27 Kasım 2016 Pazar

Fussilet s. 30-32. Ayetleri : Melekler İnsan Üzerine Nasıl İner ?

Yazımıza konu olarak seçtiğimiz ayetlerde, Allah (c.c) biz iman etmiş kullarına bir vaatte bulunmaktadır. Bu yazımızda Allah (c.c) nin bu vaadinin hayat için nasıl gerçekleştiğine dair bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.

[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan cennetle sevinin! derler.
[041.031]  «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»
[041.032]  Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.

Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.

Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz. 

Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.

Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.

Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır. 

Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği  şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir. 

Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?. 

"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir. 

"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır. 

Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab"  olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir. 

İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?.  Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.

Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.

Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir. 

Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının  vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.

Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır. 

Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7). 

Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve  onu gerçek rab ve ilah olarak kabul  etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç  "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir. 

[008.012]  Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım. Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.

Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini  Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir. 

Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.

[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.

Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır. 

Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.

[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar yalnız Allah'a güvensinler.

Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.

Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.  

Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır. 

Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz. 

İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.

Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


23 Kasım 2016 Çarşamba

Rad s. 11. ve Enfal s. 53. Ayetleri : Firavun Örneğinde Toplumsal Değişimin Yasaları

Yarattığı insanlara dünya hayatlarında uyması gereken kuralları, elçi ve kitapları vasıtası ile bildiren Allah (c.c), koymuş olduğu kurallara uymanın veya uymamanın, insanlara dünya ve ahiret hayatlarında nasıl bir karşılık ile döneceğini de kitapları ile kullarına haber vermiştir. 

İnsanların ve toplumların dünya hayatlarında yaptıklarının karşılığını belirli yasalara bağlayarak, bu yasalar dahilinde kişi ve toplum ayrımı yapılmadan karşılığının verilmesine "Sünnetullah" denilmektedir.

Sünnetullah adı verilen toplumsal yasaların nasıl işlediği, hem kural olarak, hem de gerçek hayat içinde bu kuralın nasıl vaki olduğu bizlere Kur'an içinde haber verilmektedir. Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetleri, bu kuralı bize bildiren ayetlerdendir. 

 [Rad s.11] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim , kendisini değiştirmedikçe , Allah ta o kavmi değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.

[Enfal s. 49] Hani münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar: Bunları, dinleri aldattı, diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse; muhakkak ki Allah, Aziz' dir, Hakim'dir.

[Enfal s. 50] Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!

[Enfal s. 51] İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.

[Enfal s. 52]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yoketti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir.

[Enfal s. 53]  Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.

Allah (c.c) bu ayetlerde, bir insan veya topluluğun, menfi veya müspet yönde bir değişime uğramasının, insan veya toplumların yaptıkları sonucunda gerçekleşeceğini bildirmektedir. Yani değişimi Allah (c.c) değil , insan veya toplumlar başlatmakta, Allah (c.c) bu değişim isteğine göre koyduğu yasaları işleyiş alanına sokmaktadır.

[Ahzab s. 62]  (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.

Allah (c.c) toplumsal işleyiş yasasının (Sünnetullah) kuralını koyduktan sonra, bu işleyişin geçmişteki yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği örneğini, yaşanmış kıssalar vasıtası ile bizlere bildirmektedir.

[Enfal s. 54]  Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibi. Rabblarının ayetlerini yalanlamışlardı da, Biz de günahlarından dolayı onları helak etmiş ve Firavun hanedanını suda boğmuştuk. Hepsi de zalimlerdi.

Bilndiği üzere Musa (a.s) kıssası, Kur'an'da en fazla yer tutan bir kıssa olarak dikkat çekmektedir. Onun Firavun ve kendi kavmi ile olan mücadelesi, sadece geçmişte yaşanmış bitmiş olaylar değil, toplumsal yasaların gerçek hayat içinde nasıl işlediğinin gösterilmesine yönelik anlatımlardır. Enfal s. 53. ayetinde toplumsal yasaların kuralından bahsedildikten sonra, bu yasaların Firavun örneğinde işlemiş olduğu hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına kadar geçen ayetleri kronolojik olarak alt alta koyup okuduğumuzda, elinde insanları yönetme ve iktidar gücü olanların ,bu gücü nasıl kullanmaMAsı gerektiği  güç ve iktidar nimetini gereği gibi kullanmayanların, sonlarının nasıl olacağı hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun karşı karşıya kaldığı son, sadece onlara özel bir durum değil, tarih boyunca elinde gücü halkını ezmek ve sömürmek için kullananların karşılaşacağı toplumsal bir yasa, yani Sünnetullah olarak okunmalı ve onların sonundan ibret alınmalıdır. 

"Firavun ve ordusunu helaka götüren sebepler ne idi ?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı yolun izlendiği takdirde, tüm zamanlardaki güç ve iktidar sahiplerinin başlarına gelecek olan kaçınılmaz sonu da gösterecektir. 

[Kasas s.4]  Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş (ala) ve oranın halkını birtakın fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

[Naziat s.24]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.

[Şuara s. 29] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

[Zuhruf s.51-54]  Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?«Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?»«Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?» Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.

Elinde yönetim ve iktidar gücü bulunduranların bilmesi gereken ilk şey, kendisinin ve elinin altında bulunan insanların tek sahibinin Allah (c.c) olduğudur. Bunu bilmeyen ve kendisini ülkenin tek hakimi , insanların ilahı ve rabbi olarak gören yönetim sahipleri, toplumsal yıkım yasasının ilk basamağını atlayarak, yıkıma bir adım yaklaşmış sayılırlar.

[Neml s. 15]  Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da: «Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun» dediler.

Davud ve Süleyman (a.s) lar, elinde güç , servet ve iktidar bulunduran kimselere örneklik teşkil eden iki hükümdar olması açısından okunması ve anlaşılması gereken iki elçidir. Bu elçilerin kıssalarının merkezinde, tek ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi bilmek ve tanımak , icraatlarını bu esas üzerine kurmaları yatmaktadır.

Allah (c.c) nin insanların tek ilahı ve rabbi olmasını ret eden bir yönetim sahibi, yaptıklarının hesabını kimseye vermeyeceğini zannederek, ahireti inkar eden bir yönetim örneği sergilerler. Ahiret inancı olmayan kişi ve toplumlar , "Ne yapsak kardır" mantığı içinde hareket ederek, dünyayı fesada boğmaktan korkmayan bir yaşam sürdürür, bunun sonucunda ise toplumsal işleyiş yasaları gereğince helak edilirler. 

Kendisini halktan biri olarak değil, ayrı bir konumda görüp, özel bir statüye sahip olduğunu zannederek, halkı zulme dayanan esaslara göre yönetmenin sonu, Firavun misali yıkıma uğramaktır. Yönetimi altında yaşayanların, ırk, renk, kabile, mezhep, meşrep, din v.s gibi alt kimliklerini dikkate alan bir yönetim uygulaması, zaman içinde o topluluklarda huzursuzluğun asıl nedenini oluşturarak, toplulukların güçsüz düşmesine sebep olacak ve beraberinde yıkımı getirecektir.

Firavun, kendisinin yönetimi altındaki etnik unsur olan İsrailoğullarına her türlü zulmü reva görürken, Süleyman (a.s) ise elinin altındaki etnik unsurları sosyal ve ekonomik ayrım gözetmeden yönetmeyi başaran bir hükümdar örneği olarak karşımızda durmaktadır. 

Irk, soy, kabile gibi insan ile ilgili unsurlar, dünya hayatının bir gerçeğidir. Bu gerçekler, yönetimi elinde bulunduranların elinde bir zulüm aracı olarak asla kullanılmamalıdır. Bir devletin çatısı altında mutlaka farklı ırk, kabile ve soylara bağlı etnik unsurlar mutlaka bulunmaktadır. Bir devletin gücü ve devamlılığı, bu unsurları birbirine bağlı tutmayı başardığı müddetçe sürecektir. Devletler bu etnik unsurlar arasında ayrım yapan bir politika gütmeye başladığında ise, Firavun misali güçten düşecek ve yıkım gerçekleşecektir. 

Yaşadığımız dünyada yakın geçmişte ve şu anda yapılan savaşlara baktığımızda , farklı etnik unsurlara sahip olanların kışkırtılması sonucunda çıkarılmış savaşlar olduğunu görebiliriz. Bu savaşların verdiği zararlar ile dünyanın her tarafı yangın yerine dönüşmüştür. Bu savaşların yaşandığı ülkeler zaman içinde güçten düşerek, yıkıma mutlaka uğramıştır.

İnsanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan eden Hucurat s. 13 ve diğer ayetler, insanlar arasındaki yakınlığın anlatılması açısından okunması gereken ayetlerdir. Bir erkek ve bir dişiden yaratılan insanların kardeş olması, kardeşler arasında olması gereken birlik , beraberlik ve dayanışmayı da beraberinde getirmesi açısından okunarak, bir insanın diğer insana karşı olan üstünlüğünün, bizlerin belirlediği kriterlerin değil , Allah (c.c) nin belirlediği kriterlerin dikkate alınması , "Üst Kimlik" dediğimiz olguyu gündeme getirerek , "Alt Kimlik" dediğimiz ve insanlar arasında ayrımcılığı körükleyen unsurları da gündemden düşecektir.

Üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeni, ancak Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sistem içinde gerçekleşebilir. İnsanların ilahlık ve rabliğe soyunduğu bir sistemde, üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeninin kurulması asla mümkün değildir. Bu durum ise toplumların kendi içinde çatışmasını beraberinde getirecek, ve toplumları güçten düşürerek yıkılmalarına sebep olacaktır. 

Firavunun ilahlık ve rablik iddiası , yönetim ile ilgili kuralları koyma hakkını kendisinde görmesi , koyduğu kuralların ise yanlış olması sonucunda, Sünnetullah'ın tecelli ederek onun iktidarının yıkımını getirmiştir. Onun ilahlık ve rablik iddiası, halkını küçümsemesini ve bölmesini, bir bölümünü soykırıma tabi tutmak sureti ile kendi iktidarını daha da sağlamlaştıracağı zannı, onun sonunu getirmiştir.

Sünnetullah'ı aşağıdaki dizeler kadar veciz bir şekilde anlatmaktadır.


                                  "Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
                                   Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
                                   Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
                                   Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
                                                                                                              (Mehmet Akif Ersoy)

Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetlerinde belirlenen kurala göre Firavun sahip olduğu iktidar nimetini , kendisini ilah ve rab olarak görmek , halkı küçümsemek , halkın bir bölümünü soy kırıma uğratmak sureti ile kötüye kullanarak , değişim yasalarının kendisi aleyhinde gerçekleşmesini talep etmiş, Allah (c.c) ise bu değişim isteğinin karşılığını vermiştir.

Firavunluk sadece yönetim kademesindeki insanlar ile ilgili bir durum değil , kişisel olarak ta bu durum yaşanabilir. Önemli olan Firavun karakteri üzerinden verilen örnekleri üzerimizde taşımamak gerektiğidir. Firavun karakterine sahip olan bir kişi evin reisi olsa, bu zulmü aile bireyleri üzerinde, öğretmen olacak olsa talebeleri üzerinde uygulamaktan geri durmayacaktır.

Sonuç olarak : Kitabında koyduğu toplumsal yasalarda kıyamete kadar bir değişme olmayacağını beyan eden Allah (c.c) (İsra s.77 - Ahzab s.62 - Fetih s.23- Kehf s.55) , bu yasaların nasıl işleyeceğini yine kitabında beyan ederek , nasıl işlediğini ise kıssalar yolu ile canlı örneklerle göstererek, bizlerin bu anlatımlardan ibret almasını istemektedir. 

Firavun, Sünnetullah'ın tecelli etmesinin en önemli örneği olarak , tarih boyunca gelecek yönetimlerin aynı yolu izlediği takdirde başına gelecek sonu gösteren son derece önemli bir aktördür. Onun denizde boğulması, iktidarının son bulması açısından okunması gereken bir son olup, tüm iktidar sahiplerinin denizde boğulması gerektiği gibi bir son akla gelmemelidir.

Elindeki yönetim gücünü kötüye kullananların bu gücü her ne surette olursa olsun kaybetmiş olmaları , toplumsal yasaların (Sünnetullah) işlemesinin bir gereği olduğu , ve bu işleyişin kıyamete kadar süreceği hatırdan çıkarılmamalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Kasım 2016 Salı

Tekfirciliğe Yeni Bir Soluk Kazandıran MEALCİ HARİCİLİK Üzerine Bir Mülahaza

Tekfir, "Nankörlük , gerçeği örtmek , inkar etmek" anlamlarına gelen Ke-Fe-Re kökünden türemiş , dini bir terim olarak, bir kimsenin kendisi ile aynı dini görüşleri paylaşmayanlara karşı kullandığı dışlama ifadesi ve onu dinin dışına iterek Müslüman olarak görmemek anlamına gelen bir kelimedir. Dini meseleler konusunda farklı düşüncede olanların  birbirlerini kafir, müşrik v.s gibi dini terimleri kullanarak suçlamalarına verilen ad olan "Tekfircilik" , ne yazık ki Müslümanlar arasındaki tartışmalarda sıkça kullanılmakta , kafir , müşrik v.s gibi dini terimler hoyratça harcanılmaktadır.

Ali (r.a) ve Muaviye arasında çıkan Sıffin savaşında , Muaviye'nin ordusundan bir gurubun, Ali ve Muaviye arasında hakem tayin edilmesini istemeleri , Ali (r.a) ın ordusundan olanların bir kısmının, yapılan hakemlik teklifini kabul etmeyerek "Hüküm ancak Allah'ındır" sloganı ile, hakemi kabul eden Ali (r.a) ı kafir ilan ederek ordudan ayrılmaları sonucu, tekfirciliğin atası olarak bilinen, haricilik fırkası ortaya çıkmıştır.  

Bu fırkanın ana söylemi olan "Tekfircilik" , bu gün kendilerini "Ehli Hadis" olarak bildiğimiz fırkanın bir kısmında hala yaşatılmaktadır. Bu fırka tekfirciliği çok ileri bir noktaya götürerek, neredeyse imanın bir şartı olarak kabul etmekte, tekfir edilmesi gerektiğini düşündükleri bir kimseyi tekfir etmeyeni , "Kafiri tekfir etmeyen de kafirdir" diyerek , o kimseyi bile tekfir etmektedirler. 

Hariciliğin ana söylemini oluşturan tekfircilik , bugün sadece "Ehli Hadis" veya "Selefiyye" olarak bildiğimiz fırkaların bir kısmında değil , kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin de elinde bir silah olarak kullanılmaktadır.

Hariciliğin asıl temelinde , Bedevilik yani çölde yaşamanın vermiş olduğu kabalık yatmaktadır. Bugün bu fırkanın bayrağını taşıyanların karşılarındaki kimseleri tekfir etmelerinin temelinde yatan asıl sebepleri , geçmişteki atalarında olduğu gibi insani ilişkilerde zayıflık , kabalık, karşısındaki kimseye saygı göstermeme , karşı fikre tahammülsüzlük , ahlaki değerlerden yoksunluk , tebliğ etmek gibi dertleri olmaması , psikiyatrik bazı sorunlar , savunduğu söylemi tam bilememekten kaynaklanan cehalet v.s gibi bir çok nedeni sıralamak mümkündür. 

Tekfir , dini gereklilikten kaynaklanan bir söylem değil , insani zaaflardan kaynaklanan bazı sorunların getirmiş olduğu bir hastalıktır. Kendisinin Allah'a , Elçisine ve Kitaplarına iman etmediğini iddia eden bir kimsenin, kafir olduğunu söylemek elbette mümkündür , fakat Allah'a , Elçisine , Kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, kafir ve müşrik olduğunu iddia etmek için , Kur'an'ın açıkça "Şirk" ve "Küfür" olarak beyan ettiği, söz ve fiillerin o kimseden sadır olması gerekmektedir. 

Kur'an dışı kaynakları Kur'an mesabesinde görerek , o kitaplardan edinilen hükümler ile insanları tekfir etmeye kalkmak, o kaynakları ilah ve rab edinmek anlamına gelecektir. Ehli Hadis düşüncesine mensup olan ve tekfiri din edinmiş bir kısım kimseler , Muhammed (a.s) adına gelen rivayetleri aynı Kur'an gibi görmek sureti ile , bu rivayetleri ret edenleri değil , eleştirenleri dahi tekfir etmekten geri kalmamaktadırlar.

Tekfirciliğin temelinde , kendi düşüncesini dinin merkezine koyarak bu düşünceyi tek ve nihai doğru , diğer düşünceleri ise yanlış olarak görmek, ve bütün düşünceleri bu merkezde değerlendirerek , karşı düşünceyi mahkum etmek yatmaktadır. Böyle bir düşünce içinde olmak, kendisinin Allah (c.c) adına konuşmaya yetkisi olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki , bu yetki sadece Muhammed (a.s) ile son bulmuş olan "Resul Nebi" yetkisine sahip olan kimselerden başkasına ait değildir. 

"Resul Nebi" olan kimseler din adına herhangi bir yanlış yaptıklarında uyarılarak yanlışları vahiy ile düzeltilmektedir. Kur'an'da Muhammed (a.s) ın yaptığı bazı yanlışları düzelten ayetlerin bulunduğu herkesçe malumdur. Ancak din adına kesin ve net bir hüküm vermek durumunda olan biz gibi insanların , olabilecek muhtemel yanlışlarını düzeltecek resul olmak gibi bir makamda olamayacağımız muhakkaktır. 

Bundan dolayı, her kim din adına konuşuyor ise , bu konuştuklarında mutlaka hata ve eksik olma ihtimalini göz önünde bulundurmak zorundadır. Söylediklerinin din adına kesin doğrular olduğunu iddia etmek, Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelir ki , böyle bir yetki artık son bulmuş, ve bir daha böyle bir yetkiye sahip olacak kimse de gelmeyecektir. Böyle bir yetki sahibi olduğunu iddia edenlerin ise, acilen tıbbi destek almaya ihtiyaçları bulunmaktadır.

Tekfirciliğe dayanan söylemin sadece Ehli Hadis fırkasına ait olmadığını , yeni nesil tekfircilik akımı olarak ifade edebileceğimiz ve Kur'an'ı öncellediğini iddia eden bazı kimselerde de rağbet gördüğünü üzülerek görmekteyiz.

Bu kimseler Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an'da olmadığı , bundan dolayı bu ibadetlerin "Şirk" , bu ibadetleri yerine getirenleri ise "Müşrik" olduklarını iddia ederek , mealci harici olarak tekfirciliğe yeni bir soluk kazandırmışlardır. Namaz , Hac , Oruç gibi ibadetlerin Kur'an içinde nasıl yer aldıkları ile ilgili konuları daha önceki bazı yazılarımızda ele aldığımız için , bu yazımızın çerçevesi bu ibadetlerin olup olmadığı yönünde bir tartışma değil, yeni nesil tekfirciliğin bazı sakıncaları üzerine olacaktır. 

Son yıllarda ülkemiz genelinde Kur'an merkezli din söyleminin rağbet görmesi ile birlikte bir takım usul ve üslup sorunları ortaya çıkmış , söylemin merkeze aldığı kitabın önerdiği davranışların tersine olan ,  davranış ve söylem hataları kendisini göstermiştir. 

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen bir insanda olması gereken en önemli haslet , Kur'an'ın bir Müslüman'dan istediği sevgi , saygı , hoşgörü , güzel bir dil , karşısındakine sövmeme , bilgi sahibi olmak , tebliğ metodu dahilinde hareket etmek gibi insani değerlere sahip olmasıdır. Bu değerlere sahip olmayan kimselerin , Kur'an adına ortaya çıkarak söyleyecekleri sözler, karşılarındaki insanları Kur'an'dan soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Kur'an'ı eline alarak bu kitap içindeki ayetler üzerinden fikir sahibi olan, ve bu fikirleri doğrultusunda herhangi bir konu hakkında yorum yapan bir kimsenin bilmesi gereken en önemli nokta , okuduklarından yaptığı çıkarımın tek doğru ve tek sahih bilgi olduğunu iddia etmeye haklarının olmadığıdır. Sahip olduğu düşüncenin doğru olduğunu , uygun bir dil ile karşısındakine söyledikten sonra , eğer düşüncesi kabul görmez ise üslubunu ve edebini bozmadan tartışmadan ayrılmalıdır.

Bu kimsenin eline aldığı Kur'an, en nihayetinde bir kişi tarafından Türkçeye çevrilmiş olup bu meal, o kimsenin sahip olduğu bilgi ve düşüncelerinin de yansıtıldığı bir çeviridir. Bu çevirilerden elbette Arap dilini bilmeyen kimseler faydalanabilirler, ancak bu mealler üzerinden "Kur'an'da .......yok" veya "Kur'an'da ........var" şeklinde müçtehitliğe soyunarak hüküm vermeye kalkışmak, büyük bir cürettir.  

Okuduklarından anladığının doğru olduğunu düşünmek her kesin elbette en doğal hakkıdır , ancak tek doğru kendisini görerek kendisi dışındakileri yanlış görmek , hele hele onları şirk içinde ve müşriklik ile itham etmek , kendisini Kur'an ile ifade eden bir kimsenin asla yapmaması gereken bir yanlıştır. Çünkü Kur'an bizlere , karşımızdaki kimselere nasıl davranacağımızı bir çok ayette bildirmiştir. 

[016.125] Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Nahl s. 125. ayeti bir Müslüman'ın asla hatırdan çıkarmaması gereken ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet Müslümanlara nasıl bir yöntem dahilinde, karşısındaki kişiye yaklaşması gerektiğini öğretmektedir. 

Tekfirciliğin temelinde ise, insana en güzel bir şekilde yaklaşmak değil , onun yanlışını görerek, hatasını düzeltmeye çalışmadan onu dışlamak ve rencide etmek yatmaktadır. Böyle bir yöntem ise ,  yanlış bir fikre sahip olduğu düşünlen kimsenin , o düşüncesine daha sağlam bir şekilde yapışmasına sebep olmaktan başka bir işe yaramaz.

[006.108] Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin Allah'a düşmanlıkla söverler. Öylece her ümmete amellerini tezyin etmişizdir. Sonra dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir.

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade edenlerin çok iyi bilmesi ve hayatları içinde uygulama alanına sokmaları gereken ayetlerden birisi de  En'am s. 108. ayetidir. Sanal ortam üzerinden farklı fikirler taşıyan Müslümanlar arasında gördüğümüz bazı tartışmalar , öyle hakaret ve galiz küfürler ile yapılmaktadır ki , o küfür ve hakaretlerin bir çoğu, Müslüman olmayanların ağzından dahi çıkmamaktadır. 

Okuduğu meal üzerinden bir fikre sahip olan kişinin , o fikrini mutlaklaştırarak en doğru ve nihai fikir olarak görmek yerine "Bu konudaki düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade ile karşısındakine yaklaşması gerekir. Böyle bir yaklaşım sahip olduğu düşüncenin eksik veya hata barındırma ihtimalini göz önüne aldığını gösterecektir.  

Din konusunda meal üzerinden bilgi sahibi olarak , sahip olduğu bilgiyi tek doğru ve nihai bilgi olarak görerek hata ve yanılma payı bırakmayan kimse , kendisini Allah adına konuşmaya yetkili "Nebi Resul" bir kimse olarak görmeye başlamıştır. Bir de kendi fikri doğrultusunda olmayanlara karşı tekfirci bir söylem kullandığı zaman , olay daha vahim bir hal almaktadır. 

[073.010]  Başkalarının diyeceklerine sabret, güzellikle onlardan ayrıl.

Bizler Müslüman olarak kafir ve müşrik aramak yerine , yanlış fikre sahip olduğunu düşündüğümüz kimseler ile güzel ilişkiler kurarak , onlarla diyalog imkanı aramak zorundayız. Eğer diyalog imkanı ortadan kalkacak olursa, onlardan güzellikle ayrılmak zorundayız. 

Kur'an'ı öncellediğini iddia eden kimselerin bu konularda daha dikkatli olması , okudukları kitabın onlara verdiği bir vazifedir. Okuduğunu iddia ettiği Kur'an'ın ayetlerini başkalarına karşı tekfir malzemesi yapanlar , geçmişte yapılan Kur'an sayfalarının mızrak ucuna takılma ameliyesinin çağdaş versiyonunu uygulamaktan başka bir işe yapmış olmayacaklardır.

Kur'an başkalarına karşı silah olarak değil , önce kendimizi düzeltmek için okunması gereken bir kitaptır. Kur'an'ı kendisi için değil , başkalarını tekfir etmek için okuyan bir kimse, yine Kur'an tabiri ile "Kitap taşıyan eşek" olmaktan, veya Yahudiler misali iyiliği emredip kendilerini unutanlar olmaktan kurtulamayacaklardır.


                                          "Akıl fukara olunca dil ukala olur"

Tekfircilik yöntemini kullanan insanlara baktığımızda , çoğunluğun bilgiden ve ilimden yoksun olduğu görülecektir. Tekfirciliğin mealci koluna baktığımızda ise, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş insanların bu yönteme sıkça başvurduğu dikkat çekmektedir. Hariciliğin yeni nesli olan bu kimseler , yaptıkları çıkarımlar ile akıllara zarar düşünceleri ortaya atarak , bunların yanlış olduğunu iddia edenleri hiç çekinmeden kafir , müşrik olarak görerek, onları cehenneme gönderebilmektedirler. 

Kur'an'ın doğru anlaşılması için gerekli olan bilgiyi elde etmeden Kur'an ile ilgili hükümler ihdas etmeye kalkan , hatta Arap dilini bilmediği halde Kur'an çevirisi yapmaya bu insanların düştüğü trajikomik durumlara, özellikle internet ortamındaki bazı sitelerde ve Facebook gibi sosyal medya ortamlarında sıkça şahit olmaktayız. Kur'anı anlamak için herkesin Arap dilini bilmesi gerektiği iddia etmemekle birlikte , Kur'an meali yapmak gibi boylarını aşan konulara girmemeleri gerekmektedir. 

Dernek , vakıf gibi kuruluşlar altında toplanan Müslümanları , tağuti sistemden izin almak ve onun kontrolü altına girmek zilletine düştükleri için şirk işlemek ve müşrik olmakla suçlamak, tekfirciliğin zirve yapmış bir hali olarak bazı kimselerin dilinde dolaşmaktadır. Hiç bir dernek ve vakıf ile alakamızın olmadığını ve bunları temize çıkarmak gibi bir amacımız olmadığını öncelikle hatırlatarak , tekfirciliği din edinmiş bu insanların sanal ortamda dahi bunları paylaşmak için o ortama üye olmak zorunda olduklarını hiç dikkate almamaktadırlar. 

Şayet ortada şirk işlemek gibi bir durum var ise bu tekfircilerin, sahipleri ateist kafir olan ve onlar tarafından kontrol edilen bu ortamlara girmek için onlardan izin almalarının hükmü acaba nedir ?. Facebook'a üye olmak sureti ile sahiplerinin iznini alarak , dernek veya vakıfçılığı tekfir edenler kendilerini ancak gülünç duruma düşürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Dernek , vakıf çatısı altında yapılan İslami faaliyetlerin bir takım yanlışları varsa , bu yanlışlar dile getirilerek , uyarılar yapılabilir , fakat harici mantığı ile hareket ederek bu kimseleri toptan müşrik olmakla itham etmek , haksızlık ve kendi yaptıkları yanlışı görmemek anlamına gelmektedir. 

Sonuç olarak : "Haricilik" olarak bildiğimiz fırka , bedeviliğin getirdiği yaşam kültürünün eseri olup, insan ilişkilerini sıfıra indiren tekfirciliği esas alan bir söyleme sahip olarak bugün hala etkisini sürdürmektedir. Kendisini Kur'an'a nisbet ederek, söylemlerini bu kitap üzerinden dillendirmeye çalışan bir kısım insanda da bu söylemi maalesef söz konusudur. 

Halbuki Kur'an tekfir ederek insanı dışlamak ve soğutmak yerine , onlara güzel bir dil kullanmayı ve insanların Allah dışındaki kulluk ettiklerine sövmemeyi esas alan bir ilişki önermektedir. 

Bu ilişkileri en üst düzeyde kurması gereken bazı kimselerin Kur'an'dan anladıkları bazı meseleleri karşısındaki insanları aşağılamak ve hor görmek amacı ile kullanarak , tebliğ yönteminde asla olmaması gereken davranışları sergilemektedirler.

Tekfir imanın bir şartı değil , aksine imana gölge düşüren bir yöntemdir. Bir kimse hakkında hüküm vermek , "Hakim" makamında olan bir kimsenin hakkıdır. Bir kimse eğer kendisini küfür ve şirk'e düşüren söz ve fiilde bulunmuş ise ona direk "Sen kafirsin - müşriksin" şeklinde bir ifade bize hiç bir şey kazandırmaz. Olması gereken şey , o kişinin yanlışını uygun bir dil ile uyarmak , şayet uyarmayı kabul etmiyor ise , güzellikle ondan ayrılmaktır.

Din adına savunduğu bir konuyu ret eden birisini tekfir etmek , o kişinin din hakkındaki savunduklarının kesin doğru olduğunu da savunması anlamına gelir ki , bu doğru bir düşünce değildir. Din hakkında bir konunun kesin doğru olduğu ancak vahiy almak ile mümkün olur ki bu görev Muhammed (a.s) ile son bulmuştur. Bir kimsenin dini bir konuda savunduğu doğruları kesin doğru olarak değil  , ancak kendisinin doğru olduğunu düşündüğü şey olarak ortaya koyabilir.

Bu yazının kimseyi küçümsemek , horlamak amacı ile yazılmadığını , ancak ortadaki bir gerçeğe dikkat çekmek amacı ile yazıldığına dikkat çekmek isteriz. Bu düşünceler , yıllarını Kur'an'ın okunması ve doğru anlaşılması için harcamış ve halen harcamakta olan , şahit olduğu yanlışlıklardan sevinç değil acı ve üzüntü duyan bir kimsenin gördüklerinin yazıya dökülmüş hali olup, acilen düzeltilmesi gereken hatalar olarak okunması gerektiğini söylemek istiyoruz.  

"MEALCİ HARİCİLİK" deyimi kimseyi küçümsemek amacına yönelik değil , yapılan yanlışın hangi düşüncenin eseri olduğuna dair bir hatırlatmadır.

Yazılarımızı "En doğrusunu Allah (c.c) bilir" şeklinde bir cümle sonlandırma amacımız , yazdıklarımızın asla kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimiz , sadece yaptığımız okumalardan anladıklarımız , bu anladıklarımızda hata ve eksiklik olma ihtimalinin her zaman mevcut olabileceğine dikkat çekmek içindir.  



20 Kasım 2016 Pazar

Enfal s. 48. Ayetinde Müşrikleri Savaşmaya Teşvik Eden Şeytan Kim ?

Şeytan , insanları kıyamete kadar yanlışa sevk ederek onların ayaklarının cennetten kaymasına sebep olacak her türlü sapmanın ve saptırıcının sembol isim olarak Kur'an'da yerini almış önemli bir kavramdır. Bir çok ayet , Şeytan'ın bize düşman olduğunu , ondan sakınmamız gerektiğini öğütlemekte, ona uyanların akıbetinin ise cehennem olduğunu haber vermektedir. 

Şeytan kavramı ilk olarak Adem kıssasında karşımıza çıkmakta, ve bu kavram "İblis" adında temsili bir şahsiyet üzerinden canlandırılarak , Adem'in şahsında tüm insanlara nasıl zarar vereceği, görsel bir anlatım yolu ile bizlere, çeşitli surelerdeki ayetlerde gösterilmektedir. 

[015.039]  (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!

Kur'an'da gördüğümüz tüm müşrik ve kafir karakterleri , Şeytan tarafından azdırılmanın yaşanan hayatlar da nasıl gerçekleştiğine dair verilen canlı örneklerdir. Bizler o karakterlerin yaptıkları üzerinden cehennemin yolunu öğrenerek , bu yola girmemeyi öğrenmekteyiz.

[004.120]  Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.

[007.016-7] «Öyle ise» dedi, «Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım.» «Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın!»

[020.120] [ Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?»

Bedir savaşı bilindiği üzere Medine de, Müslümanlar ve Mekke müşrikleri arasında geçen bir savaştır. Bu savaş sadece belirli bir zaman ve mekanda yapılmış kahramanlık destanı olarak değil , Allah (c.c) nin yer yüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğine dair bilgiler de içermektedir. Müslümanların karşısındaki müşrik ordusunun hangi saikle Müslümanlara saldırdığı , Enfal s. 48. ayetinde anlatılmaktadır.

Şeytan bu savaşta Müslümanların karşısındaki ordunun , Müslümanlara saldırmasını onlara güzel göstermek sureti ile onların bozguna uğramasına sebep olmakta , onun gerçek bir dost olmadığı, bizlere bu şekilde anlatılmaktadır.


[008.048] Şeytan, onlara amellerini güzel gösterdiği zaman, «Bu gün insanlardan size galip gelecek yoktur, ben de size yardımcıyım.» demişti. Fakat iki tarafın karşı karşıya geldiği görününce arkasını dönüp kaçtı ve şöyle dedi: «Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum ve ben Allah'dan korkarım. Ayrıca Allah'ın azabı çok çetindir.»

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında , ayet içinde zikri geçen Şeytan'ın, müşrik ordusu içinde olan Süraka Bin Malik adlı kişi olduğu , İblis'in onun kılığına girerek bu sözleri söylediğine dair yorumları görmekteyiz. Adı geçen kişinin müşrikleri savaşa teşvik ettiği yönündeki rivayetler de doğruluk payı olması muhtemeldir. Ancak ayette bahsedilen Şeytan ile bu kişinin kast edildiği yorumlarına, ve İblis'in bu kişinin kılığına girdiği düşüncelerine katılmadığımızı ifade etmek istiyoruz. 

Bizim düşüncemiz , ayetin belirli bir kişiden bahsetmediği yönünde olup , belirli bir kişiden bahsedildiği yönündeki düşüncelerle bu ayeti yorumlamanın , Şeytan kavramının evrensel bir kavram olmasına ve Kur'an bütünlüğüne gölge düşüreceği yönündedir. 

[007.014-15] Bana, (insanların)  dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi. Buyurdu ki: Sen mühlet verilmişlerdensin.

[015.036]  Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.»

[038.079] Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirilecekleri güne kadar bana süre tanı.»

Şeytana kıyamete kadar müsaade edilmiş olması , bu kavramın insan ile iç içe bir kavram olmasından dolayıdır. İnsanlar hayatta olduğu süre içinde onların yapmış olduğu bir takım kötülükler mutlaka olacak , ve bu kötülükler "Şeytan" kavramı ile sembolize edilerek , yaptığı kötülüğün onu nereye götürdüğünü bilecektir. 

Kur'an, "Şeytan" adı ile ontolojik mahiyeti olan bir varlığı göstermek yerine , onu kavramlaştırarak evrensel sembol haline getirmiştir. Bu kavramın sembol haline getirilerek anlatılması, muhatapların kendilerine verilmek istenen mesajı daha kolay anlamasına yöneliktir.  

Enfal s. 48. ayetinde geçen Şeytan'ın belirli bir kişi olarak değil , bu kavram ile ilgili ayetlerin Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek yorumlanması gerektiğini düşünmekteyiz.

Şeytan ile ilgili ayetlerin önemli noktası , onun insana kötülükleri süslediği ve güzel gösterdiği , onlara cazip gelecek şeyler fısıldadığı , insana istediğini yaptırdıktan sonra onu terk ederek onu yarı yolda bırakarak gerçek bir dost olmadığı yönündedir. 

[059.016] Şeytanın durumu gibi; hani o, insana; küfret, deyip de küfredince; doğrusu ben senden uzağım, çünkü ben; alemlerin Rabbı Allah'tan korkarım, demişti.

Enfal s. 48. ayeti ile Haşr s. 16. ayeti birlikte okunduğunda , Şeytan'ın insana istediğini yaptırdıktan sonra onu nasıl yalnız bıraktığı , gerçek bir dost'ta olması gereken en önemli haslet olan , iyi günde de kötü günde de yanında olma erdemini göstermediği yönünde bizlere bilgi verilerek , hesap gününde ona uyanlara karşı nasıl davranacağı, İbrahim s. 22. ayetinde anlatılmaktadır. 

[014.022]  İş olup bitince, şeytan: «Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir gücüm yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zalimlere can yakan bir azap vardır» der.

[016.099-100]  Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiç bir zorlayıcı gücü yoktur.Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.

Enfal s. 48 ve Haşr s. 16. ayetlerinde verilmek istenilen mesaj görsel bir anlatım tarzı şeklinde bizlere sunulmaktadır. Bir insanın dost olarak bildiği kimse , onu hiç bir zaman yanlış bir yola sevk etmez . Eğer bir kimse arkadaşını yarı yolda bırakıyor ve onu satıyor ise , o kimse asla gerçek bir dost olamaz. 

Bu gerçek üzerinden Şeytan'ın insana asla dost olmadığı , kendisini dost edinenleri yarı yolda bıraktığı , insanın dosta ihtiyacı olduğu günde ise onu yapayalnız nasıl bırakacağı İbrahim s. 22. ayetinde anlatılmaktadır.

[020.120] Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?»

Şeytan'ın Adem kıssasında ontolojik mahiyeti olan İblis adında bir varlık olarak tasvir edilmiş olması ve cennetten onu çıkarmasına vesile olan sözleri söylerken karşısına gözle görünür bir kimse gibi çıktığının anlatılması , olayın görsel bir hale sokularak anlatılmasının sonucudur. 

Şeytan Adem'in karşısına gözle görünür bir kimse olarak değil , Adem'in yasaklanan ağaca yaklaşmak için kendisine haklı bir gerekçe sunmasının, içinden geçirdiklerinin bir ifadesi olarak, Şeytan'ın ağzından çıkan sözler şeklinde bizlere sunulmaktadır. Yani her insan aslında kendisinin Şeytanı olup , "Vesvese"  kelimesi ile ifade edilen akla gelen kötü düşünceler , temsili bir olay üzerinden bizlere aktarılmaktadır. 

Enfal s. 48. ayetinde anlatılan olay , müşrik ordusunun tamamının içinden geçen vesvesenin , Şeytan üzerinden dile getirilmiş bir ifadesidir. Olayın Adem kıssası ile benzerliğini kuracak olursak şunları söyleyebiliriz ; 

Müşrik ordusu , Müslüman ordusuna saldırmak için gerekli olan moral motivasyonu kendilerine vesvese yolu yani kötü düşünceler ile vermektedir. Müslüman ordusu ise müşrik ordusuna saldırmak için gerekli olan moral motivasyonu Allah (c.c) den almaktadır. Allah (c.c) nin Müslüman ordusunu Melek ile desteklemiş olmasının keyfiyeti, "Melek - Şeytan" zıtlığını düşündüğümüzde daha net ortaya çıkacaktır. 

Melek , insanın içine doğan iyi düşüncelerin kaynağı iken (Melek kavramını sadece bu anlamda düşünmediğimizi hatırlatmak isteriz), Şeytan , insanın içine doğan kötü düşüncelerin kaynağıdır. Melek kavramı iyilik ve güzelliği ifade ederken , Şeytan kavramı ise kötülük ve çirkinliği ifade etmektedir. 

Bedir savaşında karşılaşan iki ordudan Müslüman tarafın yardımcısı Allah ve Melekler olurken , Müşrik tarafın sözde yardımcısı Şeytandır. Müşrik tarafın sözde yardımcısı olan Şeytan, orduya değil yardım edebilmek , gerisin geri tabanları yağlayıp kaçtığı ifade edilerek onun gerçek bir dost olmadığı haber verilirken , Müslüman tarafın yardımcısı olan Allah ve Melekler , Müslüman ordusunun arkasında sonuna kadar durarak onların galip gelmesini sağlamışlardır. 

[017.064] «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder.

Enfal s. 48. ayeti , Şeytan'ın gerçek hayat içinde , iman etmeyenler üzerinde nasıl bir işlevi olduğunu göstermektedir. İsra s. 64. ayeti , Şeytan'ın vaadinin insanları aldatmak üzerine olduğunu beyan ederken , Enfal s. 48. ayeti , bu vaadin insanları nasıl aldattığını , müşriklerin Bedir de uğradıkları bozgun üzerinden canlı bir örneğini vermektedir.

Sonuç olarak : Kur'an'ın rivayetler ile değil kendisi ile anlaşılması doğrultusunda bir çalışma örneğini , Enfal s. 48. ayette bahsedilen Şeytan'ın, rivayetlerde müşrik ordusundan bir kişi olduğu yönündeki yorumların , bu kavramın evrensel olarak anlaşılmasına mani olduğunu düşünmekteyiz. Halbuki bu kavram, tarihte yaşanmış bir olay üzerinden tüm zamanlarda meydana gelmesi muhtemel olan insanın ayağının cennetten nasıl kayabileceğini, Bedir de yaşanmış bir örnek üzerinden bizlere göstermektedir. 

Adem kıssasında temsili bir şahsiyet olarak gördüğümüz İblis'in , "Şeytan" olarak kavramsallaştırılmasından sonra , bu kavramın insanların hayatında  nasıl işlev gösterdiği , canlı örnekleri ile anlatılarak , ondan sakınma yolları gösterilmiştir. 

Bizler bu kavramın ontolojik mahiyetinin olup olmadığından çok , işlevi üzerinden anlama çalışmaları yaptığımız zaman , bu kavramın bizim hayatımızda nasıl yer bulduğu daha net anlaşılacak , ve korunma yolları aranacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Kasım 2016 Cuma

Süleyman (a.s) ın Emrine Müsahhar Kılınan Rüzgarı Enfal s. 46. Ayetinden Anlamak

Süleyman (a.s) kıssası , diğer peygamber kıssalarına nazaran , daha gerçek dışı bilgilerle donatılmış , mitolojik hikayelerle bezenmiş , kerameti müritlerinden menkul sahtekarların elinde silah haline gelen bir kıssa olarak okunmaktadır. Halbuki bu kıssa, en az diğer peygamber kıssaları kadar gerçek , yaşanan hayat ile iç içe , masal ve mitoloji ile en küçük alakası bile olmayan bir kıssa olarak , elinde yönetim ve güç bulunduranlara örneklik teşkil eden bir kıssa olarak okunduğunda , tüm zamanlara dair mesajlar taşımaktadır.

Onun kıssasının anlatıldığı ayetlerde , bilindiği üzere rüzgarın onun emrine müsahhar kılındığından bahsedilmektedir. Tefsirlerde yapılan yorumlar ağırlık olarak, rüzgarları emri altına aldığı , istediği gibi estirmekte olduğu gibi absürt ve gerçek dışı bilgiler sayfaları doldurmaktadır. Bu bilgiler ise hayatın gerçekleri ile alakası olmayan bin bir gece masallarında yaşayan bir peygamber ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 

Bu yazımızda, rüzgarın onun emrine müsahhar kılınması ile ilgili ayetlerin nasıl bir mesaj içermiş olabileceği yönünde bir düşünce çalışması yapmaya çalışacağız. Bu çalışmamızın temelinde, rüzgarın onun emrine verilmesini masal dünyası şeklinde değil , yaşanan hayatın gerçekleri ile ilgisini kurmaya çalışmak yatmaktadır.

[021.081]  Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.

[038.035-36]  Dedi ki: «Yarabbi! Bana mağfiret buyur ve bana bir mülk bağışla ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphe yok ki, Sen'sin çok bağışlayan, Sen.» Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgârı emrine verdik.

[034.012]  Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.

Bu ayetlerin tefsirleri ile ilgili verilen bilgilere baktığımızda , hayatın tam içinde olan anlatımlar , hayatın gerçekleri ile alakası olmayan anlatımlara dönüşmüş , Süleyman (a.s) ın bildiğimiz anlamda esen rüzgarları kontrol ettiği gibi bir anlam çerçevesinde okunarak, kıssa uçtu kaçtı masallarına dönüştürülmüştür.

"Rüzgar" olarak çevrilen "Errıhe" kelimesi , Kur'an içinde geçtiği bazı ayetlerde, bildiğimiz anlamda rüzgar olarak kullanılmış olmasına rağmen , Enfal s. 46. ayetinde mecaz anlam olarak "Güç , Kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Süleyman (a.s) kıssasında kullanılan "Errıhe" kelimesinin , hakiki anlamda değil , mecaz anlamda kullanılmış olduğunu , ve bu kıssanın doğru anlaşılmasının anahtarının , "Errıhe" kelimesini Enfal s. 46. ayeti çerçevesinde okumak olduğunu düşünmekteyiz.

[008.046]  Allah'a ve elçisine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz (rihüküm) gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.

"Rih" (Rüzgar - Esinti- Nefes) kelimesinin Enfal s. 46. ayetindeki kullanımı dikkat edilirse mecaz anlamdadır. Bu kelime ayette , rüzgarın etkisi dikkate alınarak "Güç - Kuvvet" anlamında kullanılmaktadır. Süleyman (a.s) ın emrine verilen rüzgar , bildiğimiz anlamda esen rüzgar değil , onun hükümdar ve mülk sahibi bir elçi olması ile paralellik arz eden bir anlam dahilinde okunması gereken güç , kuvvet anlamındadır. 

[021.081]  Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.

Enbiya s. 81. ayetinde , Süleyman (a.s) ın rüzgarından "Errıhe asıfeten" (Şiddetli rüzgar) olarak bahsedilmektedir.  Bu terkibin geçtiği ayetlere baktığımızda (10 .22 / 14.18) bu kelime ile ifade edilen rüzgarın, insana ve ekine verdiği zararlar söz konusudur. İnsana ve ekine zarar veren rüzgarın ayet içinde, "kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi" şeklinde bir ifade edilmiş olması , bu rüzgarın insanlara ve ekinlere zarar vermediği anlaşılmaktadır.

Bu rüzgarın Süleyman (a.s) ile ilişkisine gelince , elinde askeri yönden büyük bir güç olmasına rağmen , ve bu güçle geçtiği her yeri, "Asıfeten" olarak ifade edilen rüzgar gibi talan etme gücüne sahip iken , geçtiği topraklar üzerindeki berekete halel getirmeyen bir kumandan her çağın özlediği bir kumandandır. 

Tarihte "Moğol istilası" olarak bildiğimiz , geçtikleri yerde taş üstünde taş , omuz üstünde baş bırakmayan orduların yaptıkları zulümler, yüzlerce yıldır hala unutulmamıştır. Yakın tarihte ve şu anda yaşanan savaşlarda, milyonlarca insanın katledildiğini ve bu savaşlar yüzünden yaşanan çevresel felaketleri düşündüğümüzde , Süleyman (a.s) ın askeri kumandanlık ve yöneticilikteki değeri ve kıymeti, bir kez daha ortaya çıkacaktır.

Neml s. içinde geçen kıssada onun karıncaları dahi incitmeyecek kadar canlı hayatına saygılı birisi olduğunu şu ayetten anlayabiliriz.

[027.018]  Sonunda, karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir dişi (kraliçe) karınca: «Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin» dedi.Süleyman, onun sözüne hafifçe güldü ve: «Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy» dedi.

Her ne kadar bu ayet onun karıncaların dilini anladığı gibi bir düşünce içinde izah edilmeye çalışılsa dahi , bu ayetin gerçek hayatla olan ilgisi bir ordu komutanının geçtiği yerleri talan değil , karıncalara bile zarar vermemeye çalışmak olması gerektiğini anlayabiliriz. 

Karıncanın " farkına varmadan sizi ezmesin" sözü , Süleyman (a.s) ın bilerek böyle bir şey yapmayacak kadar merhametli bir kumandan olduğunu ifade etmektedir.

[038.035-36]  Dedi ki: «Yarabbi! Bana mağfiret buyur ve bana bir mülk bağışla ki, benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphe yok ki, Sen'sin çok bağışlayan, Sen.» Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgârı emrine verdik.

Sad suresindeki bu ayetler yine rüzgarın yumuşak esmesini ifade etmektedir. Yumuşak esen rüzgar , Süleyman (a.s) ın elindeki gücü ve kuvveti talan , yağma , zulüm gibi insan ve diğer canlı hayatına zarar vermek sureti ile kötüye kullanmadığını ifade etmektedir. Orduların yaptığı savaşlarda dünya üzerinde yaşayan bütün canlı hayatının zarar gördüğü gerçeğinden yola çıkarsak , elinde büyük bir askeri güç bulunduran Süleyman (a.s) ın bu gücü nasıl kullandığı herkese örnek olması gerekmektedir. 

[034.012]  Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Süleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık.

Sebe suresindeki bu ayet , Süleyman (a.s) ın hakim olduğu coğrafi alanın büyüklüğünü ifade etmektedir. Britanya imparluğunun sahip olduğu toprakları ifade etmek kullanılan "Üzerinde güneş batmayan ülke" deyiminin ifade ettiği anlamı dikkate alırsak , Sebe s. 12. ayeti daha kolay anlaşılabilir. 

Bu kadar geniş bir coğrafi alana sahip olmak , haliyle büyük bir nüfus yoğunluğunu da beraberinde getirecektir. Bir ülke içinde yaşayan halkın ekonomik ve sosyal her türlü insani ihtiyacını sağlamak,bir devletin ana görevlerindendir. Ayet , Süleyman (a.s) ın sahip olduğu insan nüfusunu , ülkenin sahip olduğu ekonomik ve sosyal imkanları onların refahı için kullandığını göstermektedir. 

Sonuç olarak : Bu çalışmadan amaç , Süleyman (a.s) kıssasının gerçek hayat ile ilgisini kurarak , kıssayı masal olarak okumak yerine , hayatın gerçekleri ile bağını kurarak okumanın örneğini göstermeye çalışmaktır. Yazıdaki konumuz , onun emrine müsahhar kılınmış olan rüzgarın , Enfal s. 46. ayetindeki anlamını dikkate alarak ,  kıssa ile ilgilisini kurmaya çalışmaktır.

Enfal s. 46. ayetinde geçen "Rüzgar" kelimesi hakiki anlamda değil , mecaz anlamda kullanılmış ve bir toplumun sahip olduğu güç ve kuvvet anlamında kullanılmıştır. Süleyman (a.s) bir hükümdar ve ordu komutanı olarak gücü ve kuvveti elinde bulundurması nedeniyle onun kıssasında geçen "Rüzgar" kelimesi eğer hakiki anlamda kullanılacak olursa , gerçek ile alakası olmayan yorumlar ile , kıssa buharlaşacak ve masala dönecektir. 

Allah (c.c) bize masal anlatmayacağına göre , bu kıssanın gerçek ile ilgili kurularak okunması gerekmektedir. Onun emrine verilen rüzgarın hakiki anlamda okunması, masalsı yorumları beraberinde getirerek , kıssayı bize dönük herhangi mesajı olmayan bir anlatım haline getirmiştir. 

Kıssaların mesaj içerikli okunması gerektiğine dair olan düşüncemiz dahilinde böyle bir okuma yapmaya çalışmamız , bazı kimselerde modernist bir okuma olarak görülebilir. Ancak Enfal s. 46. ayetini merkeze alarak aklı vahiy çerçevesinde kullanmaya çalışarak , bunu yapmış olmamıza dikkat edilmelidir. Vahyi akla göre yönlendirmek yerine , aklı vahye göre yönlendirmek okumalarımızın temelini teşkil etmektedir.

Süleyman (a.s) , bir hükümdar , bir ordu komutanı olarak , elinde güç ve servet bulunduranlara örnek teşkil eden bir kimsedir. Elinde askeri ve ekonomik güç bulunduranların bu gücü insanları katletmek ve dünyayı fesada boğmak için kullandıklarını dikkate aldığımızda , onun elindeki gücü nasıl hak yolunda kullandığı anlaşılacak ve tüm zamanlara dönük mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


16 Kasım 2016 Çarşamba

Zümer s. 42 ve En'am s. 60. Ayetleri Örneğinde Kur'an'ı Kur'an'dan Anlamak

Kur'an'ın bir takım ön yargılara, veya bazı düşüncelerin tasdik ettirilmesine yönelik yapılan okumalar , bu kitaba karşı işlenebilecek en büyük suçlardandır. Bu türden ameliyeler maalesef geçmişte çokça yapılarak , bir çok soruna yol açan ihtilafları beraberinde getirmiştir. Bu okumalar yüzünden oluşan fırkalaşmalar, yüzyıllardır kapanmaz bir yara olarak içimizde bulunmakta , kapatılmaya çalışılmak şöyle dursun , yeni yeni fırka oluşumları her geçen gün çoğalarak , içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.  

Yazımıza konu edeceğimiz Zümer s. 42. ayeti oluşturulmuş ön yargılar sonucu, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda geleceği yönündeki düşünce etrafında okunarak, onun şu anda ölmediğine dair bir delil olarak , veya Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh- beden ayrımı düşüncesi baz alınarak o doğrultuda okunmaya çalışılmaktadır. 

Bu ayet oraya buraya çekmeden yine Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak anlaşılabilecek bir ayet olup , oluşturulmuş ön yargıların ne kadar yanlış olduğu , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda görülecektir.  

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Bu ayetin Ruh-Beden ayrımı düşüncesi üzerine bina edilmiş, ve yanlış olduğunu düşündüğümüz çevirileri şu şekildedir.

[039.042] Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Zümer s. 42. ayetinin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, özellikle kabir azabı konusu ile yakından ilgili olan "İnsan Ruhu" deyimi ve bu deyim etrafında geliştirilen düşüncelerin , Kur'an menşeli olduğunu zannedecektir. Halbuki "Ruh" kavramı Kur'an'ın hiç bir yerinde insan ile ilgili olarak kullanılmamaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü düşüncesi , Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh - beden ayrımını bir sonucu olup , beraberinde bir takım sorunları da getirmektedir , şöyle ki ;

Ruhun insanın ölümü ile birlikte ölmeyerek , kıyamete kadar diri olarak kaldığı , ve kabirde azap çekmenin bedenen değil ruhen olduğu düşüncesi , bazı felsefecileri cismani haşrin olmadığı gibi bir düşünceye sevk etmiştir. Aslında bu düşünce (Böyle bir düşünceyi her ne kadar tasvip etmemiş olsak ta) , kendi içinde tutarlı bir düşüncedir. Ruh eğer kıyamete kadar ölmüyor ise , bedenen dirilişin zaten söz konusu olmaması gerekecektir. 
Kabir azabının var olduğunu düşünenlerin , cismani haşri kabul etmeleri aslında büyük bir çelişkidir. 

İnsana Allah (c.c) tarafından ruh üflenmiş olmasını , bu kelimenin esinti , koku gibi anlamlarını dikkate aldığımızda insana canlılık vermek anlamında olduğunu söyleyebiliriz. İnsanda olan bu canlılığı ruh olarak görecek olursak , insanın ölümü ile bu canlılığı kaybolmakta ve ruh denilen şey onunla birlikte son bulmaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü iddiası temelden çürük bir iddia olup , Kur'an'dan onay almayan bir düşüncenin eseridir. Konumuz kabir azabı konusu olmadığı için bu konuyu burada bırakarak , Zümer suresinin İsa (a.s) ın ölmediğine dair bir delil olarak sunulması üzerinde de kısaca durmak istiyoruz.

İsa (a.s) ın ölmediği , göğe kaldırıldığı , kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya indirileceği düşüncesi , İslam düşüncesi içinde hayli yaygın bir görüştür. İsa (a.s) ın ölmediğine dair getirilen delillerden bir tanesi Zümer s. 42. ayetidir.

Ayet içinde geçen "Yeteveffe" kelimesinin , insanın uykudaki halini anlattığından yola çıkılarak , Al-i İmran s. 55. ayetinde geçen " İnni müteveffike" (Seni vefat ettireceğim) , Maide s. 117. ayetinde geçen "Felemma teveffeyteni" (Beni vefat ettirince) cümleleri ile bağlantı kurularak , İsa (a.s) ın vefat ettirilmiş olmasının ölüm değil uyku hali olduğu , ve bu halin kıyamete yakın bir süreye kadar devam edeceği , İsa (a.s) ın tekrar dünyaya indirileceği iddia edilmektedir.

İsa (a.s) ın ölmediği yönündeki iddianın merkezinde, ölümün uykuya benzetilme düşüncesi yatmaktadır.

Halbuki ön yargısız bir okuma yapılacak olursa , ölümün uykuya benzetilmesi değil , tam tersi UYKUNUN ÖLÜME BENZETİLMESİ söz konusudur. Burası çok önemli olup, ayetin nirengi noktası burasıdır.

Zümer s. 42. ayetinin Elmalılı tarafından yapılmış olan çevirisi şöyledir;

"Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmiyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hukmü verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şübhesiz ki bunda düşünecek bir kavm için âyetler var."

Bu ayet uykuyu ölüme benzeterek , insanın her gün bir nevi öldüğü , uyanması ile dirildiği anlatılmaktadır. Bu ayet En'am s. 60. ayetini okuduğumuzda daha kolay anlaşılacaktır. 

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

Bilindiği gibi ölüm ve ölümden sonra yeniden diriliş haberi , Kur'an'ın en büyük haberlerinden bir tanesidir. Kur'an bir çok ayetinde bu gerçeği haber vermektedir. Sunduğu deliller ile ölüm sonrası dirilişin gerçek olduğunu akleden kafalara nakşeden ayetlerden bir tanesi de , En'am s. 60. ayetidir. 

Her insanın hayatı içinde her gün yaşadığı uyku hali ölüm ile , uykudan sonraki uyanış hali ise yeniden dirilme ile eşleştirilerek anlatılmakta , insanın her gün yaşadığı bir gerçek olarak yeniden dirilişin akli olarak imkanı bizlere anlatılmaktadır. Bizi her gün uyutan , ölümümüze kadar her gün uyandıran Allah (c.c) elbette , ölüleri diriltmeye de kadirdir. 

Yeniden Zümer s. 42. ayetine dönecek olursak , En'am s. 60. ayeti ile paralellik arz eden bu ayet , uykuyu ölüme  benzeterek , uyumak ve sonrasında uyanmanın , ölüm ve diriliş arasında bir benzerliğini kurarak , uyku ve uykudan uyanmanın , gerçek ölüme kadar devam edeceğini bildirmektedir. 

Gece uyumak , gündüz uyanmak sureti ile süren insan yaşamı , Allah (c.c) nin insanlar üzerindeki hayat verme kudretinin bir tecellisidir. İnsana hayat veren Allah (c.c), onları öldürdükten sonra , yeniden hayat vermeye elbette kadir olduğunu bütün insanların yaşadıkları gerçekler üzerinden anlatmaktadır. 

Bu ayetler özellikle Kur'an'da sıkça görülen ölümden sonra dirilişi inkar eden müşriklere zımnen şöyle demektedir ; " Ey insanlar , siz her akşam uyumak , her sabah uyanmak sureti ile , inkar ettiğiniz ölümden sonra yeniden dirilmeyi aslında her gün yaşamaktasınız. Sizi her gün uyutan , her gün uyandıran Allah'ın kıyamet sonrası yeniden dirilme haberini nasıl inkar edersiniz". 

Ayrıca "Ashabı Kehf" kıssasında yıllarca uyutulan insanların uyandırılmaları ile ilgili ayetteki ibare dikkat çekicidir. 

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık (Baasnahum). İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Ayette "Uyandırdık" olarak çevrilen kelimenin Arapça metni, yeniden diriliş ile ilgili kullanılan "Baasnahum" kelimesidir. Bu ayeti de konumuz ile ilgili ayetlere bağlayacak olursak , yıllarca uyutulmuş olan gençlerin uyandırılmaları yeniden dirilme ile ilişkilendirilerek , En'am s. 60. ayetinde olduğu gibi uyku ölüme benzetilmektedir.

Sonuç olarak : Zümer s. 42. ayeti , insanın her gün yaşadığı uyku ve uykudan uyanış gerçeğine dikkat çekerek , Allah (c.c) nin gücünün ve kudretinin bir eseri olan insanlara hayat imkanı vermesinin bir sonucu olduğunu beyan etmektedir. Uyku ve uykudan uyanma hali belirli bir ecele kadar devam ederek gerçek ölüm hali ile tanışacak olan insan , ölümden sonra yeniden dirilerek ebedi bir hayata yeniden başlayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin birbirini açması , ve bu kitabın doğru anlaşılmasının kendi bütünlüğü içinde bir okuma ile mümkün olduğu , Zümer s. 42. ayetinin , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda, daha net ve daha doğru anlaşılması örneğini gösterebiliriz.

Bu çalışmayı yapma amacımızdan bir tanesi de , Kur'an ayetlerinin ön yargılar ile değil , yine kendi bütünlüğü içinde okunması ve anlaşılmaya çalışılması gerektiğine dair olan düşüncemize bir örnek çalışma teşkil etmesine dayalıdır. Devşirilmiş düşüncelerin tasdik ettirilmesine dayalı bir okuma biçimi, Kur'an'ın yol gösterici bir rehber olmasına halel getirerek , bu kitabı rehber olmak yerine , başka rehberler edinenlerin oyuncağı haline getirecektir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




15 Kasım 2016 Salı

Araf s. 204. Ayeti : Kur'an Okunduğu Zaman Dinlemenin ve Susmanın Hayat İçindeki Anlamı

Kur'an'ın bazı ayetleri , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası, asıl mesajı içeren anlamlar yerine , farklı yönlere çekilmek sureti ile anlam kaymasına uğratılarak , hayatın merkezine hitap eder olmaktan çıkarılmış,  mistik hikayeler , ön yargılara kurban edilen , rivayetleri onaylayan , güzel sesli hafızlar tarafından okunduğunda ağlanması gereken , ağlayamayanlar için ise ağlıyor gibi rol yapması gereken ayetler  haline getirilmiştir. 

Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.

[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.

Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır. 

Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? . 

Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.

Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir. 

Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?. 

Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
 


Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer  bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir. 

Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır. 

Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere ,  Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.

Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.  

Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır. 

Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı. 

Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır. 

Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.

Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.

Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.

Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir. 

Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.

Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar  ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür. 

Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir. 

Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Kasım 2016 Pazar

Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?

Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.

Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.  

Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız. 

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ; 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.

Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir. 

Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.

Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir. 

Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024]  Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.

[042.011]  O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. 

Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.

Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz. 

[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015]  Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»

Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür. 

"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam,  insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir. 


Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir. 

[039.068]  Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.

Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır. 

Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz. 

Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.

Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir. 

Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı  benzetmede bulunulmasıdır.

Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Kasım 2016 Cumartesi

Araf s. 175-177. Ayetleri : Allah (c.c) Bir İnsanı Nasıl Yükseltir ? ve İsa (a.s) ın Yükseltilmesi

Kur'an bazı ayetlerde , insan , hayvan ve bitki misalleri üzerinden örnekler göstererek , vermek istediği mesajın bizler tarafından daha kolay ve net bir şekilde anlaşılmasını sağlayan bir üslup kullanmaktadır. Ayrıca Kur'an, kendi içinde öyle bir anlam örgüsüne sahip bir kitaptır ki , hiç alakası olmadığını düşündüğümüz bir ayetin , başka bir ayet ile bağını kurarak , bazı müphem ve üzerinde spekülasyon yapılabilecek ayetlerin ve konuların anlaşılmasında bizlere yol göstericilik yaptığını da görebiliriz. 

Yazının başlığından anlaşılacağı üzere konumuz olan ayetlerin , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili nasıl bir bağının olabileceği sorusu akla gelecektir. Yazıyı iki bölüme ayırarak ,önce konu ile ilgili ayetlerin üzerinde bir tefekkür yapmaya çalışacak , ikinci bölümde ise , ilgili ayetlerin Al-i İmran s. 55 ve Nisa s. 158. ayetinde geçen İsa (a.s) yükseltilmesinin ne anlamda olabileceği yönündeki bize gösterdiği yolu anlamaya gayret edeceğiz.

[007.175]  Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin haberini oku.
[007.176] Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. . Fakat o; yere saplandı ve hevasına tabi oldu. Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Sen, kıssayı anlat. Belki düşünürler.
[007.177]  Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!

Haberi okunan kişinin kim olduğu hususunda, tefsirlerde bazı isimlerden bahsedilmektedir. İsrailoğullarına mensup bir kişi olan Bel'am Bin Baura , Ümeyye Bin Ebi Salt , Ebu Amir gibi isimler , tefsirlerde geçen bazı isimlerdir. Hatta bazıları , kendisine elçilik verilmiş, fakat bu görevi terk etmiş bir kimseden bahsedildiği yönünde görüşler ortaya atmışlardır. 

Haberi okunan kişinin kimliği şayet çok önemli olsaydı, Kur'an mutlaka bir isimden bahsederdi. Ancak burada sadece belirli bir zaman içinde yaşamış şahsiyeti kast etmekten çok , tüm zamanlarda yaşayacak ve Allah'ın ayetlerini yol gösterici olarak hayatlarında ikame etmeyenlerin düştükleri durum bir mesel ile anlatılmaktadır. Ayette bahsedilen kişinin kimliği hakkında fikir yürütmek gerekirse rivayetleri baz almak yerine , Kur'an'ı baz alarak şöyle bir fikir yürütebiliriz ; 

176. ayet içinde geçen , "vettebea hevahu" (hevasına tabi oldu) cümlesinin aynısını , Taha s. 16. ayetinde , Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmada da görmekteyiz. "Sakın ona (o saate) inanmayıp hevâsına tâbi olan (vettebea hevahukimse, seni ondan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.»

Taha s. 16. ayetinde bahsedilen kişi , Musa (a.s) ın gönderileceği kişi olan Firavundur. Musa (a.s) kendisine verilen 9 ayet ile (İsra s. 101) iman etmesi için Firavuna gitmiş , Firavun ise bu ayetleri ret etmiştir. Araf s. 176. ve Taha s. 16. ayetindeki cümlelerin aynı olmasından yola çıkarak , konumuz olan ayetlerdeki bahsedilen kişinin Firavun olması daha muhtemeldir. 

Bu noktada Firavun'un yaşamış ve ölmüş bir şahsiyet olarak ondan bahsedilmesinin bugüne dair ne gibi mesajı olabileceği sorusu gündeme gelecektir.

Biz burada bahsedilen kişinin kimliğini tartışmaktan çok , verilmek istenen mesajın evrensel bir yönü olduğunu dikkate alarak , Firavun karakterinin de sadece Musa (a.s) kıssasında yaşayan ve ölen bir karakter değil , zulmün sembol bir ismi haline geldiğini , bundan önceki Araf s. 163-171. ayetler arasını konu aldığımız yazımızda belirtmeye çalışmıştık. Yani kıssada anlatılmak istenen belirli bir kişi değil , Allah'ın ayetlerine karşı inkarcı bir tavır takınanların anlatılmasıdır. 

Firavun karakteri Kur'an'da adı geçen , Allah'a karşı inkar ve isyan konusunda baş rol oynayan aktörlerden birisi olarak bedenen yaşamış ve ölmüş, fakat isyan ve inkar konusunda sembol bir isim olarak kıyamete kadar onun işlevini sürdürecek olan başka insanlar tarih sahnesine çıkacaktır.

"Dileseydik onu, bununla yükseltirdik." cümlesi içindeki "Dileseydik" kelimesi , bilindiği gibi Kur'an içinde sıkça geçmektedir. Bu cümle ile anlatılmak istenileni " Eğer biz onu zorlasaydık ayetlerimize iman ettirirdik" şeklinde bir cümle ile ifade edebiliriz. Allah (c.c) böyle demekle, kullarını kendi hür iradelerini kullanma konusunda serbest bıraktığını ifade etmektedir. Kul kendi hür iradesi ile inkarı seçmiş , seçtiği yolun karşılığında hak ettiğini görecektir. 

Kullar hür iradeleri ile yapmış oldukları seçim sonucunda , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat sürerek YÜKSELTİLMEYİ , yine hür iradeleri ile yaptıkları seçim sonucunda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir hayat sürerek ALÇALTILMAYI hak edeceklerdir. 

Mutaffifin suresine baktığımızda , hesap günü ile ilgili olarak verilen bilgilerde amel defterlerinin "Siccin" ve "İlliyyin" olarak isimlendirilen bir yerde olduğu haber verilmektedir. Siccin kelimesi alçaltılmışlığı ifade ederken , İlliyyin kelimesi ise yükseltilmişliği ifade etmektedir.

"Fakat o; yere saplandı" Bu deyim, bizim dilimizde de kullandığımız "Dünyaya kazık çakmak" deyimi ile aynı sayılır. Her iki deyim de sadece dünya hayatını düşünerek yaşamayı , ahiret bilinci içinde olmamayı ifade etmektedir. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir yaşam sürenlerin başta gelen özelliği , ahireti inkar eden ve yok sayan bir yaşam sistemini esas almış olmalarıdır.

" Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur." Allah (c.c) nin ayetlerini yalanlayan topluluğun hali görsel bir tasvir şeklinde bu cümlede anlatılmaktadır. Herkesin tecrübe alanına dahil bir bilgi olan köpeğin cümle içindeki hali , yorgun , susuzluktan bitkin düşmüş , zelil bir hali anlatmaktadır. 

Allah (c.c ) nin ayetlerini vermesi belirli kişilere değil , yarattığı bütün insanlara şamildir. Bütün insanlar onun bir ayeti olup, yine onun insanlara verdiği nimetler olan ayetleri sayesinde hayatiyetini devam ettirmektedir. Ayetlerini vermesi sadece onu elçi olarak görevlendirmesi , veya dini bilgiler konusunda bilgi sahibi yapması değil , yaşam sahasına giren herkese verdiği nimetleri ifade etmesidir. Aldığımız nefes , içtiğimiz su , yediğimiz gıdalar , gibi yaşamımız için şart olan her şeyin genel adı "Allah'ın ayetlerini vermesi" olarak anlaşılmalıdır.

Araf s. 175. ve 176. ayetlerde bir kişi üzerinden verilen misal , onun bütün insanlara verdiği nimetlerine karşı kulluk görevini ifa etmeyerek , o ayetlere nankörlük etmek sureti ile , ayetlerden sıyrılmış duruma düşen insanları anlatmaktadır. Verilen köpek misali ise , bu insanların ne kadar zelil ve aşağılık bir durumda olduklarının bilinmesi için kullanılan bir misaldir. 

Kur'an içinde geçen bir çok ayet , Allah'a iman etmeyen insanları hayvan olarak tasvir etmektedir. Bu tasvirin amacı , insana verilen "Semi - Basar - Fuad" gibi duyu organlarının olması gereken gerçek işlevi , vahyi anlamak ve bunu hayatına aktarmak iken, bu organların gerçek işlevini yerine getirmeyerek insanın , "Kör - Sağır - Dilsiz" duruma düşmesidir. Duyu organlarının gerçek işlevini yerine getirmediği insan "Semi- Basar" (İşitme - Görme) gibi duyu organlarına sahip olan fakat kendisine söyleneni işitmeyen hayvanlara benzetilmektedir. 

176. ayette geçen "yükseltmek" tabiri , Allah'ın ayetlerine karşı hür iradelerini kullanarak şükreden ve kulluk gereklerini yerine getiren insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Yine aynı ayette geçen , "yere saplandı" kelimesi ise , Allah'ın ayetlerine karşı, hür iradelerini kullanmak sureti ile şükretmeyerek kulluk gereklerini yerine getirmeyen insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır . 

Dikkat edilirse bu kelimeler hakiki bir anlam değil, mecazi bir anlam ifade etmektedir. Şayet bu kelimeleri hakiki anlamda okuyacak olursak , yükseltmeyi yerden alıp bedenen göğe çıkarmak , yere saplanmayı ise , bedenen yerin dibine sokmak olarak anlamak  gerekir ki , bu tür bir anlam yanlış olacaktır.

"Alçaklık" ve "Yükseklik" kelimeleri , hakiki anlamda ölçü ile ilgili kelimeler olup , mecaz anlamda kullanıldığında insanın işlediği ameller sonucunda geldiği durumu ifade etmektedir. Bu anlamı İsa (a.s) ile ilgili olarak onun yükseltilmesi ile ilgili ayetin anlaşılmasında da kullanmak mümkündür. 

[003.055] Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni kendime YÜKSELTECEĞİM, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.

[004.158]  Hayır; Allah onu kendine YÜKSELTTİ. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

Araf s. 176. ayetindeki yükseltmenin keyfiyeti , hakiki anlamda aşağıdan yukarı bir yükseltme değil , Allah (c.c) nin ayetlerine iman eden bir hayat sürülmesinin onun tarafından güzel bir karşılık göreceğinin anlatılması olduğuna göre , İsa (a.s) ın da yükseltilmesinin hakiki anlamda değil , 176. ayet doğrultusunda mecazen anlaşılması daha doğru olacaktır. 

İsa (a.s) yaşadığı hayat boyunca Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir yaşam sürerek , alçaltılmayı değil , yükseltilmeyi hak etmiştir. "Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" şeklinde ortaya çıkan durum,  bütün insanlar için geçerlidir. Hayatları boyunca ayetlerden sıyrılmış bir yaşam sürenler ALÇALTILMAYI , hayatları boyunca ayetlere bürünmüş bir yaşam sürenler ise YÜKSELTİLMEYİ hak etmektedirler.   

İsa (a.s) ın yükseltilmesi de işte bu kabilden bir yükseltilmedir . Onun yükseltilmesini gerçek anlamda göğe bir yükseltme olarak algıladığımız zaman , bu sefer de Allah'a mekan biçme hatasına düşmek söz konusu olacaktır. 

İsa (a.s) ın göğe hakiki anlamda yükseltildiğini iddia eden "Ehli sünnet vel cemaat" fırkası , Allah (c.c) ile ilgili ayetleri literal bir okuma yaparak onun gökte olduğunu iddia edenlere karşı çok sert eleştirilerde bulunarak , bu iddianın yanlış olduğunu söylemektedir. Aynı fırka, Allah (c.c) nin  İsa (a.s) ı kendi yanına yani göğe çektiğini iddia etmekle literal bir okuma yaparak ona mekan biçme yanlışına düştüklerinin farkında bile değildir. Ehli sünnet fırkası bu çelişkili duruma maalesef, Kur'an'ı literal ve rivayet merkezli bir okuyarak düşmektedir. 

Sonuç olarak : Araf s. 175. ve 176. ayetleri , geçmişte yaşamış bir karakteri değil , kıyamete kadar yaşayacak , Allah (c.c) nin ayetlerini yaşamından çıkarmış olan insanların düştüğü durumun nasıl zelil ve alçak bir durum olduğunu bir misal ile anlatmaktadır. 

Aynı ayetler , Kur'an ayetlerinin birbiri ile olan anlam örgüsünün vermiş olduğu yol göstericilik ile , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili ayetlerin literal olarak okunması sonucunda ortaya çıkan yanlışı izale eden bir işleve de sahiptir.

Kur'an'ın literal olarak ve rivayetlerden okunması sonucu varılan , İsa (a.s) ın bedenen göğe yükseltilmiş olduğu iddiası , Kur'an merkezli bir düşünce etrafında değerlendirildiğinde yanlış ve çelişkili bir düşünce olduğu ortaya çıkmaktadır. 

"Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" kelimeleri mecazi anlamda , Allah'ın ayetlerine karşı insanların yaşam içinde takındıkları tavır sonucunda alacakları karşılığı ifade etmektedir. İsa (a.s) ın yükseltilmesi sadece ona has bir durum değil , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat yaşayan bütün insanların alacağı karşılığı ifade etmektedir.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.