İnsan fıtrat itibarı ile birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan bir varlıktır. Kadın ve erkek cinsinin birbirlerine olan karşılıklı duyguları bu ihtiyaçtan kaynaklanmakta ve Allah (c.c) nin ayetlerindendir. Kadın ve erkeklerin oluşturduğu şehirler birlikte yaşama ihtiyacından doğan bir sonuç olup insanlık tarihi kadar eskidir.
Aynı insan yine fıtrat itibarı ile adına ,"Din" denilen yaşama biçimine ihtiyaç duyarak hayatını onun üzerine ikame eder. İnsanları birbirine bağlayan esasları , aile , kavim , ırk ,din olarak sıralayabiliriz. Din, yani inanç bağı en üstteki bağ olarak öne çıkan ve farklı kavim ve ırklarıda çatısı altında toplayan kadim bir inançtır.
İnsanlık tarihini kısaca, Dinler savaşı olarak özetlemek mümkündür ,Allah (c.c) insanlara kendi dinini tebliğ etmesi için elçiler göndermiş , bu elçilere inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücade bu güne kadar devam etmiş , kıyamete kadar da devam edecektir.
Allah (c.c) dini ile , ona karşı oluşturulan dinlerin ortak yanı , hangi dine mensup olurlarsa olsunlar , dindaşları ile ortak bir paydada buluştuklarının göstergesi olarak belirli günlerde "CEM" olmaları yani toplanmalarıdır.
Allah (c.c) Hacc suresi 34. ve 67. ayetlerde bu duruma işaret ederek "MENSEK" yani zamanlı ve mekanlı ibdetler ihdas ettiğini bizlere beyan etmektedir. Hacc , Bakara ,İbrahim surelerinde adına HACC denilen Mekke deki BEYTULLAHIN ziyaret edilerek belli ritüellerin yapılması şeklinde cereyan eden olaylar onun dinine mensup olduğunu iddia eden insanların , bir araya gelerek görüşmesi ,tanışması , kaynaşması esasına dayalı bir ibadet tarzıdır.
Diğer inanç sistemlerinde de aynı durum göze çarpmakta olup onlarında aynı amaç etrafında belirli gün ve zamanlarda toplanarak , İlahlarına olan saygılarını belirli ritüeller ile ortaya koymaları şeklinde gerçekleşen günleri vardır.
Bilindiği üzere Firavun, kendisini Mısır halkının İlahı ve Rabbi olarak sunarak onların yaşam biçimlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu söyleyen birisi idi. Musa ve kardeşi Harun (a.s) lar onun bu tür bir hakka sahip olmadığını , bu hakkın sadece "Alemlerin rabbi" olan Allah' a ait olduğunu ona tebliğ etmek için gönderilen iki elçiydi.
Firavun ve melesi onları red ederek , ülkenin en bilgili sihirbazlarını belli bir günde Musa (a.s) ın karşısına çıkarmıştır. Bu olay Taha s. 59. ayetinde şöyle anlatılmaktadır.
[020.058-59] Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstereceğiz sana.
Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et ki; sen de, biz de düz
bir yerde bulunalım, caymayalım.(Musa) Dedi ki: «Buluşma-zamanımız, bayram günü(YEVMÜZZİNET) ve insanların
toplanacağı kuşluk vakti (olsun) .»
Ayete dikkat ettiğimiz zaman , buluşma günü insanların bir araya geldikleri gün olarak belirlenmektedir. Bu gün de ülkenin her tarafından insanlar "Yevmüzzinet" günü yani "Bayram günü" olması dolayısı ile toplanmaktadırlar. Bu ayeti ,"Bayram günleri" kültürünün tarihinin ne kadar eskiye dayandığının bir göstergesi olarak'ta okumak mümkündür.
Türkiyeye baktığımızda bu durum kendisini göstermekte ihdas edilen "Milli bayramlar" vesilesi ile T.C nin kurucusunun anılması , ve onun Dininin anlaşılması için gerekli ritüeller (saygı duruşları) ifa edilmektedir.
Hacc ibadeti ve onun içinde yapılan riüeller , yegane İlah olan olan Allah (c.c) nin bizler için ihdas ettiği kulluk yöntemleri olup Mekke şehri içindeki KABE bu yöntemin ana merkezidir. Yılın belirli zamanlarında kendisini Allah a kul olarak gören insanlar oraya akın ederek bu kulluklarını herkesle birlikte ifa ederler (her ne kadar bu şuurdan yoksun olsalarda olması gereken bu dur)
[62.9] Ey iman edenler, Cuma günü salat için çağrı yapıldığında hemen
Allah'ın zikrine (anılmasına) koşun ve alım satımı bırakın; eğer bilirseniz, o
sizin için daha hayırlıdır.
Cuma suresinin bu ayeti , insanların birlikte yaşamasının bir gerçeğinden yola çıkılarak , aynı inancı paylaştıklarına dair bir gövde gösterisi , tanışma , görüşme vesilesi olması açısından , mü'minleri haftada bir gün böyle bir toplantı düzenlemeye çağırmaktadır.
"Mescid" kelimesi " secde edilen mekan" anlamına gelmekte olup , mü'minlerin hayatların önemli yer tutması gereken bir kelimedir. Mescidler sadece , salatın bir rüknü olan namazın ifa edilip sonrada dağınıldığı bir mekan değildir. Asrı saadete baktığımız zaman Mescid hayatın merkezidir , ve olması gereken bir şekilde kullanılmıştır.
[007.031] Ey âdemoğulları! Her mescid yerinde ziynetinizi alıveriniz ve
yiyiniz ve içiniz, israf da etmeyiniz. Şüphe yok ki O, israf edenleri
sevmez.
Araf s. 31. ayetinde geçen "Mescid" ve "Zinet" kelimesi bize önemli ipuçları vermektedir. Mescid kelimesinin , Mü'minler için toplanma mekanı olması gerektiğinden hareketle bu mescidlerin sadece namaz kılınan yerler olmadığı anlaşılmaktadır. Zinet kelimesinin daha önce Taha s. 59. ayetindeki kullanılışı ile Araf s. 31. ayetindeki kullanılışının , sosyal bir olguyu ifade etmesi açısından bir bağı olduğunu düşünmekteyiz.
Taha s. 59. ayetinde gördüğümüz "Zinet günü" yani insanların toplandıkları bayram gününün bu kültürün ne kadar eski olduğunu anlamak açısından okuduğumuzda , Araf s. 31. ayeti içinde insanların zinetlerini takınmasının bugün bile özel günlerde olmasından hareketle , "Mescid" adı verilen mekanların biz Mü'minler için toplanma mekanları olması gerektiği anlaşılarak kelimenin ifade ettiği "Secde mekanı" anlamından hareketle her türlü kulluk gösterisinin yapıladığı alanlar olarak ihdas edilme gereği anlaşılır sadece namaz vakitleri ve namaz ile sınırlı olmayan bir mekan olması gereken Mescidlerin gerçek işlevi Medinedeki gibi anlaşıldığı takdirde Müslümanların durumu daha iyiye gidecektir.
İnsanlar tabii ihtiyacı olan yemek ve içmek gibi eylemleri bir araya geldiklerinde icra ederek bu eylemler vasıtası ile kaynaşmaya vesile aramaları herkesin bildiği bir durumdur. Bu kaynaşma icraatlerı "Mescid" denilen sosyal mekanlarda ve çevresinde gerçekleştirilerek bir nevi "Bayram günleri" ihdas edilmiş olur. Hacc ibadeti bu durumun en belirgin bir göstergesi olup , bu mekan etrafında ritüeller harici her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanmaktadır .
Namaz adı verilen ibadetin toplu halde ifa edilmesinden hasıl olması gereken durum , İnsanların birlikte düşündüklerinin , ortak inanca sahip olduklarının , bu ortak inancın sadece ve sadece Allah (c.c) kul olmak şeklinde gerçekleştiğinin , diğer dini ve ilahı red etttiklerinin dışa vurumu olan bir ibadettir. Bayram günleri'nin mü'minler için bu durumu hatırlamanın bir vesilesi olması gerektiğinden hareketle bu bayram günlerinde topluca kılınan namaz bu durumu göstermenin bir işaretidir.
Sonuç olarak; insanların fıtratları gereği olan birlikte yaşama ihtiyacının bir sonucu olarak , aynı inancı paylaştıklarını, belirli günlerde ve mekanlarda göstermek sureti ile ifade edilen bir takım ritüeller , Müslüman veya Kafir inanca sahip olanlarda aynıdır. Müslümanlar kendi ialhlarına olan bağlılıklarını , kafirler ise kendi ilahlarına olan bağlılıklarını göstermek amacı ile "Bayram günleri" adı altında bir takım etkinlikler yaparak birbirleri ile kaynaşmayı amaçlarlar.
Allah (c.c) iman edenlere bu tür etkinlik günleri ihdas ederek onu anlamalarını sağlamıştır. Cuma günü bu anmanın topluca yapılarak görüşme ve kaynaşma vesilesi olan bir gün olup , Hacc günleri olarak ihdas edilen günlerde , uzak diyarlardan gelen mü'minler , her türlü sosyal aktivite ile birlikte bir takım ritüeller icra ederek Allah (c.c) ye karşı olan kullukları topluca ifa ederek bir nevi , güçlerini başkalarına karşı gösterirler. Bu gün bu şuurdan uzak olarak yapılan bu ibadetler , asıl amacına uygun olarak yapılmaya başladığı zaman , Müslümanların Dünyada söz sahibi olmaya başlayacakları günler gelecektir. İslam düşmanları bu tehlikenin farkında olarak , bizleri bu şuurdan uzaklaştırmak için içimize sürdükleri truva atları ile bu ibadetlerin Kur'anda olmadığı gibi düşünceler ortaya atarak kendi yıkılışlarını geciktirmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.
Bizler bu günleri amacına uygun olarak değerlendirerek , sadece Allaha kul olduğumuzu , diğer ilahları red ettiğimizi , mü'min kardeşlerimiz ile birlik beraberlik içinde olduğumuzu bu ibadetlere daha sıkı yapışarak göstermek mecburiyetindeyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
2 Ekim 2014 Perşembe
29 Eylül 2014 Pazartesi
Şeytan Kavramının İblis Üzerinden Müşahhaslaştırılarak Anlatılması
Şeytan kelimesi sözlükte; "uzaklaştı" anlamına gelen "şa-ta-ne"
kökünden türemiştir. Bu kelime çerçevesinde yapılan anlatımlar, insan
hayatını derinden etkileyen ve onun Cehennem ile cezalandırılmasına
sebep olan bir durum meydana getirmesi açısından bakıldığında; Kur’an’ın
odak kavramlarından biri olduğu görülür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR
Kur’an’ın anlatım metodlarından birisi; vermek istediği mesajı görsel bir olay şekline sokarak anlatması olup, bu metodu "Adem ve İblis"
kıssasında görmekteyiz. Bu kıssayı sadece yaşandığı zaman ve mekan
içinde değerlendirmeye kalktığımız zaman, verilmek istenen mesaj mâlesef
güme giderek "kıssa içinde dönüp dolaşmak" tâbir ettiğimiz bir
kısır döngü etrafından çıkılamayacaktır. Adem ve İblis kıssasının,
öncelikle Kur’an’ın görselleştirerek anlatma uslubu içinde bir anlatım
yapmış olduğu kavranarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
İblis; Adem kıssasında ortaya çıkan bir aktör olup Şeytan
adını almasına sebep olan olayın ve olay akabinde onun dili üzerinden
yapılan anlatımların çok iyi okunarak, bu düşmanlığın nasıl ve ne
şekilde cereyan ettiği ve bizlere karşı nasıl cereyen edeceği, Adem'in
kandırılması sonucu başlarına gelenler ile kendimiz arasında ortak bir
bağ kurmak gerekmektedir.
Şeytan
kavramının anlaşılması için; İblis karakteri üzerinden verilen
mesajların dikkate alınmasının öncelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu
ile ilgili ayetleri sıralayarak "Şeytanlaşma" sürecine giden yola nasıl
ulaşıldığını görelim.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs (iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn (kâfirîne).
[002.034]
Hani meleklere: Adem'e secde edin demiştik de onlar hemen secde
edivermişlerdi. Sadece iblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden
olmuştu.
BAKARA 34 ayetine baktığımız zaman, İblis'in secde etmeme sebebi "vestekbere" (büyüklenmek) olarak ifade edilmektedir. “EL-KEBİR";
Allah(c.c)’ın esmâsına dahil olan isimlerden biri olması sebebi ile
İblis'in büyüklenmesi demek; Allah'ın isimlerinden birini üzerine almak
istemesi anlamına gelmesi ve bu durumun şeytanlaşması yolunda atılmış
bir adım olduğunu anlamaktayız.
Kur’an’da
bu kelimenin Allah(c.c)’ın dışındakiler için kullanılmış olması;
büyüklenmek sadece ve sadece Allah(c.c)’ın hakkı olmasına rağmen onun
hakkını gasp etmek isteyenlerin, onun esmâsından rol çalmaya
oynadıkları, dolayısı ile "ŞEYTAN" vasfını aldıkları anlaşılır.
1- Şeytanlaşmaya giden yol; "el-kebir"
ismini, Allah(c.c)’ın dışında olan kişi, kurum, kuruluş v.s’nin
sahiplenerek ilahlaşmaya çalışmasından yani "MÜSTEKBİR"leşmesinden
geçer.
Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[007.012]
(Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen
neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın.»
Kıssanın
ARAF Suresi içindeki bölümüne baktığımız zaman; İblis'in secde etmeme
gerekçesinin 12. ayet içinde kendisinin Adem'den hayırlı olduğu ve
yaratılış farkını öne sürdüğü görülmektedir.
Allah(c.c)’ın
yaratmış oldukları üzerinde yegâne hâkim olduğunu düşünecek olursak,
onun kullarına "yapın" veya "yapmayın" şeklindeki bir emrinin, bu emre
muhatap olanlar tarafından herhangi bir yoruma tabi tutularak red
edilmesi yerine "işittik ve itaat ettik" denilerek kayıtsız şartsız yerine getirilme mecburiyeti vardır.
2-
Şeytanlaşmaya giden yol; kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye
dayanarak, Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz
sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)'a sunmak.
Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
[015.033] Dedi ki: «Kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yaratmış olduğun bir insana ben secde etmek için olmadım.»
HİCR
33 ayetinde; secde etmeme gerekçesi olarak yaratılış gayesinin bu
olmadığı gerekçesini ileri sürmektedir. Halbuki Allah(c.c)
yarattıklarını sadece kendisine ibadet etmek için yarattığını beyan
etmektedir. Allah'a ibadet demek; yaratılış amacına uygun ameller
işlemek demek olduğuna göre, İblis bu amacı red ederek isyan edenlerden
olmaktadır.
3-
Şeytanlaşmaya giden yol; yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin
bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen).
[017.061]
Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde
etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.
İSRÂ 61. ayette; diğer ayetlerde gördüğümüz, gerekçe olmadan resmen kafa tutar bir tavır ile emre karşı gelinmektedir.
4- Şeytanlığa giden yol; yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutmak.
Ve
iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne
minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve
zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz
zâlimîne bedelâ(bedelen).
[018.050]
Hani meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'in dışında secde
etmişlerdi. O cinlerden oldu, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı
çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi
edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zalimler için ne
kadar kötü bir değiştirmedir.
KEHF 50 ayetinde; İblis'in secde etmeyerek "Fasık"lardan
olduğu bildirilmektedir. Ayet içinde geçen bu kelimenin; Kur'an
bütünlüğünde geçişleri dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilen
durumun ne olduğu ve bu duruma düşünlerin akıbeti öğrenilebilir.
5- Şeytanlığa giden yol; imân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra, o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk).
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
[020.116] Hani biz meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diretmişti.
TAHA 116 ayetinde; İblis'in secde etmemesi "Ebaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimeyi BAKARA ve HİCR Sureleri içinde anlatılan kıssada da görmekteyiz. Bu kelime, "aşırı derecede kendini uzak tutma, çekinme, ayak direme" anlamına gelmektedir.
6- Şeytanlığa giden yol; kendisine yaratıcısı tarafından verilen bir emre karşı ayak diretmek.
İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne).
[038.074] Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
BAKARA Suresi içindeki kıssada gördüğümüz “İstikbar" (büyüklenme) hali, SAD 74 ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
İblis'in secde etmeyerek "Şeytan" vasfını almasına sebep olan gerekçelerini özetleyecek olursak;
1- Allah'tan rol çalmaya çalışması,
2-
Kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak Allah(c.c)’ın ona
karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu
Allah(c.c)’a sunması,
3- Yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi,
4- Yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutması,
5- İmân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk) olarak anlayabiliriz.
Burada İblis adlı bir varlık üzerinden müşahhaslaştırılan "Şeytan”lığın, yine onun üzerinden nasıl tezahür edebileceği kendi sözleri üzerinden bizlere hatırlatılarak beyan edilmektedir.
[007.016] İblis dedi ki: «Öyle
ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen,
onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
ARAF
16. ve 17. ayetlerde; kullarını nasıl saptırcağının haberini veren
İblis, bu sözlerini nasıl pratiğe geçirdiğini, Adem ile eşini
bulundukları makamdan çıkarılmalarına sebeb olarak göstermektedir.
[7.20-22]
Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek
olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
«Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim» diye ikisine yemin etti. Böylece
onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine
ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe
koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye
seslendi.
Adem ile eşine "size düşmandır"
diyerek haber veren Allah(c.c)’ın bu haberi, Adem ve eşi tarafından
unutulmuş ve Şeytan’ın onlara güzel sözler ile verdiği vesvesenin
kurbanı olarak Şeytan’a uymuşlar ve sonucunda bulundukları makamdan
çıkarılmışlardır.
[007.027]
Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden
sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
ARAF
16 ve 17 ayetlerinde saptırmanın nasıl olacağını, 20. ve 22. ayetler
arası pratiğini bizlere göstererek bu tür taktiklerle bizim sapmamıza
sebeb olacak her türlü unsurdan uzak durmamız öğütlenmektedir.
[004.117-121]
Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve: «Elbette senin kullarından
belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım,
develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim» diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana
taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa
kayba uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık
kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey
va’detmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de
bulamayacaklardır.
[015.039-40]
«Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları
onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların
hepsini saptıracağım» dedi.
[017.062-65]
«Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni
ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum
altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa,
şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle,
gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla
haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim
mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil
olarak yeter.»
[020.120-122]
Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve
çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. Nihayet ondan
yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini
cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi
olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti
ve doğru yola yöneltti.
[038.82-85]
(İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini
mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların
hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki
cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla
dolduracağım.»
Şeytan
kavramının, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak bizlere
anlatılması, bu ismin anlamı üzerinde durmayı gerektirdiğini
düşünmekteyiz. Bu kelime; "aşırı ümitsizlikten kaynaklanan hüzün, keder, tasa" anlamındadır. Bu kelimenin türevleri Kur’an’da şu şekilde geçmektedir.
[030.012] Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler (yublisu).
[006.044]
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını
açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da
umutsuz kalıverdiler (müblisune).
[023.077] Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler (müblisune).
[043.075] Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar (müblisune).
[030.049] Oysa onlar, daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi (müblisine).
Burada şöyle bir soru akla gelecektir; "Allah(c.c)
adını «ümitsiz kalmış» olarak verdiği bir varlığı neden yaratmıştır? O
varlık O’na «Ey Rabbim, beni neden ümitsiz bir varlık olarak
yarattın?» diye sorsa ne cevap verirdi?"
Bu
soruların sorulmasını gerektirebilecek durum, İblis adının ontolojik
bir mahiyeti olduğundan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Allah(c.c),
Cennet veya Cehennem ile cezalandıracağı bir kulunu önceden Cehennemi
garantilemiş olarak yaratmaz. Ona iki yol göstererek hangisine gideceği
konusunda iradesine baskı yapmaz, sadece hangisine giderse o gittiği
yolun neticesini ona haber verip tercihi kuluna bırakır.
İblis
adı ile Adem'in karşısında olan şey ontolojik varlığı olan birisi
olmayan, Şeytan amellerini işleyip, tevbe etmediği takdirde Ahiretteki
sonunun "ümitsiz kalan" yani Cehennem’i hak eden her kişinin adıdır.
Kelimenin geçtiği ayetlere dikkat edecek olursak; Cehennem’i hak edenler
için kullanılmış olması, o hak edenlerin yapmış olduğu ameller ile Adem
kıssası içinde geçen İblis isminin yaptığı ameller ortak olup hak
ettikleri yerin neresi olacağı haber verilmektedir.
Şeytan
kavramı; Kur’an’ın odak kavramlarından birisi olup, kulun yaratıcısına
karşı olan kulluğunu engelleyen her şeye verilebilecek bir isimdir.
İBRAHİM 22 ayeti bu iğvaları yapanların ve kapılanların hallerini tasvir
eden bir çok ayetten biridir.
[014.022]
İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: «Şüphesiz ki Allah size gerçek
olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim
size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım,
siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben
sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden
beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.» Doğrusu zalimler için
acı bir azab vardır!.
ENFAL 48 ayeti; onun insanı kandırma yolunu Bedir harbi örneğinde vererek bizlere anlatmaktadır.
[008.048]
Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve «Bugün insanlardan sizi
yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım» dedi. İki ordu
karşılaşınca da, geri dönüp, «Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin
görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın
azabı şiddetlidir» dedi.
Adem
ve İblis kıssasındaki yukarda verilen ayetlere tekrar göz atacak
olursak; Şeytan’ın insanlara vaadler vererek aldatacağını söylediği
görülür. Bedir harbindeki Müşrik tarafa böyle bir vaadde bulunarak
onları Müslümanların üzerine kışkırtmış, fakat Şeytanın kışkırttığı bu
ordu darmadağın olmuştu. Bunu yaparken Müşrik ordusunun karşısına etten
kemikten oluşan canlı biri olarak çıkmamış, onlara vesvese yolu ile Adem
ile eşine yaptığını tekrarlamıştır. Geri dönüp söylediklerinin bizlere
yönelik mesajının şu şekilde okunması gerektiğini düşünmekteyiz; "Ey
insanlar, size vaadler vererek yaptığınızı güzel gösteren Şeytan, bu
amacına ulaştıktan sonra sizi aldatmış olduğunu kendisi itiraf
etmektedir. Siz aklınızı kullanın, kendinizi Şeytan’a kullandırarak
yarın kıyamet günü cehennem ile cezalandırılmayın".
Sonuç olarak; Kur’an’ın bir çok
ayetinde bize düşman olduğu beyan edilen Şeytan'ın bizi nasıl bir yolla
kandırabileceği, Adem ve İblis kıssası olarak görselleştirilmiştir.
Şeytan, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak muhatapların zihninde
kalıcılık sağlaması ve daha uzun yer etmesi amacı sağlanmaya
çalışılmıştır. Adem ve İblis kıssası olarak Kur’an'ın yedi ayrı
Suresi’nde anlatılan bu kıssadaki baş rol kahramanları, kıyamete kadar
gelecek olan insanların başlarından geçecek olan bir kıssa olup, bu
kıssada bir kısım insan Adem rolünde, bir kısım insan Şeytan rolünde
olacaktır.
Adem
rolündekiler hayatlarının herhangi bir anında Şeytan’a uyup hata
yapabilirler. Eğer hatasını anlayıp tevbe edip dönerlerse Adem olarak
kalırlar, hata edip hatada İblis gibi ısrar ederlerse onlar da
kendilerini ayartan Şeytan’ın ordusunun bir neferi olarak hep birlikte
Cehennemi boylarlar.
Bu
kıssada şahısların kimliklerinden çok, kimlikler üzerinden verilmek
istenen mesajın okunmaya çalışılması gerektiğini, özellikle İblis adı
ile anlatılanın kim olduğundan çok, insan üzerindeki düşmanlık
planlarının okunması ve bu tür düşmanlıkları yapanların ortak adının
"Şeytan" olduğu, bu Şeytanların ve onların yardakçılarının kıyamet günü
"Müblisin"den yani ümidi kesenlerden olacağının bizlere
anlatılmış olduğu bilinmelidir. Bize düşen vazife; Şeytan’ı sadece
Kur'an içinde anlatılan Adem ve İblis kıssası içinde değil, hayatımıza
yön vermek isteyen Müstekbirler’de arayarak, onların düşmanlıklarına
karşı gerekli hazırlıkları yapmaktır.
27 Eylül 2014 Cumartesi
KASAS 57 Ayeti ve Dünya Hayatını Ahiret'e Tercih Etmek
Allah(c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanı geçici bir süre için dünya
adını verdiği yer üzerinde imtihana tabi tutarak, ölümsüzlük diyarı
olan Ahiret'teki yerini hazırlama imkanı vermiştir. İmtihan dediğimiz
olay; adından da anlaşılacağı üzere kolay bir şey olmayıp hayat içinde
zorlu bir süreç anlamına gelmektedir.
Bu
zorlu süreç, kişinin dünya hayatında kendisine verilen geçici meta ile
imtihan edilmesini kapsamakta olup, soruları en zor imtihan sayılabilir.
[003.014]
Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve
develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel
gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek
yerin güzeli Allah katındadır.
Bu ve
benzeri bir çok ayet; dünya hayatının geçici olduğunu, esas kalıcı
hayatın Ahiret hayatı olduğunu, geçici olanın tercih edilmeyerek kalıcı
olanın tercih edilmesi ve dünya hayatında yapılan amellerin Ahiret
endeksli olması gerektiğini bizlere haber vermektedir.
Allah(cc) kendisine kul olması için yarattığı insanın, başka ilahlara kul olmaya yöneldiği zamanlarda, onlara elçiler
göndererek tek İlah olarak kendisinin tanınmasını istemiştir. Elçilerin
bunu tebliğ etmelerinin akabinde, kabul edenler ve etmeyenler olarak
iki gruba ayrılmaları yine Kur'an kıssalarından öğrenilmektedir.
Allah(cc)'ın ilahlığını kabul etmeyenlerın, sahte ilahlarının ortadan kalkmaması için var güçleri ile mü'minlere
saldırarak, onları sindirmek amaçlı her türlü baskıyı yaptıkları da
yine kıssalar vasıtası ile bizlere anlatılmaktadır. Bu durum tâ
Muhammed(as)'in elçi olarak gönderilmesine kadar devam ederek, aynı
şekil baskı ve zulüm Mekkeliler tarafından da icra edilmeye devam
edilmiştir.
İnanmayanların, inananlara karşı her türlü ekonomik ve sosyal baskıyı uygulayarak onları yalnız bırakma yolunu seçmiş olmaları "Mekke boykotu" veya "hüzün yılları" başlıkları altında siyer kitaplarında yerini almıştır.
Hicret adı verilen olgunun, "bir kimsenin herhangi bir ihtiyacını temin etmek için bulunduğu konumu değiştirmesi" anlamı üzerinden hareket edecek olursak; tarih boyunca elçiler ve onlarla birlikte olanlar inandıkları dini yaşayabilmek için müşrik kavimlerini terkederek o beldeden hicret etmişlerdir.
Hicret
olgusu; Muhammed(as) ve ona iman edenler içinde geçerli olup, bunu
Mekke'den Medine'ye giderek yaşamışlardır. Bu şekil bir terketme; mal,
mülk, evlat ve eşten ayrılmak anlamına geldiği için ve "mü'min oldum" demenin bu terki gerektirecek potansiyele sahip olan bir şehirde mutlaka gerçekleşeceği bilinmekteydi.
Mekke'de
inen ayetlerde; belli bir safhadan sonra artık o şehri terketmenin
zamanının gelmeye başladığına dair beyanlar bulunmaktadır. Medine'de
inen ayetlerde ise hicretin artık bir mecburiyet haline gelmesi,
mümin olduğunu beyan edenlerin hicret etmedikleri takdirde mes'ul duruma
düşecekleri beyanı vardır.
[029.056] Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.
[039.010]
De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan korkun. Bu dünyada iyilik
yapanlara, iyilik vardır. Ve Allah'ın arzı geniştir. Yalnız sabredenlere
ecirleri, hesapsız ödenecektir.
[004.097-100]
Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara:
«Ne yaptınız bakalım?» deyince, «Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik»
diyecekler, melekler de: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret
etseydiniz ya!» cevabını verecekler. Onların varacakları yer
cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol
bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.İşte Allah'ın
bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayan'dır.Allah yolunda
hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.
Evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm
gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet
eder.
AL-İ İMRAN 14 ayetinde beyan edildiği
üzere; geçici hayatın metaını terketmek, Mekke'deki bazı insanlara zor
geliyordu. Bu insanlar vahye direk olarak karşı çıkmak yerine, iman
ettikleri takdirde başlarına gelecek olan sıkıntıları bahene ederek iman
etmiyorlardı. KASAS 57 ayeti onların bu durumunu anlatmaktadır.
[028.057]
Dediler ki: Seninle beraber hidayete uyacak olursak, yerimizden oluruz.
Halbuki onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün
toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Ama onların çoğu
bilmezler.
Bir sonraki ayet; bu sözü söyleyenlere karşı müthiş bir tehdit olup, kimsenin servetinin kalıcı olmadı hatırlatılmaktadır.
[028.058]
Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice şehri yok etmişizdir. İşte
yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz
varis olmuşuzdur.
TEVBE 24 ayeti;
ültimatom niteliğinde bir ayet olup dünya malı ile Ahiret arasında kesin
bir tercih yapılması gerektiğini haber vermektedir.
[009.024]
De ki «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız,
elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza
giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan
daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık
kimseleri doğru yola eriştirmez.»
Kur'an ayetleri sadece indiği zaman ve mekana has olmadığına göre, "bugün için bu ayetler bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?" sorusu gündeme gelecektir.
İnsan
fıtratı, mala ve servete karşı meyyal olma niteliğinde yaratıldığı
için; dün, bugün ve yarın aynı şekilde mala karşı zaafı her zaman
olacaktır. İmtihan dediğimiz olgu aynı şekilde devam ederek, sadece
Allah(cc)'a kul olma noktasında denemeye tutulmak kıyamete değin
sürecektir. Allah(cc)'ın dinine karşı olanlar da aynı şekilde dün, bügün
ve yarın inananlara karşı baskı ve zulümde bulunarak onları yerlerinden
etmeye devam edeceklerdir.
İman iddiasında
bulunan bizler bu tür baskılar karşısında Muhammed(as) ve ona
inananların yaptığı gibi; yerimizi, yurdumuzu, servetimizi, evladımızı,
kısaca herşeyimizi feda etmek zorunda kalabiliriz. Denenmenin bir çeşidi
olan bu hicret etme zorunluluğu karşısında eğer KASAS 57 ayetindeki
gibi bir bahanemiz olacak olursa, TEVBE 24 ayeti suratımıza tokat gibi
yapışacaktır.
Dün sokaklarda, dergilerde, gazetelerde "kahrolsun kafir sistem"
türünden sloganlar ile tevhidî bir mücadele peşinde koşan bir kısım
kardeşlerimiz, bugün mevcut iktidarın kendilerine sağladığı bazı
avantajları kullanarak, terketmesi çok zor olacak mal ve servete sahip
oldukları görülmekte olup, servetlerine servet eklemekten başka bir
cihad(!) yapmamaktalar ve eskiden yapmış oldukları mücadeleleri anılarda
kalmış ve torunlarına bile anlamaktan çekindikleri şeyler olmuştur. Bu
satırları yazan kişi kendisi bu tür bir servete kavuşamadığı için
eskileri eleştirmemekte; eğer o da böyle bir mal edinmeye başkoysaydı
mutlaka hatırı sayılır bir mal sahibi olurdu.
Sonuç olarak; iman etmek
demenin sadece dilde olmadığı, bu iddianın ispat isteyeceği ve bu
ispatın, en zor olan mal ve can ile verilebileceği müteaddit Kur'an
ayetlerinde bizlere beyan edilmiştir. Sadece mal ve servete zarar
geleceği kaygısı ile Allah(cc)'ın bizler üzerindeki bir takım
emirlerinin göz ardı edilerek, tatlı su müslümanlığının bizlere
Ahiret hayatında hayırlı sonuçlar sağlamayacağı bilinmelidir.
Müslümanlar olarak geçici dünya hayatına olan sevgimiz, bizleri hiç bir
zaman Ahiret hayatını terk ettirmemelidir. Böyle bir terk edişin hesabı
yine bir çok Kur'an ayetinde bizlere haber verilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
25 Eylül 2014 Perşembe
Musa (a.s) Kıssası ile İlgili Genel bir Değerlendirme
Kur'an
kıssaları; taşıdıkları mesajlar itibarı ile "Tevhid" ve "Şirk"in
kıyamete kadar olacak mücadelesinin, Muhammed(as) öncesi elçiler ve
kavimleri arasında nasıl cereyan ettiğini canlı biçimde gösteren ve bu
mücadelenin içindeki aktörler olan "Mü'min" ve "Müşrik"lere vaad edilen
karşılık önerisinin boş bir iddiadan ibaret olmadığını gösteren yaşanmış
anlatımlardır.
Musa(as)
kıssası, Kur’an'da en fazla yer tutan kıssa olması itibarı ile bizlere
bir çok mesaj vermektedir. Musa(as) kıssasında öne çıkan aktörleri;
1. Firavun,
2. Haman,
3. Karun,
4. Askerler,
5. Sihirbazlar,
6. İsrailoğulları,
7. Samiri,
8. Asa, olarak sıralamak mümkündür.
Bu
aktörlerin üzerinden yapılan anlatımları sadece yaşadıkları zaman
içinde düşünerek ileriye dönük mesajlar taşımış olması bakımından
okumayacak olursak, kıssalar sadece "eskilerin masalları"na
dönüşür. Musa(as) kıssasındaki bu aktörler ile ilgili anlatımları ayrı
ayrı başlıklar halinde değerlendirerek, onlar üzerinden verilmek istenen
mesajları anlamaya çalıştığımız takdirde, onlarca ayrı başlık altında
yazılabilecek bir çok konu başlığı çıkacaktır.
Musa(as) kıssasını;
1. Firavun ile olan mücadelesi,
2. İsrailoğulları ile olan mücadelesi şeklinde iki ana başlık altında değerlendirmek mümkündür.
Firavun
ile olan mücadelesini; Allah(cc) tarafından sadece kendisine kul olmak
için yarattığı insanın eline güç, servet ve iktidar geçince nasıl "Müstekbir"leştiğinin, yönetimi altındaki insanlara karşı nasıl zalim olabileceğinin, ezilen "Müstaz'af"ların
bir zalimi nasıl devirebileceklerinin ipuçlarının verilmesi açısından
evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
İsrailoğulları ile olan mücadelesini ise; insanın nasıl nankör olabileceği, "Müstaz'af" iken "Müstekbir"lerin elinden kurtulmalarının onlar için bir ibret olmaması, "Müstaz'af" iken onları kurtaranı unutarak "Müstekbir"leşerek
arz üzerinde hakim olan yasalar gereği başlarına neler geldiğini
okuyarak, bu yolu takip edenlerin akıbetlerinin ne olacağı açısından
evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.
1. FİRAVUN İLE OLAN MÜCADELE
[28.4-6]
Şüphe yok ki, Firavun o yerde yükseldi ve ahalisini bölük bölük etti,
onlardan bir tâifeyi zayıf düşürmek istiyordu. Oğullarını boğazlıyordu,
kadınlarını da berhayat bırakıyordu. Muhakkak ki o müfsitlerden
olmuştu.Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları
önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun,
Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri
göstermek istiyorduk.
KASAS
4 ve 6 ayetleri; Musa(as) kıssasının, Firavun ile olan mücadelesi
kısmının bel kemiğini oluşturan ayetlerdir. Firavun ve kıyamete kadar
gelecek olan çağdaş “Firavunlar"ın yıkımlarının nasıl bir yasaya tâbi olarak gerçekleştiği, onun denizde boğulmasına kadar varan süreç içinde anlatılmaktadır.
Firavunların
yıkımının yasası; onların zulmü altında inleyen mazlumların, onları
yıkmak için gerekli olan çabayı göstermeleri sonucunda olduğu, bu
çabanın nasıl olması gerektiği YUNUS 87 ayetinde anlatılmaktadır.
[010.087]
Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir
takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun !
Bir de mü'minleri müjdele!
İsrailoğulları,
Mısır’da zulme uğradıkları süre içinde elleri kolları bağlı olarak
sadece Musa(as)'a güvenselerdi, bu zulumden kurtulmaları asla mümkün
olmazdı. Kurtuluş; hep birlikte çabalayarak gelmiş ve zalimler helak
olmuştur. Musa(as) kurtuluş sürecini koordine eden bir önder olarak
önemli bir konuma sahiptir ve bu tür önderlik her devir içinde olması
gereken bir kurum olup, mazlumların örgütlenerek başkaldırması ve
başarıya ulaşması için gereklidir.
Kıssa
ile ilgili anlatımlarda, bu olayların sanki çok kısa bir zaman içinde
olmuş gibi bir izlenim vermesine rağmen kurtuluş; uzun yıllar içine
yayılan bir mücadele sürecinde gelmiştir. Denizin ortadan ikiye
ayrılarak İsrailoğulları’nın kurtulmasının sağlanmasının sıradışı bir
olay olması; böyle bir olayın bir daha gerçekleşeceği anlamına gelmez.
Böyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini söylemek; Allah(cc)'nin kullarına
yardım etmeyeceği anlamına da gelmez.
Denizin
yarılması üzerinden verilen mesaj; Allah(cc)’nin, zulümden kurtulmak
için en üst seviyede gayret gösteren kullarına vermiş olduğu, onları
zalimler elinden kurtarma sözünün gerçek olduğunun canlı bir ifadesidir.
İsrailoğulları’nın kurtuluşu; denizin yarılması ile gerçekleşmesine
rağmen, daha önceki yıllar içinde yapılan kurtuluş faaliyetlerinin,
Allah(cc)’nin kullarına ve elçilerine söz verdiği onları zalimlerden
kurtarma sünnetinin, kullara düşen kısmını yerine getirmeleri sonucunda
gerçekleşmiştir. Allah(cc) zalimlerin yıkılarak mazlumların iş başına
geçmesi için bir takım yasalar koymuş ve bu yasalara tabi olarak
çalışıldığı takdirde kullarına yardım edeceğine söz vermiştir. Denizin
yarılma olayı mazlumlara verilen bu sözün lafta kalan bir söz
olmadığının açık bir göstergesidir.
2. İSRAİLOĞULLARI İLE OLAN MÜCADELE
Ancak
mazlumlar zalimlerin elinden kurtulduktan sonra rol değiştirip, zalim
rolune soyunacak olurlarsa; aynı yasalar bu sefer dünkü mazlum bugünkü
zalimlerin üzerinde de işleyecektir. İsrailoğulları’nın denizin karşı
kıyısına geçtikten sonra yapmış oldukları nankörlükler yüzünden
başlarına gelenler, bu yasanın sadece onlara değil evrensel olduğu ve
bütün zalimlere uygulanacağını göstermektedir.
Denizin
öte yanına geçtiklerinde müşrik bir kavme rastlayan İsrailoğulları,
Musa(as)'dan o kavmin putları gibi bir put yapmasını istemiş, Tur
Dağı’na 40 günlük bir süre için çıkmasını fırsat bilenler hemen buzağı
heykeli yapıp “Musa'nın ilahı bu fakat unuttu" diyerek halkı
aldatmışlar (ARAF 137, 148), kesmeleri gereken ineği kırk dereden su
getirerek kesmişler (BAKARA 67-74), kendilerine nimet olarak sunulanları
beğenmeyerek daha başka yiyecekler istemişler (BAKARA 61), girmeleri
istenen şehre girmeyi red ederek "sen ve Rabbin gidin savaşın” demiş ve Musa(as)'ı yalnız bırakmışlardır.
Kur'an
genelinde, daha bir çok nankörlük örnekliklerini gördüğümüz
İsrailoğulları; prototip bir kavim olarak mazlum iken zalimleşenlerin
nasıl bir sona uğradığının canlı örneği olarak karşımızdadır. İSRA 2-8
ayetleri; bu kavim üzerinden ulusların yükseliş ve düşüşlerinin
yasasının nasıl gerçekleştiğini bizlere göstermektedir.
Bugüne gelecek olursak; ezilen mazlumlar, ezen zalimlerin tasallutundan kurtulmak için Musa(as) ve İsrailoğulları gibi "Mısır direnişi"
diyebileceğimiz bir örnekliği Kur’an'dan okumak zorundadırlar. Zalimler
mazlumlara en ağır baskıları revâ görebilirler. Bu da zalimin zalim
olmasının bir gereğidir. Eğer mazlumlar bu zulme seyirci kalarak, sadece
birilerinin gelip onları kurtaracaklarını umarlarsa; zulümden
kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır.
Burada önderlik
dediğimiz olgu büyük bir önem taşımaktadır. Örgütlenmeden, başıbozuk
bir şekilde, bölük börçük parçalar halinde yapılan zulme başkaldırı
hareketleri meyvesini vermez. Aksine zalimlerin ekmeğine yağ sürer.
YUNUS 87 ayetinde emredilen hareket süreci; önemli bir süreç olup,
çileli ve meşakkatli bir yolculuktur, sabır isteyen bir süreçtir.
Liderlik vasıflarına haiz olan kimsenin bu işin ehli olmasının ve emri
altında olan farklı karakterdeki insanları yönetmesinin kolay bir şey
olmadığı malumdur. Musa(as)’ın; bir yöneticide olması gereken baskın ve
sert bir karakterde olması, bu işi başarmasında önemli bir rol
oynadığını düşünmekteyiz.
[007.129]
Kavmi de ona: «Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da işkenceye
uğratıldık.» dediler. O da: «Umulur ki, Rabbiniz hasımınızı helak edip
de sizi yeryüzünde halife kılacak ve sizin nasıl işler yapacağınıza
bakacaktır.»
ARAF
129 ayeti; direniş süreci içinde olması muhtemel bazı sabırsızlık
örneklerinin nasıl bertaraf edilebileceğinin ipuçlarını vermesi
bakımından önemli mesajlar taşımaktadır. Her topluluk içinde o topluluğa
ayak bağı olabilecek düşünceler ve kişiler mutlaka çıkacaktır.
Özellikle Medine’de nâzil olan ayetlerde ortaya çıkan, savaştan geri kalanların iki farklı karakter taşıdıklarını görürüz;
1. Müslüman olmasına rağmen savaşın zorluğuna katlanmaya cesaret edemeyen tip,
2.
Menfaatleri doğrultusunda iman etmiş görünen fakat iman etmeyen, her
defasında Müslümanların tekerine çomak sokmaya çalışan münafık tip.
Bu iki tipi biribirinden ayırmamızı sağlayan ayetler bir toplum içinde olması muhtemel tipleri anlatmaktadır.
İsrailoğulları
içindede bu tip insanlar olmasına rağmen liderlik vasıflarını son
derece iyi kuşanmış olan Musa(as), bu tür sıkıntılı durumları
yönetmesini bilerek İsrailoğulları’nın kurtuluş sürecini ustalıkla
yönetmiştir.
Sonuç
olarak; Kur'an kıssaları içinde önemli bir hacmi olan Musa(as)
kıssasını, iki ana başlık altında değerlendirmeye çalıştığımız takdirde;
onlarca alt başlık açılarak gündem edilmesi gereken konular çıkacak
kadar geniş ve evrensel mesajları olan bir kıssadır. Firavun ve
yandaşları olan aktörlerin nasıl bir süreç içinde yıkılmış olduğu, yine
kıssa içindeki ayetlerin okunması ile bizlere öğretilerek, bizlerin
bundan sonraki zalimleri yıkma çalışmalarında örneklik olarak
sunulmuştur.
Mazlumların
zulümden kurtulduktan sonra zalim rolunü üstlenmeleri, bu sefer onların
yıkımlarını beraberinden getirmiş olması, Firavun zulmünden
kurtulduktan sonra zalimleşen İsrailoğulları üzerinden canlı olarak
bizlere anlatılarak aynı yolu izlemememiz hatırlatılmaktadır.
Musa(as) kıssası okunurken bu tür bir değerlendirme ile okunacak olursa, kıssalar üzerinden verilmek istenen Tevhid ve Şirk
mücadelesinin aktörlerinin, sadece yaşamış bitmiş şahıslar olmadığı,
evrensellik taşıyan bir karaktere sahip olduğu görülerek, Kur’an’ın
yaşanan zamana hitap eden beyanları olduğu görülecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
--
22 Eylül 2014 Pazartesi
Nuh(as)'ın 950 Yıllık Sabrı ve Yunus(as)'ın Sabırsızlığı
Kur'an
kıssaları, taşıdıkları mesaj itibarı ile evrensellik taşıyan anlatımlar
olup; yaşandığı zaman ve mekana hapsedilerek anlaşılmaya çalışıldığı
takdirde, anlatımlardan alınması gereken ibretlerin alınamamış
olacağını, kıssalar konusu ile ilgili yazılarımızda özellikle
vurgulamaya çalışmıştık.
Kur'an'ın, Muhammed(as)'a vahyedilmesine başlanır başlanmaz, ona tebliğ sürecinde zorluklarla karşılacağı haberi verilerek "Balık sahibi gibi olma"
(KALEM 48) buyurulmaktadır. Yunus(as)'ın örnekliğinde, tebliğ sürecinde
başına gelen ezâlara katlanamayarak kavmini terketmesi ve bunun
sonucunda balık tarafından yutulması ve pişmanlık göstererek tevbe
etmesinin ardından yeniden elçi olarak kavmine geri döndürülmesi ve o
kavmin ona iman etmesi, ENBİYA ve SAFFAT Sureleri'nde anlatılmaktadır.
Nuh(as)
da; kıssası bir çok surede anlatılan bir elçi olması nedeniyle, onun
kıssası da ibret vesikaları ile doludur. Onu diğer elçilerden ayıran
özelliği ANKEBUT 14 ayetinde "Andolsun ki; Biz, Nuh'u, kavmine
gönderdik. Aralarında elli yılı müstesna olmak üzere bin yıl kaldı.
Sonunda onlar, zulme devam edip dururken kendilerini tufan
yakalayıverdi." şeklinde buyurulmasıdır. Bu ayet içinde Nuh(as)'ın 950 sene kavmi içinde kaldığı beyan edilmektedir.
Bu kadar sene kalmasını "olmaz öyle şey, yıl değil olsa olsa aydır"
olarak mı, yoksa bu kadar kalmış olmasının bizlere anlatılmasının
sebebini sabır olgusu açısındanmı okumak lazımdır? Öncelikle birinci
iddia üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Kıssaları
mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve
mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma
yöntemi içinde okunan Yunus(as) kıssasında, "balık Yunus'u değil, Yunus balığı yutmuş olabilir" veya "böyle bir olay hakiki; olarak değil, olsa olsa mecazdır mecaz"
denilerek geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu daha önceki
yazılarımızda anlamaya çalıştığımız için daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Kıssaları
mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve
mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma
yöntemi içinde okunan Nuh(as) kıssasında; onun kavmi içinde 950 yıl
kalmış olması bir insan ömrünün bu kadar uzun olamayacağından hareketle
yıl yerine ay olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürenlere
rastlamaktayız.
Sümerler'in kullandıkları takvimde yıl olmadığı, 29-30 günlük sürenin "yıl"
olarak adlandırıldığından hareketle Nuh(as)'ın yaşadığı sürenin, 1000
aya tekabül eden yıl kadar yaşamış olması gerektiği dile
getirilmektedir.
Bu düşünceleri sahiplenen kişilerin özellikle Kur'an dışı bilgiler olan Hadis ve Sünnet'e olan karşı tutumları "sadece Kur'an" söylemini dillerinden düşürmediklerini görmekle birlikte, Sümerler'in kullandıkları takvim üzerinden Kur'an'da geçen "a men" (yıl) kelimesini rivayetlere vurarak anlama gayretinde olmaları kendileri için ne yaman bir çelişkidir.
Nuh(as);
950 sene değil de çok uzun yıllar kalmış olsaydı, Kur'an bunu o şekilde
söylerdi. Ama net olarak yıl adedi vermesi; onun ne kadar sabır
gerektiren bir sürece katlanmış olduğunun görülmesi içindir.
"Sadece Kur'an"
demenin içini doğru olarak doldurmak istiyorsak, bu kelimenin geçtiği
şu ayetler bizlere gerekli bilgiyi verecek ve Sümerler'in kullandığı
iddia edilen takvim rivayetlerine itibar etmenin ne kadar yanlış olduğu
görülecektir (2.259- 9.126-12.49-9.37.28-31.14).
"Essabru" kelimesi "nefsi; aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde bazı şeylerden hapsedip alıkoymak" anlamındadır. Muhammed(as)'a tebliğ sürecinde karşılaştığı sıkıntıları dışa vurmadan içinde saklaması "sabır" kelimesi ile ifade edilen ayetlerde görülmektedir.
[Ahkaf s. 035]
Artık sabret, resûllerden azim sahiplerinin sabrettiği gibi ve onlar
için acele etme. Sanki onlar vaadolunduklarını görecekleri gün,
gündüzden bir saatten başka durmamışlar gibi olacaklardır. (Bu) Bir
tebliğdir, fâsıklar olan kavimden başkası, helâke uğratılacak mıdır?
[Yunus s.109] Sana vahyedilene uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir.
[Hud s. 049]
İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce
onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç
(sabredip) sakınanlarındır.
[Hud s.115] Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette zayi etmez.
[Nahl s.127] Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de endişe etme.
[Kehf s.28]
Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber
sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o
kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde
aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.
[Taha s.130]
Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce
Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et
ki Rabbinin rızasına eresin.
[Rum s.60] Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir. Kesin olarak inanmayanlar seni hafife almasınlar.
[İnsan s.24] Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma.
[Müzzemmil s.10] Başkalarının sözlerine sabret ve onları güzel bir terkedişle terket
Muhammed(as)'ın
tebliğ sürecince karşılaştığı sıkıntılara sabretmesini öğütleyen
ayetler Kur'an'ın bir çok suresinde mevcuttur. Bu öğüt ile birlikte
Muhammed(as)'a; kendinden önce geçen elçilerden olan Yunus(as)'ın bu
öğüdü yerine getirmediği için başına gelenler anlatılarak, bir çeşit
tehdit verilmektedir. Nuh(as)'ın yaşadığı hayat süresinden örnek
verilerek ne kadar sabırlı olduğu ve bu uzun zaman içinde ona ne kadar
az kişinin iman ettiği anlatılarak ümitsizliğe düşmemesi
öğütlenmektedir.
Aynı öğüt ve tehditler bizler
için de geçerli olup, Allah(cc)'nin dinini yaşama noktasında karşımıza
çıkacak olan zorluklara katlanmak gibi bir mecburiyetimiz olduğu
vurgulanarak, bunun tersi bir eylemin Yunus(as)'a verilen ceza gibi
karşılık bulacağı bizlere anlatılmaktadır.
Sabır
kelimesinin içeriğinde; başa gelene ses etmemek veya taviz vererek
kendisini bazı zararlardan korumak şeklinde bir durum asla yoktur. Mekke
sürecinde yapılan sabır örneği; başa gelen ezalara sabretmei emretmekle
birlikte, süreç içinde din konusunda kimse ile taviz pazarlığı
yapılmaması, onlardan küçük bir adım için herhangi bir şekilde asla
taviz verilmemesi, onlardan da hiç bir şekilde taviz kabul edilmemesi
emredilmektedir.
Günümüzde Türkiye
Müslümanlarının bir kısmının mevcut iktidar tarafından bir takım
tavizler ile susturulmuş olması, din konusunda yapılan en büyük
stratejik hatalardandır. Dün "İslam devleti" sloganları ile ortalığı çınlatan bir kısım Müslüman, bugün "yoksa siz hala ordamısınız?"
diyerek, eski söylemlerin artık değerini kaybettiği ve bugün mevcut
iktidarın verdiği tavizlerin yeterli olduğu düşüncesini taşıyor olması,
bu yolda sabredilmemiş olması ve Yunus(as) gibi tebliği terkedip kaçmak
anlamına gelmektedir. Tabi ki hiçbir şey bitmiş değildir; Muhammed(as)'a
tebliğ sürecinde inen ayetler doğrultusunda yeniden bir düşünce
ihtilali yaparak, bu yanlıştan kurtulmak ve Yunus(as) kavminin misali
hedefe ulaşmak mümkündür.
Sonuç olarak;
kıssalardaki yaşanmışlıklar vasıtası ile bizlere örnek olarak gösterilen
Elçilerin yaşantıları, Nuh(as)'ın sabır örneği, Yunus(as)'ın
sabırsızlık örneği olarak karşımızdadır. "Parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak"
misali, okunan kıssalarda bu Elçilerin başlarından geçenlerin bizler
için örnek teşkil edip etmediği sorusunun cevabı aranmadan, sadece
yaşanmışlık içindeki bazı sıra dışı olayların akla uydurulmaya
çalışılması ve bunun için dışardan alınan rivayetlerin delil
gösterilmesi traji-komik bir durumdur. Kıssaları mesaj içerikli olarak
yapılan bir okumada, Yunus(as)'ın balık tarafından yutulması, Nuh(as)'ın
950 sene tebliğ de bulunması; "sadece Kur'an" söylemine uygun
olarak Kur'an dışı bilgiler ile değil, Kur'an içi bilgiler ile
okunduğunda ibret ve örneklik olarak bizlere, yürüdüğümüz yolda
karşımıza çıkacak olan engelleri nasıl aşmamız gerektiğinin püf
noktalarını vermiş olduğu görülecektir.
Nuh (a.s) kaç yıl yaşadığının anlatılma sebebini onun inkarcı kavminin karşısında gösterdiği sabır örneğini önce Muhammed (a.s) ve onunlar birlikte olan ashabının bu örneği dikkate alması, sonra bu örneği kıyamete kadar gelecek olan Müslümanların dikkate alarak sabır konusuna dikkat çekilmesi açısından okuduğumuz zaman, gereksiz tartışmaların da önü alınmış olacaktır.
Nuh (a.s) kaç yıl yaşadığının anlatılma sebebini onun inkarcı kavminin karşısında gösterdiği sabır örneğini önce Muhammed (a.s) ve onunlar birlikte olan ashabının bu örneği dikkate alması, sonra bu örneği kıyamete kadar gelecek olan Müslümanların dikkate alarak sabır konusuna dikkat çekilmesi açısından okuduğumuz zaman, gereksiz tartışmaların da önü alınmış olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
20 Eylül 2014 Cumartesi
İnsanlığın Kadim Ritüeli "Kurban"
İnsan; yaratılış itibarı ile kendisine sığınabileceği ve
başkasından gelecek tehlikelere karşı korunabileceği bir varlığın
himayesinde olduğunu hissetmek ister ve bunları hissettiği varlığa karşı
bir takım "ritüel" dediğimiz törenler icra eder. "Kurban"
adı verilen yakınlık takdimleri de bu duygudan kaynaklanarak "İlah"
olarak kabul edilen varlığa karşı yapılan bir takım sunumlardır.
"Beyt" kelimesinin "gece karanlığından ve tehlikeden sığınılan yer" anlamına gelmesinden hareketle, "Beytullah" teriminin ne demek olduğu daha doğru anlaşılacaktır. Kur'an'ın "Zulumat"
(karanlık) kelimesini mecaz anlamda kullanmış olması, insanların küfür
karanlığından ve tehlikesinden sığınmaya ihtiyaç duyduğu bir yer olması
gerektiğinden hareketle; Mekke'deki "Kâbe"nin bu isimle anılarak
oradaki yapıya karşı yapılan bir takım ritüellerin bu sığınışın bir
ifadesidir. Bu izahı yapma sebebimiz; yazımızın konusu olan kurban
ibadetinin Kabe ile olan bağı olup, yazımızın ilerleyen bölümlerinde
ilgili ayetleri örnek vererek konu ile bağını anlamaya çalışacağız.
"Kurban" kelimesi; "yakın olmak", "yaklaşmak", "yakınlık" anlamına gelen "karebe" kelimesinden türemiştir. Kur'an'da geçen bu tür yakınlık gösterisi; "Adem'in iki oğlunun kıssası" adı altında, MAİDE 27-32 ayetleri arasında anlatılmaktadır.
İbrahim(as)'in
müşrik kavminden kurtulduktan sonra, hayatının ikinci kısmı
diyebileceğimiz bölümler; BAKARA, İBRAHİM ve HACC Sureleri'nde
anlatılmaktadır. Hayatının bu bölümünde, insanlar için ilk kurulan evin
temellerinin olduğu (3:96) topraklara gelen atamızın, buraya geliş
sebebini İBRAHİM 35-41 ayetleri arasında görmekteyiz. BAKARA 124-129
ayetleri arasında, oğlu ile Beyt'in temellerini yükselten
İbrahim(as)'in; 128. ayette "Rabbimiz ve menasıkımızı (ibadet yöntemlerimizi) göster" şeklindeki duasını görmekteyiz.
"Menasık" kelimesi; "neseka" kelimesinden türeyen, "yeri ıslah için gübrelemek", "elbiseyi suyla yıkayıp temizlemek", "eve gelmek" gibi anlamları olan bir kelimedir. "Mensek" kelimesinin "Neseka" kelimesinin "zaman ve mekan ismi"
sigasından türemiş olması, zamanlı ve mekanlı bir ibadeti çağrıştırmış
olduğunu göstermektedir. Istılahi olarak; zamanlı ve mekanlı bir ibadet
olan "Hacc" ve orada yapılan ritüeller için kullanılmıştır. Toprağı
gübrelemek ve elbiseyi temizlemekten hâsıl olması istenen muradı
düşünecek olursak, kelimenin lûgat anlamı ile ıstılah anlamı arasında
bir benzerlik kurmak mümkündür.
Hacc ibadeti; "Beyt" kelimesinin anlamından hareketle Mekke'deki "Beytullah" etrafında yapılan bir takım sembolik hareketlerin toplamından ibarettir. Küfrün karanlığından ve tehlikesinden "Allah'ın evi"ne sığınmanın ifade ettiği anlamın şuur boyutunu düşüncek olursak, bizler için çok şeyler ifade ettiği görülecektir. Oradaki "Beyt"e
karşı olan tazim hareketlerinin, bu şuurun bir dışa vurumu olduğunu
bilen hacılar artık sadece İlah olarak Allah(cc)'ı bilmek gerektiği,
sahte ilahları red etmek demek olduğunu, şeytanları alkışlamanın yanlış
olduğunu göstererek onları recm ettiğini İlah olarak kabul ettiği
varlığa bir nevi deklere eder.
"Kurban" ritüelinin Hacc ibadeti içinde yapılması gereken bir amel olduğu ilgili ayetlerin beyanından anlaşılmaktadır.
[022.034]
Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak
verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte
sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen
alçak gönüllü olanlara müjde ver.
[022.036]
Ve develeri de sizin için Allah'ın şeâirinden kıldık. Sizin için
onlarda hayır vardır. Artık onların üzerlerine birer ayakları bağlı,
üçer ayakları bağlı, üçer ayakları üzerine kâim bulundukları halde
Allah'ın ismini zikredin. Yanları üzerine yere düşünce de artık
etlerinden yeyin; haline kanaat edip istemeyene de ve isteyene de
yediriniz. Onları size öylece musahhar kıldık, tâ ki şükredesiniz.
[022.067] Biz her ümmete bir ibadet-tarzı (Mensek) kıldık, onlar
bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in) de seninle
çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidayet
üzerindesin.
Bu ayetleri okuyunca şöyle bir soru akla gelecektir; "kurban ibadeti Hacc mekanına has bir ibadet ise, bu mekan haricinde kesilen kurbanların durumu nedir?".
Ayetlerin
bize verdiği mesajdan anlaşıldığı üzere, yapılan bu kurban ritüeli
Mekke şehri sınırları içinde yapılan Hacc ibadetinin bir rüknüdür.
Mesela; bu hac rüknünün içinde olarak yapılan şeytan taşlama ritüelini,
herkes kendi beldesinde bir meydana kurduğu taşlama mekanında yapsa,
bunun Hacc mekanı haricinde yapılması gibi bir durum olmadığı için ne
gibi bir değeri olabilir (şeytan taşlamanın gerekli olup olmamadığı
tartışması bir tarafa, sadece misal olarak verilmiştir)?
Kurban
ritüeli de aynı şekilde belirli zaman ve mekanda icra edilmesi
gerektiği için; Hacc mekanı dışında yapılan bu ritüelin vucub noktasında
bir gereği yoktur. Bunu söylerken, yapılmasının herhangi bir vebali
olduğunu söylemek istemiyoruz ancak insanların bu ibadeti bir vucubiyet
olarak algılayarak yapmasını veya borca girme pahasına bu ibadeti icra
etmesinin herhangi bir gereği olmadığını ifade etmek istiyoruz.
Bardağın
dolu tarafını görme açısından şunları söylemek mümkündür; bugün
ülkemizdeki yardım kuruluşları vasıtası ile organize edilen kurban
kesimleri, halkının ihtiyaç içinde olduğu ülkelerde yapılarak oradaki
muhtaç insanlara faydalı olmaktadır. Ancak istisnaları olmakla beraber
ülke içinde bu ibadeti yerine getirenlerin bir çoğu olayın, şuur
boyutundan mahrum bırakarak sadece et yemek üzerine bir ritüeli(!) ifâ
etmektedir.
Bu denemenin perde arkasına baktığımız zaman; İbrahim(as)'in en
sevdiğini Allah(cc) için kurban etmeye kalkmasının arkasında;
Allah(cc)'a olan kulluk bilincinin evlat sevgisinden daha ağır basmış
olduğu görülür. Bizler bu olayı yâd ederek, bizimde en sevdiğimizi onun
yolunda harcamaktan çekinmeyecemize dair bir gösteri sunmuş olmaktayız.
Bugün
yapılan bu eylemin zaman içinde boyutunun et yemek ritüeline(!)
dönüşmüş olması, bu olayın yeniden şuur boyutunun ayağa kaldırılmasını
ve tevhîdî bir boyuta dündürülemesi gereğinin aciliyetini
göstermektedir.
İbrahim(as)'in duasına
karşılık Mekke'nin bir Hacc mekanı olması ve orada Allah(cc)'a olan
kulluk şuurunun sembolik hareketler ile ifade edilmesi olayı; zaman
içinde şekil değiştirerek şirk unsurların karıştığı bir ibadet haline
gelmiştir. Hacc ibadeti içinde yapılan kurban kesimi, Kabe içinde
bulunan putların adı anılarak kesilir olmuş ve bu durum Allah(cc)
tarafından "şirk" olarak vasıflandırılmıştır. Kur'an içinde
birçok ayet, bu eylemin yanlışlığına vurgu yaparak; bu tür kesilmiş olan
hayvanların etlerini "haram" olarak nitelemiş ve kesilen hayvanın "helal" olması için putların adının anılmış olmaması ve Allah adı anılmış olması esasını getirmiştir.
Sonuç
olarak; genel olarak ana hatları ile ifade etmeye etmeye çalıştığımız
kurban ibadeti, insanlığın ilahına karşı olan bir fedakarlık
gösterisinin bir dışa vurumu olup, zaman içinde şirk unsurları
karıştırılarak olması gereken yönünden çevrilmiştir. Kur'an bu durumu
yeniden olması gereken boyutuna çevirmesine rağmen, bu ibadet zaman
içinde geleneksel bir hale gelmiş ve yine şuur boyutundan başka bir yöne
çevrilerek et yeme ritüeli haline getirilmiştir.
"Nusuk" kelimesinin "zamanlı ve mekanlı bir ibadet"
anlamından hareketle; bu ibadet sadece hacc mekanı ve zamanı dahilinde
icra edilmesi gerekmekte olup, bu mekan ve zaman haricinde ifâ
edilmesinin herhangi bir vucubiyeti olmamakla birlikte, sadece birlik ve
beraberliği güçlendirme açısından faydalı olduğunu düşünmekteyiz.
Kişilerin kendilerini böyle bir yükümlülük altına sokarak kredi kartı
vb. işlemlerle bunları yapmasının hiç gereği yoktur.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR
16 Eylül 2014 Salı
Kasas s. 4.ve 5. Ayetlerini Türkiye Örneği Üzerinden Okumak
Musa(as)
kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutması itibarı ile mesaj taşıyan
kıssaların başında gelmektedir. Musa(as)'nın kavmi olan İsrailoğulları
prototip bir kavim olarak Kur'an'da yerini bulmuş, müstaz'af ve
müstekbirlerin, arz üzerine konulmuş olan yasalar gereği nasıl başarıya
ulaştıkları veya nasıl fesadlarına son verildiği, bu kavim üzerinden
yaşanmış canlı örnekleri ile anlatılmıştır.
İsrailoğulları kavmini;
1- Müstaz'af oldukları zamanlar (Firavun zulmü altında inledikleri zamandan, denizin karşı kıyısına kadar geçen zamana kadar),
2- Müstekbir oldukları zamanlar (denizin karşı kıyısından, tâ ki Müslümanlar ile karşılaştıkları Medine'ye kadar)
şeklinde
iki ayrı bölüm başlığı içinde inceleyerek, Allah(cc)'ın koymuş olduğu
yasaların işleyişlerinin canlı örneklerini bu kavim üzerinden
okuyabiliriz.
Allah(cc)'ın koymuş olduğu
yasaların işleyişinin bu kavim üzerinden anlatılması demenin, bu
yasaların sadece bu kavme özgü bir işleyişi olduğu zannedilmemelidir.
İsrailoğulları'na uygulanan zulmü veya İsrailoğulları'nın yaptığı fesadı
yapan bütün uluslar ve iktidarlar yasa gereği yıkılmaya mahkumdur.
KASAS
4 ve 5 ayetleri; müstekbirlerin Firavun'un şahsında nasıl yıkıldığı,
müstaz'afların İsrailoğulları şahsında nasıl bir yasa ile feraha
çıktıklarının anlatıldığı ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an
kıssaları sadece yaşanmış bitmiş hikayeler olarak okunduğunda, Kur'an'ın
bu tür mesajlarını maalesef anlama imkanı yoktur.
İsrailoğulları'nın Firavun zulmü altında inlediği zamanı
hatırlayacak olursak; Kur'an ayetlerinden anlaşılacağı üzere, onlara
büyük bir soykırım uygulanmakta idi. Musa(as) ve kardeşi Harun(as);
kavimlerini Firavun zulmunden kurtarmak için Allah(cc) tarafından
gönderildiler. Firavun bu elçilerin itaat isteklerini red ederek
sihirbazları ile Musa(as)'yı düelloya davet etti ve sonuç olarak
sihirbazlar "Musa(as) ve Harun(as)'un rabbine iman ettik" diyerek
secdeye kapandılar. Bunu takip eden olaylarda İsrailoğulları'na yeniden
bir soykırım başlamış ve yıllarca süren büyük bir sıkıntı ile karşı
karşıya gelmişlerdir.
Yıllar süren bu dönem içinde nasıl bir strateji takip ederek çalışmaları gerektiği YUNUS 87 ayetinde şöyle beyan edilmiştir;
[010.087]
Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir
takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun!
Bir de mü'minleri müjdele!
Allah(cc)'ın
İsrailoğulları'na vahyetmiş olduğu bu çalışma şekli, zulüm altında olan
insanların zalimlerin eline geçmemek için yürütmesi gereken bir çeşit
yeraltı faaliyeti olup; İsrailoğulları denizin karşı kıyısına kadar
geçen yıllar içinde uğradıkları zulmü bertaraf etmek için bu tür bir
çalışma içinde olmuşlardır.
Bizler Musa(as)
kıssasını güncel mesajları olan bir kıssa olarak okumadığımız için,
yaşanmış olayların bizler için nasıl bir mesaj taşıdığını pek
düşünmemekteyiz. Şayet bu anlatımların mesaj içerikli olduğunu anlar ve
öyle bir metod ile okursak, kıssalar bizlerin hayatı içinde birer işaret
taşı olacaktır. İsrailoğulları'nın denizin karşı kıyısına geçmelerine
kadar geçen zaman içinde mücadele içinde bir hayat geçirdikleri bu
ayetten anlaşılmaktadır.
Allah(cc), koyduğu
yasa gereği kullarına yardım etme kuralını; o kulun çalışma ve gayret
etme şartına bağlamış olup, kulları arasında "mü'min" veya "kafir"
şeklinde bir ayrım yapmaz ve herkese çalıştığının karşılığını dünya
hayatında verir. İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulmak için asla
yıllarca yan gelip yatmamışlardır, aksine Allah(cc)'ın onlara YUNUS 87
ayeti içinde emredilen çalışma metodunu uygulamışlardır. İşte bu çalışma
karşılığında Allah(cc)'ın çalışan kuluna yardım etme kuralının
kendileri lehine işlemesine nail olmuşlardır.
Allah(cc)'ın koyduğu yasa gereği; Firavun örneği
müstekbirler yıkılmaya mahkumdur ancak onların yıkılma kuralı
mazlumların ayağa kalkarak zalimlere karşı başkaldırması şeklinde
olacaktır. Hiçbir zalim mazlumların sadece duası ile asla yıkılmaz.
Zalim yöneticilerin insanlar üzerine uyguladığı baskı örneği Firavun'un
İsrailoğulları'na uyguladığı baskı örneğinin bir benzeri olduğu
takdirde; bu şekil baskı yönetimleri yıkılmaya mahkumdur. Dünya
tarihinde bu tür ayaklanmalar sonucu yıkılan birçok iktidar örneği
bilinmektedir. Bu örneği; uzağa gitmeye gerek yok, ülkemiz üzerinden
görmeye çalışalım. KASAS 4 ayeti; Firavun zulmünün nasıl tezahür
ettiğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır.
[028.004]
Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli
sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı)
zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o
bozguncunun biriydi.
Şimdi bu ayetteki "Firavun" kelimesi yerine "T.C" kelimelerini, zayıf bırakılan halkın yerine "Kürtleri" koyalım ve ayeti okuyalım. Bilindiği üzere T.C sınırları içinde kendilerine "KÜRT"
adı verilen bir kavim yaşamaktadır. Bu kavim, cumhuriyetin ilanından
beri süregelen bir asimilasyona tâbi tutularak, özellikle dilleri
konusunda büyük sıkıntılara sokulmuşlardır. T.C'nin kuruluşunun ilk
yıllarında isyan ettikleri gerekçesi ile soykırımvâri bir işleme tabi
tutuldukları da bilinen bir durumdur. Bu halkın üzerinde yaşadıkları
topraklar "ŞARK" (doğu) olarak adlandırılarak Firavunvâri bir işlem olan ayrıma tabi tutulmuşlardır.
"ŞARK" adı altında toprakları ayrılarak ötekileştirilen ve
asimilasyona tâbi tutulan Kürtler, T.C'nin ırkçı faşist politikalarından
nasibini alarak her köy, kasaba ve illerin meydanlarına "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"
yazan afişlerle ve okullarda her gün bunlar söyletilerek şuur
altlarında Kürt olduklarını unutmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bu
satırları yazan kişi bir Kürt değildir. Eğer T.C, Kürtler'in çoğunluk
olduğu bir yer olmuş olsa ve yaşadığımız batı illerinden birisine gelip
de "NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE" şeklinde bir afiş asılsa ve okul
çocuklarına her gün bunları tekrarlamaları mecbur tutulsa; tepkimiz
acaba ne olurdu? Batı illerinde yaşayan bütün Türk ırkına mensup olanlar
"biz Kürt değiliz ki, neden böyle söyleyelim?" diyerek ayağa
kalkacaklardı. Şimdi sorarız; siz Türk olmayan bir kavme her gün
"Türküm" diye zorlama yaparsanız, karşısındaki bir gün gelir buna isyan
etmez mi?
Nitekim öyle de oldu; yıllarca baskı
ve ötekileştirilmeye tâbi tutulan Kürtler, zaman içinde kendi
kimliklerinin farkına vararak bu zulmü yapanlara karşı ayağa kalktı.
Ayağa kalkan Kürtlerin isteklerini dile getiriş şekilleri bu yazının
konusu değildir. Bu yazının konusu; zulme uğrayanların bir gün bir
şekilde ayağa kalkacakları, eğer ayağa kalkışları kendilerini başarıya
ulaşmalarını sağlayacak şekilde kararlı ise mutlaka başarıya
ulaşacaklarıdır.
Kürt kavmine mensup insanların
istekleri ne olursa olsun bu istekleri doğrultusunda Allah(cc)'ın
koymuş olduğu yasalara uygun hareket ettikleri müddetçe, eninde sonunda
başarıya ulaşacaklardır. Eğer kürtler T.C'den ayrılarak özerk bir devlet
kurmak arzu ederlerse ve bu istekleri konusunda son derece kararlı
olarak gayret ettikleri takdirde; yasalar gereği amaçlarına
ulaşacaklardır. Bu satırların yazılma amacının bölücülük gayesi
olmadığı, sadece zalimlik yapanların, zulme uğrayan mazlumlara
tarafından bir gün yıkılmasının "Sünnetullah" olduğunun hatırlatılmasıdır.
Eğer T.C ötekileştirmeden vazgeçip, "ŞARK-GARP"
şeklinde bir ayrım yapmayı terkederek ülkede yaşayan bütün insanlara
eşit muamele yaptığı takdirde; iktidarların yıkılma sünnetinin kendisi
üzerinde tezahür etmesinden kurtulacaktır. Bu günlerde konuşulmakta olan
"açılım süreci" adı verilen durum tehlikenin farkına varılıp kürtlerin artık gözlerini açtığının T.C tarafından farkedildiğini göstermektedir.
Kürt örneği sadece hepimizin şahit olduğu bir örnek
olduğu için verilmiştir. Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda,
mazlumların her ne adına olsun ayağa kalkmaları sonucunda, dünyanın bir
çok kösesinde iktidarlar devrilmiş ve yerine yeni iktidarlar tesis
edilmiştir. Bu tesis edilen iktidarlar aynı şekilde zulme başladıkları
zaman başkaları tarafından yerle bir edilmiştir, bu dünya üzerinde
konulmuş bir yasadır.
Dünya üzerinde kurulan
herhangi bir iktidar hiç bir surette yönetmiş olduğu halk üzerinde
ayrım, baskı, zulüm yapma hakkına sahip olamaz. İktidar sahiplerinin
farklı din ve inanca veya ırka sahip olmaları, kendilerinin inançlarını
taşımadığı veya kendi ırklarına mensup olmayan halka zulmetme hakkını
vermez.
Firavun'un İsrailoğulları üzerinde
kendisini böyle bir hak sahibi zannetmiş olması; onun yıkımını
beraberinde getirmiştir. Firavun, halkı üzerinde ilahlık ve rablık
iddiasında bulunarak büyüklenmiş ve bu büyüklenmesi onun hakim olduğunu
iddia ettiği denizde boğulmasını önleyememiştir. İlahlık ve rablık iddia
etmek sadece Firavun'a has bir durum değildir. Eğer yönetim kademesinde
olan kişi veya kurumlar Allah(cc)'ın uhdesinde bulunan konularda onu
bırakıp kendi yanlarından çıkardıklarını ortaya koyuyorlarsa, onların
ilahlık ve rablık iddiasında bulunmaları anlamına gelmektedir. Her ne
kadar Allah(cc)'ı rab ve ilah olarak tanımak iddiasında olsalar bile,
O'nu yönetim kademesinde kabul etmedikleri takdirde, yine başkalarını
ilah ve rab olarak tanımışlar anlamına gelmektedir.
[028.005]
Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenilen kimselere lütfetmek ve
onları ileri gelenler kılmak ve onları (o yere) varisler kılmak irade
ettik.
KASAS 5 ayeti; Firavunvâri yönetimler
altında ezilenlerin, şayet bu yönetimlere baş kaldırdıkları takdirde
koyulan yasalara uygun davrandıkları müddetçe başarıya ulaşacaklarını
beyan etmektedir. "Koyulan yasalar ne demektir?" sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz;
Allah(cc); "Er-rahman" ismi mucibince yaratmış olduğu kulları arasında "mü'min" veya "kafir"
ayrımı yapmadan çalışanlara hakkını verecektir. Eğer zalim bir iktidara
başkaldıranlar Allah(cc) düşmanı olsalar bile, gerekli galibiyet için
gerekli kurallara uydukları takdirde onları galip getirecektir. Dünya
üzerindeki halk hareketlerine baktığımız zaman; bir çoğunun İslâmî bir
kaygı taşımadığı görülmektedir. Müstaz'afların kimliği ne olursa
gereğini yerine getirdikleri zaman, Allah(cc) onları zalimler üzerine
galip getirecektir. Bugün Müslümanlar maalesef bu gereği yerine
getirmeden, sadece dua ile bu işin olacağını zannederek zalimlere beddua
seansları ile onların yıkılmalarını beklemelerinin boşuna olduğunu
öğrendikleri gün; dünyadaki zalimlerin tahtları sarsılmaya
başlayacaktır.
Şayet müstaz'aflar zalim
yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyanında bulunmadıkları
takdirde, Allah(cc)'ın onları bu zulümden kurtarma iradesi tecelli
etmeyecektir. Allah(cc)'ın iradesi müstaz'afların bu yönetimlerden
kurtulmak yönünde bir irade beyan etmeleri ve bu istekleri doğrultusunda
çalışmaları şartı ile kurtulabilecekleri sünnetini koymuş olup, bu
sünnetine aykırı olarak yattığı yerden istekte bulunanlara yardım etmez.
Sonuç
olarak; İsrailoğulları örneği üzerinden Allah(cc)'ın zalim yönetimlerin
yıkılma sünnetinin, arz üzerine koymuş olduğu yasalar ile işleyişi,
onlara zulmeden Firavun örneğinde bizlere gösterilmiştir. Bu gösterilme
sadece İsrailoğulları ve Firavun örneği ile sınırlı olmayıp, "evrensel yasalar"
dediğimiz kıyamete kadar geçerli olacak kuralların Musa(as) zamanında
işlemesidir. Bu yasanın işleyişi, eğer T.C eli altındaki Kürt kavmine,
kuruluşundan beri uyguladığı asimilasyonu uygulamaya devam ettiği
takdirde; ezilen kavmin haklarını aramak için ayağa kalkması ile
sonuçlanacak ve bu ayağa kalkışları yine arz üzerine konulmuş olan galip
gelme yasalarına uygun bir şekilde gerçekleştiği takdirde onların
galibiyeti T.C'nin yenilgisi olarak sonuçlanacaktır. Böyle bir sonucu
istemeyenler yıllardır Kürt kavmi üzerinde uyguladığı ayrımcılığı
kaldırarak ülke insanını "Türk-Kürt", ülke toprağını "şark-garb"
ayrımı yapmadan aynı görmek zorundadırlar. Bu yıkım sadece T.C için
değil, dünya üzerinde geçmiş bir çok Firavunvâri yönetimin başına gelmiş
olup, bundan sonra da bu tür iktidar kayıpları bütün zalimlerin
başlarına gelecektir.
Kur'an kıssaları sadece hikaye olarak değil geçmişlerin başından
geçenlerin, gelecektekiler için bir ibret olduğu bilinci ile okunduğu
takdirde; zalim yöneticilerin hiç bir zaman bâki olmayacakları bilinir.
Zalimler bu bilinç içinde olduğu zaman; halklarına karşı daha yumuşak,
mazlumlar bu bilinç içinde oldukları zaman zalim yöneticilere karşı daha
dik bir duruş sergileyerek, onların diken üstünde oturmalarını sebeb
olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.
14 Eylül 2014 Pazar
Düşünce Tarihimizin Kara Sayfası "Nesih Teorisi"
"Nasih mensuh" teorisi adı altında geliştirilen; Kur'an ayetlerinin başka bir ayetle hükmünün kaldırıldığı iddiası, düşünce dünyamızın en problemli düşüncelerinden birisidir. Bu teori öyle bir hale getirilmiştir ki; alt kategori başlıkları ile genişletilerek traji-komik bir hale dönüştürülmüştür. Adı geçen kelimenin, önce lügat anlamına bakıp, daha sonra konu ile ilgili olarak delil getirilen ayetler üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Teoride adı geçen "nasih" kelimesi; nesheden yani ortadan kaldıran, "mensuh" kelimesi ise neshedilmiş yani ortadan kaldırılmış anlamına gelmektedir.
"Enneshü" kelimesi lügatte; "bir nesneyi kendisini takip eden bir başka nesne ile ortadan kaldırmak" ya da "gidermek" anlamına gelmektedir. Güneşin gölgeyi (neshuşşemsizzılli), gölgenin güneşi (neshuzzllişşemse), saçtaki ağarmanın gençliği gidermesi (neshüşşeybeşşebab) gibi. Bununla kimi zaman "izale etme", "ortadan kaldırma", "giderme" anlaşılır, kimi zaman "sabit" veya "payidar kılma" anlaşılır, kimi zaman da bunların her ikisi anlaşılır. "Neshülkitabi"; bir hükmün kendisini takib eden bir başka hüküm aracılığı ile izale edilmesi, ortadan kaldırılması ya da giderilmesi.
"Neshül kitabi"; kitabın ya da yazının mücerred suretini başka bir kitaba ya da aktarmak, bu işlem ilk suretin izale edilmesini veya ortadan kaldırılmasını gerektirmez (Elmüfredat).
Bu teori; tefsircilerin inen ayetler arasındaki bağı kuramamasından kaynaklanan bir düşünce olup, konu ile alakalı olarak uydurma olarak bile niteleyebileceğimiz bir tek hadis dahi gelmemiş olması; konunun tamamen sonraki tefsircilerin ürettikleri bir düşünce olduğunu göstermektedir. Bu teoriyi kabul edenlerin aralarında herhangi bir sayı birlikteliği olmaması; işin ne kadar göreceli olduğunuda göstermektedir. En az beş ayet ile en fazla ikiyüz elli ayet arasında hükmünün kalktığı(!), iddia edilen ayetler olduğunun iddia edilmiş olması ayeti anlamakta zorlanan tefsircinin ayetin neshedilmiş olduğunu iddia etmesi ile neticelenmiştir. Konuya delil getirilen ayetler BAKARA, NAHL ve A'LA Sureleri'nde olup, bu ayetleri bu ayetleri ele almaya çalışacağız.
Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne'ti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem ta'lem ennallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
[002.106] Biz bir âyetten her neyi nesh eder veya unutturursak ondan daha hayırlısını veya onun mislini getiririz. Bilmez misin ki Allah Teâlâ şüphe yok her şeye kemaliyle kâdirdir.
BAKARA 106. ayeti olan bu ayet; Kur'an içindeki ayetlerin birbirlerini nesh etmiş olduğu iddiasına delil getirilmektedir. Bu ayeti siyak ve sibak gözeterek okuduğumuz takdirde, Kur'an içinde herhangi bir ayetin hükmünün kaldırılacağına dair delil getirilmesine imkan görülmemektedir.
Mâ yeveddullezîne keferû min ehlil kitâbi ve lel muşrikîne en yunezzele aleykum min hayrin min rabbikum vallâhu yahtassu bi rahmetihî men yeşâu, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
[002.105] Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.
BAKARA 106 ayetini doğru anlamak; için bu surenin bütünlüğünü dikkate almak gerekmektedir. Sureyi kısaca hatırlayacak olursak; Medine'de nazil olan bir suredir ve içinde Ehl-i Kitap'a hitab eden ayetler mevcuttur. 105 ve 106. ayetler içinde geçen "Hayr" kelimesinin, 105. ayet içindeki anlamı, 106. ayeti anlamayı kolaylaştıracaktır. İndirilen Hayr'ın 105. ayette "Kitab" olduğu hatırlanacak olursa, 106. ayet içinde "nesh edilen bir şeyin daha hayırlısının getirilmesinin" ne demek olduğu anlaşılacaktır.
105. ayet içinde; Kitap Ehli ve müşriklerden olanların, mü'minlere indirilmesini istemedikleri "Hayr" kelimesi ile ifade edilmek istenen kitap olduğuna göre, neshedilen veya unutturulanın yerine daha hayırlısı olan şeyin kitap olduğu anlaşılmaktadır. Konu ile ilgili olarak NAHL Suresi'nde geçen ayetlere bir göz atalım;
Ve izâ beddelnâ âyeten mekâne âyetin vallâhu a’lemu bimâ yunezzilu kâlû innemâ ente mufter(mufterin), bel ekseruhum lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
[016.101] Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- «Sen ancak bir iftiracısın» dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.
Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).
[016.102] De ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.
"Nasih mensuh" teorisine delil olarak getirilen ayetlerden birisi de NAHL 101 ayeti olup, bu ayet; önceki BAKARA Suresi ayeti gibi cımbızlanarak okunmuş ve siyak sibak gözetilmeden anlaşılmaya çalışılmıştır. 101. ayet içinde "Sen ancak bir iftiracısın" dedikleri şey; sanki Kur'an ayetleri içinde hükmü kaldırılan bir ayet varmış da Muhammed(as) bunu haber vermiş ve böyle bir itiraz ile karşılaşmış bir durum meydana gelmiş gibi anlaşılmıştır.
SEBE 34. ayet ve bezer ayetlerde "Karşılarında açık deliller halinde ayetleriniz okunduğu zaman o zalimler: «Bu, yalnızca sizi atalarınızın taptığı tanrılardan men etmek isteyen bir adamdır!» dediler ve: «Bu (Kur'an), uydurulmuş bir iftiradan başka birşey değil!» dediler. Ve o küfredenler gerçek kendilerine geldiği vakit: «Bu apaçık bir büyüden başka birşey değildir!» dediler." şeklinde buyurulması; müşriklerin "iftira" dedikleri şeyin indirilen "kitap" olduğu açıkça anlaşılmasına rağmen, sadece anlamama sorunundan kaynaklanan bir durumu Kur'an'a onaylatmak için, ilgili ayetler bağlamdan kopuk olarak okunmuş ve "nasih mensuh" teorisinin Kur'an'dan delili(!) aranmaya çalışılmıştır.
A'LA Suresi 6 ve 7. ayetlerinde "Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da sen unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna." mealindeki ayetlerin; bazı ayetlerin inmiş olduğu, sonra bunların unutturulduğu şeklinde içler acısı bir düşünce ortaya atılarak bu traji-komik duruma kılıf giydirilmeye çalışılmıştır. Halbuki ayet içinde istisna getirilmiş olmasının, imkanlılığı değil aksine imkansızlığı anlattığı; yani Muhammed(as)'a indirilen Vahy'in unutturulmama garantisi olduğu, bu garantinin bizzat Allah(cc) tarafından verilmiş olduğu anlaşılmış olsaydı böyle bir hatalı anlayışa düşülmez idi.
Allah(cc)'nin elçileri vasıtası ile indirmiş olduğu kitapların aralarının ayrılması sonucunda böyle bir düşüncenin oluşturulmuş olduğunu düşünmekteyiz. İlk elçiden son elçiye kadar giden halkanın birbirinden ayrılmaması gerektiği bizlere Kur'anın bir beyanı iken, geleneksel düşünce içinde, önceki elçiler olan Musa(as) ve İsa(as)'ın Allah(cc)'ın elçisi oldukları maalesef unutularak "bizim peygamberimiz" terimi dillerimizde yerini almıştır. "Bizim peygamberimiz" tabiri; Muhammed(as) için kullanılır olup, şuur altında özellikle Musa(as) ve İsa(as) bizim peygamberimiz değilmiş gibi bir zan içine düşülmüştür. Amentü içinde bütün peygamberlere iman ettiğimizi söylememize rağmen, maalesef bu söz pratiğe yansımamıştır.
Peygamberlerin arasını ayırma gibi bir düşüncenin yansıması olarak görebileceğimiz "nasih mensuh" düşüncesi, eğer Tevrat, İncil ve adını bilmediğimiz bütün kitapların kaynağının aynı olduğunu bildiğimiz halde, bu bilgiyi pratiğe yansıtarak, Kur'an'dan önce nâzil olan kitaba iman ettiklerini iddia edenlerin, bu kitaplarındaki bir takım hükümlerin ortadan kaldırıldığı olarak, yani Allah(cc)'ın göndermiş olduğu Tevrat içinde geçen bazı hükümlerin artık neshedildiği şeklinde okunsaydı, Kur'an ayetlerinin içinde böyle bir durum olması akla bile gelmezdi.
Kur'an'ın beyanına göre; Allah(cc) İsrailoğulları'na, yapmış oldukları zulüm ve haksızlıklar nedeni ile onlara önceden helal olan bazı yiyecekleri haram kılmıştır. Bu yasakların bir kısmı İsa(as) ile, geri kalan kısmı Muhammed(as) ile helal kılınmıştır. Bu durumu ARAF 157 ayetinde görmemize rağmen, bu ayet yine bağlamdan kopuk olarak okunması neticesinde; sadece Muhammed(as)'in Kur'an harici helal haram yetkisi olduğu(!) düşüncesine dayanak edilmeye çalışılmıştır.
Kur'an ayetlerinin bağlam gözetilmeden okunması ve oluşturulmuş olan ön kabullerin Kur'an'a onaylattırılma çalışmasından başka bir şey olmayan "nasih mensuh" teorisi; şu 3 alt başlık altında kategorize edilerek düşünce dünyamızda kara bir sayfa olarak yerini bulmuştur.
1- Metni bâki hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında sayıları 5-250 arasında, tefsircilerin anlayışına göre değişkenlik gösteren Kur'an ayetlerinin birbirlerinin hükümlerini ortadan kaldırmaları(!) söz konusudur.
2- Metni ve hükmü mensuh ayetler: Bu kategori altında; içler acısı bir durum olan Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşüren bir sürü rivayet mevcut olup, Muhammed(as)'e indirilmiş fakat sonradan unutturulmuş(!) olan bir sürü ayetin mevcut olduğu iddiası söz konusudur.
3- Metni mensuh hükmü baki ayetler: Bu kategori altında; sadece tek bir ayet olup, söylemeye söz bulamayacağımız kadar kara bir sayfa bu kategoriye giren ayet sayesinde açılmıştır. Bu kategori altında zinâ eden evlilerin recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair inen bir ayet(!) olduğu, Muhammed(as)'in vefatının telaşı sırasında Aişe validemizin odasındaki divanın altından bir keçi tarafından yenildiği, onun için mushafa konulmadığı ancak hükmünün âaki olduğu(!) şeklinde bir iftira ile İslam ceza hukukunun bir maddesi olarak ilave edilmiştir.
Sonuç olarak; hakkında uydurma bile diyemeceğimiz bir rivayet bulunmayan, "Kur'an ayetlerinin hükmünün başka bir ayetle kaldırılması" olarak teorize edilen "nasih mensuh" düşüncesi kara bir sayfa olarak karşımızda durmaktadır. Ayetlerin bağlamı gözetilmeden sadece ön kabullerin Kur'an'a onaylatılma ameliyesinden başka bir şey olmayan bu teori altında kategorize edilen alt başlıkların 2. ve 3. traji-komik bir durum arz ederek Kur'an'ın korunmuşluğuna gölge düşürmektedir. Bu düşünceyi savunanlara sorulduğu zaman, Kur'an'ın korunmuş olduğu düşüncesinin hakim olduğunu görmekle birlikte, mushafa alınmayan bir çok ayetin olduğu rivayetlerine itibar edilmektedir. Kur'an'ın bütünlük gözetilerek okunması sonucunda; hükmünün diğer bir ayet tarafından kaldırılmış bir ayetin olması mümkün görülmemektedir. Hükmünün kaldırıldığı düşünülen ayetlerin, nuzül bağlamı gözetilerek okunması sonucunda yaşanan hayat içinde inen ayetlerin o günkü duruma göre hüküm bildirdiği görülür ve bu durum sonrakiler için yol haritası teşkil etmesi gerekmektedir. Mekke'de elçiye sabır tavsiye edilirken, Medine'de insiyatifi ellerine geçiren mü'minlere savaş emredilmesi; sabır ayetlerinin hükmünün kalkması anlamında değil, süreç içinde nasıl davranılması gerektiğine dair bilgilerin beyanı olarak anlaşılması gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)