Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında
başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine
keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik
koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
9 Eylül 2017 Cumartesi
29 Ağustos 2017 Salı
Venhar Kelimesinin Anlamını Tarihi Arka Plandan Okumak
Kur'an'ın doğru anlaşılmasında tarihi arka plan dediğimiz, Kur'an'ın nuzulü öncesi dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik şartlarının bilinmesinin önemi yadsınamaz. Kur'an ile ilgili yapılan meal ve tefsir çalışmalarında bu noktanın göz ardı edilmesi, bir takım eksik ve yanlış anlamalara götürebileceği için, bu bilgi mutlaka dikkate alınmalıdır.
Yazımızda Kevser suresi içinde geçen Venhar kelimesinin bazı farklı anlamlara sahip olduğundan yola çıkarak, hangi anlamın daha isabetli olabileceği üzerindeki düşüncelerimizi, nuzül dönemi arka planı dikkate alarak paylaşmaya çalışacağız.
İlgili surenin meali şu şekildedir;
1. Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.
2. Öyleyse Rabb’in için salat et ve nahr et.
3. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.
Surenin 2. ayetindeki fesalli ve venhar kelimelerinin, meallerde genellikle namaz kıl ve kurban kes olarak çevrilmesine karşın, salat kelimesinin namazı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olduğuna dikkati çekmek istiyoruz. Venhar kelimesinin anlamını ise tarihi arka planı dikkate alarak bulmaya çalışacağız.
Venhar kelimesinin, meallerde ağırlıklı olarak Kurban kes olarak çevrilmesine karşın, ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklinde de çevrildiğini görmekteyiz.
Ennahru; Gerdanlık geçirilen yer anlamına gelmektedir. Kelimenin, devenin göğsünün yukarısında nefes borusunun göründüğü yere bıçak sokmak anlamına gelen Nahru-l Bağiru şeklindeki kullanımı buradan gelmektedir. Kelimenin bugün bizim dilimizde de kullandığımız İntihar Etmek deyiminin can almak ile ilgili olması, ve kelimenin yaygın anlamının deve kesimi ile ilgili kullanılması, kelimeye anlam oturtmakta yardımcı olacaktır.
Öncelikle şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bu ayetten kurban kesmenin Farz, Vacip, Sünnet olduğu gibi fıkhi hükümlerin çıkarılmaya çalışılmasının makul bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Böyle bir yaklaşım, kurban ibadetinin sanki ilk defa emredilmiş gibi bir düşünceye kapı açmaktadır. Kurban ibadeti Kur'an ile ilk defa insanlık sahasına çıkmış bir ibadet değil, binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir kültürüdür. Bu ayet üzerinden fıkhi hükümler üretmeye kalkmak, ayetin vermek istediği mesaj ile örtüştüğünü söylemek maalesef zordur.
Yaklaşmak anlamına gelen kurban, insanlığın kadim ibadetlerinden bir tanesi olması hasebiyle, Arap toplumunda da öteden beri icra edilmekte idi. Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerine, özellikle Enam suresi 136-145. ayetleri arasına baktığımızda, Arap toplumunda icra edilen kurban ibadetinin nuzül öncesi arka planını okuyabilmek mümkündür.
Hac s. 34. ayeti, ehli hayvan kesimi üzerinden yapılan ibadetin tarihi köklerini anlayabilmek açısından önemli bilgiler içermektedir.
[022.034] Biz; her ümmet için mensek kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O'na teslim olun. Sen ihsan sahibi olanları müjdele.
Allah (c.c) kullarına ehli hayvanlar üzerinden verdiği rızkı, ona yakınlaşma ve tek ilah olduğunu tasdik etmeleri için bir vesile saymalarını istemesi, kurban ibadetini ana temasını oluşturmaktadır. Kesilen hayvanlar üzerinde onun adını anmak sureti ile Tevhid akidesine uyduklarını göstermek demek olan bu ibadet, zaman içinde yön değiştirerek, Allah dışındaki ilahların adının anılarak ifa edilen bir şirk ibadetine dönüşmüştür.
Nuzül öncesi Arap toplumunun Allah'ın bu emrini yerine getirmeleri, yön değiştirerek şirk ibadetine dönüşmüş, kendilerine rızık olarak verdiği ehli hayvanları Allah ile ortak tuttukları putlarının adını anarak kesmeleri onların yaşam şekli haline dönüşmüştü. Bu durumu Kur'an içindeki ayetlerden anlamak mümkündür.
Venhar kelimesine verilen ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklindeki anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamı ile herhangi bir tezat arz etmemiş olsa da, nuzül öncesi Arap toplumunun uyguladığı kurban ibadetinin arka planını dikkate aldığımızda bu anlamlar pek uygun düşmemektedir.
Nuzül dönemi öncesi salat kavramının Araplar nezdindeki durumu Maun ve Enfal s. 35 gibi ayetlerden anlaşılabileceği üzere asli mecraından sapmış bir şekilde idi. Kur'an'ın bu kavramı asıl mecraına yönlendirmek için indiğini dikkate aldığımızda, Venhar emrinin de ibadet kastı ile kesilen ehli hayvanların kesilmesi ile ilgili olması daha makul görünmektedir.
Sonuç olarak; Kevser suresi 2. ayetindeki Venhar emrinin, nuzül öncesi tarihi arka plan dikkate alındığında, şirk bulaştırılmak sureti ile Allah dışındaki ortaklarının adının anılarak kesildiği bir ibadet haline getirilen kurban ibadetinin asli mecraına döndürülmesine dair bir emir olarak anlaşılmasının daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Kelimeye verilen diğer anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamına uygun olmuş olsa da, tarihi arka planı dikkate aldığımızda, kelimenin yaygın anlamı olan Deveyi boğazlamak şeklindeki anlamın dikkate alınarak ilgili ayete anlam verilmeye çalışılması daha uygun olacağı görülmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda Kevser suresi içinde geçen Venhar kelimesinin bazı farklı anlamlara sahip olduğundan yola çıkarak, hangi anlamın daha isabetli olabileceği üzerindeki düşüncelerimizi, nuzül dönemi arka planı dikkate alarak paylaşmaya çalışacağız.
İlgili surenin meali şu şekildedir;
1. Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.
2. Öyleyse Rabb’in için salat et ve nahr et.
3. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.
Surenin 2. ayetindeki fesalli ve venhar kelimelerinin, meallerde genellikle namaz kıl ve kurban kes olarak çevrilmesine karşın, salat kelimesinin namazı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olduğuna dikkati çekmek istiyoruz. Venhar kelimesinin anlamını ise tarihi arka planı dikkate alarak bulmaya çalışacağız.
Venhar kelimesinin, meallerde ağırlıklı olarak Kurban kes olarak çevrilmesine karşın, ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklinde de çevrildiğini görmekteyiz.
Ennahru; Gerdanlık geçirilen yer anlamına gelmektedir. Kelimenin, devenin göğsünün yukarısında nefes borusunun göründüğü yere bıçak sokmak anlamına gelen Nahru-l Bağiru şeklindeki kullanımı buradan gelmektedir. Kelimenin bugün bizim dilimizde de kullandığımız İntihar Etmek deyiminin can almak ile ilgili olması, ve kelimenin yaygın anlamının deve kesimi ile ilgili kullanılması, kelimeye anlam oturtmakta yardımcı olacaktır.
Öncelikle şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bu ayetten kurban kesmenin Farz, Vacip, Sünnet olduğu gibi fıkhi hükümlerin çıkarılmaya çalışılmasının makul bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Böyle bir yaklaşım, kurban ibadetinin sanki ilk defa emredilmiş gibi bir düşünceye kapı açmaktadır. Kurban ibadeti Kur'an ile ilk defa insanlık sahasına çıkmış bir ibadet değil, binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir kültürüdür. Bu ayet üzerinden fıkhi hükümler üretmeye kalkmak, ayetin vermek istediği mesaj ile örtüştüğünü söylemek maalesef zordur.
Yaklaşmak anlamına gelen kurban, insanlığın kadim ibadetlerinden bir tanesi olması hasebiyle, Arap toplumunda da öteden beri icra edilmekte idi. Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerine, özellikle Enam suresi 136-145. ayetleri arasına baktığımızda, Arap toplumunda icra edilen kurban ibadetinin nuzül öncesi arka planını okuyabilmek mümkündür.
Hac s. 34. ayeti, ehli hayvan kesimi üzerinden yapılan ibadetin tarihi köklerini anlayabilmek açısından önemli bilgiler içermektedir.
[022.034] Biz; her ümmet için mensek kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O'na teslim olun. Sen ihsan sahibi olanları müjdele.
Allah (c.c) kullarına ehli hayvanlar üzerinden verdiği rızkı, ona yakınlaşma ve tek ilah olduğunu tasdik etmeleri için bir vesile saymalarını istemesi, kurban ibadetini ana temasını oluşturmaktadır. Kesilen hayvanlar üzerinde onun adını anmak sureti ile Tevhid akidesine uyduklarını göstermek demek olan bu ibadet, zaman içinde yön değiştirerek, Allah dışındaki ilahların adının anılarak ifa edilen bir şirk ibadetine dönüşmüştür.
Nuzül öncesi Arap toplumunun Allah'ın bu emrini yerine getirmeleri, yön değiştirerek şirk ibadetine dönüşmüş, kendilerine rızık olarak verdiği ehli hayvanları Allah ile ortak tuttukları putlarının adını anarak kesmeleri onların yaşam şekli haline dönüşmüştü. Bu durumu Kur'an içindeki ayetlerden anlamak mümkündür.
Venhar kelimesine verilen ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklindeki anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamı ile herhangi bir tezat arz etmemiş olsa da, nuzül öncesi Arap toplumunun uyguladığı kurban ibadetinin arka planını dikkate aldığımızda bu anlamlar pek uygun düşmemektedir.
Nuzül dönemi öncesi salat kavramının Araplar nezdindeki durumu Maun ve Enfal s. 35 gibi ayetlerden anlaşılabileceği üzere asli mecraından sapmış bir şekilde idi. Kur'an'ın bu kavramı asıl mecraına yönlendirmek için indiğini dikkate aldığımızda, Venhar emrinin de ibadet kastı ile kesilen ehli hayvanların kesilmesi ile ilgili olması daha makul görünmektedir.
Sonuç olarak; Kevser suresi 2. ayetindeki Venhar emrinin, nuzül öncesi tarihi arka plan dikkate alındığında, şirk bulaştırılmak sureti ile Allah dışındaki ortaklarının adının anılarak kesildiği bir ibadet haline getirilen kurban ibadetinin asli mecraına döndürülmesine dair bir emir olarak anlaşılmasının daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Kelimeye verilen diğer anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamına uygun olmuş olsa da, tarihi arka planı dikkate aldığımızda, kelimenin yaygın anlamı olan Deveyi boğazlamak şeklindeki anlamın dikkate alınarak ilgili ayete anlam verilmeye çalışılması daha uygun olacağı görülmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
21 Ağustos 2017 Pazartesi
Muhammed s. 7. Ayeti: Allah'ın Kullarına Yardımının Şartı
Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisine dua ederek yardım isteyen kullarına yardım edeceğini vaat etmiş, vaadinden asla dönmeyeceğini haber veren Rabbimiz, ancak bu yardım vaadini şarta bağlamıştır. Muhammed s. 7. ayetine baktığımızda, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartını bildirdiğini görebiliriz.
[047.007] Ey inananlar! Siz Allah'a yardım ederseniz, O da size
yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.
Muhammed s. 7. ayeti, Allah'ın yardım etmesini ve kullarının ayaklarının sabit kalmasını, onların Allah'a yardım etmesi şartına bağlamaktadır. Peki Allah'a biz nasıl yardım edebiliriz?.
Bu ifade öncelikle, Allah'tan istenilen herhangi bir isteğin onun tarafından yerine getirilmesinin, önce bizler tarafından yerine getirilmesi gereken belirli bir karşılığın sonucu olduğunu bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına göre, kendisinden yardım görmeyi önce kendisine yardım edilmesine bağlaması, kendisinin kulları tarafından haşa bir emir eri gibi görülmesini istemediğini, bizlerin bilmesi gereğini öne çıkarmaktadır.
Dua deyince aklımıza ilk olarak, kulun isteğini Allah'a duyurması için yaptığı sesli bir istek eylemi gelmektedir. Ancak biz Müslümanların bir çoğu tarafından, dua etmenin sadece sesli istek beyanı olduğu zannedilerek, bu isteğimizin gerçekleşmesi için çalışmak ve gayret etmek gerektiği maalesef unutulmaktadır. Duanın Kavli şeklinde olanı biz Müslümanlar tarafından en çok uygulanan kısmı olmasına rağmen, asıl önemli olan duanın Fiili olanını terk etmek sureti ile dualarımızın kabulü beklentisi içine girmek, bizlerin yaptığı en büyük hatalardan birisidir.
Kur'an bir çok yerinde, Allah'ın kullarına vaat ettiği yardımın nasıl gerçekleştiğini, yaşanmış örneklerle sunmasına rağmen, bu örnekler bizler tarafından sanki masal anlatılıyormuş gibi anlaşıldığı için, bu anlatımlardan bize dönük gerekli mesajlar maalesef alınamamaktadır. Dua etmeyi Fiili ve Kavli olarak ikiye ayırdıktan sonra, hangi duanın öncelikli olması gerektiğini bizlere yine Kur'an öğretmektedir.
Düşman karşısında Allah'tan yardım isteyenlerin Rabbimiz Ayaklarımızı sabit kıl şeklinde dua ettiklerini, bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan şartın ise Allah'a yardım etmek olduğu Muhammed s. 7. tarafından beyan edildiğini görmüştük. Allah'a nasıl yardım edilebileceğini ise yine Kur'an içinden okumak mümkündür.
[002.250] Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: «Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!»
Bakara s. 250. ayetinde Talut'un komutasında Calut ve ordusuna karşı çıkan İsrailoğullarının Allah'a yaptıkları yardım çağrısını görmekteyiz. İsrailoğulları tarafından yapılan bu çağrının ne zaman yapıldığı, Allah'ın yardımını hak etmenin geçmiş topluluklarda nasıl gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir.
Bakara s. 246. ayetinden itibaren anlatılma başlayan Talut kıssasında, İsrailoğullarının yurtlarından çıkarıldığı yani büyük bir sıkıntı içinde oldukları dikkat çekmektedir. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu ise kendilerini yurtlarından çıkaran düşmanları ile savaşarak, çıkarıldıkları yurtlarına tekrar geri dönmektir. Savaşmak, bu noktada FİİLİ DUA yerine geçmekte, ve KAVLİ DUAdan önce gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. İsrailoğulları, önce savaşmak için gerekli olan alt yapıyı oluşturmak, yani ordu hazırlamak sureti ile fiili duayı yerine getirmiş, ondan sonra kavli duayı yaparak Allah'ın yardımını istemişler ve yardımı hak etmişlerdir.
[003.146] Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
Al-i İmran s. 146. ve 147. ayetlerinde de aynı durumu görmekteyiz. Savaşmak sureti ile fiili dua yapanlar, bunun yanında kavli duayı eksik bırakmamışlar, ikisini bir arada yerine getirmek sureti ile, Muhammed s. 7. ayetindeki Allah'a yardım edilmesinin gereğini yerine getirmişler, bu suretle Allah'ın yardımını hak etmişlerdir.
[022.040] Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.
Hac s. 40. ayetinde yurtlarında çıkarılanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönebilmelerinin, kendilerini yurtlarından çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını, bu durumu ise Allah'a yardım etmek olarak beyan etmektedir. Bu ayetleri ilk muhatapların içinde bulunduğu durum dahilinde değerlendirdiğimizde, Mekke'den çıkarılarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönmelerinin ancak onları çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını bildirmektedir.
Kur'an'ın nuzül sürecine baktığımızda genel olarak müşrik ve kafirlerle çatışma ve savaş ortamı hakim olmasından ötürü, inen ayetler bu durumlarda Müslümanların nasıl davranış sergilemesi gerektiğini, geçmişlerin yaşantılardan örnekler vermek sureti ile, öğretmek yoluna gitmiştir. Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalar tarihin her devrinde kimse için değişmeyeceğine göre, verilen örnekler önce ilk muhataplara, sonra da onlardan sonra gelecek nesillere nasıl davranılması gerektiğini öğreten evrensel mesajlar olarak okunması gerekmektedir.
Toparlayacak olursak, Allah (c.c) kullarına yardım etme şartını önce onların kendisine yardım etmeleri şartına bağlamış, Bakara, Al-i İmran ve Hac surelerinde verdiğimiz ayet örneklerinde ise, Allah'a yardım etmenin nasıl gerçekleşebileceğini geçmişlerden canlı örnekler vermek sureti ile beyan etmiştir. Yani Allah'a yardım etmek demek, önce fiili dua etmek sureti ile sıkıntılardan kurtulmanın yolunu aramak, ondan sonra yine Allah'ı unutmamak sureti ile onun yardımını kavli dua ile talep etmektir.
Peki biz bugün Müslümanlar olarak bu Ayetlerin neresindeyiz?.
Yukarıdaki resimdeki kitaplar ve bir çok benzerleri, sorumuzun cevabını veren acı bir gerçek olarak, dini kitap satan kitapçıların raflarını süslemektedir. Ayağına diken batsa dahi onu çıkarmak için uğraşmayıp dua ederek dikenin çıkacağına inanabilecek kadar cahil bir topluluğun sırtından para kazanmak için yazılan dua kitapları içinde bulunan çeşitli dualar, bırakın bizleri sıkıntılardan kurtarmak, içinde bulunduğumuz batağa daha fazla gömülmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi nasıl değişmez bir yasa yani Sünnetullah ise, bu yardımın işlemesi için gerekli olan çalışma ve gayretin gerekliliği de değişmez bir yasa, yani Sünnetullah'tır.
Bugün Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları topraklarda, kendilerini Dünya'nın sahibi zanneden müstekbirlerin yol açtıkları kan, gözyaşı, zulüm, kitlesel katliamları sadece üzülerek seyretmekten başka bir şey yapamadığımız üzücü bir gerçektir. Bugün bizlerin içinde bulunduğumuz durumun bir benzerini yukarıda verdiğimiz Bakara ve Al-i İmran surelerindeki ayetlerde görmekteyiz. O ayetler sadece geçmişlerin başlarından geçenleri anlatmamakta, geçmişte yaşamış toplulukların, içine düştükleri sıkıntılardan nasıl kurtulduklarını anlatarak, Allah'ın kullarına yardım etme yasasının işleyişini gösteren mesajlar içermektedir.
O ayetlerde önce fiili duanın, sonra kavli duanın, akabinde ise, Allah'ın yardımının geldiğini görmekteyiz. Bugün biz Müslümanlar ise, duanın fiili kısmını terk ederek, sadece kavli duaya yönelmek sureti ile Allah'ın yardımını talep ettiğimiz için, beklediğimiz yardım gelmemektedir. Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaları, biz Müslümanlara torpil geçerek değişmeyeceğine göre, Allah'ın kazanmak için Muhammed s. 7. ayeti gereğince, önce bizim ona yardım etmek, yani fiili duanın gereğini yerine getirmek mecburiyetinde olduğumuz unutulmamalıdır.
İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak için önce fiili duanın yapılması yardımı hak etmek için şarttır. Hasta isek tedavi imkanlarını araştırmak fiili dua, bu dua ile birlikte Allah'tan şifa istemek kavli duadır. Yazdıkları dua kitapları ile bütün hastalıkların tedavisi için dua icat eden din tüccarlarının ağına düşen umut arayıcıları bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Hangi dua kitabı olursa olsun, hangi şahıs yazarsa yazsın hastalıklardan kurtulmak için önce kavli dua değil fiili dua yani tedavi imkanlarını araştırmak şarttır.
Umutlarını yalan ve iftiralarla bezenmiş olan dua kitaplarında arayanların bu umutları, sadece umut tüccarlarının biraz daha palazlanmasından başka bir işi yaramamaktadır. Özellikle bazı televizyon kanallarında boy gösteren, şeytanlıklarını dini olduğu zannedilen bazı kisveler giyerek örtmeye çalışarak kitap, muska gibi hurafeler pazarlamaya çalışan bu tüccarlara çok dikkat edilmelidir. Duanın kabulünün şartının önce Kur'an'dan öğrenilmesi, bundan sonra kitabın gösterdiği yol gereğince dua edilmesi, bu tür şarlatanların ekmek kapılarının kapanmasını da sağlayacaktır.
Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz, iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere yol gösterici olmasını, yaşadığımız hayata pratize edememiş olmamızdır. Kur'an'ı Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğini beyan eden bir kitap olarak, ve bu yasaların değişmezliğini dikkate alarak, geçmişlerin yaşadıkları sıkıntıların yaşadığımız zaman ile ilgisini kurarak okumaya çalıştığımızda, mevcut sorunlarımızdan kurtulmanın yollarını bu kitabın içinde bulmamız mümkündür.
Sonuç olarak; Kullarının dualarına icabet edeceğini, onlara yardım edeceğini müteaddit ayetlerde vaat eden Allah (c.c), bu yardımını önce bizlerden gelecek bazı karşılıkların neticesinde gerçekleştireceğini bildirmektedir. Bizlerin dua konusunda yaptığı yanlışlıklar, maalesef duaların kabulüne engel olmaktadır. Fiili dua deyimi biz Müslümanların hayatına pratik olarak girmediği müddetçe, sadece kavli dua ile yetinerek dualarımızın kabul edileceğini beklemek, kurumuş çeşmeden su akmasını beklemekten farklı olmayacaktır.
Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki fiili dua kavli duadan önce gelmekte, ve fiili dua olmadan yapılan yapılan kavli dualar, dualarımızın kabulü için yeterli gelmemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Muhammed s. 7. ayeti, Allah'ın yardım etmesini ve kullarının ayaklarının sabit kalmasını, onların Allah'a yardım etmesi şartına bağlamaktadır. Peki Allah'a biz nasıl yardım edebiliriz?.
Bu ifade öncelikle, Allah'tan istenilen herhangi bir isteğin onun tarafından yerine getirilmesinin, önce bizler tarafından yerine getirilmesi gereken belirli bir karşılığın sonucu olduğunu bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına göre, kendisinden yardım görmeyi önce kendisine yardım edilmesine bağlaması, kendisinin kulları tarafından haşa bir emir eri gibi görülmesini istemediğini, bizlerin bilmesi gereğini öne çıkarmaktadır.
Dua deyince aklımıza ilk olarak, kulun isteğini Allah'a duyurması için yaptığı sesli bir istek eylemi gelmektedir. Ancak biz Müslümanların bir çoğu tarafından, dua etmenin sadece sesli istek beyanı olduğu zannedilerek, bu isteğimizin gerçekleşmesi için çalışmak ve gayret etmek gerektiği maalesef unutulmaktadır. Duanın Kavli şeklinde olanı biz Müslümanlar tarafından en çok uygulanan kısmı olmasına rağmen, asıl önemli olan duanın Fiili olanını terk etmek sureti ile dualarımızın kabulü beklentisi içine girmek, bizlerin yaptığı en büyük hatalardan birisidir.
Kur'an bir çok yerinde, Allah'ın kullarına vaat ettiği yardımın nasıl gerçekleştiğini, yaşanmış örneklerle sunmasına rağmen, bu örnekler bizler tarafından sanki masal anlatılıyormuş gibi anlaşıldığı için, bu anlatımlardan bize dönük gerekli mesajlar maalesef alınamamaktadır. Dua etmeyi Fiili ve Kavli olarak ikiye ayırdıktan sonra, hangi duanın öncelikli olması gerektiğini bizlere yine Kur'an öğretmektedir.
Düşman karşısında Allah'tan yardım isteyenlerin Rabbimiz Ayaklarımızı sabit kıl şeklinde dua ettiklerini, bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan şartın ise Allah'a yardım etmek olduğu Muhammed s. 7. tarafından beyan edildiğini görmüştük. Allah'a nasıl yardım edilebileceğini ise yine Kur'an içinden okumak mümkündür.
[002.250] Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: «Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!»
Bakara s. 250. ayetinde Talut'un komutasında Calut ve ordusuna karşı çıkan İsrailoğullarının Allah'a yaptıkları yardım çağrısını görmekteyiz. İsrailoğulları tarafından yapılan bu çağrının ne zaman yapıldığı, Allah'ın yardımını hak etmenin geçmiş topluluklarda nasıl gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir.
Bakara s. 246. ayetinden itibaren anlatılma başlayan Talut kıssasında, İsrailoğullarının yurtlarından çıkarıldığı yani büyük bir sıkıntı içinde oldukları dikkat çekmektedir. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu ise kendilerini yurtlarından çıkaran düşmanları ile savaşarak, çıkarıldıkları yurtlarına tekrar geri dönmektir. Savaşmak, bu noktada FİİLİ DUA yerine geçmekte, ve KAVLİ DUAdan önce gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. İsrailoğulları, önce savaşmak için gerekli olan alt yapıyı oluşturmak, yani ordu hazırlamak sureti ile fiili duayı yerine getirmiş, ondan sonra kavli duayı yaparak Allah'ın yardımını istemişler ve yardımı hak etmişlerdir.
[003.146] Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.
Al-i İmran s. 146. ve 147. ayetlerinde de aynı durumu görmekteyiz. Savaşmak sureti ile fiili dua yapanlar, bunun yanında kavli duayı eksik bırakmamışlar, ikisini bir arada yerine getirmek sureti ile, Muhammed s. 7. ayetindeki Allah'a yardım edilmesinin gereğini yerine getirmişler, bu suretle Allah'ın yardımını hak etmişlerdir.
[022.040] Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.
Hac s. 40. ayetinde yurtlarında çıkarılanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönebilmelerinin, kendilerini yurtlarından çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını, bu durumu ise Allah'a yardım etmek olarak beyan etmektedir. Bu ayetleri ilk muhatapların içinde bulunduğu durum dahilinde değerlendirdiğimizde, Mekke'den çıkarılarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönmelerinin ancak onları çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını bildirmektedir.
Kur'an'ın nuzül sürecine baktığımızda genel olarak müşrik ve kafirlerle çatışma ve savaş ortamı hakim olmasından ötürü, inen ayetler bu durumlarda Müslümanların nasıl davranış sergilemesi gerektiğini, geçmişlerin yaşantılardan örnekler vermek sureti ile, öğretmek yoluna gitmiştir. Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalar tarihin her devrinde kimse için değişmeyeceğine göre, verilen örnekler önce ilk muhataplara, sonra da onlardan sonra gelecek nesillere nasıl davranılması gerektiğini öğreten evrensel mesajlar olarak okunması gerekmektedir.
Toparlayacak olursak, Allah (c.c) kullarına yardım etme şartını önce onların kendisine yardım etmeleri şartına bağlamış, Bakara, Al-i İmran ve Hac surelerinde verdiğimiz ayet örneklerinde ise, Allah'a yardım etmenin nasıl gerçekleşebileceğini geçmişlerden canlı örnekler vermek sureti ile beyan etmiştir. Yani Allah'a yardım etmek demek, önce fiili dua etmek sureti ile sıkıntılardan kurtulmanın yolunu aramak, ondan sonra yine Allah'ı unutmamak sureti ile onun yardımını kavli dua ile talep etmektir.
Peki biz bugün Müslümanlar olarak bu Ayetlerin neresindeyiz?.
Yukarıdaki resimdeki kitaplar ve bir çok benzerleri, sorumuzun cevabını veren acı bir gerçek olarak, dini kitap satan kitapçıların raflarını süslemektedir. Ayağına diken batsa dahi onu çıkarmak için uğraşmayıp dua ederek dikenin çıkacağına inanabilecek kadar cahil bir topluluğun sırtından para kazanmak için yazılan dua kitapları içinde bulunan çeşitli dualar, bırakın bizleri sıkıntılardan kurtarmak, içinde bulunduğumuz batağa daha fazla gömülmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi nasıl değişmez bir yasa yani Sünnetullah ise, bu yardımın işlemesi için gerekli olan çalışma ve gayretin gerekliliği de değişmez bir yasa, yani Sünnetullah'tır.
Bugün Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları topraklarda, kendilerini Dünya'nın sahibi zanneden müstekbirlerin yol açtıkları kan, gözyaşı, zulüm, kitlesel katliamları sadece üzülerek seyretmekten başka bir şey yapamadığımız üzücü bir gerçektir. Bugün bizlerin içinde bulunduğumuz durumun bir benzerini yukarıda verdiğimiz Bakara ve Al-i İmran surelerindeki ayetlerde görmekteyiz. O ayetler sadece geçmişlerin başlarından geçenleri anlatmamakta, geçmişte yaşamış toplulukların, içine düştükleri sıkıntılardan nasıl kurtulduklarını anlatarak, Allah'ın kullarına yardım etme yasasının işleyişini gösteren mesajlar içermektedir.
O ayetlerde önce fiili duanın, sonra kavli duanın, akabinde ise, Allah'ın yardımının geldiğini görmekteyiz. Bugün biz Müslümanlar ise, duanın fiili kısmını terk ederek, sadece kavli duaya yönelmek sureti ile Allah'ın yardımını talep ettiğimiz için, beklediğimiz yardım gelmemektedir. Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaları, biz Müslümanlara torpil geçerek değişmeyeceğine göre, Allah'ın kazanmak için Muhammed s. 7. ayeti gereğince, önce bizim ona yardım etmek, yani fiili duanın gereğini yerine getirmek mecburiyetinde olduğumuz unutulmamalıdır.
İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak için önce fiili duanın yapılması yardımı hak etmek için şarttır. Hasta isek tedavi imkanlarını araştırmak fiili dua, bu dua ile birlikte Allah'tan şifa istemek kavli duadır. Yazdıkları dua kitapları ile bütün hastalıkların tedavisi için dua icat eden din tüccarlarının ağına düşen umut arayıcıları bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Hangi dua kitabı olursa olsun, hangi şahıs yazarsa yazsın hastalıklardan kurtulmak için önce kavli dua değil fiili dua yani tedavi imkanlarını araştırmak şarttır.
Umutlarını yalan ve iftiralarla bezenmiş olan dua kitaplarında arayanların bu umutları, sadece umut tüccarlarının biraz daha palazlanmasından başka bir işi yaramamaktadır. Özellikle bazı televizyon kanallarında boy gösteren, şeytanlıklarını dini olduğu zannedilen bazı kisveler giyerek örtmeye çalışarak kitap, muska gibi hurafeler pazarlamaya çalışan bu tüccarlara çok dikkat edilmelidir. Duanın kabulünün şartının önce Kur'an'dan öğrenilmesi, bundan sonra kitabın gösterdiği yol gereğince dua edilmesi, bu tür şarlatanların ekmek kapılarının kapanmasını da sağlayacaktır.
Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz, iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere yol gösterici olmasını, yaşadığımız hayata pratize edememiş olmamızdır. Kur'an'ı Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğini beyan eden bir kitap olarak, ve bu yasaların değişmezliğini dikkate alarak, geçmişlerin yaşadıkları sıkıntıların yaşadığımız zaman ile ilgisini kurarak okumaya çalıştığımızda, mevcut sorunlarımızdan kurtulmanın yollarını bu kitabın içinde bulmamız mümkündür.
Sonuç olarak; Kullarının dualarına icabet edeceğini, onlara yardım edeceğini müteaddit ayetlerde vaat eden Allah (c.c), bu yardımını önce bizlerden gelecek bazı karşılıkların neticesinde gerçekleştireceğini bildirmektedir. Bizlerin dua konusunda yaptığı yanlışlıklar, maalesef duaların kabulüne engel olmaktadır. Fiili dua deyimi biz Müslümanların hayatına pratik olarak girmediği müddetçe, sadece kavli dua ile yetinerek dualarımızın kabul edileceğini beklemek, kurumuş çeşmeden su akmasını beklemekten farklı olmayacaktır.
Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki fiili dua kavli duadan önce gelmekte, ve fiili dua olmadan yapılan yapılan kavli dualar, dualarımızın kabulü için yeterli gelmemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Ağustos 2017 Cumartesi
Eleştiride Objektif Olmak ve Etik Davranmanın Önemi Üzerine
İnceleme ve araştırma sonucunda, yanlış olduğu düşünülen noktaları belirtmek demek olan eleştiri de en önemli nokta, önce eleştireceğimiz kişilerin söylediklerini veya yazdıklarını doğru olarak ortaya koymak, ondan sonra bunları eleştirmek olmalıdır. Eleştireceğimiz kişinin söylediklerini veya yazdıklarını anlamamaktan veya yanlış anlamaktan kaynaklanan hatalar neticesinde yapılan eleştiriler, sözün veya yazının sahibine yapılan bir haksızlık olacaktır.
Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır.
Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;
Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.
Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;
Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu."
Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün
Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti" cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.
İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.
İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;
Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.
İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.
Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.
Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır.
Sayın Mustafa İslamoğlu hoca tarafından yazılan, Kur'an'ı Anlama Yöntemi adlı kitabın 394. sayfasında, Zemahşeri ve Kurtubi gibi müfessirlerin Müzzemmil s. 1. ayeti ile bazı görüşleri eleştirilmekte, fakat bu eleştiride, bu müfessirler tarafından yazılanı yanlış veya eksik anlamaktan kaynaklandığını düşündüğümüz bazı hatalar bulunmaktadır.
Sayın hoca kitabının 394. sayfasında şunları yazmaktadır;
Büyük müfessir Zemahşeri, Müzzemmil s. 1. tefsirinde Resulullah Aişe'nin kadife yorganına sarınmış bir halde uyuyordu, bu halini eleştiren bir nida işitti der. Aynı yanlışa Kurtubi onun kaynak gösterdiği Salebi, ve onların naklettiği rivayetin sahibi İbrahim en- Nehai de düşebilmiştir. Bu, rivayetin otoritesine teslim olmanın insanı düşürdüğü tuzaktır. Tarihi bir hakikattir ki Hz. Aişe , Allah resulünün yatağına Mekke olan Müzzemmil 1. inişinden en az 14 yıl sonra Medine de girmiştir.
Sayın hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği söz, Zemahşerinin kendisi tarafından söylenen değil, onun başkası tarafından söylenen Qıle (söylendi) ifadesi ile aktardığı bir sözdür. Zemahşeri'nin bu konuda söyledikleri şöyledir;
Şu da söylenmiştir: "Peygamber Aişe'ye ait yünden/tüyden mamul bir yorganın içinde namaz kılıyordu."
Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir. / Çev. Murat Sülün
Zemahşeri, İslamoğlu hocanın Der şeklinde aktardığı ifadeyi kendisinin demediği, başkaları tarafından söylendiğini aktarmaktadır. İslamoğlu hocanın Zemahşeri'nin söylediğini iddia ettiği "Bu halini eleştiren bir nida işitti" cümlesi Zemahşeri'nin ilgili ayet ile ilgili söylediklerinin içinde bulunmamaktadır. Zemahşeri bu konuda "Şayet ayetin anlamı buysa, o zaman peygamberin tutumu çirkin bulunuyor (yani tenkit ediliyor) değildir; aksine, üzerinde bulunduğu halden dolayı medhediliyor, aferin deniliyor demektir." demektedir.
İslamoğlu hoca Zemahşeri'den yaptığı alıntıyı kendisi söylemediği halde, Zemahşeri'nin kendisinin söylediğini iddia ederek hatalı bir aktarım yapmış, eleştirisini bu hata üzerinden getirmiştir.
İslamoğlu hocanın Kurtubi, Salebi ve İbrahim en- Nehai'nin de düştüğünün iddia ettiği hata ile ilgili olarak Kurtubi tefsirinde şunları görmekteyiz;
en-Nehaî dedi ki:
Peygamber bir kadifeye sarınıp, bürünmüş îdi. Âişe: Uzunluğu ondört zira olan
bir örtüye bürünmüştü. Onun yanı benim üzerimde İdi ve ben uyuyordum. Diğer
yarısı da Peygamberin üzerinde idi, o da o vakit namaz.kılıyordu. Allah'a yemin
ederim, o örtü ipek değildi, ipekti de değildi. Keçi tüyünden de değildi,
ibrişim de değildi, yün de değildi. Çözgüsü kıİ, atkısı ise deve tüyü idi,
demiştir. Bu rivayeti es-Sa'lebî zikretmektedir.
Derim ki: Âişe'nin bu
sözleri sûrenin Medine'de indiğini göstermektedir. Çünkü Peygamber (sav) Âişe
ile Medine'de gerdeğe girmiştir. Bu durumda sûrenin Mekke'de İndiğine dair
zikredilen rivayetlerin sahih olmaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Dikkat edilirse Kurtubi, Aişe validemizden rivayet bu sözlere istinaden, Müzzemmil suresinin Medine'de indiğini gösterdiğini söylemektedir. Müzzemmil suresinin her ne kadar Mekke'de inmiş olması ihtimali daha kuvvetli olsa da, bu surenin Medine'de inmiş olduğuna dair olan bir görüşü Kurtubi nakledererek Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır demektedir.
İslamoğlu hocanın bu konuda yazdıklarına bakacak olursak, bu kimseler tarihi bilgilerden yoksun olarak Aişe validemizi Mekke'de peygamberin yatağına sokmuşlardır. Halbuki bunların böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Katılırız veya katılmayız ama burada Müzzemmil suresinin Medine'de nazil olduğu iddia edilmekte, bu iddiaya göre Muhammed (a.s) ın Aişe validemiz ile evli olması gayet normal ve herhangi bir yanlışlık bulunmamaktadır.
Burada şayet bir eleştiri getirilecek ise, ancak Mekke'de nazil olmuş olması ihtimali daha kuvvetli olan bir surenin, Medine'de nazil olduğunun iddiasına getirilebilir.
Sayın İslamoğlu hocaya bizim bu eleştiriyi yapma nedenimiz, okuyucunun yanlış bilgi sahibi yapılmış olmasıdır. Amacımız, İlim ehlinin daha dikkatli olması gerektiği halde dikkatsiz davranarak yapmış oldukları bu tür hatalar, onların ilmi kariyerine gölge düşüreceği, hakkındaki bir takım asılsız iddialara mesnet teşkil edebileceği için, bu konularda daha dikkatli olunması gereğine dikkat çekmeye çalışmaktır.
17 Ağustos 2017 Perşembe
Zuhruf s. 61. Ayeti: İsa (a.s) Ansızın Geleceği Bildirilen Kıyametin Nasıl Habercisi Olur?
İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya döneceği inancı, İslam düşüncesinde bir çok kişi tarafından kabul gören, ve bu düşüncenin ret edilmesi halinde kişiyi Kafir durumuna düşüreceğine kesin olarak bakılan, fakat Kur'an ile sağlamasını yaptığımızda maalesef doğru olmadığı gördüğümüz Hristiyanlardan devşirilmiş bir inançtır.
Bu inancın kökleşmesi için bir takım rivayetler uydurulmuş, hatta Kur'an ayetleri dahi bu inancı tasdik ettirmek uğruna tahrif edilmekten çekinilmemiştir. Tahrife uğratılan ayetlerden birisi konumuz olan Zuhruf s. 61. ayeti olup, bazı meallerde parantez açılmak sureti ile, hatta bazı meallerde paranteze dahi gerek duyulmadan bu tahrif yapılmak sureti ile, kıyamete yakın bir zamanda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceği Kur'an'a söylettirilmiştir.
Yazımızda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğini haber veren rivayetlerin tercih edilerek, bu konuda Kur'an'ın verdii haberlerin arkaya atılmasının doğuracağı itikadi sıkıntılara, Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali düşülen bir duruma dikkat çekmeye çalışacağız.
Malum olduğu üzere Kur'an'ın kıyamet ile ilgili verdiği haberlere baktığımızda herhangi tarih, veya yaklaşmadan önce olabilecek muhtemel bazı olaylar hakkında, Olacak olan bu olaylar kıyametin artık yaklaştığının alametidir şeklinde hiç bir surette bilgi verilmemektedir.
[006.031] Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki saat onlara ansızın gelince, ağırlıklarını arkalarına yüklenerek, «Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize» derler. Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür!
[007.187] Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.» Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.»
[012.107] Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken saattin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular?.
[016.077] Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) bir göz çarpması gibidir, veya daha yakındır. Şüphe yok, Allah her şeye güç yetirendir.
[022.055] O küfredenler de kendilerine o saat ansızın gelinceye veya akîm bir günün azâbı gelinceye kadar ondan bir şekk içinde kalır giderler.
[031.034] Saatin bilgisi şüphesiz ki Allah katındadır, yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini de bilmez. Muhakkak ki Allah; Alim'dir, Habir'dir.
[033.063] O nâs sana saatten soruyor, de ki: onun ılmi Allahın nezdindedir ve ne bilirsin belki o saat yakında olur
[043.066] Onlar, kendilerine farkında olmadıkları halde ansızın gelecek olan o saatten başkasını mı gözlüyorlar?
[047.018] Artık onlar, saatin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? dolaşacağınız yeri de bilir, konaklama yerinizi de.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerine bakıldığında, kıyamet saatinin ansızın olacağı, ve zamanın sadece Allah'ın bildiği beyan edilmektedir. Kur'an'ın kıyamet ile ilgili bilgilerinin merkezinde, bu zamana her zaman hazırlıklı olunması, her an için dünyanın son bulabileceği inancı içinde bir yaşantının sürülmesi gerektiği mesajları olmasına rağmen, rivayetlerdeki bilgiler bu mesajların aksine, bizlerin bu zaman için daha erken olduğu gibi bir düşünce içine girmemize sebep olmaktadır.
Rivayetlerdeki kıyamet ile ilgili bilgilere baktığımızda özellikle İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya geleceğine dair bilgilerde, onun hala gelmemiş olması, kıyametin şu anda kopmayacağına dair bizler için bir garanti sayılmaktadır şöyle ki;
İsa (a.s) kıyamet öncesi yeniden dünyaya geleceğine, ve o şu anda gelmediğine göre, kıyamet için daha vakit var demektir. Bu duruma kıyamet öncesi olacak bazı olaylar ile ilgili rivayetleri de eklediğimizde kıyametin her an kopması gibi bir inanç içinde olmamıza da gerek yoktur.
Allah (c.c) kulu ve elçisi olan İsa (a.s) ı kıyamete yakın bir zamanda yere indireceğine, ve kıyamet saati bu inişten önce gerçekleşmeyeceğine göre, öyleyse Allah (c.c) Kur'an içinde kıyamet ile ilgili bir çok ayeti neden indirmiştir?. Madem İsa (a.s) gelmeden önce kıyamet kopmayacak, bize neden her an kopacakmış gibi yaşayın demektedir?. Çünkü bizler şayet bu konuda rivayetleri esas alacak olursak kıyametin henüz kopması asla mümkün değildir.
İsa (a.s) ın kıyamet öncesi yeniden geleceğine inanmak demek, kıyametin her an kopacağına dair ayetlerin arkaya atılması anlamına gelir ki, bu kişilerin akidelerinde büyük yaraların açılması anlamına gelecektir. Bu konudaki rivayetler ile Kur'an içindeki bilgiler taban tabana zıt olduğu için, kişiler her iki bilgiden birisini seçmek zorunda kalacaklardır.
Bu noktada Zuhruf s. 61. ayetinin anlamı ve bu ayetin nasıl anlaşılması gerektiği gelecektir.
Bu ayetin Zuhruf s. 57. ayetinden gelen bir bağlamı bulunmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin asıl mesajının onun beşer bir elçi olduğu hatırlanacak olursa, bu ayetlerde aynı mesajı taşımaktadır.
Bazı meallerde rivayetlerin esas alınarak yapılan çeviriler sonucu ayetin tahrif edildiğini tekrar hatırlatarak, ayetin Arapça orjinal metninde İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğine dair herhangi bir cümle veya kelime bulunmadığını önemle hatırlatmak isteriz.
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ
[043.061] Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur.
Ayet içindeki إِنَّهُ edatındaki hu zamirinin bazı kimselerce Kur'an'a raci olduğu iddia edilmesine rağmen, zamirin İsa (a.s) a raci olması dahi isabetli görünmektedir. Bu noktayı hatırlattıktan sonra, İsa (a.s) ın saat için bilgi olmasının ne ifade edebileceği üzerinde kısaca durabiliriz.
Allah (c.c) nin beşer içinden seçtiği elçilere indirdiği vahyin ortak noktaları, kıyamet saatinin geleceği, insanların yeniden dirileceği, kurulacak mahkeme sonrasında herkesin hak ettiği mekana yerleştirileceği gibi haberlerdir. Bütün elçiler kavimlerine bu haberleri getirerek, insanların yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemişlerdir.
İsa (a.s) ın Hristiyanlar tarafından ilah seviyesine çıkarılmasını ret eden Kur'an ayetlerinin ışığında bu ayeti okumaya çalıştığımızda, yine İsa (a.s) ın beşer bir elçi olması nedeniyle diğer elçilerin getirdiği kıyamet haberini getiren bir elçi olduğunun vurgusu yapıldığını anlamak mümkündür.
Yani İsa (a.s) diğer elçiler gibi bir elçidir, ve onların getirdiği kıyametin kopacağını ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini kavmine haber vermek üzere gönderilmiştir. Zuhruf s. 61. ayeti İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceğini değil, diğer elçiler gibi kıyametin haberini getiren bir elçi olduğunu haber vermektedir.
Sonuç olarak; İslam düşüncesinde rivayet merkezli bilgilerin akide oluşturmuş olması, hele bu akidenin Kur'an ile çelişmesi, büyük sıkıntılar doğurmaktadır. İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya geri döneceğine dair olan inancın akide haline getirilmiş olması, bu akidenin Kur'an ile çelişki arz etmesi, Müslümanların ya rivayetlerdeki ya da Kur'an'daki bilgilerden birisi arasında seçim yapmak zorunda bırakmaktadır.
İsa (a.s) ın kıyamete yakın geri döneceği inancını kabul ettiğimiz takdirde bu sefer, Kur'an'daki kıyamet ile ilgili bilgileri ret etmek durumuna düşmek gibi bir tehlike içine düşüleceği dikkate alınarak, rivayetlerdeki bu konuda mevcut bilgilerin yenide gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. İsa (a.s) ın yeniden dünyaya gelişini ret eden kimseleri Kafir olarak görenlerin bu konuda bir kez daha düşünmeleri gerekmekte, çünkü ortaya attıkları yafta kendi boyunlarına yapışmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu inancın kökleşmesi için bir takım rivayetler uydurulmuş, hatta Kur'an ayetleri dahi bu inancı tasdik ettirmek uğruna tahrif edilmekten çekinilmemiştir. Tahrife uğratılan ayetlerden birisi konumuz olan Zuhruf s. 61. ayeti olup, bazı meallerde parantez açılmak sureti ile, hatta bazı meallerde paranteze dahi gerek duyulmadan bu tahrif yapılmak sureti ile, kıyamete yakın bir zamanda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceği Kur'an'a söylettirilmiştir.
Yazımızda İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğini haber veren rivayetlerin tercih edilerek, bu konuda Kur'an'ın verdii haberlerin arkaya atılmasının doğuracağı itikadi sıkıntılara, Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali düşülen bir duruma dikkat çekmeye çalışacağız.
Malum olduğu üzere Kur'an'ın kıyamet ile ilgili verdiği haberlere baktığımızda herhangi tarih, veya yaklaşmadan önce olabilecek muhtemel bazı olaylar hakkında, Olacak olan bu olaylar kıyametin artık yaklaştığının alametidir şeklinde hiç bir surette bilgi verilmemektedir.
[006.031] Allah'a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir ki saat onlara ansızın gelince, ağırlıklarını arkalarına yüklenerek, «Dünyada işlediğimiz büyük kusurlardan ötürü yazıklar olsun bize» derler. Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür!
[007.187] Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O'ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.» Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: «Onun ilmi yalnızca Allah'ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.»
[012.107] Şimdi bunlar, kendilerine Allah'ın azabından kapsamlı bir bürümenin gelivermesinden veya onların hiç haberleri yokken saattin onlara apansız gelmesinden kendilerini güvende mi buldular?.
[016.077] Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) bir göz çarpması gibidir, veya daha yakındır. Şüphe yok, Allah her şeye güç yetirendir.
[022.055] O küfredenler de kendilerine o saat ansızın gelinceye veya akîm bir günün azâbı gelinceye kadar ondan bir şekk içinde kalır giderler.
[031.034] Saatin bilgisi şüphesiz ki Allah katındadır, yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç bir nefis nerede öleceğini de bilmez. Muhakkak ki Allah; Alim'dir, Habir'dir.
[033.063] O nâs sana saatten soruyor, de ki: onun ılmi Allahın nezdindedir ve ne bilirsin belki o saat yakında olur
[043.066] Onlar, kendilerine farkında olmadıkları halde ansızın gelecek olan o saatten başkasını mı gözlüyorlar?
[047.018] Artık onlar, saatin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar? İşte onun işaretleri gelmiştir. Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar? dolaşacağınız yeri de bilir, konaklama yerinizi de.
Yukarıda verdiğimiz ayet meallerine bakıldığında, kıyamet saatinin ansızın olacağı, ve zamanın sadece Allah'ın bildiği beyan edilmektedir. Kur'an'ın kıyamet ile ilgili bilgilerinin merkezinde, bu zamana her zaman hazırlıklı olunması, her an için dünyanın son bulabileceği inancı içinde bir yaşantının sürülmesi gerektiği mesajları olmasına rağmen, rivayetlerdeki bilgiler bu mesajların aksine, bizlerin bu zaman için daha erken olduğu gibi bir düşünce içine girmemize sebep olmaktadır.
Rivayetlerdeki kıyamet ile ilgili bilgilere baktığımızda özellikle İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden dünyaya geleceğine dair bilgilerde, onun hala gelmemiş olması, kıyametin şu anda kopmayacağına dair bizler için bir garanti sayılmaktadır şöyle ki;
İsa (a.s) kıyamet öncesi yeniden dünyaya geleceğine, ve o şu anda gelmediğine göre, kıyamet için daha vakit var demektir. Bu duruma kıyamet öncesi olacak bazı olaylar ile ilgili rivayetleri de eklediğimizde kıyametin her an kopması gibi bir inanç içinde olmamıza da gerek yoktur.
Allah (c.c) kulu ve elçisi olan İsa (a.s) ı kıyamete yakın bir zamanda yere indireceğine, ve kıyamet saati bu inişten önce gerçekleşmeyeceğine göre, öyleyse Allah (c.c) Kur'an içinde kıyamet ile ilgili bir çok ayeti neden indirmiştir?. Madem İsa (a.s) gelmeden önce kıyamet kopmayacak, bize neden her an kopacakmış gibi yaşayın demektedir?. Çünkü bizler şayet bu konuda rivayetleri esas alacak olursak kıyametin henüz kopması asla mümkün değildir.
İsa (a.s) ın kıyamet öncesi yeniden geleceğine inanmak demek, kıyametin her an kopacağına dair ayetlerin arkaya atılması anlamına gelir ki, bu kişilerin akidelerinde büyük yaraların açılması anlamına gelecektir. Bu konudaki rivayetler ile Kur'an içindeki bilgiler taban tabana zıt olduğu için, kişiler her iki bilgiden birisini seçmek zorunda kalacaklardır.
Bu noktada Zuhruf s. 61. ayetinin anlamı ve bu ayetin nasıl anlaşılması gerektiği gelecektir.
Bu ayetin Zuhruf s. 57. ayetinden gelen bir bağlamı bulunmaktadır. İsa (a.s) ile ilgili ayetlerin asıl mesajının onun beşer bir elçi olduğu hatırlanacak olursa, bu ayetlerde aynı mesajı taşımaktadır.
Bazı meallerde rivayetlerin esas alınarak yapılan çeviriler sonucu ayetin tahrif edildiğini tekrar hatırlatarak, ayetin Arapça orjinal metninde İsa (a.s) ın yeniden dünyaya geleceğine dair herhangi bir cümle veya kelime bulunmadığını önemle hatırlatmak isteriz.
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ ۚ هَٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ
[043.061] Ve hakkıkat o, saat için bir ılimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi' olun, işte bu yegâne doğru yoldur.
Ayet içindeki إِنَّهُ edatındaki hu zamirinin bazı kimselerce Kur'an'a raci olduğu iddia edilmesine rağmen, zamirin İsa (a.s) a raci olması dahi isabetli görünmektedir. Bu noktayı hatırlattıktan sonra, İsa (a.s) ın saat için bilgi olmasının ne ifade edebileceği üzerinde kısaca durabiliriz.
Allah (c.c) nin beşer içinden seçtiği elçilere indirdiği vahyin ortak noktaları, kıyamet saatinin geleceği, insanların yeniden dirileceği, kurulacak mahkeme sonrasında herkesin hak ettiği mekana yerleştirileceği gibi haberlerdir. Bütün elçiler kavimlerine bu haberleri getirerek, insanların yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemişlerdir.
İsa (a.s) ın Hristiyanlar tarafından ilah seviyesine çıkarılmasını ret eden Kur'an ayetlerinin ışığında bu ayeti okumaya çalıştığımızda, yine İsa (a.s) ın beşer bir elçi olması nedeniyle diğer elçilerin getirdiği kıyamet haberini getiren bir elçi olduğunun vurgusu yapıldığını anlamak mümkündür.
Yani İsa (a.s) diğer elçiler gibi bir elçidir, ve onların getirdiği kıyametin kopacağını ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini kavmine haber vermek üzere gönderilmiştir. Zuhruf s. 61. ayeti İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya döneceğini değil, diğer elçiler gibi kıyametin haberini getiren bir elçi olduğunu haber vermektedir.
Sonuç olarak; İslam düşüncesinde rivayet merkezli bilgilerin akide oluşturmuş olması, hele bu akidenin Kur'an ile çelişmesi, büyük sıkıntılar doğurmaktadır. İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya geri döneceğine dair olan inancın akide haline getirilmiş olması, bu akidenin Kur'an ile çelişki arz etmesi, Müslümanların ya rivayetlerdeki ya da Kur'an'daki bilgilerden birisi arasında seçim yapmak zorunda bırakmaktadır.
İsa (a.s) ın kıyamete yakın geri döneceği inancını kabul ettiğimiz takdirde bu sefer, Kur'an'daki kıyamet ile ilgili bilgileri ret etmek durumuna düşmek gibi bir tehlike içine düşüleceği dikkate alınarak, rivayetlerdeki bu konuda mevcut bilgilerin yenide gözden geçirilmesi gerektiği ortadadır. İsa (a.s) ın yeniden dünyaya gelişini ret eden kimseleri Kafir olarak görenlerin bu konuda bir kez daha düşünmeleri gerekmekte, çünkü ortaya attıkları yafta kendi boyunlarına yapışmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Ağustos 2017 Pazartesi
"Kur'an Yeter" Demek Muhammed (a.s) a Düşmanlık mıdır?
Türkiye genelinde Kur'an'ın son yıllarda daha fazla gündeme gelmesi, rivayetlerin hakim olduğu geleneksel din algısına sahip olan kimselerde bir takım rahatsızlıkların doğmasına neden olmuştur.Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmesinden rahatsız olanlar, bu rahatsızlıklarını sesli olarak dışarıya vurarak, Kur'an'ın dinde belirleyici olmasını isteyenlere bir takım yaftalar yapıştırmak sureti ile göstermektedirler. Herkesin malumu olduğu üzere, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile rivayet merkezli din anlayışındaki bazı düşünceler yeniden sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulamanın başında ise rivayetler tarafından oluşturulmuş olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı gelmektedir.
Kur'an Yeter söylemi ile yola çıkan kimseler, başta aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının doğurduğu yanlış anlayışların, Kur'an merkezli bir ıslahata tabi tutulması isteyerek, mevcut din algısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini dile getirmeleri, bu söyleme karşı çıkanlar tarafından peygamber düşmanlığı şeklinde yorumlanmış, ve bu kimselerin ortaya attığı söylemin peygamberi hayattan dışlamaya yönelik olduğu şeklinde iddialar ortaya sürülmek sureti ile bu söylem mahkum edilmek istenmektedir.
Yazımızın konusu, Kur'an yeter söyleminin peygamber anlayışı, ve bu söylemin peygambere herhangi bir düşmanlık üretip üretmediği noktasındadır.
Muhammed (a.s) bilindiği üzere, Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun görevi, Allah'ın kullarına emrettiklerini iletmek olup, onun da beşer bir kul olması dolayısı ile aldığı emirler ile kendisi de muhataptır. Yaşamı boyunca kendisine vahyedileni Nebi Resul olması dolayısı ile muhataplarına tebliğ etmiş, Kul olması dolayısı ile tebliğ ettiklerini kendisi örneklendirerek yaşantısına aktarmıştır.
Vefatı sonrasında gelişen bazı olaylar neticesinde değişen din algıları, onun beşer elçi konumundan çıkarılarak beşer üstü bir konuma çıkarılmasını, söylediklerinin Kur'an ile eşdeğer, kendisinin de Allah ile aynı seviyede görülmesini beraberinde getirmiştir. İlerleyen zamanlarda onun sözlerinin toplandığı hadis kitapları Kur'an'ın önüne geçirilmiş, hadis kitaplarında bulunan bazı rivayetler Kur'an ile çelişmiş olsa da, rivayetler tercih edilmiş, Kur'an ayetleri ise bu rivayetleri tasdik edecek şekilde anlam tahrifine uğratılmış, ya da tevil edilmiştir.
Bugün en geniş anlamda İslam dünyasında, dar anlamı ile Türkiye genelinde yaşayan Müslümanların sahip olduğu din algısını Kur'an değil rivayetler belirlemektedir. Bu belirleyiciliğin yanlış olduğu düşüncesi içinde olanlar, Kur'an'ın dinde belirleyici bir konumda olması gerektiği düşüncesi ortaya atmışlar, fakat bu düşünceye yerleşik İslam algısına sahip olanlar tarafından şiddetle karşı çıkılmaktadır. Bunun sebebi ise Kur'an ile çelişmesine rağmen, rivayetler kanalı ile dinin ana kuralları getirilmiş bir çok konunun Kur'an'ın belirleyiciliği karşısında yanlış duruma düşmesi korkusudur.
Kur'an yeter söylemine karşı çıkanların ortaya attıkları suçlamalardan bir tanesi, bu söylemin peygamberi dışladığı, dolayısı ile bu söylemi savunanların peygamber düşmanı oldukları şeklindedir.
Öncelikle Kur'an Yeter söyleminin neyi ifade ettiğinin veya neyi ifade etmesi gerektiğinin ortaya konulması gerekmektedir ki, bu söylem gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa peygamber düşmanlığı iddiasının, bu söylemin önünü kesmek için muhalifler tarafından ortaya atılan bir iftira olup olmadığı anlaşılsın.
Bilindiği üzere yerleşik din algısında vahyin kendisi değil, vahyi getiren elçi ön plandadır. Fakat bu öncelik ona Kur'an tarafından verilmiş değildir, aksine İsa (a.s) a Hristiyanlar tarafından verilmiş olan önceliğe olan bir özentinin sonucu, Müslümanlar tarafından verilen bir önceliktir. Bu özentinin sonucunda Muhammed (a.s), din de hüküm koyucu bir konuma getirilerek Allah (c.c) ile aynı dereceye yükseltilmiştir. Bugün biz Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağında, Muhammed (a.s) a Kur'an'a rağmen yüklenen bu aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı yatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konumu Kur'an ölçeğinde belirlenmediği sürece bu ihtilaflar asla bitmeyecek, aksine daha da derinleşecektir.
Kur'an'da geçen Allah'a ve Resulüne itaat ediniz ayetleri, Allah'ın ayrı elçisinin ayrı hüküm koyucu olduğu şeklinde algılanarak iki başlı bir din anlayışı oluşturulmuş, Resule itaat etmenin anlamı, bugün elimizde mevcut bulunan rivayet kitaplarına yüklenerek, rivayet kitaplarının belirleyici olduğu din anlayışı hakim kılınmıştır.
Kur'an Yeter söyleminin ifade ettiği anlam, dinde çok başlılığın değil, tek başlılığın hakim olması, yani Kur'an'ın dinde belirleyici kaynak olarak görülmesi, din adına gelen bilgilerin bu kitabı süzgecinden geçirilmesi çerçevesindedir veya böyle olması gerekmektedir. Çünkü insanlar üzerinde kanunlar koymak sureti ile tasarruf hakkına sahip olmak, ilahlığın bir gereğidir. Kendisinden başka ilah olmadığını bir çok ayette hatırlatan Allah (c.c) bu hakkı kimseye vermediğini, bu hakkın kendisinden başka kimseye verilmesini Şirk olarak nitelemektedir.
Kur'an'ın dinde belirleyici olması, din adına gelen bilgilerin bu kitabın süzgecinden geçirilmesi demek olan Kur'an Yeter söylemine karşı, rivayetlerin belirleyici olmasını savunarak, din adına gelen bilgilerin rivayet süzgecinden geçirilmesini savunan düşüncenin bir diğer adı ise KUR'AN YETMEZ söylemidir. Bu söylem açık ve net olarak rivayet savunucuları tarafından dile getirilmektedir. Kur'an'ın tek başına belirleyicilikte yetersiz kaldığı, bu yetersizliğin ise rivayet kitapları tarafından doldurulduğu sözleri, rivayetleri savunanların sıkça söylediği sözlerdir.
Kur'an Yeter söylemi peygambere düşman mıdır?.
Bunu anlamak için öncelikle Kur'an Yetmez söylemini savunanların peygamber algılarını yeniden hatırlamakta fayda vardır. Bilindiği üzere bu söylem din anlayışını rivayet kitaplarından almış, ve bu kitaplardaki bir çok bilgi Kur'an ile taban tabana zıtlıklar taşımaktadır. Ayrıca Kur'an bizlere sadece bir tek peygamberi değil, bütün peygamberleri örnek almamızı emretmektedir.
Kur'an Yetmez söyleminin savunucuları sözde bütün peygamberlere iman iddiasında bulunurken, özde ise Muhammed (a.s) ı yücelten, bu yüceltmede de Kur'an'ın örnek almamızı istediği onun şirk, zulüm ve küfre karşı olan başkaldırısı değil, sakalı, sarığı, yatması, uyuması, misvağı v.s gibi Kur'an'ın bizlere elçilere iman konusunda yüklemediği yükümlülükler bulunmaktadır. Kur'an'ın bütün peygamberleri kavimlerinin şirklerine karşı var güçleri ile karşı çıkarlarken, rivayetlerin peygamberi işi gücü nafile namaz kılmak, nafile oruç tutmak, sakal ve sarık ile uğraşmak olan, etliye sütlüye karışmayan mistik bir hayat süren bir kişilik sahibidir.
Kur'an Yeter demek, bütün peygamberleri birbirinden ayırt etmeden iman etmek, onların şirke, zulme ve tuğyana karşı olan mücadelelerini örnek almak, yaşamlarını bu peygamberlerin örnekliğinde yönlendirmeye çalışmak demektir. Bu söylemin peygamber anlayışında peygamberler uçan kaçan insanüstü kişilikler değil, biz gibi beşer olan örnek alınabilecek şahsiyetlerdir.
Şimdi sorarız; Kur'an Yeter söylemi gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa bu düşmanlık iddiası rivayet savunucuları tarafından ortaya atılmış bir iftira mıdır?.
İllaki bir düşmanlıktan bahsedecek olursak peygambere karşı bu düşmanlığı Kur'an Yeter diyenler değil, Kur'an Yetmez diyenler yapmaktadır. Çünkü peygamber algıları tamamen Kur'an ile taban tabana zıt bir şekilde rivayetler kanalı oluşturulmuş, ve bu peygamber Allah (c.c) ile dinde ortak bir konumdadır.
Kimseyi Müşrik olarak yaftalamak gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte, Kur'an'ın dinde belirleyici olmasını yetersiz görerek, insan eli ile oluşturulmuş olan kaynakları Kur'an'a eşdeğer görmek hatta daha ileri giderek, Kur'an'ı terk ederek bu kaynakları dinde belirleyici kılmanın diğer adı Allah'ın kitabına kullarını kitaplarını ortak koşmak anlamına gelmektedir.
Hristiyanların İsa (a.s) a olan aşırı yüceltmeleri onları Kur'an'ın nazarında Kafir durumuna düşürürken, Müslümanların Muhammed (a.s) a karşı olan aşırı yüceltmeleri onları ne duruma düşüreceği tekrar gözden geçirilmelidir.
Söylemek istediğimiz o dur ki; Rivayetlerin dinde belirleyici olmasını savunanların, Kur'an'ın belirleyiciliğini savunanlara karşı açtıkları, bu kimselerin peygamber düşmanı oldukları iddiası, kendilerini bu iddia ile karşı karşıya bırakmaktadır. Ortada eğer bir düşmanlık varsa ve birilerine Peygamber Düşmanı takılması gerekiyorsa, bu yaftayı hak eden taraf, Kur'an'ın yetersizliğini savunarak, peygamberi ilah konumuna yükselten düşünce sahipleridir.
Bir Müslüman olarak birbirimize yapacağımız tavsiyemiz, kimseyi yaftalamadan, din konusunda Kur'an'ı dikkate alan, Kur'an'ın emir ve tavsiyelerini dikkate alan bir düşünce sahibi olmaya çalışmak, ortada eğer bir yanlış varsa, bu yanlışları Kur'an'ın hakemliğinde çözmeye çalışmak olmalıdır. Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır bitmeyen ihtilafların kaynağında dinde çok başlılık sorunu olduğu unutulmamalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların ne gibi zararlara yol açtığı dikkate alınarak, aramızdaki fikri ihtilafların medenice konuşarak halli yoluna gidilmeye çalışılması, bizleri daha güçlü kılacak, birbirimize takınacağımız düşmanca tavırlar, başkalarının ekmeğine yağ sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an Yeter söylemi ile yola çıkan kimseler, başta aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının doğurduğu yanlış anlayışların, Kur'an merkezli bir ıslahata tabi tutulması isteyerek, mevcut din algısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini dile getirmeleri, bu söyleme karşı çıkanlar tarafından peygamber düşmanlığı şeklinde yorumlanmış, ve bu kimselerin ortaya attığı söylemin peygamberi hayattan dışlamaya yönelik olduğu şeklinde iddialar ortaya sürülmek sureti ile bu söylem mahkum edilmek istenmektedir.
Yazımızın konusu, Kur'an yeter söyleminin peygamber anlayışı, ve bu söylemin peygambere herhangi bir düşmanlık üretip üretmediği noktasındadır.
Muhammed (a.s) bilindiği üzere, Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun görevi, Allah'ın kullarına emrettiklerini iletmek olup, onun da beşer bir kul olması dolayısı ile aldığı emirler ile kendisi de muhataptır. Yaşamı boyunca kendisine vahyedileni Nebi Resul olması dolayısı ile muhataplarına tebliğ etmiş, Kul olması dolayısı ile tebliğ ettiklerini kendisi örneklendirerek yaşantısına aktarmıştır.
Vefatı sonrasında gelişen bazı olaylar neticesinde değişen din algıları, onun beşer elçi konumundan çıkarılarak beşer üstü bir konuma çıkarılmasını, söylediklerinin Kur'an ile eşdeğer, kendisinin de Allah ile aynı seviyede görülmesini beraberinde getirmiştir. İlerleyen zamanlarda onun sözlerinin toplandığı hadis kitapları Kur'an'ın önüne geçirilmiş, hadis kitaplarında bulunan bazı rivayetler Kur'an ile çelişmiş olsa da, rivayetler tercih edilmiş, Kur'an ayetleri ise bu rivayetleri tasdik edecek şekilde anlam tahrifine uğratılmış, ya da tevil edilmiştir.
Bugün en geniş anlamda İslam dünyasında, dar anlamı ile Türkiye genelinde yaşayan Müslümanların sahip olduğu din algısını Kur'an değil rivayetler belirlemektedir. Bu belirleyiciliğin yanlış olduğu düşüncesi içinde olanlar, Kur'an'ın dinde belirleyici bir konumda olması gerektiği düşüncesi ortaya atmışlar, fakat bu düşünceye yerleşik İslam algısına sahip olanlar tarafından şiddetle karşı çıkılmaktadır. Bunun sebebi ise Kur'an ile çelişmesine rağmen, rivayetler kanalı ile dinin ana kuralları getirilmiş bir çok konunun Kur'an'ın belirleyiciliği karşısında yanlış duruma düşmesi korkusudur.
Kur'an yeter söylemine karşı çıkanların ortaya attıkları suçlamalardan bir tanesi, bu söylemin peygamberi dışladığı, dolayısı ile bu söylemi savunanların peygamber düşmanı oldukları şeklindedir.
Öncelikle Kur'an Yeter söyleminin neyi ifade ettiğinin veya neyi ifade etmesi gerektiğinin ortaya konulması gerekmektedir ki, bu söylem gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa peygamber düşmanlığı iddiasının, bu söylemin önünü kesmek için muhalifler tarafından ortaya atılan bir iftira olup olmadığı anlaşılsın.
Bilindiği üzere yerleşik din algısında vahyin kendisi değil, vahyi getiren elçi ön plandadır. Fakat bu öncelik ona Kur'an tarafından verilmiş değildir, aksine İsa (a.s) a Hristiyanlar tarafından verilmiş olan önceliğe olan bir özentinin sonucu, Müslümanlar tarafından verilen bir önceliktir. Bu özentinin sonucunda Muhammed (a.s), din de hüküm koyucu bir konuma getirilerek Allah (c.c) ile aynı dereceye yükseltilmiştir. Bugün biz Müslümanlar arasındaki ihtilafların kaynağında, Muhammed (a.s) a Kur'an'a rağmen yüklenen bu aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı yatmaktadır. Muhammed (a.s) ın konumu Kur'an ölçeğinde belirlenmediği sürece bu ihtilaflar asla bitmeyecek, aksine daha da derinleşecektir.
Kur'an'da geçen Allah'a ve Resulüne itaat ediniz ayetleri, Allah'ın ayrı elçisinin ayrı hüküm koyucu olduğu şeklinde algılanarak iki başlı bir din anlayışı oluşturulmuş, Resule itaat etmenin anlamı, bugün elimizde mevcut bulunan rivayet kitaplarına yüklenerek, rivayet kitaplarının belirleyici olduğu din anlayışı hakim kılınmıştır.
Kur'an Yeter söyleminin ifade ettiği anlam, dinde çok başlılığın değil, tek başlılığın hakim olması, yani Kur'an'ın dinde belirleyici kaynak olarak görülmesi, din adına gelen bilgilerin bu kitabı süzgecinden geçirilmesi çerçevesindedir veya böyle olması gerekmektedir. Çünkü insanlar üzerinde kanunlar koymak sureti ile tasarruf hakkına sahip olmak, ilahlığın bir gereğidir. Kendisinden başka ilah olmadığını bir çok ayette hatırlatan Allah (c.c) bu hakkı kimseye vermediğini, bu hakkın kendisinden başka kimseye verilmesini Şirk olarak nitelemektedir.
Kur'an'ın dinde belirleyici olması, din adına gelen bilgilerin bu kitabın süzgecinden geçirilmesi demek olan Kur'an Yeter söylemine karşı, rivayetlerin belirleyici olmasını savunarak, din adına gelen bilgilerin rivayet süzgecinden geçirilmesini savunan düşüncenin bir diğer adı ise KUR'AN YETMEZ söylemidir. Bu söylem açık ve net olarak rivayet savunucuları tarafından dile getirilmektedir. Kur'an'ın tek başına belirleyicilikte yetersiz kaldığı, bu yetersizliğin ise rivayet kitapları tarafından doldurulduğu sözleri, rivayetleri savunanların sıkça söylediği sözlerdir.
Kur'an Yeter söylemi peygambere düşman mıdır?.
Bunu anlamak için öncelikle Kur'an Yetmez söylemini savunanların peygamber algılarını yeniden hatırlamakta fayda vardır. Bilindiği üzere bu söylem din anlayışını rivayet kitaplarından almış, ve bu kitaplardaki bir çok bilgi Kur'an ile taban tabana zıtlıklar taşımaktadır. Ayrıca Kur'an bizlere sadece bir tek peygamberi değil, bütün peygamberleri örnek almamızı emretmektedir.
Kur'an Yetmez söyleminin savunucuları sözde bütün peygamberlere iman iddiasında bulunurken, özde ise Muhammed (a.s) ı yücelten, bu yüceltmede de Kur'an'ın örnek almamızı istediği onun şirk, zulüm ve küfre karşı olan başkaldırısı değil, sakalı, sarığı, yatması, uyuması, misvağı v.s gibi Kur'an'ın bizlere elçilere iman konusunda yüklemediği yükümlülükler bulunmaktadır. Kur'an'ın bütün peygamberleri kavimlerinin şirklerine karşı var güçleri ile karşı çıkarlarken, rivayetlerin peygamberi işi gücü nafile namaz kılmak, nafile oruç tutmak, sakal ve sarık ile uğraşmak olan, etliye sütlüye karışmayan mistik bir hayat süren bir kişilik sahibidir.
Kur'an Yeter demek, bütün peygamberleri birbirinden ayırt etmeden iman etmek, onların şirke, zulme ve tuğyana karşı olan mücadelelerini örnek almak, yaşamlarını bu peygamberlerin örnekliğinde yönlendirmeye çalışmak demektir. Bu söylemin peygamber anlayışında peygamberler uçan kaçan insanüstü kişilikler değil, biz gibi beşer olan örnek alınabilecek şahsiyetlerdir.
Şimdi sorarız; Kur'an Yeter söylemi gerçekten peygambere düşmanlık mı üretmektedir, yoksa bu düşmanlık iddiası rivayet savunucuları tarafından ortaya atılmış bir iftira mıdır?.
İllaki bir düşmanlıktan bahsedecek olursak peygambere karşı bu düşmanlığı Kur'an Yeter diyenler değil, Kur'an Yetmez diyenler yapmaktadır. Çünkü peygamber algıları tamamen Kur'an ile taban tabana zıt bir şekilde rivayetler kanalı oluşturulmuş, ve bu peygamber Allah (c.c) ile dinde ortak bir konumdadır.
Kimseyi Müşrik olarak yaftalamak gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte, Kur'an'ın dinde belirleyici olmasını yetersiz görerek, insan eli ile oluşturulmuş olan kaynakları Kur'an'a eşdeğer görmek hatta daha ileri giderek, Kur'an'ı terk ederek bu kaynakları dinde belirleyici kılmanın diğer adı Allah'ın kitabına kullarını kitaplarını ortak koşmak anlamına gelmektedir.
Hristiyanların İsa (a.s) a olan aşırı yüceltmeleri onları Kur'an'ın nazarında Kafir durumuna düşürürken, Müslümanların Muhammed (a.s) a karşı olan aşırı yüceltmeleri onları ne duruma düşüreceği tekrar gözden geçirilmelidir.
Söylemek istediğimiz o dur ki; Rivayetlerin dinde belirleyici olmasını savunanların, Kur'an'ın belirleyiciliğini savunanlara karşı açtıkları, bu kimselerin peygamber düşmanı oldukları iddiası, kendilerini bu iddia ile karşı karşıya bırakmaktadır. Ortada eğer bir düşmanlık varsa ve birilerine Peygamber Düşmanı takılması gerekiyorsa, bu yaftayı hak eden taraf, Kur'an'ın yetersizliğini savunarak, peygamberi ilah konumuna yükselten düşünce sahipleridir.
Bir Müslüman olarak birbirimize yapacağımız tavsiyemiz, kimseyi yaftalamadan, din konusunda Kur'an'ı dikkate alan, Kur'an'ın emir ve tavsiyelerini dikkate alan bir düşünce sahibi olmaya çalışmak, ortada eğer bir yanlış varsa, bu yanlışları Kur'an'ın hakemliğinde çözmeye çalışmak olmalıdır. Müslümanlar arasında yüzlerce yıldır bitmeyen ihtilafların kaynağında dinde çok başlılık sorunu olduğu unutulmamalıdır.
Müslümanlar arasındaki kavgaların ne gibi zararlara yol açtığı dikkate alınarak, aramızdaki fikri ihtilafların medenice konuşarak halli yoluna gidilmeye çalışılması, bizleri daha güçlü kılacak, birbirimize takınacağımız düşmanca tavırlar, başkalarının ekmeğine yağ sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Ağustos 2017 Cumartesi
Allah (c.c) Neden İnsanlara Kitap ve Elçi Gönderir?
Allah (c.c), son elçi Muhammed (a.s) a kadar sayısını kendisinin bildiği elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kullarının yaşamına müdahale etmiş, onların kendi emirleri hilafına yaptığı hataları, elçilere indirdiği kitaplar ile ikaz etmek sureti ile, kullarının kendisinin istediği yönde hayat sürmelerini istemiştir. Binlerce yıllık insanlık tarihini kısaca, elçilere tabi olanlar ile elçilere olmak istemeyenler arasında geçen mücadeleler olarak özetlemek mümkündür.
Günümüze geldiğimizde ise, bazı kimseler tarafından elçi ve kitapların insan hayatını yönlendirmesi noktasında gerekli olup olmadığı konusunun gündem yapılmaya, kitap ve elçileri hayattan çıkarmayı amaçlayan bir söylem üretilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. İşin ilginç olan tarafı ise, bu konuyu dile getiren kimselerin bir kısmının daha önceden Kur'an Müslümanlığı söylemini dile getirmekte olmaları, şimdilerde ise Kur'an'ın insan hayatına müdahalesi ret etmek için ortaya bu tür iddialar atmaya çalışmalarıdır.
Kitap ve elçilerin insan hayatını yönlendirmesinin gereksiz olduğunu iddia edenlerin ortaya attıkları gerekçelerden bir tanesi ise, insanın yaratılışında mevcut olan ve adına AKIL, VİCDAN, FITRAT dediğimiz melekelerin bu konuda yeterli olacağı, insanların bu melekelerin yönlendirmesi ile doğruyu bulabilecekleri şeklinde ortaya atılmaktadır.
Bu iddiaların ortaya atılmasında, son yıllarda Kur'an'ı anlama yöntemi olarak önerilen Tarihselcilik düşüncesinin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın belli bir zaman, mekan ve coğrafyada yaşayan insanlara indiği, muhteviyatının sadece onlara hitap ettiği, bugün bu kitabın bizlere dair herhangi söyleyebileceği bir şeyin olmadığı şeklinde ortaya atılan tarihselcilik söyleminin bu konuda rol oynadığını, Kur'an'ın anlaşılmasında tarihi arkaplanı bilmenin gereğini iddia eden tarihsel okuma yöntemini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir, Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler, elçi ve kitaplara ihtiyaç duyulmaması için yeterli ise, bu melekeler ilk insandan beri mevcut olduğuna göre, Allah neden o insanlara elçi ve kitaplar göndermiştir?. Eğer bu melekeler insan için yeterli ise, neden dünyadaki tüm insanlar bu melekeleri kullanarak dünyayı cennete çevirmek yerine, cehenneme dönmesini sağlıyorlar?.
İddiaya göre, insanda var olan bu melekeler, kitap ve elçilerin yönlendirmesine gerek bırakmayacak şekilde insanlara doğruyu bulmada yardımcı olacağına, Allah (c.c) de insanlardaki bu melekelerin yaratıcısı olmasından dolayı bunları bildiğine göre, neden bütün bunlara rağmen elçiler ve kitaplar göndererek insanların hayatlarına müdahale etmek gereği duymuştur?.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
(Kıyamet s. 36)
Bu sorunun cevabını Kıyamet s. 36. ayetinden başlayarak bulmak mümkündür. Allah (c.c) insanı başıboş yaratmamıştır, elçiler ve kitaplar insana bir sahibinin olduğunu hatırlatan en önemli belgelerdir. Elçiler ve kitapların gönderiliş nedenini en kısa bir cümlede özetlemek gerekirse bunu söyleyebiliriz. Peki neden Allah (c.c) insana, "Ben seni Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler ile donattım, bunlar senin doğru yolu bulmana yarar, bunun haricinde başka şeylere ihtiyacın yoktur" diyerek dünyaya salıvermemiştir?.
[001.002] Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Kur'an'a baktığımızda kendisini bizlere Alemlerin Rabbi olarak tanıtan Allah (c.c), böyle bir payeyi hak etmesinin nedenini yine kitabında açıklamaktadır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısı, ve bunların devamı için gerekli olan gücün sahibi olduğunu bizlere haber veren Allah (cc) kendisini bizlere mülkü elinde bulunduran bir hükümdar tasviri ile anlatmaktadır.
[067.001] Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey'e kadîrdir.
Yönetmek ile görevli olduğu topraklarda asayiş ve güvenliği sağlamak için, halkın uyması gereken bir takım kanun ve uygulamaları devreye sokmak nasıl her hükümdarın en doğal hakkı ve görevi ise, yarattığı insanların kendi mülkünde nasıl hareket edeceklerine dair kanunlar ve uygulamalar devreye koymak, Allah'ın da en doğal hakkıdır. Allah (c.c) bu hakkını ise elçileri vasıtası ile gönderdiği kitaplarla bizlere bildirmektedir.
Nasıl ki insanlar yaşamış olduğu topraklarda mevcut bulunan kanun ve hükümlere aykırı davranışlar yaptığında cezalandırılmayı hak ediyorsa, Allah'ın mülkünde yaşayan insanlarda onun koyduğu yasalara aykırı davranışlarda bulunduklarında cezalandırılmayı hak edeceklerdir.
İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden olan, ve adına Dünya denilen bir yerde yaşayan varlık cinslerinden birisidir. Bu varlık cinsinin en önemli özelliği ise, iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapısı olmasıdır.
[076.003] Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.
Yaratılış hamurunda her iki uca da meyyal olma özelliği olan insan, yaşamı içinde yaptığı, İyi veya Kötü olarak değerlendirilen amellerinin hepsini, Kur'an'ın Semi, Basar, Fuad olarak bildirdiği duyu organlarını kullanarak yapmaktadır. Allah'ın bizlere kendisini RAB olarak tanıtmasının tezahürlerinden bir tanesi, bu kelimenin anlamına uygun olarak, insanın yaşamı içinde ona gerekli olan her türlü ihtiyacını karşılaması şeklinde karşılık bulması olduğunu hatırladığımızda, insanın eğitim ve öğretime olan ihtiyacını da karşılayan Allah (c.c) dir. Ancak bu eğitim ve öğretimin önünde duran ve insanı her an bu yoldan saptırmaya çalışan önemli bir etken vardır.
Şeytan, bu bağlamda insanı kötülüğe sevk eden en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın İblis adı ile temsili bir kişilik olarak bize sunduğu bu kavram, onun sözleri üzerinden insanın nasıl kötülüğe sevk edilebileceğini göstermektedir. Şeytan dediğimiz zaman artık aklımıza insanın haricinde ontolojik mahiyete sahip ayrı bir varlık türü değil, insanı kötülüğe sevk eden her türlü unsur akla gelmekte, onun ayağını kaydırarak cehenneme yuvarlanmasına sebep olan her türlü etken bu isimle anılmaktadır.
Şeytan faktörü insan hayatı için çok önemli olup, boşluk kabul etmeyen insan fıtratının Allah (c.c) kabul etmemesinden dolayı ortaya çıkan boşluğu, şeytan doldurmaktadır. Şeytan, sadece teolojinin alanı içine değil, hayatın bütününe giren bir kavramdır. Biz bu kavramı sadece teolojik tartışmalar içine hapsetmemizden dolayı, bu kavramın insan hayatı içindeki yeri ve insana olan zararları maalesef yeterince anlaşılamamaktadır.
Doğuştan Semi, Basar, Fuad ile donatılan insan, Şeytan faktörü olmadığı takdirde bu melekelerini iyilik doğrultusunda kullanabilme imkanı mevcut olmasına rağmen, bütün insanlarda mevcut olan her iki uca meyyal olma durumu, doğuştan gelen melekelerin, şeytan faktörünün etkisi ile doğru yönde kullanılamamasının verebileceği zararlardan korunmak için bir klavuza sahip olması ihtiyacını doğurmuştur.
Yarattığı insanların Rabbi olmasının kendisine verdiği hak ve yetkiye dayanarak, onların eğitici ve öğreticisi olma hakkına sahip olan Allah (c.c) nin insanları eğitmek ve öğretmek için klavuz olarak gönderdiği elçi ve kitapların hayatımızdaki önemini şu şekilde örneklendirebiliriz;
Beyaz Eşya olarak bildiğimiz ürünlerin hepsinde, Kullanma Klavuzu adı ile bildiğimiz bir kitapçık bulunmaktadır. Bu ürünleri alanlar yetkili servis elemanlarının yaptığı kurulum ve onların yol göstermesi olmadan, izinsiz olarak ürünü kullanmaya kalktıklarında doğacak aksaklıklardan yetkili servisler sorumlu değildir. Çünkü yetkili servisin ve kullanma klavuzunun talimatlarına uymamak sureti ile üründe arıza meydana gelmesine sebep olmuştur.
Yetkili servis elemanlarını bir elçi, aldığımız ürünlerde bulunan kullanma klavuzlarını da bir kitap olarak gördüğümüzde, elçi ve kitapların insan hayatındaki önemi daha kolay anlaşılabilecektir. Yaşadığı hayatı elçi ve kitap yönlendirmesi olmadan yaşamaya çalışan insanların da doğacak arızalardan dolayı ödeyecekleri bedelin, ebedi cehennem olduğu yine kitap içindeki ayetlerde bildirilmektedir.
Şimdi, elçi ve kitapların insan hayatı için önemine dikkat çektikten sonra, elçi ve kitapların gereksiz olduğunu iddia etmek ne anlama gelecektir? sorusunun cevabını aramaya çalışalım.
Elçi ve kitaplar insanın başıboş olmadığını hatırlatması açısından önemli belgeler olduğuna göre, bir insanın kendisi için elçi ve kitabı gereksiz görmesi, onun Allah'ın murakabesi altına girmek istememesi anlamına gelecektir.
Kur'an'ın bir çok ayeti Allah'ın insana verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Bu bahsetmenin sebebi, insanın kendisini bunca nimeti verenin karşısında acizliğini bilmesi, kendisini ona borçlu hissederek minnet altında kalmasını sağlamaktır. Bu noktada Din kelimesinin Borç anlamına gelmiş olması da dikkat çekicidir.
İnsanın kendisini birisine karşı borçlu olduğunu bilmesi, ona karşı minnet duymasını da beraberinde getirmektedir. Kulun kendisine karşı her türlü nimeti sunan Allah'a karşı duyması gereken minnet, onun kendisi ile ilgili isteklerine olumlu cevap şeklinde olması gerekmektedir. Biz bir insandan gelen bir nimete bile şükür ile karşılık vermek, teşekkür etmek ihtiyacını hissederken, bize her türlü nimeti verene karşı şükür ile karşılık vermek yerine nankörlük yapmak af edilir bir şey değildir. Bize bir insandan gelen nimete karşı ona küfretmek aklımızın ucundan dahi geçmez iken, Allah'tan bize gelen nimetlere karşı nankörlük etmek hangi aklın ürünü olabilir?.
Kitap ve elçiler, insandaki akıl, fıtrat, vicdan gibi melekelerin hangi yönde çalışması gerektiğini hatırlatmak için geldiklerine göre, insandaki bu melekelerin bu rehberlikten bağımsız kaldığında doğru şekilde çalışacağı garantisi yoktur. Çünkü Şeytan faktörü her zaman bu melekelerin yanlış yönde çalışması için iş başındadır. Akıl, fıtrat, vicdan eğer elçi ve kitaplardan bağımsız bir yol tutmak isterse, onlardan boşalan bu yeri başka rehberler dolduracaktır. Boşluk kabul etmeyen bu melekeler, bazı insanlar tarafından her ne kadar doğru şekilde çalışacağı düşünülse dahi, Şeytan faktörü bu melekelerin doğru yönde çalışmamasında önemli rol oynayacaktır.
Kitap ve elçilerin artık gereksiz olduğunu iddiasını dile getirenlerin bir kısmının Deist düşünceye sempati duydukları malumdur. Bu düşüncenin temelinde Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, onun insanlar üzerindeki tasarruf hakkını ret etmek yatmaktadır.
Eğer bir kimse doğduğu topraklarda kitap ve elçi çağrısından mahrum bir hayat sürerek, sadece kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu bilerek bir yaşam sürdüğü yani Doğuştan Deist olduğu takdirde, onun ahirette kurtuluşa ermesi mümkün olabilir. Fakat kitap ve elçi çağrısı ile muhatap olmuş, hele hele yaşamının bir kısmını bu kitap elçinin çağrısına uygun bir hayat sürmüş ve Sonradan Deist olmuş ise, bu kimsenin ahirette kurtuluşa ermesi biraz zor gözükmektedir.
Elçi ve kitapların ortak mesajı, insanların rabbi ve ilahı olarak sadece Allah'ın bilinmesi ve o yönde bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmaktır. Şayet insanlar bu mesajlardan soyutlanmış bir hayat sürmek istediklerinde, bu hayatın Kur'an literatüründeki adı Şirktir. Fıtri melekelerini kullanarak elçi ve kitap rehberliğinden bağımsız bir hayat sürdüğünü iddia edenlerin sürecekleri hayat, onları asla tevhidi bir yaşama götürmeyecektir.
Her doğan kişinin fıtrat üzere doğduğu, bu fıtratın sonra çeşitli yollarla yönlendirilebileceği şeklindeki Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetin doğruluk payı olduğu muhakkaktır. Kimsenin Hay Bin Yekzan misali ıssız bir adada yalnız başına büyüyerek, fıtratını zararlı dış etkenlerden koruma imkanı olmadığına göre, fıtratın dış etkenlerden korunmasında önemli rolü bulunan, elçi ve kitapların fonksiyonu asla dışlanmamalıdır.
Tarih boyunca dünyanın kan gölünde boğulmasına sebep olan ve halen sebep olmakta olanların da diğer insanlar gibi doğuştan vicdan sahibi olarak yaratılmışlardı, ancak onların bu vicdanlarını Şeytan esareti altına alarak, doğru yönde kullanmalarına engel olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kendi mülkünde nasıl yaşanılması gerektiğini bizlere öğreten Allah (c.c) nin bu öğretisinin gereksiz olduğunu Kur'an'ın tarihsel bir kitap olduğu gerekçesi ile ret etmeye kalkmak, açık bir inkardır. Elbette insanların yaşadıkları hayatta istedikleri yolu seçme özgürlükleri bulunmaktadır, bu yolu değiştirmeleri için kimsenin kimseye baskı yapma hakkı yoktur.
Kur'an'ın muhteviyatında sadece indiği zaman ve mekan ile sınırlı olabilecek ve bugüne dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünebileceğimiz ayetler olsa da, bu kitabın tamamının tarihsel olduğu anlamına gelmez. Bu düşünce kendisini Kur'an'ın bağlayıcılığından sıyırmak isteyenlerin sadece inkarlarına getirebilecekleri bir bahane olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Günümüze geldiğimizde ise, bazı kimseler tarafından elçi ve kitapların insan hayatını yönlendirmesi noktasında gerekli olup olmadığı konusunun gündem yapılmaya, kitap ve elçileri hayattan çıkarmayı amaçlayan bir söylem üretilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. İşin ilginç olan tarafı ise, bu konuyu dile getiren kimselerin bir kısmının daha önceden Kur'an Müslümanlığı söylemini dile getirmekte olmaları, şimdilerde ise Kur'an'ın insan hayatına müdahalesi ret etmek için ortaya bu tür iddialar atmaya çalışmalarıdır.
Kitap ve elçilerin insan hayatını yönlendirmesinin gereksiz olduğunu iddia edenlerin ortaya attıkları gerekçelerden bir tanesi ise, insanın yaratılışında mevcut olan ve adına AKIL, VİCDAN, FITRAT dediğimiz melekelerin bu konuda yeterli olacağı, insanların bu melekelerin yönlendirmesi ile doğruyu bulabilecekleri şeklinde ortaya atılmaktadır.
Bu iddiaların ortaya atılmasında, son yıllarda Kur'an'ı anlama yöntemi olarak önerilen Tarihselcilik düşüncesinin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın belli bir zaman, mekan ve coğrafyada yaşayan insanlara indiği, muhteviyatının sadece onlara hitap ettiği, bugün bu kitabın bizlere dair herhangi söyleyebileceği bir şeyin olmadığı şeklinde ortaya atılan tarihselcilik söyleminin bu konuda rol oynadığını, Kur'an'ın anlaşılmasında tarihi arkaplanı bilmenin gereğini iddia eden tarihsel okuma yöntemini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir, Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler, elçi ve kitaplara ihtiyaç duyulmaması için yeterli ise, bu melekeler ilk insandan beri mevcut olduğuna göre, Allah neden o insanlara elçi ve kitaplar göndermiştir?. Eğer bu melekeler insan için yeterli ise, neden dünyadaki tüm insanlar bu melekeleri kullanarak dünyayı cennete çevirmek yerine, cehenneme dönmesini sağlıyorlar?.
İddiaya göre, insanda var olan bu melekeler, kitap ve elçilerin yönlendirmesine gerek bırakmayacak şekilde insanlara doğruyu bulmada yardımcı olacağına, Allah (c.c) de insanlardaki bu melekelerin yaratıcısı olmasından dolayı bunları bildiğine göre, neden bütün bunlara rağmen elçiler ve kitaplar göndererek insanların hayatlarına müdahale etmek gereği duymuştur?.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
(Kıyamet s. 36)
Bu sorunun cevabını Kıyamet s. 36. ayetinden başlayarak bulmak mümkündür. Allah (c.c) insanı başıboş yaratmamıştır, elçiler ve kitaplar insana bir sahibinin olduğunu hatırlatan en önemli belgelerdir. Elçiler ve kitapların gönderiliş nedenini en kısa bir cümlede özetlemek gerekirse bunu söyleyebiliriz. Peki neden Allah (c.c) insana, "Ben seni Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler ile donattım, bunlar senin doğru yolu bulmana yarar, bunun haricinde başka şeylere ihtiyacın yoktur" diyerek dünyaya salıvermemiştir?.
[001.002] Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
Kur'an'a baktığımızda kendisini bizlere Alemlerin Rabbi olarak tanıtan Allah (c.c), böyle bir payeyi hak etmesinin nedenini yine kitabında açıklamaktadır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısı, ve bunların devamı için gerekli olan gücün sahibi olduğunu bizlere haber veren Allah (cc) kendisini bizlere mülkü elinde bulunduran bir hükümdar tasviri ile anlatmaktadır.
[067.001] Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey'e kadîrdir.
Yönetmek ile görevli olduğu topraklarda asayiş ve güvenliği sağlamak için, halkın uyması gereken bir takım kanun ve uygulamaları devreye sokmak nasıl her hükümdarın en doğal hakkı ve görevi ise, yarattığı insanların kendi mülkünde nasıl hareket edeceklerine dair kanunlar ve uygulamalar devreye koymak, Allah'ın da en doğal hakkıdır. Allah (c.c) bu hakkını ise elçileri vasıtası ile gönderdiği kitaplarla bizlere bildirmektedir.
Nasıl ki insanlar yaşamış olduğu topraklarda mevcut bulunan kanun ve hükümlere aykırı davranışlar yaptığında cezalandırılmayı hak ediyorsa, Allah'ın mülkünde yaşayan insanlarda onun koyduğu yasalara aykırı davranışlarda bulunduklarında cezalandırılmayı hak edeceklerdir.
İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden olan, ve adına Dünya denilen bir yerde yaşayan varlık cinslerinden birisidir. Bu varlık cinsinin en önemli özelliği ise, iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapısı olmasıdır.
[076.003] Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.
Yaratılış hamurunda her iki uca da meyyal olma özelliği olan insan, yaşamı içinde yaptığı, İyi veya Kötü olarak değerlendirilen amellerinin hepsini, Kur'an'ın Semi, Basar, Fuad olarak bildirdiği duyu organlarını kullanarak yapmaktadır. Allah'ın bizlere kendisini RAB olarak tanıtmasının tezahürlerinden bir tanesi, bu kelimenin anlamına uygun olarak, insanın yaşamı içinde ona gerekli olan her türlü ihtiyacını karşılaması şeklinde karşılık bulması olduğunu hatırladığımızda, insanın eğitim ve öğretime olan ihtiyacını da karşılayan Allah (c.c) dir. Ancak bu eğitim ve öğretimin önünde duran ve insanı her an bu yoldan saptırmaya çalışan önemli bir etken vardır.
Şeytan, bu bağlamda insanı kötülüğe sevk eden en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın İblis adı ile temsili bir kişilik olarak bize sunduğu bu kavram, onun sözleri üzerinden insanın nasıl kötülüğe sevk edilebileceğini göstermektedir. Şeytan dediğimiz zaman artık aklımıza insanın haricinde ontolojik mahiyete sahip ayrı bir varlık türü değil, insanı kötülüğe sevk eden her türlü unsur akla gelmekte, onun ayağını kaydırarak cehenneme yuvarlanmasına sebep olan her türlü etken bu isimle anılmaktadır.
Şeytan faktörü insan hayatı için çok önemli olup, boşluk kabul etmeyen insan fıtratının Allah (c.c) kabul etmemesinden dolayı ortaya çıkan boşluğu, şeytan doldurmaktadır. Şeytan, sadece teolojinin alanı içine değil, hayatın bütününe giren bir kavramdır. Biz bu kavramı sadece teolojik tartışmalar içine hapsetmemizden dolayı, bu kavramın insan hayatı içindeki yeri ve insana olan zararları maalesef yeterince anlaşılamamaktadır.
Doğuştan Semi, Basar, Fuad ile donatılan insan, Şeytan faktörü olmadığı takdirde bu melekelerini iyilik doğrultusunda kullanabilme imkanı mevcut olmasına rağmen, bütün insanlarda mevcut olan her iki uca meyyal olma durumu, doğuştan gelen melekelerin, şeytan faktörünün etkisi ile doğru yönde kullanılamamasının verebileceği zararlardan korunmak için bir klavuza sahip olması ihtiyacını doğurmuştur.
Yarattığı insanların Rabbi olmasının kendisine verdiği hak ve yetkiye dayanarak, onların eğitici ve öğreticisi olma hakkına sahip olan Allah (c.c) nin insanları eğitmek ve öğretmek için klavuz olarak gönderdiği elçi ve kitapların hayatımızdaki önemini şu şekilde örneklendirebiliriz;
Beyaz Eşya olarak bildiğimiz ürünlerin hepsinde, Kullanma Klavuzu adı ile bildiğimiz bir kitapçık bulunmaktadır. Bu ürünleri alanlar yetkili servis elemanlarının yaptığı kurulum ve onların yol göstermesi olmadan, izinsiz olarak ürünü kullanmaya kalktıklarında doğacak aksaklıklardan yetkili servisler sorumlu değildir. Çünkü yetkili servisin ve kullanma klavuzunun talimatlarına uymamak sureti ile üründe arıza meydana gelmesine sebep olmuştur.
Yetkili servis elemanlarını bir elçi, aldığımız ürünlerde bulunan kullanma klavuzlarını da bir kitap olarak gördüğümüzde, elçi ve kitapların insan hayatındaki önemi daha kolay anlaşılabilecektir. Yaşadığı hayatı elçi ve kitap yönlendirmesi olmadan yaşamaya çalışan insanların da doğacak arızalardan dolayı ödeyecekleri bedelin, ebedi cehennem olduğu yine kitap içindeki ayetlerde bildirilmektedir.
Şimdi, elçi ve kitapların insan hayatı için önemine dikkat çektikten sonra, elçi ve kitapların gereksiz olduğunu iddia etmek ne anlama gelecektir? sorusunun cevabını aramaya çalışalım.
Elçi ve kitaplar insanın başıboş olmadığını hatırlatması açısından önemli belgeler olduğuna göre, bir insanın kendisi için elçi ve kitabı gereksiz görmesi, onun Allah'ın murakabesi altına girmek istememesi anlamına gelecektir.
Kur'an'ın bir çok ayeti Allah'ın insana verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Bu bahsetmenin sebebi, insanın kendisini bunca nimeti verenin karşısında acizliğini bilmesi, kendisini ona borçlu hissederek minnet altında kalmasını sağlamaktır. Bu noktada Din kelimesinin Borç anlamına gelmiş olması da dikkat çekicidir.
İnsanın kendisini birisine karşı borçlu olduğunu bilmesi, ona karşı minnet duymasını da beraberinde getirmektedir. Kulun kendisine karşı her türlü nimeti sunan Allah'a karşı duyması gereken minnet, onun kendisi ile ilgili isteklerine olumlu cevap şeklinde olması gerekmektedir. Biz bir insandan gelen bir nimete bile şükür ile karşılık vermek, teşekkür etmek ihtiyacını hissederken, bize her türlü nimeti verene karşı şükür ile karşılık vermek yerine nankörlük yapmak af edilir bir şey değildir. Bize bir insandan gelen nimete karşı ona küfretmek aklımızın ucundan dahi geçmez iken, Allah'tan bize gelen nimetlere karşı nankörlük etmek hangi aklın ürünü olabilir?.
Kitap ve elçiler, insandaki akıl, fıtrat, vicdan gibi melekelerin hangi yönde çalışması gerektiğini hatırlatmak için geldiklerine göre, insandaki bu melekelerin bu rehberlikten bağımsız kaldığında doğru şekilde çalışacağı garantisi yoktur. Çünkü Şeytan faktörü her zaman bu melekelerin yanlış yönde çalışması için iş başındadır. Akıl, fıtrat, vicdan eğer elçi ve kitaplardan bağımsız bir yol tutmak isterse, onlardan boşalan bu yeri başka rehberler dolduracaktır. Boşluk kabul etmeyen bu melekeler, bazı insanlar tarafından her ne kadar doğru şekilde çalışacağı düşünülse dahi, Şeytan faktörü bu melekelerin doğru yönde çalışmamasında önemli rol oynayacaktır.
Kitap ve elçilerin artık gereksiz olduğunu iddiasını dile getirenlerin bir kısmının Deist düşünceye sempati duydukları malumdur. Bu düşüncenin temelinde Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, onun insanlar üzerindeki tasarruf hakkını ret etmek yatmaktadır.
Eğer bir kimse doğduğu topraklarda kitap ve elçi çağrısından mahrum bir hayat sürerek, sadece kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu bilerek bir yaşam sürdüğü yani Doğuştan Deist olduğu takdirde, onun ahirette kurtuluşa ermesi mümkün olabilir. Fakat kitap ve elçi çağrısı ile muhatap olmuş, hele hele yaşamının bir kısmını bu kitap elçinin çağrısına uygun bir hayat sürmüş ve Sonradan Deist olmuş ise, bu kimsenin ahirette kurtuluşa ermesi biraz zor gözükmektedir.
Elçi ve kitapların ortak mesajı, insanların rabbi ve ilahı olarak sadece Allah'ın bilinmesi ve o yönde bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmaktır. Şayet insanlar bu mesajlardan soyutlanmış bir hayat sürmek istediklerinde, bu hayatın Kur'an literatüründeki adı Şirktir. Fıtri melekelerini kullanarak elçi ve kitap rehberliğinden bağımsız bir hayat sürdüğünü iddia edenlerin sürecekleri hayat, onları asla tevhidi bir yaşama götürmeyecektir.
Her doğan kişinin fıtrat üzere doğduğu, bu fıtratın sonra çeşitli yollarla yönlendirilebileceği şeklindeki Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetin doğruluk payı olduğu muhakkaktır. Kimsenin Hay Bin Yekzan misali ıssız bir adada yalnız başına büyüyerek, fıtratını zararlı dış etkenlerden koruma imkanı olmadığına göre, fıtratın dış etkenlerden korunmasında önemli rolü bulunan, elçi ve kitapların fonksiyonu asla dışlanmamalıdır.
Tarih boyunca dünyanın kan gölünde boğulmasına sebep olan ve halen sebep olmakta olanların da diğer insanlar gibi doğuştan vicdan sahibi olarak yaratılmışlardı, ancak onların bu vicdanlarını Şeytan esareti altına alarak, doğru yönde kullanmalarına engel olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kendi mülkünde nasıl yaşanılması gerektiğini bizlere öğreten Allah (c.c) nin bu öğretisinin gereksiz olduğunu Kur'an'ın tarihsel bir kitap olduğu gerekçesi ile ret etmeye kalkmak, açık bir inkardır. Elbette insanların yaşadıkları hayatta istedikleri yolu seçme özgürlükleri bulunmaktadır, bu yolu değiştirmeleri için kimsenin kimseye baskı yapma hakkı yoktur.
Kur'an'ın muhteviyatında sadece indiği zaman ve mekan ile sınırlı olabilecek ve bugüne dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünebileceğimiz ayetler olsa da, bu kitabın tamamının tarihsel olduğu anlamına gelmez. Bu düşünce kendisini Kur'an'ın bağlayıcılığından sıyırmak isteyenlerin sadece inkarlarına getirebilecekleri bir bahane olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
8 Ağustos 2017 Salı
Fussilet s. 34-36. Ayetleri: İnsanları Kazanmanın Yolu Sabır ve Tatlı Dil
İnsanların birbirleri ile ilişki kurmalarını gerektiren etkenlerden bir tanesi, insanların sahip oldukları fikir ve düşünceleri, diğer insanlara anlatma ve onları kendi düşüncelerini kabul etmeleri isteğidir. Herhangi bir düşünce ve fikre sahip olan bütün insanların, sahip oldukları düşüncelerin başkaları tarafından da kabul edilmesini sağlamak için onlarla ilişki kurmaya çalışmaları, ve bu çalışmalar esnasında bir takım problemlerin ortaya çıkması, bu ilişkinin kurulmasında nasıl bir yöntem kullanılması gerektiğini de beraberinde getirmiştir.
Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.
Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.
[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.
[041.035] Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.
[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.
Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.
Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir.
Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.
Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır.
Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir.
İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.
Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.
Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.
Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.
İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.
Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.
Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.
[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.
Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.
Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Mekke'de vahiy ile muhatap olan Muhammed (a.s) a inen vahyi muhataplarına nasıl iletmesi gerektiği konusundaki yöntem, yine ona vahiy tarafından öğretilmiş, özellikle Mekke'de inen ilk surelerde ona öğretilen tebliğ yöntemini öneren ayetler, aynı zamanda onun muhataplarına ulaşmada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda bilgiler içermektedir. Muhammed (a.s) vahyi insanlara ulaştırmada kendisine önerilen yolu izleyerek amacına ulaşmaya gayret etmiş, ona önerilen tebliğ üslup ve yöntemi ise sadece ona özel değil, ona inen vahye iman ettiğini iddia eden ve o vahyi başkalarına tebliğ etmeye çalışan herkes için de geçerlidir.
Fussilet s. 34. ve 36. ayetlerini okuduğumuzda insanlar ile tebliğ noktasında ilişki kurmanın, özellikle bu ilişkinin tıkanma noktasına geldiğinde, uygulanması gereken yöntemin bizlere öğretildiğini görmekteyiz.
[041.034] İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir veli oluvermiştir.
[041.035] Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.
[041.036] Şayet sana şeytandan bir kışkırtma gelecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir?.
Bu ayetlerin ilk muhatabı olan Muhammed (a.s) a kendisine yapılan kötülüğe karşı sabrı tavsiye eden ayetlerin inmesine zemin hazırlayan durumlar herkesçe malumdur. Özellikle tebliğ döneminin Mekke sürecinde inkarcılar tarafından elçi ve ona iman etmiş olan müminler üzerinde yapılan baskılar zirve yaparak dayanılmaz bir hal almıştı. Bu süreç içinde Muhammed (a.s) a önerilen yol, inkarcılara güç ile karşılık vermeye çalışmak değil, SABIR ve TATLI DİL kullanan bir üslup ile insanlara yaklaşmaya çalışmasıdır.
Yazımıza konu etmeye çalıştığımız ayetlerin biz bugün neresindeyiz, ve bu ayetler bize nasıl bir mesaj verebilir? diye sorduğumuzda ise, şu cevabı vermek mümkündür.
Konuyu biz Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği çerçevesinde düşündüğümüzde, halihazırdaki mevcut bulunan manzarayı kısaca özetlemek gerekmektedir.
Müslümanlar olarak hepimizin dini konularda doğru olduğunu düşündüğümüz belirli bir düşüncesi bulunmakta, bu düşüncelere sahip bulunan Müslümanlar arasında ise bir takım ihtilaflar bulunduğu ve bu ihtilaflardan herkesin rahatsızlık duyduğu, ve bunların bir çözüme kavuşturulması istenilmektedir.
Bu ihtilafların çözümünün yolu ise Müslümanların birbirleri ile aralarındaki sorunları medenice konuşabilmesinden geçmektedir. Herkes savunduğu fikrin en doğru ve en güzel olduğunu düşünebilir, ve bu fikrin diğer Müslümanlar tarafından da benimsenmesini ve kabul edilmesi isteyebilir. Ancak bu isteğin gerçekleşmesi için kullanılan yöntemler maalesef sıkıntılı olup, bırakın insanları kendi düşüncesi doğrultusuna çekmeyi, kullanılan dil ve üslup Müslümanların birbirlerine karşı daha da düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır.
Farklı fikirlere sahip olan Müslümanların bırakın sorunlara çözüm bulmaya çalışmayı, bunun ilk adımı olan medenice konuşabilmeyi bile maalesef becerememekte, birbirlerine karşı her türlü hakaret ve kötü sözü söylemeyi, sanki dini bir vecibe olarak görmektedir.
İşte bu noktada insanlarla ilişkileri düzenleyen ayetler gurubuna dahil olan ayetlerden olan Fussilet s. 34-35-36. ayetleri karşımıza çıkmakta, ve gerektiği zaman hayat içinde pratiğe geçmesini beklemektedir.
Peki bu ayetler ne zaman ve hangi şartlar altında pratiğe geçebilir?.
Olayı görselleştirerek anlatmaya çalışacak olursak, iki farklı düşünceye sahip olan Müslüman birbiri ile tartışmakta, fakat onların bu tartışmaları tıkanma noktasına geldiği için herhangi bir netice vermemektedir. Tam bu esnada tartışan taraflardan bir tanesi edep ve ahlak dışı davranışlar sergileyerek, karşısındaki kişiye hakaretler etmeye başlamakta, onu rencide etmektedir. Olayın bu tarafının konumuz olan Fussilet s. 36. ayetin içine girdiğini söylemek mümkündür. Çünkü Şeytan tartışan taraflardan birisini kışkırtmış, ama o taraf Allah'a sığınmamış, Şeytan'ın kışkırtmasına yenik düşmüştür.
Bu durumda karşı taraftaki Müslüman aynı şekilde karşısındaki kişiye hakaret ederek karşılık vermek yerine, ona edep ve ahlak çerçevesinde bir yaklaşım sergilediğinde Şeytan'ı mağlup etmiş olacaktır. Onun bu davranışı, karşısındaki kişi eğer vicdanı körelmemiş bir kimse ise, ondan olumlu etki bir meydana getirecek, yaptığı yanlışı yeniden düşünmesine vesile olarak, karşısındakinin çağrısına olumlu cevap vermesine neden olabilecektir.
İyiliğe iyilik HER kişinin karı, kötülüğe iyilik ER kişinin karı.
Konumuz olan ayetlerin tefsiri olarak niteleyebileceğimiz bu atasözünün gereğini yerine getirebilmek gerçekten her kişinin karı değildir. Karşısındaki kişi ile nefsini tatmin etmek için değil de, gerçekten doğruyu bulmak için konuşmaya gayret eden ve karşısındaki kişinin kendisine yaptığı hatalı davranışlara misli ile karşılık vermek yerine, ona güzellikle yaklaşan kişi, Fussilet s. 34. ayetinde vaat edilen karşılığı alabilecektir.
Bu karşılığı almanın öncelikli şartı, yapılan konuşmayı karşısındaki kişiyi düşman olarak görmemek, ve onu nasıl olursa olsun saf dışı etmek amacı gütmemek olmalıdır. Böyle bir amaç taşımadığını karşısındaki muhataba gösteren kimse, karşısındaki kimsenin de kendisinin çizgisine gelmesine zemin hazırlayacaktır. Karşısındaki kimseyi kendisinin çizgisine çekemeyeceği izlemini alan kimsenin, böyle bir tartışma içine girmemesi, hem kendisi hem de karşısındaki kimse için daha hayırlı olacaktır.
[025.063] Rahman'ın kulları, onlardır ki; yeryüzünde mütevazi olarak yürürler. Bilgisizler kendilerine takıldıkları zaman, selam, derler.
Biz Müslümanlar birbirimiz ile olan tartışmalarımıza, sanki karşımızdakine vekil olarak gönderilmişiz edası içinde başlamakla, hatalı bir başlangıç yapmaktayız. Birbiri ile tartışan her iki taraf sadece kendilerini doğru taraf olarak görmekle, diyalog kapısını baştan kapatmaktadırlar. Bundan sonra yapılan tartışmalar artık kör dövüşüne dönüşmekte, hiç bir tarafın hakkın ortaya çıkması gibi bir derdi olmamaktadır. Bu durumda bir tarafın artık çekilmesi her iki tarafın da hayrına olacaktır.
Sonuç olarak; İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde iticiliği değil, çekiciliği esas almalıdır. Hele kendisine bir misyon yükleyerek, insanları inandığı bir davaya çağıran insanların kesinlikle çekiciliği esas almaları gerekmektedir. Bu durumu biz Müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimizde, birbirimiz ile olan ilişkilerimizde hakim olan durumun çekicilik değil, iticilik olduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
Muhammed (a.s) a indirilen kitap içindeki ona önerilen tebliğ yönteminin esasını dikkate aldığımızda, onun insanlar üzerine vekil olarak gönderilmediği, görevinin sadece tebliğ olduğu, muhataplarına herhangi bir zorlama yapmasının asla söz konusu olmadığını beyan eden ayetleri dikkate alarak, karşımızdaki muhataba yaklaştığımız zaman, daha olumlu sonuçlar almamız mümkün olabilecektir.
Fussilet s. 34-35-36. ayetleri bizlere, sabır, tatlı dil ve güler yüzle yapılan yaklaşımların daha olumlu geri dönüşleri beraberinde getireceğini bizlere haber vererek, insan ilişkilerinde çekiciliğin esas alınması noktasında tavsiyelerde bulunmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
6 Ağustos 2017 Pazar
Mümeyyiz Aklın Eksikliği ve Bu Durumun Müslümanlar Üzerinde Çıkardığı Sorunlar
İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyeti demek olan Mümeyyiz Akıl eksikliği, en geniş anlamda insanlığın, dar anlamda ise biz Müslümanların başta gelen sorunlarından bir tanesidir. Söylenen bir sözün doğruluğunu veya yanlışlığını söylenen söze göre değil de, sözü söyleyene göre tartmak olarak ifade edebileceğimiz bir yansıması olan mümeyyiz akıl eksikliği, biz Müslümanlar da fırkacılığı körükleyen etkenlerden bir tanesi olarak ta karşımızda durmaktadır.
Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.
Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır.
Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.
Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler.
Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.
Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir.
Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.
Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır.
Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.
Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır.
Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.
Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.
Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.
Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar.
Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.
Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.
Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.
Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir.
Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.
Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır.
Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.
Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler.
Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.
Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir.
Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.
Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır.
Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.
Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır.
Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.
Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.
Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.
Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar.
Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.
Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.
Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.
Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir.
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması
Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Temmuz 2017 Cumartesi
Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar
Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.
Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.
أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ
Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.
[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.
[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.
[025.003] O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.
[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.
[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.
[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.
[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için El Melik isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.
Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.
Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.
Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.
Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.
İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.
Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.
İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir.
Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır.
Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.
İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ
Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.
[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.
[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.
[025.003] O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.
[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.
[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.
[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.
[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için El Melik isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.
Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.
Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.
Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.
Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.
İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.
Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.
İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir.
Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır.
Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır.
Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.
İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)