Uhud savaşının Müslümanlar ile Mekke'li müşrikler arasında yapılan, ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan bir savaş olduğu herkesin malumudur. Al-i İmran suresi içindeki bazı ayetlerde bu savaşın kritiği yapılmakta neden bu duruma düşüldüğü konusunda bilgiler verilmektedir. Surenin 159. ayetine baktığımızda, yenilgi sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yapmış olduğu davranışın övülmekte olduğunu görmekteyiz.
Kur'an ayetlerinin, bu savaşı Sünnetullah olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu yasaların bir sonucu olarak kaybedildiği üzerinde durduğunu dikkate alarak yapılan okumalar, savaşı sadece bir kahramanlık destanı olarak okumak yerine, bizlere dönük mesajlar veren ibretli anlatımlar olduğunu gösterecektir.
[003.159] Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın.
Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi.
Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin
mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.
Uhud savaşı öncesinde Muhammed (a.s) ın ashabı ile istişare yaptığı, bu istişare sonunda onun önerdiği savaş taktiğinin değil, ashabının önerdiği savaş taktiğinin uygulanmasına karar verildiği rivayet edilmekte, ve bu rivayetlerin doğru olduğunu düşünmekteyiz.
Savaş bitmiş ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanarak, yapılan hatalar gözden geçirilmekte ve Nerede yanlış yaptık? sorusunun cevabı aranmakta, Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yaptığı davranış, onun yolundan gittiğini iddia edenler için dikkate alınmaya değer bir örneklik taşımaktadır.
Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında, bu başarısızlığın nedenleri araştırılır iken genellikle herkes birbirini suçlar, hatayı kimse üzerine almak istemez, herkes hatayı kendi üzerinden atmak için çeşitli bahaneler üreterek Sütten çıkmış ak kaşık misali, tertemiz olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu türden yapılan işlerin herhangi bir faydası olmamakla birlikte, topluluğun daha da zarar görmesine sebep olmaktadır.
Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında yapılması gereken yıkıcı tartışmalar değil yapıcı tartışmalar olmalı, bu tartışmalar aynı hatanın tekrarlanmaması ve topluluğun birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olmalıdır. Muhammed (a.s) ın savaş sonrasında, bu savaşı kendisinin önerdiği taktiğin kabul edilmemesi, ve ashabının ganimet peşine düşmesi ile kaybedildiğini öne sürerek, kendi hatasını üzerinden atmak gibi bir eylemi değil, ashabına karşı yapıcı davranışları tercih ettiğini görmekteyiz.
Muhammed (a.s) eğer hatayı ashabına yükleyerek bu savaşı onların yüzünden kaybettiklerini öne sürmek sureti ile kendisini haklı, ashabını haksız çıkaracak olsaydı ne gibi bir netice ile karşı karşıya kalacağını 159. ayet içinde görmekteyiz. Herkesi kırıp yıkarak etrafından kaçıran bir yönetici, bir kumandan portresi çizmeyen Muhammed (a.s), kendisinden sonrakilere de örnek davranış modeli sergilemiştir.
Topluluk halinde yürütülen mücadeleler de zaman zaman inişler ve çıkışlar olabilir. Çıkış zamanlarında herkes çıkışın sebebi olarak kendisini göstermeye çalışırken, iniş zamanlarında mağlubiyetin sebebini kimse üzerine almak istemez. Topluluk ile yürütülen hareketlerde bir takım olayların sebep olduğu müsbet ve menfi gelişmeler, kişilere mal edilmek yerine, yine topluluğa mal edilmeli, galibiyet veya mağlubiyetin sonuçları ortak olarak kabullenilmelidir.
[008.017] Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen
atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi
tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.
Enfal s. 17. ayeti Bedir savaşı ile ilgili olup, bilindiği üzere bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ayetin başarının kişiye mal edilmemesi, kişilerin başarıya sadece kendileri sayesinde erişildiğini iddia etmesinin yolunu kapatması açısından anlaşılması da mümkündür.
Sonuç olarak; Uhud savaşı sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı sergilediği davranışı beyan eden Al-i İmran s. 159. ayeti, sadece Uhud savaşı sonrasında yapılan bir davranışı haber vermek amaçlı değil, toplulukların uğradıkları başarısızlık sonrasında, yapmaları gereken davranış örnekliğini göstermesi açısından okunduğunda, tüm zamanlara dair mesajlar içeren bir ayet olarak karşımıza çıkacaktır.
Muhammed (a.s) örnek bir kumandan olarak, uğradıkları başarısızlık karşısında kimseyi suçlamamış, yapıcı davranışlar sergilemek sureti ile ashabının birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesini sağlayarak, başka toplulukların kendisinden örnek almasını gerektiren bir davranış sergilemiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
30 Mart 2017 Perşembe
29 Mart 2017 Çarşamba
Al-i İmran s. 7. Ayeti: Kur'an'daki Ayetlerin Tamamı Muhkemdir Müteşabih Ayetler Kur'an'da Değildir
Al-i İmran s. 7. ayetinde geçen Muhkem ve Müteşabih terimleri, Kur'an'ın en fazla konuşulan konularından bir tanesidir. Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih olmak üzere 2 kısma ayrıldığı şeklindeki görüşlerin ağırlıkta olduğu görülecektir. Müteşabih ayetlere getirilen tarifin ise, bu ayetlerin anlaşılmaz ve kapalı yönünde olduğu görüşleri yine bilinen bir konudur.
Müteşabih ayet tarifinin problem arz etmesi bir tarafa, Muhkem ve Müteşabih olarak ikiye ayrılan Kur'an ayetlerinin, hangilerinin Müteşabih Ayet gurubuna dahil olacağı konusunda fikir birliğinin olmaması da ayrı bir konudur. 1000 kişinin eline birer tane Kur'an verilse ve onlara, Bu kitap içindeki ayetlerin hangisinin muhkem, hangisinin müteşabih olduğu yönünde bir çalışma yapın denilse, 1000 kişinin hiç birinin yaptığı tasnif birbirini tutmayacak, kuvvetli bir ihtimalle hepsinin yaptığı muhkem ayet- müteşabih ayet ayrımı farklı olacaktır.
Bizim asıl üzerinde durmaya çalışacağımız konu, bu ayette geçen Müteşabih terimi ile kast edilen ayet gurubunun Kur'an içinde olmadığı noktasındadır. Kanaatimiz, Kur'an içindeki bütün ayetlerin Muhkem Ayetler kategorisine dahil olduğu, Müteşabih Ayetler olarak bildirilen ayet gurubunun ise Kur'an dışında olduğu, bu ayetlerin nerede olduğu konusunun ise, aynı ayet içindeki EL KİTAP terimi ile neyin ifade edilmiş olabileceği dikkate alındığında anlaşılabileceği yönündedir.
Şimdi Al-i İmran s. 7. ayeti üzerinde adım adım giderek, konumuz olan ayeti ele almaya ve iddiamızı delillendirmeye çalışalım.
هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
[003.007] Sana kitabı indiren O'dur. O'nda muhkem ayetler vardir ki bunlar; kitabın anasıdır. Diğeri de müteşabih(ayet)lerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar; fitne çıkarmak ve te'vile yeltenmek için müteşabihe uyarlar. Halbuki onun te'vilini, ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar: Biz ona inandık, hepsi Rabbımızın katındadır, derler. Ancak akıl sahibleri düşünebilirler.
Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde ikiye ayrılmış olduğu düşüncesi, bu ayetin içindeki El Kitap kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misali yapılan bu yanlış, ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Halbuki bu kelimenin en geniş anlamda, Kur'an'ı da içine alan ve bütün elçilere indirilmiş olan kitaplara şamil bir anlama da sahip olduğu hesaba katılmış olsa idi, Müteşabih Ayetler gurubunun Kur'an içinde olduğu gibi bir düşünce kimsede hakim olmaz, müteşabih olduğu iddia edilen ayetler üzerinde bazı kimseler tarafından spekülasyonlar yapılmasının önü açılmazdı.
-----SANA KİTABI İNDİREN O DUR
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, biz konumuzun çerçevesinde kalarak bu kelimenin, elçilere indirilmiş olan kitap anlamındaki kullanılışını dikkate alacağımızı hatırlatmak isteriz.
Kur'an için yapılan Muhkem Ayet- Müteşabih Ayet ayrımının, Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen kitabın hangi anlamda anlaşılması gerektiği konusundan kaynaklandığını düşünmekteyiz.
[002.053] Mûsâ’ya Kitap (El Kitabe) ve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Resul, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden (El Kitabe) bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.213] İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah, nimetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak nebileri gönderdi ve onlarla birlikte insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda hakem olması için hak ile kitap (El Kitabe) indirdi. Bunda da yalnızca kendilerine kitap verilenler, kendilerine bunca apaçık ayetler geldikten sonra tutup aralarındaki ihtiras yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları anlaşmazlığa düştükleri hakka doğrudan ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola çıkarır.
[004.054] Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap (El Kitabe) ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.
[004.105] Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap'ı (El Kitabe) sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.
[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı (El Kitabe), hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»
Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri EL KİTABE kelimesinin, bütün elçilere indirilmiş olan kitapların ortak ismi olduğunu göstermektedir. Bu kelime genel anlamda bütün elçilere inen kitapları ifade ederken, Tevrat-Zebur-İncil-Kur'an gibi isimler, özel anlamda elçilere inen kitapların ismini ifade etmektedir. Kur'an'da ismi geçen bu 4 kitabın, ve isimleri geçmeyen bütün kitapların ortak ismi EL KİTAPtır. Bu terim bütün elçilere inen kitapları içine alan şemsiye bir terimdir.
El Kitap kelimesi , geçtiği bazı yerde Tevrat, bazı yerde Kur'an anlamında kullanılmış olmasına karşın, Al-i İmran s. 7. ayetinde Kur'an anlamında değil, Kur'an , Tevrat ve İncili de içine alan en geniş anlamında kullanılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bizi böyle bir düşünceye sevk eden neden ise, El Kitabın ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde bir ayrım yapılmış olmasıdır.
Kur'an içindeki diğer ayetlere baktığımızda Kur'an ayetlerinin Muhkem olduğunun beyan edilmiş olduğunu görmekteyiz. Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olduğunun beyanını dikkate aldığımızda, bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olması müşkülat arz edecektir.
Bu düşüncemiz, Muhammed (a.s) a Kur'an ile birlikte Tevrat ve İncilin de indirildiğini iddia ediyor anlamına gelmemelidir. Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen El Kitap, bütün elçilere indirilmiş olan kitabın ortak ismini ifade etmiş olduğunu hatırlatmak isteriz.
-----ONDA MUHKEM AYETLER VARDIR Kİ ONLAR KİTABIN ANASIDIR.
Bu noktada Kur'an'ı anlatan bazı ayetleri dikkate aldığımızda bu kitabın ayetlerinin muhkem olduğunun beyan edildiğini görmekteyiz.
[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından âyetleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
[003.058] Bunları biz sana ayetlerden ve hakim zikr'den (Kur'an'dan) okuyoruz.
[010.001] Elif, Lâm, Râ. İşte onlar, hakîm olan kitabın âyetleridir.
[031.002] Bunlar Hakim kitabın ayetleridir.
[036.002-3] Kur'an-ı Hakim'e yemin ederim. Şüphe yok ki, sen, elbette gönderilmiş olanlardansın.
[043.004] O, katımızda bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, ve hakimdir.
Yukarıda verilen ayet örneklerinde, Kur'an'ın tanıtılması ile ilgili Hakim kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Muhkem kelimesinin bu kelime ile aynı kökten olduğunu düşündüğümüzde, Kur'an ayetlerinin tamamının muhkem olduğu sonucuna varabiliriz.
Muhkem ayetlerin, KİTABIN ANASI olması ne anlama gelmektedir?.
Üm; Bir nesnenin mevcudiyetinde, terbiye edilmesinde, ıslahında, başlanmasında temel teşkil eden her şeye verilen bir isimdir. Muhkem ayetleri ihtiva eden Kur'an'ın Ümmü-l Kitap olarak beyan edilmesi, kendisinden önce indirilen Tevrat ve İncil ile yakından alakalıdır.
Muhkem ayetlerin bulunduğu kitabın yani Kur'an'ın Kitabın Anası olması, konumuz olan ayetin bulunduğu surenin Medine'de nazil olmasını, ve bu şehirde yaşayan insanların bir kısmının Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlardan oluştuğunu, ve bunların Tevrat ve İncile iman ettiklerini dikkate aldığımızda, El Kitap şemsiyesi altında bulunan Tevrat ve İncilin doğruluğunun Kur'an ile sağlamasının yapılarak anlaşılması, bu kitapların aynı kaynaktan geldiği ve Kur'an ayetlerinin verdiği habere göre, bu kitaplar üzerinde Kitap Ehli tarafından bir takım tahrifatlar yapıldığını dikkate aldığımızda, Kur'an bu kitaplar için kontrol edici ve düzeltici bir konuma sahiptir.
Kur'an'ın Kitabın Anası olarak tavsif edilmiş olması, Yahudi ve Hristiyanların Tevrat ve İncile isnat ettikleri görüşlerinin, doğruluğunun ve yanlışlığının, bu kitap ile uyum arz edip etmemesi ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) bütün elçilerini kendisinin tek ilah ve rab olduğunu tebliğ etmeleri için gönderdiğini, elçilere verilen kitapların bu bilgileri ihtiva ettiğini dikkate aldığımızda, bu bilgilerin aksi bilgiler taşıyan bir kitap, tahrif edilmiş anlamına gelecektir.
Yahudi ve Hristiyanların Muhammed (a.s) ve Kur'an'a iman etmeme gerekçelerini kendilerinin iman ettikleri Tevrat ve İncile dayandırmış olmaları, Ümmü-l Kitap olarak vasıflandırılan Kur'an ile karşılaştırıldığında mesnetsiz iddialar olarak kalacağı açıktır. Çünkü Tevrat, İncil ve Kur'an'ın birbiri ile uyumsuz olması ve birbirini tutmaması imkansızdır. Eğer böyle ortaya çıkacak olursa, Kur'an Kitabın Anası olarak hakem görevi görecek, diğer kitaplardaki tahrifleri ortaya çıkaracaktır.
-----DİĞERİ DE MÜTEŞABİH(AYET)LER DİR.
Muhkem ayetler Kur'an olduğuna göre, müteşabih ayetler, Kur'an dışındaki yani Tevrat ve İncil deki ayetler olmaktadır. Bu noktada, Tevrat ve İncil deki ayetlerin neden müteşabih ayetler olarak adlandırıldığı sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Müteşabih , Renk, tat, adalet,zulüm gibi nitelik yönünden benzerlik ile ilgili olan şe-be-he fiilinden türemiştir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelime için, "İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit derecede benzemelerine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, bunlar birbirinden seçilemezler ve insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbîh böyle değildir; teşbihte bir taraf /benzeyen ikinci derecededir ve eksiktir, diğer taraf ise hem asıldır hem de tam olur; teşâbühte ise, her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerliktedir. Demek ki teşâbüh seçilmemeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. (...) Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir." demektedir.
Bu konu ile alakalı olarak Zümer s. 23. ayeti de bize yol göstermektedir.
"Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablarına saygısı olanların derileri örperir, sonra derileri de kalbleri de Allahın zikrine yumşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur."
(Elmalılı Hamdi Yazır Meali)
Kur'an'ın "Kitaben müteşabihan mesaniye" olarak tavsif edilmesi, kendisinden önceki indirilmiş kitaplarla olan benzerliğini ifade etmektedir. Allah (c.c) indirdiği bütün kitapları birbiri ile uyumlu, ahenkli, bir kitap ile diğer kitap arasında çelişki olmayan birbiri ile benzer şekilde indirmiştir.
Müteşabih Ayetler deyimine bu şekilde yaklaştığımız zaman, müteşabih ayetleri Kur'an içinde değil, Kur'an öncesi inmiş olan kitapların bir özelliği olarak anlamak gerekecektir. Bu deyim ile Tevrat,İncil ve Kur'an birbiri ile ahenkli, uyumlu, aralarında muhteva bakımından çelişki olmayan bir kitap olduğunun anlatılmak istenildiğini söyleyebiliriz.
-----KALPLERİNDE EĞRİLİK BULUNANLAR FİTNE ÇIKARMAK VE TEVİLE YELTENMEK İÇİN MÜTEŞABİHE UYARLAR.
Bu ayet içinde Ellezine fi gulubihim zeyğun (Kalplerinde eğrilik bulunanlar) olarak bahsedilenlerin kim olduğuna baktığımızda, Saf s. 5. ayetinde Musa (a.s) a kavmi tarafından eziyet ile ilgili olarak bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz.
"Bir zaman Musa, kavmine: «Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?» demişti. Onlar eğrilince (zeğu), Allah da kalblerini eğriltti (ezağa). Allah fasıkları doğru yola iletmez."
Bu ayeti baz aldığımızda, Kalplerinde eğrilik bulunanlar olarak bahsedilen kişilerin Kitap Ehli olarak bildiğimiz insanlar olduğu anlaşılacaktır. Bu topluluğun müteşabihe uyması demek, Kur'an'a da uymaları gerektiği halde ona uymamaları anlamına gelmektedir. Bu durumu bazı ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[002.091] Bir de onlara Allah'ın indirdiğine inanın, denilince; biz, bize indirilene inanırız derler. Ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabdır. De ki: İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce, Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?
[004.047] Ey kitab verilenler; Biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden veya onları Ashab-ı Sebit'i la'netlediğimiz gib la'netlemezden önce, gelin de elinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allahın emri daima yapılagelmiştir.
Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda Kitap Ehli olarak anılan topluluğun, sadece kendilerine indirilene iman ettikleri, kendilerinden sonra inen Kur'an'a iman etmedikleri ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Halbuki Allah (c.c) onlardan bütün elçilere ve bütün kitaplara iman etmelerini istemektedir.
[002.136] «Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim olanlarız» deyin.
[002.041] Yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Onu inkar edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimizi az bir paha ile satmayın. Ve yalnız Ben'den sakının.
Kalplerinde eğrilik bulunanların müteşabihe uymakta ki sebepleri olarak gösterilen fitne ve tevil aramaları, onların ellerinde bulunan kitabı istedikleri şekilde yorumlamak gibi bir istek içinde olduklarını göstermektedir. Halbuki Kur'an, bu kimselerin uyduklarını iddia ettikleri kitaplarını hevalarına göre tevil etmek sureti ile yaptıkları yanlışları onların yüzüne vurarak, nasıl bir hata içinde oldukları göstermekte ve onlara doğruya iletmektedir.
-----HALBUKİ ONUN TEVİLİNİ ANCAK ALLAH BİLİR.
[003.078] Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katındandır» derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
[002.079] Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
Kitap Ehli olarak tavsif edilen topluluğun en bariz özelliği, sahip oldukları kitapların üzerinde yaptıkları yanlış tasarruflardır. Bu topluluklar ellerindeki kitapları olması gereken şekilde değil, hevalarına uygun biçimde yorumladıkları, ve yorumlarını Allah'a mal etmek sureti ile ona karşı yalan ve iftira uydurdukları, yine bir çok Kur'an ayetinde bildirilmektedir.
Tevili sadece Allah (c.c) nin bilmesi demek, kulların bilmemesi anlamında değildir. Kendilerine inmiş olan kitabı okumak, anlamak konusunda tevil yapan insanlar, bu konuda sınırsız bir hakka sahip değildir. Kitabı okuyan bir kimsenin okuduğu ayetlerden yaptığı çıkarımı, insanlara Allah böyle söylüyor şeklinde sunması , Yahudilerden kalan bir mirastır. Kitabı okuyan kişi, okuduğu kitaptan anladıklarını Allah'a mal etmek hakkına asla sahip değildir. Kitabı okuyan kişinin kitap üzerinde söyledikleri, ancak onun anlayışı olabilir ve bu anlayışın eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman mevcuttur.
-----İLİMDE RASİH OLANLAR: BİZ ONA İNANDIK HEPSİ RABBIMIZIN KATINDANDIR, DERLER.
Rasihun olarak tavsif edilenlerin kimler oldukları konusunda düşündüğümüzde bu kelime bir başka ayette de karşımıza çıkmaktadır.
[004.162] Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara(errasihune), sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, salatı ikame edenlere, zekat verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.
Kalplerinde hastalık olanların Allah (c.c) tarafından indirilmiş olan ve muhkem ayetleri içeren Kur'an'a iman etmeyerek, sadece kendilerine indirilmiş olana iman ettiklerini dikkate aldığımızda bu cümlenin anlaşılması kolaylaşacaktır. İlimde rasih olanların Ona inandık dedikleri , muhkem ayetleri içeren Kur'an olup, Hepsi Rabbımızın katındandır diyerek , Tevrat, İncil ve Kur'an'a iman ettiklerini görmekteyiz.
Bu konuda yine ayetler mevcuttur.
[003.113-4] Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.
[003.199] Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.
Errasihune olarak tavsif edilen insanlar, Allah (c.c) nin gönderdiği kitaplar ve elçiler arasında ayrım yapmamak sureti ile gerçek bir imana sahip olmuşlardır.
-----ANCAK AKIL SAHİPLERİ DÜŞÜNEBİLİRLER.
Ulul Elbab olarak tavsif edilen insanların bir çok ayette övüldüğünü ve insanların akletmeye teşvik edildiklerini görmekteyiz.
[003.008] Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.
Bu ayette bizlere öğretilen "Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme" duası, 7. ayet ile yakından alakalıdır. Kalpleri eğrilmek sureti ile doğru yoldan sapanlar, artık gittikleri yolun doğru yol olduğunu zannederek, yola uymayı değil, yolu kendilerine uydurmayı ilke edinen bir hayat tarzı üzere yaşayacaklardır.
Dua etmek demek, Rabbimizden istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalışıp gayret etmek anlamındadır. Kalplerimizin eğrilmemesini istemek demek, bu yolda yürümek eğrilmemek için gereken amellerin işlenmesi gerektiğini şuur altımıza yerleştirmek demektir.
Kur'an Yahudi ve Hristiyanlar üzerinden bu yanlışlara dikkat ederek, aynı yanlışları biz Müslümanların da tekrarlamamasını istemektedir. Ancak bu yanlışlar maalesef bir çok Müslüman tarafından dikkate alınmamış veya bu ayetlerin bizleri ilgilendirmediği zannedilerek, sadece okunup geçilen ayetler haline sokulmuştur.
Sonuç olarak; Müteşabih ayetlerin Kur'an'da olmadığı yönündeki iddiamızın, bazı kimseler tarafından yadırganacağını bilmekteyiz. Ancak her konuda olduğu, gibi bu konuda da sahip olduğumuz bu düşüncenin tek ve mutlak doğru olduğu iddiasında değiliz. Ancak Al-i İmran s. 7. ayetindeki El Kitabı Kur'an olarak okuduğumuzda, bu ayette Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih, Hud s. 1. ayetine baktığımızda Kur'an ayetlerinin muhkem, Zümer s. 23. ayetine baktığımız zaman ise müteşabih olduğunu okuyanların bir çoğu, bu müşkülatın altından kalkmakta zorlanmaktadır.
Ayrıca müteşabih ayet tarifinin ve bu ayetlerin hangileri olduğu yönündeki tariflerin kişiye özel tarifler olması, bu konuda konsensus oluşturulamaması , bu konunun yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya çıkardığını söylemek istiyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Müteşabih ayet tarifinin problem arz etmesi bir tarafa, Muhkem ve Müteşabih olarak ikiye ayrılan Kur'an ayetlerinin, hangilerinin Müteşabih Ayet gurubuna dahil olacağı konusunda fikir birliğinin olmaması da ayrı bir konudur. 1000 kişinin eline birer tane Kur'an verilse ve onlara, Bu kitap içindeki ayetlerin hangisinin muhkem, hangisinin müteşabih olduğu yönünde bir çalışma yapın denilse, 1000 kişinin hiç birinin yaptığı tasnif birbirini tutmayacak, kuvvetli bir ihtimalle hepsinin yaptığı muhkem ayet- müteşabih ayet ayrımı farklı olacaktır.
Bizim asıl üzerinde durmaya çalışacağımız konu, bu ayette geçen Müteşabih terimi ile kast edilen ayet gurubunun Kur'an içinde olmadığı noktasındadır. Kanaatimiz, Kur'an içindeki bütün ayetlerin Muhkem Ayetler kategorisine dahil olduğu, Müteşabih Ayetler olarak bildirilen ayet gurubunun ise Kur'an dışında olduğu, bu ayetlerin nerede olduğu konusunun ise, aynı ayet içindeki EL KİTAP terimi ile neyin ifade edilmiş olabileceği dikkate alındığında anlaşılabileceği yönündedir.
Şimdi Al-i İmran s. 7. ayeti üzerinde adım adım giderek, konumuz olan ayeti ele almaya ve iddiamızı delillendirmeye çalışalım.
هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ
[003.007] Sana kitabı indiren O'dur. O'nda muhkem ayetler vardir ki bunlar; kitabın anasıdır. Diğeri de müteşabih(ayet)lerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar; fitne çıkarmak ve te'vile yeltenmek için müteşabihe uyarlar. Halbuki onun te'vilini, ancak Allah bilir. İlimde rasih olanlar: Biz ona inandık, hepsi Rabbımızın katındadır, derler. Ancak akıl sahibleri düşünebilirler.
Kur'an ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde ikiye ayrılmış olduğu düşüncesi, bu ayetin içindeki El Kitap kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. İlk düğmenin yanlış iliklenmesi misali yapılan bu yanlış, ayetin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Halbuki bu kelimenin en geniş anlamda, Kur'an'ı da içine alan ve bütün elçilere indirilmiş olan kitaplara şamil bir anlama da sahip olduğu hesaba katılmış olsa idi, Müteşabih Ayetler gurubunun Kur'an içinde olduğu gibi bir düşünce kimsede hakim olmaz, müteşabih olduğu iddia edilen ayetler üzerinde bazı kimseler tarafından spekülasyonlar yapılmasının önü açılmazdı.
-----SANA KİTABI İNDİREN O DUR
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, biz konumuzun çerçevesinde kalarak bu kelimenin, elçilere indirilmiş olan kitap anlamındaki kullanılışını dikkate alacağımızı hatırlatmak isteriz.
Kur'an için yapılan Muhkem Ayet- Müteşabih Ayet ayrımının, Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen kitabın hangi anlamda anlaşılması gerektiği konusundan kaynaklandığını düşünmekteyiz.
[002.053] Mûsâ’ya Kitap (El Kitabe) ve Furkan’ı verdik, ta ki doğru yolda yürüyebilesiniz.
[002.101] Yanlarındakini doğrulayan bir Resul, Allah katından onlara gelince Kitap verilenlerden (El Kitabe) bir takımı, bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitabı'nı arkalarına attılar.
[002.213] İnsanlar tek bir ümmet idi. Ayrılmaları üzerine Allah, nimetinin müjdecileri ve azabın habercileri olarak nebileri gönderdi ve onlarla birlikte insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda hakem olması için hak ile kitap (El Kitabe) indirdi. Bunda da yalnızca kendilerine kitap verilenler, kendilerine bunca apaçık ayetler geldikten sonra tutup aralarındaki ihtiras yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle inananları anlaşmazlığa düştükleri hakka doğrudan ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola çıkarır.
[004.054] Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği kimseleri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap (El Kitabe) ve hikmet verdik, onlara büyük hükümranlık bahşettik.
[004.105] Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitap'ı (El Kitabe) sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.
[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı (El Kitabe), hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»
Yukarıda verdiğimiz ayet örnekleri EL KİTABE kelimesinin, bütün elçilere indirilmiş olan kitapların ortak ismi olduğunu göstermektedir. Bu kelime genel anlamda bütün elçilere inen kitapları ifade ederken, Tevrat-Zebur-İncil-Kur'an gibi isimler, özel anlamda elçilere inen kitapların ismini ifade etmektedir. Kur'an'da ismi geçen bu 4 kitabın, ve isimleri geçmeyen bütün kitapların ortak ismi EL KİTAPtır. Bu terim bütün elçilere inen kitapları içine alan şemsiye bir terimdir.
El Kitap kelimesi , geçtiği bazı yerde Tevrat, bazı yerde Kur'an anlamında kullanılmış olmasına karşın, Al-i İmran s. 7. ayetinde Kur'an anlamında değil, Kur'an , Tevrat ve İncili de içine alan en geniş anlamında kullanılmış olduğunu düşünmekteyiz. Bizi böyle bir düşünceye sevk eden neden ise, El Kitabın ayetlerinin Muhkem ve Müteşabih şeklinde bir ayrım yapılmış olmasıdır.
Kur'an içindeki diğer ayetlere baktığımızda Kur'an ayetlerinin Muhkem olduğunun beyan edilmiş olduğunu görmekteyiz. Kur'an'ın ayetlerinin muhkem olduğunun beyanını dikkate aldığımızda, bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih olması müşkülat arz edecektir.
Bu düşüncemiz, Muhammed (a.s) a Kur'an ile birlikte Tevrat ve İncilin de indirildiğini iddia ediyor anlamına gelmemelidir. Muhammed (a.s) a indirildiği bildirilen El Kitap, bütün elçilere indirilmiş olan kitabın ortak ismini ifade etmiş olduğunu hatırlatmak isteriz.
-----ONDA MUHKEM AYETLER VARDIR Kİ ONLAR KİTABIN ANASIDIR.
Bu noktada Kur'an'ı anlatan bazı ayetleri dikkate aldığımızda bu kitabın ayetlerinin muhkem olduğunun beyan edildiğini görmekteyiz.
[011.001] Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra da herşeyden haberdar olan hikmet sahibi Allah tarafından âyetleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
[003.058] Bunları biz sana ayetlerden ve hakim zikr'den (Kur'an'dan) okuyoruz.
[010.001] Elif, Lâm, Râ. İşte onlar, hakîm olan kitabın âyetleridir.
[031.002] Bunlar Hakim kitabın ayetleridir.
[036.002-3] Kur'an-ı Hakim'e yemin ederim. Şüphe yok ki, sen, elbette gönderilmiş olanlardansın.
[043.004] O, katımızda bulunan ana kitabdadır. Şanı yücedir, ve hakimdir.
Yukarıda verilen ayet örneklerinde, Kur'an'ın tanıtılması ile ilgili Hakim kelimesinin kullanıldığını görmekteyiz. Muhkem kelimesinin bu kelime ile aynı kökten olduğunu düşündüğümüzde, Kur'an ayetlerinin tamamının muhkem olduğu sonucuna varabiliriz.
Muhkem ayetlerin, KİTABIN ANASI olması ne anlama gelmektedir?.
Üm; Bir nesnenin mevcudiyetinde, terbiye edilmesinde, ıslahında, başlanmasında temel teşkil eden her şeye verilen bir isimdir. Muhkem ayetleri ihtiva eden Kur'an'ın Ümmü-l Kitap olarak beyan edilmesi, kendisinden önce indirilen Tevrat ve İncil ile yakından alakalıdır.
Muhkem ayetlerin bulunduğu kitabın yani Kur'an'ın Kitabın Anası olması, konumuz olan ayetin bulunduğu surenin Medine'de nazil olmasını, ve bu şehirde yaşayan insanların bir kısmının Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlardan oluştuğunu, ve bunların Tevrat ve İncile iman ettiklerini dikkate aldığımızda, El Kitap şemsiyesi altında bulunan Tevrat ve İncilin doğruluğunun Kur'an ile sağlamasının yapılarak anlaşılması, bu kitapların aynı kaynaktan geldiği ve Kur'an ayetlerinin verdiği habere göre, bu kitaplar üzerinde Kitap Ehli tarafından bir takım tahrifatlar yapıldığını dikkate aldığımızda, Kur'an bu kitaplar için kontrol edici ve düzeltici bir konuma sahiptir.
Kur'an'ın Kitabın Anası olarak tavsif edilmiş olması, Yahudi ve Hristiyanların Tevrat ve İncile isnat ettikleri görüşlerinin, doğruluğunun ve yanlışlığının, bu kitap ile uyum arz edip etmemesi ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) bütün elçilerini kendisinin tek ilah ve rab olduğunu tebliğ etmeleri için gönderdiğini, elçilere verilen kitapların bu bilgileri ihtiva ettiğini dikkate aldığımızda, bu bilgilerin aksi bilgiler taşıyan bir kitap, tahrif edilmiş anlamına gelecektir.
Yahudi ve Hristiyanların Muhammed (a.s) ve Kur'an'a iman etmeme gerekçelerini kendilerinin iman ettikleri Tevrat ve İncile dayandırmış olmaları, Ümmü-l Kitap olarak vasıflandırılan Kur'an ile karşılaştırıldığında mesnetsiz iddialar olarak kalacağı açıktır. Çünkü Tevrat, İncil ve Kur'an'ın birbiri ile uyumsuz olması ve birbirini tutmaması imkansızdır. Eğer böyle ortaya çıkacak olursa, Kur'an Kitabın Anası olarak hakem görevi görecek, diğer kitaplardaki tahrifleri ortaya çıkaracaktır.
-----DİĞERİ DE MÜTEŞABİH(AYET)LER DİR.
Muhkem ayetler Kur'an olduğuna göre, müteşabih ayetler, Kur'an dışındaki yani Tevrat ve İncil deki ayetler olmaktadır. Bu noktada, Tevrat ve İncil deki ayetlerin neden müteşabih ayetler olarak adlandırıldığı sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Müteşabih , Renk, tat, adalet,zulüm gibi nitelik yönünden benzerlik ile ilgili olan şe-be-he fiilinden türemiştir. Elmalılı Hamdi Yazır bu kelime için, "İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit derecede benzemelerine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, bunlar birbirinden seçilemezler ve insan zihni onları birbirinden ayırt etmekten âciz kalır. Teşbîh böyle değildir; teşbihte bir taraf /benzeyen ikinci derecededir ve eksiktir, diğer taraf ise hem asıldır hem de tam olur; teşâbühte ise, her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerliktedir. Demek ki teşâbüh seçilmemeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. (...) Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir." demektedir.
Bu konu ile alakalı olarak Zümer s. 23. ayeti de bize yol göstermektedir.
"Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablarına saygısı olanların derileri örperir, sonra derileri de kalbleri de Allahın zikrine yumşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur."
(Elmalılı Hamdi Yazır Meali)
Kur'an'ın "Kitaben müteşabihan mesaniye" olarak tavsif edilmesi, kendisinden önceki indirilmiş kitaplarla olan benzerliğini ifade etmektedir. Allah (c.c) indirdiği bütün kitapları birbiri ile uyumlu, ahenkli, bir kitap ile diğer kitap arasında çelişki olmayan birbiri ile benzer şekilde indirmiştir.
Müteşabih Ayetler deyimine bu şekilde yaklaştığımız zaman, müteşabih ayetleri Kur'an içinde değil, Kur'an öncesi inmiş olan kitapların bir özelliği olarak anlamak gerekecektir. Bu deyim ile Tevrat,İncil ve Kur'an birbiri ile ahenkli, uyumlu, aralarında muhteva bakımından çelişki olmayan bir kitap olduğunun anlatılmak istenildiğini söyleyebiliriz.
-----KALPLERİNDE EĞRİLİK BULUNANLAR FİTNE ÇIKARMAK VE TEVİLE YELTENMEK İÇİN MÜTEŞABİHE UYARLAR.
Bu ayet içinde Ellezine fi gulubihim zeyğun (Kalplerinde eğrilik bulunanlar) olarak bahsedilenlerin kim olduğuna baktığımızda, Saf s. 5. ayetinde Musa (a.s) a kavmi tarafından eziyet ile ilgili olarak bu kelimenin kullanıldığını görmekteyiz.
"Bir zaman Musa, kavmine: «Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?» demişti. Onlar eğrilince (zeğu), Allah da kalblerini eğriltti (ezağa). Allah fasıkları doğru yola iletmez."
Bu ayeti baz aldığımızda, Kalplerinde eğrilik bulunanlar olarak bahsedilen kişilerin Kitap Ehli olarak bildiğimiz insanlar olduğu anlaşılacaktır. Bu topluluğun müteşabihe uyması demek, Kur'an'a da uymaları gerektiği halde ona uymamaları anlamına gelmektedir. Bu durumu bazı ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[002.091] Bir de onlara Allah'ın indirdiğine inanın, denilince; biz, bize indirilene inanırız derler. Ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabdır. De ki: İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce, Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?
[004.047] Ey kitab verilenler; Biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden veya onları Ashab-ı Sebit'i la'netlediğimiz gib la'netlemezden önce, gelin de elinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allahın emri daima yapılagelmiştir.
Kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda Kitap Ehli olarak anılan topluluğun, sadece kendilerine indirilene iman ettikleri, kendilerinden sonra inen Kur'an'a iman etmedikleri ile ilgili ayetler bulunmaktadır. Halbuki Allah (c.c) onlardan bütün elçilere ve bütün kitaplara iman etmelerini istemektedir.
[002.136] «Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına gönderilene, Musa ve İsa'ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onları birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O'na teslim olanlarız» deyin.
[002.041] Yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Onu inkar edenlerin ilki olmayın. Ayetlerimizi az bir paha ile satmayın. Ve yalnız Ben'den sakının.
Kalplerinde eğrilik bulunanların müteşabihe uymakta ki sebepleri olarak gösterilen fitne ve tevil aramaları, onların ellerinde bulunan kitabı istedikleri şekilde yorumlamak gibi bir istek içinde olduklarını göstermektedir. Halbuki Kur'an, bu kimselerin uyduklarını iddia ettikleri kitaplarını hevalarına göre tevil etmek sureti ile yaptıkları yanlışları onların yüzüne vurarak, nasıl bir hata içinde oldukları göstermekte ve onlara doğruya iletmektedir.
-----HALBUKİ ONUN TEVİLİNİ ANCAK ALLAH BİLİR.
[003.078] Onlardan bir takımı, Kitapta olmadığı halde Kitaptan zannedesiniz diye dillerini eğip bükerler. O, Allah katından olmadığı halde: «Allah katındandır» derler, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
[002.079] Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
Kitap Ehli olarak tavsif edilen topluluğun en bariz özelliği, sahip oldukları kitapların üzerinde yaptıkları yanlış tasarruflardır. Bu topluluklar ellerindeki kitapları olması gereken şekilde değil, hevalarına uygun biçimde yorumladıkları, ve yorumlarını Allah'a mal etmek sureti ile ona karşı yalan ve iftira uydurdukları, yine bir çok Kur'an ayetinde bildirilmektedir.
Tevili sadece Allah (c.c) nin bilmesi demek, kulların bilmemesi anlamında değildir. Kendilerine inmiş olan kitabı okumak, anlamak konusunda tevil yapan insanlar, bu konuda sınırsız bir hakka sahip değildir. Kitabı okuyan bir kimsenin okuduğu ayetlerden yaptığı çıkarımı, insanlara Allah böyle söylüyor şeklinde sunması , Yahudilerden kalan bir mirastır. Kitabı okuyan kişi, okuduğu kitaptan anladıklarını Allah'a mal etmek hakkına asla sahip değildir. Kitabı okuyan kişinin kitap üzerinde söyledikleri, ancak onun anlayışı olabilir ve bu anlayışın eksik ve hata barındırma ihtimali her zaman mevcuttur.
-----İLİMDE RASİH OLANLAR: BİZ ONA İNANDIK HEPSİ RABBIMIZIN KATINDANDIR, DERLER.
Rasihun olarak tavsif edilenlerin kimler oldukları konusunda düşündüğümüzde bu kelime bir başka ayette de karşımıza çıkmaktadır.
[004.162] Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara(errasihune), sana indirilen Kitap'a ve senden önce indirilen Kitap'a inanan müminlere, salatı ikame edenlere, zekat verenlere, Allah'a ve ahiret gününe inananlara, elbette büyük ecir vereceğiz.
Kalplerinde hastalık olanların Allah (c.c) tarafından indirilmiş olan ve muhkem ayetleri içeren Kur'an'a iman etmeyerek, sadece kendilerine indirilmiş olana iman ettiklerini dikkate aldığımızda bu cümlenin anlaşılması kolaylaşacaktır. İlimde rasih olanların Ona inandık dedikleri , muhkem ayetleri içeren Kur'an olup, Hepsi Rabbımızın katındandır diyerek , Tevrat, İncil ve Kur'an'a iman ettiklerini görmekteyiz.
Bu konuda yine ayetler mevcuttur.
[003.113-4] Kitap ehlinin hepsi bir değildir: Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyup duranlar vardır; bunlar Allah'a ve ahiret gününe inanır, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar iyilerdendir.
[003.199] Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.
Errasihune olarak tavsif edilen insanlar, Allah (c.c) nin gönderdiği kitaplar ve elçiler arasında ayrım yapmamak sureti ile gerçek bir imana sahip olmuşlardır.
-----ANCAK AKIL SAHİPLERİ DÜŞÜNEBİLİRLER.
Ulul Elbab olarak tavsif edilen insanların bir çok ayette övüldüğünü ve insanların akletmeye teşvik edildiklerini görmekteyiz.
[003.008] Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize rahmet bağışla; şüphesiz Sen sonsuz bağışta bulunansın.
Bu ayette bizlere öğretilen "Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme" duası, 7. ayet ile yakından alakalıdır. Kalpleri eğrilmek sureti ile doğru yoldan sapanlar, artık gittikleri yolun doğru yol olduğunu zannederek, yola uymayı değil, yolu kendilerine uydurmayı ilke edinen bir hayat tarzı üzere yaşayacaklardır.
Dua etmek demek, Rabbimizden istediğimiz şeyin gerçekleşmesi için çalışıp gayret etmek anlamındadır. Kalplerimizin eğrilmemesini istemek demek, bu yolda yürümek eğrilmemek için gereken amellerin işlenmesi gerektiğini şuur altımıza yerleştirmek demektir.
Kur'an Yahudi ve Hristiyanlar üzerinden bu yanlışlara dikkat ederek, aynı yanlışları biz Müslümanların da tekrarlamamasını istemektedir. Ancak bu yanlışlar maalesef bir çok Müslüman tarafından dikkate alınmamış veya bu ayetlerin bizleri ilgilendirmediği zannedilerek, sadece okunup geçilen ayetler haline sokulmuştur.
Sonuç olarak; Müteşabih ayetlerin Kur'an'da olmadığı yönündeki iddiamızın, bazı kimseler tarafından yadırganacağını bilmekteyiz. Ancak her konuda olduğu, gibi bu konuda da sahip olduğumuz bu düşüncenin tek ve mutlak doğru olduğu iddiasında değiliz. Ancak Al-i İmran s. 7. ayetindeki El Kitabı Kur'an olarak okuduğumuzda, bu ayette Kur'an ayetlerinin bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih, Hud s. 1. ayetine baktığımızda Kur'an ayetlerinin muhkem, Zümer s. 23. ayetine baktığımız zaman ise müteşabih olduğunu okuyanların bir çoğu, bu müşkülatın altından kalkmakta zorlanmaktadır.
Ayrıca müteşabih ayet tarifinin ve bu ayetlerin hangileri olduğu yönündeki tariflerin kişiye özel tarifler olması, bu konuda konsensus oluşturulamaması , bu konunun yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya çıkardığını söylemek istiyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Mart 2017 Cuma
Allah (c.c) nin Sadece Kul Hakkını Bağışlamayacağı İddiası Üzerine Bir Mülahaza
Hakkını helal et sözü, Müslümanların birbirleri ile konuşmalarında sıkça kullandıkları bir söz, ve cenaze salatı sonrasında ise, hoca efendilerin ölen kimse için Haklarınızı helal ediyormusunuz? şeklinde sorulan bir sorudur. Bazı hoca efendilerin vaazlarında ise Allah (c.c) ye isnad edilerek Bana kul hakkı ile gelmeyin veya Allah (c.c) bütün günahları bağışlar kul hakkı hariç dediği şeklinde vaaz konusu olmaktadır.
Kul Hakkı deyimi ile kast edilen nedir?.
Bu deyime, Bir kimsenin başka bir kimseye karşı yaptığı her türlü yanlış davranışın adı şeklinde bir tarif getirdiğimizde, bu yanlış davranışların içine, insanların birbirlerine karşı maddi ve manevi olarak yaptıkları bütün yanlışlıkları sokabiliriz. İnsanlar birbirlerine karşı hata yaptıklarını anladıklarında kullandığı bu deyim, bir nevi özür dilemek yerine geçmektedir. Manevi anlamda yapılan hataya karşı böyle bir özrün herhangi bir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak bir kimse diğer bir kimseye maddi olarak zarar vermiş, ve onu parasal açıdan sıkıntıya düşmesine sebep olmuş ise, kuru kuruya söylediği Hakkı helal et kardeşim sözü, ne kadar doğru olur, bunu düşünmek gerekecektir. Gerçek bir özrün ve helallik almanın, bu kişiye verilen maddi zararın karşılanması şeklinde olması gerektiği halde, böyle bir imkana sahip olduğu halde, söz ile borçtan kurtulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Allah (c.c), Bana kul hakkı ile gelmeyin, veya Kul hakkı hariç her günahı bağışlarım şeklinde bir söz söylemiş olabilir mi?.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
[004.116] Elbette Allah; kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalalete düşmüş olur.
Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün elçi ve kitapların ortak çağrısı, kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıdıkları bir hayat sürmeleridir. Kendisi dışında İlah ve Rab edinmeyi Şirk olarak niteleyen Allah (c.c), hayatını şirk temelli sistemler üzerine bina etmek sureti ile geçiren, ve bu şekilde ölen kimselerin bu günahlarını asla bağışlamayacağını beyan etmektedir.
Rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, din adına konuşarak vaazlar veren insanların, Allah (c.c) tarafından söylendiği iddia edilen Bana kul hakkı ile gelmeyin, başka ne ile gelirseniz gelin ben bağışlarım sözünün, Allah'a karşı uydurulmuş büyük bir yalan ve iftira olduğu açıktır. Din adına konuşan insanların bu kadar cahil olması, bu kimseleri dinleyenlerin de cahil kalmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın dinini onun kitabından değil de, onun adına uydurulmuş yalan, hurafe, ve iftira içeren kitaplardan ve hocalardan öğrenen insanların, din adına bildikleri de bu gibi yalan yanlış şeylerden başka bir şey değildir.
Şirk, Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu ve insanları buna karşı uyanık olmaya çağırdığı bir kavram olarak, bütün insanları direk olarak ilgilendirmektedir. Din adına konuşan insanların bir çoğu, bu kavramın ne olduğundan bile habersiz oldukları için, haliyle şirk'in tehlikesinden bile haberdar değillerdir. Bir çok hoca efendi için bu kavram, Muhammed (a.s) ın Kabe içindeki 360 adet putu eli ile kırmasından sonra Müslüman hayatından çıkmış, artık böyle bir tehlike ortadan kalkmış gibi düşünülmektedir. Halbuki Kur'an'ı okuduğumuzda Mekke'li müşriklerin yaptıkları hataların belki daha büyükleri, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bir çok insan tarafından işlenmektedir.
Hal böyle iken, bazı hocaların kul hakkı konusunu öne çıkarmaları, şirk tehlikesinin kul hakkı kadar önemsenmediğini göstermektedir. Bu noktada kul hakkını önemsemediğimiz şeklinde bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir.
Kul Hakkı olarak bildiğimiz, insanların birbirlerine karşı verdikleri maddi ve manevi zararlar, dünya hayatında tazmin edilmesi gereken hatalardır. Bu hakkın maddi olan tarafı eğer zararı veren kişi tarafından tazmin edilme gücü ve imkanı olduğu tazmin edilmeyerek, sadece kuru kuru Hakkını helal et kardeşim sözü ile asla geçiştirilemez.
İmkanı ve gücü olduğu halde, karşı tarafa verdiği zararı, sadece Hakkını helal et sözü ile affettirebileceğini düşünen bir kimse, bu konuda büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Kişi, hakkını yediği bir kimseden helallik almak istiyor ise, yediği hakkı geri ödemek yolu ile bunu yapabilir. Şayet bu hakkı geri gerçekten ödeme imkanı yok ise, Allah'a tevbe ederek, ve hakkını yediği kişiden özür dileyerek affını isteyebilir.
İnsanların birbirlerine karşı maddi ve manevi zararlar vermesi elbette doğru bir davranış değildir. Eğer bir kimse istemeden karşısındaki kimseye böyle bir zarar vermiş ise, özür dilemenin bir yolu olarak ondan helallik isteyebilir. Helallik istemek, insani bir davranış olup, insanların birbirlerine karşı saygılı olmasını da beraberinde getirecektir.
Üzerinde Kul Hakkı olarak bildiğimiz bazı günahlar olup ta, hayatta iken bu günahlarının tazmin ve tevbe yolu ile affını istemeden ölmüş bir kimse için hoca efendinin helallik istemesi, ölen kişinin üzerindeki günahın ondan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Kişi hayatta iken yapmış olduğu hataların bir şekilde affı için gerekli olan girişimleri yaparak, işini öldüğü zaman hocanın sorduğu soruya verilecek olan, Helal olsun cevabına bağlamamalıdır.
Kul hakkı, sadece insanlar ile sınırlı bir deyim değil, Allah (c.c) nin yaratmış olduğu hayvan ve bitki gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Hayvan ve bitki nesli, en az insan kadar yaşam hakkına sahip olan canlılar olup, onların haklarına yapacağımız herhangi bir yanlışlığın bedelini yine biz insanlar olarak ödemek zorunda kalacağız.
Sadece kendi yaşam hakkımızı düşünerek, diğerlerinin böyle bir hakkı olmadığını düşünmek, insanın yapacağı en büyük yanlış olacak, ve bu yanlışı çevre felaketleri olarak bildiğimiz ve yaşadağımız felaketler ile ödemek zorunda kalacağımız unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Kul Hakkı olarak bildiğimiz deyim, insanların birbirlerine karşı verdikleri zararın bir adı olup, insanların bu konuda çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bir şekilde böyle bir hataya düşen insanların önce bu hatayı yaptığı kişiye karşı maddi veya manevi olarak telafi, sonra da Allah'a tevbe etmek sureti ile hatasının affını isteme yoluna gitmesi gerekmektedir.
Allah (c.c) nin kul hakkını bağışlamayacağını söylemiş olduğu iddiası, Kur'an ile örtüşmeyen bir iddia olup, asıl büyük günah olan şirk günahının öne çıkmasına engel olmaktadır. İnsanlar karşısındakinin hakkına, en az kendi haklarını gözettikleri kadar saygılı olmadıkça, insanın insana karşı yaptığı haksızlıklar bitmeyecek, ve bu yapılan hatalar, hesap gününde kişinin karşısına dikilecektir.
Rabbimiz bizleri bütün canlıların yaşam hak ve hukukuna saygılı kullarından kılsın.
Kul Hakkı deyimi ile kast edilen nedir?.
Bu deyime, Bir kimsenin başka bir kimseye karşı yaptığı her türlü yanlış davranışın adı şeklinde bir tarif getirdiğimizde, bu yanlış davranışların içine, insanların birbirlerine karşı maddi ve manevi olarak yaptıkları bütün yanlışlıkları sokabiliriz. İnsanlar birbirlerine karşı hata yaptıklarını anladıklarında kullandığı bu deyim, bir nevi özür dilemek yerine geçmektedir. Manevi anlamda yapılan hataya karşı böyle bir özrün herhangi bir mahzuru olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak bir kimse diğer bir kimseye maddi olarak zarar vermiş, ve onu parasal açıdan sıkıntıya düşmesine sebep olmuş ise, kuru kuruya söylediği Hakkı helal et kardeşim sözü, ne kadar doğru olur, bunu düşünmek gerekecektir. Gerçek bir özrün ve helallik almanın, bu kişiye verilen maddi zararın karşılanması şeklinde olması gerektiği halde, böyle bir imkana sahip olduğu halde, söz ile borçtan kurtulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Allah (c.c), Bana kul hakkı ile gelmeyin, veya Kul hakkı hariç her günahı bağışlarım şeklinde bir söz söylemiş olabilir mi?.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
[004.116] Elbette Allah; kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim, Allah'a şirk koşarsa; çok uzak bir dalalete düşmüş olur.
Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün elçi ve kitapların ortak çağrısı, kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıdıkları bir hayat sürmeleridir. Kendisi dışında İlah ve Rab edinmeyi Şirk olarak niteleyen Allah (c.c), hayatını şirk temelli sistemler üzerine bina etmek sureti ile geçiren, ve bu şekilde ölen kimselerin bu günahlarını asla bağışlamayacağını beyan etmektedir.
Rabbimizin bu beyanını dikkate aldığımızda, din adına konuşarak vaazlar veren insanların, Allah (c.c) tarafından söylendiği iddia edilen Bana kul hakkı ile gelmeyin, başka ne ile gelirseniz gelin ben bağışlarım sözünün, Allah'a karşı uydurulmuş büyük bir yalan ve iftira olduğu açıktır. Din adına konuşan insanların bu kadar cahil olması, bu kimseleri dinleyenlerin de cahil kalmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın dinini onun kitabından değil de, onun adına uydurulmuş yalan, hurafe, ve iftira içeren kitaplardan ve hocalardan öğrenen insanların, din adına bildikleri de bu gibi yalan yanlış şeylerden başka bir şey değildir.
Şirk, Kur'an'ın üzerinde en çok durduğu ve insanları buna karşı uyanık olmaya çağırdığı bir kavram olarak, bütün insanları direk olarak ilgilendirmektedir. Din adına konuşan insanların bir çoğu, bu kavramın ne olduğundan bile habersiz oldukları için, haliyle şirk'in tehlikesinden bile haberdar değillerdir. Bir çok hoca efendi için bu kavram, Muhammed (a.s) ın Kabe içindeki 360 adet putu eli ile kırmasından sonra Müslüman hayatından çıkmış, artık böyle bir tehlike ortadan kalkmış gibi düşünülmektedir. Halbuki Kur'an'ı okuduğumuzda Mekke'li müşriklerin yaptıkları hataların belki daha büyükleri, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bir çok insan tarafından işlenmektedir.
Hal böyle iken, bazı hocaların kul hakkı konusunu öne çıkarmaları, şirk tehlikesinin kul hakkı kadar önemsenmediğini göstermektedir. Bu noktada kul hakkını önemsemediğimiz şeklinde bir düşüncemiz olduğu zannedilmemelidir.
Kul Hakkı olarak bildiğimiz, insanların birbirlerine karşı verdikleri maddi ve manevi zararlar, dünya hayatında tazmin edilmesi gereken hatalardır. Bu hakkın maddi olan tarafı eğer zararı veren kişi tarafından tazmin edilme gücü ve imkanı olduğu tazmin edilmeyerek, sadece kuru kuru Hakkını helal et kardeşim sözü ile asla geçiştirilemez.
İmkanı ve gücü olduğu halde, karşı tarafa verdiği zararı, sadece Hakkını helal et sözü ile affettirebileceğini düşünen bir kimse, bu konuda büyük bir yanılgı içine düşmektedir. Kişi, hakkını yediği bir kimseden helallik almak istiyor ise, yediği hakkı geri ödemek yolu ile bunu yapabilir. Şayet bu hakkı geri gerçekten ödeme imkanı yok ise, Allah'a tevbe ederek, ve hakkını yediği kişiden özür dileyerek affını isteyebilir.
İnsanların birbirlerine karşı maddi ve manevi zararlar vermesi elbette doğru bir davranış değildir. Eğer bir kimse istemeden karşısındaki kimseye böyle bir zarar vermiş ise, özür dilemenin bir yolu olarak ondan helallik isteyebilir. Helallik istemek, insani bir davranış olup, insanların birbirlerine karşı saygılı olmasını da beraberinde getirecektir.
Üzerinde Kul Hakkı olarak bildiğimiz bazı günahlar olup ta, hayatta iken bu günahlarının tazmin ve tevbe yolu ile affını istemeden ölmüş bir kimse için hoca efendinin helallik istemesi, ölen kişinin üzerindeki günahın ondan kalkacağı anlamına gelmemelidir. Kişi hayatta iken yapmış olduğu hataların bir şekilde affı için gerekli olan girişimleri yaparak, işini öldüğü zaman hocanın sorduğu soruya verilecek olan, Helal olsun cevabına bağlamamalıdır.
Kul hakkı, sadece insanlar ile sınırlı bir deyim değil, Allah (c.c) nin yaratmış olduğu hayvan ve bitki gibi diğer canlılar için de geçerlidir. Hayvan ve bitki nesli, en az insan kadar yaşam hakkına sahip olan canlılar olup, onların haklarına yapacağımız herhangi bir yanlışlığın bedelini yine biz insanlar olarak ödemek zorunda kalacağız.
Sadece kendi yaşam hakkımızı düşünerek, diğerlerinin böyle bir hakkı olmadığını düşünmek, insanın yapacağı en büyük yanlış olacak, ve bu yanlışı çevre felaketleri olarak bildiğimiz ve yaşadağımız felaketler ile ödemek zorunda kalacağımız unutulmamalıdır.
Sonuç olarak; Kul Hakkı olarak bildiğimiz deyim, insanların birbirlerine karşı verdikleri zararın bir adı olup, insanların bu konuda çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Bir şekilde böyle bir hataya düşen insanların önce bu hatayı yaptığı kişiye karşı maddi veya manevi olarak telafi, sonra da Allah'a tevbe etmek sureti ile hatasının affını isteme yoluna gitmesi gerekmektedir.
Allah (c.c) nin kul hakkını bağışlamayacağını söylemiş olduğu iddiası, Kur'an ile örtüşmeyen bir iddia olup, asıl büyük günah olan şirk günahının öne çıkmasına engel olmaktadır. İnsanlar karşısındakinin hakkına, en az kendi haklarını gözettikleri kadar saygılı olmadıkça, insanın insana karşı yaptığı haksızlıklar bitmeyecek, ve bu yapılan hatalar, hesap gününde kişinin karşısına dikilecektir.
Rabbimiz bizleri bütün canlıların yaşam hak ve hukukuna saygılı kullarından kılsın.
23 Mart 2017 Perşembe
Bakara s. 113. Ayeti: Birbirlerine Karşı Hüküm Vericiliğe Soyunan Müslümanlar
Kur'an Kitap Ehli olarak nitelediği bazı toplulukların yapmış oldukları hataları bizlere anlatmak sureti ile, o hataların benzerini biz Müslümanların da tekrarlamaması için öğütler vermektedir. Bu toplulukların yaptığı hataların zikredildiği ayetler, eğer sadece kitap ehline has olduğu düşünülmek sureti ile, bize dair herhangi bir mesajı olmadığı zannı içinde okunacak olursa, asıl maksat hasıl olmayacaktır.
[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.
Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.
Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir.
Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.
Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir.
Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.
Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.
"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"
Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir.
Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.
"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"
Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.
Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.
Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir.
[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.
[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.
Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir.
"Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"
Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.
Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir.
Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.
Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.
Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.
Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir.
Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.
Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir.
Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.
Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.
"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"
Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir.
Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.
"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"
Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.
Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.
Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir.
[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.
[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.
Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir.
"Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"
Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.
Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir.
Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.
Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Mart 2017 Çarşamba
Bakara s. 54. ve 85. Ayetlerindeki "Nefisleri Öldürmek" Deyiminin Anlamı Üzerine Bir Mülahaza
Türkiye'de son yıllarda artan bir eğilim olan İslamın Kur'an'dan öğrenilmesi, bu kitabın Türkçe çevirilerinin artmasına da neden olmuştur. Sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz bu durum, bir takım okuma ve anlama sıkıntılarını da beraberinde getirmiştir. Bazı meal okuyucuları, Kur'an'da gördükleri bir kelimenin her ayette anlamının aynı olmamasından dolayı bir takım ikilemlere düşmekte, ve kafalarında oluşan bazı sorulara cevap aramaktadır. Meallerin tefsir gibi geniş bir alanı olmaması, meale bağlı kalarak okuma yapanlarda daha fazla sorunun oluşmasına neden olduğu da bir gerçektir.
Bundan önceki bazı yazılarımızda, kelimelerin bağlı bulunduğu cümle içinden çekip çıkarılarak, cümleden kopuk olarak anlaşılmaya çalışılmasının bir takım sıkıntılara yol açacağı konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda Bakara s. 54. ve 85. ayetlerde geçen Nefisleri Öldürmek deyiminin üzerinde durmaya çalışacağız.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Eline ilk defa meal alarak okuyan veya ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne dikkat etmeyen bir kimsenin kafasında bu ayetleri okuduğu zaman, Allah bir ayette nefislerinizi öldürün derken, diğer ayette ise nefislerini öldürenlerin yanlış yaptığını söylüyor şeklinde bir istifhamın oluşması muhtemeldir.
Bu tür ayetler, bazı art niyetli kişilerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'da çelişki arayan yaman hafiyelerin !!!, bulduk zannettikleri çelişkiler gibi görünmektedir. Yazımızın bu tür kimseleri ikna etmek gibi bir amacı olmadığını hatırlatmak isteriz.
Her dilde olduğu gibi kelimeler Hakiki Anlam- Mecaz Anlam olarak tarif edilen anlamlara sahiptir. Bir kelimenin hangi anlama sahip olacağı, o kelimenin cümle içindeki bağlamından anlaşılabilir. Konumuz olan ayet böyle bir duruma örnek verebileceğimiz ayetlerden olup, aynı deyim bir ayette mecaz, diğer ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır.
Bakara s. 54. ayetinde geçen Nefislerinizi öldürün emrinin bulunduğu ayet, Bakara s. 51. ayetten başlayan bir bağlama sahiptir.
[002.051] Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (ilah) edinmiştiniz.
[002.052] sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki şükredecektiniz
[002.053] Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
Ayetleri bağlamını gözeterek okuduğumuzda, buzağıyı ilah edinmekle yapılan yanlıştan dönmenin tevbe etmek ile mümkün olacağını görmekteyiz. Nefislerinizi öldürün şeklindeki emir, hakiki anlamda bir öldürmekten değil, mecaz anlamda bir öldürmekten yani, Nefislerinizde mevcut olan sizi şirke götüren kötü duyguları öldürün anlamındadır. Meallerin bir çoğu zaten parantez açmak sureti ile, ayetin emrinin mecazi anlamda olduğuna işaret etmektedir.
Bakara s. 85. ayetinin ise, 83. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır.
[002.083] Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, salatı ayakta tutun, zekatı verin.» Sonra pek azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hala da dönüyorsunuz!
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.086] Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azabları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.
Bakara s. 54. ayetindeki nefislerin öldürülmesi emrinin mecaz olmasına karşın, 85. ayetteki nefislerini öldürülmesi, İsrailoğullarının birbirlerinin kanını dökmek sureti ile yaptıkları hakiki anlamda bir eylemdir. 84. ayete dikkat ettiğimizde Kanınızı dökmeyin şeklindeki emre isyan ederek, birbirlerinin kanını döktükleri, 85. ayetten anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; Kur'an'ın doğru anlaşılmasında bağlam ve bütünlük gözetmenin önemine dikkat çekmeye çalıştığımız, Bakara s. 54. ve 85. ayetlerindeki Nefisleri Öldürmek deyimi, 54. ayette mecaz anlamda, 85. ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. Bir kelimenin veya deyimin hakiki veya mecaz anlamlardan hangisine sahip olabileceğini anlamanın yolu, o kelime veya deyimi bağlı bulunduğu cümleden koparmak yolu ile değil, bağlı bulunduğu cümle, ayet, sure bütünlüğüne dikkat etmek sureti ile olacağı görülmektedir.
Bazı ayetler üzerinde ön yargıları kabul ettirmek şeklinde bir okuma yapanların vardıklarını zannettikleri sonuç, bazı kelime ve deyimleri bağlamından koparmak sureti ile gerçekleştirilmiş olduğu dikkate alındığında, bağlam ve bütünlük gözetilmesi daha fazla önem kazanmaktadır.
Bakara s. 54. ve 85. ayetlerinde geçen birbirine benzer deyimlerin aynı anlamda olmadığı, ayetlerin bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz asıl konu, bir kelime ve deyimin anlamının tek başına değil, bağlı olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabileceğidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bundan önceki bazı yazılarımızda, kelimelerin bağlı bulunduğu cümle içinden çekip çıkarılarak, cümleden kopuk olarak anlaşılmaya çalışılmasının bir takım sıkıntılara yol açacağı konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda Bakara s. 54. ve 85. ayetlerde geçen Nefisleri Öldürmek deyiminin üzerinde durmaya çalışacağız.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Eline ilk defa meal alarak okuyan veya ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne dikkat etmeyen bir kimsenin kafasında bu ayetleri okuduğu zaman, Allah bir ayette nefislerinizi öldürün derken, diğer ayette ise nefislerini öldürenlerin yanlış yaptığını söylüyor şeklinde bir istifhamın oluşması muhtemeldir.
Bu tür ayetler, bazı art niyetli kişilerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'da çelişki arayan yaman hafiyelerin !!!, bulduk zannettikleri çelişkiler gibi görünmektedir. Yazımızın bu tür kimseleri ikna etmek gibi bir amacı olmadığını hatırlatmak isteriz.
Her dilde olduğu gibi kelimeler Hakiki Anlam- Mecaz Anlam olarak tarif edilen anlamlara sahiptir. Bir kelimenin hangi anlama sahip olacağı, o kelimenin cümle içindeki bağlamından anlaşılabilir. Konumuz olan ayet böyle bir duruma örnek verebileceğimiz ayetlerden olup, aynı deyim bir ayette mecaz, diğer ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır.
Bakara s. 54. ayetinde geçen Nefislerinizi öldürün emrinin bulunduğu ayet, Bakara s. 51. ayetten başlayan bir bağlama sahiptir.
[002.051] Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler olarak onun arkasından buzağıyı (ilah) edinmiştiniz.
[002.052] sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki şükredecektiniz
[002.053] Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik, gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
Ayetleri bağlamını gözeterek okuduğumuzda, buzağıyı ilah edinmekle yapılan yanlıştan dönmenin tevbe etmek ile mümkün olacağını görmekteyiz. Nefislerinizi öldürün şeklindeki emir, hakiki anlamda bir öldürmekten değil, mecaz anlamda bir öldürmekten yani, Nefislerinizde mevcut olan sizi şirke götüren kötü duyguları öldürün anlamındadır. Meallerin bir çoğu zaten parantez açmak sureti ile, ayetin emrinin mecazi anlamda olduğuna işaret etmektedir.
Bakara s. 85. ayetinin ise, 83. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır.
[002.083] Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, salatı ayakta tutun, zekatı verin.» Sonra pek azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hala da dönüyorsunuz!
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.086] Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir, bu yüzden azabları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.
Bakara s. 54. ayetindeki nefislerin öldürülmesi emrinin mecaz olmasına karşın, 85. ayetteki nefislerini öldürülmesi, İsrailoğullarının birbirlerinin kanını dökmek sureti ile yaptıkları hakiki anlamda bir eylemdir. 84. ayete dikkat ettiğimizde Kanınızı dökmeyin şeklindeki emre isyan ederek, birbirlerinin kanını döktükleri, 85. ayetten anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; Kur'an'ın doğru anlaşılmasında bağlam ve bütünlük gözetmenin önemine dikkat çekmeye çalıştığımız, Bakara s. 54. ve 85. ayetlerindeki Nefisleri Öldürmek deyimi, 54. ayette mecaz anlamda, 85. ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. Bir kelimenin veya deyimin hakiki veya mecaz anlamlardan hangisine sahip olabileceğini anlamanın yolu, o kelime veya deyimi bağlı bulunduğu cümleden koparmak yolu ile değil, bağlı bulunduğu cümle, ayet, sure bütünlüğüne dikkat etmek sureti ile olacağı görülmektedir.
Bazı ayetler üzerinde ön yargıları kabul ettirmek şeklinde bir okuma yapanların vardıklarını zannettikleri sonuç, bazı kelime ve deyimleri bağlamından koparmak sureti ile gerçekleştirilmiş olduğu dikkate alındığında, bağlam ve bütünlük gözetilmesi daha fazla önem kazanmaktadır.
Bakara s. 54. ve 85. ayetlerinde geçen birbirine benzer deyimlerin aynı anlamda olmadığı, ayetlerin bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz asıl konu, bir kelime ve deyimin anlamının tek başına değil, bağlı olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabileceğidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
20 Mart 2017 Pazartesi
Kur'an Av Köpeğinin Nasıl Yetiştirileceğini Yazıyor mu? (Kur'an'da Namazı Bulamayanlara)
Yazımızın başlığını okuyanların Böyle soru mu olur, Kur'an'da böyle şeyler yazar mı? şeklinde itirazlarının olması gayet doğaldır. Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz, Kur'an içinden böyle bir sorunun cevabını aramak değil, Kur'an'da her şeyin teferruatlı olarak bildirildiği iddiası üzerinden, namazın Kur'an'da teferruatının bildirilmemiş olmasına dayanılarak,
Kur'an'da namaz yoktur iddiasının ortaya atılmasının, ne kadar tutarlı bir iddia olduğunu ele almaya çalışmaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: «Bütün temiz şeyler size helal kılındı.» Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
Maide s. 4. ayetinde, kendilerine neyin helal olduğunu soranlara verilen cevabın içindeki, "Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da" cümlesinde, Allah (c.c) nin insanlara av için köpek yetiştirmeyi öğrettiğini beyan etmiş olduğunu görmekteyiz.
Şimdi bu konuyu Kur'an'da her şey teferruatlı şekilde var diyen, namazın nasıl kılındığının Kur'an'da teferruatlı olarak anlatılmamış olduğundan yola çıkarak namazı ret eden, hatta bu ibadeti şirk olarak niteleyen, bazı kimselerin mantığı üzerinden incelemeye çalışalım.
Dikkat edilirse ayet içinde avcı köpekler için, Allah'ın size öğrettiği gibi ifadesi kullanılmaktadır. Bu kimselere bu öğretmenin teferruatının Kur'an'ın neresinde olduğu sorulacak olsa, haklı olarak böyle bir teferruatın olmadığı söyleyeceklerdir, zaten Kur'an'da böyle bir bilginin olması da beklenemez. Yine bu kimselere, Peki bu insanlar köpek eğitmeyi nasıl öğrendiler? diye soracak olsak, bu bilginin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğu, bu ayete ilk muhatap olan insanların, kendilerinden önce yaşamış insanların bilgi birikiminin bir sonucu olarak, avcı köpek yetiştirmeyi bildikleri söyleyecekler, ve bu söylediklerinde de kesinkes haklı olacaklardır.
Evet Kur'an'ın ilk muhatapları avcı köpek yetiştirmeyi, binlerce senedir devam eden insan neslinin tecrübi bilgiler sonucunda sahip olduğu ve ortak hafıza haline gelmiş bilgi birikimlerinin bir sonucu olarak bildikleri için, Kur'an avcı köpeklerin nasıl yetiştirileceği konusunda herhangi bir bilgi vermemiş, zaten böyle bir bilgiyi vermesi de beklenemezdi.
Kur'an 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inerken, bu insanlar yeryüzünde ilk olarak yaratılan, hiç bir şeyden habersiz yaşayan insanlar değildi. Bu insanlar binlerce yıldır yeryüzünde yaşayan insanlık ailesinin, Arap yarımadasında yaşayan fertleri idi. Bu insanların sahip oldukları bilgiler, kendilerinden önce yaşamış olan insanların, binlerce yıldır çeşitli evrelerden geçerek öğrendiği tecrübi bilgilerden başka bir şey değildi.
Av için köpek yetiştirmek, binlerce yıllık geçmişi olan insanlığın sahip olduğu tecrübi bilgilerden bir tanesi olup, Araplar da bu bilgiler yolu ile av köpeği yetiştirmeyi bilmekteydiler. Binlerce yıllık insanlık ailesinin fertleri olan Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara inen Kur'an içindeki bilgiler, bu insanların daha önce hiç duymadıkları, ilk defa Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen ayetler sayesinde öğrendikleri bilgiler hiç değildi.
Kur'an'da namaz olmadığı iddiası içinde olan kimselerin asıl sorunu, Kur'an'ın ne liği konusunda sahip oldukları bilgilerin problemli olmasıdır. Bu kimseler, Mekke ve Medine'de yaşayan insanların yeryüzünde yaşayan ilk insan topluluğu, Kur'an'ın insanlar için inen ilk kitap, Muhammed (a.s) ın ise ilk peygamber olduğu gibi bir düşünce içinde Kur'an'a yaklaşım sergiledikleri için, bazı konularda vardıkları sonuçların bir çoğu da bu yüzden problem arz etmektedir.
Böyle bir yaklaşım içinde Kur'an'ı okuyan bu kimselerde, bugün insanlar tarafından ifa edilen namaz ibadetinin detaylarının Kur'an içinde olması gerektiği zannı hakim olduğu için, namaz ibadetinin detaylarının Kur'an'da verilmemiş olmasının, böyle bir ibadetin Kur'an'ın emri olamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Bazı Kur'an ayetlerinin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda yanlış anlaşılması, bu kimselerin sahip oldukları kanıyı güçlendirdiğini zannetmelerine de sebep olmaktadır.
Enam s. 38. ayetinde BİZ KİTAP'TA HİÇ BİR ŞEYİ EKSİK BIRAKMADIK cümlesindeki KİTAP kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesi, bu kimselerin düştükleri en büyük yanılgılardan bir tanesidir. Bu ayet içindeki kitap kelimesinin Kur'an'ı işaret ettiğini düşünen kimseler, Demek ki bu kitapta hiç bir şey eksik değilmiş namaz anlatılmadığına göre öyleyse namaz diye bir şey de yoktur diyerek, büyük bir hataya düşmektedirler.
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, geçtiği ayet içinde anlamını bulan bir kelimedir. Bu kelime bazı yerlerde Kur'an'ı işaret etmesine rağmen, Kur'an içinde geçtiği bütün ayetlerde Kur'an anlamına gelmez. Enam s. 38. ayetinde geçen bu kelime, Allah (c.c) nin ilmini ifade etmekte, ve hiç bir şeyin bu ilmin dışında olmadığını ifade etmektedir.
Kur'an ilk defa yaşam sahasına inen insanlara hitap eden bir kitap olmadığı için, bu kitap içinde her şeyin detayını aramak doğru bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın eksiksiz olduğunu iddia etmek için bağlam ve bütünlük gözetmeden bir okuma yaparak eksik olmadığına dair delil bulduğunu zannetmek ise hiç doğru bir yaklaşım değildir.
Kur'an'ın namaz adı ile bildiğimiz ibadetin detaylarını vermemiş olmasının sebebi, bu ibadetin ilk defa Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara, Muhammed (a.s) a nazil olan Kur'an tarafından emredilmemiş olduğundan dolayıdır. Kur'an nazil olmadan önce bu ibadet, insanlar tarafından bilinen ve icra edilmekte idi. Bu ibadetteki asıl problem şekillerinde değil, kime karşı icra edileceğinde idi. Kur'an bu ibadetin icra ediliş şeklini vaz etmek için değil, Allah (c.c) dışındaki putlara karşı yapılmasından dolayı insanların şirk içine düştüklerini, bu ibadetin yapılması gereken tek ve yegane ilahın Allah (c.c) nin kendisi olduğunu yeniden hatırlatmak için gelmiştir.
Bu noktada, Bu ibadetin önceden bilindiğine ve icra edildiğine dair olan bilginin kaynağı nedir? sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Kur'an'da namazın olmadığını iddia edenler, bu ibadeti müşrik ibadeti olduğu gerekçesi ile ret ettiklerini öne sürmektedirler. Bu iddialarına sundukları delil ise, arkeolojik bulgularda ele geçen, namazın şekillerini icra eden insan heykelleridir. Salim bir akılla düşünen insan için bu heykeller, namazın insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair en büyük görsel delili teşkil etmektedirler. Arkeolojik bulgular ile Kur'an arasında bağ kurmasını iyi bilen bir kimse için, bu bulgular, namazı ret etmek için değil kabul etmek için delil olabilecek önemli bulgulardır.
Bizim namaz adı ile bildiğimiz ibadet şekilleri insanlığın tarih boyunca icra ettiği ritüellerden olup, asıl mesele onun şeklinde değil, bu şekilsel ibadetin kime karşı yapılması gerektiği noktasında, yani özünde düğümlenmektedir.
İnsan, fıtratında kendisinden yüce olduğuna inandığı varlığa karşı tazimde bulunmak gibi özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, tarihin bazı zamanlarında kendisinde bulunan bu özelliği nasıl kullanacağı yönünde sapmalar göstermiş, Allah (c.c) bu sapmalara karşı doğru olanı göstermek için tarih boyunca elçiler ve onlarla beraber kitaplar göndermek sureti ile yanlışlara karşı onları uyarmıştır.
Kur'an'ın nüzulü öncesi Mekke, bu sapmaların yaşandığı bir şehir olarak tarih sahnesinde yer alan şehirlerden birisidir. Kur'an bu şehirde yaşayan insanlara, içinde bulundukları şirk inancının onları nereye götüreceğini haber vermek sureti ile yanlışlarına karşı uyarmış, doğruları hatırlatmıştır. Bizim namaz olarak bildiğimiz, Kıyam-Rüku-Secde'den müteşekkil olan ritüel, Arap toplumunda insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olarak icra edilen ibadetlerden bir tanesidir.
Mekkeliler tarafından icra edilen bu ibadet, bilinen formları ile uygulanışı Allah'a değil, ona ortak koştukları putlara has kılınmak sureti ile şirk bulaştırılmış bir hale sokulmuş olmasından dolayı, Kur'an bu konu üzerinde yoğunlaşmış, insanların bu yanlıştan nasıl kurtulacaklarına dair bilgiler vermiştir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın yanlışlığı.
Bu hataları yaşamış bir insan olarak, Kur'an konusunda yaptığımız ilk yanlış, geleneğin hatalarına karşı çıkmakta kullandığımız argümanlar ve üsluptur. Yıllar önce elimize ilk Kur'an aldığımız zaman, Kur'an'ın anlattığı din ile, diğer kitapların anlattığı din arasındaki farkı gördüğümüzde, hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, geleneğe karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Yıllar geçtikten sonra, geleneğe karşı açtığımız bu savaşta stratejik hatalar yaptığımızı fark ederek, bu hataları telafi etmek yoluna gitmeye çalışmamıza rağmen, bizim tekrarladığımız hataların aynısının tekrarlandığını gördüğümüz için, bazı uyarılar yapmanın gerekli olduğuna inanmaktayız.
Gelenekteki din algısının yanlış olduğu düşüncesini aynen korumakta olduğumuzu hatırlatarak, Kur'an üzerine kuracağımız din algısının değişmesi gerektiği üzerinden yola çıkarak, bu kitabın önce ne ve nasıl bir kitap olduğu konusunda yeniden bir düşünce arayışlarına girdik. Geleneksel din anlayışının Kur'an'ın önüne geçirdiği kitaplara yönlenmeden bu kitabın doğru anlaşılmasının yolunun yine kendi içinde olduğunu gördük.
Yaptığımız ilk ve önemli hata, Kur'an'ın 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan, ve binlerce yıllık insanlık tarihinin fertleri olan bir topluluğa inmiş olduğu gerçeğini ıskalamış olmak idi. Geleneksel din algısını ret edelim derken nerede durulması gerektiği bilmeden, geçmişe ait önümüzde ne var ne yok süpürerek büyük bir hata içine girmiş olduk. Birde bunlara yaşadığımız hayat içinde gördüğümüz dindar bir hayat yaşayan, fakat dinleri onları kötülüklerden alıkoymamış Müslümanları gördüğümüzde, onlar gibi olmamak adına, bazı dini ritüelleri inkar etmeyi bir görev saymayı ilave edince her şey tamam oldu sandık.
Nazil olduğu toplumun yaşam gerçeklerini hesaba katmadan okunan bir Kur'an, bir çoğumuzu tatmin etmeyerek, deizme hatta ateizme kaymasına sebep oldu. Çünkü okuduğumuz kitabın hitap ettiği İlk Muhataplar olarak isimlendirebileceğimiz bir kitlesi vardı, ve ayetler önce bu kimselerin yaşadığı sosyokültürel ortam dikkate alınarak nazil olmuştu. Bu durumu dikkate almayan okumalar yapmamızın sonucunda Kur'an'da bir çok hata bularak !!! bu kitabı ret eden insanlara şahit olmanın acısını hala içimizdedir.
Kur'an'ın belirli kişiler tarafından anlaşılacağı iddiasına karşılık, bizlerin bu kitabı herkesin anlayacağı iddiası, dürüst ve samimi bir iddia olmasına rağmen, nasıl anlaşılacağı konusunda yaptığımız yöntem hataları, bugün namaz, oruç, hac, kıble gibi hayati kelimeler üzerinde tartışmalar yapmamızı beraberinde getirmiştir.
Kur'an'ın çağlar üstü tevhidi merkezli mesajı şayet doğru anlaşılmış olsaydı, bugün bunları tartışmak yerine insanların şirk batağından nasıl kurtulabileceğine dair çözümler üretmeye çalışarak, elçilerin yolunun yılmaz bir takipçisi olabilirdik.
Böyle bir öz eleştiriyi neden yapmak ihtiyacı duyduk?.
İnsanlar sahip oldukları bilgileri birbirlerinden öğrenerek hayat yolunda ilerlerler. Tecrübi Bilgi dediğimiz şey, insanların binlerce yıldır deneme yanılma yolu ile öğrendiği ve bir sonraki nesillere aktardıkları bilgidir. İnsanlar kendilerinden öncekilerin sahip oldukları bilgilerin üzerine ilaveler yaparak bugüne gelmişlerdir. Tekerleğin icadından itibaren başlayan ve binlerce yıldır süren insanlığın sahip olduğu bilgiler, bizleri bugüne getirmiştir. Bugün sahip olunan bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulmak sureti ile insanlar yeni bilgilere kavuşacak bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Bizde geçmişte yaşadığımız tecrübeleri aktarmaya çalışarak, bizim yaptığımız hataları başkalarının tekrarlamamasını amaçlayarak, Kur'an adına sahip olacağımız bilginin daha doğru nasıl elde edilebileceği konusundaki düşüncelerimizi elimizden geldiğince aktarmaya çalışmaktayız
Sonuç olarak; Kur'an'ın nazil olduğu sosyokültürel arka planın dikkate alınmamak sureti ile anlaşılmaya çalışılması, beraberinde bir takım yanlış çıkarımlara sebep olmuş, bu yanlışların başında ise, insanlığın kadim ibadeti olan namazın müşrik ibadeti olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu ibadetin müşrikler tarafından icra edilmesinin sebepleri eğer dikkatlice araştırılmış olsa idi, bu iddianın ne kadar tutarsız bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Kur'an nazil olduğu toplumdaki yanlış inançları doğruya kanalize etmek için inen bir kitap olduğuna göre, müşrikler tarafından icra edilen namazın nasıl doğru bir şekilde icra edileceğini de öğretmektedir.
Namazın şeklinin Kur'an'da tarif edilmemiş olmasının sebebi, bu ibadetin şeklen müşrikler tarafından önceden beri ifa ediliyor olmasındandır. Bu noktada asıl sorun namazın şirk bulaştırılmış olarak ifa ediliyor olmasındadır. Kur'an bu yanlışı düzelterek, şirk eylemi olarak icra edilen bir ritüeli tevhit eylemi haline çevirmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an'da namaz yoktur iddiasının ortaya atılmasının, ne kadar tutarlı bir iddia olduğunu ele almaya çalışmaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: «Bütün temiz şeyler size helal kılındı.» Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
Maide s. 4. ayetinde, kendilerine neyin helal olduğunu soranlara verilen cevabın içindeki, "Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da" cümlesinde, Allah (c.c) nin insanlara av için köpek yetiştirmeyi öğrettiğini beyan etmiş olduğunu görmekteyiz.
Şimdi bu konuyu Kur'an'da her şey teferruatlı şekilde var diyen, namazın nasıl kılındığının Kur'an'da teferruatlı olarak anlatılmamış olduğundan yola çıkarak namazı ret eden, hatta bu ibadeti şirk olarak niteleyen, bazı kimselerin mantığı üzerinden incelemeye çalışalım.
Dikkat edilirse ayet içinde avcı köpekler için, Allah'ın size öğrettiği gibi ifadesi kullanılmaktadır. Bu kimselere bu öğretmenin teferruatının Kur'an'ın neresinde olduğu sorulacak olsa, haklı olarak böyle bir teferruatın olmadığı söyleyeceklerdir, zaten Kur'an'da böyle bir bilginin olması da beklenemez. Yine bu kimselere, Peki bu insanlar köpek eğitmeyi nasıl öğrendiler? diye soracak olsak, bu bilginin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğu, bu ayete ilk muhatap olan insanların, kendilerinden önce yaşamış insanların bilgi birikiminin bir sonucu olarak, avcı köpek yetiştirmeyi bildikleri söyleyecekler, ve bu söylediklerinde de kesinkes haklı olacaklardır.
Evet Kur'an'ın ilk muhatapları avcı köpek yetiştirmeyi, binlerce senedir devam eden insan neslinin tecrübi bilgiler sonucunda sahip olduğu ve ortak hafıza haline gelmiş bilgi birikimlerinin bir sonucu olarak bildikleri için, Kur'an avcı köpeklerin nasıl yetiştirileceği konusunda herhangi bir bilgi vermemiş, zaten böyle bir bilgiyi vermesi de beklenemezdi.
Kur'an 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inerken, bu insanlar yeryüzünde ilk olarak yaratılan, hiç bir şeyden habersiz yaşayan insanlar değildi. Bu insanlar binlerce yıldır yeryüzünde yaşayan insanlık ailesinin, Arap yarımadasında yaşayan fertleri idi. Bu insanların sahip oldukları bilgiler, kendilerinden önce yaşamış olan insanların, binlerce yıldır çeşitli evrelerden geçerek öğrendiği tecrübi bilgilerden başka bir şey değildi.
Av için köpek yetiştirmek, binlerce yıllık geçmişi olan insanlığın sahip olduğu tecrübi bilgilerden bir tanesi olup, Araplar da bu bilgiler yolu ile av köpeği yetiştirmeyi bilmekteydiler. Binlerce yıllık insanlık ailesinin fertleri olan Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara inen Kur'an içindeki bilgiler, bu insanların daha önce hiç duymadıkları, ilk defa Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen ayetler sayesinde öğrendikleri bilgiler hiç değildi.
Kur'an'da namaz olmadığı iddiası içinde olan kimselerin asıl sorunu, Kur'an'ın ne liği konusunda sahip oldukları bilgilerin problemli olmasıdır. Bu kimseler, Mekke ve Medine'de yaşayan insanların yeryüzünde yaşayan ilk insan topluluğu, Kur'an'ın insanlar için inen ilk kitap, Muhammed (a.s) ın ise ilk peygamber olduğu gibi bir düşünce içinde Kur'an'a yaklaşım sergiledikleri için, bazı konularda vardıkları sonuçların bir çoğu da bu yüzden problem arz etmektedir.
Böyle bir yaklaşım içinde Kur'an'ı okuyan bu kimselerde, bugün insanlar tarafından ifa edilen namaz ibadetinin detaylarının Kur'an içinde olması gerektiği zannı hakim olduğu için, namaz ibadetinin detaylarının Kur'an'da verilmemiş olmasının, böyle bir ibadetin Kur'an'ın emri olamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Bazı Kur'an ayetlerinin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda yanlış anlaşılması, bu kimselerin sahip oldukları kanıyı güçlendirdiğini zannetmelerine de sebep olmaktadır.
Enam s. 38. ayetinde BİZ KİTAP'TA HİÇ BİR ŞEYİ EKSİK BIRAKMADIK cümlesindeki KİTAP kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesi, bu kimselerin düştükleri en büyük yanılgılardan bir tanesidir. Bu ayet içindeki kitap kelimesinin Kur'an'ı işaret ettiğini düşünen kimseler, Demek ki bu kitapta hiç bir şey eksik değilmiş namaz anlatılmadığına göre öyleyse namaz diye bir şey de yoktur diyerek, büyük bir hataya düşmektedirler.
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, geçtiği ayet içinde anlamını bulan bir kelimedir. Bu kelime bazı yerlerde Kur'an'ı işaret etmesine rağmen, Kur'an içinde geçtiği bütün ayetlerde Kur'an anlamına gelmez. Enam s. 38. ayetinde geçen bu kelime, Allah (c.c) nin ilmini ifade etmekte, ve hiç bir şeyin bu ilmin dışında olmadığını ifade etmektedir.
Kur'an ilk defa yaşam sahasına inen insanlara hitap eden bir kitap olmadığı için, bu kitap içinde her şeyin detayını aramak doğru bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın eksiksiz olduğunu iddia etmek için bağlam ve bütünlük gözetmeden bir okuma yaparak eksik olmadığına dair delil bulduğunu zannetmek ise hiç doğru bir yaklaşım değildir.
Kur'an'ın namaz adı ile bildiğimiz ibadetin detaylarını vermemiş olmasının sebebi, bu ibadetin ilk defa Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara, Muhammed (a.s) a nazil olan Kur'an tarafından emredilmemiş olduğundan dolayıdır. Kur'an nazil olmadan önce bu ibadet, insanlar tarafından bilinen ve icra edilmekte idi. Bu ibadetteki asıl problem şekillerinde değil, kime karşı icra edileceğinde idi. Kur'an bu ibadetin icra ediliş şeklini vaz etmek için değil, Allah (c.c) dışındaki putlara karşı yapılmasından dolayı insanların şirk içine düştüklerini, bu ibadetin yapılması gereken tek ve yegane ilahın Allah (c.c) nin kendisi olduğunu yeniden hatırlatmak için gelmiştir.
Bu noktada, Bu ibadetin önceden bilindiğine ve icra edildiğine dair olan bilginin kaynağı nedir? sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Kur'an'da namazın olmadığını iddia edenler, bu ibadeti müşrik ibadeti olduğu gerekçesi ile ret ettiklerini öne sürmektedirler. Bu iddialarına sundukları delil ise, arkeolojik bulgularda ele geçen, namazın şekillerini icra eden insan heykelleridir. Salim bir akılla düşünen insan için bu heykeller, namazın insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair en büyük görsel delili teşkil etmektedirler. Arkeolojik bulgular ile Kur'an arasında bağ kurmasını iyi bilen bir kimse için, bu bulgular, namazı ret etmek için değil kabul etmek için delil olabilecek önemli bulgulardır.
Bizim namaz adı ile bildiğimiz ibadet şekilleri insanlığın tarih boyunca icra ettiği ritüellerden olup, asıl mesele onun şeklinde değil, bu şekilsel ibadetin kime karşı yapılması gerektiği noktasında, yani özünde düğümlenmektedir.
İnsan, fıtratında kendisinden yüce olduğuna inandığı varlığa karşı tazimde bulunmak gibi özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, tarihin bazı zamanlarında kendisinde bulunan bu özelliği nasıl kullanacağı yönünde sapmalar göstermiş, Allah (c.c) bu sapmalara karşı doğru olanı göstermek için tarih boyunca elçiler ve onlarla beraber kitaplar göndermek sureti ile yanlışlara karşı onları uyarmıştır.
Kur'an'ın nüzulü öncesi Mekke, bu sapmaların yaşandığı bir şehir olarak tarih sahnesinde yer alan şehirlerden birisidir. Kur'an bu şehirde yaşayan insanlara, içinde bulundukları şirk inancının onları nereye götüreceğini haber vermek sureti ile yanlışlarına karşı uyarmış, doğruları hatırlatmıştır. Bizim namaz olarak bildiğimiz, Kıyam-Rüku-Secde'den müteşekkil olan ritüel, Arap toplumunda insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olarak icra edilen ibadetlerden bir tanesidir.
Mekkeliler tarafından icra edilen bu ibadet, bilinen formları ile uygulanışı Allah'a değil, ona ortak koştukları putlara has kılınmak sureti ile şirk bulaştırılmış bir hale sokulmuş olmasından dolayı, Kur'an bu konu üzerinde yoğunlaşmış, insanların bu yanlıştan nasıl kurtulacaklarına dair bilgiler vermiştir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın yanlışlığı.
Bu hataları yaşamış bir insan olarak, Kur'an konusunda yaptığımız ilk yanlış, geleneğin hatalarına karşı çıkmakta kullandığımız argümanlar ve üsluptur. Yıllar önce elimize ilk Kur'an aldığımız zaman, Kur'an'ın anlattığı din ile, diğer kitapların anlattığı din arasındaki farkı gördüğümüzde, hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, geleneğe karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Yıllar geçtikten sonra, geleneğe karşı açtığımız bu savaşta stratejik hatalar yaptığımızı fark ederek, bu hataları telafi etmek yoluna gitmeye çalışmamıza rağmen, bizim tekrarladığımız hataların aynısının tekrarlandığını gördüğümüz için, bazı uyarılar yapmanın gerekli olduğuna inanmaktayız.
Gelenekteki din algısının yanlış olduğu düşüncesini aynen korumakta olduğumuzu hatırlatarak, Kur'an üzerine kuracağımız din algısının değişmesi gerektiği üzerinden yola çıkarak, bu kitabın önce ne ve nasıl bir kitap olduğu konusunda yeniden bir düşünce arayışlarına girdik. Geleneksel din anlayışının Kur'an'ın önüne geçirdiği kitaplara yönlenmeden bu kitabın doğru anlaşılmasının yolunun yine kendi içinde olduğunu gördük.
Yaptığımız ilk ve önemli hata, Kur'an'ın 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan, ve binlerce yıllık insanlık tarihinin fertleri olan bir topluluğa inmiş olduğu gerçeğini ıskalamış olmak idi. Geleneksel din algısını ret edelim derken nerede durulması gerektiği bilmeden, geçmişe ait önümüzde ne var ne yok süpürerek büyük bir hata içine girmiş olduk. Birde bunlara yaşadığımız hayat içinde gördüğümüz dindar bir hayat yaşayan, fakat dinleri onları kötülüklerden alıkoymamış Müslümanları gördüğümüzde, onlar gibi olmamak adına, bazı dini ritüelleri inkar etmeyi bir görev saymayı ilave edince her şey tamam oldu sandık.
Nazil olduğu toplumun yaşam gerçeklerini hesaba katmadan okunan bir Kur'an, bir çoğumuzu tatmin etmeyerek, deizme hatta ateizme kaymasına sebep oldu. Çünkü okuduğumuz kitabın hitap ettiği İlk Muhataplar olarak isimlendirebileceğimiz bir kitlesi vardı, ve ayetler önce bu kimselerin yaşadığı sosyokültürel ortam dikkate alınarak nazil olmuştu. Bu durumu dikkate almayan okumalar yapmamızın sonucunda Kur'an'da bir çok hata bularak !!! bu kitabı ret eden insanlara şahit olmanın acısını hala içimizdedir.
Kur'an'ın belirli kişiler tarafından anlaşılacağı iddiasına karşılık, bizlerin bu kitabı herkesin anlayacağı iddiası, dürüst ve samimi bir iddia olmasına rağmen, nasıl anlaşılacağı konusunda yaptığımız yöntem hataları, bugün namaz, oruç, hac, kıble gibi hayati kelimeler üzerinde tartışmalar yapmamızı beraberinde getirmiştir.
Kur'an'ın çağlar üstü tevhidi merkezli mesajı şayet doğru anlaşılmış olsaydı, bugün bunları tartışmak yerine insanların şirk batağından nasıl kurtulabileceğine dair çözümler üretmeye çalışarak, elçilerin yolunun yılmaz bir takipçisi olabilirdik.
Böyle bir öz eleştiriyi neden yapmak ihtiyacı duyduk?.
İnsanlar sahip oldukları bilgileri birbirlerinden öğrenerek hayat yolunda ilerlerler. Tecrübi Bilgi dediğimiz şey, insanların binlerce yıldır deneme yanılma yolu ile öğrendiği ve bir sonraki nesillere aktardıkları bilgidir. İnsanlar kendilerinden öncekilerin sahip oldukları bilgilerin üzerine ilaveler yaparak bugüne gelmişlerdir. Tekerleğin icadından itibaren başlayan ve binlerce yıldır süren insanlığın sahip olduğu bilgiler, bizleri bugüne getirmiştir. Bugün sahip olunan bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulmak sureti ile insanlar yeni bilgilere kavuşacak bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Bizde geçmişte yaşadığımız tecrübeleri aktarmaya çalışarak, bizim yaptığımız hataları başkalarının tekrarlamamasını amaçlayarak, Kur'an adına sahip olacağımız bilginin daha doğru nasıl elde edilebileceği konusundaki düşüncelerimizi elimizden geldiğince aktarmaya çalışmaktayız
Sonuç olarak; Kur'an'ın nazil olduğu sosyokültürel arka planın dikkate alınmamak sureti ile anlaşılmaya çalışılması, beraberinde bir takım yanlış çıkarımlara sebep olmuş, bu yanlışların başında ise, insanlığın kadim ibadeti olan namazın müşrik ibadeti olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu ibadetin müşrikler tarafından icra edilmesinin sebepleri eğer dikkatlice araştırılmış olsa idi, bu iddianın ne kadar tutarsız bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Kur'an nazil olduğu toplumdaki yanlış inançları doğruya kanalize etmek için inen bir kitap olduğuna göre, müşrikler tarafından icra edilen namazın nasıl doğru bir şekilde icra edileceğini de öğretmektedir.
Namazın şeklinin Kur'an'da tarif edilmemiş olmasının sebebi, bu ibadetin şeklen müşrikler tarafından önceden beri ifa ediliyor olmasındandır. Bu noktada asıl sorun namazın şirk bulaştırılmış olarak ifa ediliyor olmasındadır. Kur'an bu yanlışı düzelterek, şirk eylemi olarak icra edilen bir ritüeli tevhit eylemi haline çevirmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Mart 2017 Pazar
BORÇLU YAŞAM: Fertlerin ve Toplumların Yeni Helak Sebebi
Yolun doğru olması anlamına gelen El Kasdu kelimesinden türemiş olan İKTİSAD , ifrat ve tefrit, israf ve cimrilik arasında bir harcama yolu tutturmak anlamına gelmekte, kişi ve toplumların ayakta kalabilmesi bakımından düşündüğümüzde, yaşayan her kişi ve toplumlar için hayati öneme sahip olan bir kelimedir.İsra s. 29. ayetinde verilen yaşam ölçüsü, kişi ve toplumların hayatlarının her safhasında dikkate almaları gereken bir düstur olarak tüm zamanlara mesajlar taşımaktadır.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.
Kişinin geliri ve gideri arasında denklik kurmak sureti ile, bütçesini gelirine göre ayarlaması, İsra s. 29. ayetinde haber verilen duruma düşmemesi anlamına gelecektir. Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların yıkıma uğraması ise toplumsal bir yasa, yani Sünnetullahtır.
Kur'an kıssalarını okuduğumuzda, bu kıssalarda kendilerine gelen elçileri ret eden bazı kavimlerin helak edildiklerini görmekteyiz. Helak edilen bu kavimlerin helak ediliş biçimlerini dikkate alarak yapılan kıssa okumalarında, bu helaklerin bugün de devam edip etmediği konusu tartışılmakta, bir kısım insan helakin devam eden bir süreç olmadığını iddia etmektedir.
Halbuki yapılan okumalarda, kavimlerin nasıl helak edildiklerinin değil , NEDEN HELAK EDİLDİKLERİ dikkate alınmış olsaydı, bu tartışmanın ne kadar gereksiz olduğu anlaşılır, kavimlerin helaki ile toplumsal yasaların (Sünnetullah) bağı kurulur, bu yasalarda değişme olmadığı dikkate alındığında ise, helakin devam eden bir süreç olduğu anlaşılarak bu helaktan kurtulmanın çareleri aranabilirdi.
Çağdaş dünya insanını bekleyen yeni helak biçimi İKTİSADİ HELAK
Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların, yaptıkları hatalar sonucunda yıkıma uğramalarının evrensel bir yasa olduğu, yaşadığımız ülkedeki bazı ekonomik verilere bakıldığında açık seçik görülmektedir. Bu iddiamızın ne kadar gerçekçi olduğu, ülkede kaç milyon kişinin kredi kartı taşıdığı, kaç milyon kişinin kredi kartı borçlusu olduğu, kaç kişinin bankalara borçlu olduğu, kaç kişinin hakkında bankalar tarafından haciz işlemi başlatıldığı, kaç ailenin ekonomik meseleler yüzünden dağıldığı, kaç kişinin kredi kartı borcunu ödemek için hırsızlık yaparken yakalandığı, kaç kişinin borç yüzünden fuhşa sürüklendiği dikkate alındığında, bugün içinde bulunduğumuz durumun adı, İKTİSADİ HELAKtan başka bir deyim ile izah edilemez.
Ülke insanının önce nasıl bu hale geldiğini tespit etmek, bu halden nasıl çıkılabileceğinin de yolunu gösterecektir.
Bankalar bilindiği üzere para alım satımı yapan, yaptıkları bu alım satımlar üzerinden faiz alan ve faiz veren kuruluşlardır. Her kuruluş gibi bankalarda ayakta kalabilmek için, para alış verişi yapmak ve faiz yolu ile kar etmek zorundadırlar. Allah (c.c) nin faizi haram kılmış olduğu her Müslüman tarafından bilinmekte olup, bankalar tarafından yapılan para alış verişi, İslam açısından bakıldığında meşru bir kazanç şekli değildir. Bazı Müslümanlar tarafından ortaya atılan banka faizinin haram olmadığı yönündeki düşüncelerin, haramı helal yapmaya yönelik yasağı delme çabalarının bir ürünü olduğunu burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.
Kapitalist sistemin mabetleri olarak nitelenebilecek olan bankaların ayakta kalması, bu bankalar ile para alış verişi yolu ile ilişki kuracak olan insan sayısının çokluğuyla yakından alakalıdır. Bankaların, kendileri ile ilişki kuracak insan sayısını çoğaltarak, insanların onlardan para almasını sağlamak için bir takım yollara başvurduğu da bilinen bir gerçektir.
İnsanların Allah (c.c) tarafından Geçici bir oyalanma olarak tabir edilen dünya hayatına olan aşırı ilgileri, onların Dünya Malı olarak özetleyebileceğimiz şeylere olan isteklerini de artırmıştır.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Savurganlığı ve cimriliği yasaklayan bir dinin mensubu olarak, yaşamlarına daha fazla dikkat etmeleri gereken Müslümanların bir kısmı, maalesef dünyevileşmenin getirdiği hayat tarzını benimsemiş, lüks ve israf konusunda başkaları ile yarış haline girmiştir. Lüks ve israfa dayanan bir yaşamı tercih edenler için para, haliyle en çok ihtiyaç duyulan bir madde haline gelecektir. Bu ihtiyacın karşılanması için ise bankalar hazır beklemekte, para ihtiyacı olanların yardımına koşmak için!! her an fırsat kollamaktadırlar.
Bankaların kredi reklamları ile aldanan insanlar, bu krediler ile diğer insanlardan aşağı kalmamak için tatile koşmakta, arabasını veya telefonunu yenilemekte, aldıkları kredi ile bir kaç hafta tatil yaparak, aldıkları yeni araba ve yeni telefonu ile dostlarına karşı övünen insanlar, aldıkları krediyi ödemek için bütün yıl borç ödeyerek, gelecek senenin tatil hayalini veya çıkacak olan yeni model telefonun veya arabanın hayalini kurmaktadırlar.
Reklam yolu ile algı üreterek insanların rahat, kolay, çağdaş yaşamlarını sağlamak için onlara en kolay biçimde krediler vermek için yarışan bankalara boynunu kaptıranlar için, artık çağdaş bir kölelik devri başlamıştır. Maaşını almak için bankamatiklere gelen bir çok kişinin, maaşını aldıktan sonra yaptıkları ilk işleri, aylık kredi kartı borçlarını ödemek olmaktadır. Maaşını alarak kredi kartı borcunu ödeyebilenler bir bakıma şanslı sayılmaktadır. Kredi kartı borcu olup ta, onu ödemek için para bulamayanları ise daha kötü ve zor günler beklemektedir.
Bugün artık kölelik farklı bir şekle bürünerek işlevini sürdürmektedir. Bankaların süslü ve boyalı reklamlarına aldanarak, ihtiyaçları olmadığı halde, başkalarına özenerek lüks ve ihtişamlı bir hayat sürmek isteyenler bankaların kapılarını aşındırmakta, onlarda aldıkları faizli kredileri ödemek için kazançlarını bankalara ipotek ettirmektedirler.
HARCAMALAR KAZANILACAK PARADAN DEĞİL KAZANILMIŞ PARADAN YAPILMALIDIR.
İnsanların iktisadi hayatlarının bozulmasının en önemli sebebi, onların kazandıkları parayı değil, kazanacakları paraya harcamalarıdır. Kazanmadıkları para üzerinden borçlanan insanlar, bazı nedenlerden işlerini kaybettikleri zaman onları artık daha zor günler beklemektedir. Geçmişte kazanarak biriktirdiği parayı değil, gelecekte kazanacağı parayı harcayarak borçlanan insanların bütün hayatı bankalar tarafından ipotek altına alınarak bir nevi köle durumuna sokularak geçmektedir.
Gelir gider dengesini tutturmak devletler için de hayati derecede önemlidir. Gelirleri ile giderleri arasındaki dengeyi sağlayamayarak bütçe açığı veren ülkeler, bu açığı borç almak yolu ile kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Diğer ülkelerden borç alarak, bütçe açıklarını kapatmaya çalışan ülkeler, borç aldıkları ülkelere mahkum durumda kalarak, onların boyunduruğu altına girerek, emirlerini tatbik etmek zorunda kalmaktadırlar.
Aldıkları borçları ödemekte sıkıntı çeken devletler, bazı kuruluşlarını satarak elde ettikleri gelir ile borçlarını kapatmak yolunu seçmektedirler. Bu devletlerin sattıkları kurumları alanlar ise, borç aldıkları zengin ülkelerin şirketleri olduğunu dikkate aldığımızda, ülkelerin işgalinin artık askeri yolla değil, ekonomik yolla gerçekleştirildiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Güçlü ülkeler, kendilerinden güçsüz olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek için askeri yönteme ek olarak Ekonomik işgal yöntemine başvurmakta, bu yöntem ise, hem sömüren ülke hem de sömürülen ülke tarafından daha kolay bir şekilde gerçekleşmektedir.
Türkiye'nin I.M.F adı ile bildiğimiz kuruluştan borç almak zorunda kaldığı zamanlarda, bu kuruluş vereceği borcu nasıl kullanmamız gerektiğini bize dikte eder, eğer kabul edersek borcu verir ve emirlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol ederdi. Verdiği borcun kalkınmamızı sağlayacak şekilde kullanılmaması, bu kuruluşun ilk emri olduğunu o günleri hatırlayanlar çok iyi bilecektir. Çünkü I.M.F adlı kuruluşun verdiği borç eğer ülke kalkınmasında kullanılacak olursa, ülke bu kuruluştan borç almak zorunda kalmayacak, dolayısı ile bu kuruluşlar ülkemiz sömürülerini gerçekleştirmekte zorluğa düşeceklerdir.
BORÇ YİĞİDİN KAMÇISI DEĞİL YİĞİDE VURULAN BİR PRANGADIR.
İnsanlar ve devletler için asıl olan borçsuz bir yaşam olup, borcu olmayan kişi ve devletler, kimseye karşı boyun eğmek zorunda kalmayacaktır. İnsanların ekonomik yönden felakete sürüklenmesinin sebebi, onların lüks tüketim için bankalardan aldıkları faizli krediler olduğuna göre, bu felakete uğramamak için İhtiyaç kredisi adı altında verdikleri, aslında lüks tüketimi artırmak amaçlı olarak alınan kredi alış verişini kesmek zorundadırlar. Bankalara mahkum kalmamak için ise, kazanacağımız paradan değil, kazandığımız paradan harcamak yoluna gitmek tek çıkar yoldur.
[020.131] Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.
Bizden daha üst gelir gurubuna mensup insanların yaşam tarzlarına özenerek onlar gibi yaşamak arzusu, insanların iktisadi dengelerinin bozulmasına sebep olan en büyük etkendir. Herkes kazandığının kendisine sağladığı yaşam tarzına razı gelen bir yaşam sürecek olsa, borç almaya kimsenin ihtiyacı olmayacağı gibi, bankalara kölelik gibi bir durum da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Bankalar tarafından yapılan reklamlar, maalesef insanların borçlu olarak yaşaması gerektiğini, onların şuur altlarına işleyen algı operasyonları olup, asıl olan borçsuz bir yaşam olması gerekirken, bankalar bu durumu ters çevirerek borçlu yaşamı insanlara empoze etmekte, borçsuz bir insanı, hele hele kredi kartı olmayan bir insanı, çağ dışı kalmış yabani bir insan gibi göstermek sureti ile, insanları kurdukları bu tuzaklara düşürmektedirler.
Bankalar para satmayı esas alan kuruluşlar olup, bütün amaçları insanlara faiz karşılığı para satarak kar etmektir. Bu amaçlarına ulaşmak için her yolu meşru gören bu kuruluşların, insanların gözlerini boyamak sureti ile sundukları tuzaklara aldananların düştükleri acı durumlara bir çoğumuz şahit olmaktadır.
Müslüman olmanın verdiği şuuru hayata yansıtmak demek, kapitalist sistemin çarkları arasında ezilmeyi ret etmek demek anlamındadır. Bu sistem kendisini yaşatmak için, tüketime dayalı bir yaşam tarzını insanlara sunmakta, bu yaşam tarzının İslami literatürdeki adı ise İSRAFtır. İsrafı yaşam tarzı seçenlerin akıbeti ise, İsra s. 29. ayetinde belirtildiği üzere, dünya hayatında zelil bir duruma düşmektir.
Müslüman olmak demek, dünya malının geçici hevesine kapılmadan ahireti unutmamak şartı ile dünya hayatını yaşamaktır. Her insan güzel giyinmek, iyi yaşamak, güzel evlerde oturmak ve güzel arabalara binmek ister, ancak bu isteklerine meşru yoldan ulaşmak gerektiğini de çok iyi bilir. Onda var bende niye yok diyerek, başkalarına özenen hayatların sonu maalesef hüsran ile sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak; Helak, Allah (c.c) nin emirleri doğrultusunda yaşamamanın getirdiği bir sonuç olup, kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir. Yaşadığımız dünya içindeki helak biçimlerinden birisi, iktisadi dengeyi sağlamamaktan ötürü kişilerin ve devletlerin borçlanmak sureti ile çöküntüye uğraması, böylelikle borç aldıkları banka ve devletlere köle durumuna düşmeleri şeklinde gerçekleşmektedir.
Kişilerin ve devletlerin iktisadi dengeyi sağlayarak köle durumuna düşmemeleri, Allah (c.c) nin önerdiği yaşam kurallarına uymak ile gerçekleşecektir. Banka adı ile insanlara hizmet verdiğini iddia edenler, bu hizmeti!!! insanların iliklerine kadar sömürerek, onları kendilerine köle haline düşürmek ile yapmaktadırlar.
Bankalara köle olmamanın yolu, onların insanların şuur altlarına işledikleri lüks tüketime rağbet etmeyerek, dengeli bir yaşam sürmek ile gerçekleşecektir.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.
Kişinin geliri ve gideri arasında denklik kurmak sureti ile, bütçesini gelirine göre ayarlaması, İsra s. 29. ayetinde haber verilen duruma düşmemesi anlamına gelecektir. Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların yıkıma uğraması ise toplumsal bir yasa, yani Sünnetullahtır.
Kur'an kıssalarını okuduğumuzda, bu kıssalarda kendilerine gelen elçileri ret eden bazı kavimlerin helak edildiklerini görmekteyiz. Helak edilen bu kavimlerin helak ediliş biçimlerini dikkate alarak yapılan kıssa okumalarında, bu helaklerin bugün de devam edip etmediği konusu tartışılmakta, bir kısım insan helakin devam eden bir süreç olmadığını iddia etmektedir.
Halbuki yapılan okumalarda, kavimlerin nasıl helak edildiklerinin değil , NEDEN HELAK EDİLDİKLERİ dikkate alınmış olsaydı, bu tartışmanın ne kadar gereksiz olduğu anlaşılır, kavimlerin helaki ile toplumsal yasaların (Sünnetullah) bağı kurulur, bu yasalarda değişme olmadığı dikkate alındığında ise, helakin devam eden bir süreç olduğu anlaşılarak bu helaktan kurtulmanın çareleri aranabilirdi.
Çağdaş dünya insanını bekleyen yeni helak biçimi İKTİSADİ HELAK
Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların, yaptıkları hatalar sonucunda yıkıma uğramalarının evrensel bir yasa olduğu, yaşadığımız ülkedeki bazı ekonomik verilere bakıldığında açık seçik görülmektedir. Bu iddiamızın ne kadar gerçekçi olduğu, ülkede kaç milyon kişinin kredi kartı taşıdığı, kaç milyon kişinin kredi kartı borçlusu olduğu, kaç kişinin bankalara borçlu olduğu, kaç kişinin hakkında bankalar tarafından haciz işlemi başlatıldığı, kaç ailenin ekonomik meseleler yüzünden dağıldığı, kaç kişinin kredi kartı borcunu ödemek için hırsızlık yaparken yakalandığı, kaç kişinin borç yüzünden fuhşa sürüklendiği dikkate alındığında, bugün içinde bulunduğumuz durumun adı, İKTİSADİ HELAKtan başka bir deyim ile izah edilemez.
Ülke insanının önce nasıl bu hale geldiğini tespit etmek, bu halden nasıl çıkılabileceğinin de yolunu gösterecektir.
Bankalar bilindiği üzere para alım satımı yapan, yaptıkları bu alım satımlar üzerinden faiz alan ve faiz veren kuruluşlardır. Her kuruluş gibi bankalarda ayakta kalabilmek için, para alış verişi yapmak ve faiz yolu ile kar etmek zorundadırlar. Allah (c.c) nin faizi haram kılmış olduğu her Müslüman tarafından bilinmekte olup, bankalar tarafından yapılan para alış verişi, İslam açısından bakıldığında meşru bir kazanç şekli değildir. Bazı Müslümanlar tarafından ortaya atılan banka faizinin haram olmadığı yönündeki düşüncelerin, haramı helal yapmaya yönelik yasağı delme çabalarının bir ürünü olduğunu burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.
Kapitalist sistemin mabetleri olarak nitelenebilecek olan bankaların ayakta kalması, bu bankalar ile para alış verişi yolu ile ilişki kuracak olan insan sayısının çokluğuyla yakından alakalıdır. Bankaların, kendileri ile ilişki kuracak insan sayısını çoğaltarak, insanların onlardan para almasını sağlamak için bir takım yollara başvurduğu da bilinen bir gerçektir.
İnsanların Allah (c.c) tarafından Geçici bir oyalanma olarak tabir edilen dünya hayatına olan aşırı ilgileri, onların Dünya Malı olarak özetleyebileceğimiz şeylere olan isteklerini de artırmıştır.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Savurganlığı ve cimriliği yasaklayan bir dinin mensubu olarak, yaşamlarına daha fazla dikkat etmeleri gereken Müslümanların bir kısmı, maalesef dünyevileşmenin getirdiği hayat tarzını benimsemiş, lüks ve israf konusunda başkaları ile yarış haline girmiştir. Lüks ve israfa dayanan bir yaşamı tercih edenler için para, haliyle en çok ihtiyaç duyulan bir madde haline gelecektir. Bu ihtiyacın karşılanması için ise bankalar hazır beklemekte, para ihtiyacı olanların yardımına koşmak için!! her an fırsat kollamaktadırlar.
Bankaların kredi reklamları ile aldanan insanlar, bu krediler ile diğer insanlardan aşağı kalmamak için tatile koşmakta, arabasını veya telefonunu yenilemekte, aldıkları kredi ile bir kaç hafta tatil yaparak, aldıkları yeni araba ve yeni telefonu ile dostlarına karşı övünen insanlar, aldıkları krediyi ödemek için bütün yıl borç ödeyerek, gelecek senenin tatil hayalini veya çıkacak olan yeni model telefonun veya arabanın hayalini kurmaktadırlar.
Reklam yolu ile algı üreterek insanların rahat, kolay, çağdaş yaşamlarını sağlamak için onlara en kolay biçimde krediler vermek için yarışan bankalara boynunu kaptıranlar için, artık çağdaş bir kölelik devri başlamıştır. Maaşını almak için bankamatiklere gelen bir çok kişinin, maaşını aldıktan sonra yaptıkları ilk işleri, aylık kredi kartı borçlarını ödemek olmaktadır. Maaşını alarak kredi kartı borcunu ödeyebilenler bir bakıma şanslı sayılmaktadır. Kredi kartı borcu olup ta, onu ödemek için para bulamayanları ise daha kötü ve zor günler beklemektedir.
Bugün artık kölelik farklı bir şekle bürünerek işlevini sürdürmektedir. Bankaların süslü ve boyalı reklamlarına aldanarak, ihtiyaçları olmadığı halde, başkalarına özenerek lüks ve ihtişamlı bir hayat sürmek isteyenler bankaların kapılarını aşındırmakta, onlarda aldıkları faizli kredileri ödemek için kazançlarını bankalara ipotek ettirmektedirler.
HARCAMALAR KAZANILACAK PARADAN DEĞİL KAZANILMIŞ PARADAN YAPILMALIDIR.
İnsanların iktisadi hayatlarının bozulmasının en önemli sebebi, onların kazandıkları parayı değil, kazanacakları paraya harcamalarıdır. Kazanmadıkları para üzerinden borçlanan insanlar, bazı nedenlerden işlerini kaybettikleri zaman onları artık daha zor günler beklemektedir. Geçmişte kazanarak biriktirdiği parayı değil, gelecekte kazanacağı parayı harcayarak borçlanan insanların bütün hayatı bankalar tarafından ipotek altına alınarak bir nevi köle durumuna sokularak geçmektedir.
Gelir gider dengesini tutturmak devletler için de hayati derecede önemlidir. Gelirleri ile giderleri arasındaki dengeyi sağlayamayarak bütçe açığı veren ülkeler, bu açığı borç almak yolu ile kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Diğer ülkelerden borç alarak, bütçe açıklarını kapatmaya çalışan ülkeler, borç aldıkları ülkelere mahkum durumda kalarak, onların boyunduruğu altına girerek, emirlerini tatbik etmek zorunda kalmaktadırlar.
Aldıkları borçları ödemekte sıkıntı çeken devletler, bazı kuruluşlarını satarak elde ettikleri gelir ile borçlarını kapatmak yolunu seçmektedirler. Bu devletlerin sattıkları kurumları alanlar ise, borç aldıkları zengin ülkelerin şirketleri olduğunu dikkate aldığımızda, ülkelerin işgalinin artık askeri yolla değil, ekonomik yolla gerçekleştirildiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Güçlü ülkeler, kendilerinden güçsüz olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek için askeri yönteme ek olarak Ekonomik işgal yöntemine başvurmakta, bu yöntem ise, hem sömüren ülke hem de sömürülen ülke tarafından daha kolay bir şekilde gerçekleşmektedir.
Türkiye'nin I.M.F adı ile bildiğimiz kuruluştan borç almak zorunda kaldığı zamanlarda, bu kuruluş vereceği borcu nasıl kullanmamız gerektiğini bize dikte eder, eğer kabul edersek borcu verir ve emirlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol ederdi. Verdiği borcun kalkınmamızı sağlayacak şekilde kullanılmaması, bu kuruluşun ilk emri olduğunu o günleri hatırlayanlar çok iyi bilecektir. Çünkü I.M.F adlı kuruluşun verdiği borç eğer ülke kalkınmasında kullanılacak olursa, ülke bu kuruluştan borç almak zorunda kalmayacak, dolayısı ile bu kuruluşlar ülkemiz sömürülerini gerçekleştirmekte zorluğa düşeceklerdir.
BORÇ YİĞİDİN KAMÇISI DEĞİL YİĞİDE VURULAN BİR PRANGADIR.
İnsanlar ve devletler için asıl olan borçsuz bir yaşam olup, borcu olmayan kişi ve devletler, kimseye karşı boyun eğmek zorunda kalmayacaktır. İnsanların ekonomik yönden felakete sürüklenmesinin sebebi, onların lüks tüketim için bankalardan aldıkları faizli krediler olduğuna göre, bu felakete uğramamak için İhtiyaç kredisi adı altında verdikleri, aslında lüks tüketimi artırmak amaçlı olarak alınan kredi alış verişini kesmek zorundadırlar. Bankalara mahkum kalmamak için ise, kazanacağımız paradan değil, kazandığımız paradan harcamak yoluna gitmek tek çıkar yoldur.
[020.131] Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.
Bizden daha üst gelir gurubuna mensup insanların yaşam tarzlarına özenerek onlar gibi yaşamak arzusu, insanların iktisadi dengelerinin bozulmasına sebep olan en büyük etkendir. Herkes kazandığının kendisine sağladığı yaşam tarzına razı gelen bir yaşam sürecek olsa, borç almaya kimsenin ihtiyacı olmayacağı gibi, bankalara kölelik gibi bir durum da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Bankalar tarafından yapılan reklamlar, maalesef insanların borçlu olarak yaşaması gerektiğini, onların şuur altlarına işleyen algı operasyonları olup, asıl olan borçsuz bir yaşam olması gerekirken, bankalar bu durumu ters çevirerek borçlu yaşamı insanlara empoze etmekte, borçsuz bir insanı, hele hele kredi kartı olmayan bir insanı, çağ dışı kalmış yabani bir insan gibi göstermek sureti ile, insanları kurdukları bu tuzaklara düşürmektedirler.
Bankalar para satmayı esas alan kuruluşlar olup, bütün amaçları insanlara faiz karşılığı para satarak kar etmektir. Bu amaçlarına ulaşmak için her yolu meşru gören bu kuruluşların, insanların gözlerini boyamak sureti ile sundukları tuzaklara aldananların düştükleri acı durumlara bir çoğumuz şahit olmaktadır.
Müslüman olmanın verdiği şuuru hayata yansıtmak demek, kapitalist sistemin çarkları arasında ezilmeyi ret etmek demek anlamındadır. Bu sistem kendisini yaşatmak için, tüketime dayalı bir yaşam tarzını insanlara sunmakta, bu yaşam tarzının İslami literatürdeki adı ise İSRAFtır. İsrafı yaşam tarzı seçenlerin akıbeti ise, İsra s. 29. ayetinde belirtildiği üzere, dünya hayatında zelil bir duruma düşmektir.
Müslüman olmak demek, dünya malının geçici hevesine kapılmadan ahireti unutmamak şartı ile dünya hayatını yaşamaktır. Her insan güzel giyinmek, iyi yaşamak, güzel evlerde oturmak ve güzel arabalara binmek ister, ancak bu isteklerine meşru yoldan ulaşmak gerektiğini de çok iyi bilir. Onda var bende niye yok diyerek, başkalarına özenen hayatların sonu maalesef hüsran ile sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak; Helak, Allah (c.c) nin emirleri doğrultusunda yaşamamanın getirdiği bir sonuç olup, kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir. Yaşadığımız dünya içindeki helak biçimlerinden birisi, iktisadi dengeyi sağlamamaktan ötürü kişilerin ve devletlerin borçlanmak sureti ile çöküntüye uğraması, böylelikle borç aldıkları banka ve devletlere köle durumuna düşmeleri şeklinde gerçekleşmektedir.
Kişilerin ve devletlerin iktisadi dengeyi sağlayarak köle durumuna düşmemeleri, Allah (c.c) nin önerdiği yaşam kurallarına uymak ile gerçekleşecektir. Banka adı ile insanlara hizmet verdiğini iddia edenler, bu hizmeti!!! insanların iliklerine kadar sömürerek, onları kendilerine köle haline düşürmek ile yapmaktadırlar.
Bankalara köle olmamanın yolu, onların insanların şuur altlarına işledikleri lüks tüketime rağbet etmeyerek, dengeli bir yaşam sürmek ile gerçekleşecektir.
16 Mart 2017 Perşembe
Maide s. 94-95. Ayetleri: Allah'ın Koyduğu Yasakların Hikmeti
İnsanlar için kurulan ilk ev olan Kabe'nin, gücü yetenler tarafından hac edilmesi, Allah (c.c) nin insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Al-i İmran s. 95-96). Bu görevin yerine getirilmesi sırasında, hac zamanı dışında yasak olmayan avlanmak, cinsel ilişki, cedel, kavga gibi fiillerin, hac zamanında Allah (c.c) tarafından yasaklandığını görmekteyiz. Halk arasında ve ilmihal kitaplarında İhram Yasakları olarak bilinen bu yasaklar, hac ve umre ibadetinin genelinde olduğu gibi sadece ilmihal bilgileri dahilinde anlaşılmakta, kuru bir ritüel haline getirilmekte, bu yasaklamanın nasıl bir hikmete mebni olabileceği konusunda herhangi tefekkürde bulunulmamaktadır.
Hac ibadetinin belirli günlerde olmasına karşın, bu ibadetin insana vermesi gereken şuur, insan hayatının bütününü kapsaması gerekmektedir. Halk arasında hac ibadeti genellikle, hac öncesine kadar yapılan yanlışların hac esnasında bağışlanması anlamına gelip, hac sonrasında ise eski hayatlar kaldığı yerden devam etmektedir. Yazımızda Maide s. 94. ve 95. ayetlerini ele almaya çalışarak, İhram Yasakları olarak bildiğimiz yasakların hikmeti, ve bu yasaklar üzerinden hayatımızı nasıl yönlendirmemiz gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.
[005.094] Ey iman edenler! Allah, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları bilmek için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da... Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır.
[005.095] Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlanmanın cezası), fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır.
Bu ayetler hakkında bir çok farklı yönden okuma yapılarak, ayetlerin bizlere dair neler söylemiş olabileceği yönünde tefekkür çalışması yapmak mümkündür. İlgili ayetler üzerinde, Rabbimizin bize böyle bir yasaklamayı neden getirmiş olabileceği yönündeki verdiği bilgiyi dikkate alarak tefekkür yapmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz;
Allah (c.c) bir çok ayetinde, yaşadığımız geçici dünya hayatını İmtihan olarak nitelemektedir. Yaşadığımız geçici dünya hayatı içinde yaptıklarımız, bizlerin ebedi olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirleyecektir. Allah (c.c) kulları üzerinde tek ve yegane tasarruf sahibi olmasının kendisine verdiği verdiği hakka istinaden, kullarına bazı şeyleri Haram olarak niteleyerek, bu şekilde nitelediği bazı yiyecek ve fiillere yaklaşılmasını yasaklamıştır.
Allah (c.c) kullarına bazı şeyleri yasaklaması onların İlahı ve Rabbı olduğunu bilmeleri içindir. İslam kelimesinin anlamının Teslim Olmak olduğunu düşündüğümüzde, bu yasakların konulma sebebinin, bizim teslimiyetimizin test edilmesi maksatlı olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) haram olarak nitelediği bazı yiyecek ve fiilleri kıyamete değin yasaklarken, bazı yiyecek ve fiilleri ise, belirli zamanlarda haram kılmıştır. Yani yaşadığımız hayat içindeki günler içinde Helal olan bazı yiyecek ve fiiller, belirli günler içinde Haram olarak ilan edilerek, bizler imtihan edilmekteyiz.
Yılın belirli gününde ve belirli bir mekanında bazı fiillerin haram kılınmasının nedeni üzerinde düşünecek olursak, bu yasaklamanın hikmetini, kulun Allah'a karşı olan teslimiyetinin ölçülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Araf s. 163-168. ayetleri arasında anlatılan, İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, aynı şekilde imtihan edildiklerini ve bu topluluğun yasağa teslimiyet göstermeyerek imtihandan başarısız çıktığını görmekteyiz.
Allah (c.c) balıkçılık ile geçimlerini sürdüren bu topluluğa, haftanın bir gününde balık avlamalarını yasaklayarak, onların kendisine olan teslimiyetlerini ölçmek istemiştir. Haftanın, avlamanın serbest olduğu diğer 6 gününde balıklar az gelirken, balık avlamanın yasak olduğu cumartesi gününde balıklar akın akın gelerek, İsrailoğullarının iştahını kabartmaktadır. Allah (c.c) tarafından kendilerine konulan yasağın hikmetini anlamayarak yasağı çiğneyen bu topluluğun helak edildiği, anlatılan kıssa içindeki ayetlerde haber verilmektedir.
Allah (c.c) İsrailoğullarından bir topluluğa böyle bir imtihan uygulaması yaptığını ve bu topluluğun kaybettikleri imtihanları sonucunda ne gibi bir karşılık ile ceza gördüklerini beyan ederek, aynı uygulamanın bir benzeri olan, ihram öncesi ve sonrasında helal olan bazı fiillerin, ihram zamanında haram olduğunun beyan edilmesinin hikmeti, aynı ayet içinde bildirilmektedir. Ayrıca hac esnasında yasaklanan bazı fiiller, daha geniş olarak Bakara s. 197. ayetinde de beyan edilmektedir.
Maide s. 94. ayetinde, MEN YEHAFUHU BİL GAYBİ olarak ifade edilen konulan yasağın sebebi, sadece hac zamanı ile sınırlı olduğu veya olması gerektiği düşünülmemelidir. Hac ibadetinin amacı insana kulluk şuurunu yeniden hatırlatmak olup, hac esnasında yapılan sembolik hareketler, sadece Allah'a kul olduğumuzu dost düşman herkese deklare etmek anlamına gelmektedir. Hac zamanında avlanma yasağının getirilmesi, kişiye elinde fırsat ve imkan varken sadece Allah (c.c) yasakladığı için, sevdiği ve istediği bir işten vazgeçebilme şuurunu aşılamaktadır.
Bütün yaşam sistemleri, toplumda Suç olarak nitelenen ve toplumun ifsad olmasına neden olabilecek filleri yasaklamak noktasında bazı önlemler almak zorundadırlar. Alınan bu önlemlerin amacı, suç işleme oranını düşürmek, suç işlemeye meyyal olanları caydırmaya dayanmaktadır. Ancak ne kadar önleyici tedbir alınırsa alınsın, ne kadar sert cezalar konulursa konulsun, toplumlardaki suç oranlarının azalmak yerine, artış gösterdiği de bir gerçektir.
Polisiye Tedbirler olarak tanımlanan önlemlerin, istenilen sonucu vermekte yetersiz kaldığı gerçeğini hesaba kattığımızda, herkesin fıtratında bulunan ve VİCDAN POLİSİ diyebileceğimiz mekanizmanın işlerliğe kavuşmasını sağlamaya çalışmak, suç oranının azalması noktasında büyük faydalar getirecektir. Vicdan polisinin devreye girmesi için, insandaki bu mekanizmayı yaratanın koyduğu kuralların, insan hayatı içinde işlerlik kazanması gerekmektedir.
Allah (c.c) nin dışında hiç bir sistem, kişiye dünya hayatı dışında ödül veya ceza vaat edebilme yetkisine ve gücüne sahip değildir. Allah (c.c) kullarına işlemiş oldukları iyilik ve kötülüğün karşılığını, dünya ve ahirette verebilme yetki ve gücüne sahip olan tek ve yegane ilahtır. İnsanlar suç işledikleri zaman, bir şekilde dünya hayatlarında görebilecekleri cezadan kurtulma şansları olabilir. Fakat kulları üzerinde her an görücü ve işitici olan Allah (c.c) nin ahirette vereceği cezadan kimsenin kurtulma şansı asla yoktur.
Bir çok ayetinde kullarını ebedi bir hayata dikkat çekmek sureti ile onları işleyecekleri kötülüklere karşı uyaran Allah (c.c), bu hayat içinde yerleşilecek yer olan cennetin güzellikleri, cehennemin çirkinlikleri ile ilgili bir çok bilgi vererek, insanları cennete özendirmekte, cehennemden sakındırmaktadır.
Bir çok ayette müminlerin vasıfları arasında sayılan GAYBE ve AHİRETE İMAN esası, insanların vicdanlarını harekete geçirmek sureti ile, herkesin kendisinin polisi olmasını sağlayan bir esastır. Bir insan ki yaptığı en küçük iyi veya kötü amelinin kayıt altına alındığını, ve bu kaydın hesap günü karşısına çıkarak, bunun karşılığını alacağına gerçek ve kesin bir iman ile bilir ve bunun gereğini yapar, böyle insanların yaşadığı dünyada acaba bir karıncanın dahi incitilmesi acaba mümkün olabilir mi?.
Hangi Müslümana sorulsa, iman esasları olarak bilinen bu esaslara iman ettiğini söyleyecektir. Fakat bu esasların sadece dil ile değil, amel ile Müslüman hayatında yer alma şartı vardır. Elinde yapmak imkanı olduğu halde, kendisini bir gözetleyenin olduğunun bilincinde bir yaşam inşa eden Müslümanlar elinden ve dilinden emin olunan bir kişiler haline gelecektir.
Ancak bir çok Müslüman iman ettiğini iddia ettiği ahiret yokmuş gibi bir hayat yaşamakta, yaptıklarının hesabını vereceğine dil ile inanan, fakat amel ile tasdik etmeyen Müslüman tipleri ortalıkta kol gezmektedir. İnandıkları esasları gerçek olarak hayata geçirdiklerinde dünyanın bütün insanlarına örnek topluluğu olabilecek olan biz Müslümanlar, maalesef bu konuda başkalarına örnek olmak yerine, başkalarından örnek alınan yanlış yaşamlar sürmekteyiz.
Hac öncesi ve sonrası helal olduğu halde, Hac zamanında kendisine haram olan bir fiili işlememek, gaybe iman etmenin, kul hayatında pratiğe geçmiş bir halidir. Elinde Allah (c.c) nin yasakladığı amelleri işlemek fırsatı var iken, sadece Allah (c.c) yasakladığı ve onun kendisini her an gözetip kolladığını bildiği için o yasağı işlememek, kendisini gerçek olarak Allah'a teslim etmiş bir kulun yapacağı iştir.
Hac esnasında Allah (c.c) tarafından yasaklanan fiillerin kulun vicdanını harekete geçirmesi açısından önemini düşündüğümüzde, bu yasakların sadece hac içindeki bir kaç gün ile sınırlı olmayacağı bilinmelidir. Hac vazifesini tamamlayarak beldelerine dönen insanlar, hac içinde provasını yaptıkları kulluk gösterilerinin bütün zamanlara has olduğu bilinci içinde oldukları ve yaşamlarını ona göre inşa etmeye çalıştıkları zaman gerçek bir hac yapmış olacaklardır. Bu gibi yasaklara riayet etmek ile terbiye olan vicdanlara sahip olan insanların oluşturduğu toplumlar ve beldeler, emin toplum ve beldeler olacaktır.
Oruç ibadeti düşündüğümüzde, bu ibadetin de böyle bir hikmeti olduğunu görebiliriz. Senenin belirli bir ayında, günün belirli vakitlerinde yemek, içmek ve cinsel ilişkinin, diğer ay ve zamanlarda helal olmasına rağmen Ramazan ayında yasaklanması, kulların vicdanını harekete geçirmesi açısından işlevi büyüktür. Elinde yemek ve içmek imkanı varken, Allah (c.c) nin yasak emri olduğu için, bunlara zamanından önce dokunmayan bir insan, Allah (c.c) diğer yasaklarına sair zamanlarda da riayet etmek konusunda daha dikkatli olacaktır.
Toplumların düzelmesi, toplumun en küçük yapı taşı olan ferdin düzelmesi ile mümkün olacaktır. Bir ferdin düzgün bir yapıya kavuşması için, karşısındaki insana davranışı konusunda hesap vereceği yüce bir makam olduğunu içtenlikle bilmesi gerekmektedir. Karşısındaki insana olan davranışının karşılığı konusunda yüce bir makama hesap vereceğine içtenlikle inanan bir kimse, yapacakları konusunda bir takım sınırlar olduğunu, ve bu sınırı çizenin ise Allah (c.c) den başkası olmayacağını bilir.
Bir çok ayetinde insanların her halini gören ve bilen olduğunu hatırlatan Rabbimizin bu uyarılarına gerçek olarak iman eden kimsenin yanına polis takmaya gerek kalmayacak, çünkü kişinin polisi kendisi olacaktır. Dünyanın her geçen gün dibe daha doğru battığı bir zamanda, insanların doğru, erdemli, başkalarının haklarına saygı duyan bir kişiliğe sahip olması için, fertlerden başlayan bir eğitimin ve onların vicdanlarını harekete geçirmelerini sağlayan tek inanç sistemi olan İslami değerlerin öne çıkarılmasının önemi her geçen gün artmaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına koyduğu yasaklamalar, sadece ilmihal bilgileri ile sınırlı olarak anlaşılarak, toplum hayatı ile ilgisi kurulmayacak olursa, yasaklamaların hikmeti kavranamamış olacaktır. Allah (c.c) nin kulları üzerine koyduğu kuralları kendisinin ihtiyacı olduğu değil, kullarının ihtiyacı olduğu içindir. Yılın onbir ayında helal olan bazı şeylerin yılın bir ayında yasak olması, veya hac esnasında bazı şeylerin yasaklanması kulun kendisinin üzerinde her an bir gözetleyici olduğunu bilmesi, ve bu bilgi ile yaşantısına yön vermesi amaçlanmaktadır.
Sonuç olarak; Kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan Allah (c.c), kulları üzerinde bir takım yasaklar koymak sureti ile onları imtihan etmektedir. Kendisi Allah'ı görememesine rağmen, Allah'ın onun her an gördüğüne gerçek olarak inanan bir kimse, yapacakları konusunda daha dikkatli olacaktır.
Vicdan, insan fıtratında bulunan doğru ve yanlışı ayırt etmesini sağlayan oto kontrol mekanizmasıdır. Allah (c.c) kulları üzerinde koyduğu bazı yasaklar ile bu mekanizmanın harekete geçmesini sağlamakta, her an diri ve canlı vaziyette kalarak, ferdin kendi polisi olmasını sağlamaktadır. İnsanın şeytan ile olan mücadelesinde vicdanının sesini dinlemesi ve ona göre hareket etmesi, şeytan ile yapacağı savaşta onu galibiyete taşıyacaktır.
Bir kul olarak bize düşen görev, Allah (c.c) tarafından bize yasaklanan her şeye işittik ve itaat ettik şeklinde bir teslimiyet göstererek, kelime oyunları ile bu yasakları delmeye çalışMAmak olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Hac ibadetinin belirli günlerde olmasına karşın, bu ibadetin insana vermesi gereken şuur, insan hayatının bütününü kapsaması gerekmektedir. Halk arasında hac ibadeti genellikle, hac öncesine kadar yapılan yanlışların hac esnasında bağışlanması anlamına gelip, hac sonrasında ise eski hayatlar kaldığı yerden devam etmektedir. Yazımızda Maide s. 94. ve 95. ayetlerini ele almaya çalışarak, İhram Yasakları olarak bildiğimiz yasakların hikmeti, ve bu yasaklar üzerinden hayatımızı nasıl yönlendirmemiz gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.
[005.094] Ey iman edenler! Allah, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları bilmek için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da... Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır.
[005.095] Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlanmanın cezası), fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır.
Bu ayetler hakkında bir çok farklı yönden okuma yapılarak, ayetlerin bizlere dair neler söylemiş olabileceği yönünde tefekkür çalışması yapmak mümkündür. İlgili ayetler üzerinde, Rabbimizin bize böyle bir yasaklamayı neden getirmiş olabileceği yönündeki verdiği bilgiyi dikkate alarak tefekkür yapmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz;
Allah (c.c) bir çok ayetinde, yaşadığımız geçici dünya hayatını İmtihan olarak nitelemektedir. Yaşadığımız geçici dünya hayatı içinde yaptıklarımız, bizlerin ebedi olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirleyecektir. Allah (c.c) kulları üzerinde tek ve yegane tasarruf sahibi olmasının kendisine verdiği verdiği hakka istinaden, kullarına bazı şeyleri Haram olarak niteleyerek, bu şekilde nitelediği bazı yiyecek ve fiillere yaklaşılmasını yasaklamıştır.
Allah (c.c) kullarına bazı şeyleri yasaklaması onların İlahı ve Rabbı olduğunu bilmeleri içindir. İslam kelimesinin anlamının Teslim Olmak olduğunu düşündüğümüzde, bu yasakların konulma sebebinin, bizim teslimiyetimizin test edilmesi maksatlı olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) haram olarak nitelediği bazı yiyecek ve fiilleri kıyamete değin yasaklarken, bazı yiyecek ve fiilleri ise, belirli zamanlarda haram kılmıştır. Yani yaşadığımız hayat içindeki günler içinde Helal olan bazı yiyecek ve fiiller, belirli günler içinde Haram olarak ilan edilerek, bizler imtihan edilmekteyiz.
Yılın belirli gününde ve belirli bir mekanında bazı fiillerin haram kılınmasının nedeni üzerinde düşünecek olursak, bu yasaklamanın hikmetini, kulun Allah'a karşı olan teslimiyetinin ölçülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Araf s. 163-168. ayetleri arasında anlatılan, İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, aynı şekilde imtihan edildiklerini ve bu topluluğun yasağa teslimiyet göstermeyerek imtihandan başarısız çıktığını görmekteyiz.
Allah (c.c) balıkçılık ile geçimlerini sürdüren bu topluluğa, haftanın bir gününde balık avlamalarını yasaklayarak, onların kendisine olan teslimiyetlerini ölçmek istemiştir. Haftanın, avlamanın serbest olduğu diğer 6 gününde balıklar az gelirken, balık avlamanın yasak olduğu cumartesi gününde balıklar akın akın gelerek, İsrailoğullarının iştahını kabartmaktadır. Allah (c.c) tarafından kendilerine konulan yasağın hikmetini anlamayarak yasağı çiğneyen bu topluluğun helak edildiği, anlatılan kıssa içindeki ayetlerde haber verilmektedir.
Allah (c.c) İsrailoğullarından bir topluluğa böyle bir imtihan uygulaması yaptığını ve bu topluluğun kaybettikleri imtihanları sonucunda ne gibi bir karşılık ile ceza gördüklerini beyan ederek, aynı uygulamanın bir benzeri olan, ihram öncesi ve sonrasında helal olan bazı fiillerin, ihram zamanında haram olduğunun beyan edilmesinin hikmeti, aynı ayet içinde bildirilmektedir. Ayrıca hac esnasında yasaklanan bazı fiiller, daha geniş olarak Bakara s. 197. ayetinde de beyan edilmektedir.
Maide s. 94. ayetinde, MEN YEHAFUHU BİL GAYBİ olarak ifade edilen konulan yasağın sebebi, sadece hac zamanı ile sınırlı olduğu veya olması gerektiği düşünülmemelidir. Hac ibadetinin amacı insana kulluk şuurunu yeniden hatırlatmak olup, hac esnasında yapılan sembolik hareketler, sadece Allah'a kul olduğumuzu dost düşman herkese deklare etmek anlamına gelmektedir. Hac zamanında avlanma yasağının getirilmesi, kişiye elinde fırsat ve imkan varken sadece Allah (c.c) yasakladığı için, sevdiği ve istediği bir işten vazgeçebilme şuurunu aşılamaktadır.
Bütün yaşam sistemleri, toplumda Suç olarak nitelenen ve toplumun ifsad olmasına neden olabilecek filleri yasaklamak noktasında bazı önlemler almak zorundadırlar. Alınan bu önlemlerin amacı, suç işleme oranını düşürmek, suç işlemeye meyyal olanları caydırmaya dayanmaktadır. Ancak ne kadar önleyici tedbir alınırsa alınsın, ne kadar sert cezalar konulursa konulsun, toplumlardaki suç oranlarının azalmak yerine, artış gösterdiği de bir gerçektir.
Polisiye Tedbirler olarak tanımlanan önlemlerin, istenilen sonucu vermekte yetersiz kaldığı gerçeğini hesaba kattığımızda, herkesin fıtratında bulunan ve VİCDAN POLİSİ diyebileceğimiz mekanizmanın işlerliğe kavuşmasını sağlamaya çalışmak, suç oranının azalması noktasında büyük faydalar getirecektir. Vicdan polisinin devreye girmesi için, insandaki bu mekanizmayı yaratanın koyduğu kuralların, insan hayatı içinde işlerlik kazanması gerekmektedir.
Allah (c.c) nin dışında hiç bir sistem, kişiye dünya hayatı dışında ödül veya ceza vaat edebilme yetkisine ve gücüne sahip değildir. Allah (c.c) kullarına işlemiş oldukları iyilik ve kötülüğün karşılığını, dünya ve ahirette verebilme yetki ve gücüne sahip olan tek ve yegane ilahtır. İnsanlar suç işledikleri zaman, bir şekilde dünya hayatlarında görebilecekleri cezadan kurtulma şansları olabilir. Fakat kulları üzerinde her an görücü ve işitici olan Allah (c.c) nin ahirette vereceği cezadan kimsenin kurtulma şansı asla yoktur.
Bir çok ayetinde kullarını ebedi bir hayata dikkat çekmek sureti ile onları işleyecekleri kötülüklere karşı uyaran Allah (c.c), bu hayat içinde yerleşilecek yer olan cennetin güzellikleri, cehennemin çirkinlikleri ile ilgili bir çok bilgi vererek, insanları cennete özendirmekte, cehennemden sakındırmaktadır.
Bir çok ayette müminlerin vasıfları arasında sayılan GAYBE ve AHİRETE İMAN esası, insanların vicdanlarını harekete geçirmek sureti ile, herkesin kendisinin polisi olmasını sağlayan bir esastır. Bir insan ki yaptığı en küçük iyi veya kötü amelinin kayıt altına alındığını, ve bu kaydın hesap günü karşısına çıkarak, bunun karşılığını alacağına gerçek ve kesin bir iman ile bilir ve bunun gereğini yapar, böyle insanların yaşadığı dünyada acaba bir karıncanın dahi incitilmesi acaba mümkün olabilir mi?.
Hangi Müslümana sorulsa, iman esasları olarak bilinen bu esaslara iman ettiğini söyleyecektir. Fakat bu esasların sadece dil ile değil, amel ile Müslüman hayatında yer alma şartı vardır. Elinde yapmak imkanı olduğu halde, kendisini bir gözetleyenin olduğunun bilincinde bir yaşam inşa eden Müslümanlar elinden ve dilinden emin olunan bir kişiler haline gelecektir.
Ancak bir çok Müslüman iman ettiğini iddia ettiği ahiret yokmuş gibi bir hayat yaşamakta, yaptıklarının hesabını vereceğine dil ile inanan, fakat amel ile tasdik etmeyen Müslüman tipleri ortalıkta kol gezmektedir. İnandıkları esasları gerçek olarak hayata geçirdiklerinde dünyanın bütün insanlarına örnek topluluğu olabilecek olan biz Müslümanlar, maalesef bu konuda başkalarına örnek olmak yerine, başkalarından örnek alınan yanlış yaşamlar sürmekteyiz.
Hac öncesi ve sonrası helal olduğu halde, Hac zamanında kendisine haram olan bir fiili işlememek, gaybe iman etmenin, kul hayatında pratiğe geçmiş bir halidir. Elinde Allah (c.c) nin yasakladığı amelleri işlemek fırsatı var iken, sadece Allah (c.c) yasakladığı ve onun kendisini her an gözetip kolladığını bildiği için o yasağı işlememek, kendisini gerçek olarak Allah'a teslim etmiş bir kulun yapacağı iştir.
Hac esnasında Allah (c.c) tarafından yasaklanan fiillerin kulun vicdanını harekete geçirmesi açısından önemini düşündüğümüzde, bu yasakların sadece hac içindeki bir kaç gün ile sınırlı olmayacağı bilinmelidir. Hac vazifesini tamamlayarak beldelerine dönen insanlar, hac içinde provasını yaptıkları kulluk gösterilerinin bütün zamanlara has olduğu bilinci içinde oldukları ve yaşamlarını ona göre inşa etmeye çalıştıkları zaman gerçek bir hac yapmış olacaklardır. Bu gibi yasaklara riayet etmek ile terbiye olan vicdanlara sahip olan insanların oluşturduğu toplumlar ve beldeler, emin toplum ve beldeler olacaktır.
Oruç ibadeti düşündüğümüzde, bu ibadetin de böyle bir hikmeti olduğunu görebiliriz. Senenin belirli bir ayında, günün belirli vakitlerinde yemek, içmek ve cinsel ilişkinin, diğer ay ve zamanlarda helal olmasına rağmen Ramazan ayında yasaklanması, kulların vicdanını harekete geçirmesi açısından işlevi büyüktür. Elinde yemek ve içmek imkanı varken, Allah (c.c) nin yasak emri olduğu için, bunlara zamanından önce dokunmayan bir insan, Allah (c.c) diğer yasaklarına sair zamanlarda da riayet etmek konusunda daha dikkatli olacaktır.
Toplumların düzelmesi, toplumun en küçük yapı taşı olan ferdin düzelmesi ile mümkün olacaktır. Bir ferdin düzgün bir yapıya kavuşması için, karşısındaki insana davranışı konusunda hesap vereceği yüce bir makam olduğunu içtenlikle bilmesi gerekmektedir. Karşısındaki insana olan davranışının karşılığı konusunda yüce bir makama hesap vereceğine içtenlikle inanan bir kimse, yapacakları konusunda bir takım sınırlar olduğunu, ve bu sınırı çizenin ise Allah (c.c) den başkası olmayacağını bilir.
Bir çok ayetinde insanların her halini gören ve bilen olduğunu hatırlatan Rabbimizin bu uyarılarına gerçek olarak iman eden kimsenin yanına polis takmaya gerek kalmayacak, çünkü kişinin polisi kendisi olacaktır. Dünyanın her geçen gün dibe daha doğru battığı bir zamanda, insanların doğru, erdemli, başkalarının haklarına saygı duyan bir kişiliğe sahip olması için, fertlerden başlayan bir eğitimin ve onların vicdanlarını harekete geçirmelerini sağlayan tek inanç sistemi olan İslami değerlerin öne çıkarılmasının önemi her geçen gün artmaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına koyduğu yasaklamalar, sadece ilmihal bilgileri ile sınırlı olarak anlaşılarak, toplum hayatı ile ilgisi kurulmayacak olursa, yasaklamaların hikmeti kavranamamış olacaktır. Allah (c.c) nin kulları üzerine koyduğu kuralları kendisinin ihtiyacı olduğu değil, kullarının ihtiyacı olduğu içindir. Yılın onbir ayında helal olan bazı şeylerin yılın bir ayında yasak olması, veya hac esnasında bazı şeylerin yasaklanması kulun kendisinin üzerinde her an bir gözetleyici olduğunu bilmesi, ve bu bilgi ile yaşantısına yön vermesi amaçlanmaktadır.
Sonuç olarak; Kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan Allah (c.c), kulları üzerinde bir takım yasaklar koymak sureti ile onları imtihan etmektedir. Kendisi Allah'ı görememesine rağmen, Allah'ın onun her an gördüğüne gerçek olarak inanan bir kimse, yapacakları konusunda daha dikkatli olacaktır.
Vicdan, insan fıtratında bulunan doğru ve yanlışı ayırt etmesini sağlayan oto kontrol mekanizmasıdır. Allah (c.c) kulları üzerinde koyduğu bazı yasaklar ile bu mekanizmanın harekete geçmesini sağlamakta, her an diri ve canlı vaziyette kalarak, ferdin kendi polisi olmasını sağlamaktadır. İnsanın şeytan ile olan mücadelesinde vicdanının sesini dinlemesi ve ona göre hareket etmesi, şeytan ile yapacağı savaşta onu galibiyete taşıyacaktır.
Bir kul olarak bize düşen görev, Allah (c.c) tarafından bize yasaklanan her şeye işittik ve itaat ettik şeklinde bir teslimiyet göstererek, kelime oyunları ile bu yasakları delmeye çalışMAmak olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Mart 2017 Salı
Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması
Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik.
Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir.
[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.
[007.160] Biz onları ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.
İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.
[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.
[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.
İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır.
Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.
[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.
[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.
[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
[045.016-17] Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.
[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40).
İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).
Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.
Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;
Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.
Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.
İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen çalışmaktayız.
Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.
Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir.
Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.
Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir.
Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir.
[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.
[007.160] Biz onları ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.
Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.
Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.
Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir.
Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.
Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır.
[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.
Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.
İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.
[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.
[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.
İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır.
Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.
[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.
[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.
[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
[045.016-17] Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40).
İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).
Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.
Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;
Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.
Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.
İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen çalışmaktayız.
Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.
Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir.
Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.
Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir.
Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)