3 Mart 2018 Cumartesi

Bakara s. 102. Ayeti: Harut ve Marut'un Kimliği Hakkında Bir Düşünce Denemesi

Bakara s. 102. ayeti ile ilgili araştırma yapanların karşısına çıkan en büyük sorunlardan bir tanesi, ayet içinde geçen Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda yapılan açıklamalardır. Söylemek gerekirse, Kur'an içinde Bakara s. 102. ayetinden başka bir ayet ile ilgili olarak, böylesine birbirine taban tabana zıt yorumları görmek pek mümkün değildir. Ayet içinde geçen "Ma" edatının hangi anlamda kullanılacağı bile ihtilaf konusu olan bu ayet içinde geçen isimlerin kimler olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak bu yazının konusu olacaktır.

Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Böylesine ihtilaflı yorumların olduğu bir ayet hakkında söz söylemek, gerçekten zordur. Bizim de bu ayet hakkında söylemeye çalışacağımız sözler, kendi yorumumuzdan öteye geçmeyecek, eksik ve hata barındırmaktan ari olmayacaktır. Konu hakkında ortaya koyacağımız iddiaların, her yazımızda olduğu gibi tarafımızdan kesin doğrular olarak lanse edilmeye çalışılmadığı bilinmelidir.

Ayet Bakara s. 40. ayetinden itibaren başlayan, İsrailoğulları ile ilgili anlatımların bağlamına dahildir. Ayetin üzerinde cümle cümle durmaya çalışarak, bir sonuca varmaya çalışacak, ondan sonra ayetin mealini vermeye çalışacağız.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ ۖ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ ۚ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ ۚ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ ۚ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ ۚ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ ۚ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

-----Bakara s. 101- Onlara Allah katından bir resul, beraberlerinde olan kitabı onaylayıcı olarak (bir kitap ile) geldiğinde, kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir gurup, yanlarında olan kitaptaki Allah'ın bu konudaki hükmünü (bildikleri halde) hiç bilmiyormuş gibi arkalarına attılar (gelen elçi ve kitabı inkar ettiler).

Konunun ilk muhataplarının Medine'li Yahudiler olduğunu dikkate almak durumunda olduğumuz hatırlatarak, ayette kendilerine yanlarında kitabı onaylayan bir kitapla gelen bir elçiyi kabul etmeleri gerekirken onları ret eden Medineli Yahudilerin, bu konudaki tutumları anlatılmaktadır.

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَىٰ مُلْكِ سُلَيْمَانَ
-----(Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. 

Burada ayet içinde geçen "Mülk" kelimesinin üzerinde durularak anlamının tesbit edilmesi, sonra gelecek olan "Melekeyn" kelimesine verilebilecek anlamın tespit edilmesinde rol oynayacaktır.

El Mülkü "Emir ve yasaklar ortaya koymak sureti ile, varlıkların zapt altına alınması ve onlar üzerinde tasarrufta bulunulması" anlamındadır. 

Mülk; "Yönetmeye, idare etmeye, muktedir olmaya sağlayan kuvvet" , Melik ise, bu güce sahip olan kimse demektir. 

وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَٰكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا
-----(Bu şeytanlaşmış insanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o şeytanlar kafirdi. 

Ayetin bu cümlesi, Süleyman (a.s) ın sihir yaptığı iftirasını ret etmekte, asıl kafirlerin ona böyle bir iftira atanların olduğunu söylemektedir.

 يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ 
 -----(Bu şeytanlaşmış insanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı.

Ayetin bu cümlesinde geçen Melekeyni kelimesine neden İki Melek değil de, İki  güç sahibi elçi anlamı verdiğimiz elbette merak konusu olacak ve cevabı istenecektir. Ayetin bu cümlesinin çevirilerine baktığımızda meallerde bu kelimenin çoğunlukla İki Melek şeklinde çevrildiği görülmektedir. Az da olsa bazı meallerde bu kelimeye İki güç sahibi şeklinde anlamın verildiği görülmektedir. Bu ayetin üzerinde konuşulması en zor ayetlerinden biri olması hasebiyle, bazı ilk tefsircilerce bu kelime Melikeyni (iki melik) şeklinde okunmuş, bazı meallerde gördüğümüz İki güç sahibi şeklindeki anlamın dayanağı, kelimenin bazı eski tefsirlerde bu şekilde yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Ayet ile ilgili olarak karşılaşılan müşkilin en başta gelen sebepleri, iki meleğin yeryüzünde ne işinin olduğu, onlar insana vahiy indirmek durumunda iken onlara neden bir şeyler indirildiği (ayet içinde geçen "Ma" edatı bazıları tarafından olumsuzluk eki olarak anlaşılmakta, ayetin ayetin anlamı meleklere birşey indirilmediği öynünde oluşmaktadır) ,meleklerin insanlar ile nasıl birebir ilişki kurabildiğidir. Ayetin bu cümlesinde geçen Ünzile (indirildi) kelimesinin geçişlerine baktığımızda, bu kelimenin yeryüzündeki beşer elçilere indirilen vahiy ile alakalı olarak kullanıldığı görülecektir. Bu noktanın dikkate alınması bizce elzemdir.

[017.095] De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara semadan resul olarak bir melek gönderirdik.» 

Allah'ın elçi gönderme sünnetinin, insana kendi cinsinden olan elçi olduğuna göre, indirilme olgusu ile muhatap olanların Kur'an içinde Elçi olarak vasıflandırılmış olmaları, Harut ve Marut'un kim olabilecekleri hususunda bizlere ip ucu verebilir.

Şimdi ayet içindeki cümlede geçen Melekeyni kelimesinin geçtiği başka bir ayeti ele almaya çalışarak, bu kelimenin muhtemel anlamını tespit etmeye çalışalım. Bu kelime karşımıza bir başka yerde daha, Adem ve İblis kıssasının geçtiği Araf s. 20. ayetinde karşımıza çıkmaktadır.

فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَٰذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ
[007.020] Fakat şeytan onlara, gözlerinden gizlenmiş olan edep yerlerini açığa çıkarmak için vesvese verdi. Onlara şöyle telkinde bulundu: «Rabbinizin size bu ağacın meyvesini yasaklamasının tek sebebi, sizin iki melek veya ölümsüz hayata kavuşanlar olmanızı önlemektir» dedi.

Araf s. 20. ayetinde de geçen Melekeyni (iki melek) kelimesi üzerinde de geçmişte aynı kıraat tartışmaları yapılmış, bazı tefsirciler bu kelimeyi Melikeyni (iki melik) olarak okumuşlardır. Fakat pek rağbet görmeyen bu kıraati destekleyecek olan bir başka ayet, Aynı kıssanın Taha s. 120. ayetinde karşımıza çıkmaktadır. 

[020.120]  Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: «Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülk sana yol göstereyim mi ?».

Yazımızın başında, Mülk kelimesinin Melekeyn kelimesinin anlamının tespit edilmesinde rolü olacağını hatırlatmıştık. Taha s. 120. ayetinde İblis'in Adem'e verdiği vesveseye dikkat ettiğimizde, ona güç ve kuvvet sahibi olmanın yolunu göstereceğini söylemektedir. Araf s. 20. ayetinde ise İblis, Adem ile eşine ağaca yaklaşmamaları emrinin sebebi olarak, onların Melekeyn olmamaları yani güç ve kuvvet sahibi olmamaları için olduğu vesvesesini vermektedir.

Bunları göz önüne alarak, Melekeyn kelimesinin anlamının, GÜÇ VE KUVVET SAHİBİ İKİ KİŞİ olması kuvvet kazanmaktadır. Dikkat edilirse Araf s. 20. ayetinde geçen Melekeyni kelimesine verdiğimiz anlamın delilini, Taha s. 120. ayetinde geçen Mülk kelimesinin anlamından çıkarmaktayız.

Tabi şimdi burada mütevatir kıraat olan Melekeyn şeklinde okumanın yerine, şaz kıraat olarak görülen Melikeyn şeklindeki kıraati tercih ettiğimiz gibi durum anlaşılabilir. 

Hayır, ayetin yine mütevatir olan MELEKEYN şeklindeki kıraatini tercih ettiğimizin altını özellikle çiziyoruz. Ancak bu kelimenin anlamını İki Melek şeklinde verdiğimizde ortaya çözülmesi güç problemler çıkmakta, bu problemlerin çözümü için, bu kelimeye bildiğimiz anlamda gaybi varlıklar olan melekler anlamını yüklemek yerine, gaybi anlamda kullanılan melek kelimesinin, yine Allah'ın gücünün ve kuvvetini temsil etme anlamından dolayı bu kelime ile ifade edilmiş olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Yani Melek kelimesinin gaybi anlamdaki varlıklar şeklindeki tarifinden önce, onların bu kelime ile ifade edilmiş olmasının dikkate alınması gerekmekte, ve onların bu kelime ile isimlendirilmiş olması, güç ve kuvvet sahibi oldukları içindir. 

MELEK ve MELİK kelimeleri kök olarak güç ve kuvvet sahibi olmak bakımından aynı anlama, fakat kullanım alanında işaret ettikleri varlık cinsleri farklıdır. Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu yasa gereği, Allah (c.c) ile kulları arasındaki iletişimi onlara melek elçi ile vahyettiği beşer elçiler ile sağladığı herkesçe malumdur. Melek elçinin bir beşer ile iletişim sağlaması için, o kişinin elçilik görevine sahip olması gerekmektedir.

Bu durumun, İbrahim'in misafirleri kıssasında melek elçilerin onun karısı ile konuşması, veya Meryem'e gelen elçinin beşer kılığında bir melek olması gibi istisnaları olmakla birlikte, genel teamül meleğin beşer elçiler ile iletişim kurması şeklindedir. Bu durumu dikkate aldığımızda, insanlar ile muhatap olanlar yine onlarla aynı varlık cinsinden olanlar, yani beşer elçiler olduğuna göre, Harut ve Marut'un beşer cinsinden iki elçi olmaları daha ağır basmaktadır.

Buraya kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak; Bakara s. 102. ayetinde geçen Harut ve Marut'un bildiğimiz gaybi anlamda melekler değil, beşer cinsinden olan, ve ellerinde hem yönetim gücü hem de elçilik gücü bulunan iki kişi diyebiliriz. Bu iki kişinin kim olabileceğini düşündüğümüzde, İsrailoğularının tarihinde önemli role sahip olan ve Kral Peygamber olarak bilinen baba DAVUD (a.s) ve onun oğlu olan SÜLEYMAN (a.s) olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Davud ve Süleyman (a.s) ların kıssasında baktığımızda, onlara mülk, yani insanlar üzerinde yönetim ile tasarruf etme hakkı verilmiş olduğunu görmekteyiz.

Ayetin bu cümlesi meallerde "Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı" şeklinde çevrilmektedir. Bu çevirilerin, Harut ve Marut'un Babil şehrinde ikamet ediyor gibi bir anlamı çağrıştırmasından dolayı, sıhhatli bir çeviri olduğunu söylemek güçtür. Cümleye verilecek anlamın sihirbazların bu işi Babil'de yapıyor olduklarına dair bir anlamı çağrıştırarak verilmesi gerektiği düşünmekteyiz.

يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّىٰ يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ ۖ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ

-----Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "Bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlaşmış insanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. 


Ayetin bölümü, Harut ve Marut'un insanlara sihir öğretirken sanki, "Biz size bu sihri öğretiyoruz ama sakın bunu yanlış kullanmayın" dedikten sonra insanlara sihir öğrettiği gibi anlayış hakimdir. Elçiler, vazifeleri gereği sadece kendilerine indirilenleri insanlara tebliğ ederler. Allah'ın insanlara olan emir ve yasaklarını onlara bildirmek için gelen bütün elçiler, insanlar için bir imtihan vesilesidir.

[044.017] And olsun ki, biz onlardan önce Firavun kavmini de denemiştik. Onlara çok kıymetli bir resul gelmişti. 

Burada önemli bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır; İmtihan için yaratılmış olan insanlara tarih boyunca gelen elçiler, o insanlara inanmak veya inanmamak noktasında bir imtihana tabi tutulduklarını unutmamalarına dair Rablerinin beyanını iletmişler, ve onlara Allah' karşı inkarcı olmamalarını öğütlemişlerdir. Ancak elçilerin bu öğütleri birçok insan tarafından ret edilmiş, pek azı tarafından kabul görmüştür. Harut ve Marut tarafından sanki karşılarındaki birisine söylüyorlarmış gibi anlaşılan bu ifadeler, vahyin bütün insanlara çağrısı olan, "İman edin inkar etmeyin" sözünün, onlar üzerinden anlatılması diyebiliriz.

Fakat insanların bir kısmı diğer insanların üzerinde tahakküm sağlayabilmek için, dini değerleri kullanmış hala da kullanmaktadır. Samiri örneğinde görülebileceği gibi, elçinin öğretilerine bir avuç katarak kendi şirk öğretilerini insanlara bu yolla empoze etmeye çalışmak, şeytanlaşmış insanların kullandığı kadim bir yol olup, Bakara s. 102. ayetinde de bu durumu görmekteyiz. 

Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Şeytanlaşmış insanların kullandığı önemli silahlardan bir tanesi, insanların zihnine sokmak istedikleri şeytanlıklarını o insanların güvenilir olarak gördüğü ve bildiği insanları kullanarak yapmalarıdır. İnsanların güvenini kazanmış kişilerin söylediği iddia edilen sözlerin yani onlara atfen uydurulan iftiraların, o insanlar tarafından kabul görmesi daha kolay olup, şeytanlaşmış insanların halen kullandıkları bir yoldur. Harut ve Marut'un insanlar üzerindeki olan güveni, insan şeytanlarının bu isimleri istismar ederek, insanlar üzerinden çıkar sağlamalarına sebep olmuştur.

Karı kocanın arasının nasıl bozulduğuna gelince, olayı sadece bir karı koca anlaşmazlığı olarak değil, bunu insan şeytanlarının yaptıkları ile diğer insanlara verdikleri zararın boyutunu anlatan bir ifade olarak okumak mümkündür.

وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
-----O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin.

Ayetin bu cümlesi genellikle, "Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi"  şeklinde çevrilmektedir. Ayetin bu cümlesinin, şeytanların yaptığı sihrin Allah (c.c) tarafından bilindiği, yani işledikleri bu cürmün cezasız kalmayacağını haber verecek bir anlama sahip olduğu şeklinde çevirmenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.

وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ
-----Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. 

وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ
-----And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler.

Onlara yaptıklarının yanlış olduğunu, yaptıkları bu yanlışın onlara ileride pahalıya mal olacağı bildirilmesine rağmen, bu yanlışta ısrar ediyorlardı.

وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ ۚ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
-----Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.

Bakara s. 102-- (Onlar Allah'ın hükmüne tabi olmak yerine insan cinsinden olan) Şeytanların Süleyman'ın sahip olduğu hükümdarlık konusunda söylediklerine (onun bir sihirbaz olduğu yalanına) uydular. (Bu şeytanlar Süleyman'ın sihir yaparak kafir olduğunu iddia etmelerine rağmen) Süleyman kafir değil, o (insan cinsinden olan) şeytanlar kafirdi. (Bu şeytanlar) Babil'de insanlara sihri ve, iki güç sahibi elçi olan Harut ve Marut'a indirileni (şeytanlık karıştırarak) öğretiyorlardı. Halbuki bu iki elçi kendilerine indirilenleri, "bizim size öğrettiklerimiz sizin için bir denemedir, sakın bunları yanlış yönde kullanarak kafir olmayın" diyerek insanlara tebliğ ettikleri halde bu şeytanlar o bilgileri istismar ederek, karı kocanın arasının bozulmasını sağladılar. O şeytanlar yaptıkları sihir ile bir kimseye zarar vermiş olmasınlar ki, Allah bunu bilmesin. Onlar (bu şeytanlıkları yapmakla) kendilerine fayda vermeyecek, zarar verecek olanı öğreniyorlar. And olsun ki bu şeytanlar sihri satın alanın ahirette (cennetten) bir payı olmayacağını bilmektedirler. Kendilerini (cehennem) karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi.

103- Eğer onlar iman etmiş ve sakınmış olsalardı, Allah katında alacakları karşılık daha hayırlı olurdu, keşke bunu bilselerdi.

Ayetin ilk muhataplarına olan mesajı konusunda şunları söyleyebiliriz:

Medine'de ikamet eden Yahudilerin, yanlarında olan Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen Muhammed (a.s) a şeksiz şüphesiz iman etmeleri gerekirken bunu yapmayıp, insanları saptırmayı amaç edinen ve nedenle "Şeytan" olarak vasıflandırılan insanların sözlerine tabi oldukları, bu insanların sahip olduğu söylemin, Süleyman (a.s) hakkında yalan yanlış iftiralar uyduranlar olduğu bildirilmektedir.

Bu şeytanların insanlara Harut ve Marut'a indirileni öğretmelerine gelince: Bu konudaki ayet içinde geçen "Ma" edatının iki farklı anlamda kullanıldığı meallere rastlamaktayız. Kanaat olarak bu edatın ismi mevsul anlamını taşıdığını düşünenlere  katılmakla birlikte, olumsuz anlamda kullananlara karşı herhangi bir söz söylemek hakkımız olmadığını da bilmekteyiz. Neticede herkes ayet hakkında yorum yapmakta, ve bu yorumu yaparken isabet etme veya edememe durumuna da düşebilmektedir.

Harut ve Marut'un kim oldukları konusunda tefsirlerde izahların olduğu, konu ile ilgili araştırma yapanların malumudur. Harut ve Marut'un Davut ve Süleyman (a.s) lar olduğu şeklinde ortaya attığımız iddia, dikkat edilirse bazı Kur'an ayetlerinin delaleti iledir. Bizim ortaya attığımız bu düşüncenin kesin doğrular olduğunu iddia etmediğimizin bilinmesi gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.

Çünkü bu konuda bir çok kimsenin kafasında doğru olarak bildiği bir düşünce mevcut bulunmaktadır. Yine bir çok kimse bizim bu konuda yazdıklarımızı da kendi sahip oldukları doğrular çerçevesinde değerlendirecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


27 Şubat 2018 Salı

Metot Saplantısı, Tekfirci ve Ötekileştirici Üslup kıskacındaki Süleymaniye Vakfı'na Uyarılar

Süleymaniye Vakfı adı ile bildiğimiz kuruluşun, son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ın gündeme gelmesinde önemli rol oynadığı, ve bu konuda gayretli çalışmalar içinde bulunduğu malumdur. Ancak vakıf, ortaya koyduğu "Ekip Çalışması Metodu"nun Allah'ın öğrettiği tek metot olduğunu, Kur'an üzerine bireysel olarak çalışma yapanların bu emre itaat etmediklerini iddia etmektedir.

Süleymaniye Vakfı'nın bu iddiasını temellendirdiği tezlerini şöyle özetleyebiliriz:

1- Kur'an'ı sadece Allah diğer ayetleri ile açıklar. Bunun adı Hikmettir.
2- Hikmeti de ekip çalışmaları, yani Şura ile çıkarabiliriz.
3- 1. ve 2. şıklardaki sebeplerden ötürü, KUR'AN HİÇBİR BEŞER TARAFINDAN YORUMLANAMAZ.
(Şayet kendilerini yanlış anlamış isek, Vakfın cevap hakkı mahfuzdur)

Vakfın bu konudaki söylemini "KUR'AN ÜZERİNE BİREYSEL ÇALIŞMANIN YANLIŞLIĞI" başlıklı makalelerinde dile getiren Erdem Uygan, bu makalelerinde Prof Dr. Mehmet Okuyan tarafından ortaya konulan bazı çalışmalardaki yanlışlığı eleştirmekte, Okuyan hocanın bu yanlışlığı yapmasındaki baş etkenin, ekip ile değil ferdi olarak çalışmasını göstermektedir. Erdem Uygan tarafından yapılan eleştirilerde, Okuyan hocanın hatalı yaklaşımlarda bulunduğunu biz de kabul ediyor, Uygan'a bu konudaki yaptığı eleştirilerden dolayı hak veriyoruz. Ancak hocanın hatasını ortaya koyarak yapılan metodolojik temellendirmenin ve üslubun son derece yakışıksız olduğunu da söylemek istiyoruz. 

Erdem Uygan, Okuyan hoca ile ilgili olarak yaptığı en son suçlamaları sosyal medya ortamındaki sayfasından yapmakta ve şunları söylemektedir:

"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz. Çünkü bu bizim uydurduğumuz bir şey değil, Kur'an'ı indirenin emridir. Bu gerçeği kabul etmek istemeyen kişilerin Allah’ın Kitabını yorumlarken düştükleri acıklı hallerse her geçen gün artmaktadır.
Bu yazıda ele alacağımız konu Kur'an'ı yorumlamanın çok ötesindedir. Gelinen nokta, profesörlük mertebesine gelmiş kişilerin, yazdıklarının ne kadar anlamsız olduğunu dahi fark edemeyecek durumda olduklarını, söylediklerinin sonuçlarını bir kere dahi düşünmediklerini, tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir. Artık bir ilahiyatçının değil, ilahiyat akademiyasının ilmî(!) seviyesinin tartışmaya açılması gereken bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılmaktadır."

Erdem Uygan, Kur'an'ı kimsenin yorumlayamayacağını, bunun Allah'ın emri olduğunu, böyle yapanların acıklı bir duruma düştüğünü, bazı kişilerin Kur'an'ı kendi kafalarına göre  konuşturduklarını, ilahiyatın ilmi seviyesinin tartışmaya açılması gerektiğini iddia etmektedir.

Fakat Uygan, yapmış olduğu suçlamalrdan, mensup olduğu vakfın da pay alabileceğini hiç düşünmemekte, kendilerini "Sudan çıkmış ak kaşın" gibi görmekle büyük bir hataya düştüğünün acaba farkında mıdır?. Bir kişiyi eleştirmeden önce, o hatanın benzerinin mensup olduğu toplulukta bulunup bulunmadığına dikkat etmek, erdemli insanların yapması gereken davranışlardandır. Eğer bu hata kendilerinde varsa, önce kendilerini düzeltmeye çalışmak, sonra başkalarına el atmak, yapılması gereken bir davranış olmalıdır.

Vakıf tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetine verilen mealdeki hata dahi, bu kişinin Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekip çalışmasının ne kadar başarılı !! olduğunu göstermesi açısından manidardır. Artı, Uygan'ın Okuyan hoca hakkında ortaya suçlamaların aynısının kendilerinin de hak ettiklerinin bir göstergesidir.


Öncelikle şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz: Vakıf tarafından yapılan Araf s. 205. ayeti meali hakkındaki düşüncelerimizi vakfa ileterek bu konuda onları uyarmaya çalıştık, ve bu uyarımızdan ötürü olumlu bir geri dönüş aldık. Derdimiz, vakfın yaptığı bu meal hatasını onların yüzüne vurarak vakfı kınamak ve rencide etmek değil, vakfın düşüncelerini holigan bir taraftar şeklinde dile getirmeye çalışan Uygan'ın, ve onunla aynı  paralelde düşünenlerin bu konuda kimseye karşı rencide edici bir söz söyleme durumlarının olmadığını "Tencere dibin kara benimki senden kara" misali bir durumda olduklarını onlara hatırlatmaya çalışmaktır.

Vakfın Araf s. 205. ayetine verdiği meal şu şekildedir:

"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme." 


Mealin altına koydukları dipnotta ise, "Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettirşeklinde bir iddia ortaya koymaktadırlar.


Ayet içinde geçen Öğle ve İkindi olarak çevirdikleri kelime ile ilgili sözlerimize geçmeden önce, yapılan mealde "yüksek olmayan bir sesle" ifadesi ile, dipnota koydukları "sessiz" kelimesi arasında anlam bakımından fark olduğunu vakıf maalesef görememiş veya görmek istememiştir.

Yazısında, "tek dertlerinin Kur’an’ı kendi kafalarına göre konuşturmak olduğunu göstermektedir"  şeklinde bir cümle sarf eden Uygan'ın taraftarlığını yaptığı vakıf, aynı suçlamanın muhatabıdır. Vakıf, önce kafasında öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delilinin Kur'an'da olması gerektiğini düşünmüş, ve bu düşüncesine uygun ayet arayışına gitmiştir. Ayet mealini "yüksek olmayan bir sesle" şeklinde yapmalarına rağmen, dipnota "sessiz" kelimesini koyarak, onlarda Kur'an'ı kendi kafalarına konuşturmanın örneğini vermişlerdir. Çocukların dahi bilebileceği yüksek olmayan bir ses ile sessizlik arasındaki fark, vakfın alimler topluluğu tarafından fark edilememiştir.  

بِالْغُدُوِّ kelimesi sözlüklerde, günün ilk bölümüne verilen isim olarak geçmekte, وَالْآصَالِ kelimesi ise, bu kelimenin karşıtı olarak yani, günün son bölümüne verilen isim olarak geçmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde bu kelimeler,  Sabah ve Akşam olarak anlamlandırılmaktadır. Vakıf ise Araf. 205. ayetine verdiği anlamda, bu kelimelere Sabah, Akşam şeklinde anlam vermek yerine,  Öğle  ve İkindi  anlamını vermiştir. 


"Kur'an'ın hiç kimse tarafından asla yorumlanamayacağını sürekli söylüyoruz ve söyleyeceğiz" diyerek, vakfın bu konudaki söylemini dile getiren Uygan, bu kelimelere böyle anlam veren bir vakfın Kur'an'ı yorumladığının hem de kendi kafasına göre yanlış olarak yorumladığının acaba farkında değil midir?.

Olayın daha da trajikomik tarafı ise, bu kelimelerin geçtiği başka ayetlerde, bu kelimelere doğru anlam verilmiş olmasıdır. بِالْغُدُوِّ kelimesine bir ayette Sabah anlamı, bir ayette Öğle anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise bir ayette İkindi anlamı, bir ayette ise Akşam anlamı verilerek, vakıf tarafından büyük bir çelişkiye imza atılmıştır.

Bu konuda daha detaylı yaptığımız çalışma için verdiğimiz linkteki yazıya bakılabilir.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2017/12/araf-s-205-ayetine-suleymaniye-vakf.html

Allah'ın emri olduğunu iddia ettiği ekibi oluşturarak Kur'an çalışmalarını yaptığını iddia edenlere şimdi sorarız; Bu ekibin içinde bir Allah'ın kulu kalkıp ta, "Ey alimler topluluğu, biz bir kelimeye bir yerde başka bir yerde başka anlam vererek çelişkili bir meale imza atmıyor muyuz?" diye sor(a)maz mı?.

Şu nokta asla hatırdan çıkarılmamalıdır, Kur'an hakkında söylenen her söz kişisel bir yorumdur. Kur'an hakkında konuştukları hakkında "Ben demiyorum Allah diyor"şeklinde bir iddia, Allah adına konuşmak anlamına gelir ki, bu kapı Muhammed (a.s) ile bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Vakıf Kur'an ile ilgili yaptığı çıkarımlarda böyle bir iddia içine girerek, Allah adına konuşmaya yetkili kılınmış kişiler oldukları havasını oluşturmaktadır.  Vakfın bu konuda daha tutarlı bir görüşe sahip olması, yaptıkları çalışmalarının daha geniş kitle tarafından kabul görmesi ve faydalanılması açısından önemlidir.


Yaptıkları çalışmanın  benzerinin başkaları tarafından yapılmadığını ileri sürerek, başkalarını bu konuda acımasızca eleştirmenin ellerinde patladığını, sadece Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimenin diğer geçişlerinde yaptıkları çelişkilerde görmelidirler. Ekip çalışması ile yapılan bir mealdeki çelişkinin ekip içinde fark edilmemesi af edilir bir hata değildir. Şayet "Bu meal nihai şeklini daha almadı daha hazırlık aşamasında" denilirse, bizde bitmemiş bir meali neden internet ortamında yayınladıklarını sorarız.

Hasılı kelam, Süleymaniye Vakfı, Erdem Uygan gibi kişilerin yaptığı acımasızca eleştirilerin önce kendi kapılarını çaldığını görmeli, başkalarına laf atarak kendi yaptıklarını üste çıkarma gayretinden vazgeçmelidir.  Kur'an'ın asla yorumlanamayacağı iddiası üzerine kurdukları söylem ile önüne gelen laf etmeyi vazife edinmiş insanların, vakfın yaptığı bariz bir hatayı görmeyerek başkalarını acımasızca eleştirmeleri haddini bilmezlikten başka bir şey değildir. 

Herkes hata yapabilir, vakıfta bu konuda hata yapmıştır ve hatasını düzeltecektir, ancak holigan taraftarlarının yaptıkları acımasız eleştirilere ses çıkarmayarak, yıpratılmalarına müsaade etmemeleri kendi gelecekleri için gereklidir. Geçmişte bazı kişilerin (şimdi bu kişiler vakfı kafir ve müşrik olarak görmektedir) yaptıkları holigan davranışların, vakfa büyük zarar verdiğini akıllarından çıkarmamalıdırlar. 

Okuyan hocanın avukatı değiliz, yazdıklarını kendisi savunabilir, biz Okuyan hocayı hedef tahtasına oturtmak sureti ile kendi yöntemlerini Allah'a mal eden, ortaya koydukları çalışmaların nihai doğrular olduğunu ileri süren, fakat daha bir kelimenin anlamını tespit etmekte çelişkiye düşerek meal yapan vakfın önce kendisini düzeltmesi, sonra başkalarına el atması gerektiğini hatırlatmak istiyoruz. Tek başına çalışma yapanları eleştirerek, ekip çalışması yapanların düştükleri yanlış, bu tür çalışmanın da pek para etmediğini göstermesi açısından manidardır.

Kişilere hakaret olarak görülebilecek eleştirilerin hiç bir zaman, karşılık bulmayacağı bilinmeli, şayet Okuyan veya başka hocaların yaptığı hatalar yetkin kişilerce düzgün bir dille eleştirilmelidir. Erdem Uygan gibi kişilerin eline geçen eleştiri silahı, maalesef önce vakfın kendisini vurmaktadır. 

Sonuç olarak; Yazımızın başında özetlediğimiz metot saplantısına yukarıda verdiğimiz bir tek örnek olan Araf s. 205. ayetine verdikleri yanlış meal bile şahittir ki şöyle itiraz edilebilir.

1- Kur'an'ı sadece Allah (c.c) diğer ayetleri ile açıklar, bu düşünce elbette doğrudur, ve bizde yazılarımızda bu metodu kullanarak anlama çalışmaları yapmaktayız. Ancak Kur'an'ın Kur'an ile tefsirini yapmak iddiasında olan, ve bu konuda çalışma yapan herkes ama herkes buna Süleymaniye Vakfı da dahildir, sonuçta Allah (c.c) tarafından Resul-Nebiler gibi bazı hatalı davranışları düzeltilmeyen, masum olmayan seçilmemiş kullar ve kuruluşlardır.

Bundan dolayı Resul- Nebi olmayan kulların ve kuruluşların ayetler arasında kuracakları bağlantılar farklılık arz edebilir. Kimsenin ayetler arasında kurduğunu iddia ettiği bağlantı, mutlak olarak "ALLAH'IN ÖĞRETTİĞİ" kesin doğrular değil, hata ve eksik barındırması muhtemel olan bir "İÇTİHATTIR".

2- Hikmeti de ekip çalışmaları ve Şura ile çıkarabiliriz. Elbette bu görüş doğru olmakla beraber, ekip çalışması tek bir görüşe sahip birden fazla kişinin çalışması değildir. Farklı uzmanlık alanlarına sahip, farklı bakış açılarına sahip Kur'an talebelerinin bir konu hakkında istişare etmesidir. Süleymaniye Vakfı ise tek bir görüşün, tek bir bakış açısının adresidir. Bundan dolayı Kur'an üzerine ekip çalışması yapılacak yerin tek ve son adresi olamaz.

3- 1 ve 2 de bahsettiğimiz sebeplerden dolayı, Kur'an üzerinde yapılacak ferdi ya da toplu, tüm anlama çalışmaları başka kişilerin istişarelerine açıktır, kesin ve son nokta değildir, ve buna Süleymaniye Vakfı da dahildir. Her türlü ferdi veya toplu olarak yapılan çalışmalar sonucu Kur'an hakkında varılan yorumlar Kur'an'ı tahrif değildir.

Eğer bu böyleyse bu güne kadar sayın Abdülaziz Bayındır ve vakıf mensuplarının bazı konularda değiştirdikleri (adetli kadının namazı konusu örneğinde olduğu gibi) veya halen savundukları ayet yorumları da tahriftir. Burada açık bir mantıksal çelişki bulunmaktadır.

4- Süleymaniye Vakfı'nın bu metodolojik saplantısı, üslubunun da ötekileştirici ve tekfirci olmasına yol açmakta, Kur'an'ı merkeze alan Müslümanlar arasında bölünme ve çatışmaya sebep olmaktadır. Bu durum hem Müslümanlara, hem de Süleymaniye Vakfına zarar vermekte, takdir edilecek olan güzel çalışmalarının göz ardı edilmesine ve çalışmalarının verimsizleşmesine ve kendilerini taassuba mahkum etmektedir.



25 Şubat 2018 Pazar

Bakara s. 85. Ayetinde Geçen "Ve in ye'tiküm üsera tüfadühum" Cümlesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an'ın Arap dilinden bir başka dile yapılan çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi, orjinal metne sadık kalarak yapılan lafzi bir çevirinin, okuyucu tarafından anlaşılamaz oluşudur. Çevirmen bütün iyi niyetini kullanarak herhangi bir tahrife imza atmamış olmayı amaçlamakta, fakat onun bu iyi niyeti maalesef çevirdiği ayet hakkında bazı istifhamların doğmasına yol açmaktadır. 

Bu duruma örnek olarak, Bakara s. 85. ayetinde geçen bir cümlenin çevirilerini verebiliriz. 

Ayetin Arapça metni:

ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

[002.085] [DI] Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ayet içinde çeviri problemi olarak düşündüğümüz kısım, وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ cümlesidir. Bu cümle genellikle şu şekilde çevrilmektedir.

"Onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz."

"Ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi"

"Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı"

Cümlenin bu şekildeki çevirilerinde, gramer kuralları açısından herhangi bir hata olduğunu iddia etmek güçtür, ancak okuyucunun böyle bir çeviri karşısında kafasının allak bullak olmaması içten değildir.

Çünkü savaşın fıtratında bir asker düşman tarafına esir düştüğünde, o esirin kurtarılması için fidye verecek olan taraf onu esir alan düşman tarafı değil, askerin kendi tarafıdır. Halbuki ayetin çevirisinden fidye veren tarafın, o askeri esir alan taraf olduğu anlaşılmaktadır.

Ayetin harfi çevirisine sadık kalmak isteyenlerin yol açtıkları bu durumun izalesi için, öncelikle savaşın gerçeklerinin dikkate alınması, ondan sonra bu ayete ona göre bir anlam verilmesi zorunluluğu olduğu muhakkaktır.

Bu cümle çevrilirken öncelikle savaşın gerçekleri göz önüne alınmalı, esir düşülmesi halinde fidyeyi hangi tarafın vermesi gerektiği dikkate alınmalıdır. Fidyenin hangi tarafın vereceği bilindikten sonra ayete verilecek anlam daha net olarak ortaya çıkacaktır. Ayet içinde geçen  تُفَادُوهُمْ kelimesi, karşılıklı olarak bir iş yapmayı ifade etmektedir. Yani ortada fidye alan ve fidye veren birileri olduğunu göstermektedir. Kelimeye verilecek anlamın bu durumu ifade edecek bir şekilde çevrilmesi gerekmektedir.

وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ Eğer size (savaşta) esir düşmüş olarak gelirlerse.
تُفَادُوهُمْ (serbest bırakmak için) onlardan fidye talep ediyorsunuz.
وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ Halbuki onları yurtlarından çıkarmanız (bu suretle onları esir ederek fidye vermek zorunda bırakmanız) haram kılınmıştı.

Bakara s. 85. ayetinin, surenin İsrailoğulları ile ilgili ayetlerinin bağlamına dahil olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki 84. ayette onlara birbirlerini yerinden yurdundan etmemelerinin emredildiğini, yani bu fiilin onlara Haram kılındığını öğrenmekteyiz.

Yani İsrailoğullarının güçlü olan bir kısmı, güçsüz olan diğer kısmı ile haklı bir gerekçesi olmadan savaşıyor, ve güçsüz olanları yurtlarından çıkarmak sureti ile kendilerine haram kılınan bir fiili işliyor, bunun neticesinde o insanlardan bir kısmını esir alıyor, ve bu esirleri serbest bırakmak için onlardan fidye talep ediyor.

Allah (c.c) bu fiili işleyenlere zımnen, "Size onları yurtlarından çıkarmayı haram ettiğim halde, bu haramı hem çiğniyor, hem de onları esir alarak fidye talep etmekle hakkınız olmayan bir istekte bulunuyorsunuz" demektedir. 

Bundan sonra ayetin devam eden  أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ (yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?) cümlesini anlayabilmek daha kolay olacaktır. Çünkü bu cümle, yine çevirilerde ayet içi bağlama dikkat edilmeden çevrilmekte, dolayısı ile cümle biraz havada kalmaktadır.

Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek ne demektir?.

Allah (c.c) nin insanlara yaşamlarını düzenlemeleri için elçileri aracılığı ile indirdiği bilgilerin en geniş kapsamlı ismi EL KİTAP tır. Bu kelime şemsiye bir terim olup, Tevrat, İncil Zebur, Kur'an gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz özel isimlere sahip olan kitapların hepsinin ortak ismi El Kitap tır.

Allah (c.c) nin İsrailoğullarına El Kitap'ta "Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" şeklinde bir emir verdiğini, bu onların bu emri tutacaklarına dair söz verdiklerini yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.

Savaş, bir insanlık gerçeği olarak binlerce yıldır insanların birbirinin kanını dökmelerine vesile olan, kıyamete kadar da varlığını sürdürecek bir yöntemdir. Yalnız bu yöntemin haklı olabilmesi için, Allah'ın izin verdiği meşru sınırların gözetilmesi zarureti vardır. Kendi yanlarından çıkardıkları sudan bahanelerle, savaş sebepleri üreterek, insanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya, kimsenin hakkı yoktur.

Fidye olarak bildiğimiz ve Kurtulma bedeli anlamına gelen kelime, Allah'ın El Kitap'ta meşru olarak yapılmış savaşlar için geçerli olmak üzere, o savaşın galiplerine tanıdığı ve helal kıldığı bir bedel olarak, binlerce yıldır süregelen kadim bir uygulamadır.

Şayet, "Fidye'nin kadim ve helal bir uygulama olduğunun delili nedir?" diye sorulacak olursa, Enfal s. 68. ayetini delil olarak gösterebiliriz. Bedir savaşında düşmanı iyice sindirmeden esir alan ve onlardan salıverme karşılığı olarak fidye alan Muhammed (a.s) ın yaptığı bu uygulamanın yanlış olduğunu, Enfal s. 67. ayetinden öğrenmekteyiz. 

Bir sonraki 68. ayette, "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı(kitabun minallahi), aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" buyurulmuş olması, fidye almanın geçmişten gelen bir uygulama olduğunu da göstermektedir.

Bunlardan sonra İsrailoğullarının kitabın bir kısmına inanmalarının ne anlama gelebileceği de anlaşılacaktır.

Kitabın bir kısmına inanmaları, kitabın onlara fidye almayı helal kılmış olmasına inanmaları anlamındadır. İsrailoğulları yurtlarından çıkararak esir ettiği insanları fidye karşılığı salıvermekte, talep ettikleri bu fidyeyi ise kendilerine iman ettikleri kitabın verdiği bir hak olarak görüyorlardı.

Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı ki, onların esirlerden aldıkları bu fidye, meşru bir gerekçeye dayanmadan yaptıkları savaşın bir sonucu alınmakta, ve Allah (c.c) onlara bu şekil bir savaşı Haram kılmıştı. Haksız yere açılan bir savaş sonucunda alınan fidyenin helal olması ise asla düşünülemez. Bedir savaşında fidye almalarının yanlış olduğu bildirilen Müslümanlara bu fidyenin helal kılınmasının sebebinin, müşrik ordusu ile yaptıkları savaşın meşru bir gerekçesinin olduğu unutulmamalıdır.

Toparlayacak olursak, İsrailoğulları El Kitabın fidyeyi helal kılmasına inanıyorlar, fakat aynı El Kitabın haksız yere savaşmayı haram kılmasını ise inkar ederek, Allah'a karşı isyankar davranıyorlardı.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerde, Bakara s. 85. ayetinin kafada bazı istifhamların oluşmayacağı şekilde yapılan çevirisinin, Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapıldığını gördük.

Muhammed Esed:Bakara s. 85- Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.


Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Mustafa İslamoğlu:Bakara s. 85- Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısımını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düşdüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkum olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.

Bakar s. 85. ayetine verilen mealler diğer meallere nazaran daha anlaşılır olsa da, yine de bazı yerlerde eksiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Bu ayet ile ilgili bizim yapmaya çalıştığımız meal örneği şöyledir;

Bakara s. 85- Sonra (bu sözleri veren) sizler, birbirini öldüren, içinizden (zayıf gördüğünüz) bir gurubu yerinden yurdundan çıkaran, günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkan, size esir (düşmüş)ler olarak geldiklerinde, (onların size esir düşmelerine sebep olan) yerinden yurdundan çıkarmanız haram kılındığı halde, onları fidye alarak serbest bırakanlar oldunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına (fidye almayı helal kılmasına) iman ediyorsunuz da, (birbirinizin yerinden yurdundan etmesini haram kılmasına) bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?. Sizden kim bunu yaparsa, onun bu yaptığının karşılığı, dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine çarptırılarak rezil ve rüsvay olmaya devam edeceklerdir.


                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Şubat 2018 Pazartesi

Bakara s. 65. 66. Ayetleri: Cumartesi Günü Balık Avlama Yasağını Çiğneyen İsrailoğulları Maymuna mı Çevrildi?

Kur'an içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda, onlardan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, kendilerine balık avlamanın yasaklandığı cumartesi gününde, bu yasağı çiğneyerek balık avladıkları için maymuna çevrildikleri anlatılmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak tefsirlere bakıldığında, avlanma yasağını çiğneyen topluluğun maymuna çevrilmesinin fizyolojik olarak gerçekleştiği söyleyenler olmakla birlikte, onların maymuna çevrilmelerinin fizyolojik olarak gerçekleşmediğini, bu anlatımın mecaz olarak anlaşılması gerektiğini savunanların olduğunu görmekteyiz.

Kanaat olarak, bu olayın mecaz bir anlatım olduğunu iddia edenlere katıldığımızı baştan söyleyerek, bu iddiamızın gerekçelerini ifade etmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır. Bu olayın geçtiği ayetler aşağıdadır.

Bakara s. 65. ve 66. ayetlerde şöyle anlatılmaktadır;

وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِين


Bu ayetlere meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[002.065] İçinizden cumartesi istirahat günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. Biz onlara: «Sefil maymunlar olun!» dedik.
[002.066] Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.

Maide s. 60. ayetinde şu şekildedir;

قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَٰلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللَّهِ ۚ مَنْ لَعَنَهُ اللَّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمُ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ ۚ أُولَٰئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضَلُّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ

Bu ayete meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Araf s. 166. ayetinde şu şekilde anlatılmaktadır;

فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ

Bu ayet meallerin çoğunda şu şekilde anlam verilmektedir;

[007.166] Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: Aşağılık maymunlar olun! dedik.

Nisa s. 47. ayetinde ise şu şekilde anlatılmaktadır;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَىٰ أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ ۚ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا

[004.047] Ey kendilerine kitap verilenler! Gelin yanınızda bulunan (Tevrat)ı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Biz birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut cumartesi halkını (yahudileri) lanetlediğimiz gibi onları lanetlemeden önce iman edin. Yoksa Allah'ın emri mutlaka yerine gelecektir.

Maymuna çevrilme ile ilgili ayetleri sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşayan insanlar için geçerli bir olay olarak okumaya çalıştığımız zaman, Kur'an'ın bu konu ile alakalı anlatımlarından bize dönük herhangi bir ibret alma imkanı hasıl olmayacaktır. Halbuki Kur'an bu olayı başkalarının ders alması için anlatmaktadır (Bakara s. 66).

Öyleyse bu olayı lokal bir olay olarak değil, TOPLUMSAL BİR YASA, YANİ SÜNNETULLAH olması açısından bakarak okumanın daha sağlıklı bir yol olacağını söyleyebiliriz.

Araf s. 163. ayetinden itibaren başlayan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssasının anlatıldığı 166. ayette onlara, "Maymunlar olundenildikten sonra gelen 167. ve 168. ayetleri, bu oluşun mahiyeti hakkında bilgi verebilecek olan ayetlerdendir. 

[007.167] O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseyi başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.

[007.168] Biz; onları, yeryüzünde parça parça topluluklara ayırdık. İçlerinden kimisi salihlerdi, kimisi de onlardan aşağıdırlar. Belki dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle denedik.

Bu ayetler İsrailoğulları'nın düşmanları tarafından baskı, zulüm ve esaret altına alındığını haber vermektedir. Öyleyse "Maymunlar olun" ifadesini fizyolojik bir oluş olarak değil, "Düşmanlarınız tarafından baskı ve esaret altına alınarak, hayvanlar gibi başkalarının emirlerine göre hareket etmek zorunda kalanlar olun" şeklinde anlamak, olayı lokal bir olay olmaktan çıkararak, evrensel bir yasanın İsrailoğulları üzerindeki işleyişi haline getirecektir

Bu olay aynı zamanda Allah'ın emirlerini ciddiye almayarak, kendilerine emredilenlerin aksine davrananların düştükleri zelil duruma dikkat çekerek, sonrakiler için bir ibret vesikası olmasını istemekte, aynı durumun tekrarlanması halinde aynı yasanın yine işleyeceğini haber vermektedir.

[005.060] De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O kimse ki; Allah ona la'net etmiş, aleyhine gazab etmiş ve onlardan maymunlar, domuzlar ve Tağut'a kullar kılmıştır. İşte onlar; yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.

Maide s. 60. ayetinde geçen "Tağut'a kul olmak" ifadesini, Firavun'un azgınlığının bu kelime ile, ayrıca Mü'minun s. 47. ayetinde Firavun ve melesinin Musa ve Harun (a.s) lar için kullandığı, "Kavimleri bize kölelik(lena abidune) ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?" cümlesinde geçen kölelik kelimesinin "Abede" fiili ile anlatılmış olması, İsrailoğullarının Maymun ve Domuz haline getirilmesinin fizyolojik olarak değil, esarete düştüklerindeki hallerinin tasviri için kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür.

Ayrıca Nisa s. 47. ayetinde Cumartesi yasağını çiğneyenlerin lanetlendiğinin haber verilmesi, yine bu olayın fizyolojik olarak gerçekleşmediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. 

[007.179] And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı ,cehenneme yaydık. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

[025.044] Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha da şaşkın (ve aşağı) dırlar.

Araf ve Furkan surelerinde geçen bu ayetlerde ise, inkarcıların işitme, görme ve duyma organlarını işletmemeleri neticesinde düştükleri durum hayvanlara benzetilmekte, bu durum ise yine maymun haline çevrilmenin keyfiyeti hakkında bizleri bilgi sahibi yapmaktadır.

Bu olayın hakiki anlamda değil, mecaz anlamda anlaşılması yönünde kanaat taşıyanlara katılma gerekçelerimizden bir tanesi, şayet bu olay gerçek anlamda bir dönüşüm ise, aynı hatayı yapan başka topluluklar neden maymun haline dönüşmemektedir?. sorusunun cevabının verilmesinin zor oluşudur.


Sonuç olarak; İsrailoğulları'na mensup olan deniz kıyısında bir beldede yaşayan topluluğun kendilerine cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnedikleri için maymun haline getirildiğini bildiren ayetlerin bu durumun fizyolojik bir dönüşüm olarak anlaşılması durumunda bir takım soruların ortaya çıkması açısından mecaz anlamda bir ifade olarak anlaşılmasının, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğu kanaatini taşıyanlara katılma gerekçemizi anlatmaya çalıştık.

İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara dikkat ettiğimizde, bu anlatımların Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların nasıl işlediğinin bu toplum üzerinden yaşanmış örnekler biçiminde gösterilmesi, maymuna çevrilme olayının yine bu yasa gereği cereyan edebir olay olduğu kanaatini bizde kuvvetlendirmiştir.

Bunları söyledikten sonra, Bakara s. 65. ve 66. ayetlerine şu şekilde bir meal vermek mümkündür.


Bakara s. 65- And olsun içinizden olan bir topluluğa, Cumartesi günü balık avlama yasağını çiğnemelerinden ötürü, "Aşağılık maymun olun" diyerek lanetlediğimizi bilmektesiniz
Bakara s. 66- Onları böyle bir söz ile lanetlememiz, onları gören ve sonradan gelenler için bir aynı hatayı yapmaktan vazgeçirmek, kendisini azaptan korumak isteyenler için öğüt olsun diyedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Şubat 2018 Perşembe

Bakara s. 61. Ayeti: Tek Çeşit Yemeğe Katlanamayan İsrailoğulları'nın Karşılaştığı Toplumsal Yasanın Bize Dönük Mesajı üzerine

Bakara s. içinde geçen bazı ayetlerde, Firavun zulmünden kurtulan İsrailoğulları'nın yaşadıkları hayattan bazı kesitler sunulmaktadır. Kur'an içinde İsrailoğulları ile ilgili olarak yapılan bu anlatımlar, sadece tarihi bir olayı anlatmayı değil, toplumsal yasaların yeryüzünde nasıl işlediğini canlı örnekler olarak görmemizi ve ibret almamızı amaçlamaktadır.

Bakara s. 61. ayetinde İsrailoğulları'nın tek çeşit yemeğe dayanamayacaklarını Musa (a.s) a şikayet ederek, ondan başka yiyecekler vermesi için Allah'a dua etmesini istediklerini, bu isteklerinin sonucunda onların ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen bir duruma düştüklerini görmekteyiz. Onların düştükleri bu durumun dikkatlice irdelenmesi, aynı zamanda biz Müslümanların bugün içinde bulunduğu durumun sebebinin de ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Çünkü İsrailoğulları'nın düştüğü durum, SÜNNETULLAH olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olup, bu yasalar sadece özel bir toplum için değil, bütün toplumlar için geçerlidir. 

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra yerleştiği coğrafyanın nasıl olduğunu yine Bakara suresi içindeki ayetlerinden öğrenmek mümkündür.

----Bakara s. 57- (Güneşin yakıcılığından koruması için) bulutu üzerinize gölge yaptık. Kudret helvası ve Bıldırcın ikram ettik. Size rızık olarak verdiğimiz bu güzel ve hoş şeylerden yiyin (dedik). (Verdiğimiz bunca ikrama karşılık şükretmek yerine nankörlük etmeyi seçtiklerinde) yaptıkları yanlış bize değil, kendilerine karşı yaptıkları bir yanlış oldu.

----Bakara s. 60- Bir zaman Musa kavminin su ihtiyacını temin etmek istemişti. Ona, "Asanı kayalığa vurdedik. Bunun üzerine on iki gözeden su fışkırdı. Kavminin on iki kola ayrılmış olan insanları su içecekleri yeri bildi. Allah'ın size verdiği rızık olarak (çıkan suyun yetiştirdiklerinden) yiyin ve için, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.

Bu ayetleri dikkate aldığımızda, İsrailoğulları'nın yerleştiği topraklar, güneşin yakıcı sıcağının bol, ve suyun kıt olduğu bir konuma sahiptir. 

Bakara s. 60. ayetinde İsrailoğulları'nın suya nasıl kavuştuğu anlatılmakta, bu kavuşmalarının ise, Musa (a.s) ın asasını kayalara vurması neticesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. İlk bakışta asanın sihirli bir değnek vazifesi gördüğü gibi bir anlayış ortaya çıksa da, asanın sembolik anlamını dikkate aldığımızda, su arayışının bir gayret ve çalışma neticesinde olduğu anlaşılabilir şöyle ki;

Asa olarak bildiğimiz obje, herkesin malumunca yönetim sahiplerinin elinde bulunmakta ve onların gücüün temsil etmektedir. Musa (a.s) bulunduğu toplumun lideri olması nedeniyle toplumunu su bulmak için yönlendirmekte, su arayışı için onların çalışmasını sağlamaktadır. Bu durumu dikkate aldığımızda, suyun bulunmasının Musa (a.s) ın liderliğinde o toplumun bireylerinin su için toprağı kazmaları neticesinde olduğu anlaşılacaktır.

Suyun kıt olduğu bir zamanda buldukları Men ve Selva olarak isimlendirilen yiyeceklere ilaveten, suyun bol olduğu topraklarda yetişen sebzeleri yetiştirebilme imkanına kavuşan İsrailoğulları, bu imkanı kullanmak yerine tembellik ederek, bu yiyecekleri kendilerine Allah'ın vermesini istemekle toplumsal bir yasanın üzerlerinde işlemesine sebep olmanın adımını atmaktadırlar.

----Bakara s. 61- Bir zaman, "Ey Musa, biz her gün (Kudret helvası ve Bıldırcın gibi) aynı yiyecekleri yemeye asla tahammül edemeyiz, Rabbine bizim için dua et de toprakta yetişen sebze, salatalık, sarımsak, mercimek ve soğan (gibi yiyecekler) çıkarsın" demiştiniz. (Musa bu isteğinize karşılık size), "Daha hayırlı olan (özgürlüğü), daha aşağı olan (esaret, soykırım ve zulüm) ile mi değiştirmek istiyorsunuz?. (Esaret, soykırım ve zulüm gördüğünüz) Mısır'a geri dönün orada bu istediklerinizi bulabilirsiniz" Dedi. (Yaptıkları bu nankörlüğün ve tembelliğin karşılığı olarak) onlar aşağılık ve fakir hale düşerek, düşmanlarının esareti altında yaşamaya mahkum ve Allah'ın gazabına layık bir duruma düştüler. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar, nebileri haklı bir gerekçeye dayanmadan öldürüyorlardı.

Halbuki asıl yapmaları gereken şey, toprağı gereği gibi ekip biçmek sureti ile istedikleri yiyecekleri kendilerinin yetişmeleri iken, bunu yapmayarak tembellik etmeleri ve bu isteklerinin Allah tarafından karşılanmasını istemeleri, onların Allah'ı haşa IRGAT olarak görerek, büyük bir hata işlemelerine sebep olmuştur.

Allah (c.c) yeryüzüne koyduğu yasa, toprağın ekip biçilerek insanların yiyeceklerini kendilerinin temin etmeleridir. Allah (c.c) sadece bu iş için gerekli olan suyu onlara gökten indirmek sureti ile yardım eder. Kendisi inerek kulları için asla ırgatlık yapmaz. Misal gerekirse, unu yağı şekeri kullarının önüne koyar, helva yapmalarını onlardan ister, kendisi kulları için helva yapmaz. 

İsrailoğullarının yaşadığı bu olay sadece tarihte geçmiş yaşanmış bitmiş olay olarak bizlere anlatıldığı sanılıyor ise, Kur'an'ın yaşanan hayatlara dair olan mesajı gereğince anlaşılmamış olacaktır. Kur'an bizlere böyle bir olayı anlatmakla zımnen, "Sizler de böyle yapmayın Allah'ı ırgat ve yanaşma olarak görmeyin, onun size sunduğu imkanları kullanarak çalışın gayret edin bu yolla başarıya ulaşın" demektedir.

Bizler bu olayı okuyarak şöyle bir mesajı çıkarmak, ve bu mesajı hayatımız ile ilgili bütün durumlarda uygulamak zorundayız.

Allah (c.c), içinde bulunduğumuz bazı sıkıntılı durumlardan kurtulmamız için, çalışmayı ve gayret etmeyi şart koşmuştur. Sadece el açıp kuru kuru dua etmek, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmamız için yeterli değildir. Öncelikle Fiili Dua olarak niteleyebileceğimiz çalışmak ve gayret etmek, sonrasında ise Kavli Dua yapılmalıdır.


                                 "Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;
                                  Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 
                                                                                      Mehmet Akif Ersoy

Fiili duayı terk ederek sadece kavli duaya yönelmenin karşılığı Kur'an içinde ZİLLET ve MESKENET olarak bildirilmektedir. Bugün biz Müslümanların düştüğü durumun nedenlerine dikkat ettiğimizde, geçmişte tembellik ederek Allah'ı ırgat olarak gören İsrailoğulları'nın düştüğü durumun nedenlerinin aynısının yattığını görebiliriz.

Yine Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri içinde bulunduğumuz içler acısı durumu veciz biçimde anlatmaktadır;

“Çalış!” dedikçe Şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!(… hizmetçin iken)
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür: Vazîfesidir…
Yükün hafifledi… Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak…
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak! (Senin işlerini yapan Allah değil mi…)
Onun hazîne-i in´âmı kendi veznendir!(Onun nimetler hazinesi senin veznendir)
Havâle et ne kadar masrafın olursa… Verir!
Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!
Çekip kumandası altında ordu ordu melek;
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek! (… kâfirleri yerle bir edecek)
Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:
” Yetiş!” de kendisi gelsin, ya Hızr´ı göndersin!
Evinde hastalanan varsa, borcudur: Bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.
Demek ki: Her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın O;
Çoluk çocuk O´na âid: Lalan, bacın, dadın O;
Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdir-i veznen O; (….. veznedarın O)
Alış seninse de, mes´ûl olan verişten O;
Denizde cenk olacakmış… Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş… Askerin, kumandanın O;
Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı… Hepsi hâsılı O. (Aile doktoru, …)
Ya sen nesin? Mütevekkîl! Yutulmaz artık bu!Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?
Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür´ete… Ha?
Kur'an eğer iman edenlerin hayatlarını yönlendiren bir kitap olarak görülse idi, bizden önceki nesillerin başlarına gelen olaylar masal olarak değil, ibretli yaşam gerçekleri olarak görülür, ve ona göre bir yol haritası çizilebilirdi. Fakat öyle olmamış, Kur'an raflara çıkarılmış belirli gün ve gecelerde hayata dair ne söylediği umursanmayacak bir kitap haline düşürülmüştür.

Bugün Müslümanların bir çoğu, içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulmanın yolunun Allah'ın bir ırgat ve yanaşma gibi görülen bir kişi mesabesine konulmasından geçtiğini zannederek, yattığı yerden ona emretmektedir. Kalın kalın dua kitaplarını, cüppeli sakallı din baronlarının sırlı, zırhlı, meşhur dualar olarak söylediği duaları okumak maalesef hiç bir fayda sağlamamakta, sadece bu kitapları basanlar için maddi bir sömürü aracı olmaktadır.

İçinde bulunduğumuz zillet ve meskenet durumundan kurtulmanın yolu, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların bütün kişi ve toplumlar üzerinde eşit olarak işlediğinin, kimliğimizin Müslüman olmasının bizlere, Allah katında torpilli kul muamelesi yapılmasını gerektirmediğinin bilinmesi, atılacak adımların ilki olmalıdır.

Sonuç olarak;  
ZİLLET ve MESKENET olarak beyan edilen sosyal, siyasal, iktisadi, askeri ve ekonomik yönden zayıf duruma düşmek, kişi ve toplumların yaptığı yanlışların sonucu olup, dün İsrailoğulları üzerinde işleyen yasalar, bugün biz Müslümanlar üzerinde işlemektedir. İçinde bulunduğumuz sıkıntı ve ihtiyaçlarımızın giderilmesinin yolu, o sıkıntıların giderilmesi yolunda adımlar atmaktan başka değildir. Adım atmadan sadece oturduğumuz yerden Allah'ın yardımını talep etmek, beyhude bir yorgunluktan başka bir şeye yaramayacaktır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Şubat 2018 Pazartesi

Bakara s. 55. 56. Ayetleri: İsrailoğulları Allah'ı Görmek İsteyince Öldürüldükten Sonra Diriltildiler mi?

Bakara suresi içinde geçen İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda, onların Allah'ı açıkça görmek istedikleri, ve bu istekleri sonucunda başlarına gelenler anlatılmaktadır. Yazımızda onların bu istekleri sonucunda başlarına gelen olayın anlatıldığı ayetlerde geçen bazı kelimeler üzerinde durarak, o kelimelerin anlamını tespit etmeye çalışacağız.

وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَىٰ لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّىٰ نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ
ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Arapça orjinal metinlerini verdiğimiz ayetler, Bakara s. 55. ve 56. ayetleri olup, Türkçe meallerde bu ayetler, ağırlıklı olarak şu şekilde anlamlandırılmaktadır.

[002.055] Hani bir zamanlar «Ey Musa biz Allah'ı açıkça görmedikçe senin sözünle asla inanmayacağız.» demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmıştı ve siz de bakakalmıştınız

[002.056] Ölümünüzden sonra, şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.

Bu ayetleri okuduğumuz zaman, Musa (a.s) dan kendilerine Allah'ı göstermelerini isteyen İsrailoğullarının öldüğü, ölümlerinin ardından yeniden diriltildiği anlaşılmaktadır. Fakat bir çok kimsenin aklına bu ölüm ve yeniden dirilmenin gerçek anlamda bir ölüm ve yeniden diriliş mi, yoksa mecazi anlamda bir ölüm ve diriliş mi olduğu sorusu takılmakta, ve bu sorunun cevabı aranmaktadır.

Öncelikle Kur'an içinde geçen bir kelime veya anlatımın mecaza hamledilebilmesi için, o kelime veya anlatılan olayın hakiki anlama sahip bir kelime veya olay olmasında bir takım soru işaretleri ve problemler olması gerekmektedir ki, kelime veya olay hakiki anlama değil, mecazi anlama hamledilebilsin. Yani Kur'an içindeki bir kelime veya olayın ilk anlamı, hakiki bir anlama sahip olmasıdır. 

Öncelikle 55. ayet içinde geçen ve İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin sonucunda karşılaştıkları olayı anlatan Essaika kelimesi üzerinde durulması ve bu kelimenin Kur'an içindeki anlam alanının dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

Saika; Bir nesnenin yere düşmesi sonucunda ortaya çıkan ses anlamına gelmektedir. Saikanın sonucu ortaya çıkan 1- Azap, 2- Ölüm, 3- Ateş, 4- baygınlık, bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetlerde görülebilir.

[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi(fesaika). Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

[052.045]  Öyleyse sen onları kendisinde (en dayanılmaz azabla) çarpılacakları (yus'ekune)günlerine kavuşuncaya kadar bırak.

[004.153] Ehl-i kitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Musa'dan, bunun daha büyüğünü istemişler de, «Bize Allah'ı apaçık göster» demişlerdi. Zulümleri sebebiyle hemen onları yıldırım çarptı(essaikatü).Bilâhare kendilerine açık deliller geldikten sonra buzağıyı (tanrı) edindiler. Biz bunu da affettik. Ve Musa'ya apaçık delil (ve yetki) verdik.

[041.013] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma(essaikatü) benzer bir azap ile uyardım.»

[041.017] Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı(essaikatü) onları çarptı.

[051.044] Onlar Rablerinin buyruğundan çıkmışlardı; bunun üzerine kendilerini gözleri göre göre yıldırım(essaikatü) çarptı.

[002.019] Bir kısmı da, karanlıklarda, gök gürlemeleri ve şimşek arasında gökten boşanan sağanağa tutulup, yıldırımlardan(essevaika) ölmek korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkayan kimseye benzer.

[013.013] O'nu, gök gürlemesi hamd ile, melekler de korkularından tesbih ederler. Onlar pek kuvvetli olan Allah hakkında çekişirken, O, yıldırımları(essevaika)  gönderir de onlarla dilediğini çarpar.

[007.143] Musa, tayin ettiğimiz vakitte gelip Rabbi onunla konuşunca, Musa: «Rabbim! Bana Kendini göster, Sana bakayım» dedi. Allah: «Sen Beni göremezsin ama dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de Beni göreceksin» buyurdu. Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa da baygın düştü(saikan); ayağa kalkınca «Yarabbi, münezzehsin, Sana tevbe ettim, ben inananların ilkiyim» dedi.

Araf s. 143. ayetinde Bakara suresinde geçen olayın bir benzeri geçmektedir. Bakara suresinde geçen olayda Allah'ı görmek isteyenler İsrailoğulları iken, Araf s. 143. ayetinde ise Musa (a.s) dır. Ayetlerde geçen ortak kelime Saika olup, bu kelimenin Bakara s. 56. ayetinde hangi anlama gelebileceğini, Araf s. 143. ayetinden anlamak mümkündür.

Araf s. 143. ayetinde Allah'ı görmek isteyen Musa (a.s) ın başına gelen olayın ardından gelen Felemma efaka (ayağa kalkınca) kelimesi, Bakara s. 55. ayetinde geçen Essaika kelimesinin Ölmek anlamına gelemeyeceğini göstermektedir. Bu kelime, yürüyen bir kimse için kullanılan bir kelime olup, saikanın baygınlık geçirmek şeklinde bir anlamına geldiğini göstermektedir.

Kur'an'da Mevt kelimesinin geçtiği geçtiği her yerde kelimenin hakiki anlamda kullanılmayarak, mecazi anlamda kullanılmış olduğunu da dikkate almak gerekmektedir.

[002.243] Binlerce kişinin memleketlerinden ölüm korkusuyla çıktıklarını görmedin mi? Allah onlara «Ölün» dedi. Sonra onları diriltti. Allah insanlara bol nimet verir, fakat insanların çoğu şükretmezler.

[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.

Bakara s. 56. ayetinde geçen Bease kelimesi; Bir şeyi kaldırmak, harekete geçirmek ve göndermek anlamına gelmektedir. Kelimenin ölümden sonra yeniden diriliş anlamına gelen kullanımları olsa da, geçtiği bütün ayetlerde bu anlama geldiğini söylemek mümkün değildir. 

[018.012] Sonra da iki guruptan hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık (baasnahüm).

[006.060] Geceleyin sizi ölü gibi uyutan, gündüzün yaptıklarınızı bilen, mukadder olan hayat süreniz doluncaya kadar gündüzleri sizi tekrar kaldıran(yeb'asüküm)  O'dur. Sonra dönüşünüz O'nadır, işlediklerinizi size bildirecektir.

Bakara s. 55. ayetinde geçen Essaika kelimesinin ölüm değil, baygınlık anlamına gelmiş olmasının daha muhtemel olduğunu, Araf s. 143. ayetinde aynı durumun Musa (a.s) ın başından geçtikten sonraki halinin anlatıldığı Efaka kelimesini dikkate alarak anlamak mümkündür.

Bakara s. 56. ayetinde geçen ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ cümlesini anlayabilmek daha da kolaylaşacaktır. İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin karşılığı olan Essaika kelimesi ile ifade edilen durumlarının,  hakiki anlamda bir ölüm olmadığı anlaşılmaktadır. Öyleyse onların bu durumlarını Baygınlık veya Derin uyku hali olarak ifade etmek mümkündür. Bease kelimesini ise bu halden uyanmak olarak anladığımızda, ilgili ayetleri anlamak ve meal vermek daha kolaylaşacaktır.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Türkçe meallerde Bakara s. 56. ayetine bu doğrultuda anlam verenler bulunmaktadır. Bakara s. 55. ve 56. ayetleri için bizim yapmaya çalıştığımız ayet meali şöyledir;

Bakara s. 55- Bir zaman Musa'ya,  "Ey Musa Allah'ı apaçık görünceye kadar sana asla iman etmeyeceğiz" demiştiniz de,(bu isteğinizden ötürü) gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı.

Bakara s. 56- (Allah'ı görmek istemenizden dolayı uğradığınız) yıldırım çarpmasının verdiği baygınlığın etkisinden şükretmeniz için, sizi yine ayağa kaldırmıştık.


Sonuç olarak;Kur'an içinde bulunan kelimelerin ilk anlamlarının hakiki anlam olması asıl olandır. Ancak bazı durumlarda hakiki anlam yerine mecaz anlama da gelebilecek kelimeler bulunmaktadır. Bu kelimelerin mecaz olarak anlaşılma gereği, o kelimelerin hakiki anlam kazandıklarında bazı problemlerin ortaya çıkmasıdır. 

Yazımıza konu etmeye çalıştığımız Bakara s. 55. ve 56. ayetlerinde geçen ve İsrailoğullarının Allah'ı görmek istemelerinin sonucunda başlarına gelen olayın ölüm ve diriliş olarak anlatılması, ilgili ayetler içinde bu kelimelerin hakiki anlama hamledilmesinin getirebileceği bazı müşkiller gözönüne alınarak, bu kelimelerin mecazi olarak anlaşılmasının daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Şubat 2018 Salı

ŞEFAAT YA RESULULLAH Sözünün Tehlikesi Üzerinde Bir Mülahaza

Şefaat ya Resulullah, bugün bir çok Müslümanın dilinden düşürmediği, hatta dini bir gereklilik olarak gördüğü, fakat kişiyi şirk batağına düşüren sözlerden bir tanesidir. Yazımızda bu sözün Müslüman itikadına verdiği zarar üzerinde durmaya çalışacağız.

Allah'ın elçilerini aşırı bir yüceltmeye tabi tutmak şayet meşru olsaydı, İsa (a.s) için yapılan aşırı yüceltme, Kur'an içindeki ayetlerde neden Küfür ve Şirk olarak nitelendirilmektedir?.

Allah (c.c) elçilerini insanlara dair olan emir ve yasaklarını onlara tebliğ etsinler diye göndermiş olmasına rağmen, zaman içinde bu elçiler getirdikleri vahyin önüne geçirilmek sureti ile maalesef putlaştırılma ameliyesine tabi tutulmuşlardır. Bu ameliyenin en bariz örneği ise, İsa (a.s) dır. 

Kur'an, Hristiyanlar tarafından yapılan ameliyeyi bir çok ayetinde ret etmekte, İsa (a.s) ın bir KUL ve ELÇİ olduğunu, üzerine basa basa vurgulamaktadır. Kur'an bu vurgu ile biz Müslümanlara da aynı ameliyeyi Muhammed (a.s) a uygulamamız için hatırlatmalar yapmış olmasına rağmen, maalesef bu hatırlatmalar kulak arkası edilmiş, Muhammed (a.s) bir nevi putlaştırılmaya tabi tutulmuştur.

Muhammed (a.s) ın putlaştırılmış olduğu iddiamız, bazı kimseler tarafından yadırganacak, hatta tepki ile karşılanacaktır. Ancak Kur'an içindeki ayetlerde gördüğümüz müşrik portresinde, onların putlardan beklentilerini gördüğümüz, ve bu putların nasıl bir işlevi olduğuna dair Kur'an içinde İbrahim (a.s) ın kavmini uyardığı ayetlerde geçen sözlerini dikkate aldığımızda, iddiamızın pek de haksız olmadığı görülecektir.

[026.072] (İbrahim) Dedi ki, «O putlar,'kendilerini imdada çağırdığınızda sesinizi işitirler mi?»

[007.194] Çünkü Allahtan başka taptıklarınızın hepsi sizin gibi kullardır, eğer da'vanızda sadıksanız haydi onlara çağırın da size icabet etsinler

[035.014] Onları çağırırsanız, çağrınızı işitmezler; işitmiş olsalar bile size cevap veremezler; ama kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkar ederler. Herşeyden haberdar olan Allah gibi, sana kimse haber vermez.

Yukarıda verdiğimiz örnek ayet mealleri, müşriklerin Allah dışında çağırdıklarının eleştirisini yapmakta, bu çağrıları ŞİRK olarak nitelemektedir. Bir çok Müslümanın doğru bilgi olarak bildiği fakat büyük bir yanlış olan bilgilerden bir tanesi de, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğu, kendisine yapılan çağrıları duyduğu şeklindedir. 

[039.030] Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

Allah (c.c) nin kendisi için Ölü dediği bir elçisi için, bunun aksine bir iddiada bulunarak ona diri muamelesi yapmak, Müslümanları şirk batağına çeken sebeplerden bir tanesidir. Şefaat ya Resulullah şeklindeki sesleniş, onun diri olduğuna dair olan inancın bir tezahürüdür. Onun diri olduğunu ve ona yapılan çağrıyı işittiği düşünmek, geçmişteki müşriklerin kulluk ettikleri putlarına yükledikleri misyonun aynısının, bugün Muhammed (a.s) a yüklenmesi anlamına gelmektedir. 

[010.018] Onlar, Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.

Kur'an tarafından ŞİRK olarak nitelenen amellerden bir tanesi, Allah ile aralarında aracılık yaptıklarına inanılan putların şefaatçi olduğuna inanmaktır.

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi? (şefaat edecekler)»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.>>

Bugün bir çok Müslümanın itikadi sorunlarından bir tanesi, Kur'an'ın müşrik inancı olarak gördüğü şefaat inancına sahiplenilmiş olmasıdır. Dün Mekke'deki taştan tahtadan yapılmış ve Allah ile arada şefaatçi olduğuna inanılan putların yerini bugün, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, Allah'ın dışında edinilen şefaatçiler inanç dünyamızda yerini almış bulunmaktadır.
Şefaat ya Resulullah sözünün ne gibi sakıncaları bulunmaktadır?.

Öncelikle böyle bir sözü söylemek, Muhammed (a.s) ın ölmediğini, hayatta olduğunu, söylenenleri işittiğini iddia etmek anlamına gelmektedir. Halbuki Muhammed (a.s) biz gibi bir beşerdir, her beşer gibi ölümü tatmıştır (Ankebut s. 57), ölü olan bir kimsenin kendisine seslenildiğinde duyduğuna dair Kur'an merkezli bir bilgi asla mevcut değildir. Böyle bir iddia içinde bulunmak bizim itikadımıza derin yaralar vuracaktır. 

Şefaati Muhammed (a.s) dan beklemek, aynı zamanda Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek anlamına gelmektedir. Onun Allah'ın elçisi olmuş olması, ahirette Allah (c.c) nin herhangi bir kişi hakkında vereceği ateş hükmüne karşı gelebilecek gücü olduğunu göstermez. 

[039.019] Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?

Muhammed (a.s) ın şefaat yetkisine sahip olduğunu haber veren rivayetleri nereye koyacağız?.

Kur'an şayet aramızdaki sorunları çözen bir hakem kitap olarak görülmediği ve raflardan indirilmediği sürece, bu tür soruların ardı arkası kesilmeyecektir. 

[006.114]  «Allah size Kitap'ı açık açık indirmişken O'ndan başka bir hakem mi isteyeyim?» Kendilerine Kitap verdiklerimiz, onun gerçekten Rableri katından indirilmiş olduğunu bilirler. Öyleyse, sen şüpheye düşenlerden olma!

Kur'an'ın hakem olduğu şefaat konusunda, öncelikle bu konunun bir müşrik inancı olarak Kur'an tarafından kesinlikle ret edilmiş olduğu anlaşılacaktır. Rivayetlerin baskısı altında kalan konuların, ve rivayetler kanalı ile gelen bilgileri tasdiklemek amacı ile çevrilen ve yorumlanan ayetlerin başında gelen şefaat konulu ayetlerin, şefaate izin veren ve istisna getirenleri maalesef bu konuda bazı kullara açık kapı bırakıldığı gibi bir inancın oluşmasına sebep olmuştur. Halbuki bu ayetler Kur'an bütünlüğü gözetilerek ön yargısız bir şekilde okunduğunda gerçek ayan beyan ortaya çıkacaktır. 

Sonuç olarak; Yazımızın amacının kimseyi kafir veya müşrik olarak nitelememek olduğu bilinmelidir. Amacımız şefaat konusunda yanlış bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz ve bu konuda Muhammed (a.s) ın yetkili olduğuna inanan ve onun ölü bir kimse olduğu halde duyabileceğine inanan bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışlara dikkat çekmeye çalışmaktır. 

Şurası hatırdan asla çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) beşer bir elçidir, onun bu görevi Allah (c.c) nin ona ahirette ayrıcalık tanımasına bir sebep teşkil etmeyecektir. Her elçi gibi o da yaptıklarında sorulacaktır (Araf s. 6). Ahiret gününde onun şefaatçi olacağına inanılarak söylenen Şefaat ya Resulullah gibi sözler, o sözlerin sahiplerinin akidesinde derin yaralar açacaktır.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Şubat 2018 Pazar

Fatiha s. 4. Ayeti: Allah'ın Din Gününün Sahibi Olduğu İnancının Müslüman Hayatındaki Yeri Üzerine

Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.

Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.

[015.035]  «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036]  Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre tanı.»

Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.

[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.

[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.

Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.

[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.

İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.

İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.

Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır. 

Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Şubat 2018 Cuma

FATİHA SURESİ MEALİ

                                                            FATİHA SURESİ MEALİ

1- Çok şefkâtli çok merhamet edici Allah adına.

2- 3- Övgü, alemlerin (göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların) efendisi çok şefkatli çok merhamet edici Allah'adır.

4-  İtaat gününün hükümranıdır.
5- Yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca sana yardım isteğinde bulunuruz.

6-  Bizi dosdoğru yola ilet.

7- Kendilerini nimetlendirdiğin (Habercilerin, doğru sözlülerin, tanıkların, düzgünlerin) yoluna, hiddetlenilmişlerin ve sapkınların değil.
 


13 Ocak 2018 Cumartesi

Enbiya s. 78-79. Ayetleri: Davut ve Süleyman'a Verilen Hüküm ve İlmin Hayat İçindeki Yansıması

Davut ve Süleyman (a.s) lar, Kral Peygamber olarak bildiğimiz, ellerinin altında büyük bir coğrafya bulunan ve bu coğrafya içinde yaşayan insanlara hükmeden elçiler olarak, onların Kur'an içinde anlatılan yaşamları, yönetici ve hakim konumunda olanlar için örneklikler teşkil etmektedir. Onların Enbiya s. 78-82. ayetler arasında anlatılan kıssasında, bize dönük mesajlar olarak şunları görmekteyiz.

[021.078] Davud ve Süleyman'a da. Hani kavmin koyunlarının gece çobansız halde yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken; Biz, onların hükmüne şahidlerdik.
[021.079] Biz bunu (hükmü) Süleymana kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye, dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları) Yapanlar biz idik.

Yukarıdaki ayet meallerinde Davut ve Süleyman (a.s) ların bir konuda hüküm verdikleri anlatılmaktadır. Kavmin gece çobansız olarak yayılan koyunları olarak geçen konunun, hakiki anlamda bir koyun olayı mı, yoksa mecazi bir anlatım mı olduğu üzerinde fazla durmayacağız. Çünkü kıssayı mesaj odaklı okumaya çalıştığımızda ayette anlatılan konu ikinci planda kalmakta, birinci plana ise hüküm verirken takındıkları tavır çıkmaktadır.

Enbiya s. 78. ayetinde geçen Biz, onların hükmüne şahitlerdik cümlesini, hakim konumunda olan bir kimsenin asla hatırından çıkarmaması gerekmektedir. Hakim ünvanı ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği her hükme onu yaratanın şahit olduğunu bilmelidir. Hakim konumunda olan bir kimse, kendisinden daha üstte olan bir hakime karşı sorumlu olduğunu unutmadığı sürece, verdiği hüküm adil olacaktır. Bu cümle Davut ve Süleyman (a.s) ların verdikleri hükümde kendilerinin üzerinde Allah'ın şahit olduklarını her zaman bildiklerini ve ona göre hüküm verdiklerini bildirmekte, bu cümle bütün hakimlerin başlarının üzerinde yazması gereken bir cümledir.

Hükmün Süleyman'a kavratılması demek, sadece o mesele hakkında nasıl hüküm vereceğinin ona vahiy yolu ile öğretilmesi değil, bütün konularda vereceği hükmün adil biçimde olması gerektiğinin öğretilmesidir. Bu noktada Enbiya s. 79. ayet içinde geçen, Her birine hüküm ve ilim verdik cümlesi dikkat çekicidir. Hüküm denildiğinde aklımıza yetki, ilim denildiğinde ise bilgi geldiğinde, bu iki kelimenin anlaşılması ve hayat içinde nasıl pratiğe geçebileceği de kolay anlaşılacaktır.

Bir insan sahip olduğu bilgi ve yetkiyi, istediği gibi kullanmak gibi bir hak ve özgürlüğüne sahip değildir. İnsan kendisine bu yetenekleri kim verdiyse, onun isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır. İnsanlar arasında hüküm vermek bilgi ve yetkisine sahip olan bir kimse, verdiği hükümde adil olmak ve ona göre karar vermek zorundadır. Davut (a.s) ın Sad s. içinde geçen kendisine gelen davacılar hakkında verdiği kararın her iki tarafı da dinlemeden vermiş olması ve bu hatasından dolayı tevbe edip bağışlanma istemesi, hakim olan bir kimsenin yargılamada nasıl davranması gerektiği bizlere öğretmektedir.

Hakim konumunda olan bir kimse, karşısına gelen davalarda hüküm vermek konusunda siyasi, ve ekonomik bakımdan güçlü olanlar tarafından baskı altına alınarak, vereceği kararın siyasi ve ekonomik bakımdan güçlü olanların lehine olması istenebilir, hatta böyle bir kararı vermesi için rüşvet dahi teklif edilebilir.

Hakim konumunda olan kişilerin kendilerini siyasi ve ekonomik baskı guruplarından tecrit edebilmesi, onların boyunduruğu altında kalmadan karar verebilme yetki ve gücüne sahip olması, bir ülkede adaletin tesisi için olmazsa olmazlardandır.

Adalet herkese lazımdır.

Bugün ellerinde siyasi ve ekonomik güç bulundurarak adaleti istedikleri şekilde yönlendirme gücüne sahip olanlar, yarın ellerindeki bu güçleri gittiği zaman istedikleri şekilde yönlendirdikleri adalet, başkaları tarafından yönlendirilerek bu sefer kendileri adalet diye bağıracaklardır.

Bu durumu Türkiye genelinde düşündüğümüzde hukukun bağımsızlığı söylemi, sıkça dile getirilmekte, fakat bağımsızlıktan anlaşılan şey, siyasi iktidara bağımlılık olarak gerçekleşmektedir. Hangi siyasi parti olursa olsun iktidara geldiğinde yaptığı icraatların başında, mevcut hukuk sistemini kendi düşünce ve menfaatleri doğrultusunda yeniden yapılandırmak olmuş, halen de aynı şey olmaktadır.

Elindeki gücünü kullanarak hukuku yönlendiren iktidar, elindeki mevcut gücünü kaybettiğinde ise, diğer iktidar tarafından bazı haksızlıklara uğramakta, kendisi bu sefer adalet diye haykırmaktadır. Fakat aynı iktidar daha önce kendisini ebedi olarak kalıcı zannederek uyguladığı hukuk kurallarının bu sefer kendi aleyhine işlememesi için imkanlarını seferber etmektedir.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Bir ülkede olması gereken şey, hukuk kurallarının siyasi iktidarların belirlemelerine göre değil evrensel ahlak ve vicdan kurallarına göre işlemesidir. Bu yönde işleyen hukuk kuralları kimseye göre değişkenlik göstermez, siyasi ve ekonomik durumu nasıl olursa olsun, herkes için eşit olarak işler.

Davut ve Süleyman (a.s) lar siyasi ve ekonomik güce sahip iktidar sahipleri olarak adil yönetimin örneği sergilemişler, tüm zamanlarda gelecek olan yönetici kademesine yol göstermişlerdir. Bugün dünyanın bazı ülkelerinde yönetici konumunda olanların kendilerine layık gördükleri dokunulmazlık adındaki zırh, hangi ülkede olursa olsun o ülke için yüz karasından başka bir şey değildir. Yönetici konumunda olanların bu konularda halka karşı daha şeffaf olmaları gerekirken, kendilerini özel kanunlarla koruma altına alması adalet kavramı asla bağdaşmaz.

Davut ve Süleyman (a.s) ların hüküm verirken kendilerinden daha üst bir makam olduğunu unutmamış olmaları, günümüzde yaşayan iktidar sahipleri için örnek olmalıdır. Hukuksal düzenlemeler ile yaptıkları hatalardan dolayı dünyada hesap vermekten bir şekilde kurtulanlar, bu hataların bedelinin ahirette asla yanlarına bırakılmayacağını unutmamalıdır.

Ahiret hesabı sadece halk tabakası için değil, bütün insanlar için vardır. Dünyevi konumu ne kadar büyük olursa olsun, bütün insanlar hakimlerin hakimi olan Allah'ın karşısında mahkemeye çıkacak, ve bu mahkemede sadece Allah'ın vereceği hüküm olacaktır. Bu durumu aklından çıkarmayan yöneticiler tarafından yönetilen ülkeler, dünyada cennetin yaşanacağı ülkeler olacaktır.

Sonuç olarak; Davud ve Süleyman (a.s) lara verilen hüküm ve ilmin hayat içindeki yansıması, yönetici bir konuma sahip olmaları nedeniyle, insanlar arasında adaletle hükmetlerini gerektirmiş, ve bu gereği gereği en doğru biçimde yerine getirerek, kendilerinden sonra gelecek olanlara örnek teşkil etmişlerdir. Onların Kur'an içinde anlatılan kıssalarına baktığımızda, yönetici kademesinde bulunan kimseler için el kitabı olacak öğütleri bulmak mümkündür.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.