Mü'min s. 11. ayeti , "Bu ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusu yerine , "Bu ayetten biz neyi ispatlayabiliriz?" sorusu sorularak okunmuş bir ayet olarak karşımızda durmaktadır. Bu şekilde sorulan bir sorunun cevabının bu Ayetten bulunarak !! , kabir azabına delil görülen ayetlerden biri olarak tefsirlerde yerini almıştır. Biz Mü'min s. 11. Ayetini kabir azabına delil olmayacağına delil olarak değil , Ayetin mesajını anlamak için okumaya çalışacağız.
[040.011] Dediler ki: «Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de
dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var
mı?»
Ayetin siyak sibakı , Dünya hayatındaki küfrü sebebi ile Cehennem azabını hak edenlerin ateş içindeki feryatlarıdır. Ateşin içinde bağıranlar "«Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de
dirilttin" demekle neyi itiraf etmektedirler?.
Bu sorunun cevabı için Kur'an içinde kısa bir gezinti yapmak gerekiyor;
[002.028] ÖLÜ idiniz sizleri DİRİLTTİ, sonra ÖLDÜRECEK sonra tekrar DİRİLTECEK ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar
edersiniz?.
Bakara s. 28. ayetinde , Dünyaya gelmeden önceki halimiz ÖLÜLER olarak , Dünyaya gelişimiz DİRİLTİLMEMİZ , sonra yine ÖLECEĞİMİZ ve DİRİLTİLECEĞİMİZ beyan edilmektedir. Dikkati çekeceği üzere Ayette 2 ÖLÜM ve 2 DİRİLİŞ ten bahsedilmektedir.
[022.066] Sizi dirilten, sonra öldürecek sonra yine diriltecek olan O'dur.
İnsan gerçekten pek nankördür.
[030.040] Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da
dirilten Allah'tır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var
mıdır? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.
[045.026] De ki: «Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe
götürmeyen kıyamet gününde toplar. Ama insanların çoğu bilmezler.»
[050.043] Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş Bize'dir.
[007.158] De ki: «Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin hükümranı,
O'ndan başka tanrı bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın, hepiniz için
gönderdiği peygamberiyim. Allah'a ve ümmi, haber getiren
peygamberine -ki o da Allah'a ve sözlerine inanmıştır- inanın; ona uyun ki doğru
yolu bulasınız.»
[009.116] Göklerin ve yerin hükümranlığı elbette Allah'ındır; dirilten ve
öldüren O'dur. Allah'tan başka dost ve yardımcınız yoktur.
[023.080] Dirilten de, öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından
gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?
[040.068] Dirilten, öldüren O'dur. Bir şeye karar verirse «Ol» der, o da
oluverir.
[044.008] O'ndan başka tanrı yoktur; diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz
önceki atalarınızın da Rabbidir.
[057.002] Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur; diriltir, öldürür. O,
her şeye Kadir'dir.
[025.003] Kafirler, O'nu bırakıp, birşey yaratamayan, bilakis kendileri
yaratılmış olan, kendilerine ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye,
diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya güçleri yetmeyen tanrılar
edindiler.
Yukardaki örnek Ayet mealleri daha önce verdiğimiz Bakara s. 28. Ayeti doğrultusunda olup , ilk yaratılışı DİRİLMEK olarak beyan ederek 2 ÖLÜM ve 2 DİRİLİŞİN ne olduğunu anlatan ayetlerdir.
Hal böyle iken İnsan yeniden dirilişi inlar ederek 1 ÖLÜM ve 1 DİRİLİŞ olduğunu iddia ederek yeniden dirilişi inkar etmektedir.
[045.024] Hayat; ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi
ancak Dehr helak eder, dediler. Oysa onların bu konuda bilgileri yoktur. Başka
değil, onlar sadece zannediyorlar.
[006.029] «Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir, biz dirilecek değiliz»
dediler.
[023.037] O, dünyadaki hayatımızdan başka birşey değildir, ölürüz ve
yaşarız; fakat tekrar diriltilecek değiliz.
[016.038] Onlar: «Allah ölen bir kimseyi diriltmez» diye olanca güçleriyle
Allah'a and içtiler. Aksine, bu O'nun bizzat kendisine karşı gerçek bir vâdidir.
Fakat insanların çoğu bilmez.
[023.035] «Öldüğünüz, toprak ve kemik yığını olduğunuz zaman tekrar
dirilmenizle sizi tehdit mi ediyor?»
[056.047] Şöyle söylerlerdi: «Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını
olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz?»
Dünya hayatını böyle inkarcı bir vaziyette geçirerek ölen bu kişiler , amellerinin karşılığı olarak Cehennemi boylamışlardır. Cehennem ehlinin oradan çıkarılmaları için yakarışları bir çok ayette karşımıza çıkmaktadır. Aynı sure içinde 47-52. Ayetler Cehennemdeki feryatlarından kesitler sunmaktadır.
[040.047] Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf
olanlar, büyüklenen (müstekbir) lere derler ki: «Gerçekten biz, size uymuş
(teb'anız) olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden
uzaklaştırabilir misiniz?»
[040.048] Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: «Biz hepimiz (ateşin)
içindeyiz; gerçek şu ki Allah, kullar arasında hüküm verdi .»
[040.049] Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki:
«Rabbinize dua edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin.»
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya
hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.
[040.052] O gün zalimlere, özür beyan etmeleri fayda vermez. Lanet
onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[030.057] Zulmedenlerin, o gün mazeretleri fayda vermez; artık
kendilerinden Allah'ı hoşnut edecek şeyleri yapmaları da istenmez.
Mü'min s. 52 ve Rum s. 57.Ayetlerinde o gün ile ilgili olarak mazeret ve özür beyanlarının hiç kimseye bir fayda getirmeyeceği hatırlatılarak konumuz ile ilgili ayetlere dönebiliriz.
[040.010] Ama inkar edenlere, «Allah'ın gazabı, sizin birbirinize olan
öfkenizden daha büyüktür; imana çağrıldığınızda inkar ederdiniz» diye
seslenilir.
[040.011] Dediler ki: «Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere de
dirilttin; biz de günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var
mı?»
[040.012] Onlara: «Yalnız Allah çağrıldığı zaman inkar ederdiniz de, O'na
eş koşulunca inanırdınız. Bugün hüküm, yüce Allah'ındır» denir.
Dünya hayatında iken , ahireti red etmiş ve onu hesaba katmadan bir yaşantı geçirmiş olanların , yalanladıkları şey başlarına geldiği ve red ettikleri hayatın gerçek olduğunu gördükleri zaman Dünya hayatında red ettikleri yeniden dirilişi artık kabul ettiklerini ifade etmeleri ,onlardan kabul edilmeyecek azab onlardan hafifletilmeden ebedi olarak sürecektir.
11. Ayette söyledikleri söz , onların yalanladığı şeyin gerçek olduğunu "İKİ DEFA ÖLÜMÜ VE İKİ DEFA DİRİLMEYİ" artık kabul ettiklerini ve ateşten çıkarılmayı talep ettiklerini görmekteyiz , ancak bu itiraflarını Dünya hayatında yaparak o doğrultuda bir hayat geçirmedikleri için onlardan kabul edilmeyecektir.
Sonuç olarak ; Kur'an ayetlerini " Ne anlamak istiyoruz?" yerine "Ne anlatmak istiyor?" sorusunu sorarak okuduğumuz takdirde , ön kabullerimize kurban edebileceğimiz Ayetler olmaktan çıkarak mesajını anlayabileceğimiz ayetler olarak görmeye başlayabiliriz. Mü'min s. 11. Ayeti , ön kabuller doğrultusunda okunarak kabir azabı ve kabre konduktan sonra sorgu için yeniden dirilişi anlatan ayetler olarak anlaşılmasını gerektiğini iddia eden yorumlara rastlamaktayız. Ancak ön kabulden uzak Kur'an merkezli bir yaklaşımla bunun böyle olmadığı ortaya çıkarak , Dünya hayatında yeniden dirilişi inkar eden , ancak Cehennem azabını gördüğünde bu red edişinin yanlış olduğunu anlayan kişilerin , geç kaldıkları kabule yanaştıklarını 11. Ayetteki ifadelerinden anlamaktayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
10 Ocak 2015 Cumartesi
8 Ocak 2015 Perşembe
Talak s. 4. Ayeti ve Çocuklarla Evlilik Meselesi
Kur’an’ı; “okuduğumuz ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusuna değil, “okuduğumuz ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?"
şeklindeki soruya cevap aramak için okuduğumuzda doğru bir sonuca
ulaşmanın mümkün olduğunu en baştan hatırlattıktan sonra, ilk soruyu
sorarak ayeti istedikleri gibi anlamayı seçenlerin TALAK 4 ayetinden
çocuklarla evlenmeye dair bir cevaz çıkardıklarını görmekteyiz.
TALAK
Suresi; adından da anlaşılacağı üzere “boşanma" ile ilgili hükümleri
ihtiva etmekte olup 4. ayeti de bu konu ile ilgili bir hüküm
içermektedir. 4. ayetin metni ve meali şöyledir;
[065.004] Vellâî
yeisne minel mahîdı min nisâikum inirtebtum fe iddetuhunne selâsetu
eşhurin vellâî lem yahıdn(yahıdne), ve ulâtul ahmâli eceluhunne en
yada’ne hamlehunn(hamlehunne), ve men yettekıllâhe yec’al lehu min
emrihî yusrâ(yusren).
[065.004] Kadınlarınız
içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt
ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme
süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah'tan
korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.
Ayet;
boşanmış bir kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için beklemesi
gereken süre ile ilgili hüküm olup, âdet görmeyen yani menopoz dönemine
giren bir kadın için öngörülen bekleme müddetini üç ay olarak
belirlemiştir.
"Lem
yahidne” (âdet görmeyen) olarak geçen ibareye "HENÜZ" şeklinde bir ek
yapılarak "HENÜZ ÂDET GÖRMEYENLER" şeklinde bir anlam verildiğini bazı
meallerde görmekteyiz. Bu şekil bir anlamın, daha âdet görmeye
başlamamış olan bir çocuk ile evlenilebileceğine dair cevaz
çıkarımlarına şahit olmaktayız. Bu cevazın kötü niyetli kimseler elinde
bir silaha dönüşerek, daha 8-10 yaşlarındaki kız çocuklarının yaşı 50-60
olan insanlarla evlendirildiğine günümüzde dahi şahit olmaktayız. Acı
olan taraf ise; bu insanların ahlaksızlıklarını dini bir temele
dayandırmış olmalarıdır.
Peki Kur’an çocuk yaştaki kız çocuklarının evlenmesine izin vermiş midir?
[004.006]
Yetimleri, nikâha erişecekleri (beleğunnikahe) çağa kadar deneyin;
şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara
mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin
olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve
örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman,
onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.
NİSA
6 ayetinden anlaşılacağı üzere; kişilerin evlenme çağı “buluğ"
dediğimiz biz zamana erdikleri zamandır. Buluğa ermek demek; erkeklerde
ihtilam, kızlarda hayız görme zamanlarının başlamasıdır. Tabiki bu durum
hemen onların bu çağda evlendirilmeleri anlamına gelmez. Ayetin
devamında nikah çağına ermelerinin yanısıra “rüşd" yani olgunluk
zamanından bahsetmektedir. Ayetin bağlamı her ne kadar yetim malları ile
ilgili olsa da, bir kişinin hayatı ile ilgili bir karar vermesi onun
"RÜŞD" çağına gelmesi yani bağımsız karar verebilmesi, yanlışı doğrudan
ayırt edebilmesidir.
Ayeti
işine geldiği noktadan okuma meraklılarının, TALAK 4 ayetindeki “hayız
görmeyen"ler ile ilgili anlam alanının hemen “henüz" ilavesi de
yapılarak çocuklara hamledilmesi affedilmez bir hatadır. Bu çocuk
evliliği meraklıları acaba bu ayetin, nikah çağına gelmiş yani hayız
görmesi gerektiği halde hayız göremeyen kızlar ile ilgili olabileceğinin
neden hiç düşünmezler.
Tıp
dilinde “amenore" adı verilen durum; hayız görme yaşına gelip de hayız
göremeyenler için kullanılmakta olup, bu durum istisna olsa da bazı
kadınların başına gelebilir. Ayetin bu durumdaki kadınlar için bir hüküm
ortaya koymuş olmasının akla gelmemesi ancak aklı uçkurunda olanların
yapacakları iştir. “Henüz” demek; "hayız görmeye aday olan çocuk" değil,
"hayız görme çağına erişmiş fakat görmeyen" anlamındadır.
Tefsir
usulünde; bir ayetin farklı yorumları olabileceği göz ardı edilmeden
farklı yorumlar ortaya konulur. Bu usulü TALAK 4 ayetindeki “hayız
görmeyenler" ibaresi için şöyle kullanabiliriz; hayız görmemek demek ya
çocuk olmak ya hayızdan kesilmek ya da hayız GÖREMEMEK anlamında
olabilir. Bu olasılıklardan birisi ayet içinde beyan edilmiş ve geriye
çocuk veya hayız görememek şıklarından birisini tercih etmek kalmıştır.
Bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu nasıl belirleriz? Kur’an’da bu
konu ile ilgili olabilecek ayetler aranır ve bu ayetlerde çocukların
evlenebileceğine dair bir ayet bulunamaz ise -ki yoktur- o zaman yukarda
örneğini verdiğimiz NİSA 6 ayeti gibi konu ile alaka kurabileceğimiz
ayetlerin yardımına başvurulur.
Rivayetlere
başvurularak ve Aişe validemizin çocuk yaşta iken evlendirildiğinden
yola çıkarak çocuk evliliğini, zan içeren rivayetlerden veya kişisel
yorumları kutsama hastalığının bir ifadesi olan “falan zat şöyle demiş" veya “falan mezhebin görüşü budur" diyerek Kur’an’ın göz ardı edilmesi doğru bir okuma metodu değildir.
Gelelim
TALAK 4 ayetindeki durumun, tarihsel bir arka planı ve Arap örfü ile
ilgili olduğu, Araplarda çocuk evliliğinin örfî bir durum olduğu ve
Kur’an’ın bunu kabul ederek böyle bir hüküm vaaz ettiği düşüncesine.
Öncelikle iddet beklemekteki kastın; kadının hamile olup olmadığının
anlaşılması maksadına binaen olduğunun altını çizelim. Sonra çocuk yaşta
biri ve henüz hayız görmeyen bir kız çocuğu ile cinsel ilişki kurmanın
nasıl bir örfî durum olabileceğine ve bunu Kur’an’ın nasıl kabul
edebileceğine bakalım.
Bu
tür düşüncelerin arka planında, geçmiş tefsirleri kutsama hastalığı ve
tarihsel arka plan düşüncesinin öne çıkarılmasının yattığını biliyoruz.
Bir ayetin tarihsel arka planı tabi ki önemlidir ve bilinmesi gereklidir
ancak eski tefsirlerde "hayız görmeyenler" ibaresi için yazılanları
kutsama adına “o Arapların örfüdür ve Kur’an bunu kabul etmiştir"
diyerek gayriahlaki bir duruma kapı aralamanın alemi yoktur. Eski
tefsirlerde yapılan yorumları, sanki Vahy’in onayından geçmiş yorumlar
gibi görmenin hiç gereği yoktur. Onlar da hata yapabilirler.
Bu konu ile ilgili olarak sayın Nurettin Yıldız Hoca’nın “küçük çocukların evlenebileceklerine dair hüküm; TALAK 4 ayetidir" şeklindeki beyanının talihsiz ve rivayetleri Kur’an’a onaylatma ameliyesinin bir sonucu olarak gördüğümüzü belirtelim.
Sayın Hoca’ya soruyoruz; sizin henüz hayız görmemiş bir kızınız olsa ve size gelip “baba ben evlenmek istiyorum" demiş olsa, bunu kabul edip evlendirir misiniz? Veya birisi gelip sizin hayız görmemiş kızınızı “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile oğlumuza istiyoruz” dese, acaba tepkiniz ne olurdu? Veya kendisi böyle bir evlilik yapabilir miydi?
Evlilik
müessesi çocuk oyuncağı değildir ki hayız görmeyen bir kız çocuğunu
bırakın yaşı büyük olan biriyle evlendirmeyi, daha ihtilam olmaya
başlamamış biri ile evlendirmeye kalksanız; yapacakları iş ancak
"EVCİLİK OYNAMALARI" olacaktır. Aralarındaki geçimsizlik nedeni,
birbirlerinin oyuncaklarını paylaşamama gibi sebebler olacak ve
karı-koca arasındaki anlaşmazlık hükümleri gereğince kız tarafından bir
hakem ve erkek tarafından bir hakem seçilerek, aralarındaki oyuncak
kavgası tatlıya bağlanmaya çalışılacaktır.
Kimsenin ne oğlunu ne de kızını böyle gülünç bir duruma düşürmek istemeyeceğinden eminiz ama sadece "ayet diyor" diye ayeti “bu ayetin başka bir anlamı olabilir mi?" diye hiç düşünmeden “işte bak, Kur’an çocukların evlenmesine izin veriyor” demek; uçkur düşkünlerinin yapışacakları bir ayet olacaktır.
[033.049] Ey iman edenler; mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla (cinsel) temasta bulunmadan önce boşadığınızda, artık onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerini geçindirin ve güzellikle serbest bırakın.
Ahzab s. 49. ayetindeki boşanma ile ilgili hükme baktığımız zaman, evlendikten sonra cinsel temasta bulunmadan boşanan bir kadın için iddet saymaya gerek olmadığı beyan edilmektedir. Bu beyanın, iddet beklemenin hikmetini, kadının hamile olup olmadığının anlaşılması yönünden anlamak, bize Talak s. 4. ayetinde "Hayız görmeyenler" olarak bildirilenlerin, çocuklar olamayacağını göstermektedir.
Çocuklar ile evlenerek cinsel ilişki kurulduktan sonra onların boşanması ve hamile olup olmadıklarının anlaşılması için onların 3 ay beklemeleri gerektiğini Talak s. 4. ayetinden çıkarmak, öncelikle çocuk yaşta birisi ile cinsel ilişki kurulabileceğini iddia etmek anlamına gelir ki, insan fıtratı böyle bir şeyi asla kabul etmez.
[033.049] Ey iman edenler; mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla (cinsel) temasta bulunmadan önce boşadığınızda, artık onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerini geçindirin ve güzellikle serbest bırakın.
Ahzab s. 49. ayetindeki boşanma ile ilgili hükme baktığımız zaman, evlendikten sonra cinsel temasta bulunmadan boşanan bir kadın için iddet saymaya gerek olmadığı beyan edilmektedir. Bu beyanın, iddet beklemenin hikmetini, kadının hamile olup olmadığının anlaşılması yönünden anlamak, bize Talak s. 4. ayetinde "Hayız görmeyenler" olarak bildirilenlerin, çocuklar olamayacağını göstermektedir.
Çocuklar ile evlenerek cinsel ilişki kurulduktan sonra onların boşanması ve hamile olup olmadıklarının anlaşılması için onların 3 ay beklemeleri gerektiğini Talak s. 4. ayetinden çıkarmak, öncelikle çocuk yaşta birisi ile cinsel ilişki kurulabileceğini iddia etmek anlamına gelir ki, insan fıtratı böyle bir şeyi asla kabul etmez.
Sonuç
olarak; TALAK 4 ayetinde boşanmış kadınların iddet beklemeleri ile
ilgili hükümlerden birinin muhatabı olan “hayız görmeyen" çocuklar
değil, hayız görme çağına gelmiş ama hayız göremeyen kadınlardır.
Kişilerin evlilik çağı, onların buluğa ve rüşde ermeleri olarak beyan
edilen NİSA 6 ayeti göz ardı edilerek “aha bak çocukların evleneceğine dair ayet”
denilerek uçkur düşkünlerine kapı açılmaktadır. Çocukların evleneceğine
dair bu ayetin hüküm beyan ettiğini ileri süren hoca efendiler, acaba
kendi çocuklarını bu şekilde evlendirerek veya kendileri çocuk yaşta
biri ile evlenerek buna örnek olurlar mı? Rabbimiz bizleri ayetleri
hevalarına göre anlamaya çalışanlardan muhafaza buyursun.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Ocak 2015 Pazartesi
Allah (c.c) Yolunda Öldürülenlerin Diriler Olmasının Anlamı
Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisinin yolunda mal ve can ile yapılan mücadeleyi övmüş , bu şekilde yapılan mücadeleyi ebedi Cennet ile müjdelemiştir. Kur'anın edebi anlatım uslubu olan mecazi anlatım, bu ayetlerde de karşımıza çıkmaktadır. Bu mecaz, bazı kimselerde hakikat olarak anlaşılarak bazı yanlış anlamalara yol açmıştır. Konu ile ilgili ayetler Bakara ve Al-i imran surelerinde geçmektedir.
[002.154] Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.
[003.169] Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.
[003.170] Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.
[003.171] Onlar, Allah'tan bir nimeti bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah'ın mü'minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler.
Bakara s. 154 , Al- i imran s. 169. ayetlerinde Allah yolunda öldürülenlerin "diri" oldukları vurgusu yapılmaktadır. Bu diri olmayı eğer hakiki anlamda okuyacak olursak bir takım müşküllerin çıkacağı açıktır.
[029.057] Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz.
[021.034] Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?
Yukardaki ayet meallerinde , her nefsin ölümü tadacağı ve kimseye ölümsüzlük verilmediği beyan edilmektedir. Eğer Allah yolunda ölenler hakiki anlamda diriler ise bu ayetlerle aralarında çelişki çıkmaktadır. Aynı şekilde eğer Allah yolunda ölen bir adam şayet diri ise, onun karısı başka bir erkekle evlenebilirmi sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bu soruya muhakkak ,"Hayır evlenemez" şeklinde bir cevap verilecektir , öyleyse onların diri olması hakiki bir anlam değil mecazi anlam şeklinde bize anlatılmaktadır.
Kur'an okumalarında bağlamı gözeterek okumak, bize okuduğumuz ayeti daha doğru anlama konusunda yardımcı olacaktır. Bağlamdan kopuk okumanın özellikle ön kabullerini Kur'ana onaylatmak isteyenlerin bir metodu olduğunu hatırlatarak , "Ayetten biz ne anlamak istiyoruz?" sorusu yerine , "Ayet bize ne mesaj veriyor?" sorusunun sorulup cevabının aranması gerekmektedir. Bizde aynı soruyu sorarak Ayetlerin mesajını anlamaya çalışalım;
Konumuz ile ilgili ayetin , Al-i imran suresinde geçişine baktığımızda bağlamın Uhud harbi ile ilişkili olduğu görülmektedir.
[003.154] Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve «Bu işten bize ne?» diyorlardı. De ki: «Bütün iş Allah'ındır». Onlar sana açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: «Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik». Onlara şöyle söyle: «Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde olanı bilir.
[003.156] Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri için: «Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi.» diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[003.168] Onlar oturup, kardeşleri için: «Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi» dediler. De ki: «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın».
Ayet meallerine baktığımız zaman , Uhud yenilgisinden sonra bu yenilgiden gerekli dersleri çıkarmayanların , Uhud da ölenlerin boşu boşuna öldükleri , gitmeselerdi ölmeyeceklerdi gibi sözlerle orada pisi pisi öldüklerini iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu arka planı gördüğümüz zaman , Allah yolunda öldürülenlerin boşuna ölmedikleri , yaptıkları bu özverinin karşılığını en güzel biçimde alacaklarına dair Rabbimizin sözleri geride kalanlar için teşvik pirimi mesabesindedir.
170. Ayette , "henüz kendilerine katılmamış olanlar" ifadesi, Ayetlerin hedef kitlesinin aslında öldürülenlerden çok , kendileri bu yolda can vermeye aday olan Mü'minlere kendilerinden önce bu yolda canını vermiş olanların dili üzerinden olayın güzelliği anlatılmaktadır.
Medine de inen Ayetlere baktığımızda , savaş konulu ayetler ve bu savaşlarda özellikle can ve mal konusunda çekimser duran veya , Müslümanlara ayak bağı olmaya münafıkların deşifre edilmesi noktasındaki Ayetlerin fazlaca yer tuttuğu görülmektedir. Sahabenin kahramanlıklarından fazla münafıkların nifakları ortaya konularak , her zaman içinde ortaya çıkabilecek münafık karakterinin deşifre olmasını sağlayacak örenkler verilmektedir.
Kendileri mal ve can noktasında herhangi bir özvride bulunmadıkları gibi olana da ayak bağı olmaya çalışarak Müslümanların arkalarından kuyularını kazmaya çalışan münafık karakterine en güzel cevabı yine Ayetler vermektedir.
Kendilerinin özenle kaçındığı can ve mal özverisinin , Allah (c.c) katında ne kadar değerli olduğunu ortaya koyan bir çok ayet mevcut olup , her devirde yaşayan Müslümanlar teşvik edilerek akıbetlerinin neresi olduğu ve oradaki yaşamları konusunda bilgiler verilmektedir.
Sonuç olarak; Allah yolunda öldürülenlerin "Diriler" olarak vasıflandırılması , onların gerçek diriler olduğu şeklinde bir düşünceyi akla getirmemelidir. Kur'anın mecazi anlatım uslubu içinde düşünülmesi gereken bu ayetler , bu şekilde canını verenlerin ne kadar büyük bir ecre nail olacaklarının beyan edilerek , kendilerinden sonrakilere bir mesaj olarak okunması hakiki anlamda düşünüldüğü zaman ortaya çıkacak olan müşkilatı ortadan kaldıracaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.154] Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.
[003.169] Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölmüşler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar, Rablerinin katında rızıklandırılırlar.
[003.170] Allah'ın, keremiyle kendilerine sunduğu nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Arkadaki henüz kendilerine katılmamış olanlar için korku ve üzüntü söz konusu değil diye onlar adına sevinçlidirler.
[003.171] Onlar, Allah'tan bir nimeti bir fazlı (bolluğu) ve gerçekten Allah'ın mü'minlerin ecrini boşa çıkarmadığını müjdelemektedirler.
Bakara s. 154 , Al- i imran s. 169. ayetlerinde Allah yolunda öldürülenlerin "diri" oldukları vurgusu yapılmaktadır. Bu diri olmayı eğer hakiki anlamda okuyacak olursak bir takım müşküllerin çıkacağı açıktır.
[029.057] Her nefis, ölümü tadacak, sonra döndürülüp bize getirileceksiniz.
[021.034] Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?
Yukardaki ayet meallerinde , her nefsin ölümü tadacağı ve kimseye ölümsüzlük verilmediği beyan edilmektedir. Eğer Allah yolunda ölenler hakiki anlamda diriler ise bu ayetlerle aralarında çelişki çıkmaktadır. Aynı şekilde eğer Allah yolunda ölen bir adam şayet diri ise, onun karısı başka bir erkekle evlenebilirmi sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bu soruya muhakkak ,"Hayır evlenemez" şeklinde bir cevap verilecektir , öyleyse onların diri olması hakiki bir anlam değil mecazi anlam şeklinde bize anlatılmaktadır.
Kur'an okumalarında bağlamı gözeterek okumak, bize okuduğumuz ayeti daha doğru anlama konusunda yardımcı olacaktır. Bağlamdan kopuk okumanın özellikle ön kabullerini Kur'ana onaylatmak isteyenlerin bir metodu olduğunu hatırlatarak , "Ayetten biz ne anlamak istiyoruz?" sorusu yerine , "Ayet bize ne mesaj veriyor?" sorusunun sorulup cevabının aranması gerekmektedir. Bizde aynı soruyu sorarak Ayetlerin mesajını anlamaya çalışalım;
Konumuz ile ilgili ayetin , Al-i imran suresinde geçişine baktığımızda bağlamın Uhud harbi ile ilişkili olduğu görülmektedir.
[003.154] Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize öyle bir eminlik, öyle bir uyku indirdi ki, o, içinizden bir zümreyi örtüp bürüyordu. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı, cahiliyet zannı gibi, hakka aykırı bir zan besliyorlar ve «Bu işten bize ne?» diyorlardı. De ki: «Bütün iş Allah'ındır». Onlar sana açıklamayacaklarını içlerinde saklıyorlar (ve) diyorlar ki: «Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik». Onlara şöyle söyle: «Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar yine muhakkak yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gidecekti. Allah (bunu) göğüslerinizin içindekini denemek ve yüreklerinizdekini temizlemek için yaptı. Allah göğüslerin içinde olanı bilir.
[003.156] Ey iman edenler! Sizler inkâr edenler ve yeryüzünde sefere veya savaşa çıkan kardeşleri için: «Eğer bizim yanımızda olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi.» diyenler gibi olmayın. Allah bunu, onların kalplerine bir hasret (yarası) olarak koydu. Allah, diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[003.168] Onlar oturup, kardeşleri için: «Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi» dediler. De ki: «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın».
Ayet meallerine baktığımız zaman , Uhud yenilgisinden sonra bu yenilgiden gerekli dersleri çıkarmayanların , Uhud da ölenlerin boşu boşuna öldükleri , gitmeselerdi ölmeyeceklerdi gibi sözlerle orada pisi pisi öldüklerini iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu arka planı gördüğümüz zaman , Allah yolunda öldürülenlerin boşuna ölmedikleri , yaptıkları bu özverinin karşılığını en güzel biçimde alacaklarına dair Rabbimizin sözleri geride kalanlar için teşvik pirimi mesabesindedir.
170. Ayette , "henüz kendilerine katılmamış olanlar" ifadesi, Ayetlerin hedef kitlesinin aslında öldürülenlerden çok , kendileri bu yolda can vermeye aday olan Mü'minlere kendilerinden önce bu yolda canını vermiş olanların dili üzerinden olayın güzelliği anlatılmaktadır.
Medine de inen Ayetlere baktığımızda , savaş konulu ayetler ve bu savaşlarda özellikle can ve mal konusunda çekimser duran veya , Müslümanlara ayak bağı olmaya münafıkların deşifre edilmesi noktasındaki Ayetlerin fazlaca yer tuttuğu görülmektedir. Sahabenin kahramanlıklarından fazla münafıkların nifakları ortaya konularak , her zaman içinde ortaya çıkabilecek münafık karakterinin deşifre olmasını sağlayacak örenkler verilmektedir.
Kendileri mal ve can noktasında herhangi bir özvride bulunmadıkları gibi olana da ayak bağı olmaya çalışarak Müslümanların arkalarından kuyularını kazmaya çalışan münafık karakterine en güzel cevabı yine Ayetler vermektedir.
Kendilerinin özenle kaçındığı can ve mal özverisinin , Allah (c.c) katında ne kadar değerli olduğunu ortaya koyan bir çok ayet mevcut olup , her devirde yaşayan Müslümanlar teşvik edilerek akıbetlerinin neresi olduğu ve oradaki yaşamları konusunda bilgiler verilmektedir.
Sonuç olarak; Allah yolunda öldürülenlerin "Diriler" olarak vasıflandırılması , onların gerçek diriler olduğu şeklinde bir düşünceyi akla getirmemelidir. Kur'anın mecazi anlatım uslubu içinde düşünülmesi gereken bu ayetler , bu şekilde canını verenlerin ne kadar büyük bir ecre nail olacaklarının beyan edilerek , kendilerinden sonrakilere bir mesaj olarak okunması hakiki anlamda düşünüldüğü zaman ortaya çıkacak olan müşkilatı ortadan kaldıracaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Ocak 2015 Pazar
Makamı İbrahim: Taş Kutsayıcılığının Müslümanlara Yansıması
Atamız İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) ın birlikte çalışarak temellerini yükselttikleri Mekke şehrinde bulunan ve insanlar için yapılan ilk Beyt olan (3.96) Kabe , arap cahiliyesinde şirk unsuru haline getirilmiş , Muhammed (a.s) 23 yıl süren mücadele sonunda orayı olması gereken haline yani Tevhidin sembolu haline getirmiştir.
İlerleyen zaman süreci içinde Kabe ve Hacc olması gereken boyutundan çıkarılmış içi boş ritüellerin tekrarlandığı, tevhidi şuur boyutunun akla dahi getirilmediği bir ibadetgah haline getirilmiştir. Semboller ile Allah (c.c) ye olan kulluğun ifade edildiği yer olan Kabe ve çevresi , araçların amaca dönüşmesi sürecinde oradaki taşların kutsandığı bir mekan haline dönüşmüştür. Kabenin duvarını ve kara taşı öpmek için, ezmek veya ezilmek pahasına gösterilen çabayı gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Bu yazımızda Kur'an da ifade edilen "Makamı İbrahim" den neyin kast edildiği üzerinde durmaya gayret ederek, kast edilen şeyin sadece bir taşı kutsamak olmadığını göstermeye çalışacağız.
" Makamı İbrahim" denilince akla ilk gelen , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken üzerine çıktığı ve üzerinde ayak izinin olduğu , Kabenin karşısında cam bir fanus içinde duran taş olduğudur.
Fakat Kur'an bu terimi kullanırken, Beyt, Salat , Hacc , Tevhid , Şirk, Kıyam gibi anahtar kavramları kullanarak anlatmaktadır. Bu kavramların içlerinin boşaltılması ve aracın amaç haline dönüşmesi sonucu yapılan eylemler , sadece taş kutsayıcılığına dönüşmüş hala bu şekilde devam etmektedir. Yanlışların üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek istemediğimiz için ,olması gerekenin üzerinde durmak istiyoruz.
[003.096] Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke de, o, kutlu ve bütün insanlar için hidayet olan dir.
[003.097] Orada apaçık nişâneler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.
[002.125] Hani Evi (Kâ'beyi) insanlar için yaratılış gayelerini hatırlama ve güvenlik yeri kıldık. «İbrahim'in makamını salat yeri edinin», İbrahim ve İsmail'e de, «Evi'mi tavaf edenler, oraya yönelenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin» diye ahid verdik.
Bakara s. 125. ayet içinde geçen "Mesabeten" kelimesininin meallerde "Sevab kazanma yeri" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Biz bu kelimeyi "yaratılış gayelerini hatırlama yeri" olarak çevirmeyi daha uygun gördük , bu uygun görüşümüzün gerekçesi şu dur ;
"Sevbün" kelimesi sözlükte , " Bir nesnenin önceden, üzere bulunduğu ilk durumuna ya da düşüncede amaçlanmış ve düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi" anlamına gelmektedir. (Elmüfredat)
"Beyt in mesabe kılınması" demek , insanların fıtratlarında olan Allah (c.c) yi Rab ve tek İlah olarak bilmelerinin yer yüzünde hatırlatılma mekanı olması" anlamındadır. İbrahim (a.s) örnek bir Elçi olarak , yaratılış gayesini bilen o yönde hareket eden , yaratılış gayelerinin aksine hareket eden babasına ve kavmine karşı canını ortaya koyarak vermiş olduğu mücadele bizler için kıyamete kadar çıkış noktası olması açısından önemi büyüktür. "Sevab kazanma yeri" olarak çevrilmesini , Kur'anın tevhidi mantığından uzak yapılmış mealler olduğunu hatırlatalım.
Elbeyt yani Kabe de İbrahim'in makamı olduğunun hatırlatılması sadece orada olan bir taşın hatırlatılması mı yoksa, "Makam" kelimesinin hatırlattığı anlamın ,İbrahim (a.s) üzerinden örnekliğinin hatırlatılarak bizlerinde aynı şuur içinde olması mı hatırlatılmak istenmektedir?.
Bunu anlamak için "Makam" ve "Musalli" kelimelerinin anlam içeriğini okumak gerekmektedir.
[005.097] Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.
Maide s. 97. ayetinde Kabenin kıyam merkezi kılınmış olması ile , orada İbrahim (a.s) makamı olmasının ne anlama geldiği İbrahim (a.s) ın kıssası hatırlandığı takdirde anlaşılacaktır.
İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı TEK BAŞINA karşı koyarak canı pahasına Tevhidi duruşun örnekliğini veren Elçilerden biri olması hasebiyle , kavminden kurtulduktan sonra Mekke bölgesine gelerek oğlu ile birlikte Beyt in temellerini yükseltmiştir. Hacc, onun bu duruşunun zihinlerde diri tutulmasına matuf bir ibadet olup , her Müslümanın onun bu örnekliğini anarak "HEPİMİZ İBRAHİMİZ" mesajını verdiği bir mekandır.
Bu bağlamda Bakara s. 125. ayet içinde geçen , Salat , Tavaf , Ruku , Secde kelimelerinin anlamları gündeme gelecektir.
"Salat" kelimesi, genel anlamı ile kişinin yönelimini ifade eden bir kelime olup kişi kimi İlah olarak biliyorsa ona yaptığı tazim in adıdır. Kişinin yönelimi İlah olarak Tazim ettiği Allah (c.c) ye ise bunun adı TEVHİD , kişinin yönelimi İlah olarak tazim ettiği başka kişi kurum v.s ler ise bunun adı ŞİRK tir.
"Tavaf" kelimesi, "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamında olup , buradan hareketle koruma amacıyla evinin etrafında dönüp dolaşan kimseye TAİFUN denmiştir.
Müslümanların Kabe etrafında tavaf etmelerinin anlamı bu kelimenin anlam alanı bilindiğinde daha kolay ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar Allah (c.c) nin Beyti nin etrafında dönerek , orayı yani Allah (c.c) Dinini koruyacaklarını deklere etmektedirler. Maaleseftir ki bu dönüş sadece şekilsel ifadesinde kalarak şuru boyutu geride bırakılmış sayıların tamamlanması etrafında içi boş bir dönüş haline gelmiştir.
"Ruku" ve "Secde" kelimeleri , kişinin acziyetini ifade etmesinin bir çeşit ifadesi olup , bu acziyeti hem hayatında Allah (c.c) nin Dinini hayatında pratize ederek i hemde belirli vakitler içinde topluca eda ettikleri Salatlarında ifade ederler.
Yukarda verdiğimiz ayetleri yeniden toparlayacak olursak;
"Beyt" kelimesinin , "İnsanın geceden ve onun tehlikelerinden sığındığı yer" anlamından hareketle, küfür karanlığından sığınılacak yer olarak Allahın Evi olarak ilk olarak Mekke de yapılan evin adı Kabe dir. Oraya sığınanın küfür karanlığından emin olacağını beyan eden Rabbimiz , küfre karşı can siperane bir kıyamda bulunan İbrahim (a.s) a orayı yeniden canlandırması emretmiş , o da oğlu ile orayı yeniden ihya etmiştir.
Belli zamanda insanları oraya Hacca çağıran İbrahim (a.s) ın bu çağrısı kıyamete kadar baki olarak kalacak ve insanlar oraya Hacc için geleceklerdir. Oradaki sembollerden ve Kıyam yeri olarak belirlenen Kabe tavaf edilerek , Allah (c.c) nin dininin etrafından ayrılmayacaklarına dair olan sözler yeniden hatırlanır, İbrahim (a.s) örnekliği burada çok önemli bir konumda olup , onun Salat örneği yani canını hiçe sayarak şirke karşı tek başına olsa dahi karşı duruşu bizlerinde bu durumda olsak bile aynı mücadele içine olacağımızın Rabbimize karşı beyan etmemiz anlamındadır.
Bütün bunlardan sonra görülüyor ki ; İbrahim as ın makamı demek, onun Kabeyi yeniden yükseltirken üzerine bastığı iddia edilen taş demek değildir. Bu ucuzcu bir yaklaşım olup, onun Tevhidi mücadelesinin hatırlanarak aynı yolda yürünmesine matuf olarak kişiye herhangi bir şuur vermemektedir. Aksine kişiyi taş kutsayıcılığı gibi bir duruma düşürmesi açısından tehlikeli bir durum olup şuur boyutundan uzaklaştıran bir obje olarak orada boşuna yer kaplamaktadır.
HACC İBADETİNİN TARİHİ VE TURİSTİK BİR GEZİ OLMAKTAN ÇIKARILARAK ASLİ BOYUTUNA DÖNDÜRÜLME VAKTİ GELMEDİ Mİ?
Sonuç olarak ;Makamı İbrahim den salat yeri edinilmesi demek oradaki taşı karşısına alarak namaz kılmak eylemi olarak değil , İbrahim (a.s) ın örnekliğinin hatırlanması demektir. Şekilcilik hastalığının geldiği noktalardan birisi olarak gördüğümüz , Kabenin duvarlarına yapışmak , Hacerül Esved adındaki taşa ve Makamı İbrahim olarak bilinen taşa olan tazim eski hastalıkların nüksetmesinin bir yansımasıdır. Hacc ibadetinde asıl olanın tek İlah olan Allah (c.c) nin dışındakileri red ederek sadece ona kul olduğumuzun gösterilmesine yarayan bir takım araçların amaç haline getirilerek içinin boşaltılması sonucunda özellikle kendisini Kur'an Müslümanı olarak tarif eden bir takım kimseler tarafından Hacc ibadetinin tümden red edilmesi gibi bir düşünce içine girilmiştir. Müslümanların yaptıkları yanlışlar öne sürülerek doğru olanın red edilmesi mantığı daha yanlış bir yaklaşım olup , esas olan şeyin bunun doğrusunun anlaşılması üzerine çalışılması olmalıdır. Hacc ibadeti içindeki yapılan ritüeller anlam itibarı ile İbrahim (a.s) ın şirke karşı açmış olduğu Tevhid bayrağının kıyamete kadar dalgalandırılmasının ifadesi olup bu görevi ifa eden Müslümanlar yapmış oldukları ritüellerin ne ifade ettiğini bildikleri takdirde , önce Kabenin bulunduğu topraklardaki müstekdir tağuti Suud rejimine bayrak açarak onların zulümlerine isyan etmeleri , sonra geldikleri ülkelerin tağuti sistemleri İbrahim (a.s) misali isyan etmeleri gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
İlerleyen zaman süreci içinde Kabe ve Hacc olması gereken boyutundan çıkarılmış içi boş ritüellerin tekrarlandığı, tevhidi şuur boyutunun akla dahi getirilmediği bir ibadetgah haline getirilmiştir. Semboller ile Allah (c.c) ye olan kulluğun ifade edildiği yer olan Kabe ve çevresi , araçların amaca dönüşmesi sürecinde oradaki taşların kutsandığı bir mekan haline dönüşmüştür. Kabenin duvarını ve kara taşı öpmek için, ezmek veya ezilmek pahasına gösterilen çabayı gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
Bu yazımızda Kur'an da ifade edilen "Makamı İbrahim" den neyin kast edildiği üzerinde durmaya gayret ederek, kast edilen şeyin sadece bir taşı kutsamak olmadığını göstermeye çalışacağız.
" Makamı İbrahim" denilince akla ilk gelen , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken üzerine çıktığı ve üzerinde ayak izinin olduğu , Kabenin karşısında cam bir fanus içinde duran taş olduğudur.
Fakat Kur'an bu terimi kullanırken, Beyt, Salat , Hacc , Tevhid , Şirk, Kıyam gibi anahtar kavramları kullanarak anlatmaktadır. Bu kavramların içlerinin boşaltılması ve aracın amaç haline dönüşmesi sonucu yapılan eylemler , sadece taş kutsayıcılığına dönüşmüş hala bu şekilde devam etmektedir. Yanlışların üzerinde durarak yazının hacmini büyültmek istemediğimiz için ,olması gerekenin üzerinde durmak istiyoruz.
[003.096] Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke de, o, kutlu ve bütün insanlar için hidayet olan dir.
[003.097] Orada apaçık nişâneler, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yoluna gücü yetenlerin o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.
[002.125] Hani Evi (Kâ'beyi) insanlar için yaratılış gayelerini hatırlama ve güvenlik yeri kıldık. «İbrahim'in makamını salat yeri edinin», İbrahim ve İsmail'e de, «Evi'mi tavaf edenler, oraya yönelenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin» diye ahid verdik.
Bakara s. 125. ayet içinde geçen "Mesabeten" kelimesininin meallerde "Sevab kazanma yeri" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Biz bu kelimeyi "yaratılış gayelerini hatırlama yeri" olarak çevirmeyi daha uygun gördük , bu uygun görüşümüzün gerekçesi şu dur ;
"Sevbün" kelimesi sözlükte , " Bir nesnenin önceden, üzere bulunduğu ilk durumuna ya da düşüncede amaçlanmış ve düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi" anlamına gelmektedir. (Elmüfredat)
"Beyt in mesabe kılınması" demek , insanların fıtratlarında olan Allah (c.c) yi Rab ve tek İlah olarak bilmelerinin yer yüzünde hatırlatılma mekanı olması" anlamındadır. İbrahim (a.s) örnek bir Elçi olarak , yaratılış gayesini bilen o yönde hareket eden , yaratılış gayelerinin aksine hareket eden babasına ve kavmine karşı canını ortaya koyarak vermiş olduğu mücadele bizler için kıyamete kadar çıkış noktası olması açısından önemi büyüktür. "Sevab kazanma yeri" olarak çevrilmesini , Kur'anın tevhidi mantığından uzak yapılmış mealler olduğunu hatırlatalım.
Elbeyt yani Kabe de İbrahim'in makamı olduğunun hatırlatılması sadece orada olan bir taşın hatırlatılması mı yoksa, "Makam" kelimesinin hatırlattığı anlamın ,İbrahim (a.s) üzerinden örnekliğinin hatırlatılarak bizlerinde aynı şuur içinde olması mı hatırlatılmak istenmektedir?.
Bunu anlamak için "Makam" ve "Musalli" kelimelerinin anlam içeriğini okumak gerekmektedir.
[005.097] Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.
Maide s. 97. ayetinde Kabenin kıyam merkezi kılınmış olması ile , orada İbrahim (a.s) makamı olmasının ne anlama geldiği İbrahim (a.s) ın kıssası hatırlandığı takdirde anlaşılacaktır.
İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı TEK BAŞINA karşı koyarak canı pahasına Tevhidi duruşun örnekliğini veren Elçilerden biri olması hasebiyle , kavminden kurtulduktan sonra Mekke bölgesine gelerek oğlu ile birlikte Beyt in temellerini yükseltmiştir. Hacc, onun bu duruşunun zihinlerde diri tutulmasına matuf bir ibadet olup , her Müslümanın onun bu örnekliğini anarak "HEPİMİZ İBRAHİMİZ" mesajını verdiği bir mekandır.
Bu bağlamda Bakara s. 125. ayet içinde geçen , Salat , Tavaf , Ruku , Secde kelimelerinin anlamları gündeme gelecektir.
"Salat" kelimesi, genel anlamı ile kişinin yönelimini ifade eden bir kelime olup kişi kimi İlah olarak biliyorsa ona yaptığı tazim in adıdır. Kişinin yönelimi İlah olarak Tazim ettiği Allah (c.c) ye ise bunun adı TEVHİD , kişinin yönelimi İlah olarak tazim ettiği başka kişi kurum v.s ler ise bunun adı ŞİRK tir.
"Tavaf" kelimesi, "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamında olup , buradan hareketle koruma amacıyla evinin etrafında dönüp dolaşan kimseye TAİFUN denmiştir.
Müslümanların Kabe etrafında tavaf etmelerinin anlamı bu kelimenin anlam alanı bilindiğinde daha kolay ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar Allah (c.c) nin Beyti nin etrafında dönerek , orayı yani Allah (c.c) Dinini koruyacaklarını deklere etmektedirler. Maaleseftir ki bu dönüş sadece şekilsel ifadesinde kalarak şuru boyutu geride bırakılmış sayıların tamamlanması etrafında içi boş bir dönüş haline gelmiştir.
"Ruku" ve "Secde" kelimeleri , kişinin acziyetini ifade etmesinin bir çeşit ifadesi olup , bu acziyeti hem hayatında Allah (c.c) nin Dinini hayatında pratize ederek i hemde belirli vakitler içinde topluca eda ettikleri Salatlarında ifade ederler.
Yukarda verdiğimiz ayetleri yeniden toparlayacak olursak;
"Beyt" kelimesinin , "İnsanın geceden ve onun tehlikelerinden sığındığı yer" anlamından hareketle, küfür karanlığından sığınılacak yer olarak Allahın Evi olarak ilk olarak Mekke de yapılan evin adı Kabe dir. Oraya sığınanın küfür karanlığından emin olacağını beyan eden Rabbimiz , küfre karşı can siperane bir kıyamda bulunan İbrahim (a.s) a orayı yeniden canlandırması emretmiş , o da oğlu ile orayı yeniden ihya etmiştir.
Belli zamanda insanları oraya Hacca çağıran İbrahim (a.s) ın bu çağrısı kıyamete kadar baki olarak kalacak ve insanlar oraya Hacc için geleceklerdir. Oradaki sembollerden ve Kıyam yeri olarak belirlenen Kabe tavaf edilerek , Allah (c.c) nin dininin etrafından ayrılmayacaklarına dair olan sözler yeniden hatırlanır, İbrahim (a.s) örnekliği burada çok önemli bir konumda olup , onun Salat örneği yani canını hiçe sayarak şirke karşı tek başına olsa dahi karşı duruşu bizlerinde bu durumda olsak bile aynı mücadele içine olacağımızın Rabbimize karşı beyan etmemiz anlamındadır.
Bütün bunlardan sonra görülüyor ki ; İbrahim as ın makamı demek, onun Kabeyi yeniden yükseltirken üzerine bastığı iddia edilen taş demek değildir. Bu ucuzcu bir yaklaşım olup, onun Tevhidi mücadelesinin hatırlanarak aynı yolda yürünmesine matuf olarak kişiye herhangi bir şuur vermemektedir. Aksine kişiyi taş kutsayıcılığı gibi bir duruma düşürmesi açısından tehlikeli bir durum olup şuur boyutundan uzaklaştıran bir obje olarak orada boşuna yer kaplamaktadır.
HACC İBADETİNİN TARİHİ VE TURİSTİK BİR GEZİ OLMAKTAN ÇIKARILARAK ASLİ BOYUTUNA DÖNDÜRÜLME VAKTİ GELMEDİ Mİ?
Sonuç olarak ;Makamı İbrahim den salat yeri edinilmesi demek oradaki taşı karşısına alarak namaz kılmak eylemi olarak değil , İbrahim (a.s) ın örnekliğinin hatırlanması demektir. Şekilcilik hastalığının geldiği noktalardan birisi olarak gördüğümüz , Kabenin duvarlarına yapışmak , Hacerül Esved adındaki taşa ve Makamı İbrahim olarak bilinen taşa olan tazim eski hastalıkların nüksetmesinin bir yansımasıdır. Hacc ibadetinde asıl olanın tek İlah olan Allah (c.c) nin dışındakileri red ederek sadece ona kul olduğumuzun gösterilmesine yarayan bir takım araçların amaç haline getirilerek içinin boşaltılması sonucunda özellikle kendisini Kur'an Müslümanı olarak tarif eden bir takım kimseler tarafından Hacc ibadetinin tümden red edilmesi gibi bir düşünce içine girilmiştir. Müslümanların yaptıkları yanlışlar öne sürülerek doğru olanın red edilmesi mantığı daha yanlış bir yaklaşım olup , esas olan şeyin bunun doğrusunun anlaşılması üzerine çalışılması olmalıdır. Hacc ibadeti içindeki yapılan ritüeller anlam itibarı ile İbrahim (a.s) ın şirke karşı açmış olduğu Tevhid bayrağının kıyamete kadar dalgalandırılmasının ifadesi olup bu görevi ifa eden Müslümanlar yapmış oldukları ritüellerin ne ifade ettiğini bildikleri takdirde , önce Kabenin bulunduğu topraklardaki müstekdir tağuti Suud rejimine bayrak açarak onların zulümlerine isyan etmeleri , sonra geldikleri ülkelerin tağuti sistemleri İbrahim (a.s) misali isyan etmeleri gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Ocak 2015 Cuma
İlim Verilen Kulun Çocuğu Öldürmesi Üzerinden Verilen Mesaj
Kehf s. 60 -82. ayetleri arasında Musa adında bir kişinin yolculuğu anlatılmaktadır. Bu kişinin elçi Musa mı veya başka bir Musa mı olduğu tartışması olduğu için sadece "Musa adında bir kişi" olarak bahsetmeyi uygun gördüğümüzü hatırlatarak , Bu Yazımızda kıssa içinde Musa nın "İlim verilen bir kul" olarak bahsedilen bir kişi ile olan yolculuğu içinde olan 3 olaydan o kulun çocuğu öldürmesi üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.
Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz.
Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir.
Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.
[018.074] Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075] O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081] Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.»
Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz.
Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.
Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.
Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.
İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır.
81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir.
Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ;
Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28).
Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.
Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.
Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.
İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir.
Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim;
Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur.
Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır.
"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.
O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?. İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir.
Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur.
Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır.
Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır.
Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz.
Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir.
Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.
[018.074] Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075] O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081] Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.»
Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz.
Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.
Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.
Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.
İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır.
81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir.
Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ;
Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28).
Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.
Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.
Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.
İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir.
Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim;
Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur.
Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır.
"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.
O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?. İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir.
Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur.
Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır.
Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır.
Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Aralık 2014 Salı
Amin Kelimesi Amon Putundan mı Geliyor ?
Yazımızın başlığı, konuya aşina olmayanlar tarafından biraz garip karşılanarak "öyle şey olur mu? Bu ne biçim başlık?"
şeklinde yadırganacaktır. Ancak Kur'an merkezli söylem etrafında
konuşulan ve bizce gereksiz olduğunu düşündüğümüz konulardan birisi de
maalesef bu konudur. Dualarımızın sonunda söylediğimiz "amin"
kelimesinin kökünün Mısırlılar'ın putu olan "Amon" adlı puttan geldiği
iddiası dile getirilmekte, bu sözün söylenmesinin kişiyi şirke
götüreceği iddia edilmektedir.
Müslümanların
gündemlerini meşgul eden konuların bu tür konular yerine, daha ciddi
konular olması gerekirken, bize bir şey kazandırmayacağını düşündüğümüz
konular ile gündem doldurulması ve bu tür gereksiz konuların
tartışılması; bizlerin Kur'an'ın ne kadar ciddi meseleler içerdiğinin
daha farkında bile olmadığımızı göstermektedir.
Bu
kelimenin Kur'an'da olmadığı, dolayısı ile duaların sonunda
kullanılmasının şirke kapı açtığı gibi düşüncelerin ortalıklarda
gezmesi, bu konu ile ilgili olarak düşüncelerimizi yazma gereğini
hissettirdi.
"E-M-N" kelimesi; "birisini tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek, itimat etmek, güvenmek, güvenilmek"
anlamlarına gelmektedir. "Amin" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bu
kelimenin ne anlama geldiğini görmek için AHKAF 17 ayetine gitmek
gerekmektedir ki dualarımızın sonunda söylediğimiz bu kelimenin ne
anlama geldiği doğru olarak anlaşılsın.
Vellezî
kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil
kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke AMİN, inne va’dallâhi
hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne)
[046.017]
Fakat o kimse ki anasına babasına: «Öf size, benden önce nice nesiller
gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana
va'dediyorsunuz?» dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak «Yazık sana, etme, gel
inan; Allah'ın sözü gerçektir» derken O; «Bu, eskilerin masallarından
başka birşey değildir» der.
AHKAF 17 ayetinde;
mü'min bir ebeveynin çocuklarına olan çağrısı ve çocuğun bu çağrıyı red
etmesi anlatılmaktadır. Mü'min ebeveynin çocuklarına "AMİN" şeklinde bir
hitapta bulunduğunu görmekteyiz.
Ebeveynin
çocuklarına bu şekildeki bir hitabı; ona söylemiş oldukları sözlerin
doğru olduğu, güvenilmesi gerektiği, asla yanlış olmadığı, onun bu
sözleri kabul etmesini yani iman etmesini istemeleri, sözlerine
güvenmelerini istemeleri anlamındadır.
Peki
duaların sonunda söylenen "amin" kelimesi ile biz ne demek istiyoruz?
Kul; Rabbi'ne ettiği duasında bütün samimiyeti ile O'na karşı acziyetini
ifade eder ve O'ndan isteklerini sıralar. Duasının sonundaki "amin"
kelimesi ise; kulun Rabbi'ne karşı söylediği sözlerinde son derece
samimi ve dürüst olduğunu ve bu samimiyet ve dürüstlüğünün bir ifadesi
olarak bunu söylediğini gösterir. Kul Rabbi'ne "Sana karşı bütün samimiyetimle bunları söylüyorum, buna inan" sözünü "amin" kelimesi ile ifade eder.
Hal
böyle iken bu sözün Mısırlıların putu olan "Amon"dan geldiği, dolayısı
ile bu kelimeyi söylemenin şirk içerdiği iddiası havada alan bir
iddiadır.
Bu tür suni gündemlerle muvahhidlik
iddiasında bulunan bir kısım Kur'an merkezli düşünce sahibi olan
kişilere tavsiyemiz şudur; bazı sözlerin, fiillerin, eylemlerin,
düşüncelerin şirk olduğu konusunda gösterilen titizliği takdir etmekle
birlikte, neyin şirk olup olmadığının adresi Kur'an olmalıdır. Elçilerin
kıssaları ile onların nasıl bir şirk düşüncesine karşı kıyama kalktığı
çok dikkatli okunarak asıl bunlar gündem edilmelidir.
Elçi
kıssalarında öne çıkan tevhidî eylem; o kavmin sahte ilahları olup,
gelen elçiler tek İlah olarak Allah(c.c)'nin tanınmasını ve O'nun
kulları için çizdiği hayat sistemini kabul etmeleri için yaptıkları
mücadeledir. Bizlerin bu tür mücadeleleri ıskalayıp basit gündemler
ihdas ederek muvahhidcilik oynamaya kalkışmasının, kendimizi oyalamaktan
başka bir işe yaramayacağını hatırlatalım.
Kendisini
"Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen birçok kişinin, geleneksel İslam
anlayışına sahip olanlar ile ortak yönleri; araştırmadan kabul etmek
gibi bir yanlış içinde olmalarıdır. Bu tür iddiaları okuyup da, sadece
bu iddiaları paylaşanların kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse
etmeleri; bizleri onların her dediği doğrudur mantığına götürmemelidir. "Bu konu hakkında Kur'an acaba ne diyor?"
şeklinde sorgulama yapan birisi, AHKAF 17 ayetini dikkatli bir okuyuşla
kelimenin dışardan ithal değil, öz be öz Kur'an malı olduğunu
görecektir.
Sonuç olarak; "amin" kelimesi
Mısırlıların putu olan "Amon"dan gelme bir kelime değil, Kur'an içinde
açık ve net olarak bulunan ve öz be öz Kur'an'a ait olan bir kelimedir.
Duaların sonunda bu kelimenin kullanılması tabi ki farz değildir,
isteyen kullanır istemeyen kullanmaz. Bu konu da muhayyerdir ancak
Kur'an'a bakmadan ortaya atılan bu tür sözler, ortaya atanın cehaletini
ortaya koyduğu gibi araştırmadan hemen kabullenenleri de cehalete ortak
olmaya iter. Bizlere düşen muvahhid olmanın anlamını bu tür gereksiz
gündemlerle doldurmaya çalışmak yerine, Kur'an'ın bize gösterdiği
çizgiyi takip etmek olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Aralık 2014 Pazar
Bakara s.234 ve 240. Ayetlerini Hevalarına Göre Çeviren Şerefliler !!!!
Yazımızın başlığı diğer yazılarımızın başlıklarına göre değişik bir başlık olduğunu baştan kabul ediyor ve böyle bir tabiri yazı başlığı yaptığımız için öncelikle özür diliyoruz. Ancak konu edeceğimiz yazı başlığını görüldüğü zaman böyle bir başlığı neden attığımız anlaşılacaktır.
Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir.
Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl tahrif edilebileceğinin örneğidir.
Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız.
Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur.
BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK
""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""
Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.
Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.
Yazı sahibi Bakara s. 234. ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir.
"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."
Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.
Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete;
Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.
Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.
Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır.
Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.
Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir.
Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl tahrif edilebileceğinin örneğidir.
Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız.
Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur.
BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK
""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""
Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.
Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.
Yazı sahibi Bakara s. 234. ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir.
"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."
Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.
Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete;
Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.
Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.
Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir.
Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır.
Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.
Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Aralık 2014 Çarşamba
İnnehu Lekavlu Resulin Kerimin (Muhakkak O Kerim Bir Elçinin Sözüdür)
Yazımıza başlık olarak aldığımız ayet; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçmekte olup mealen "muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür" buyurulmaktadır. Her iki surede geçen "kerim elçi" olarak kastedilen kişiler aynı kişiler değildir. Hal böyle iken, aklımıza "Bu Kur'an Allah(c.c)'nin sözü iken neden başkalarının sözü deniliyor?"
şeklinde bir soru gelmesi muhtemeldir. Bu sorunun cevabının
verilebilmesi için, iki suredeki ayetleri bağlamları içinde okuyarak,
kastedilen "kerim elçi"lerin kim oldukları, daha sonra ayetten ne kast
edildiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışalım.
HAKKA Suresi;
[069.038] Görebildiğinize yemin ederim ki;
[069.039] Ve görmediklerinize ki,
[069.040] Muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür.
[069.041] Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
[069.042] bir kâhin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz.
[069.043] O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
[069.044] O bize isnaden ba'zı lâflar uydurmağa kalkışsaydı
[069.045] Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
[069.046] Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
[069.047] O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
[069.048] Çünkü o (Kur'an) muttakiler için bir öğüttür.
[069.049] İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
[069.050] Ve muhakkak ki o; kafirler için bir üzüntüdür.
[069.051] Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
Muhammed(a.s)
için Mekkelilerin kahin, mecnun ve şair suçlamalarında bulunduğu yine
Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde zikredilmektedir.
[021.005] «Hayır,»
Dediler, «Karışık rüyâlardır, Hayır, onu iftira etmiştir, o belki bir
şairdir. Bize evvelkilerin gönderilmiş oldukları gibi bir âyet
getirsin.»
[052.029-30] Artık sen öğüt
vermeğe devam et. Çünkü sen Rabbin nîmeti hakkı için ne bir kâhînsin ve
ne de bir mecnûn. Yoksa diyorlar mı ki, «O bir şairdir, onun hakkında
zamanın ızdırap veren felaketini bekliyoruz?»
Bu
ve benzeri ayetler, Muhammed(a.s) için bu tür yakıştırmaları red
ederek, o tür sözlerin yalan ve iftira olduğunu beyan etmektedir. HAKKA
Suresi ayetleri de bu gerçeğe dikkat çekmekte, onun ne şair ne de kahin
olmadığını, aksine kerim bir elçi olduğunu vurgulamaktadır. HAKKA Suresi
ayetlerinde bahsedilen "kerim elçi"nin Muhammed (a.s) olduğu açıkça
görülmektedir. Aynı ayetin geçtiği TEKVİR Suresi ayetlerinin meali de
şöyledir.
[081.015] Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),
[081.016] O akıp akıp yuvasına girenlere
[081.017] Kararmaya başlayan geceye and olsun;
[081.018] nefeslendiği zaman o sabaha ki,
[081.019] muhakkak o kerîm bir elçinin sözüdür.
[081.020] Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.
[081.022] Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
[081.023] Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür.
[081.024] O, gayb hakkında cimri de değildir.
[081.025] O, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
[081.026] Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
[081.027] O alemlere öğütten başka birşey değildir.
[081.028] Sizden doğru olmak isteyenler için.
Bu
ayetlerdeki "kerim elçi"; 23. ayette Muhammed(a.s)'ın apaçık gördüğü,
20. ayette "arşın Sahibi" katında değerli olan vahyi beşer elçiye
getiren "melek elçi"dir.
Sonuç olarak; HAKKA 40 ayetindeki "kerim elçi" MUHAMMED(a.s), TEKVİR 19 ayetindeki "kerim elçi" ise CİBRİL'dir.
Şimdi şöyle bir soru akla gelecektir; Kur'an Allah(c.c)'nin kelâmı olduğu halde neden "kerim bir elçinin sözüdür" buyrularak, bir ayette Muhammed(a.s)'ın, bir diğer ayette de Cibril'in sözü olduğu bildiriliyor?
Meselenin doğru anlaşılması için "elçi" kelimesi anahtar bir kelime durumundadır.
Allah
(c.c) aşkın bir varlık olması nedeniyle duyu organlarımız ile onu
algılamak mümkün değildir. O kendisini bize; algılama kabiliyetimiz
çerçevesindeki bilgilerimiz ile benzetme yolu ile tanıtır. Bu benzetmeyi
"hükümdar" tasvirini kullanarak yapar. Her şeyin mülkünü elinde
tutması, arşının ve kürsisinin olması, ordularının olması, hazinelerinin
olması, elçiler göndermesi vb. konuları, bu "hükümdar" benzetmesi
ışığında okunduğunda anlamak kolaylaşacaktır.
Bir
hükümdarın yaptığı işlerden biri; emirlerini başkalarına aktarmak için
elçiler göndermesidir. Bir hükümdarın gönderdiği elçinin şahsiyeti,
görüntüsü, kıyafeti o elçiyi gönderen hükümdarın azameti ile orantılı
olup o hükümdarın büyüklüğünü yansıtır. Elçiyi gören insanlar, o elçinin
elçiliğini yaptığı hükümdarın azametini, karşısındakilere yansıtması
açısından elçinin önemli bir rolu vardır.
Alemlerin
Rabbi olan Allah(c.c) da, göklerin ve yerin mülkünü elinde tutan bir
"hükümdar" olarak mülkü içinde yaşayanlara bir takım hayat düzenlemeleri
(din) vaaz eder. Bu düzenlemelerin bildirimini, kulları içinden seçtiği
elçileri ile yapar. Bu elçiler, elçiliğini yaptıkları "hükümdar"ın
azameti ile orantılı olup, üstün ahlaklı olan ve kirli bir geçmişi
olmayan insanlardır. Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman o elçileri red
eden müşriklerin dahi elçilerin şahsiyeti ve geçmişi ile ilgili olarak
hiç bir şekilde suçlamaya gidemediklerini görürüz.
"Kerim" kelimesi bu anlamda önemli bir kelimedir. Bu kelime; cahiliye Arap'ının lügatında "sınırsız bir eliaçıklık" anlamında kullanılır. Bu payeyi almak için "falan kişi çok kerimdir" denilmek için varını yoğunu dağıtarak ele güne muhtaç olanların dahi olduğu söylenmektedir.
Bu
kelimenin cahiliye Arap'ının zihin dünyasındaki yerini bilen Rabbimiz,
gönderdiği elçileri için "kerim" kelimesini kullanarak, onların ne kadar
değerli olduklarını da o günün Arap'ının zihin dünyasına hitap ederek
anlatıyordu.
"Elçi" kelimesinin anlam alanı
içinde, bir hükümdar tarafından yazılmış olan fermanı, olduğu gibi
muhataplara aktarmak veya okumak vardır. Elçi okuduğu fermanı hükümdar
adına okur ve şahsi olarak bu fermana herhangi bir ilavesi veya çıkarımı
olamaz. Böyle bir şey yaptığı takdirde onun cezası ölüm olur. HAKKA
44-48 arası ayetler de bu duruma işaret etmektedir.
Bu
izahlardan sonra, Kur'an'ın "kerim elçi"nin sözü olması ile ilgili
olarak önce TEKVİR Suresi içinde geçen ayetlerdeki "kerim elçi" olan
Cibril in elçiliğinin ne anlama geldiği konusunda şunları
söyleyebiliriz.
[022.075] Allah; meleklerden elçiler seçer. İnsanlardan da. Doğrusu Allah; Semi' dir, Basir'dir.
[042.051] Bununla
beraber hiçbir insan için Allah'ın şu üç suret dışında doğrudan doğruya
ona söz söylemesi mümkün değildir; ancak, ya vahiy ile, ya perde
arkasından ya da bir elçi gönderir, izniyle ona dilediğini vahyeder.
Çünkü O, çok yüksek ve çok hikmet sahibidir.
[016.002] Allah
kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle
indirerek şöyle der: «İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur.
Benden sakının.»
Yukarda verdiğimiz ayet
meallerine göre Allah (c.c) insanlarla elçi göndererek konuşur. Bu
elçileri insanlardan ve meleklerden seçer. Meleklerden seçtiği elçiler
vasıtası ile beşer elçilere vahiy indirir. Bu olayın Muhammed(a.s)'ın
şahsında gerçekleşmesi diğer ayetlerde şöyle anlatılmaktadır.
[002.097]
De ki: «Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitabı,
Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için
hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur.
[016.102] De
ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara
hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.
[026.192-194] Muhakkak
ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruh el-Emin
indirmiştir. Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine
Allah(c.c)'nin
vahyini, beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a indiren "kerim elçi" Cibril,
elçi olmanın gereği olan Hükümdarın sözünü aynen beşer elçi olan
Muhammed(a.s)'a aktarmış ve elçiliğini yerine getirmiştir.
"Melek
elçi"den vahyi alan diğer "kerim elçi" olan Muhammed(a.s) da elçi
olmanın gereğini harfi harfine uygulayarak, kendisine gelen mesaja
herhangi bir ilave veya eksiltme yapmayarak muhataplarına bildirmiştir.
Dolayısı
ile her iki elçinin aktardığı vahiy Allah(c.c)'nin sözü olup, elçiler
bu noktada sadece vasıtadır. Muhammed(a.s)'ın Allah(c.c)'den gelen vahiy
ile kendisinin de muhatap olması ve bu muhatabiyetin yansımaları onun
örnekliği olarak bizleri de ilgilendirmektedir.
Sonuç
olarak; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçen "kerim elçi"ler
Allah(c.c)'nin sözünü insanlara aktarmak ile görevli "melek elçi" olan
Cibril ve "beşer elçi" olan Muhammed(a.s)'dır. Kur'an'ın onların sözü
olarak beyan edilmesinin ne anlama geldiği, elçi olmanın ne anlam
geldiği bilindiği zaman doğru olarak anlaşılacaktır. Sözü ilk olarak
vahyedenin Hükümdar olan Allah(c.c) olduğu ve bu vahyi önce Cibril'e
vererek o vahyi Muhammed(a.s)'a ulaştırmasını emretmiş, Cibril de
Muhammed(a.s)'a bu vahyi ulaştırmıştır. Cibril'in Muhammed(a.s)'a
okudukları, Muhammed(a.s)'ın muhataplarına okudukları sözler
kendilerinin sözleri değil, elçisi oldukları Hükümdar olan Alemlerin
Rabbi olan Allah(c.c)'nin sözleridir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Aralık 2014 Pazartesi
Bakara s. Bağlamında Adem ve İblis Kıssası
Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde bizlere anlatılmakta olup bu anlatımlardaki maksadın anlaşıldığını söylemek maalesef zordur. Tefsir kitaplarına baktığımız zaman olayın , kıssaların anlatımındaki genel maksat olan hisse alımı açısından değil , sadece yaşanmış olduğu zaman içinde anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz.
Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız.
Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.
[002.030] Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.
Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz.
Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.
Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır.
Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.
[002.031] Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
[002.032] Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
[002.033] (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur.
[002.034] Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır.
[002.035] Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»
35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım.
Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.
[002.036] Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.
36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.
[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.
[002.038] Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039] Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.
38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir.
Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız.
Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.
[002.030] Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.
Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz.
Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.
"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.
Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır.
Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.
[002.031] Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
[002.032] Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
[002.033] (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.
Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur.
[002.034] Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır.
[002.035] Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»
35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım.
Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.
[002.036] Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.
36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.
[002.037] Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.
Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.
[002.038] Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039] Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.
38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir.
Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.
Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
17 Aralık 2014 Çarşamba
Küfür Nedir ? Kafir Kimdir ?
"Küfür" ve "Kafir" kelimeleri, İslam literatürü içinde önemli yer tutan kelimeler olup , bu kelimelerin herkesin elinde bir silah olarak kullanılarak, karşısındaki düşünceyi ve o düşünce sahibini damgalama aracı haline geldiğini görmekteyiz . Bu bağlamda , kelimelerin içerdiği anlam ve kimler için kullanılacağı konusu önem kazanmış olup , birisine "Kafir" demek için belirlenmiş standartların olması gerekmektedir. Geleneksel fıkıhta belirlenmiş olan bu standartların Kur'an kaynaklı olduğunu söylemek maalesef zordur.
"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz.
Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin tek bir kaynak üzerinde olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.
Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.
Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.
Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.
[022.003] İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008] İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.
"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz.
Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır
Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir.
Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.
Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır.
Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.
Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.
Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.
Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz.
Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin tek bir kaynak üzerinde olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.
Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.
Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.
Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.
Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.
[022.003] İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008] İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.
Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.
"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz.
Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır
Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir.
Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.
Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır.
Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.
Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.
Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.
Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Aralık 2014 Cumartesi
Tevbe s. 107-110. Ayetleri ve Yeniden Oluşturulan Dırar Mescidleri
"Dırar Mescidi (zarar mescidi)”
deyimi TEVBE 107 ayeti içinde; münafıkların Medine’de oluşturmuş
oldukları ayrı bir mescid ile ilgili olarak kullanılmış olup,
Allah(c.c)'nin onların oluşturmuş olduğu bu mescide değil, diğer mescide
dahil olunmasını emrettiğini görmekteyiz. İlgili ayetlerin meali
şöyledir.
[009.107] Bir
de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslümanların arasına
ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne karşı savaş açmış olanı
beklemek için mescid yapanlar var. «İyilikten başka bir maksadımız
yoktu.» diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı
olduklarına Allah şahittir.
[009.108] Orada
asla durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde
durmana daha uygundur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah,
temizlenmek isteyenleri sever.
[009.109] Binasını
Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa
yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de
çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru
yola iletmez.
[009.110] Yaptıkları
bina, kalblerinde şüphe ve ızdırap kaynağı olmakta kalbleri paralanana
kadar devam edecektir. Allah bilendir, hakimdir.
Ayetlerin
tarihsel bağlamı Medine’de münafıklar tarafından inşa edilmiş olan
mescid ile alakalı olup, o mescidin yapılış sebebinin beyan edilmesi ve
Muhammed(a.s)'ın oraya asla girmemesinin emredilmesi üzerinedir. Siyer
kaynaklarına göre o mescid sonradan yıkılmıştır.
"Bu ayetlerin günümüze dönük herhangi bir mesajı var mıdır?" dersek şu mesajları çıkarmak mümkündür;
Müslümanların
bugün birçok fırka ve hizbe bölünmüş olduğu ve bu bölünmüşlüğün
birbirimize karşı bir düşmanlığı da beraberinde getirmiş olduğu, her
hizbin kendisinin onunla ifade ettiği bir kitabı, şeyhi ve mekanı olduğu
bir gerçektir.
Şunu
evvela hatırlatalım ki; bütün bu hizipleri “münâfık" ilan edip kendi
fırkamızı hak ilan etmek gibi bir düşünce içinde değiliz. 73 fırka
hadîsinin herkesi cehennemlik, sadece kendisini "kurtulmuş fırka"
ilan edenlerin elinde bir silah olduğunu hatırdan çıkarıp, bütün
oluşumları "Zarar Mescidi" olarak görüp kendi oluşumumuzu "Takvâ
Mescidi" ilan etmek gibi bir amaç ile bu yazı kaleme alınmamıştır. Bizi
takip edenler hiçbir fırka içinde olmadığımızı, çağrımızın sadece
Kur’an’ın rehber edinilmesi üzerine kurulmuş bir düşünce merkezinden
ayrılmamak üzerine olduğunu iyi bilirler.
Bugün
Müslümanların birçoğunun, sahip olduğu kimliğin hakkını vermekten uzak
olan inançlara ve "şucu bucu" şeklinde kimliklere sahip olarak
kendilerini ifade ettikleri bilinen bir olgudur. Müslüman isminin yanına
ilave isimler koyarak, o isimler ile kimliklerini ifade etmektedirler.
Bu kimliğin oluşmasında Kur’an’dan çok; kişi, kitap, mezhep, meşrep,
tarikat vb. kurumlar öne çıkmaktadır.
Allah(c.c)'nin
bize verdiği bu isim, sadece O’nu İlah ve Rab edinmek üzerine kurulu
bir inanç sistemidir. Ayrıca çeşitli fırkalara ayrılmış olan
Müslümanların, kendi yanlarında olanlar ile yetinerek, başlarında olan
şahsı veya Kur’an harici okuduklarını rehber edindikleri malumdur.
Bu
oluşumlar içinde olanların Allah(c.c)'yi tek Rab ve İlah olarak
tanımaları maalesef sözde kalmaktadır. Özde ise; tâbi oldukları kişileri
veya onların kitaplarını Rab edindikleri gözlemlenmektedir. Herhangi
bir meselede hakem olarak Allah’ın Kitap’ı yerine, o kişilerin yazmış
olduklarının ortaya konulmuş olması; bu fırkaların birleştikleri bir
noktadır.
Bu
bağlamda, Kur’an’ı arkaya atarak meydana getirilmiş bütün fırka ve
oluşumların toplanmış olduğu çatının adını "Dırar Mescidi (zarar
mescidi)" olarak isimlendirmek, Medine’de tesis edilen o mescidin
yapılmasındaki gaye ile örtüşmesi hasebiyle yanlış olmayacaktır.
O
mescid çatısı altında toplananlar, ZARAR-KÜFR-TEFRİKA merkezli bir amaç
doğrultusunda birleşerek Mü'minlere zarar vermeyi amaçlamışlardı. Bugün
fırkacılık şeklinde meydana gelen oluşumların Mü'minlere hiçbir
faydasının olmadığı, aksine zarar-küfr-tefrikadan başka bir şey
doğurmadığı ayan beyan ortadadır. Herkesin, içinde bulunulan bu durumdan
şikayetçi olması ancak birleşmenin kendi mescidlerinin çatısı altında
olması gerektiğini düşünmesi ise ayrıca traji-komik bir durumdur.
Burada
fırka isimleri altında toplanmış olan kimseleri “münâfık" olarak
damgalamak gibi bir niyet içinde olmadığımızı tekrar hatırlatmak yerinde
olacaktır. Ancak bu oluşumların neye hizmet ettiği konusu bizim için
önemlidir. Kişilerin samimi bir niyet içinde bu oluşumlar içinde
bulunmuş olmaları, bu yanlışları hoş görmeyi gerektirmez. Bizler niyet
okuyuculuğu gibi bir vazife ile vazifelendirilmiş değiliz. Ancak ortada
olan durumun kimin işine yaradığına, kimin ekmeğine yağ sürdüğüne
bakarak karar verebiliriz.
Fırkacılık
şeklindeki oluşumlar; Müslümanların birlik ve beraberliklerine vurulmuş
en büyük darbelerden biri olmaları nedeniyle bugünkü zelil halimizin
baş müsebbipleri olup, bu durumdan faydalanan müstekbirlerin ve
zalimlerin ekmeklerine yağ sürdüğü muhakkaktır.
Bir
fırkayı kötüleyip diğer bir fırkaya dahil olmayı tavsiye etmediğimizi
yeniden hatırlatarak "Dırar Mescidi" adına layık olan fırkaların yerine
"Takva Mescidi" olarak nitelenen bir oluşumun adresinin neresi olduğunun
cevabını vermek gerekmektedir.
"Takva Mescidi" olarak nitelenebilecek oluşumun düşünce temellerini şöyle özetlemek mümkündür;
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı kendilerine hayat
rehberi edinmişlerdir. Bu Kur’an, onlara içinde adı geçen Elçilerin
örneklikleri üzerinden tarih boyunca şirke karşı nasıl mücadele
edileceğinin örneklerini vererek, bugün o örnekler üzerinden tağutlara
ve şirke karşı nasıl bir tavır takınınacaklarını öğretir.
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; vahyi ve onu göndereni
öteleyip, onu getiren Elçiyi ikinci bir yarı-ilah mesabesinde görmeyip,
onu dinde ayrı bir şâri değil, Allah’ın dininin uygulayacısı olarak
görürler. Onun adına söylendiği iddia eden sözleri Kur’an ölçeğinde
değerlendirerek doğruluğu veya yanlışlığı hakkında düşünce belirtirler.
"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın önde gelenlerinin her sözüne “vardır bir hikmeti" diyerek boyun eğmez, yanlışını gördüğü an onu uyarırlar.
"Takva
Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın
kitabını Kur’an ile aynı mesafede görerek ona kutsiyet atfetmez, ne
okurlarsa okusunlar, okuduklarını Kur’an ile değerlendirir ve yanlışsa
kimin yazdığına bakmadan yanlışlığını haykırırlar.
"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı tevhid merkezli bir okuma ile hayata geçirir ve “parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak"
şeklinde okumalara itibar etmezler. Bu tür yapılan okumaların sonuçları
aynı şekilde fırkacılık olup, diğer fırkayı zemmedip kendi fırkasını
öne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı görülmektedir.
Sonuç
olarak; TEVBE 107-110 ayetleri arasında gördüğümüz; farklı mescidler
altında olan yapılanmalar, bugüne fırkacılık olarak yansımış, ayet
içinde belirtilen amaçlara hizmet eden bir duruma sebebiyet verilmiştir.
Tâbi olunması gereken mescidin yapılanma amaçlarının içinde TAKVA ve
TEMİZLENME amacı olması gerektiği 108. ayet içinde beyan edilmektedir.
Müslümanlar içinde oldukları fırkaların nasıl bir amaca hizmet ettiğini
ve nasıl olması gerektiğini sorgulayarak şeyh, üstad, fırka, kitap
tasallutundan kurtularak, Kur’an yönelmeleri ve bu Kitap altında
oluşturulan "TAKVA MESCİDİ"nde “salat"a durmaları gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)