemektedir. Aksine kişiyi taş kutsayıcılığı gibi bir duruma düşürmesi açısından tehlikeli bir durum olup şuur boyutundan uzaklaştıran bir obje olarak orada boşuna yer kaplamaktadır.
HACC İBADETİNİN TARİHİ VE TURİSTİK BİR GEZİ OLMAKTAN ÇIKARILARAK ASLİ BOYUTUNA DÖNDÜRÜLME VAKTİ GELMEDİ Mİ?
Sonuç olarak ;Makamı İbrahim den salat yeri edinilmesi demek oradaki taşı karşısına alarak namaz kılmak eylemi olarak değil , İbrahim (a.s) ın örnekliğinin hatırlanması demektir. Şekilcilik hastalığının geldiği noktalardan birisi olarak gördüğümüz , Kabenin duvarlarına yapışmak , Hacerül Esved adındaki taşa ve Makamı İbrahim olarak bilinen taşa olan tazim eski hastalıkların nüksetmesinin bir yansımasıdır. Hacc ibadetinde asıl olanın tek İlah olan Allah (c.c) nin dışındakileri red ederek sadece ona kul olduğumuzun gösterilmesine yarayan bir takım araçların amaç haline getirilerek içinin boşaltılması sonucunda özellikle kendisini Kur'an Müslümanı olarak tarif eden bir takım kimseler tarafından Hacc ibadetinin tümden red edilmesi gibi bir düşünce içine girilmiştir. Müslümanların yaptıkları yanlışlar öne sürülerek doğru olanın red edilmesi mantığı daha yanlış bir yaklaşım olup , esas olan şeyin bunun doğrusunun anlaşılması üzerine çalışılması olmalıdır. Hacc ibadeti içindeki yapılan ritüeller anlam itibarı ile İbrahim (a.s) ın şirke karşı açmış olduğu Tevhid bayrağının kıyamete kadar dalgalandırılmasının ifadesi olup bu görevi ifa eden Müslümanlar yapmış oldukları ritüellerin ne ifade ettiğini bildikleri takdirde , önce Kabenin bulunduğu topraklardaki müstekdir tağuti Suud rejimine bayrak açarak onların zulümlerine isyan etmeleri , sonra geldikleri ülkelerin tağuti sistemleri İbrahim (a.s) misali isyan etmeleri gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
4 Ocak 2015 Pazar
2 Ocak 2015 Cuma
İlim Verilen Kulun Çocuğu Öldürmesi Üzerinden Verilen Mesaj
Kehf s. 60 -82. ayetleri arasında Musa adında bir kişinin yolculuğu anlatılmaktadır. Bu kişinin elçi Musa mı veya başka bir Musa mı olduğu tartışması olduğu için sadece "Musa adında bir kişi" olarak bahsetmeyi uygun gördüğümüzü hatırlatarak , Bu Yazımızda kıssa içinde Musa nın "İlim verilen bir kul" olarak bahsedilen bir kişi ile olan yolculuğu içinde olan 3 olaydan o kulun çocuğu öldürmesi üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.
Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz.
Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir.
Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.
[018.074] Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075] O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081] Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.»
Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz.
Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.
Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.
Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.
İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır.
81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir.
Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ;
Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28).
Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.
Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.
Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.
İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir.
Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim;
Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur.
Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır.
"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.
O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?. İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir.
Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur.
Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır.
Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır.
Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz.
Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir.
Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.
[018.074] Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075] O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081] Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.»
Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz.
Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.
Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.
Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.
İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır.
81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir.
Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ;
Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28).
Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.
Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.
Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.
İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir.
Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim;
Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur.
Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır.
"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.
O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?. İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir.
Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur.
Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır.
Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır.
Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Aralık 2014 Salı
Amin Kelimesi Amon Putundan mı Geliyor ?
Yazımızın başlığı, konuya aşina olmayanlar tarafından biraz garip karşılanarak "öyle şey olur mu? Bu ne biçim başlık?"
şeklinde yadırganacaktır. Ancak Kur'an merkezli söylem etrafında
konuşulan ve bizce gereksiz olduğunu düşündüğümüz konulardan birisi de
maalesef bu konudur. Dualarımızın sonunda söylediğimiz "amin"
kelimesinin kökünün Mısırlılar'ın putu olan "Amon" adlı puttan geldiği
iddiası dile getirilmekte, bu sözün söylenmesinin kişiyi şirke
götüreceği iddia edilmektedir.
Müslümanların
gündemlerini meşgul eden konuların bu tür konular yerine, daha ciddi
konular olması gerekirken, bize bir şey kazandırmayacağını düşündüğümüz
konular ile gündem doldurulması ve bu tür gereksiz konuların
tartışılması; bizlerin Kur'an'ın ne kadar ciddi meseleler içerdiğinin
daha farkında bile olmadığımızı göstermektedir.
Bu
kelimenin Kur'an'da olmadığı, dolayısı ile duaların sonunda
kullanılmasının şirke kapı açtığı gibi düşüncelerin ortalıklarda
gezmesi, bu konu ile ilgili olarak düşüncelerimizi yazma gereğini
hissettirdi.
"E-M-N" kelimesi; "birisini tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek, itimat etmek, güvenmek, güvenilmek"
anlamlarına gelmektedir. "Amin" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bu
kelimenin ne anlama geldiğini görmek için AHKAF 17 ayetine gitmek
gerekmektedir ki dualarımızın sonunda söylediğimiz bu kelimenin ne
anlama geldiği doğru olarak anlaşılsın.
Vellezî
kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil
kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke AMİN, inne va’dallâhi
hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne)
[046.017]
Fakat o kimse ki anasına babasına: «Öf size, benden önce nice nesiller
gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana
va'dediyorsunuz?» dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak «Yazık sana, etme, gel
inan; Allah'ın sözü gerçektir» derken O; «Bu, eskilerin masallarından
başka birşey değildir» der.
AHKAF 17 ayetinde;
mü'min bir ebeveynin çocuklarına olan çağrısı ve çocuğun bu çağrıyı red
etmesi anlatılmaktadır. Mü'min ebeveynin çocuklarına "AMİN" şeklinde bir
hitapta bulunduğunu görmekteyiz.
Ebeveynin
çocuklarına bu şekildeki bir hitabı; ona söylemiş oldukları sözlerin
doğru olduğu, güvenilmesi gerektiği, asla yanlış olmadığı, onun bu
sözleri kabul etmesini yani iman etmesini istemeleri, sözlerine
güvenmelerini istemeleri anlamındadır.
Peki
duaların sonunda söylenen "amin" kelimesi ile biz ne demek istiyoruz?
Kul; Rabbi'ne ettiği duasında bütün samimiyeti ile O'na karşı acziyetini
ifade eder ve O'ndan isteklerini sıralar. Duasının sonundaki "amin"
kelimesi ise; kulun Rabbi'ne karşı söylediği sözlerinde son derece
samimi ve dürüst olduğunu ve bu samimiyet ve dürüstlüğünün bir ifadesi
olarak bunu söylediğini gösterir. Kul Rabbi'ne "Sana karşı bütün samimiyetimle bunları söylüyorum, buna inan" sözünü "amin" kelimesi ile ifade eder.
Hal
böyle iken bu sözün Mısırlıların putu olan "Amon"dan geldiği, dolayısı
ile bu kelimeyi söylemenin şirk içerdiği iddiası havada alan bir
iddiadır.
Bu tür suni gündemlerle muvahhidlik
iddiasında bulunan bir kısım Kur'an merkezli düşünce sahibi olan
kişilere tavsiyemiz şudur; bazı sözlerin, fiillerin, eylemlerin,
düşüncelerin şirk olduğu konusunda gösterilen titizliği takdir etmekle
birlikte, neyin şirk olup olmadığının adresi Kur'an olmalıdır. Elçilerin
kıssaları ile onların nasıl bir şirk düşüncesine karşı kıyama kalktığı
çok dikkatli okunarak asıl bunlar gündem edilmelidir.
Elçi
kıssalarında öne çıkan tevhidî eylem; o kavmin sahte ilahları olup,
gelen elçiler tek İlah olarak Allah(c.c)'nin tanınmasını ve O'nun
kulları için çizdiği hayat sistemini kabul etmeleri için yaptıkları
mücadeledir. Bizlerin bu tür mücadeleleri ıskalayıp basit gündemler
ihdas ederek muvahhidcilik oynamaya kalkışmasının, kendimizi oyalamaktan
başka bir işe yaramayacağını hatırlatalım.
Kendisini
"Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen birçok kişinin, geleneksel İslam
anlayışına sahip olanlar ile ortak yönleri; araştırmadan kabul etmek
gibi bir yanlış içinde olmalarıdır. Bu tür iddiaları okuyup da, sadece
bu iddiaları paylaşanların kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse
etmeleri; bizleri onların her dediği doğrudur mantığına götürmemelidir. "Bu konu hakkında Kur'an acaba ne diyor?"
şeklinde sorgulama yapan birisi, AHKAF 17 ayetini dikkatli bir okuyuşla
kelimenin dışardan ithal değil, öz be öz Kur'an malı olduğunu
görecektir.
Sonuç olarak; "amin" kelimesi
Mısırlıların putu olan "Amon"dan gelme bir kelime değil, Kur'an içinde
açık ve net olarak bulunan ve öz be öz Kur'an'a ait olan bir kelimedir.
Duaların sonunda bu kelimenin kullanılması tabi ki farz değildir,
isteyen kullanır istemeyen kullanmaz. Bu konu da muhayyerdir ancak
Kur'an'a bakmadan ortaya atılan bu tür sözler, ortaya atanın cehaletini
ortaya koyduğu gibi araştırmadan hemen kabullenenleri de cehalete ortak
olmaya iter. Bizlere düşen muvahhid olmanın anlamını bu tür gereksiz
gündemlerle doldurmaya çalışmak yerine, Kur'an'ın bize gösterdiği
çizgiyi takip etmek olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Aralık 2014 Pazar
Bakara s.234 ve 240. Ayetlerini Hevalarına Göre Çeviren Şerefliler !!!!
Yazımızın başlığı diğer yazılarımızın başlıklarına göre değişik bir başlık olduğunu baştan kabul ediyor ve böyle bir tabiri yazı başlığı yaptığımız için öncelikle özür diliyoruz. Ancak konu edeceğimiz yazı başlığını görüldüğü zaman böyle bir başlığı neden attığımız anlaşılacaktır.
Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir.
Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl tahrif edilebileceğinin örneğidir.
Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız.
Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur.
BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK
""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""
Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.
Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.
Yazı sahibi Bakara s. 234. ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir.
"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."
Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.
Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete;
Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.
Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.
Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır.
Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.
Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir.
Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl tahrif edilebileceğinin örneğidir.
Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız.
Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur.
BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK
""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""
Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.
Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.
Yazı sahibi Bakara s. 234. ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir.
"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."
Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.
Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete;
Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.
Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.
Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır.
Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.
Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Aralık 2014 Çarşamba
İnnehu Lekavlu Resulin Kerimin (Muhakkak O Kerim Bir Elçinin Sözüdür)
Yazımıza başlık olarak aldığımız ayet; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçmekte olup mealen "muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür" buyurulmaktadır. Her iki surede geçen "kerim elçi" olarak kastedilen kişiler aynı kişiler değildir. Hal böyle iken, aklımıza "Bu Kur'an Allah(c.c)'nin sözü iken neden başkalarının sözü deniliyor?"
şeklinde bir soru gelmesi muhtemeldir. Bu sorunun cevabının
verilebilmesi için, iki suredeki ayetleri bağlamları içinde okuyarak,
kastedilen "kerim elçi"lerin kim oldukları, daha sonra ayetten ne kast
edildiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışalım.
HAKKA Suresi;
[069.038] Görebildiğinize yemin ederim ki;
[069.039] Ve görmediklerinize ki,
[069.040] Muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür.
[069.041] Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
[069.042] bir kâhin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz.
[069.043] O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
[069.044] O bize isnaden ba'zı lâflar uydurmağa kalkışsaydı
[069.045] Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
[069.046] Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
[069.047] O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
[069.048] Çünkü o (Kur'an) muttakiler için bir öğüttür.
[069.049] İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
[069.050] Ve muhakkak ki o; kafirler için bir üzüntüdür.
[069.051] Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
Muhammed(a.s)
için Mekkelilerin kahin, mecnun ve şair suçlamalarında bulunduğu yine
Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde zikredilmektedir.
[021.005] «Hayır,»
Dediler, «Karışık rüyâlardır, Hayır, onu iftira etmiştir, o belki bir
şairdir. Bize evvelkilerin gönderilmiş oldukları gibi bir âyet
getirsin.»
[052.029-30] Artık sen öğüt
vermeğe devam et. Çünkü sen Rabbin nîmeti hakkı için ne bir kâhînsin ve
ne de bir mecnûn. Yoksa diyorlar mı ki, «O bir şairdir, onun hakkında
zamanın ızdırap veren felaketini bekliyoruz?»
Bu
ve benzeri ayetler, Muhammed(a.s) için bu tür yakıştırmaları red
ederek, o tür sözlerin yalan ve iftira olduğunu beyan etmektedir. HAKKA
Suresi ayetleri de bu gerçeğe dikkat çekmekte, onun ne şair ne de kahin
olmadığını, aksine kerim bir elçi olduğunu vurgulamaktadır. HAKKA Suresi
ayetlerinde bahsedilen "kerim elçi"nin Muhammed (a.s) olduğu açıkça
görülmektedir. Aynı ayetin geçtiği TEKVİR Suresi ayetlerinin meali de
şöyledir.
[081.015] Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),
[081.016] O akıp akıp yuvasına girenlere
[081.017] Kararmaya başlayan geceye and olsun;
[081.018] nefeslendiği zaman o sabaha ki,
[081.019] muhakkak o kerîm bir elçinin sözüdür.
[081.020] Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.
[081.022] Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
[081.023] Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür.
[081.024] O, gayb hakkında cimri de değildir.
[081.025] O, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
[081.026] Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
[081.027] O alemlere öğütten başka birşey değildir.
[081.028] Sizden doğru olmak isteyenler için.
Bu
ayetlerdeki "kerim elçi"; 23. ayette Muhammed(a.s)'ın apaçık gördüğü,
20. ayette "arşın Sahibi" katında değerli olan vahyi beşer elçiye
getiren "melek elçi"dir.
Sonuç olarak; HAKKA 40 ayetindeki "kerim elçi" MUHAMMED(a.s), TEKVİR 19 ayetindeki "kerim elçi" ise CİBRİL'dir.
Şimdi şöyle bir soru akla gelecektir; Kur'an Allah(c.c)'nin kelâmı olduğu halde neden "kerim bir elçinin sözüdür" buyrularak, bir ayette Muhammed(a.s)'ın, bir diğer ayette de Cibril'in sözü olduğu bildiriliyor?
Meselenin doğru anlaşılması için "elçi" kelimesi anahtar bir kelime durumundadır.
Allah
(c.c) aşkın bir varlık olması nedeniyle duyu organlarımız ile onu
algılamak mümkün değildir. O kendisini bize; algılama kabiliyetimiz
çerçevesindeki bilgilerimiz ile benzetme yolu ile tanıtır. Bu benzetmeyi
"hükümdar" tasvirini kullanarak yapar. Her şeyin mülkünü elinde
tutması, arşının ve kürsisinin olması, ordularının olması, hazinelerinin
olması, elçiler göndermesi vb. konuları, bu "hükümdar" benzetmesi
ışığında okunduğunda anlamak kolaylaşacaktır.
Bir
hükümdarın yaptığı işlerden biri; emirlerini başkalarına aktarmak için
elçiler göndermesidir. Bir hükümdarın gönderdiği elçinin şahsiyeti,
görüntüsü, kıyafeti o elçiyi gönderen hükümdarın azameti ile orantılı
olup o hükümdarın büyüklüğünü yansıtır. Elçiyi gören insanlar, o elçinin
elçiliğini yaptığı hükümdarın azametini, karşısındakilere yansıtması
açısından elçinin önemli bir rolu vardır.
Alemlerin
Rabbi olan Allah(c.c) da, göklerin ve yerin mülkünü elinde tutan bir
"hükümdar" olarak mülkü içinde yaşayanlara bir takım hayat düzenlemeleri
(din) vaaz eder. Bu düzenlemelerin bildirimini, kulları içinden seçtiği
elçileri ile yapar. Bu elçiler, elçiliğini yaptıkları "hükümdar"ın
azameti ile orantılı olup, üstün ahlaklı olan ve kirli bir geçmişi
olmayan insanlardır. Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman o elçileri red
eden müşriklerin dahi elçilerin şahsiyeti ve geçmişi ile ilgili olarak
hiç bir şekilde suçlamaya gidemediklerini görürüz.
"Kerim" kelimesi bu anlamda önemli bir kelimedir. Bu kelime; cahiliye Arap'ının lügatında "sınırsız bir eliaçıklık" anlamında kullanılır. Bu payeyi almak için "falan kişi çok kerimdir" denilmek için varını yoğunu dağıtarak ele güne muhtaç olanların dahi olduğu söylenmektedir.
Bu
kelimenin cahiliye Arap'ının zihin dünyasındaki yerini bilen Rabbimiz,
gönderdiği elçileri için "kerim" kelimesini kullanarak, onların ne kadar
değerli olduklarını da o günün Arap'ının zihin dünyasına hitap ederek
anlatıyordu.
"Elçi" kelimesinin anlam alanı
içinde, bir hükümdar tarafından yazılmış olan fermanı, olduğu gibi
muhataplara aktarmak veya okumak vardır. Elçi okuduğu fermanı hükümdar
adına okur ve şahsi olarak bu fermana herhangi bir ilavesi veya çıkarımı
olamaz. Böyle bir şey yaptığı takdirde onun cezası ölüm olur. HAKKA
44-48 arası ayetler de bu duruma işaret etmektedir.
Bu
izahlardan sonra, Kur'an'ın "kerim elçi"nin sözü olması ile ilgili
olarak önce TEKVİR Suresi içinde geçen ayetlerdeki "kerim elçi" olan
Cibril in elçiliğinin ne anlama geldiği konusunda şunları
söyleyebiliriz.
[022.075] Allah; meleklerden elçiler seçer. İnsanlardan da. Doğrusu Allah; Semi' dir, Basir'dir.
[042.051] Bununla
beraber hiçbir insan için Allah'ın şu üç suret dışında doğrudan doğruya
ona söz söylemesi mümkün değildir; ancak, ya vahiy ile, ya perde
arkasından ya da bir elçi gönderir, izniyle ona dilediğini vahyeder.
Çünkü O, çok yüksek ve çok hikmet sahibidir.
[016.002] Allah
kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle
indirerek şöyle der: «İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur.
Benden sakının.»
Yukarda verdiğimiz ayet
meallerine göre Allah (c.c) insanlarla elçi göndererek konuşur. Bu
elçileri insanlardan ve meleklerden seçer. Meleklerden seçtiği elçiler
vasıtası ile beşer elçilere vahiy indirir. Bu olayın Muhammed(a.s)'ın
şahsında gerçekleşmesi diğer ayetlerde şöyle anlatılmaktadır.
[002.097]
De ki: «Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitabı,
Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için
hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur.
[016.102] De
ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara
hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.
[026.192-194] Muhakkak
ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruh el-Emin
indirmiştir. Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine
Allah(c.c)'nin
vahyini, beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a indiren "kerim elçi" Cibril,
elçi olmanın gereği olan Hükümdarın sözünü aynen beşer elçi olan
Muhammed(a.s)'a aktarmış ve elçiliğini yerine getirmiştir.
"Melek
elçi"den vahyi alan diğer "kerim elçi" olan Muhammed(a.s) da elçi
olmanın gereğini harfi harfine uygulayarak, kendisine gelen mesaja
herhangi bir ilave veya eksiltme yapmayarak muhataplarına bildirmiştir.
Dolayısı
ile her iki elçinin aktardığı vahiy Allah(c.c)'nin sözü olup, elçiler
bu noktada sadece vasıtadır. Muhammed(a.s)'ın Allah(c.c)'den gelen vahiy
ile kendisinin de muhatap olması ve bu muhatabiyetin yansımaları onun
örnekliği olarak bizleri de ilgilendirmektedir.
Sonuç
olarak; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçen "kerim elçi"ler
Allah(c.c)'nin sözünü insanlara aktarmak ile görevli "melek elçi" olan
Cibril ve "beşer elçi" olan Muhammed(a.s)'dır. Kur'an'ın onların sözü
olarak beyan edilmesinin ne anlama geldiği, elçi olmanın ne anlam
geldiği bilindiği zaman doğru olarak anlaşılacaktır. Sözü ilk olarak
vahyedenin Hükümdar olan Allah(c.c) olduğu ve bu vahyi önce Cibril'e
vererek o vahyi Muhammed(a.s)'a ulaştırmasını emretmiş, Cibril de
Muhammed(a.s)'a bu vahyi ulaştırmıştır. Cibril'in Muhammed(a.s)'a
okudukları, Muhammed(a.s)'ın muhataplarına okudukları sözler
kendilerinin sözleri değil, elçisi oldukları Hükümdar olan Alemlerin
Rabbi olan Allah(c.c)'nin sözleridir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Aralık 2014 Pazartesi
Bakara s. Bağlamında Adem ve İblis Kıssası
Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde bizlere anlatılmakta olup bu anlatımlardaki maksadın anlaşıldığını söylemek maalesef zordur. Tefsir kitaplarına baktığımız zaman olayın , kıssaların anlatımındaki genel maksat olan hisse alımı açısından değil , sadece yaşanmış olduğu zaman içinde anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız.
Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.
[002.030] Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.
Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz.
Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.
Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır.
Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.
[002.031] Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
[002.032] Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
[002.033] (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur.
[002.034] Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır.
[002.035] Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»
35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım.
Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.
[002.036] Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.
36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.
[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.
[002.038] Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039] Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.
38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir.
Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız.
Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.
[002.030] Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.
Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz.
Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.
Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır.
Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.
[002.031] Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
[002.032] Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
[002.033] (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur.
[002.034] Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır.
[002.035] Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»
35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım.
Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.
[002.036] Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.
36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.
[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.
[002.038] Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039] Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.
38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir.
Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
17 Aralık 2014 Çarşamba
Küfür Nedir ? Kafir Kimdir ?
"Küfür" ve "Kafir" kelimeleri, İslam literatürü içinde önemli yer tutan kelimeler olup , bu kelimelerin herkesin elinde bir silah olarak kullanılarak, karşısındaki düşünceyi ve o düşünce sahibini damgalama aracı haline geldiğini görmekteyiz . Bu bağlamda , kelimelerin içerdiği anlam ve kimler için kullanılacağı konusu önem kazanmış olup , birisine "Kafir" demek için belirlenmiş standartların olması gerekmektedir. Geleneksel fıkıhta belirlenmiş olan bu standartların Kur'an kaynaklı olduğunu söylemek maalesef zordur.
"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz.
Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin tek bir kaynak üzerinde olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.
Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.
Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.
Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.
[022.003] İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008] İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.
"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz.
Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır
Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir.
Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.
Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır.
Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.
Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.
Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.
Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz.
Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin tek bir kaynak üzerinde olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.
Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.
Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.
Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.
[022.003] İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008] İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.
"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz.
Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır
Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir.
Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.
Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır.
Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.
Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.
Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.
Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Aralık 2014 Cumartesi
Tevbe s. 107-110. Ayetleri ve Yeniden Oluşturulan Dırar Mescidleri
"Dırar Mescidi (zarar mescidi)”
deyimi TEVBE 107 ayeti içinde; münafıkların Medine’de oluşturmuş
oldukları ayrı bir mescid ile ilgili olarak kullanılmış olup,
Allah(c.c)'nin onların oluşturmuş olduğu bu mescide değil, diğer mescide
dahil olunmasını emrettiğini görmekteyiz. İlgili ayetlerin meali
şöyledir.
[009.107] Bir
de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslümanların arasına
ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne karşı savaş açmış olanı
beklemek için mescid yapanlar var. «İyilikten başka bir maksadımız
yoktu.» diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı
olduklarına Allah şahittir.
[009.108] Orada
asla durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde
durmana daha uygundur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah,
temizlenmek isteyenleri sever.
[009.109] Binasını
Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa
yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de
çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru
yola iletmez.
[009.110] Yaptıkları
bina, kalblerinde şüphe ve ızdırap kaynağı olmakta kalbleri paralanana
kadar devam edecektir. Allah bilendir, hakimdir.
Ayetlerin
tarihsel bağlamı Medine’de münafıklar tarafından inşa edilmiş olan
mescid ile alakalı olup, o mescidin yapılış sebebinin beyan edilmesi ve
Muhammed(a.s)'ın oraya asla girmemesinin emredilmesi üzerinedir. Siyer
kaynaklarına göre o mescid sonradan yıkılmıştır.
"Bu ayetlerin günümüze dönük herhangi bir mesajı var mıdır?" dersek şu mesajları çıkarmak mümkündür;
Müslümanların
bugün birçok fırka ve hizbe bölünmüş olduğu ve bu bölünmüşlüğün
birbirimize karşı bir düşmanlığı da beraberinde getirmiş olduğu, her
hizbin kendisinin onunla ifade ettiği bir kitabı, şeyhi ve mekanı olduğu
bir gerçektir.
Şunu
evvela hatırlatalım ki; bütün bu hizipleri “münâfık" ilan edip kendi
fırkamızı hak ilan etmek gibi bir düşünce içinde değiliz. 73 fırka
hadîsinin herkesi cehennemlik, sadece kendisini "kurtulmuş fırka"
ilan edenlerin elinde bir silah olduğunu hatırdan çıkarıp, bütün
oluşumları "Zarar Mescidi" olarak görüp kendi oluşumumuzu "Takvâ
Mescidi" ilan etmek gibi bir amaç ile bu yazı kaleme alınmamıştır. Bizi
takip edenler hiçbir fırka içinde olmadığımızı, çağrımızın sadece
Kur’an’ın rehber edinilmesi üzerine kurulmuş bir düşünce merkezinden
ayrılmamak üzerine olduğunu iyi bilirler.
Bugün
Müslümanların birçoğunun, sahip olduğu kimliğin hakkını vermekten uzak
olan inançlara ve "şucu bucu" şeklinde kimliklere sahip olarak
kendilerini ifade ettikleri bilinen bir olgudur. Müslüman isminin yanına
ilave isimler koyarak, o isimler ile kimliklerini ifade etmektedirler.
Bu kimliğin oluşmasında Kur’an’dan çok; kişi, kitap, mezhep, meşrep,
tarikat vb. kurumlar öne çıkmaktadır.
Allah(c.c)'nin
bize verdiği bu isim, sadece O’nu İlah ve Rab edinmek üzerine kurulu
bir inanç sistemidir. Ayrıca çeşitli fırkalara ayrılmış olan
Müslümanların, kendi yanlarında olanlar ile yetinerek, başlarında olan
şahsı veya Kur’an harici okuduklarını rehber edindikleri malumdur.
Bu
oluşumlar içinde olanların Allah(c.c)'yi tek Rab ve İlah olarak
tanımaları maalesef sözde kalmaktadır. Özde ise; tâbi oldukları kişileri
veya onların kitaplarını Rab edindikleri gözlemlenmektedir. Herhangi
bir meselede hakem olarak Allah’ın Kitap’ı yerine, o kişilerin yazmış
olduklarının ortaya konulmuş olması; bu fırkaların birleştikleri bir
noktadır.
Bu
bağlamda, Kur’an’ı arkaya atarak meydana getirilmiş bütün fırka ve
oluşumların toplanmış olduğu çatının adını "Dırar Mescidi (zarar
mescidi)" olarak isimlendirmek, Medine’de tesis edilen o mescidin
yapılmasındaki gaye ile örtüşmesi hasebiyle yanlış olmayacaktır.
O
mescid çatısı altında toplananlar, ZARAR-KÜFR-TEFRİKA merkezli bir amaç
doğrultusunda birleşerek Mü'minlere zarar vermeyi amaçlamışlardı. Bugün
fırkacılık şeklinde meydana gelen oluşumların Mü'minlere hiçbir
faydasının olmadığı, aksine zarar-küfr-tefrikadan başka bir şey
doğurmadığı ayan beyan ortadadır. Herkesin, içinde bulunulan bu durumdan
şikayetçi olması ancak birleşmenin kendi mescidlerinin çatısı altında
olması gerektiğini düşünmesi ise ayrıca traji-komik bir durumdur.
Burada
fırka isimleri altında toplanmış olan kimseleri “münâfık" olarak
damgalamak gibi bir niyet içinde olmadığımızı tekrar hatırlatmak yerinde
olacaktır. Ancak bu oluşumların neye hizmet ettiği konusu bizim için
önemlidir. Kişilerin samimi bir niyet içinde bu oluşumlar içinde
bulunmuş olmaları, bu yanlışları hoş görmeyi gerektirmez. Bizler niyet
okuyuculuğu gibi bir vazife ile vazifelendirilmiş değiliz. Ancak ortada
olan durumun kimin işine yaradığına, kimin ekmeğine yağ sürdüğüne
bakarak karar verebiliriz.
Fırkacılık
şeklindeki oluşumlar; Müslümanların birlik ve beraberliklerine vurulmuş
en büyük darbelerden biri olmaları nedeniyle bugünkü zelil halimizin
baş müsebbipleri olup, bu durumdan faydalanan müstekbirlerin ve
zalimlerin ekmeklerine yağ sürdüğü muhakkaktır.
Bir
fırkayı kötüleyip diğer bir fırkaya dahil olmayı tavsiye etmediğimizi
yeniden hatırlatarak "Dırar Mescidi" adına layık olan fırkaların yerine
"Takva Mescidi" olarak nitelenen bir oluşumun adresinin neresi olduğunun
cevabını vermek gerekmektedir.
"Takva Mescidi" olarak nitelenebilecek oluşumun düşünce temellerini şöyle özetlemek mümkündür;
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı kendilerine hayat
rehberi edinmişlerdir. Bu Kur’an, onlara içinde adı geçen Elçilerin
örneklikleri üzerinden tarih boyunca şirke karşı nasıl mücadele
edileceğinin örneklerini vererek, bugün o örnekler üzerinden tağutlara
ve şirke karşı nasıl bir tavır takınınacaklarını öğretir.
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; vahyi ve onu göndereni
öteleyip, onu getiren Elçiyi ikinci bir yarı-ilah mesabesinde görmeyip,
onu dinde ayrı bir şâri değil, Allah’ın dininin uygulayacısı olarak
görürler. Onun adına söylendiği iddia eden sözleri Kur’an ölçeğinde
değerlendirerek doğruluğu veya yanlışlığı hakkında düşünce belirtirler.
"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın önde gelenlerinin her sözüne “vardır bir hikmeti" diyerek boyun eğmez, yanlışını gördüğü an onu uyarırlar.
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın
kitabını Kur’an ile aynı mesafede görerek ona kutsiyet atfetmez, ne
okurlarsa okusunlar, okuduklarını Kur’an ile değerlendirir ve yanlışsa
kimin yazdığına bakmadan yanlışlığını haykırırlar.
"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı tevhid merkezli bir okuma ile hayata geçirir ve “parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak"
şeklinde okumalara itibar etmezler. Bu tür yapılan okumaların sonuçları
aynı şekilde fırkacılık olup, diğer fırkayı zemmedip kendi fırkasını
öne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı görülmektedir.
Sonuç
olarak; TEVBE 107-110 ayetleri arasında gördüğümüz; farklı mescidler
altında olan yapılanmalar, bugüne fırkacılık olarak yansımış, ayet
içinde belirtilen amaçlara hizmet eden bir duruma sebebiyet verilmiştir.
Tâbi olunması gereken mescidin yapılanma amaçlarının içinde TAKVA ve
TEMİZLENME amacı olması gerektiği 108. ayet içinde beyan edilmektedir.
Müslümanlar içinde oldukları fırkaların nasıl bir amaca hizmet ettiğini
ve nasıl olması gerektiğini sorgulayarak şeyh, üstad, fırka, kitap
tasallutundan kurtularak, Kur’an yönelmeleri ve bu Kitap altında
oluşturulan "TAKVA MESCİDİ"nde “salat"a durmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Aralık 2014 Çarşamba
Kadının Şahitliği Meselesi
Kur'anın içinde olan bazı hükümler hakkında , bir takım insanların itirazları olduğu malumdur ve bu itirazların başında kadının şahitliği meselesi de gelmektedir. Bakara s. 282. ayet içinde bildirilen şahit olma durumunda , bir erkeğin yerine, iki kadının şahit olabileceği beyan edilmiş olması Kur'anın kadınları aşağıladığı ikinci sınıf bir varlık gördüğü gibi itirazları da beraberinde getirmiştir.
Yazımızın amacı , Kur'anın kadın haklarına ne kadar değer verdiği , Kur'anın aslında çağdaş bir kitap olduğu v.s gibi sözlerle eziklik psikolojisi altında kalarak savunma amaçlı değil, bu meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmak şeklinde olacaktır. Konu ile ilgili ayetin meali şu şekildedir.
[002.282] Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bir de borçlu adam söyleyip yazdırsın, her biri Allah'tan korksun ve haktan birşey eksiltmesin. EĞER BORÇLU , AKLI ERMEYEN BİRİ YAHUT KÜÇÜK VEYA KENDİSİ SÖYLEYİP YAZDIRAMAYACAK İSE, VELİSİ DOSDOĞRU SÖYLEYİP YAZDIRSIN. ERKEKLERİNİZDEN İKİ ŞAHİT GÖSTERİN.EĞER İKİSİ DE ERKEK OLAMIYORSA O ZAMAN DOĞRULUĞUNA GÜVENDİĞİNİZ BİR ERKEKLE İKİ ŞAHİT OLSUN Kİ BİRİ UNUTUNCA DİĞERİ HATIRLATSIN. Şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Siz yazanlar da az olsun çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete en uygun olduğu gibi şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.
Ayet meali içinde büyük harflerle yazılı cümlelere dikkat edecek şahitlik gerektiren durum anlatılmaktadır.
Öncelikle şu tesbiti yapmak durumundayız ;Kur'anı doğru anlamak için indiği zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınması ve ilk önce ayetin ilk muhatapların yaşadığı şartların göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatarak, bir erkeğin yerine iki kadının çağrılması gerekçesinin ne için gerekli olduğunun düşünülmesi gerekmektedir.
Ticaret hayatının bu gün dahi çoğunlukla erkeklerin iştigal sahasını olduğunu hatırlayarak , bu işle daha az meşgul olan kadınların ticaret hukuku ile ilgili uygulamalarda erkeğe göre daha acemi olduğunu gerçeğini unutmamak zorundayız.
Bu sözlerimiz , kadınların erkeklere göre daha az akıl sahibi olduğunu iddia etmek anlamında değildir. Kadın veya erkek olsun her kişi iştigal ettiği alanda ihtisas sahibi olur ve o alan üzerinde diğer cinse göre daha tecrübeli olabilirler. Ev hanımı olan bir kadın erkeğe göre daha tecrübeli olduğu ve ev işlerini erkeklerden daha iyi bildiği malumdur. Bu durum , erkeğin kadına göre daha az akıllı olduğuna anlamına gelmez.
Kadın olsun erkek olsun her kişi beceri edindiği alanda uzmanlık sahibidir, bu anlamda kadın veya erkeğin fıtratlarından kaynaklanan ayrı özellikleri vardır. Bu özellikler bir cinsin üstünlüğü diğer cinsin aşağılığı anlamında ele alınmamalıdır.
İki kadının şahitliğinin, bir erkeğe denk gelmesi bütün şahitliklerde olması gerektiği yönündeki görüşlere katılmadığımızı beyan ederek , Kur'anın şahit getirilmesini istediği diğer ayetlerde böyle bir ayrım görülmemektedir , bu noktanın göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkat çekmek istiyoruz.
Olaya günümüzde yapılan kadın hakları tartışmaları türünden bir gözle değil , Mü'min gözü ile baktığımızda bizleri yaratan Allah (c.c) nin fıtratımızı daha iyi bildiği ve konuda koymuş olduğu hükmün en doğru olduğu kanaati hasıl olması gerekirken ,bazı kimselerin bu tür konuları istismar etmesi haklı olarak Müslümanları da düşündürmektedir.
Olaya ayet bazlı baktığımızda Mü'min olarak söylenmesi gereken söz "İşittik ve itaat ettik" olmalıdır , ancak ayetin kastı , maksadı , hikmeti gibi konular üzerinde anlaşılma gayreti olabilir ve olması gerekir. Allah (c.c) bizler için indirmiş olduğu Kitabının içindeki bütün hükümler , Mülk s. 14. ayetinde beyan edildiği gibi "Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır." ön bilgisi dahilinde okunmalı , şayet bir yanlışlık görüyorsak onu Kur'anda değil bizim düşüncemizde arayıp Kur'an doğrultusunda onu düzeltmemiz gerekmektedir.
Bu gün bile ticaret hayatı içindeki kadın-erkek oranına baktığımızda erkek yüzdesi kadınlara oranla daha fazladır.Ayetin 1400 küsur yıl önce indiğini , bu günkü gibi modern hesaplama sistemlerinin olmadığını hesaba katacak olursak böyle bir ayrıntıyı kadın hakları açısından ele almak değil , Allah (c.c) nin insan haklarına ne kadar değer verilmesi gerektiğini bizlere öğretmesi açısından ele almanın daha doğru olduğu görülecektir.
Bu ayetin bu gün nasıl uygulanabileceği veye uygulanabilirliği meselesine gelince;
Ticaret hayatının bu gün daha modern sistemler ile tutulmuş olması bu tür şahitliklerin bu gün için hayat içinde yer bulup bulamayacağı konusunun gündem edilmesini gerektirdiğini düşünüyoruz. Bunu derken Kur'ana tarihselci bir açıdan bakıp , " bu ayetler sadece o gün geçerlidir bu gün için geçerli değildir " şeklinde bir iddiamız olmadığını hatırlatalım.
Ayeti doğru anlamak için , önce nazil olduğu zaman şartlarının göz önüne alınmasının önemli olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , esas maksadı göz önünde tutmanın gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayette özürlü veya engelli diyebileceğimiz duruma sahip olan ve kendi hakkını korumaktan aciz olan birisinin hakkının korunmasına yönelik bir hüküm ortaya konmuştur. O gün için geçerli olan hukuki durum böyle bir titizliği gerektirmekteydi demek sanırım yanlış olmayacaktır.
Bu şekil bir durum bu gün karşımıza çıktığımızda yapılması gereken , o durumda olan kişinin hakkının zerre kadar yenilmemesi üzerine bir amaç dahilinde zaman içinde geçerli olan şartlar dahilinde uygulanacak işlemler olmalıdır. Ayet o zamanki şartları göz önüne alarak bir hüküm üretmiştir , bu gün bu tür bir şahitliğe gerek duyulmasını gerektiren ortam yoktur , bunu derken ayetin hükmü nesh olmuştur geçerli değildir demiyoruz , ancak nuzül zamanı şartları eğer yeniden canlanacak olursa bu şekil bir uygulamayı hayata aktarabiliriz , bu gün içinde olduğumuz şartlar böyle bir şahitlik durumunu gerektirdiğini düşünmüyoruz.
Kur'anın içinde olduğumuz şartlar göz önüne alınarak bu şartlar dahilinde çareler sunma mantığının dikkate alınmasının şart olduğunu düşünmekteyiz, bunun tersi bir durum bizi 1400 yıl öncesi bir hayat sürmemizi şart koşar ki bu şekil bir hayat kimse tarafından kabul görmez.
Kur'anın hüküm içeren ayetlerinin ana maksadı belirleme açısından okunmasının gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ; Hırsızlık cezası ile ilgili olarak hırsıza el kesme cezası öneren Kur'an , bu cezanın ibret olması gerektiğini belirtir .Bu gün şayet Kur'anın hüküm alanında uygulanması söz konusu olursa , hangi tür hırsızlığa nasıl ceza verilmesi gerektiği gündeme gelecektir , çünkü bütün hırsızlık türlerinde el kesme cezasnın uygulanması adil olmayacaktır , insan faktörü burada devreye girerek hukukçular tarafından bunların belirlenmesi gerekir.
Ticaret hukuku da aynı şekilde düzenleme gerektirmektedir , asıl olanın hak yenilmemesi ve adaletli uygulama olması bazında gerekli olan evrensel ilkeler baz alınarak alt düzenlemeler yine hukukçular tarafından düzenlenecektir. Allah (c.c) kullarına karşı asla zulümkar olmadığı hatırdan çıkarılmayarak bazı durumlarda iki kadının şahitliğinin bir erkek yerine olmasının zulüm değil yaratanın bilmesi açısından okunmalıdır.
Sonuç olarak ; Bakara s. 282. ayetinde iki kadının bir erkek şahitliğine eş tutulması bütün şahitlerde değil ticaret ile ilgili olan uygulamada olduğu , Kur'anın şahitlik ile ilgili diğer ayetlerinde böyle bir uygulama emredilmemiş olmasından anlaşılmaktadır. Yaratanın yarattığını en iyi bildiği bilgisinden yola çıkarak, Kur'anın bu tür ayetlerinin kadın-erkek eşitsizliği açısından değil ,aksine hakka ve hukuka dayalı bir sistemin oluşması açısından bakılması gerektiğini düşünmekteyiz. Eziklik psikolojisi altında kimseye şirin görünmek gibi bir mecburiyetimiz olmadığını hatırlatarak , Kur'an içinde olan emirlere olması gereken Mü'min tavrının "İşittik ve itaat ettik" şeklinde olması gerektiğini bilenlerden olmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızın amacı , Kur'anın kadın haklarına ne kadar değer verdiği , Kur'anın aslında çağdaş bir kitap olduğu v.s gibi sözlerle eziklik psikolojisi altında kalarak savunma amaçlı değil, bu meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmak şeklinde olacaktır. Konu ile ilgili ayetin meali şu şekildedir.
[002.282] Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bir de borçlu adam söyleyip yazdırsın, her biri Allah'tan korksun ve haktan birşey eksiltmesin. EĞER BORÇLU , AKLI ERMEYEN BİRİ YAHUT KÜÇÜK VEYA KENDİSİ SÖYLEYİP YAZDIRAMAYACAK İSE, VELİSİ DOSDOĞRU SÖYLEYİP YAZDIRSIN. ERKEKLERİNİZDEN İKİ ŞAHİT GÖSTERİN.EĞER İKİSİ DE ERKEK OLAMIYORSA O ZAMAN DOĞRULUĞUNA GÜVENDİĞİNİZ BİR ERKEKLE İKİ ŞAHİT OLSUN Kİ BİRİ UNUTUNCA DİĞERİ HATIRLATSIN. Şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Siz yazanlar da az olsun çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete en uygun olduğu gibi şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.
Ayet meali içinde büyük harflerle yazılı cümlelere dikkat edecek şahitlik gerektiren durum anlatılmaktadır.
Öncelikle şu tesbiti yapmak durumundayız ;Kur'anı doğru anlamak için indiği zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınması ve ilk önce ayetin ilk muhatapların yaşadığı şartların göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatarak, bir erkeğin yerine iki kadının çağrılması gerekçesinin ne için gerekli olduğunun düşünülmesi gerekmektedir.
Ticaret hayatının bu gün dahi çoğunlukla erkeklerin iştigal sahasını olduğunu hatırlayarak , bu işle daha az meşgul olan kadınların ticaret hukuku ile ilgili uygulamalarda erkeğe göre daha acemi olduğunu gerçeğini unutmamak zorundayız.
Bu sözlerimiz , kadınların erkeklere göre daha az akıl sahibi olduğunu iddia etmek anlamında değildir. Kadın veya erkek olsun her kişi iştigal ettiği alanda ihtisas sahibi olur ve o alan üzerinde diğer cinse göre daha tecrübeli olabilirler. Ev hanımı olan bir kadın erkeğe göre daha tecrübeli olduğu ve ev işlerini erkeklerden daha iyi bildiği malumdur. Bu durum , erkeğin kadına göre daha az akıllı olduğuna anlamına gelmez.
Kadın olsun erkek olsun her kişi beceri edindiği alanda uzmanlık sahibidir, bu anlamda kadın veya erkeğin fıtratlarından kaynaklanan ayrı özellikleri vardır. Bu özellikler bir cinsin üstünlüğü diğer cinsin aşağılığı anlamında ele alınmamalıdır.
İki kadının şahitliğinin, bir erkeğe denk gelmesi bütün şahitliklerde olması gerektiği yönündeki görüşlere katılmadığımızı beyan ederek , Kur'anın şahit getirilmesini istediği diğer ayetlerde böyle bir ayrım görülmemektedir , bu noktanın göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkat çekmek istiyoruz.
Olaya günümüzde yapılan kadın hakları tartışmaları türünden bir gözle değil , Mü'min gözü ile baktığımızda bizleri yaratan Allah (c.c) nin fıtratımızı daha iyi bildiği ve konuda koymuş olduğu hükmün en doğru olduğu kanaati hasıl olması gerekirken ,bazı kimselerin bu tür konuları istismar etmesi haklı olarak Müslümanları da düşündürmektedir.
Olaya ayet bazlı baktığımızda Mü'min olarak söylenmesi gereken söz "İşittik ve itaat ettik" olmalıdır , ancak ayetin kastı , maksadı , hikmeti gibi konular üzerinde anlaşılma gayreti olabilir ve olması gerekir. Allah (c.c) bizler için indirmiş olduğu Kitabının içindeki bütün hükümler , Mülk s. 14. ayetinde beyan edildiği gibi "Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır." ön bilgisi dahilinde okunmalı , şayet bir yanlışlık görüyorsak onu Kur'anda değil bizim düşüncemizde arayıp Kur'an doğrultusunda onu düzeltmemiz gerekmektedir.
Bu gün bile ticaret hayatı içindeki kadın-erkek oranına baktığımızda erkek yüzdesi kadınlara oranla daha fazladır.Ayetin 1400 küsur yıl önce indiğini , bu günkü gibi modern hesaplama sistemlerinin olmadığını hesaba katacak olursak böyle bir ayrıntıyı kadın hakları açısından ele almak değil , Allah (c.c) nin insan haklarına ne kadar değer verilmesi gerektiğini bizlere öğretmesi açısından ele almanın daha doğru olduğu görülecektir.
Bu ayetin bu gün nasıl uygulanabileceği veye uygulanabilirliği meselesine gelince;
Ticaret hayatının bu gün daha modern sistemler ile tutulmuş olması bu tür şahitliklerin bu gün için hayat içinde yer bulup bulamayacağı konusunun gündem edilmesini gerektirdiğini düşünüyoruz. Bunu derken Kur'ana tarihselci bir açıdan bakıp , " bu ayetler sadece o gün geçerlidir bu gün için geçerli değildir " şeklinde bir iddiamız olmadığını hatırlatalım.
Ayeti doğru anlamak için , önce nazil olduğu zaman şartlarının göz önüne alınmasının önemli olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , esas maksadı göz önünde tutmanın gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayette özürlü veya engelli diyebileceğimiz duruma sahip olan ve kendi hakkını korumaktan aciz olan birisinin hakkının korunmasına yönelik bir hüküm ortaya konmuştur. O gün için geçerli olan hukuki durum böyle bir titizliği gerektirmekteydi demek sanırım yanlış olmayacaktır.
Bu şekil bir durum bu gün karşımıza çıktığımızda yapılması gereken , o durumda olan kişinin hakkının zerre kadar yenilmemesi üzerine bir amaç dahilinde zaman içinde geçerli olan şartlar dahilinde uygulanacak işlemler olmalıdır. Ayet o zamanki şartları göz önüne alarak bir hüküm üretmiştir , bu gün bu tür bir şahitliğe gerek duyulmasını gerektiren ortam yoktur , bunu derken ayetin hükmü nesh olmuştur geçerli değildir demiyoruz , ancak nuzül zamanı şartları eğer yeniden canlanacak olursa bu şekil bir uygulamayı hayata aktarabiliriz , bu gün içinde olduğumuz şartlar böyle bir şahitlik durumunu gerektirdiğini düşünmüyoruz.
Kur'anın içinde olduğumuz şartlar göz önüne alınarak bu şartlar dahilinde çareler sunma mantığının dikkate alınmasının şart olduğunu düşünmekteyiz, bunun tersi bir durum bizi 1400 yıl öncesi bir hayat sürmemizi şart koşar ki bu şekil bir hayat kimse tarafından kabul görmez.
Kur'anın hüküm içeren ayetlerinin ana maksadı belirleme açısından okunmasının gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ; Hırsızlık cezası ile ilgili olarak hırsıza el kesme cezası öneren Kur'an , bu cezanın ibret olması gerektiğini belirtir .Bu gün şayet Kur'anın hüküm alanında uygulanması söz konusu olursa , hangi tür hırsızlığa nasıl ceza verilmesi gerektiği gündeme gelecektir , çünkü bütün hırsızlık türlerinde el kesme cezasnın uygulanması adil olmayacaktır , insan faktörü burada devreye girerek hukukçular tarafından bunların belirlenmesi gerekir.
Ticaret hukuku da aynı şekilde düzenleme gerektirmektedir , asıl olanın hak yenilmemesi ve adaletli uygulama olması bazında gerekli olan evrensel ilkeler baz alınarak alt düzenlemeler yine hukukçular tarafından düzenlenecektir. Allah (c.c) kullarına karşı asla zulümkar olmadığı hatırdan çıkarılmayarak bazı durumlarda iki kadının şahitliğinin bir erkek yerine olmasının zulüm değil yaratanın bilmesi açısından okunmalıdır.
Sonuç olarak ; Bakara s. 282. ayetinde iki kadının bir erkek şahitliğine eş tutulması bütün şahitlerde değil ticaret ile ilgili olan uygulamada olduğu , Kur'anın şahitlik ile ilgili diğer ayetlerinde böyle bir uygulama emredilmemiş olmasından anlaşılmaktadır. Yaratanın yarattığını en iyi bildiği bilgisinden yola çıkarak, Kur'anın bu tür ayetlerinin kadın-erkek eşitsizliği açısından değil ,aksine hakka ve hukuka dayalı bir sistemin oluşması açısından bakılması gerektiğini düşünmekteyiz. Eziklik psikolojisi altında kimseye şirin görünmek gibi bir mecburiyetimiz olmadığını hatırlatarak , Kur'an içinde olan emirlere olması gereken Mü'min tavrının "İşittik ve itaat ettik" şeklinde olması gerektiğini bilenlerden olmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Aralık 2014 Pazartesi
Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak
Kur'an'ın
gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında,
tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını
söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem
edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak
mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması
gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların
tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bunları
tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına
inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük
olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek
yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.
Kullandığımız
dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri
konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir
ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da
namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri
sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.
"Salat"
kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim"
olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24
saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün
belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri
kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi
gerekmektedir.
Namazın vakitleri ile ilgili
tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu
en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya
çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu
düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak
üzerinde olacaktır.
"Sadece Kur'an" demek; salt
bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden
önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön
bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu
onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin
örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük
yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak
anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini
hatırlatalım.
Bu söylemin için doldurmak adına
yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı
hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin
yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu
görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir
okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek
olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca
görülebildiğini söyleyebiliriz.
"Tarihi arka
plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün
ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı
açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek
istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön
bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde
olacaktır.
İnsanların birbirleri ile olan
iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan
bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile
gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini
alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile
ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde
bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu
bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere
çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum"
şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan
dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına
benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli
olarak el değiştirip yola devam edecektir.
Din
adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak
sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi
muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup,
bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir.
Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren
insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.
Namaz
dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil
olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu
ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı.
Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona
Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.
Elçiler,
insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya
bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c)
tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın
içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece
"vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin
insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.
Bir
öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında
uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu
noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve
olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.
Elçilerin
de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an
ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir.
Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.
Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.
Bu
ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki
tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen
zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu
söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.
Bu
farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden
ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça
bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline
alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı
sonuçlar verebileceği tartışılır.
Bu çıkarım
çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı,
sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak
olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak
başlanan bir çalışma olduğu ortadadır.
Öncelikle
şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili
anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek
ayet ile görelim;
[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.
[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar.
[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.
[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.
[048.009] Tâ
siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve
tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.
[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.
[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.
Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.
Zekeriya(a.s)
kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin
demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği
olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli
zamanlarda değil, günün tamamındadır.
Bu tür
ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer
zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini
doğuracaktır.
Bu bağlamda namaz vakitleri
konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de
ele aldığımızda şunları görebiliriz.
[011.114] Gündüzün
iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl.
Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.
HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı"
şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar
şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini
içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve
uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını
ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.
[017.078] Güneşin
kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de
kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten
şahitlidir.
İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa
geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu
ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı
ifade ettiği görülmektedir.
[020.130] O
halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de
gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.
TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.
Kur'an'da
bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet
Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel
yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye
çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin
kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı.
Şayet
Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi
vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit,
ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak
delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden
yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri
hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne
kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.
Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap"
olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı
bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık
olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli
kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara
zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod
üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kur'an
1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma
vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı
eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz
vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu
söyleyebiliriz.
Burada tevâtüren gelen bu
uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir.
Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda
ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile
ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu
bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı
zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde
mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.
Muhammed(a.s)'ın
bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına
sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım
çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup
olmadığı tartışmaya açıktır.
Muhammed(a.s)'a
gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair
yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net
"muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.
Örnek
verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle
bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır"
diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili
cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı
cezayı emretmiş olmasıdır.
Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.
Sonuç
olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı
kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı
olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu"
bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye
girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o
örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır.
Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye
mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir.
Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine
namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir
göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı
olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak
ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar
getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)