Kur'an kıssa yollu anlatımları ile , bizden öncekilerin yaşantılarından kesitler sunarak , onlardan ibretler çıkarmamızı amaçlamaktadır. Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızda,dikkat edilirse kıssanın yaşandığı zaman ve mekan çerçevesindeki anlatımların bize dönük nasıl bir mesajı olabilir sorusunun cevabını arayarak bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışıyoruz. Musa (a.s) kıssası Kur'anda hacim olarak en fazla yer tutan kıssa olarak önümüzde durmakta ve kıssa ile ilgili yapılan anlatımlardan bir çok mesajlar okumak mümkündür. Bu yazımızda kıssanın Yunus s. içindeki bölümünün Sihirbazların imanı sonrası başlayan ve Firavunun boğulma süreci ile son bulan kısmındaki Ayetleri ele almaya çalışacağız.
Musa (a.s) a karşı toplanan Sihirbazların yenilgileri sonucunda, Firavun yeni bir soykırım başlatarak İsrailoğulları üzerindeki baskılarını artırmıştır(7.127).
[010.083] Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden)
başka -Firavun ve önde gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları
korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun, gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir
zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı.
Bu Ayetten anlaşıldığı üzere, Firavun ve Mele si baskılarını iyice artırmış ve İsrailoğulları üzerinde üzerinde büyük bir korku oluşturmuştur. Baskılardan korkan İsrailoğulları kavmine mensup bir çok kişinin Musa (a.s) a iman etmediği bildirilmektedir. Burada ortaya çıkan durum , Dünya hayatında her hangi bir sıkıntıya düşme korkusunun Ahiret hayatına tercih edilmiş olmasıdır. Allah (c.c) bir çok Ayetinde bu tür tercih yapma durumunda kalanlara Ahireti tercih etmeleri Dünya hayatının geçici bir yer olduğu , Ahiret hayatının ebedi olduğunu beyan ederek doğru tercihi göstermiştir.
İsrailoğulları bu baskılardan dolayı Musa (a.s) suçlayarak "Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da eziyet çektik" (7.129) diyerek nankör bir tavur takınmışlar , Musa (a.s) onlara "Rabbinizin düşmanlarınızı yok etmesi ve yeryüzünde sizi onların yerine
geçirmesi umulur. O zaman nasıl davranacağınıza bakar" diyerek umutvar olmalarını öğütlemiştir.
[010.084] Mûsâ: «Ey kavmim!» dedi, «Siz Allah’a iman ettiniz, O’na tam bir
teslimiyetle bağlandınızsa, öyleyse yalnız O’na dayanıp güvenin!»
Musa (a.s) ise Elçilik görevi olan Kavmine karşı tebliğine devam ederek onlara kime dayanılması ve kimin vekil kılınması gerektiğini anlatmaktadır. Allah (c.c) kullarına kendisine tevekkül etme şartlarına uygun harekt ettikleri takdirde onları başarıya ulaşrıcağına dair söz vermiş olup , bu sözün yerine gelmesi Kur'an içindeki örneklerde görülmektedir.
[010.085] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o
zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!
[010.086] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»
Bu Ayetlerden , Firavun korkusu ile iman etmekten korkanların büyük ihtimalle bir kısmının daha iman ettiği anlaşılmaktadır. Bu demektir ki , Musa (a.s) ın yılmadan , bıkmadan devam ettiği tebliğ çalışmaları onun bu gayreti neticesinde karşılık bulmuş ve İsrailoğullarından olan insanlar bu korkularını yenerek ona iman etmişlerdir. Buradan bize mesaj olarak, tebliğ çalışmalarında canlı bir örneklik olarak Musa (a.s) ın izlediği yol ve aldığı olumlu karşılığın dikkate alınarak onun izlediği yolun doğruluğu çıkabilir.
85. Ayet içinde İsrailoğullarının " Ey Rabbimiz! Bizi o
zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!" şeklindeki duası üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu duanın bir benzeri Mümtehine s. 5. Ayetinde de karşımıza çıkmaktadır , İbrahim ve onunlar birlikte olanların bir duası olarak orada da okuduğumuz bu duanın kabul olması için sadece el açıp yalvarmak yeterli olabilir mi ? .
Dua şeklinde yakarışlar ile kulun Allah (c.c) den olan isteklerini ona bildirmesi Allah (c.c) nin bizlere öğrettiği bir yoldur. Ancak bu yolun bazı kuralları vardır ki bu kuralları uygulamadan bu dualar asla kabul olmaz. Zalimler ile deneme yapılmaması duasının kabulu için önce mazlumların o zalimlere karşı koymaları gerekmektedir. Mazlumlar sadece el açarak dua ettikleri takdirde bu dua asla kabul olmayacaktır. Zalimlere karşı mazlumların nasıl davranış sergiledikleri Elçi kıssaları ile bizlere örneklik olarak gösterilmiş , Musa (a.s) ve kavmi böyle bir duayı yaparken zalim Firavundan nasıl korunacaklarına dair olan bilgileri Musa (a.s) dan öğrenerek hayata pratize etmişlerdir.
Duanın en önemli adabı , abdest alarak kıbleye yönelmek veya her hangi bir şahsı vesile edinerek değil , Allah tan istenen şeyin gerçekleşmesi için fiili olarak çalışmaktır. Bizler bu gün aynı şekilde "Ey Rabbimiz! Bizi o
zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!" diye ettiğimiz duaların kabul edilmemesinin sebebi, bu duanın kabulu için gerekli olan o zalimlere karşı koymaktaki gösterdiğimiz zaafiyettir.
[010.087] Mûsâ’ya ve kardeşine: «Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın,
evlerinizi kıble edinin, salatı hakkıyla ifa edin ve ey Mûsâ müminleri
müjdele!» diye vahyettik.
85. Ayette ki " Ey Rabbimiz! Bizi o
zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!" duasının kabulu için gerekli şartların vaz edildiği bir Ayet olarak karşımızda duran 87. Ayet , Firavunlarla nasıl bir mücadele ederken uygulanacak stratejiyi anlatması bakımından evrensel mesajlar taşımaktadır. Dün nasıl İsrailoğulları bu yöntem ile Firavunu alt etti ise , bu gün aynı yöntem çağdaş Firvaunların yıkılması içinde geçerli ve uygulanmak zorundadır. Bu konuyu daha geniş bir biçimde "Yunus s. 87. Ayeti Firavunlarla Mücadele Yöntemi" başlıklı yazımızda ele almaya çalışmıştık.
[010.088] Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve melesine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin
yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri
üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân
etmesinler.»
88. Ayette , Firavun ve Melesi nin ellerindeki güç ve serveti zalimliklerinin devamı için kullandıklarını görmekteyiz. Halbuki Allah (c.c) kullarına verdiği hiç bir şeyin kendilerinin olmadığı , onların üzerinde geçici olarak halife kılınmış olduklarını hatırlatarak göndermiş olduğu klavuza göre onları kullanmalarını emretmiştir. Bu klavuza uymayanlara örnek olarak Firavun ve Melesi karşımıza çıkmakta olup ,yanlış kullanım sonucu başlarına neler geleceği ilerleyen Ayetlerde görülecektir.
Bu Ayet içinde ki , "«Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve melesine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin
yolundan sapıtsınlar diye." şeklindeki nidanın başka yapılan meallerinde "Diye mi?" şeklinde geçtiğini görmekteyiz. Bu nidanın Allah (c.c) ye , Musa (a.s) tarafından sanki bir kafa tutma gibi algılanması doğru değildir. Bu nida zulm artık canlarına tak etmiş olan birisinin nidası olup "Bu verdiklerin ile bizlere zulm ediyorlar" şeklinde bir şikayet ve boyun bükerek yardım istemenin dile getirilmiş bir halidir.Kulun Rabbine karşı olan acziyetinin bir ifadesi olan bu uslubu Nuh (a.s) ın duasında ve Araf s. 155 ve 173. Ayetlerde de görmekteyiz.
Yine bu Ayet içindeki , " Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri
üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân
etmesinler.»" şeklindeki dua hakkında kısa bir izahta bulunmak istiyoruz. Musa (a.s) ın bu bedduasına benzer bir bedduayı Nuh (a.s) kıssasının anlatıldığı Nuh s.26-27. Ayetlerinde görmekteyiz. İlk okunuşta sanki, "Firavun ve melesinin iman etme isteklerini red et , onlar iman etmek isteseler bile ettirme" şeklinde bir istek gibi görünen bedduanın anlamını "Müşrik Sünneti" olarak tarif edebileceğimiz durum ile izah edebiliriz.
Firavunun boğulma anında görüleceği üzere, Kur'anın pek çok Ayetinde kendilerine Elçiler tarafından yapılan tebliğlere ve tehditlere boyun eğmeyerek inkarcılıkta direnen Müşriklerin, iman etmelerinin helak anında gerçekleştiği ve helak olma anına kadar küfürde direnenlerin helak anı geldiği zaman imanlarının kabule değer bir iman olmadığı anlatılmaktadır.
[010.096] Haklarında Rabbinin hükmü kesinleşenler asla iman etmezler. Velev ki, onlara her âyet gelsin. Pek acıklı azabı görünceye kadar
[040.083-85] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan
bilgi ile şımarıp böbürlendiler . Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan
kuşatıverdi.Şiddetli azabımızı gördüklerinde: «Yalnız Allah'a inandık; O'na koştuğumuz
eşleri inkar ettik» dediler.Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu;
Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler
burada hüsrana uğramışlardır.
Musa (a.s) ın bu bedduasının ne anlama geldiği yukarıda mealini verdiğimiz diğer Ayetler yardımı ile anlaşılması kolaylaşacaktır. Kalpleri mühürlenmiş olanların iman etme zamanlarının, o imanın fayda getirmediği zaman olan son nefeslerini verecekleri an olduğunu bilen Musa(a.s) böyle bir dilekte bulunmuştur.
[010.089] (Allah) Dedi ki: «İkinizin duası kabul olundu. Öyleyse dosdoğru
yolda devam edin ve bilgisizlerin yoluna uymayın.»
Allah (c.c) bu duanın kabulu için gerekli şartın durmaksızın yola devam etmeleri yani mücadele sürecini asla bırakmamalarını olduğunu beyan etmektedir. Musa ve Harun (a.s) ettikleri bu duanın kabul olduğunu bilerek, "nasıl olsa helakları garanti" deyip bir kenara çekilmemiş ve aynı mücadele sürecini kesinti yapmadan sürdürmüşlerdir.
Firavun ve Melesi nin Sünnetullah gereği helaklarının gerçekleşmesi onların zulmu altında inleyen mazlumların direnişleri ile gerçekleşmiş olduğu asla unutulmamalıdır. Sünnetullahın gerçekleşmesi için gerekli şartlardan birisi mazlumların mücadele süreci içinde hiç bir zaman taviz vermeden yola devam etmeleridir. Allah (c.c) Elçilerinin bu dualarını kabul ettiğini bildirdikten sonra bile yola devam etmelerini emretmiş olması bu sürecin kesintiye uğratılmaması gerektiğine dair önemli bir vurgudur.
[010.090] İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı
ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine
geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına
inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091] Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan
idin.
[010.092] «Senden sonrakilere bir ibret teşkil etmesi için bugün sadece
senin cesedini çıkarıp (sahile) atacağız» dedik. Doğrusu insanların çoğu
ayetlerimizden habersizdir.
Musa (a.s) ın , 88. Ayette gördüğümüz duasının kabulu 90. Ayette gerçekleşmiştir. Firavun da diğer Müşrik atalarının sünnetine uyarak , kendisine fayda getirmeyecek bir zamanda iman etmiş fakat bu imanı ona fayda getirmemiştir.
91.ve 92. Ayetlerde ki hitap şekline baktığımızda, yapılan hitabın Firavuna yapılmış bir konuşma gibi bir uslubu olduğunu görürüz. Yapılan hitabın sanki Firavunun duyması gibi bir durum gibi görünmesine rağmen , bu hitabı Firavunun duyması gibi bir durum asla sözkonusu değildir. Bu şekil bir konuşma uslubu içinde onun imanının artık fayda getirmediği ibret olması gerekenlerin anlamasını sağlama amacına matuftur.
Cesedin sahile atılması ile , kendisini her şeyin üzerinde İlah ve Rab olarak niteleyen birisinin nasıl aciz bir duruma düştüğünün görülerek sonraki sahte İlah ve Rab adaylarına, onlarında nasıl bir son ile hayatlarının son bulabileceği yönünde mesajlar verilmektedir. Kendisini suyun boğmasından dahi koruyamayan birisinin İlahlık ve Rablık iddiasının nasıl trajikomik bir son ile noktalacağını görmek isteyenler Firavunun bu sonunu iyi okumalıdırlar.
Allah (c.c) Arz üzerine koymuş olduğu yasalardan bir tanesi , Arz üzerinde yaşayanların yaptıkları zulmün ilelebet payidar kalmamasıdır. Tarihin hangi devrinde olursa olsun zulüm ile abad olmak isteyenlerin akıbetleri berbat olmuştur. Ancak bu zalimlerin akıbetlerini mazlumların mücadelesinin belirleyici olması yine Arz üzerine konan yasalardandır. Hiç bir zalim karşısına bu zulmünün yıkılması için mücadele eden birileri çıkmadıkça asla yıkılmaz , aksine daha da abad olur. Musa (a.s) kıssasının öne çıkan en önemli mesajı zalimlerin nasıl yıkılabileceğine dair gösterilmiş müsadelenin örnekliğidir.
[010.093] And olsun ki, İsrailoğullarını iyi bir yere yerleştirdik, onlara
temiz rızıklar verdik, kendilerine bir bilgi gelene kadar ayrılığa
düşmediler.
93. Ayette ,İsrailoğullarının denizin karşı kıyısına geçtikten sonraki durumları ile bilgi verilmektedir. Denizin karşı kıyısına geçtikten sonra Musa (a.s) ve İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda öne çıkan taraf , İsrailoğullarının kendilerine verilen bu nimetlere karşı olan olumsuz tavırlarıdır. Bu Ayet içinde de bu duruma kısaca değinilmiştir. Olması gereken ise kendilerini büyük bir zulumden kurtarana karşı olan şükrü yerine getirmek iken , denizin karşı kıyısına geçer geçmez oluşan rahatlık psikolojisinin etkisi eski hallerine dönme itiyadında olduklarını beyan etmişlerdir.
Sonuç olarak; Musa (a.s) kıssası içinde yer alan Firavun ile olan mücadelenin anlatıldığı Yunus s. 83-93. Ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda öne çıkan mesaj , zulum altında inleyen mazlumların bu zulumden nasıl kurtulabileceklerine dair bir yaşanmışlık örneğidir. Her türlü baskı altında yılmadan yapılan mücadelenin er veya geç başarıya ulaşacağı Allah (c.c) nin Sünneti olup bu Sünnetin çalışma kuralında başrolu insan oynayacaktır. Zulum altında olan her kim olursa olsun sadece kuru dua seansları ile bu zulumden kurtulmasının imkansız olduğu bir çok Ayette görüldüğü gibi , yukarıda okumaya çalıştığımız Ayetlerde de görülmektedir. Musa (a.s) kıssasında önemli bir aktör olan Firavun ve ordusunun sonları da onların yolundan gidenler için bir ibret vesikasıdır. Kendilerine gelen iman etme teklifine sırt çevirenlerin helak olma noktasına geldiklerinde imana gelmeleri bir Müşrik sünnet olup bu Sünneti Firavun da uygulamış ancak diğer atalarının imanı nasıl kabul görmedi ise onun imanı da kabul görmemiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
15 Mart 2015 Pazar
14 Mart 2015 Cumartesi
Tevbe s. 5. Ayeti: Müşriklerin Görüldüğü Yerde Öldürülmeleri ve Haram Aylar
Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan birisi , okunan Ayetin tarihi arka planının hesaba katılmadan okunarak anlaşılmaya çalışılmasıdır. Özellikle Medine de inen Ayetleri anlamanın yolu, tarihsel arka plan bilgisinin göz ardı edilmemesi ile mümkündür. Arka plan ve okunan Ayetin bağlamı göz ardı edilerek yapılan anlama çalışmaları , anlama çalışmasından çok anlaMAma çalışmasına dönüşmesi ile karşı karşıya kalabilir.
Tevbe s. 5. Ayeti , tarihi arka plan ve bağlam gözetilmeden okunarak, bazı yanlış anlamalara sebebiyet veren Ayetlerden biri olarak yerini korumaktadır. Kur'an merkezli düşünce sloganı ile yola çıkanların bir kısmı , bu Ayeti bu gün inmiş gibi okumaya çalışarak altından kalkamayacakları bir yükün altına girmişler , bu düşünceye karşı çıkanlarda "Kur'anın bu hükmünü neden uygulamıyorsunuz?" şeklinde istihzai sorularla, bu düşüncedeki insanları köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Ateist taifesi bir başka cepheden saldırarak , kendilerince Allahı haşa gaddar olmakla suçlama çalışmaları içinde cihada!! girişmişlerdir. Bu problemler dahilinde, "Tevbe s. 5. Ayetini nasıl doğru anlayabiliriz?" sorusunun cevabını bu yazımızda aramaya çalışacağız.
Tevbe s. 5. Ayetini tek başına okuduğumuz zaman , Allah (c.c) nin bizlere elde kılıç sokaklarda müşrik avına çıkmamızı emrediyor gibi bir durum göze çarpmaktadır, acaba gerçekten öyle mi ?, bunu anlayabilmek için Tevbe suresinin ilk Ayetlerinden itibaren konu bütünlüğü içinde okumak gerekmektedir.
[009.001] Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır .
[009.002] Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ve bilin ki; siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız. Hem Allah, gerçekten kafirleri rüsvay edendir.
[009.003] Ve büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) günü, Allah'tan ve Resulünden insanlara bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O'nun Resulü de... Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah'ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. Küfre sapanları acıklı bir azabla müjdele.
[009.004] Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.
[009.005] O haram aylar çıkınca artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekatı verirlerse, onları serbest bırakın; çünkü Allah bağışlayan ve merhamet edendir.
[009.006] Ve eğer müşriklerden biri senden aman dileyerek yakınına gelmek isterse, Allah'ın kelamını dinleyebilmesi için ona aman ver, sonra onu güven duyacağı yere kadar gönder; çünkü onlar gerçeği bilmez bir toplulukturlar.
[009.007] O müşriklerin Allah katında ve Resulü katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid- i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukça siz de onlara doğru olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.
[009.008] Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.
[009.009] Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında sattılar ve Allah yolundan alıkoydular. Gerçekten bunlar, ne kötü şeyler yapmaktalar!
[009.010] Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.
[009.011] Fakat tevbe eder, salatı ayakta tutar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
[009.012] Ve eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize saldırıya kalkarlarsa, o küfür öncülerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur, belki vazgeçerler.
[009.013] Yeminlerini bozan, resulu yurdundan çıkarmaya teşebbüs eden bir kavim ile döğüşmez misiniz? Ki, önceleri kendileri başlamışlardır. Onlardan korkar mısınız? Şayet mü'minler iseniz asıl korkmanız gereken; Allah'tır.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah onları sizin elinizle cezalandırsın, rezil etsin onları, yardımıyla sizi onlara karşı zafere erdirsin, mü'min bir topluluğun yüreklerine su serpsin,
[009.015] Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.016] Yoksa siz, kendi halinize bırakılacağınızı, içinizden savaşanları ve Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başka sokulacak bir locaya tutunmayanları Allah'ın hiç de bilip görmeyeceğini mi sandınız? Oysa Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Ayetleri konu bütünlüğü içinde 1-16. Ayetler arası okuduğumuzda konu gayet açık anlaşılacaktır.
Ayetlerin nazil olma zamanı Medine döneminin son yıllarıdır. Bu yıllarda Müslümanlar artık insiyatifi ellerine geçirerek kuvvetli bir duruma gelmişlerdir. Mekke ile sıcak savaş halinin, Medine döneminin ilk günlerinden beri devam eden bir süreç olduğunu hatırda tutmak bu Ayetlerin anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Ayetlerin nazil olduğu zaman süreci içinde Müşriklerle yapılmış bir antlaşma vardır ve bu antlaşma Müşrikler tarafından tek taraflı olarak ihlal edilmiştir. Ayetlerden anlaşıldığına göre Müşriklerden bir kısmının antlaşmaya sadık kaldığı anlaşılmakta olup, Ayetler antlaşmayı bozan Müşriklere bir ihtardır.
Ayetler antlaşmayı bozan Müşriklere 4 ay süre tanınmakta olup bu sürenin sonunda artık yeniden bir antlaşma yapılmasının mümkün olmadığı ya Müslüman olmak ya da savaşmak tercihinden birini yapmaları gerektiği ihtar edilmektedir. Yeniden antlaşma yapılmama sebebi , var olan antlaşmayı bozarak ahidlerine sadık kalmamış olmalardır.
4. Ayete baktığımızda savaşılacak Müşrikler dışında tutulacak olanların antlaşmalarına sadık kalanlar olduğu görülmektedir. 8. ve 9. 10. Ayetlere baktığımızda o Müşriklerin ellerine fırsat geçtiği anda , Müslümanlara neler yapabilecekleri haber verilerek , onlara karşı gaflete düşülmemesi hatırlatılmaktadır.
5. Ayette ki , "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" emrini bu arka plan dahilinde anlaşılmasının daha doğru sonuçlar vereceğini düşünmekteyiz. Herhangi bir ordu karşısındaki düşmana karşı bir anlık gaflete düştüğü an , bu gafletinden faydalanan düşman ordusu tarafından perişan edilebilir. Bunun en açık örneği Uhud harbinde görülmüştür , Allah (c.c) Müslümanların gaflete düşmemelerini hatırlatarak verilen süreye kadar beklenerek süre sonunda onlara karşı savaş açılmasını emretmektedir. Bu emrin, sokakta gezen , pazarda alış verişini yapan bir müşrik görüldüğü zaman hemen onu öldürün anlamında bir emir olmadığını burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
Müşriklerle savaşarak onları öldürme emri gayet açık ve net beyan edilmiş bir durum olup , bu duruma düşme sebebleri onların ihanetleridir. Anlaşmaya sadık kalmayarak bozmanın anlamı zaten savaş ilanı anlamına gelmektedir. Allah (c.c) onlara 4 ay mühlet tanıyarak tevbe etme kapısını onlara açık bırakmıştır. Aslında Ayetlere art niyetsiz yaklaşan birisi bu durumu çok rahat görebilecektir. Mümtehine s. 8. ve 9. Ayetleri bu konuda bilgi veren Ayetlerdendir.
[060.008] Allah sizi din hakkında size kıtal yapmıyan ve sizi yurdlarınızdan çıkarmıyan kimselerden, onlara iyilik etmeniz ve kendilerine adalet yapmanızdan nehyetmez, çünkü Allah adalet yapanları sever
[060.009] Allah sizi ancak size din hakkında kıtal yapan ve sizi yurdlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza muzaheret ede kimselerden, onlara dostluk etmenizden nehyediyor, her kim de onlara dostluk ederse işte onlar kendilerine yazık eden zalimlerdir.
12-13. Ayetler okunduğunda onlar ile savaşmanın altında yatan sebeblerin zikredildiğini görmekteyiz. Hiç bir ordu kendisi için kötü niyetler besleyen düşman ordusunun eline koz vererek , onlar tarafından yenilgiye uğratılmak istemez. Allah ( c.c) Mü'minlere olan yardım sözü gereği onların bu niyetlerini ortaya koyarak onlara karşı gafil olunmamasını öğütlemektedir.
Tevbe s. 5. Ayeti içindeki " Haram Aylar" ibaresi eski tefsirlerde bile tartışma konusu olmuş , bu gün ise bu ifade ile kast edilen ayların hangileri olduğu konusunda farklı düşünceler mevcuttur.
Haram Aylar , İbrahim (a.s) ile başlayan Hacc ibadetini ifa etmek için uzak yollardan gelen insanların , yol selametinin temini için ihdas edilmiştir , bu aylar Zilkade , Zilhicce ,Muharrem ve Recep aylarıdır. Bu Aylar Araplar tarafından İbrahim (a.s) dan beri böyle bilinmektedir ilk 3 ay arka arkaya gelen aylar olup 4. Recep ayı umre ayı olarak senenin ortasındadır. Ancak bu gün Kur'anın nuzül süreci ile ilgili arka plan bilgilerini toptan arkaya atarak bu gün inen bir Kitap gibi okumak isteyenler, bu ayların hepsinin arka arkaya gelmesi gerektiği gibi bir düşünce içindedirler.
Bu düşünceye sebeb ise, Tevbe s. 2. Ayetinde Müşriklere 4 ay süre tanınmış olması , 5. Ayette "Haram aylar çıkınca" ifadesi ile kast edilen ayların arkaya gelmesi gerektiği şeklinde bir düşüncedir. Burada doğru olan taraf bu ayların arka arkaya gelmesi gerektiğidir bu düşünce tabiki doğrudur,ancak Kur'an da diğer Ayetlerdeki "Haram Aylar" tabiri ile Tevbe s. 5. Ayet içindeki haram aylar aynı aylar değildir. Tevbe s. 5. Ayeti haricinde Kur'an da diğer Ayetlerde geçen "Haram Aylar" tabiri, Hac yolunun güvenliği ile ilgili olarak ihdas edilmiş ve Zilkade , Zilhicce , Muharrem ve Recep aylarını kapsar.
Tevbe s. 5. Ayetinde bahsedilen Haram Aylar bu Aylar olmayıp , "Haccı Ekber" ifadesinden anlaşılacağı üzere Zilhicce ayının 10. gününden başlamak üzere verilmiş olan müddetin 4. ay sonra biteceği ve bu Aylar içinde Müşriklere karşı onlar silaha sarılmadığı müddetçe Müslümanların da silaha sarılmamaları emredildiği için savaşmanın yasak olduğundan hareketle "Haram Aylar" ifadesi kullanılmış ve Zilhicce nin 10. günü başlangıç olmak üzere devam eden aylar olan , Muharrem , Safer, Rebiül evvel, Rebiül ahir ayının 10. gününe kadar olan süredir. Yani Hac yolunun güvenliği ile alakalı Haram Aylar ile Tevbe s. 5. Ayetinde bahsedilen Haram Aylar aynı aylar değildir.
"Haccı Ekber günü" ifadesi ile sürenin başlangıcının , Zilhicce ayının 10. günü olduğu anlaşılmaktadır, şayet Hacc ibadeti ile ilgili olan Haram Aylar kast ediliyor dediğimizde , Muharrem ayı ile bu aylar son bulmaktadır , dolayısı ile Zilhicce ayından 20 , Muharrem Ayından 30 olmak üzere yaklaşık 50 günlük bir süre sonra Müşriklerin görüldüğü yerde öldürülmeleri emredilmiş olur ki bu da verilen 4 aylık süre Ayeti ile müşkil bir durum arz eder. 4 aylık izni göz önünde tutarak yapılan bir hesaplamada, sürenin Rebiül evvel ayının 10. günü sona ermiş olacağı anlaşılır ki , 2. Ayette ki 4. ay müddetin bu şekilde dolacağı anlaşılır.
Bu Ayetler sadece inmiş olduğu zaman ve mekan ile sınırlı yani tarihselliği olan Ayetler midir ? , yoksa evrensel mesaj ihtiva etmesi açısından bir okumaya tabi tutulabilir mi ? şeklinde bir sorunun akla gelmesi muhtemeldir.
Ayetlerin nazil olduğu zaman ortamı ile yaşadığımız zaman ortamı içinde bir aynilik durumu görüldüğünde , yani insiyatifin Müslümanların lehinde olduğu ve Müşrikler ile yapılan anlaşmaların tek taraflı olarak onlar tarafından ihlal edilme durumunda onlara belli bir süre verilerek tevbe etme imkanı sağlanabilir. Şayet verilen süre içinde tevbe ederlerse onlardan geri durulması aksi takdirde onlarla sonuna kadar savaşılmasını , Ayetlerin bize dönük mesajı olarak okumak mümkündür.
Sonuç olarak , Bir Ayetin bulunduğu bağlam ve nazil olduğu zaman ve mekan şartlarından koparılarak okunmasına örnek olarak verebileceğimiz , Tevbe s. 5. Ayeti ,1-16. Ayetler arasında bir bütünlük içinde okunduğunda anlaşılması kolaylaşmaktadır. Hiç bir askeri güç kendisine düşman olan karşı güce yenilerek gücünün kırılmasını asla kabul edemez, bu durum Müslümanlar açısından da böyledir ve böyle olması gerekmektedir. Allah (c.c) kendisine iman etmeyen ve başkalarını da bu yoldan çevirmek isteyerek savaş ilan edenlere karşı uygulanacak olan stratejiyi Mü'minlere öğreterek anlaşma kurallarını tek taraflı ihlal edenlerle artık yeniden bir anlaşma yapmanın mümkün olmadığını beyan etmektedir. Bu meyanda anlaşmalara sadık kalanlara karşı herhangi silahlı bir mücadeleye girişilmeyeceği de Ayetlerde beyan edilmektedir.Bu Ayet bazılarının anlamak istediği şekli ile , elde kılıç çarşı pazar gezerek müşrik avına çıkılmasını emreden bir Ayet değil , sıcak savaş ortamında Müslümanlara nasıl davranmaları gerektiğine beyan edilen Ayetlerdendir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Tevbe s. 5. Ayeti , tarihi arka plan ve bağlam gözetilmeden okunarak, bazı yanlış anlamalara sebebiyet veren Ayetlerden biri olarak yerini korumaktadır. Kur'an merkezli düşünce sloganı ile yola çıkanların bir kısmı , bu Ayeti bu gün inmiş gibi okumaya çalışarak altından kalkamayacakları bir yükün altına girmişler , bu düşünceye karşı çıkanlarda "Kur'anın bu hükmünü neden uygulamıyorsunuz?" şeklinde istihzai sorularla, bu düşüncedeki insanları köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Ateist taifesi bir başka cepheden saldırarak , kendilerince Allahı haşa gaddar olmakla suçlama çalışmaları içinde cihada!! girişmişlerdir. Bu problemler dahilinde, "Tevbe s. 5. Ayetini nasıl doğru anlayabiliriz?" sorusunun cevabını bu yazımızda aramaya çalışacağız.
Tevbe s. 5. Ayetini tek başına okuduğumuz zaman , Allah (c.c) nin bizlere elde kılıç sokaklarda müşrik avına çıkmamızı emrediyor gibi bir durum göze çarpmaktadır, acaba gerçekten öyle mi ?, bunu anlayabilmek için Tevbe suresinin ilk Ayetlerinden itibaren konu bütünlüğü içinde okumak gerekmektedir.
[009.001] Kendileri ile aranızda antlaşma bulunan müşriklere Allah ve Peygamber'i tarafından yöneltilen bir ilişki kesme ihtarıdır .
[009.002] Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. Ve bilin ki; siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız. Hem Allah, gerçekten kafirleri rüsvay edendir.
[009.003] Ve büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) günü, Allah'tan ve Resulünden insanlara bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O'nun Resulü de... Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah'ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. Küfre sapanları acıklı bir azabla müjdele.
[009.004] Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Allah (haksızlıktan) sakınanları sever.
[009.005] O haram aylar çıkınca artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun! Eğer tevbe edip namaz kılar ve zekatı verirlerse, onları serbest bırakın; çünkü Allah bağışlayan ve merhamet edendir.
[009.006] Ve eğer müşriklerden biri senden aman dileyerek yakınına gelmek isterse, Allah'ın kelamını dinleyebilmesi için ona aman ver, sonra onu güven duyacağı yere kadar gönder; çünkü onlar gerçeği bilmez bir toplulukturlar.
[009.007] O müşriklerin Allah katında ve Resulü katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid- i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukça siz de onlara doğru olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.
[009.008] Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri (buna) karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır.
[009.009] Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında sattılar ve Allah yolundan alıkoydular. Gerçekten bunlar, ne kötü şeyler yapmaktalar!
[009.010] Bir mümin hakkında ne bir yemin gözetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte böyle haddi aşan kimselerdir.
[009.011] Fakat tevbe eder, salatı ayakta tutar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
[009.012] Ve eğer antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize saldırıya kalkarlarsa, o küfür öncülerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur, belki vazgeçerler.
[009.013] Yeminlerini bozan, resulu yurdundan çıkarmaya teşebbüs eden bir kavim ile döğüşmez misiniz? Ki, önceleri kendileri başlamışlardır. Onlardan korkar mısınız? Şayet mü'minler iseniz asıl korkmanız gereken; Allah'tır.
[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah onları sizin elinizle cezalandırsın, rezil etsin onları, yardımıyla sizi onlara karşı zafere erdirsin, mü'min bir topluluğun yüreklerine su serpsin,
[009.015] Ve kalblerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.016] Yoksa siz, kendi halinize bırakılacağınızı, içinizden savaşanları ve Allah'tan, Peygamberinden ve mü'minlerden başka sokulacak bir locaya tutunmayanları Allah'ın hiç de bilip görmeyeceğini mi sandınız? Oysa Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
Ayetleri konu bütünlüğü içinde 1-16. Ayetler arası okuduğumuzda konu gayet açık anlaşılacaktır.
Ayetlerin nazil olma zamanı Medine döneminin son yıllarıdır. Bu yıllarda Müslümanlar artık insiyatifi ellerine geçirerek kuvvetli bir duruma gelmişlerdir. Mekke ile sıcak savaş halinin, Medine döneminin ilk günlerinden beri devam eden bir süreç olduğunu hatırda tutmak bu Ayetlerin anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Ayetlerin nazil olduğu zaman süreci içinde Müşriklerle yapılmış bir antlaşma vardır ve bu antlaşma Müşrikler tarafından tek taraflı olarak ihlal edilmiştir. Ayetlerden anlaşıldığına göre Müşriklerden bir kısmının antlaşmaya sadık kaldığı anlaşılmakta olup, Ayetler antlaşmayı bozan Müşriklere bir ihtardır.
Ayetler antlaşmayı bozan Müşriklere 4 ay süre tanınmakta olup bu sürenin sonunda artık yeniden bir antlaşma yapılmasının mümkün olmadığı ya Müslüman olmak ya da savaşmak tercihinden birini yapmaları gerektiği ihtar edilmektedir. Yeniden antlaşma yapılmama sebebi , var olan antlaşmayı bozarak ahidlerine sadık kalmamış olmalardır.
4. Ayete baktığımızda savaşılacak Müşrikler dışında tutulacak olanların antlaşmalarına sadık kalanlar olduğu görülmektedir. 8. ve 9. 10. Ayetlere baktığımızda o Müşriklerin ellerine fırsat geçtiği anda , Müslümanlara neler yapabilecekleri haber verilerek , onlara karşı gaflete düşülmemesi hatırlatılmaktadır.
5. Ayette ki , "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün" emrini bu arka plan dahilinde anlaşılmasının daha doğru sonuçlar vereceğini düşünmekteyiz. Herhangi bir ordu karşısındaki düşmana karşı bir anlık gaflete düştüğü an , bu gafletinden faydalanan düşman ordusu tarafından perişan edilebilir. Bunun en açık örneği Uhud harbinde görülmüştür , Allah (c.c) Müslümanların gaflete düşmemelerini hatırlatarak verilen süreye kadar beklenerek süre sonunda onlara karşı savaş açılmasını emretmektedir. Bu emrin, sokakta gezen , pazarda alış verişini yapan bir müşrik görüldüğü zaman hemen onu öldürün anlamında bir emir olmadığını burada hatırlatmak yerinde olacaktır.
Müşriklerle savaşarak onları öldürme emri gayet açık ve net beyan edilmiş bir durum olup , bu duruma düşme sebebleri onların ihanetleridir. Anlaşmaya sadık kalmayarak bozmanın anlamı zaten savaş ilanı anlamına gelmektedir. Allah (c.c) onlara 4 ay mühlet tanıyarak tevbe etme kapısını onlara açık bırakmıştır. Aslında Ayetlere art niyetsiz yaklaşan birisi bu durumu çok rahat görebilecektir. Mümtehine s. 8. ve 9. Ayetleri bu konuda bilgi veren Ayetlerdendir.
[060.008] Allah sizi din hakkında size kıtal yapmıyan ve sizi yurdlarınızdan çıkarmıyan kimselerden, onlara iyilik etmeniz ve kendilerine adalet yapmanızdan nehyetmez, çünkü Allah adalet yapanları sever
[060.009] Allah sizi ancak size din hakkında kıtal yapan ve sizi yurdlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza muzaheret ede kimselerden, onlara dostluk etmenizden nehyediyor, her kim de onlara dostluk ederse işte onlar kendilerine yazık eden zalimlerdir.
12-13. Ayetler okunduğunda onlar ile savaşmanın altında yatan sebeblerin zikredildiğini görmekteyiz. Hiç bir ordu kendisi için kötü niyetler besleyen düşman ordusunun eline koz vererek , onlar tarafından yenilgiye uğratılmak istemez. Allah ( c.c) Mü'minlere olan yardım sözü gereği onların bu niyetlerini ortaya koyarak onlara karşı gafil olunmamasını öğütlemektedir.
Tevbe s. 5. Ayeti içindeki " Haram Aylar" ibaresi eski tefsirlerde bile tartışma konusu olmuş , bu gün ise bu ifade ile kast edilen ayların hangileri olduğu konusunda farklı düşünceler mevcuttur.
Haram Aylar , İbrahim (a.s) ile başlayan Hacc ibadetini ifa etmek için uzak yollardan gelen insanların , yol selametinin temini için ihdas edilmiştir , bu aylar Zilkade , Zilhicce ,Muharrem ve Recep aylarıdır. Bu Aylar Araplar tarafından İbrahim (a.s) dan beri böyle bilinmektedir ilk 3 ay arka arkaya gelen aylar olup 4. Recep ayı umre ayı olarak senenin ortasındadır. Ancak bu gün Kur'anın nuzül süreci ile ilgili arka plan bilgilerini toptan arkaya atarak bu gün inen bir Kitap gibi okumak isteyenler, bu ayların hepsinin arka arkaya gelmesi gerektiği gibi bir düşünce içindedirler.
Bu düşünceye sebeb ise, Tevbe s. 2. Ayetinde Müşriklere 4 ay süre tanınmış olması , 5. Ayette "Haram aylar çıkınca" ifadesi ile kast edilen ayların arkaya gelmesi gerektiği şeklinde bir düşüncedir. Burada doğru olan taraf bu ayların arka arkaya gelmesi gerektiğidir bu düşünce tabiki doğrudur,ancak Kur'an da diğer Ayetlerdeki "Haram Aylar" tabiri ile Tevbe s. 5. Ayet içindeki haram aylar aynı aylar değildir. Tevbe s. 5. Ayeti haricinde Kur'an da diğer Ayetlerde geçen "Haram Aylar" tabiri, Hac yolunun güvenliği ile ilgili olarak ihdas edilmiş ve Zilkade , Zilhicce , Muharrem ve Recep aylarını kapsar.
Tevbe s. 5. Ayetinde bahsedilen Haram Aylar bu Aylar olmayıp , "Haccı Ekber" ifadesinden anlaşılacağı üzere Zilhicce ayının 10. gününden başlamak üzere verilmiş olan müddetin 4. ay sonra biteceği ve bu Aylar içinde Müşriklere karşı onlar silaha sarılmadığı müddetçe Müslümanların da silaha sarılmamaları emredildiği için savaşmanın yasak olduğundan hareketle "Haram Aylar" ifadesi kullanılmış ve Zilhicce nin 10. günü başlangıç olmak üzere devam eden aylar olan , Muharrem , Safer, Rebiül evvel, Rebiül ahir ayının 10. gününe kadar olan süredir. Yani Hac yolunun güvenliği ile alakalı Haram Aylar ile Tevbe s. 5. Ayetinde bahsedilen Haram Aylar aynı aylar değildir.
"Haccı Ekber günü" ifadesi ile sürenin başlangıcının , Zilhicce ayının 10. günü olduğu anlaşılmaktadır, şayet Hacc ibadeti ile ilgili olan Haram Aylar kast ediliyor dediğimizde , Muharrem ayı ile bu aylar son bulmaktadır , dolayısı ile Zilhicce ayından 20 , Muharrem Ayından 30 olmak üzere yaklaşık 50 günlük bir süre sonra Müşriklerin görüldüğü yerde öldürülmeleri emredilmiş olur ki bu da verilen 4 aylık süre Ayeti ile müşkil bir durum arz eder. 4 aylık izni göz önünde tutarak yapılan bir hesaplamada, sürenin Rebiül evvel ayının 10. günü sona ermiş olacağı anlaşılır ki , 2. Ayette ki 4. ay müddetin bu şekilde dolacağı anlaşılır.
Bu Ayetler sadece inmiş olduğu zaman ve mekan ile sınırlı yani tarihselliği olan Ayetler midir ? , yoksa evrensel mesaj ihtiva etmesi açısından bir okumaya tabi tutulabilir mi ? şeklinde bir sorunun akla gelmesi muhtemeldir.
Ayetlerin nazil olduğu zaman ortamı ile yaşadığımız zaman ortamı içinde bir aynilik durumu görüldüğünde , yani insiyatifin Müslümanların lehinde olduğu ve Müşrikler ile yapılan anlaşmaların tek taraflı olarak onlar tarafından ihlal edilme durumunda onlara belli bir süre verilerek tevbe etme imkanı sağlanabilir. Şayet verilen süre içinde tevbe ederlerse onlardan geri durulması aksi takdirde onlarla sonuna kadar savaşılmasını , Ayetlerin bize dönük mesajı olarak okumak mümkündür.
Sonuç olarak , Bir Ayetin bulunduğu bağlam ve nazil olduğu zaman ve mekan şartlarından koparılarak okunmasına örnek olarak verebileceğimiz , Tevbe s. 5. Ayeti ,1-16. Ayetler arasında bir bütünlük içinde okunduğunda anlaşılması kolaylaşmaktadır. Hiç bir askeri güç kendisine düşman olan karşı güce yenilerek gücünün kırılmasını asla kabul edemez, bu durum Müslümanlar açısından da böyledir ve böyle olması gerekmektedir. Allah (c.c) kendisine iman etmeyen ve başkalarını da bu yoldan çevirmek isteyerek savaş ilan edenlere karşı uygulanacak olan stratejiyi Mü'minlere öğreterek anlaşma kurallarını tek taraflı ihlal edenlerle artık yeniden bir anlaşma yapmanın mümkün olmadığını beyan etmektedir. Bu meyanda anlaşmalara sadık kalanlara karşı herhangi silahlı bir mücadeleye girişilmeyeceği de Ayetlerde beyan edilmektedir.Bu Ayet bazılarının anlamak istediği şekli ile , elde kılıç çarşı pazar gezerek müşrik avına çıkılmasını emreden bir Ayet değil , sıcak savaş ortamında Müslümanlara nasıl davranmaları gerektiğine beyan edilen Ayetlerdendir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Mart 2015 Perşembe
Tahrim s. 10-12. Ayetleri: 4 Kadın Örneği ve Meryem'e Ruh Üflenmesi
Kur'an meseller ile yaptığı anlatımlarda, görsel bir metodu
kullanarak muhataplarının zihninde bilindik şeylerle benzetme yaparak,
verilmek istenilen mesajın anlaşılmasında kolaylık sağlamaktadır. Bu
yazımızda TAHRİM Suresi son ayetlerinde verilen "dört kadın" örneğinin
hayat içindeki yansımalarını okumaya çalışacağız.
[066.010] Allah,
inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu
ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin (nikâhları) altında iken onlara
hainlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı.
Onlara: Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin! denildi.
[066.011]
Allah, inananlara da Firavun'un karısını misal gösterdi. O: Rabbim!
Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü)
işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti.
[066.012] İffetini
korumuş olan, İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona
ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O
gönülden itaat edenlerdendi.
Nuh(a.s) ve
Lut(a.s), Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu elçilerden iki tanesidir. Bu
elçiler, Allah(c.c)'den aldıkları vahyi en yakınlarından başlayarak
tebliğ etmek gibi bir mecburiyetleri olduğunu bilerek, en yakınları olan
eşleri ve çocuklarına bu tebliğleri mutlaka iletmişlerdir (ŞUARA 214).
Bütün elçilerin tebliğ süreçlerinde dikkat etmeleri gereken önemli bir
nokta vardır ki o da; kimsenin üzerinde inanması için bir baskı
kuramayacaklarıdır. Muhammed(a.s)'a müteaddit kereler "kimse üzerine vekil gönderilmediği, zorlayıcı olmadığı" vb. ikazlarla bu durum ona ve bizlere hatırlatılmıştır.
En yakınlarının elçi olmalarına rağmen iman etmeyenler ile ilgili ayetlerden birkaç ibretli mesaj çıkarmak mümkündür.
En
yakınlarının elçi olmuş olması, onların yakınlarının iman etmeleri
konusunda onlara herhangi bir üstünlük sağlamıyor. En yakınının elçi
olmuş olması, o kişilere elçiler tarafından hiçbir surette yardım
edilmesi gibi bir durum içine sokmuyor. Hesap günü için gerekli olan
kriterlerde, birilerinin yakını olmak gibi bir durum söz konusu
değildir. Hesap günü herkes dünya hayatında yapmış oldukları ile hesap
meydanına gelecek ve yanlarında asla şefaatçi olarak kimseler
olmayacaktır.
Bu konuya elçiler açısından baktığımızda, en yakınına sesinin duyuramamış biri olarak görülerek başkaları tarafından "sen önce karına, oğluna anlat"
şeklinde itirazların gelmesi, bu konuda onların hata içinde olduklarını
göstermez. İman etmek veya etmemek şeklinde ortaya çıkan durum kişinin
iradesi sonucu alınmış bir karar olup, bu kararın verilmesinde en
yakınlarının herhangi bir dahli olmayabilir. En yakınları elçi olan veya
en azılı müşrik olanların, onların imanından veya imansızlığından
etkilenmeyerek özgür iradeleri ile imanı veya imansızlığı seçmiş
olmaları bunu göstermektedir.
Yukardaki
ayetlerde anlatılan durumlar sadece o elçilerin hayatları ile sınırlı
değildir. Bugün yaşadığımız hayat içinde, en yakınlarımız ile inanç
yönünden farklı düşünerek bir ayrışım içinde olabiliriz. Kadın kocası,
koca karısı, anne kızı veya oğlu, baba kızı veya oğlu, kız veya erkek
evlat anne veya babasıyla inanç yönünden ayrı kulvarlarda olabilir.
İnanan
insan tarafından baktığımızda, en yakınlarına gerekli olan bilgileri
tebliğ ettiği halde onların iman etmemiş olmaları, inanan insanlara
karşı başkaları tarafından bir koz olarak kullanılmamalıdır. Bu kişiler
kendi aile bireyleri dışındaki birisine bir konuda gerekli olan tebliği
yapmaya kalktığı zaman, muhatap kişinin "sen önce yakınlarına söyle bunları" diyerek bu kişiyi rencide etmeye asla hakkı yoktur.
Bu
yapıda olan ailelerde en fazla rahatsızlık duyan kesim iman eden taraf
olup, karşısındaki insanların ne kadar yanlış içinde olduğunu ve
sonlarının hüsran olacaklarını bildikleri için haklı olarak
üzülmektedirler. Maaleseftir ki onları zorlayıcı bir yol kullanmak fayda
yerine zarar getirecek ve onların daha da uzaklaşmasına sebep
olacaktır.
TAHRİM 10 ayetinde iman etmeyen bir
kadın örneğine karşın, 11. ayette iman eden bir kadın örneği
verilmektedir. Bu kadın, kocası bir hükümdar olmasına rağmen onun
verdiğini değil, Allah(c.c)'nin verdiğini tercih ederek dünya hayatını
ahirete değişmemenin nasıl olabileceğinin canlı bir örneğini
sergilemektedir.
TAHRİM 10-11 ayetlerinin bize
dönük mesajını okumaya çalıştığımızda; hayatımızın bir kesitinde inanç
yönünden en yakınlarımız ile bir ayrışım içine girmemizin mümkün olacağı
ve bu durum içinde bizlerin nasıl bir davranış sergilememiz hususunda
yaşanmış örnekler misal verilerek davranış biçimi önerilmektedir.
Sabırlı davranışlar sergileyerek onları zorlamadan, bıktırmadan
izlenecek bir yol onlar için faydalı olabilir ve istenilen yola
girmeleri gerçekleşebilir. Ancak inatçı bir tutum sergileyenler için
maalesef yapacak bir şeyimiz de olmayabiliyor. Bu durumda olan insanlara
karşı olması gereken davranış yollarımız, Muhammed(a.s)'a indirilen
ayetlerde bolca mevcuttur.
TAHRİM 12 ayetinde;
dördüncü olarak Meryem örnek verilmektedir. Onun ırzını korumuş olduğuna
dair vurgu yapılması; İsa(a.s)'ı babasız olarak dünyaya getirmiş olması
neticesinde kavmi tarafından iffetsizlik ile suçlanmasına karşın, onun
Rabbi tarafından temize çıkarılması ve aklanmasıdır.
Ona
ruh üflenerek Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etmesinin ne
anlama gelebileceği konusunu biraz açmak istiyoruz. Bu konuda benzer bir
ayeti ENBİYA Suresi'nde görmekteyiz.
[021.091] Mahrem yerini koruyana da ruhumuzdan üflemiş; onu da, oğlunu da alemler için bir ayet kılmıştık.
Meryem'e üflenen ruhu anlamanın yolunun, Adem'e üflenen ruhu anlamaktan geçtiğini düşünmekteyiz.
[015.028-9] Rabbin
meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan
yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın»
demişti.
[038.071-2] Rabbin meleklere
şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan
ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.»
Ruh
üflenmesi sadece Adem'e has bir olay olmayıp, onun prototip bir insan
olmuş olması ile onunla ilgili ayetlerde geçmektedir. Ruh üflenmesi
olayının bütün insanlara has bir durum olmasını SECDE Suresi ayetlerinde
görmekteyiz.
[032.007-009] Yarattığı
her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun
soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan
ona üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler, gönüller verilmiştir.
Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
SECDE Suresi
ayetlerinde bütün insanların yaratılış süreci anlatılarak, ayet içinde
geçen duyu organları olan kulak (SEMİ), göz (BASAR) ve gönül (FUAD);
onlara ruh üflenmesi yani hayatiyet kazandırılması ile birlikte
zikredilmektedir.
Semi, basar ve fuad olarak
zikredilen duyu organları, insan ile hayvanı birbirinden ayıran
unsurlardır. Çünkü hayvanlar ve insanlara ruh üflenerek hayatiyet
verilmiştir; burası insan ile hayvan arasındaki ortak bağdır. İnsanı
hayvandan ayıran nokta ise; "semi, basar ve fuad" olarak zikredilen duyu
organları olup, bunlarla vahyi algılayarak yaratılışlarına uygun
davranmak gibi bir zorunluluk içinde olmalarıdır.
[016.078] Ve
Allah sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiç bir
şey bilmiyordunuz, öyle iken size, işitme, gözler, gönüller verdi ki
şükredesiniz
[023.078] Halbuki sizin için o kulağı, o gözleri, o Gönülleri inşa eden o siz, pek az şükrediyorsunuz
[067.023] De ki: «Sizi yaratan, size kulaklar gözler ve gönüller veren O'dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!»
Allah(c.c);
ruh üfleyerek ve onları semi, basar ve fuad sahipleri kılarak bir takım
yükümlülükler vermiş ve bunları tarih boyunca elçileri ile
bildirmiştir. Elçilerin getirdiklerini kabul etmeyenler için kör, sağır,
dilsiz, hayvan gibi ifadeler kullanılarak, duyu organlarını gereği gibi
kullanmadıkları ifade edilir.
[002.018] Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, bu yüzden doğru yola dönmezler.
[006.039] Ayetlerimizi
yalanlayanlar karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi
dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar.
[007.179] And
olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların
kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları
vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha
sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
Verdiğimiz
ayet mealleri ışığında konuya geri dönecek olursak; Meryem'e ruh
üflenerek semi, basar ve fuad verilmesi onları gereği gibi kullanmış
olduğunu göstermektedir. Kendisine verilen duyu organlarını kullanarak
Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik eden Meryem örneği, kendisi
gibi kadın olanlara olduğu gibi bütün insanlar için de bir örnektir.
TAHRİM
10-12 ayetlerinde gördüğümüz insan tiplerini Nuh, Lut, Firavun'un Eşi
ve Meryem olarak bir gruba, Nuh ve Lut'un eşlerini ve Firavun'u ayrı bir
gruba koyarak, bunlardaki ortak payda olan semi, basar ve fuadın
çalışmasına ve çalışmamasına örnek insanlar olarak görebiliriz.
Ayetlerde geçen bütün insanlara ruh üflenmiş, onlara duyu organları
verilmiş fakat bir kısmı bunu kullanmış, bir kısmı kullanmayarak
körleşmiştir.
Sonuç olarak; geçmişte yaşamış
olan insanların yaşadıkları hayattan kesitler sunularak onların
başlarından geçenlerin anlatılması, onlardan sonra yaşayan bizler için
örnek teşkil etme amacına binaendir. Kendimizi bir an için ayetlerde
geçen isimlerin yerine koyarak okuduğumuz zaman; Nuh(a.s) ve Lut(a.s)
açısından olaya baktığımızda farklı, onların eşleri açısından olaya
baktığımızda farklı, Firavun'un eşi tarafından baktığımızda farklı,
Firavun tarafından baktığımızda farklı mesajlar içeriyor olması; her
durumda olan insan için mesajların olduğunu gösterir. Kendisine ruh
üflenerek semi, basar ve fuad verilen yedi kişinin örnek verildiği
ayetlerde, alıcı antenlerini doğru çalıştıran ile çalıştırmayanların
görecekleri akıbet haber verilerek sakınılması ve alıcı antenlerin doğru
çalıştırılarak Nuh, Lut, Firavun'un eşi ve Meryem ile aynı akıbete
kavuşulması öğütlenmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Mart 2015 Salı
Bakara s. 232. Ayeti : Bağlamsız ve Mezhebsel Bir Okuma Örneği
Müslümanlar arasındaki ihtilaflara baktığımızda, bu ihtilafların temelinde yatan en başta gelen sebeplerden bir tanesinin; okunan herhangi bir ayetin bağlamdan kopuk veya mensup olunan mezhebin düşüncesi doğrultusunda okunarak anlaşılmaya çalışılması ve bunun neticesinde oluşan farklı düşüncelerin ihtilaflara sebep olması olduğunu görüyoruz. Bu yazımızda bu metod ile okunan BAKARA 232 ayetinin iki farklı anlamı üzerinde durarak, doğru anlamın hangisi olabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
BAKARA 232 ayetinin Arapça metni şu şekildedir;
Ve izâ tallaktumun nisâe fe belagne ecelehunne fe lâ ta’dulûhunne en yenkıhne ezvâcehunne izâ terâdav beynehum bil ma’rûf(ma’rûfi), zâlike yûazu bihî men kâne minkum yu’minu billâhi vel yevmil âhır(âhıri), zâlikum ezkâ lekum ve ather(atheru), vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
BAKARA 232 ayetine verilen anlamlar şu şekildedir;
1- [002.232] [E0] Kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru surette rızalaştıkları takdirde kendilerini kocalarına nikâh edecekler diye tazyık da etmeyin, bu işte içinizden Allaha ve Ahıret gününe iman etmiş olanlara verilir bir öğüttür, bu sizin hakkınızda daha hayırlı ve daha nezihtir, siz bilmezken Allah bilir.
2- [002.232] [DV] Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
BAKARA 232 ayetinde; boşanan kadınların eski kocaları ile artık bağları tamamen koptuktan sonra, başka bir erkek ile evlenmek için anlaştıklarında, eski kocalarının onlara baskı yapmaması öğütlenmektedir.
İkinci sırada verdiğimiz mealde, boşanan kadınların eski kocaları ile tekrar anlaştıkları takdirde, onları eski kocaları ile tekrar evlenmeleri konusunda, onlara baskı yapılmaması öğütlenmektedir.
Birinci sırada verdiğimiz ve doğru olduğunu düşündüğümüz meale göre, boşanan kadınların boşandıkları kocalarından başka erkeklerle anlaştıkları takdirde, eski kocalarının onlara baskı yapmaması öğütlenmekteyken, ikinci sırada verdiğimiz mealde boşanan kadınların boşandıkları kocaları ile tekrar evlenmek için anlaştıkları takdirde, o kadınların velileri tarafından engel çıkarılmaması istenmektedir.
İkinci sırada verdiğimiz mealde, sahneye kadının velisi çıkarılarak, nikah için velinin izninin şart olması düşüncesinden hareketle, veli tarafından bir engel çıkarılmaması gerektiği gibi bir anlamın çıkarılmış olması, ayete bağlamdan kopuk ve mezhebi bir düşünce doğrultusunda anlam verildiğini göstermektedir.
Fıkıhta nikah ile ilgili meselelere baktığımızda; evlenecek kızın velisi tarafından izin şartının arandığını görmekteyiz. Böyle bir şartın, Ebu Hanife tarafından gerekli olmadığı düşüncesine karşın, İmam Şafii, Malik ve Hanbel'in böyle bir şartın gerekli olduğu yönünde içtihadları olduğunu görmekteyiz. Ebu Hanife'nin bu görüşü daha doğru olup, hayatını etkileyecek bir karar verme noktasında evlilik adayı kızın söz sahibi olamaması kabul edilir bir durum değildir. Diğer imamların ve o imamların mezheplerine tabi olan başka fıkıhçıların evlilik konusundaki bazı görüşlerini okuduğumuzda "artık bu kadar olmaz" dedirtecek cinstendir.
Kur'an'a baktığımızda, evlenecek bir kimse için velisinin izin şartını NİSA 25 ayeti içinde görmekteyiz.
[004.025] [DI] Sizden, hür mümin kadınlarla evlenmeye güç yetiremiyen kimse, ellerinizdeki mümin cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Birbirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde, velilerinin izniyle evlenin ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin. Evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara edilen azabın yarısı edilir. Cariye ile evlenmedeki bu izin içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Allah bağışlar ve merhamet eder.
NİSA 25 ayetine baktığımızda, o günkü toplum kuralları gereği kadınların "hür" ve "cariye" olmak üzere iki sınıfa ayrılmış olduğu gerçeğinden hareketle, "cariye" statüsüne sahip olan bir kadının evlenebilmesi için o kadının maliki olan kişinin izninin alınma mecburiyeti getirilmektedir. Ayete dikkat edildiğinde "hür" statüsüne tabi olan kadının velisinden izin alınması gibi bir mecburiyet görülmemesine rağmen, ayet içindeki "onlarla" lafzının delaletinin her iki durumda olan kadınlara şamil olduğunu iddia eden İmam Şafii, bu iznin her iki durumda olan kadınlar için gerekli olduğuna dair görüş belirtmiştir.
Bu görüş bu konudaki uygun rivayetler ile desteklenerek mezhebi bir görüş haline gelmiş ve BAKARA 232 ayetine, bir kısım tefsirci veya meal yapıcısı tarafından bu görüş baz alınarak anlam verilmeye çalışılmıştır. Peki acaba ayet böyle bir görüşü destekleyecek bir anlama sahip mi?
BAKARA 232 ayeti, boşanma ile ilgili hükümlerin vaz edildiği ayetler grubuna dahil olup, bir önceki 231. ayet boşanmış durumdaki kadınlar ile ilgili hüküm vaz eden ayettir.
Her iki ayetin gramatik yapısı karısını boşamış olan kocayı muhatap almaktadır. 231. ayette boşanmış olan kadının gidecek bir yeri olmaması durumunda, onların evde tutulması yani onların şayet herhangi bir güvenceleri yoksa, sosyal güvencelerinin boşandığı kocaları tarafından sağlanması gerektiği beyan edilmektedir.
BAKARA 228-230 ayetlerinde; karısını boşayan erkeğin aynı kadınla evlenebilmesi için gerekli hükümler zaten vaz edilmiştir. 232. ayet eski kocası ile artık herhangi bir bağı kalmamış olan kadının durumu ile ilgili hüküm vaz edilmektedir.
Farklı anlam verilmesine sebep olan kelime; 232. ayet içindeki "fela ta'duluhünne" (o kadınlara engel olmayın) kelimesinin kime hitap ettiği noktasında olup, mezhebi okuma burada devreye girmektedir.
BAKARA Suresi'ndeki boşanma ile ilgili hüküm vaz eden ayetlerin hiçbirinde velilere yer verilmemiş olup, muhatap karılarını boşayan erkeklerdir. 232. ayetin gramatik yapısına baktığımızda; "tallaktüm" kelimesi karısını boşayan erkeği muhatap almaktadır. Devam eden cümle içindeki "fela ta'duluhünne" kelimesi aynı şekilde karısını boşayan erkeği muhatap almasına rağmen, mezhebi görüş olan "kadının evlenirken velisinin izin şartı" düşüncesi bu ayete uygulanarak "Bizim mezhebimizin görüşünde velinin izin şartı vardır. Öyleyse bu ayetin anlamı; velisinin izni ile olma mecburiyeti vardır" denilerek ayet mezhebin görüşüne göre anlamlandırılmıştır.
Mezhebi görüşün öne çıkarılıp bağlamın göz ardı edilerek yapılan okumada BAKARA 232 ayetinin anlamı yukarıda verdiğimiz iki farklı anlamın ikinci sırasında şekle dönüşmüş ve boşanmış kadınların eski kocalarına dönmek istedikleri zaman onlara velileri tarafından engel çıkarılmaması gibi bir anlam verilerek büyük bir hataya düşülmüştür.
Ayetin yanlış anlaşılmasına "fe lâ ta’dulûhunne en yenkıhne ezvâcehunne izâ terâdav beynehum bil ma’rûf(ma’rûfi)" (aralarında meşru surette rızalaştıkları takdirde kendilerini kocalarına nikâh edecekler diye tazyık da etmeyin,) cümlesi içindeki "ezvacehünne" kelimesidir. Bu kelime boşanmış kadının eski kocası olarak anlaşılınca, bu sefer o kadınlara baskı yapmaması istenen kişilerin olması gereği ortaya çıktığı düşünülerek, baskı yapmaması gereken kişilerin o kadınların velileri olduğu düşünülmüştür.
Ayetin muhatap kişisi, karısını boşayan erkek olduğu şayet göz ardı edilmemiş olsaydı, "ezvacehünne" kelimesi ile kast edilen kişinin kadının eski kocası değil, onunla evlenmek isteyen başka bir koca adayı olması gerektiği gayet kolay anlaşılabilirdi. BAKARA 235 ayetine baktığımızda eski kocası ile artık bağları kesilmiş olan kadınlar ile evlenmek istenildiğinde takip edilmesi gereken yol anlatılmaktadır.
[002.235] Bu durumdaki (iddet beklemekte)kadınlara ima yolu ile evlenme teklif etmenizin ya da bu arzuyu içinizden geçirmenizin hiçbir sakıncası yoktur. Allah sizin onları hatırınızda tutacağınızı biliyor. Söyleyeceğiniz uygun sözler dışında sakın onlarla gizlice buluşmak üzere sözleşmeyin ve gerekli bekleme süresi dolmadıkça sakın nikâh kıymaya girişmeyin. Allah'ın içinizden geçen duyguları bildiğini bilin, O'ndan çekinin ve bilin ki, O, günahları bağışlar ve halimdir.
Aşağıya yanlış olarak anlamlandırma örneklerinden bir kaç tanesini vermek istiyoruz.
Mustafa Öztürk:
[Ey Veliler!] Bir veya iki talakla boşanan ve iddet sürelerini tamamlayan kadınlar, iyi geçinebileceklerine dair aralarında bir uzlaşma sağlarlarsa, onların ilk kocalarıyla yeniden evlenmelerine engel olmayın. Allah'a ve kıyamet-hesap gününe inanan siz müminlere verilen öğüt budur. Nezih, şaibeden uzak bir aile hayatı yaşamak için gerekli olan budur. [Unutmayın ki] Allah hayrınıza ve faydanıza olacak hükümleri bilir ve fakat siz bilemeyebilirsiniz.
Adem Uğur :
Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Ali Fikri Yavuz :
Kadınları (Ric’î talâkla) boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşrû bir şekilde anlaştıkları takdirde, ey veliler, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın. Bu anlatılanlar, sizden Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş olanlara verilen bir öğüttür. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Allah sizin menfaatinizi bilir, siz bilemezsiniz.
Ahmet Tekin :
Hanımlarınızı boşadığınız zaman, iddetlerini, bekleme müddetlerini tamamladıklarında, birbirleriyle, Kur’ân’ın ve sünnetin hükümlerine göre, iyilikle meşrûiyet sınırları içinde, İslâmî kurallarla örtüşen örfe uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde, onların eski kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte bununla, içinizden Allah’a, Allah’a imanın gerektirdiği esaslara ve âhiret gününe iman edenlere öğüt verilmekte, sorumlulukları hatırlatılmaktadır. Bu sizin için daha çok günahlardan ve haramdan arındırıcı, daha hayırlı, kalplerdeki şüpheyi gideren kuraldır. Allah biliyor, siz bilemezsiniz.
Bayraktar Bayraklı :
Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, eski kocalarıyla evlenmelerine engel olmayınız! İşte bununla, içinizden Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Bu öğüdü tutmanız, kendiniz için en iyisi ve en temizidir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
Fizilal-il Kuran :
Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile meşru biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizdeki Allah 'a ve Ahiret gününe inananlara yönelik bir öğüttür. Bu sizin hesabınıza en temiz ve en iffetli yoldur. Allah bilir, fakat siz bilemezsiniz.
Hayrat Neşriyat :
Hem kadınları (ric'î, dönüşü mümkün bir boşama ile) boşadığınızda, bekleme müddetlerini de bitirdiklerinde, artık aralarında meşrû' olarak anlaştıkları takdirde, bu durumda kocalarıyla (tekrar) evlenirler diye onlara mâni' olmayın! Bu, içinizden Allah’a ve âhiret gününe îmân etmekte olan kimselere, kendisiyle nasîhat olunan(bir e mir)dir. Bu, sizin için daha hayırlı ve da ha temizdir. Çünki (sizin için neyin daha hayırlı olduğunu, ancak) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
İbni Kesir :
Kadınları boşadığınız vakit, onlar iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında güzelce anlaştıkları takdirde; kocalarıyla tekrar evlenmelerine mani olmayın. İşte sizden Allah'a ve ahiret gününe inanmış olanlara, bununla öğüt veriliyor. Bu, sizin için daha iyi, daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Ömer Nasuhi Bilmen :
Ve kadınları boşadığınızda, onlar da iddetlerini sonuna erdirince onların kendi aralarında maruf veçhile karşılıklı rızayla kocaları ile tekrar evlenmelerine mani olmayınız. Sizden Allah'a ve Ahiret gününe inanmış olanlara işte bununla öğüt verilir. Bu husus sizin için daha faydalı ve daha temizdir ve Allah Teâlâ bilir, siz bilmezsiniz.
Süleyman Ateş :
Kadınları boşadığınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde, (eski) kocalarıyle evlenmelerine engel olmayın. Bu, içinizden Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Bu, sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz.
Ümit Şimşek :
Kadınları boşadığınız zaman, iddetlerini bitirdiklerinde, aralarında meşru şekilde anlaşacak olurlarsa kocalarına dönmelerine engel olmayın. Sizden Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlara verilen öğüt işte budur. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temiz bir iştir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Yaşar Nuri Öztürk :
Kadınları boşadığınız zaman bekleme sürelerini tamamladıklarında, kendi aralarında örfe uygun olarak anlaşmışlarsa eski kocalarıyla nikahlanmaları hususunda onlara engel çıkarmayın. Bu, sizin Allah'a ve âhıret gününe inanmış olanınıza verilen öğüttür. Bu sizin için daha isabetli ve daha temizdir, Allah bilir ama siz bilmezsiniz.
Sonuç olarak; BAKARA 232 ayeti boşanmış kadınların boşandığı kocalarının dışında başka bir erkekle evlenme arzusunda oldukları zaman, o kadınlara eski kocalarının herhangi bir engel çıkarmaması öğütlenmesine rağmen, bağlamsız ve mezhebsel okumanın bir örneği verilerek, ayetin muhatabı boşanmış kadınların velileri olduğu düşüncesinden hareketle o velilere hitaben, boşanmış kadınlar şayet eski kocalarına dönmek arzusunda oldukları zaman, o kadınlara velileri tarafından engel çıkarılmamasının öğütlendiği yolunda yanlış bir anlam verilmiştir. Bu ayetin doğru bir şekilde yapılan mealleri, karısını boşamış erkeği muhatap alarak ve boşanmış kadının eski kocasından başka bir erkekle evlenme arzusuna vurgu yapan ve o erkeklerle evlenmeleri hususunda eski kocaların engel olmamasına vurgu yapan meallerdir.
Aşağıda bu ayetin doğru anlamlarını yapan meal örneklerini vererek yazımızı bitirmek istiyoruz.
Muhammed Esed :
Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları taktirde başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan her biriniz için uyarıdır; bu, sizin için en erdemli ve en temiz (yol)dur. Allah her şeyi aslıyla bilir, ama siz bilmezsiniz.
Hasan Basri Çantay :
Kadınları boşadınız da ıddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru' bir suretde anlaşdıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın, işte içinizden Allaha ve âhiret gününe îmân etmekde olan (lar) a bununla öğüd veriliyor. Bu sizin için daha fazıyletli ve daha temizdir. (Ondaki maslahatı) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Ahmet Varol :
Kadınları boşadığınızda bekleme sürelerini tamamlarlarsa, aralarında iyilik üzere anlaşmaları durumunda (kendileriyle evlenmeye niyetlendikleri) eşleriyle nikahlanmalarını engellemeye çalışmayın. Bununla içinizden Allah'a ve ahiret gününe iman edene öğüt verilmektedir. Bu sizin için daha elverişli ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Mart 2015 Pazar
Devlet ve "İslam Devleti" Deyimi Üzerine
Devlet kelimesine, "İnsanların fıtratları gereği birlikte yaşama ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıkan yönetim kademelerinin altında toplandığı çatı " şeklinde bir tarif getirmek sanırım yanlış olmayacaktır. İnsanın sosyal bir varlık olması, onların birlikte yaşamaları gereğini ortaya çıkarmış ve bu sosyal yapı Aile , Köy , Şehir ,kabile, Ülke v.s gibi terimler etrafında bir oluşum sağlamasını gerekli kılmıştır. Bu gereklilik bazı sorunları ortaya çıkarmış ve ortaya çıkan bu sorunların aşılması için bir takım kurallar konarak uyulması zorunlu kılınmıştır.
En küçük insan topluluğu olarak ifade edebileceğimiz "Aile" içinde bile bir yönetici tayin edilmiştir. Nisa s. 34. Ayetinde Erkeklerin Kadınlar üzerinde "Kavvam" (Koruyucu) tayin edilmiş olmaları , onların bu görevlerini yerine getirmede bazı yetkiler üstlenmesi günümüz tabiri ile "Aile Reisi" olmalarını gerektirir.
Yöneten - Yönetilen , Amir-Memur, Ast-Üst , İşçi -İşveren v.s şeklinde ayrışımlar, birlikte yaşama ihtiyacının doğurduğu kaçınılmaz durumlar olup, asıl olması gereken bu guruplardaki insanların belirli kurallar dahilinde hareket etmeleridir. Örnek verecek olursak , yönetici pozisyonunda olan bir insan , yönetimi altındaki insanlara hiç bir şekilde zulmetme hakkına sahip değildir , yönetimi altındaki insanlar ile ilgili kararlarında Hak - Hukuk -Adalet prensiplerini gözetmek zorundadır.
"Devlet" dediğimiz oluşum , İnsan yönetimi ile ilgili olan kurumların altında toplandığı çatı olduğuna göre , Devlet yöneticisi kademesinde olanların da, yönetimi altında olan İnsanlara karşı bir takım sorumlulukları vardır. Yöneticiler bu sorumluluklarını hazırladıkları kanunlar ile yerine getirmeye çalışırlar.
Devlet yöneticilerinin yapmış oldukları kanunların çıkış noktaları tabi oldukları düşünce sistemleri olup bunun adına Kur'an deyimiyle "Din" denilmektedir , meselenin özü tabi olunması gereken Dinin hangi Din olması gerektiği noktasında olup ,İnsanlık tarihini sadece iki kelimeyle özetleyecek olursak "Dinler Savaşı" şeklinde ifade etmek mümkündür.
Allah (c.c) İnsanların Rabbi ve İlahı olarak onlar üzerinde yönetim hakkına sahip olan ve olması gereken yegane varlıktır. Allah (c.c) bu hakkını , tarih boyunca göndermiş olduğu Elçileri vasıtası ile bildirerek , kullarının kalıcı olan Ahiret te mutlu ve mesut bir hayat geçirmelerinin tek şartı olarak bu Elçiler ile gelenlere uymak olduğunu bildirmiştir.
Elçiler ile gelen vahiylerde İnsanların birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği yönündeki beyanlar ve yönetim konusundaki emirleri ve yasakları da kapsamaktadır. Kur'ana baktığımızda "Sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa s. 59) Ayeti, emreden ve emredilen insanların olması gerçeğinin göz ardı edilmediğini , emreden insanların nasıl bir emir yetkisine sahip olacağını beyan etmektedir. Emir sahibi olarak emretme yetkisinde bulunmak demek bir kimsenin yönetici pozisyonunda olması demek olup , bu pozisyondaki kimselerin emrederken kullanacakları yetkiyi aldıkları mercinin önemi büyüktür.
"Devlet" adı verilen çatının , İnsan hayatının en önemli olgularından biri olmuş olması bu çatıyı oluşturan unsurlar hakkında Allah (c.c) nin herhangi bir beyanı olmamasını imkansız kılmaktadır. Devlet dediğimiz olgu , İnsanların bir birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini düzenleyen kuruluşların toplandığı çatı olduğuna göre , bu düzenlemeyi hakkına sahip olan yegane varlık İnsanların Rabbi ve İlahı olan Allah (c.c) nin hakkıdır.
"İslam Devleti" dediğimiz olgu, bu hakkın gerçek sahibine verilmesi düşüncesinden kaynaklanan bir yönetim tarzının ismidir.
Kur'an da bu tür bir terkibin olmaması bir kısım İnsanın böyle bir şeye gerek olmadığı iddiasını da beraberinde getirmiştir. Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı , söz veya fiillerin sadece taştan ve tahtadan yapılmış olan putların önünde saygı ile eğilmek olmadığı Kur'an okuyan herkesin bildiği ve bilmesi gereken bir durumdur.
Muhammed (a.s) ın Medine de herhangi bir Devlet oluşturmadığı iddiası doğru bir iddia olmayıp , Medine yaşayan İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerinin düzenlenmesinde oluşturulan sistemin başında onun olmuş olması ,onun bir nevi "Devlet Başkanı" sıfatı taşımasını beraberinde getirmiştir. Kur'anın inen hüküm Ayetlerinin uygulanması , "Devlet" adı bilinen oluşumun şart olduğunu göstermektedir.
"Şirk" kavramı , "Allah (c.c) nin hakkı olan bir şeyin, ondan gasp edilerek onun yarattığı bir kula hasredilmesi" demek olduğuna göre yarattığı İnsanlar için gerekli olan hükümlerin göz ardı edilerek başkalarının hükmünün icra edilmesinin adı nedir ?.
Kur'an daki bazı suçlar için konulmuş olan cezaların fiiliyata geçirilmesi şahısların insiyatifine bırakılmamıştır. Örneğin Maide s. 33. Ayetinde ki had cezalarının belirlenmesi kişilerin insiyatifine bırakılacak olsa , bunun uygulamasının doğurucağı sonuçları düşünmek bile insanı ürpertecektir. Kısacası Kur'an eğer bir suç için Dünyevi bir ceza tayin etmiş ise bu cezanın infazı kişilere bırakılmamıştır. İnsan hak ve hukuku ile ilgili Ayetlerin fiiliyata dökülmesi adalet esasına dayanması emredilmiş bu esasları uygulama hakkı yetkili merciler eli ile olması gerekmektedir.
"İslam Devleti" denilince bazı kimseler de haklı olarak , Kur'anın hayatın her anında çıkabilecek olan sorunlar noktasında Ayet bazında bir hüküm bulunmadığı ve bu boşluğun nasıl dolacağı konusu soru işaret olarak kafasında takılmaktadır.
Dünya üzerinde hiç bir Devletin kuruluş temellerini atan kişi , kurum , düşünce v.s ler o Devlet içinde yaşayan insanlara gerekli olan bütün kanunları bir paket halinde vaz etmiş olmalarına imkan yoktur. Bu sözümüzü T.C üzerinden örnekleyecek olursak şunları söyleyebiliriz ;
Bugün T.C nin temelleri Kemalist , Laik ,Demokratik olarak belirlenen bir sistem üzerine kurulmuştur. T. C nin kuruluş temellerini atan kişi olan Mustafa Kemal Atatürk bu Devletin tabi olacağı kanunların temelinde nasıl bir düşünce yatması gerektiğini vaz ederek adına "Kemalizm" denen ideolojiyi geliştirmiştir.
Kemalist ideolojinin hakim olduğu T.C içinde yaşayanların ihtiyaçları zaman içinde değişim gösterdiği için o İnsanlar ile ilgili kanunlar da değişerek günün ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilmektedir , veya daha önce olmayan fakat yeni ortaya çıkan bir ihtiyaca binaen yeni kanunlar ihdas edilebilmektedir. Yapılan bu kanunların "T.C Anayasası" denilen tabi olunması gereken kuralların yazılı olduğu kitaba aykırı olmaması gerekmektedir. Anayasaya aykırı olarak yapıldığı iddia edilen bir kanun "Anayasa Mahkemesi" tarafından iptal edilmek suretiyle uygulama alanına sokulmaz. "Anayasa Mahkemesi" dediğimiz kurum iptal ettiği veya onayladığı kanunları "Kemalist" sistemin kendine çizmiş olduğu yetkiler dahilinde yapmaktadır.
Anayasa dediğimiz olgu, bir Devletin tabi olacağı kuralların temelini çizen bir Kitap olması nedeniyle, "İslam Devleti" adında oluşacak bir Devletin tabi olacağı Kitap ,Allah (c.c) nin Kitabıdır. Nasıl ki Anayasalar da temel kurallar belirlenmiş ve yaşam içindeki gereklere uygun olan bazı yasalar günün gereğine göre Anayasa nın belirlediği çizgiler dahilinde yapılıyor ise, İslam Devletinde de aynı şekilde Kur'anın belirlediği çizgiler dahilinde o gün yaşayan İnsanların ihtiyacı olan alt kanunlar düzenlenecektir. Bu düzenlemeyi eski adı Müçtehid , yeni adı Hukukçu vasfına sahip olan insanlar yapacaktır.
Bu meyanda İslam Dininin diğer beşeri dinler karşısında sus pus olmadığı ortadadır. Bazı kimselerin aksine İslam Dini sadece Namaz , Oruç v.s hükümleri vaz etsin , yönetim ile ilgili kanunları İnsanların kendi yanından üretmiş oldukları beşeri ideolojilere bıraksın iddiası doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Bu sistemin çağdaş Dünyadaki ismi "Laisizm" olup bu sistemin Kur'an literatüründeki ismi "Küfür"dür.
"İslam Devleti" adı altında yönetilen örnek bir Devletin Dünya üzerinde olmamış olması veya klasik İslam hukuku içindeki bazı hükümlerin Kur'anla taban tabana zıt olması (Recm örneği gibi) bazı İnsanları bu konuda karamsarlığa düşürerek , bu şekil bir sistemin "Ütopya" olduğu iddiası ile mevcut sisteme bağlı olmanın yeterli hatta gerekli olduğu düşüncesi ortaya atılmaktadır.
Uygulanabilir veya uygulanmaz olması bu yazının konusu olmayıp , konumuz Devlet çatısını oluşturan kurumların tabi olacakları kanunlar sisteminin temelinde beşerin değil o beşeri yaratanın imzasının olması gerektiğidir. Şayet Müslüman olduğunu iddia eden birisi tabi olunması gereken kanunların temelinde beşeri imzanın olması gerektiğini savunarak içinde bulunulan durumdan rahatsızlık duymadan gönül rahatlığı içinde bu sistemin İslama uygun olduğunu söyleyebiliyorsa , o kimsede akidevi olarak sıkıntılar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Herhangi bir Müslüman , içinde yaşadığı topraklarda hüküm süren kanunların bir beşer tarafından ortaya atılan ideoloji çizgisinde yapılmış olmasından rahatsızlık duymayarak onu savunabiliyorsa şirke ortak ve şirkin savunucusu olmuştur. İslami Devlet modelinin uygulanabilirliği olmaması iddiası ile mevcut şirk düzenlerine tabi olmak gerektiği düşüncesi teslimiyetçi bir tavırdan başka bir şey değildir.
Dünya üzerinde hiç bir Devlet yoktur ki ilkelerini , Hak -Hukuk - Adalet prensipleri üzerine kurmuş olmasın ancak bu prensiplerin alındığı ideolojiler Beşer kaynaklı olup , İlahi kaynaklı değildir. Bu Devletlerin bir çoğunun Hak -Hukuk Adalet anlayışı, ideolojisini oluşturan beşere tabi olan İnsanlarda ki anlayış doğrultusunda olup şekil bir yönetim tarzı bir kısım İnsanın diğer bir kısım İnsan üzerinde, Haksızlık -Hukuksuzluk - Adaletsizlik şeklinde yansımaktadır.Olması gereken , bu prensiplerin alındığı kaynağın Beşeri değil İlahi olması hiç bir İnsanın diğer bir İnsan üzerinde hegemonyasının olmaması esasına dayalı olmasıdır.
Sonuç olarak; Sosyal bir varlık olan İnsanın birlikte yaşamasının bir gereği olarak oluşan belirli düzenlemelerin yapılma ihtiyacı "Devlet" olarak bildiğimiz kavramı ortaya çıkarmıştır. Allah (c.c) nin her konuda kulları için belirleyici olmuş olması , İnsan için en önemli olgulardan birisi olan "Devlet" olgusunun da nasıl şekillenmesi gerektiğini beyan etmiş olmasını beraberinde getirmiştir. Allah (c.c) nin böyle bir olguya müdahil olmayacağı iddiası "Laiklik" dediğimiz düşünceyi meydana getirmiştir.
Son zamanlarda ortaya çıkan bu düşünceler "Laik Müslüman" tipini geliştirmiş ve Kur'anın böyle bir durum ile ilgili olarak beyanı olmadığı , olsa dahi bunun ütopik bir düşünce olduğu söylenmeye başlanmıştır. Yaratılmış olan İnsanın , kendisi gibi yaratılmış diğer İnsanlar üzerindeki yönetim hakkı iddiasının "Şirk" olduğu bilincinden uzak olarak geliştirilen bu tür düşüncelerin acilen terk edilerek , Allah (c.c) nin yaratmış oldukları üzerinde tasarruf hakkının olması gerektiği düşüncesi oturtulmaya çalışılmalıdır. Allah (c.c) nin dininin en bariz özelliği kendisi gibi yaratılmış olanlara kulluğu ret ederek bu konudaki tek hak sahibine hakkının teslim edilmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
En küçük insan topluluğu olarak ifade edebileceğimiz "Aile" içinde bile bir yönetici tayin edilmiştir. Nisa s. 34. Ayetinde Erkeklerin Kadınlar üzerinde "Kavvam" (Koruyucu) tayin edilmiş olmaları , onların bu görevlerini yerine getirmede bazı yetkiler üstlenmesi günümüz tabiri ile "Aile Reisi" olmalarını gerektirir.
Yöneten - Yönetilen , Amir-Memur, Ast-Üst , İşçi -İşveren v.s şeklinde ayrışımlar, birlikte yaşama ihtiyacının doğurduğu kaçınılmaz durumlar olup, asıl olması gereken bu guruplardaki insanların belirli kurallar dahilinde hareket etmeleridir. Örnek verecek olursak , yönetici pozisyonunda olan bir insan , yönetimi altındaki insanlara hiç bir şekilde zulmetme hakkına sahip değildir , yönetimi altındaki insanlar ile ilgili kararlarında Hak - Hukuk -Adalet prensiplerini gözetmek zorundadır.
"Devlet" dediğimiz oluşum , İnsan yönetimi ile ilgili olan kurumların altında toplandığı çatı olduğuna göre , Devlet yöneticisi kademesinde olanların da, yönetimi altında olan İnsanlara karşı bir takım sorumlulukları vardır. Yöneticiler bu sorumluluklarını hazırladıkları kanunlar ile yerine getirmeye çalışırlar.
Devlet yöneticilerinin yapmış oldukları kanunların çıkış noktaları tabi oldukları düşünce sistemleri olup bunun adına Kur'an deyimiyle "Din" denilmektedir , meselenin özü tabi olunması gereken Dinin hangi Din olması gerektiği noktasında olup ,İnsanlık tarihini sadece iki kelimeyle özetleyecek olursak "Dinler Savaşı" şeklinde ifade etmek mümkündür.
Allah (c.c) İnsanların Rabbi ve İlahı olarak onlar üzerinde yönetim hakkına sahip olan ve olması gereken yegane varlıktır. Allah (c.c) bu hakkını , tarih boyunca göndermiş olduğu Elçileri vasıtası ile bildirerek , kullarının kalıcı olan Ahiret te mutlu ve mesut bir hayat geçirmelerinin tek şartı olarak bu Elçiler ile gelenlere uymak olduğunu bildirmiştir.
Elçiler ile gelen vahiylerde İnsanların birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği yönündeki beyanlar ve yönetim konusundaki emirleri ve yasakları da kapsamaktadır. Kur'ana baktığımızda "Sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa s. 59) Ayeti, emreden ve emredilen insanların olması gerçeğinin göz ardı edilmediğini , emreden insanların nasıl bir emir yetkisine sahip olacağını beyan etmektedir. Emir sahibi olarak emretme yetkisinde bulunmak demek bir kimsenin yönetici pozisyonunda olması demek olup , bu pozisyondaki kimselerin emrederken kullanacakları yetkiyi aldıkları mercinin önemi büyüktür.
"Devlet" adı verilen çatının , İnsan hayatının en önemli olgularından biri olmuş olması bu çatıyı oluşturan unsurlar hakkında Allah (c.c) nin herhangi bir beyanı olmamasını imkansız kılmaktadır. Devlet dediğimiz olgu , İnsanların bir birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini düzenleyen kuruluşların toplandığı çatı olduğuna göre , bu düzenlemeyi hakkına sahip olan yegane varlık İnsanların Rabbi ve İlahı olan Allah (c.c) nin hakkıdır.
"İslam Devleti" dediğimiz olgu, bu hakkın gerçek sahibine verilmesi düşüncesinden kaynaklanan bir yönetim tarzının ismidir.
Kur'an da bu tür bir terkibin olmaması bir kısım İnsanın böyle bir şeye gerek olmadığı iddiasını da beraberinde getirmiştir. Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı , söz veya fiillerin sadece taştan ve tahtadan yapılmış olan putların önünde saygı ile eğilmek olmadığı Kur'an okuyan herkesin bildiği ve bilmesi gereken bir durumdur.
Muhammed (a.s) ın Medine de herhangi bir Devlet oluşturmadığı iddiası doğru bir iddia olmayıp , Medine yaşayan İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerinin düzenlenmesinde oluşturulan sistemin başında onun olmuş olması ,onun bir nevi "Devlet Başkanı" sıfatı taşımasını beraberinde getirmiştir. Kur'anın inen hüküm Ayetlerinin uygulanması , "Devlet" adı bilinen oluşumun şart olduğunu göstermektedir.
"Şirk" kavramı , "Allah (c.c) nin hakkı olan bir şeyin, ondan gasp edilerek onun yarattığı bir kula hasredilmesi" demek olduğuna göre yarattığı İnsanlar için gerekli olan hükümlerin göz ardı edilerek başkalarının hükmünün icra edilmesinin adı nedir ?.
Kur'an daki bazı suçlar için konulmuş olan cezaların fiiliyata geçirilmesi şahısların insiyatifine bırakılmamıştır. Örneğin Maide s. 33. Ayetinde ki had cezalarının belirlenmesi kişilerin insiyatifine bırakılacak olsa , bunun uygulamasının doğurucağı sonuçları düşünmek bile insanı ürpertecektir. Kısacası Kur'an eğer bir suç için Dünyevi bir ceza tayin etmiş ise bu cezanın infazı kişilere bırakılmamıştır. İnsan hak ve hukuku ile ilgili Ayetlerin fiiliyata dökülmesi adalet esasına dayanması emredilmiş bu esasları uygulama hakkı yetkili merciler eli ile olması gerekmektedir.
"İslam Devleti" denilince bazı kimseler de haklı olarak , Kur'anın hayatın her anında çıkabilecek olan sorunlar noktasında Ayet bazında bir hüküm bulunmadığı ve bu boşluğun nasıl dolacağı konusu soru işaret olarak kafasında takılmaktadır.
Dünya üzerinde hiç bir Devletin kuruluş temellerini atan kişi , kurum , düşünce v.s ler o Devlet içinde yaşayan insanlara gerekli olan bütün kanunları bir paket halinde vaz etmiş olmalarına imkan yoktur. Bu sözümüzü T.C üzerinden örnekleyecek olursak şunları söyleyebiliriz ;
Bugün T.C nin temelleri Kemalist , Laik ,Demokratik olarak belirlenen bir sistem üzerine kurulmuştur. T. C nin kuruluş temellerini atan kişi olan Mustafa Kemal Atatürk bu Devletin tabi olacağı kanunların temelinde nasıl bir düşünce yatması gerektiğini vaz ederek adına "Kemalizm" denen ideolojiyi geliştirmiştir.
Kemalist ideolojinin hakim olduğu T.C içinde yaşayanların ihtiyaçları zaman içinde değişim gösterdiği için o İnsanlar ile ilgili kanunlar da değişerek günün ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilmektedir , veya daha önce olmayan fakat yeni ortaya çıkan bir ihtiyaca binaen yeni kanunlar ihdas edilebilmektedir. Yapılan bu kanunların "T.C Anayasası" denilen tabi olunması gereken kuralların yazılı olduğu kitaba aykırı olmaması gerekmektedir. Anayasaya aykırı olarak yapıldığı iddia edilen bir kanun "Anayasa Mahkemesi" tarafından iptal edilmek suretiyle uygulama alanına sokulmaz. "Anayasa Mahkemesi" dediğimiz kurum iptal ettiği veya onayladığı kanunları "Kemalist" sistemin kendine çizmiş olduğu yetkiler dahilinde yapmaktadır.
Anayasa dediğimiz olgu, bir Devletin tabi olacağı kuralların temelini çizen bir Kitap olması nedeniyle, "İslam Devleti" adında oluşacak bir Devletin tabi olacağı Kitap ,Allah (c.c) nin Kitabıdır. Nasıl ki Anayasalar da temel kurallar belirlenmiş ve yaşam içindeki gereklere uygun olan bazı yasalar günün gereğine göre Anayasa nın belirlediği çizgiler dahilinde yapılıyor ise, İslam Devletinde de aynı şekilde Kur'anın belirlediği çizgiler dahilinde o gün yaşayan İnsanların ihtiyacı olan alt kanunlar düzenlenecektir. Bu düzenlemeyi eski adı Müçtehid , yeni adı Hukukçu vasfına sahip olan insanlar yapacaktır.
Bu meyanda İslam Dininin diğer beşeri dinler karşısında sus pus olmadığı ortadadır. Bazı kimselerin aksine İslam Dini sadece Namaz , Oruç v.s hükümleri vaz etsin , yönetim ile ilgili kanunları İnsanların kendi yanından üretmiş oldukları beşeri ideolojilere bıraksın iddiası doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Bu sistemin çağdaş Dünyadaki ismi "Laisizm" olup bu sistemin Kur'an literatüründeki ismi "Küfür"dür.
"İslam Devleti" adı altında yönetilen örnek bir Devletin Dünya üzerinde olmamış olması veya klasik İslam hukuku içindeki bazı hükümlerin Kur'anla taban tabana zıt olması (Recm örneği gibi) bazı İnsanları bu konuda karamsarlığa düşürerek , bu şekil bir sistemin "Ütopya" olduğu iddiası ile mevcut sisteme bağlı olmanın yeterli hatta gerekli olduğu düşüncesi ortaya atılmaktadır.
Uygulanabilir veya uygulanmaz olması bu yazının konusu olmayıp , konumuz Devlet çatısını oluşturan kurumların tabi olacakları kanunlar sisteminin temelinde beşerin değil o beşeri yaratanın imzasının olması gerektiğidir. Şayet Müslüman olduğunu iddia eden birisi tabi olunması gereken kanunların temelinde beşeri imzanın olması gerektiğini savunarak içinde bulunulan durumdan rahatsızlık duymadan gönül rahatlığı içinde bu sistemin İslama uygun olduğunu söyleyebiliyorsa , o kimsede akidevi olarak sıkıntılar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Herhangi bir Müslüman , içinde yaşadığı topraklarda hüküm süren kanunların bir beşer tarafından ortaya atılan ideoloji çizgisinde yapılmış olmasından rahatsızlık duymayarak onu savunabiliyorsa şirke ortak ve şirkin savunucusu olmuştur. İslami Devlet modelinin uygulanabilirliği olmaması iddiası ile mevcut şirk düzenlerine tabi olmak gerektiği düşüncesi teslimiyetçi bir tavırdan başka bir şey değildir.
Dünya üzerinde hiç bir Devlet yoktur ki ilkelerini , Hak -Hukuk - Adalet prensipleri üzerine kurmuş olmasın ancak bu prensiplerin alındığı ideolojiler Beşer kaynaklı olup , İlahi kaynaklı değildir. Bu Devletlerin bir çoğunun Hak -Hukuk Adalet anlayışı, ideolojisini oluşturan beşere tabi olan İnsanlarda ki anlayış doğrultusunda olup şekil bir yönetim tarzı bir kısım İnsanın diğer bir kısım İnsan üzerinde, Haksızlık -Hukuksuzluk - Adaletsizlik şeklinde yansımaktadır.Olması gereken , bu prensiplerin alındığı kaynağın Beşeri değil İlahi olması hiç bir İnsanın diğer bir İnsan üzerinde hegemonyasının olmaması esasına dayalı olmasıdır.
Sonuç olarak; Sosyal bir varlık olan İnsanın birlikte yaşamasının bir gereği olarak oluşan belirli düzenlemelerin yapılma ihtiyacı "Devlet" olarak bildiğimiz kavramı ortaya çıkarmıştır. Allah (c.c) nin her konuda kulları için belirleyici olmuş olması , İnsan için en önemli olgulardan birisi olan "Devlet" olgusunun da nasıl şekillenmesi gerektiğini beyan etmiş olmasını beraberinde getirmiştir. Allah (c.c) nin böyle bir olguya müdahil olmayacağı iddiası "Laiklik" dediğimiz düşünceyi meydana getirmiştir.
Son zamanlarda ortaya çıkan bu düşünceler "Laik Müslüman" tipini geliştirmiş ve Kur'anın böyle bir durum ile ilgili olarak beyanı olmadığı , olsa dahi bunun ütopik bir düşünce olduğu söylenmeye başlanmıştır. Yaratılmış olan İnsanın , kendisi gibi yaratılmış diğer İnsanlar üzerindeki yönetim hakkı iddiasının "Şirk" olduğu bilincinden uzak olarak geliştirilen bu tür düşüncelerin acilen terk edilerek , Allah (c.c) nin yaratmış oldukları üzerinde tasarruf hakkının olması gerektiği düşüncesi oturtulmaya çalışılmalıdır. Allah (c.c) nin dininin en bariz özelliği kendisi gibi yaratılmış olanlara kulluğu ret ederek bu konudaki tek hak sahibine hakkının teslim edilmesidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Mart 2015 Perşembe
Oy Vermek Şirk , Oy Veren Müşrikmi dir ?
Türkiye de genel seçimlerin yaklaşmış olması , seçimlerde oy kullanmanın hükmünün ne olduğu tartışmalarını beraberinde getirecek ve bu tartışmalarda tekfirler havada uçuşacaktır. Bu yazımızın konusu bu tartışmalar sonucu meydana gelen "Kafir" , "Müşrik" gibi suçlamaların önce kimler için yapılabileceği , sonra bu suçlamaların oy verenler için yapılıp yapılamayacağını irdelemeye çalışacağız.
"Kafir" ve "Müşrik" kavramlarının Kur'an da kullanılış yerleri ve kimler için kullanıldığı , bizlere bu kavramların kullanımı konusunda da fikir sahibi olmamızı kolaylaştırmaktadır. Bu kavramlar , kendilerine Elçiler ile gelen Vahyi duyduktan sonra bilerek ve kasten red etmiş olmaları neticesinde onlar için kullanılmıştır.
Bir kişinin Kafir veya Müşrik vasfını alma sebebi kendisine gelen hakkı BİLEREK red etmiş olmasıdır. Kendisine herhangi bir tebliğ ulaşmadan bir kimseye Kafir veya Müşrik demek doğru değildir , çünkü bu vasfı hak etmek için gerekli olan bilgiler kendisine ulaşmamıştır. Şayet bir kimseye gerekli olan bilgiler verilir , ondan sonra anlayarak bilerek bu bilgileri red eder ve yanlışında devam etmekte ısrar ederse bu vasıflar o kimse için geçerli olur.
Bu gün Türkiye de hakim olan sistemin, Kemalist ve Laik bir temeli olduğu herkesin malumudur. Her Müslümanın en azından bu sistemden rahatsız olması ve bunu bir şekilde dile getirmesi zorunluluğu vardır. Daha önce yazdığımız , "Mümtehine s. 4. Ayeti , Demokratik Sistemde Müslüman Olmak" başlıklı yazımızda bu konuyu dile getirmeye çalışmıştık. Ancak bu yazıya , oy vermenin şirk olup olmadığı şeklinde sorular geldiği için bu konudaki düşüncemizi paylaşmanın gerekli olduğunu düşündük.
Türkiyede kurulu olan siyasi partilerin tabi oldukları belli kurallar olup bu kurallar kanunlar ile belirtilmiştir. Siyasi partiler, belli bir düşünce etrafında oluşmuş insanların bir araya gelmeleri ile meydana gelmiş oluşumlar olup , bu düşünceleri tasvip eden insanların verdiği oy lar ile seçimlerde yarışır ve en yüksek oyu alan siyasi parti iktidar olur.
Mesele bu partilere oy veren herkesin Kafir veya Müşrik hükmüne girip girmediği konusudur. Kökü eskiye dayanan Haricilik düşüncesinin uzantıları olduğunu düşündüğümüz bir takım insanlar, hiç bir istisna payı bırakmadan herkesi Kafir veya Müşrik hükmüne dahil ederek tekfir etmeyi Dinin bir kuralı saymakta , hatta onları tekfir etmeyenlerin bile onlar gibi olduklarını iddia etmektedirler.
Öncelikle şu tesbitin yapılmasının zaruri olduğunu düşünmekteyiz. Türkiye de mevcut olan siyasi partilere oy veren tabandaki insanları 2 ana grub içinde toplamak mümkündür. 1- Muhafazakar ve İslama sempatisi olanlar , 2- Anti muhafazakar ve İslama antipatisi olanlar. İnsanların bir çoğu bu iki düşünce etrafında toplanarak , düşüncelerine uygun olan siyasi partilere oylarını vermektedirler.
Yazımızın konusu oy vermenin Dini hükmü olduğu için, siyasi partilere İslami kaygılar ile oy verenlerin nasıl bir durumda olduğuna dair olan düşüncelerimizi serd etmek durumundayız , diğer şıkta ki insanlar zaten Kafir veya Müşrik olmak ile neredeyse gurur duyan insanlardır.
Türkiye de mevcut olan siyasi partilere ,kadrosu içinde İslamcı ve muhafazakar kişiler olduğu gerekçesi ile oy vererek onların iktidara gelmesini isteyen bir kimsenin Kafir veya Müşrik olarak nitelenenip nitelenemeyeceği konusunda bu kişilerin genel bakış açısı üzerinden bir fikir yürütmek mümkündür.
Oy veren kişilerin Kafir veya Müşrik olarak nitelendirilmesinin delillendirilmesi Kur'an Ayetleri üzerinden yapılarak , "Bu Ayetin hükmüne göre sen Kafirsin" denilebilmektedir. Ancak ilgili Ayet delil gösterilerek küfrüne fetva verilen insanların düşünce ve ameli yapıları ile , delil gösterilen Ayetlerin kast ettiği insanlar arasında bir eşdeşlik olup olmadığı üzerinde durulmadan böyle bir fetvanın verildiğini düşünmekteyiz.
Oy verdikleri gerekçesi ile ,Kur'an dan getirilen bir takım Ayetler ile tekfir edilen insanların , oy verme gerekçeleri olarak yine Kur'an dan bir takım Ayetler ve Muhammed (a.s) ın yaşantısı içindeki bazı olaylardan, özellikle Medine de Kafirler ile yapmış olduğu anlaşmaları örnek göstererek karşı delil getirip yapılanın % yüz doğru olmadığını iddia ederek , belli bir zaman için bu şekil davranmaya cevaz çıkarabileceklerini unutmayalım.
Diğer bir siyasi partinin iktidar olması ile İslami yönden sıkıntılar yaşayacaklarını düşünerek , kendilerini diğer partinin böyle bir sıkıntı içine sokmayacağını düşünerek o partiye oy veren insanların Kafir veya Müşrik olarak nitelendirmenin doğru olmadığını düşünmekteyiz.
Bunları söylerken düşüncelerimizden çark ederek oy vermenin gerekli olduğunu düşündüğümüz çıkarılmamalıdır. Bu yazı ile kastımız , oy vermeyen insanların diğer oy veren insanları Kafir veya Müşrik olarak nitelendirmesinin doğru olmadığı yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak amacına matuf olup sistemi kutsamak oy vermeyi meşru görmek bir amaca matuf değildir.
Kişiler hangi konuda nasıl düşündüğünü karşısındakine aktardıktan sonra kendisi gibi düşünmeyeni Kafir ilan etmesi her iki tarafın da birbirine karşı aynı kelimeyi kullanma hakkını doğurur. Tavsiyemiz o dur ki yaptığını Allah (c.c) nin emri olarak değil , konjonktürel durumun gereği olarak yaptığını iddia ederek oy veren insanların tekfir edilmemesi , ancak yapılması gerekenin ne olabileceği uygun bir dil ile anlatılmasıdır.
Nebevi metodun nasıl olması gerektiği, Elçi kıssaları ve Muhammed (a.s) örnekliğinde ortada durmaktadır. Esas olan bu metodun ortaya konulması ve bunun üzerinde bir hareketin oluşturulmasıdır. Bunu bilmeyen veya bu metod dahilinde bazı gerekçeler ileri sürerek farklı metodlar önerenleri tekfir etmekten çok yapılanın yanlışlığı anlatılarak ortan bir noktada buluşmanın çareleri aranmalıdır.
Bu meyanda , oy vermeyi küfür ve şirk sayan zihniyete karşı , oy vermemeyi küfür ve şirk sayan zihniyetin karşısında olduğumuzun bilinmesinde fayda vardır. Oy kullanmayı Dini bir görev haline getirerek belli partilere oy vermenin vucubiyeti üzerinden particilik yapanların BELAM lıktan başka bir şey yapmadığını burada hatırlatalım.
"Kafir" ve "Müşrik" kavramlarının Kur'an da kullanılış yerleri ve kimler için kullanıldığı , bizlere bu kavramların kullanımı konusunda da fikir sahibi olmamızı kolaylaştırmaktadır. Bu kavramlar , kendilerine Elçiler ile gelen Vahyi duyduktan sonra bilerek ve kasten red etmiş olmaları neticesinde onlar için kullanılmıştır.
Bir kişinin Kafir veya Müşrik vasfını alma sebebi kendisine gelen hakkı BİLEREK red etmiş olmasıdır. Kendisine herhangi bir tebliğ ulaşmadan bir kimseye Kafir veya Müşrik demek doğru değildir , çünkü bu vasfı hak etmek için gerekli olan bilgiler kendisine ulaşmamıştır. Şayet bir kimseye gerekli olan bilgiler verilir , ondan sonra anlayarak bilerek bu bilgileri red eder ve yanlışında devam etmekte ısrar ederse bu vasıflar o kimse için geçerli olur.
Bu gün Türkiye de hakim olan sistemin, Kemalist ve Laik bir temeli olduğu herkesin malumudur. Her Müslümanın en azından bu sistemden rahatsız olması ve bunu bir şekilde dile getirmesi zorunluluğu vardır. Daha önce yazdığımız , "Mümtehine s. 4. Ayeti , Demokratik Sistemde Müslüman Olmak" başlıklı yazımızda bu konuyu dile getirmeye çalışmıştık. Ancak bu yazıya , oy vermenin şirk olup olmadığı şeklinde sorular geldiği için bu konudaki düşüncemizi paylaşmanın gerekli olduğunu düşündük.
Türkiyede kurulu olan siyasi partilerin tabi oldukları belli kurallar olup bu kurallar kanunlar ile belirtilmiştir. Siyasi partiler, belli bir düşünce etrafında oluşmuş insanların bir araya gelmeleri ile meydana gelmiş oluşumlar olup , bu düşünceleri tasvip eden insanların verdiği oy lar ile seçimlerde yarışır ve en yüksek oyu alan siyasi parti iktidar olur.
Mesele bu partilere oy veren herkesin Kafir veya Müşrik hükmüne girip girmediği konusudur. Kökü eskiye dayanan Haricilik düşüncesinin uzantıları olduğunu düşündüğümüz bir takım insanlar, hiç bir istisna payı bırakmadan herkesi Kafir veya Müşrik hükmüne dahil ederek tekfir etmeyi Dinin bir kuralı saymakta , hatta onları tekfir etmeyenlerin bile onlar gibi olduklarını iddia etmektedirler.
Öncelikle şu tesbitin yapılmasının zaruri olduğunu düşünmekteyiz. Türkiye de mevcut olan siyasi partilere oy veren tabandaki insanları 2 ana grub içinde toplamak mümkündür. 1- Muhafazakar ve İslama sempatisi olanlar , 2- Anti muhafazakar ve İslama antipatisi olanlar. İnsanların bir çoğu bu iki düşünce etrafında toplanarak , düşüncelerine uygun olan siyasi partilere oylarını vermektedirler.
Yazımızın konusu oy vermenin Dini hükmü olduğu için, siyasi partilere İslami kaygılar ile oy verenlerin nasıl bir durumda olduğuna dair olan düşüncelerimizi serd etmek durumundayız , diğer şıkta ki insanlar zaten Kafir veya Müşrik olmak ile neredeyse gurur duyan insanlardır.
Türkiye de mevcut olan siyasi partilere ,kadrosu içinde İslamcı ve muhafazakar kişiler olduğu gerekçesi ile oy vererek onların iktidara gelmesini isteyen bir kimsenin Kafir veya Müşrik olarak nitelenenip nitelenemeyeceği konusunda bu kişilerin genel bakış açısı üzerinden bir fikir yürütmek mümkündür.
Oy veren kişilerin Kafir veya Müşrik olarak nitelendirilmesinin delillendirilmesi Kur'an Ayetleri üzerinden yapılarak , "Bu Ayetin hükmüne göre sen Kafirsin" denilebilmektedir. Ancak ilgili Ayet delil gösterilerek küfrüne fetva verilen insanların düşünce ve ameli yapıları ile , delil gösterilen Ayetlerin kast ettiği insanlar arasında bir eşdeşlik olup olmadığı üzerinde durulmadan böyle bir fetvanın verildiğini düşünmekteyiz.
Oy verdikleri gerekçesi ile ,Kur'an dan getirilen bir takım Ayetler ile tekfir edilen insanların , oy verme gerekçeleri olarak yine Kur'an dan bir takım Ayetler ve Muhammed (a.s) ın yaşantısı içindeki bazı olaylardan, özellikle Medine de Kafirler ile yapmış olduğu anlaşmaları örnek göstererek karşı delil getirip yapılanın % yüz doğru olmadığını iddia ederek , belli bir zaman için bu şekil davranmaya cevaz çıkarabileceklerini unutmayalım.
Diğer bir siyasi partinin iktidar olması ile İslami yönden sıkıntılar yaşayacaklarını düşünerek , kendilerini diğer partinin böyle bir sıkıntı içine sokmayacağını düşünerek o partiye oy veren insanların Kafir veya Müşrik olarak nitelendirmenin doğru olmadığını düşünmekteyiz.
Bunları söylerken düşüncelerimizden çark ederek oy vermenin gerekli olduğunu düşündüğümüz çıkarılmamalıdır. Bu yazı ile kastımız , oy vermeyen insanların diğer oy veren insanları Kafir veya Müşrik olarak nitelendirmesinin doğru olmadığı yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak amacına matuf olup sistemi kutsamak oy vermeyi meşru görmek bir amaca matuf değildir.
Kişiler hangi konuda nasıl düşündüğünü karşısındakine aktardıktan sonra kendisi gibi düşünmeyeni Kafir ilan etmesi her iki tarafın da birbirine karşı aynı kelimeyi kullanma hakkını doğurur. Tavsiyemiz o dur ki yaptığını Allah (c.c) nin emri olarak değil , konjonktürel durumun gereği olarak yaptığını iddia ederek oy veren insanların tekfir edilmemesi , ancak yapılması gerekenin ne olabileceği uygun bir dil ile anlatılmasıdır.
Nebevi metodun nasıl olması gerektiği, Elçi kıssaları ve Muhammed (a.s) örnekliğinde ortada durmaktadır. Esas olan bu metodun ortaya konulması ve bunun üzerinde bir hareketin oluşturulmasıdır. Bunu bilmeyen veya bu metod dahilinde bazı gerekçeler ileri sürerek farklı metodlar önerenleri tekfir etmekten çok yapılanın yanlışlığı anlatılarak ortan bir noktada buluşmanın çareleri aranmalıdır.
Bu meyanda , oy vermeyi küfür ve şirk sayan zihniyete karşı , oy vermemeyi küfür ve şirk sayan zihniyetin karşısında olduğumuzun bilinmesinde fayda vardır. Oy kullanmayı Dini bir görev haline getirerek belli partilere oy vermenin vucubiyeti üzerinden particilik yapanların BELAM lıktan başka bir şey yapmadığını burada hatırlatalım.
1 Mart 2015 Pazar
Mümtehine s. 4. Ayeti: Demokratik Sistemde Müslüman Olmak
Allah (c.c) yaratmış olduğu her şeyi "Alem" olarak niteleyerek , bu Alemlerin yaşadıkları alanı kendisinin mülkü olduğunu bildirmiş ve bu mülk içinde yaşayan herşeyin Rabbi ve Meliki olduğunu ilan etmiştir. Alemlerin Rabbi ve Meliki olmasının , Yaratmış olduğu İnsanlar üzerindeki tezahürü , Arz üzerinde yaşayan İnsanlara yaşadıkları hayat boyunca tabi olacakları kuralları Elçiler ve Kitaplar göndererek beyan etmesi şeklinde gerçekleşmiştir.
Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır.
Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.
Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur.
İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir.
[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır.
Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.
T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır.
Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır.
Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir.
Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır.
Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.
1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız.
Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.
Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.
Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.
"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"
Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir.
Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.
Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır.
Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.
Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur.
İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir.
[060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.
Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır.
Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.
Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.
T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır.
Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır.
Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir.
Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.
"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır.
Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.
1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız.
Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.
Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.
Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.
"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"
Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir.
Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.
Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)