Türkiye'de son yıllarda artan bir eğilim olan İslamın Kur'an'dan öğrenilmesi, bu kitabın Türkçe çevirilerinin artmasına da neden olmuştur. Sevindirici bir gelişme olarak gördüğümüz bu durum, bir takım okuma ve anlama sıkıntılarını da beraberinde getirmiştir. Bazı meal okuyucuları, Kur'an'da gördükleri bir kelimenin her ayette anlamının aynı olmamasından dolayı bir takım ikilemlere düşmekte, ve kafalarında oluşan bazı sorulara cevap aramaktadır. Meallerin tefsir gibi geniş bir alanı olmaması, meale bağlı kalarak okuma yapanlarda daha fazla sorunun oluşmasına neden olduğu da bir gerçektir.
Bundan önceki bazı yazılarımızda, kelimelerin bağlı bulunduğu cümle içinden çekip çıkarılarak, cümleden kopuk olarak anlaşılmaya çalışılmasının bir takım sıkıntılara yol açacağı konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmıştık. Bu yazımızda Bakara s. 54. ve 85. ayetlerde geçen Nefisleri Öldürmek deyiminin üzerinde durmaya çalışacağız.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ
أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ
فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ
فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah)
edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza
tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha
hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O
tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
ثُمَّ أَنتُمْ هَؤُلاء تَقْتُلُونَ أَنفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقاً
مِّنكُم مِّن دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِم بِالإِثْمِ
وَالْعُدْوَانِ وَإِن يَأتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ
عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ
وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاء مَن يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنكُمْ إِلاَّ
خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى
أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını
yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları
(yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye
kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı
ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka
birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar.
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Eline ilk defa meal alarak okuyan veya ayetlerin bağlam ve bütünlüğüne dikkat etmeyen bir kimsenin kafasında bu ayetleri okuduğu zaman, Allah bir ayette nefislerinizi öldürün derken, diğer ayette ise nefislerini öldürenlerin yanlış yaptığını söylüyor şeklinde bir istifhamın oluşması muhtemeldir.
Bu tür ayetler, bazı art niyetli kişilerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'da çelişki arayan yaman hafiyelerin !!!, bulduk zannettikleri çelişkiler gibi görünmektedir. Yazımızın bu tür kimseleri ikna etmek gibi bir amacı olmadığını hatırlatmak isteriz.
Her dilde olduğu gibi kelimeler Hakiki Anlam- Mecaz Anlam olarak tarif edilen anlamlara sahiptir. Bir kelimenin hangi anlama sahip olacağı, o kelimenin cümle içindeki bağlamından anlaşılabilir. Konumuz olan ayet böyle bir duruma örnek verebileceğimiz ayetlerden olup, aynı deyim bir ayette mecaz, diğer ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır.
Bakara s. 54. ayetinde geçen Nefislerinizi öldürün emrinin bulunduğu ayet, Bakara s. 51. ayetten başlayan bir bağlama sahiptir.
[002.051] Ve hani, Musa ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zalimler
olarak onun arkasından buzağıyı (ilah) edinmiştiniz.
[002.052] sonra bunun arkasından da sizden afvettik, gerekti ki
şükredecektiniz
[002.053] Ve hani bir zamanlar Musa'ya o kitabı ve furkanı verdik,
gerekirdi ki, doğru yolda gidesiniz.
[002.054] Musa, kavmine dedi: «Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Hemen, yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.» Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.
Ayetleri bağlamını gözeterek okuduğumuzda, buzağıyı ilah edinmekle yapılan yanlıştan dönmenin tevbe etmek ile mümkün olacağını görmekteyiz. Nefislerinizi öldürün şeklindeki emir, hakiki anlamda bir öldürmekten değil, mecaz anlamda bir öldürmekten yani, Nefislerinizde mevcut olan sizi şirke götüren kötü duyguları öldürün anlamındadır. Meallerin bir çoğu zaten parantez açmak sureti ile, ayetin emrinin mecazi anlamda olduğuna işaret etmektedir.
Bakara s. 85. ayetinin ise, 83. ayetten başlayan bir bağlamı bulunmaktadır.
[002.083] Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: «Allah'tan
başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, öksüzlere ve
biçarelere de iyilik yapacaksınız. İnsanlara güzel söz söyleyin, salatı ayakta tutun,
zekatı verin.» Sonra pek azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hala
da dönüyorsunuz!
[002.084] Kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden
söz almıştık, sonra bunu böylece kabul etmiştiniz, buna siz şahitsiniz.
[002.085] Sonra sizler; nefislerinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esir olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
[002.086] Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir,
bu yüzden azabları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.
Bakara s. 54. ayetindeki nefislerin öldürülmesi emrinin mecaz olmasına karşın, 85. ayetteki nefislerini öldürülmesi, İsrailoğullarının birbirlerinin kanını dökmek sureti ile yaptıkları hakiki anlamda bir eylemdir. 84. ayete dikkat ettiğimizde Kanınızı dökmeyin şeklindeki emre isyan ederek, birbirlerinin kanını döktükleri, 85. ayetten anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak; Kur'an'ın doğru anlaşılmasında bağlam ve bütünlük gözetmenin önemine dikkat çekmeye çalıştığımız, Bakara s. 54. ve 85. ayetlerindeki Nefisleri Öldürmek deyimi, 54. ayette mecaz anlamda, 85. ayette ise hakiki anlamda kullanılmaktadır. Bir kelimenin veya deyimin hakiki veya mecaz anlamlardan hangisine sahip olabileceğini anlamanın yolu, o kelime veya deyimi bağlı bulunduğu cümleden koparmak yolu ile değil, bağlı bulunduğu cümle, ayet, sure bütünlüğüne dikkat etmek sureti ile olacağı görülmektedir.
Bazı ayetler üzerinde ön yargıları kabul ettirmek şeklinde bir okuma yapanların vardıklarını zannettikleri sonuç, bazı kelime ve deyimleri bağlamından koparmak sureti ile gerçekleştirilmiş olduğu dikkate alındığında, bağlam ve bütünlük gözetilmesi daha fazla önem kazanmaktadır.
Bakara s. 54. ve 85. ayetlerinde geçen birbirine benzer deyimlerin aynı anlamda olmadığı, ayetlerin bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden anlaşılmaktadır. Dikkat çekmek istediğimiz asıl konu, bir kelime ve deyimin anlamının tek başına değil, bağlı olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabileceğidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
22 Mart 2017 Çarşamba
20 Mart 2017 Pazartesi
Kur'an Av Köpeğinin Nasıl Yetiştirileceğini Yazıyor mu? (Kur'an'da Namazı Bulamayanlara)
Yazımızın başlığını okuyanların Böyle soru mu olur, Kur'an'da böyle şeyler yazar mı? şeklinde itirazlarının olması gayet doğaldır. Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz, Kur'an içinden böyle bir sorunun cevabını aramak değil, Kur'an'da her şeyin teferruatlı olarak bildirildiği iddiası üzerinden, namazın Kur'an'da teferruatının bildirilmemiş olmasına dayanılarak,
Kur'an'da namaz yoktur iddiasının ortaya atılmasının, ne kadar tutarlı bir iddia olduğunu ele almaya çalışmaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: «Bütün temiz şeyler size helal kılındı.» Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
Maide s. 4. ayetinde, kendilerine neyin helal olduğunu soranlara verilen cevabın içindeki, "Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da" cümlesinde, Allah (c.c) nin insanlara av için köpek yetiştirmeyi öğrettiğini beyan etmiş olduğunu görmekteyiz.
Şimdi bu konuyu Kur'an'da her şey teferruatlı şekilde var diyen, namazın nasıl kılındığının Kur'an'da teferruatlı olarak anlatılmamış olduğundan yola çıkarak namazı ret eden, hatta bu ibadeti şirk olarak niteleyen, bazı kimselerin mantığı üzerinden incelemeye çalışalım.
Dikkat edilirse ayet içinde avcı köpekler için, Allah'ın size öğrettiği gibi ifadesi kullanılmaktadır. Bu kimselere bu öğretmenin teferruatının Kur'an'ın neresinde olduğu sorulacak olsa, haklı olarak böyle bir teferruatın olmadığı söyleyeceklerdir, zaten Kur'an'da böyle bir bilginin olması da beklenemez. Yine bu kimselere, Peki bu insanlar köpek eğitmeyi nasıl öğrendiler? diye soracak olsak, bu bilginin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğu, bu ayete ilk muhatap olan insanların, kendilerinden önce yaşamış insanların bilgi birikiminin bir sonucu olarak, avcı köpek yetiştirmeyi bildikleri söyleyecekler, ve bu söylediklerinde de kesinkes haklı olacaklardır.
Evet Kur'an'ın ilk muhatapları avcı köpek yetiştirmeyi, binlerce senedir devam eden insan neslinin tecrübi bilgiler sonucunda sahip olduğu ve ortak hafıza haline gelmiş bilgi birikimlerinin bir sonucu olarak bildikleri için, Kur'an avcı köpeklerin nasıl yetiştirileceği konusunda herhangi bir bilgi vermemiş, zaten böyle bir bilgiyi vermesi de beklenemezdi.
Kur'an 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inerken, bu insanlar yeryüzünde ilk olarak yaratılan, hiç bir şeyden habersiz yaşayan insanlar değildi. Bu insanlar binlerce yıldır yeryüzünde yaşayan insanlık ailesinin, Arap yarımadasında yaşayan fertleri idi. Bu insanların sahip oldukları bilgiler, kendilerinden önce yaşamış olan insanların, binlerce yıldır çeşitli evrelerden geçerek öğrendiği tecrübi bilgilerden başka bir şey değildi.
Av için köpek yetiştirmek, binlerce yıllık geçmişi olan insanlığın sahip olduğu tecrübi bilgilerden bir tanesi olup, Araplar da bu bilgiler yolu ile av köpeği yetiştirmeyi bilmekteydiler. Binlerce yıllık insanlık ailesinin fertleri olan Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara inen Kur'an içindeki bilgiler, bu insanların daha önce hiç duymadıkları, ilk defa Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen ayetler sayesinde öğrendikleri bilgiler hiç değildi.
Kur'an'da namaz olmadığı iddiası içinde olan kimselerin asıl sorunu, Kur'an'ın ne liği konusunda sahip oldukları bilgilerin problemli olmasıdır. Bu kimseler, Mekke ve Medine'de yaşayan insanların yeryüzünde yaşayan ilk insan topluluğu, Kur'an'ın insanlar için inen ilk kitap, Muhammed (a.s) ın ise ilk peygamber olduğu gibi bir düşünce içinde Kur'an'a yaklaşım sergiledikleri için, bazı konularda vardıkları sonuçların bir çoğu da bu yüzden problem arz etmektedir.
Böyle bir yaklaşım içinde Kur'an'ı okuyan bu kimselerde, bugün insanlar tarafından ifa edilen namaz ibadetinin detaylarının Kur'an içinde olması gerektiği zannı hakim olduğu için, namaz ibadetinin detaylarının Kur'an'da verilmemiş olmasının, böyle bir ibadetin Kur'an'ın emri olamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Bazı Kur'an ayetlerinin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda yanlış anlaşılması, bu kimselerin sahip oldukları kanıyı güçlendirdiğini zannetmelerine de sebep olmaktadır.
Enam s. 38. ayetinde BİZ KİTAP'TA HİÇ BİR ŞEYİ EKSİK BIRAKMADIK cümlesindeki KİTAP kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesi, bu kimselerin düştükleri en büyük yanılgılardan bir tanesidir. Bu ayet içindeki kitap kelimesinin Kur'an'ı işaret ettiğini düşünen kimseler, Demek ki bu kitapta hiç bir şey eksik değilmiş namaz anlatılmadığına göre öyleyse namaz diye bir şey de yoktur diyerek, büyük bir hataya düşmektedirler.
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, geçtiği ayet içinde anlamını bulan bir kelimedir. Bu kelime bazı yerlerde Kur'an'ı işaret etmesine rağmen, Kur'an içinde geçtiği bütün ayetlerde Kur'an anlamına gelmez. Enam s. 38. ayetinde geçen bu kelime, Allah (c.c) nin ilmini ifade etmekte, ve hiç bir şeyin bu ilmin dışında olmadığını ifade etmektedir.
Kur'an ilk defa yaşam sahasına inen insanlara hitap eden bir kitap olmadığı için, bu kitap içinde her şeyin detayını aramak doğru bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın eksiksiz olduğunu iddia etmek için bağlam ve bütünlük gözetmeden bir okuma yaparak eksik olmadığına dair delil bulduğunu zannetmek ise hiç doğru bir yaklaşım değildir.
Kur'an'ın namaz adı ile bildiğimiz ibadetin detaylarını vermemiş olmasının sebebi, bu ibadetin ilk defa Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara, Muhammed (a.s) a nazil olan Kur'an tarafından emredilmemiş olduğundan dolayıdır. Kur'an nazil olmadan önce bu ibadet, insanlar tarafından bilinen ve icra edilmekte idi. Bu ibadetteki asıl problem şekillerinde değil, kime karşı icra edileceğinde idi. Kur'an bu ibadetin icra ediliş şeklini vaz etmek için değil, Allah (c.c) dışındaki putlara karşı yapılmasından dolayı insanların şirk içine düştüklerini, bu ibadetin yapılması gereken tek ve yegane ilahın Allah (c.c) nin kendisi olduğunu yeniden hatırlatmak için gelmiştir.
Bu noktada, Bu ibadetin önceden bilindiğine ve icra edildiğine dair olan bilginin kaynağı nedir? sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Kur'an'da namazın olmadığını iddia edenler, bu ibadeti müşrik ibadeti olduğu gerekçesi ile ret ettiklerini öne sürmektedirler. Bu iddialarına sundukları delil ise, arkeolojik bulgularda ele geçen, namazın şekillerini icra eden insan heykelleridir. Salim bir akılla düşünen insan için bu heykeller, namazın insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair en büyük görsel delili teşkil etmektedirler. Arkeolojik bulgular ile Kur'an arasında bağ kurmasını iyi bilen bir kimse için, bu bulgular, namazı ret etmek için değil kabul etmek için delil olabilecek önemli bulgulardır.
Bizim namaz adı ile bildiğimiz ibadet şekilleri insanlığın tarih boyunca icra ettiği ritüellerden olup, asıl mesele onun şeklinde değil, bu şekilsel ibadetin kime karşı yapılması gerektiği noktasında, yani özünde düğümlenmektedir.
İnsan, fıtratında kendisinden yüce olduğuna inandığı varlığa karşı tazimde bulunmak gibi özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, tarihin bazı zamanlarında kendisinde bulunan bu özelliği nasıl kullanacağı yönünde sapmalar göstermiş, Allah (c.c) bu sapmalara karşı doğru olanı göstermek için tarih boyunca elçiler ve onlarla beraber kitaplar göndermek sureti ile yanlışlara karşı onları uyarmıştır.
Kur'an'ın nüzulü öncesi Mekke, bu sapmaların yaşandığı bir şehir olarak tarih sahnesinde yer alan şehirlerden birisidir. Kur'an bu şehirde yaşayan insanlara, içinde bulundukları şirk inancının onları nereye götüreceğini haber vermek sureti ile yanlışlarına karşı uyarmış, doğruları hatırlatmıştır. Bizim namaz olarak bildiğimiz, Kıyam-Rüku-Secde'den müteşekkil olan ritüel, Arap toplumunda insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olarak icra edilen ibadetlerden bir tanesidir.
Mekkeliler tarafından icra edilen bu ibadet, bilinen formları ile uygulanışı Allah'a değil, ona ortak koştukları putlara has kılınmak sureti ile şirk bulaştırılmış bir hale sokulmuş olmasından dolayı, Kur'an bu konu üzerinde yoğunlaşmış, insanların bu yanlıştan nasıl kurtulacaklarına dair bilgiler vermiştir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın yanlışlığı.
Bu hataları yaşamış bir insan olarak, Kur'an konusunda yaptığımız ilk yanlış, geleneğin hatalarına karşı çıkmakta kullandığımız argümanlar ve üsluptur. Yıllar önce elimize ilk Kur'an aldığımız zaman, Kur'an'ın anlattığı din ile, diğer kitapların anlattığı din arasındaki farkı gördüğümüzde, hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, geleneğe karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Yıllar geçtikten sonra, geleneğe karşı açtığımız bu savaşta stratejik hatalar yaptığımızı fark ederek, bu hataları telafi etmek yoluna gitmeye çalışmamıza rağmen, bizim tekrarladığımız hataların aynısının tekrarlandığını gördüğümüz için, bazı uyarılar yapmanın gerekli olduğuna inanmaktayız.
Gelenekteki din algısının yanlış olduğu düşüncesini aynen korumakta olduğumuzu hatırlatarak, Kur'an üzerine kuracağımız din algısının değişmesi gerektiği üzerinden yola çıkarak, bu kitabın önce ne ve nasıl bir kitap olduğu konusunda yeniden bir düşünce arayışlarına girdik. Geleneksel din anlayışının Kur'an'ın önüne geçirdiği kitaplara yönlenmeden bu kitabın doğru anlaşılmasının yolunun yine kendi içinde olduğunu gördük.
Yaptığımız ilk ve önemli hata, Kur'an'ın 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan, ve binlerce yıllık insanlık tarihinin fertleri olan bir topluluğa inmiş olduğu gerçeğini ıskalamış olmak idi. Geleneksel din algısını ret edelim derken nerede durulması gerektiği bilmeden, geçmişe ait önümüzde ne var ne yok süpürerek büyük bir hata içine girmiş olduk. Birde bunlara yaşadığımız hayat içinde gördüğümüz dindar bir hayat yaşayan, fakat dinleri onları kötülüklerden alıkoymamış Müslümanları gördüğümüzde, onlar gibi olmamak adına, bazı dini ritüelleri inkar etmeyi bir görev saymayı ilave edince her şey tamam oldu sandık.
Nazil olduğu toplumun yaşam gerçeklerini hesaba katmadan okunan bir Kur'an, bir çoğumuzu tatmin etmeyerek, deizme hatta ateizme kaymasına sebep oldu. Çünkü okuduğumuz kitabın hitap ettiği İlk Muhataplar olarak isimlendirebileceğimiz bir kitlesi vardı, ve ayetler önce bu kimselerin yaşadığı sosyokültürel ortam dikkate alınarak nazil olmuştu. Bu durumu dikkate almayan okumalar yapmamızın sonucunda Kur'an'da bir çok hata bularak !!! bu kitabı ret eden insanlara şahit olmanın acısını hala içimizdedir.
Kur'an'ın belirli kişiler tarafından anlaşılacağı iddiasına karşılık, bizlerin bu kitabı herkesin anlayacağı iddiası, dürüst ve samimi bir iddia olmasına rağmen, nasıl anlaşılacağı konusunda yaptığımız yöntem hataları, bugün namaz, oruç, hac, kıble gibi hayati kelimeler üzerinde tartışmalar yapmamızı beraberinde getirmiştir.
Kur'an'ın çağlar üstü tevhidi merkezli mesajı şayet doğru anlaşılmış olsaydı, bugün bunları tartışmak yerine insanların şirk batağından nasıl kurtulabileceğine dair çözümler üretmeye çalışarak, elçilerin yolunun yılmaz bir takipçisi olabilirdik.
Böyle bir öz eleştiriyi neden yapmak ihtiyacı duyduk?.
İnsanlar sahip oldukları bilgileri birbirlerinden öğrenerek hayat yolunda ilerlerler. Tecrübi Bilgi dediğimiz şey, insanların binlerce yıldır deneme yanılma yolu ile öğrendiği ve bir sonraki nesillere aktardıkları bilgidir. İnsanlar kendilerinden öncekilerin sahip oldukları bilgilerin üzerine ilaveler yaparak bugüne gelmişlerdir. Tekerleğin icadından itibaren başlayan ve binlerce yıldır süren insanlığın sahip olduğu bilgiler, bizleri bugüne getirmiştir. Bugün sahip olunan bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulmak sureti ile insanlar yeni bilgilere kavuşacak bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Bizde geçmişte yaşadığımız tecrübeleri aktarmaya çalışarak, bizim yaptığımız hataları başkalarının tekrarlamamasını amaçlayarak, Kur'an adına sahip olacağımız bilginin daha doğru nasıl elde edilebileceği konusundaki düşüncelerimizi elimizden geldiğince aktarmaya çalışmaktayız
Sonuç olarak; Kur'an'ın nazil olduğu sosyokültürel arka planın dikkate alınmamak sureti ile anlaşılmaya çalışılması, beraberinde bir takım yanlış çıkarımlara sebep olmuş, bu yanlışların başında ise, insanlığın kadim ibadeti olan namazın müşrik ibadeti olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu ibadetin müşrikler tarafından icra edilmesinin sebepleri eğer dikkatlice araştırılmış olsa idi, bu iddianın ne kadar tutarsız bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Kur'an nazil olduğu toplumdaki yanlış inançları doğruya kanalize etmek için inen bir kitap olduğuna göre, müşrikler tarafından icra edilen namazın nasıl doğru bir şekilde icra edileceğini de öğretmektedir.
Namazın şeklinin Kur'an'da tarif edilmemiş olmasının sebebi, bu ibadetin şeklen müşrikler tarafından önceden beri ifa ediliyor olmasındandır. Bu noktada asıl sorun namazın şirk bulaştırılmış olarak ifa ediliyor olmasındadır. Kur'an bu yanlışı düzelterek, şirk eylemi olarak icra edilen bir ritüeli tevhit eylemi haline çevirmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an'da namaz yoktur iddiasının ortaya atılmasının, ne kadar tutarlı bir iddia olduğunu ele almaya çalışmaktır.
[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: «Bütün temiz şeyler size helal kılındı.» Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.
Maide s. 4. ayetinde, kendilerine neyin helal olduğunu soranlara verilen cevabın içindeki, "Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da" cümlesinde, Allah (c.c) nin insanlara av için köpek yetiştirmeyi öğrettiğini beyan etmiş olduğunu görmekteyiz.
Şimdi bu konuyu Kur'an'da her şey teferruatlı şekilde var diyen, namazın nasıl kılındığının Kur'an'da teferruatlı olarak anlatılmamış olduğundan yola çıkarak namazı ret eden, hatta bu ibadeti şirk olarak niteleyen, bazı kimselerin mantığı üzerinden incelemeye çalışalım.
Dikkat edilirse ayet içinde avcı köpekler için, Allah'ın size öğrettiği gibi ifadesi kullanılmaktadır. Bu kimselere bu öğretmenin teferruatının Kur'an'ın neresinde olduğu sorulacak olsa, haklı olarak böyle bir teferruatın olmadığı söyleyeceklerdir, zaten Kur'an'da böyle bir bilginin olması da beklenemez. Yine bu kimselere, Peki bu insanlar köpek eğitmeyi nasıl öğrendiler? diye soracak olsak, bu bilginin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğu, bu ayete ilk muhatap olan insanların, kendilerinden önce yaşamış insanların bilgi birikiminin bir sonucu olarak, avcı köpek yetiştirmeyi bildikleri söyleyecekler, ve bu söylediklerinde de kesinkes haklı olacaklardır.
Evet Kur'an'ın ilk muhatapları avcı köpek yetiştirmeyi, binlerce senedir devam eden insan neslinin tecrübi bilgiler sonucunda sahip olduğu ve ortak hafıza haline gelmiş bilgi birikimlerinin bir sonucu olarak bildikleri için, Kur'an avcı köpeklerin nasıl yetiştirileceği konusunda herhangi bir bilgi vermemiş, zaten böyle bir bilgiyi vermesi de beklenemezdi.
Kur'an 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inerken, bu insanlar yeryüzünde ilk olarak yaratılan, hiç bir şeyden habersiz yaşayan insanlar değildi. Bu insanlar binlerce yıldır yeryüzünde yaşayan insanlık ailesinin, Arap yarımadasında yaşayan fertleri idi. Bu insanların sahip oldukları bilgiler, kendilerinden önce yaşamış olan insanların, binlerce yıldır çeşitli evrelerden geçerek öğrendiği tecrübi bilgilerden başka bir şey değildi.
Av için köpek yetiştirmek, binlerce yıllık geçmişi olan insanlığın sahip olduğu tecrübi bilgilerden bir tanesi olup, Araplar da bu bilgiler yolu ile av köpeği yetiştirmeyi bilmekteydiler. Binlerce yıllık insanlık ailesinin fertleri olan Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara inen Kur'an içindeki bilgiler, bu insanların daha önce hiç duymadıkları, ilk defa Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen ayetler sayesinde öğrendikleri bilgiler hiç değildi.
Kur'an'da namaz olmadığı iddiası içinde olan kimselerin asıl sorunu, Kur'an'ın ne liği konusunda sahip oldukları bilgilerin problemli olmasıdır. Bu kimseler, Mekke ve Medine'de yaşayan insanların yeryüzünde yaşayan ilk insan topluluğu, Kur'an'ın insanlar için inen ilk kitap, Muhammed (a.s) ın ise ilk peygamber olduğu gibi bir düşünce içinde Kur'an'a yaklaşım sergiledikleri için, bazı konularda vardıkları sonuçların bir çoğu da bu yüzden problem arz etmektedir.
Böyle bir yaklaşım içinde Kur'an'ı okuyan bu kimselerde, bugün insanlar tarafından ifa edilen namaz ibadetinin detaylarının Kur'an içinde olması gerektiği zannı hakim olduğu için, namaz ibadetinin detaylarının Kur'an'da verilmemiş olmasının, böyle bir ibadetin Kur'an'ın emri olamayacağı düşüncesini doğurmuştur.
Bazı Kur'an ayetlerinin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda yanlış anlaşılması, bu kimselerin sahip oldukları kanıyı güçlendirdiğini zannetmelerine de sebep olmaktadır.
Enam s. 38. ayetinde BİZ KİTAP'TA HİÇ BİR ŞEYİ EKSİK BIRAKMADIK cümlesindeki KİTAP kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesi, bu kimselerin düştükleri en büyük yanılgılardan bir tanesidir. Bu ayet içindeki kitap kelimesinin Kur'an'ı işaret ettiğini düşünen kimseler, Demek ki bu kitapta hiç bir şey eksik değilmiş namaz anlatılmadığına göre öyleyse namaz diye bir şey de yoktur diyerek, büyük bir hataya düşmektedirler.
El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, geçtiği ayet içinde anlamını bulan bir kelimedir. Bu kelime bazı yerlerde Kur'an'ı işaret etmesine rağmen, Kur'an içinde geçtiği bütün ayetlerde Kur'an anlamına gelmez. Enam s. 38. ayetinde geçen bu kelime, Allah (c.c) nin ilmini ifade etmekte, ve hiç bir şeyin bu ilmin dışında olmadığını ifade etmektedir.
Kur'an ilk defa yaşam sahasına inen insanlara hitap eden bir kitap olmadığı için, bu kitap içinde her şeyin detayını aramak doğru bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın eksiksiz olduğunu iddia etmek için bağlam ve bütünlük gözetmeden bir okuma yaparak eksik olmadığına dair delil bulduğunu zannetmek ise hiç doğru bir yaklaşım değildir.
Kur'an'ın namaz adı ile bildiğimiz ibadetin detaylarını vermemiş olmasının sebebi, bu ibadetin ilk defa Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara, Muhammed (a.s) a nazil olan Kur'an tarafından emredilmemiş olduğundan dolayıdır. Kur'an nazil olmadan önce bu ibadet, insanlar tarafından bilinen ve icra edilmekte idi. Bu ibadetteki asıl problem şekillerinde değil, kime karşı icra edileceğinde idi. Kur'an bu ibadetin icra ediliş şeklini vaz etmek için değil, Allah (c.c) dışındaki putlara karşı yapılmasından dolayı insanların şirk içine düştüklerini, bu ibadetin yapılması gereken tek ve yegane ilahın Allah (c.c) nin kendisi olduğunu yeniden hatırlatmak için gelmiştir.
Bu noktada, Bu ibadetin önceden bilindiğine ve icra edildiğine dair olan bilginin kaynağı nedir? sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir.
Kur'an'da namazın olmadığını iddia edenler, bu ibadeti müşrik ibadeti olduğu gerekçesi ile ret ettiklerini öne sürmektedirler. Bu iddialarına sundukları delil ise, arkeolojik bulgularda ele geçen, namazın şekillerini icra eden insan heykelleridir. Salim bir akılla düşünen insan için bu heykeller, namazın insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair en büyük görsel delili teşkil etmektedirler. Arkeolojik bulgular ile Kur'an arasında bağ kurmasını iyi bilen bir kimse için, bu bulgular, namazı ret etmek için değil kabul etmek için delil olabilecek önemli bulgulardır.
Bizim namaz adı ile bildiğimiz ibadet şekilleri insanlığın tarih boyunca icra ettiği ritüellerden olup, asıl mesele onun şeklinde değil, bu şekilsel ibadetin kime karşı yapılması gerektiği noktasında, yani özünde düğümlenmektedir.
İnsan, fıtratında kendisinden yüce olduğuna inandığı varlığa karşı tazimde bulunmak gibi özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, tarihin bazı zamanlarında kendisinde bulunan bu özelliği nasıl kullanacağı yönünde sapmalar göstermiş, Allah (c.c) bu sapmalara karşı doğru olanı göstermek için tarih boyunca elçiler ve onlarla beraber kitaplar göndermek sureti ile yanlışlara karşı onları uyarmıştır.
Kur'an'ın nüzulü öncesi Mekke, bu sapmaların yaşandığı bir şehir olarak tarih sahnesinde yer alan şehirlerden birisidir. Kur'an bu şehirde yaşayan insanlara, içinde bulundukları şirk inancının onları nereye götüreceğini haber vermek sureti ile yanlışlarına karşı uyarmış, doğruları hatırlatmıştır. Bizim namaz olarak bildiğimiz, Kıyam-Rüku-Secde'den müteşekkil olan ritüel, Arap toplumunda insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olarak icra edilen ibadetlerden bir tanesidir.
Mekkeliler tarafından icra edilen bu ibadet, bilinen formları ile uygulanışı Allah'a değil, ona ortak koştukları putlara has kılınmak sureti ile şirk bulaştırılmış bir hale sokulmuş olmasından dolayı, Kur'an bu konu üzerinde yoğunlaşmış, insanların bu yanlıştan nasıl kurtulacaklarına dair bilgiler vermiştir.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın yanlışlığı.
Bu hataları yaşamış bir insan olarak, Kur'an konusunda yaptığımız ilk yanlış, geleneğin hatalarına karşı çıkmakta kullandığımız argümanlar ve üsluptur. Yıllar önce elimize ilk Kur'an aldığımız zaman, Kur'an'ın anlattığı din ile, diğer kitapların anlattığı din arasındaki farkı gördüğümüzde, hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, geleneğe karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Yıllar geçtikten sonra, geleneğe karşı açtığımız bu savaşta stratejik hatalar yaptığımızı fark ederek, bu hataları telafi etmek yoluna gitmeye çalışmamıza rağmen, bizim tekrarladığımız hataların aynısının tekrarlandığını gördüğümüz için, bazı uyarılar yapmanın gerekli olduğuna inanmaktayız.
Gelenekteki din algısının yanlış olduğu düşüncesini aynen korumakta olduğumuzu hatırlatarak, Kur'an üzerine kuracağımız din algısının değişmesi gerektiği üzerinden yola çıkarak, bu kitabın önce ne ve nasıl bir kitap olduğu konusunda yeniden bir düşünce arayışlarına girdik. Geleneksel din anlayışının Kur'an'ın önüne geçirdiği kitaplara yönlenmeden bu kitabın doğru anlaşılmasının yolunun yine kendi içinde olduğunu gördük.
Yaptığımız ilk ve önemli hata, Kur'an'ın 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan, ve binlerce yıllık insanlık tarihinin fertleri olan bir topluluğa inmiş olduğu gerçeğini ıskalamış olmak idi. Geleneksel din algısını ret edelim derken nerede durulması gerektiği bilmeden, geçmişe ait önümüzde ne var ne yok süpürerek büyük bir hata içine girmiş olduk. Birde bunlara yaşadığımız hayat içinde gördüğümüz dindar bir hayat yaşayan, fakat dinleri onları kötülüklerden alıkoymamış Müslümanları gördüğümüzde, onlar gibi olmamak adına, bazı dini ritüelleri inkar etmeyi bir görev saymayı ilave edince her şey tamam oldu sandık.
Nazil olduğu toplumun yaşam gerçeklerini hesaba katmadan okunan bir Kur'an, bir çoğumuzu tatmin etmeyerek, deizme hatta ateizme kaymasına sebep oldu. Çünkü okuduğumuz kitabın hitap ettiği İlk Muhataplar olarak isimlendirebileceğimiz bir kitlesi vardı, ve ayetler önce bu kimselerin yaşadığı sosyokültürel ortam dikkate alınarak nazil olmuştu. Bu durumu dikkate almayan okumalar yapmamızın sonucunda Kur'an'da bir çok hata bularak !!! bu kitabı ret eden insanlara şahit olmanın acısını hala içimizdedir.
Kur'an'ın belirli kişiler tarafından anlaşılacağı iddiasına karşılık, bizlerin bu kitabı herkesin anlayacağı iddiası, dürüst ve samimi bir iddia olmasına rağmen, nasıl anlaşılacağı konusunda yaptığımız yöntem hataları, bugün namaz, oruç, hac, kıble gibi hayati kelimeler üzerinde tartışmalar yapmamızı beraberinde getirmiştir.
Kur'an'ın çağlar üstü tevhidi merkezli mesajı şayet doğru anlaşılmış olsaydı, bugün bunları tartışmak yerine insanların şirk batağından nasıl kurtulabileceğine dair çözümler üretmeye çalışarak, elçilerin yolunun yılmaz bir takipçisi olabilirdik.
Böyle bir öz eleştiriyi neden yapmak ihtiyacı duyduk?.
İnsanlar sahip oldukları bilgileri birbirlerinden öğrenerek hayat yolunda ilerlerler. Tecrübi Bilgi dediğimiz şey, insanların binlerce yıldır deneme yanılma yolu ile öğrendiği ve bir sonraki nesillere aktardıkları bilgidir. İnsanlar kendilerinden öncekilerin sahip oldukları bilgilerin üzerine ilaveler yaparak bugüne gelmişlerdir. Tekerleğin icadından itibaren başlayan ve binlerce yıldır süren insanlığın sahip olduğu bilgiler, bizleri bugüne getirmiştir. Bugün sahip olunan bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulmak sureti ile insanlar yeni bilgilere kavuşacak bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Bizde geçmişte yaşadığımız tecrübeleri aktarmaya çalışarak, bizim yaptığımız hataları başkalarının tekrarlamamasını amaçlayarak, Kur'an adına sahip olacağımız bilginin daha doğru nasıl elde edilebileceği konusundaki düşüncelerimizi elimizden geldiğince aktarmaya çalışmaktayız
Sonuç olarak; Kur'an'ın nazil olduğu sosyokültürel arka planın dikkate alınmamak sureti ile anlaşılmaya çalışılması, beraberinde bir takım yanlış çıkarımlara sebep olmuş, bu yanlışların başında ise, insanlığın kadim ibadeti olan namazın müşrik ibadeti olduğu sonucuna varılmıştır.
Bu ibadetin müşrikler tarafından icra edilmesinin sebepleri eğer dikkatlice araştırılmış olsa idi, bu iddianın ne kadar tutarsız bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Kur'an nazil olduğu toplumdaki yanlış inançları doğruya kanalize etmek için inen bir kitap olduğuna göre, müşrikler tarafından icra edilen namazın nasıl doğru bir şekilde icra edileceğini de öğretmektedir.
Namazın şeklinin Kur'an'da tarif edilmemiş olmasının sebebi, bu ibadetin şeklen müşrikler tarafından önceden beri ifa ediliyor olmasındandır. Bu noktada asıl sorun namazın şirk bulaştırılmış olarak ifa ediliyor olmasındadır. Kur'an bu yanlışı düzelterek, şirk eylemi olarak icra edilen bir ritüeli tevhit eylemi haline çevirmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Mart 2017 Pazar
BORÇLU YAŞAM: Fertlerin ve Toplumların Yeni Helak Sebebi
Yolun doğru olması anlamına gelen El Kasdu kelimesinden türemiş olan İKTİSAD , ifrat ve tefrit, israf ve cimrilik arasında bir harcama yolu tutturmak anlamına gelmekte, kişi ve toplumların ayakta kalabilmesi bakımından düşündüğümüzde, yaşayan her kişi ve toplumlar için hayati öneme sahip olan bir kelimedir.İsra s. 29. ayetinde verilen yaşam ölçüsü, kişi ve toplumların hayatlarının her safhasında dikkate almaları gereken bir düstur olarak tüm zamanlara mesajlar taşımaktadır.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.
Kişinin geliri ve gideri arasında denklik kurmak sureti ile, bütçesini gelirine göre ayarlaması, İsra s. 29. ayetinde haber verilen duruma düşmemesi anlamına gelecektir. Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların yıkıma uğraması ise toplumsal bir yasa, yani Sünnetullahtır.
Kur'an kıssalarını okuduğumuzda, bu kıssalarda kendilerine gelen elçileri ret eden bazı kavimlerin helak edildiklerini görmekteyiz. Helak edilen bu kavimlerin helak ediliş biçimlerini dikkate alarak yapılan kıssa okumalarında, bu helaklerin bugün de devam edip etmediği konusu tartışılmakta, bir kısım insan helakin devam eden bir süreç olmadığını iddia etmektedir.
Halbuki yapılan okumalarda, kavimlerin nasıl helak edildiklerinin değil , NEDEN HELAK EDİLDİKLERİ dikkate alınmış olsaydı, bu tartışmanın ne kadar gereksiz olduğu anlaşılır, kavimlerin helaki ile toplumsal yasaların (Sünnetullah) bağı kurulur, bu yasalarda değişme olmadığı dikkate alındığında ise, helakin devam eden bir süreç olduğu anlaşılarak bu helaktan kurtulmanın çareleri aranabilirdi.
Çağdaş dünya insanını bekleyen yeni helak biçimi İKTİSADİ HELAK
Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların, yaptıkları hatalar sonucunda yıkıma uğramalarının evrensel bir yasa olduğu, yaşadığımız ülkedeki bazı ekonomik verilere bakıldığında açık seçik görülmektedir. Bu iddiamızın ne kadar gerçekçi olduğu, ülkede kaç milyon kişinin kredi kartı taşıdığı, kaç milyon kişinin kredi kartı borçlusu olduğu, kaç kişinin bankalara borçlu olduğu, kaç kişinin hakkında bankalar tarafından haciz işlemi başlatıldığı, kaç ailenin ekonomik meseleler yüzünden dağıldığı, kaç kişinin kredi kartı borcunu ödemek için hırsızlık yaparken yakalandığı, kaç kişinin borç yüzünden fuhşa sürüklendiği dikkate alındığında, bugün içinde bulunduğumuz durumun adı, İKTİSADİ HELAKtan başka bir deyim ile izah edilemez.
Ülke insanının önce nasıl bu hale geldiğini tespit etmek, bu halden nasıl çıkılabileceğinin de yolunu gösterecektir.
Bankalar bilindiği üzere para alım satımı yapan, yaptıkları bu alım satımlar üzerinden faiz alan ve faiz veren kuruluşlardır. Her kuruluş gibi bankalarda ayakta kalabilmek için, para alış verişi yapmak ve faiz yolu ile kar etmek zorundadırlar. Allah (c.c) nin faizi haram kılmış olduğu her Müslüman tarafından bilinmekte olup, bankalar tarafından yapılan para alış verişi, İslam açısından bakıldığında meşru bir kazanç şekli değildir. Bazı Müslümanlar tarafından ortaya atılan banka faizinin haram olmadığı yönündeki düşüncelerin, haramı helal yapmaya yönelik yasağı delme çabalarının bir ürünü olduğunu burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.
Kapitalist sistemin mabetleri olarak nitelenebilecek olan bankaların ayakta kalması, bu bankalar ile para alış verişi yolu ile ilişki kuracak olan insan sayısının çokluğuyla yakından alakalıdır. Bankaların, kendileri ile ilişki kuracak insan sayısını çoğaltarak, insanların onlardan para almasını sağlamak için bir takım yollara başvurduğu da bilinen bir gerçektir.
İnsanların Allah (c.c) tarafından Geçici bir oyalanma olarak tabir edilen dünya hayatına olan aşırı ilgileri, onların Dünya Malı olarak özetleyebileceğimiz şeylere olan isteklerini de artırmıştır.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Savurganlığı ve cimriliği yasaklayan bir dinin mensubu olarak, yaşamlarına daha fazla dikkat etmeleri gereken Müslümanların bir kısmı, maalesef dünyevileşmenin getirdiği hayat tarzını benimsemiş, lüks ve israf konusunda başkaları ile yarış haline girmiştir. Lüks ve israfa dayanan bir yaşamı tercih edenler için para, haliyle en çok ihtiyaç duyulan bir madde haline gelecektir. Bu ihtiyacın karşılanması için ise bankalar hazır beklemekte, para ihtiyacı olanların yardımına koşmak için!! her an fırsat kollamaktadırlar.
Bankaların kredi reklamları ile aldanan insanlar, bu krediler ile diğer insanlardan aşağı kalmamak için tatile koşmakta, arabasını veya telefonunu yenilemekte, aldıkları kredi ile bir kaç hafta tatil yaparak, aldıkları yeni araba ve yeni telefonu ile dostlarına karşı övünen insanlar, aldıkları krediyi ödemek için bütün yıl borç ödeyerek, gelecek senenin tatil hayalini veya çıkacak olan yeni model telefonun veya arabanın hayalini kurmaktadırlar.
Reklam yolu ile algı üreterek insanların rahat, kolay, çağdaş yaşamlarını sağlamak için onlara en kolay biçimde krediler vermek için yarışan bankalara boynunu kaptıranlar için, artık çağdaş bir kölelik devri başlamıştır. Maaşını almak için bankamatiklere gelen bir çok kişinin, maaşını aldıktan sonra yaptıkları ilk işleri, aylık kredi kartı borçlarını ödemek olmaktadır. Maaşını alarak kredi kartı borcunu ödeyebilenler bir bakıma şanslı sayılmaktadır. Kredi kartı borcu olup ta, onu ödemek için para bulamayanları ise daha kötü ve zor günler beklemektedir.
Bugün artık kölelik farklı bir şekle bürünerek işlevini sürdürmektedir. Bankaların süslü ve boyalı reklamlarına aldanarak, ihtiyaçları olmadığı halde, başkalarına özenerek lüks ve ihtişamlı bir hayat sürmek isteyenler bankaların kapılarını aşındırmakta, onlarda aldıkları faizli kredileri ödemek için kazançlarını bankalara ipotek ettirmektedirler.
HARCAMALAR KAZANILACAK PARADAN DEĞİL KAZANILMIŞ PARADAN YAPILMALIDIR.
İnsanların iktisadi hayatlarının bozulmasının en önemli sebebi, onların kazandıkları parayı değil, kazanacakları paraya harcamalarıdır. Kazanmadıkları para üzerinden borçlanan insanlar, bazı nedenlerden işlerini kaybettikleri zaman onları artık daha zor günler beklemektedir. Geçmişte kazanarak biriktirdiği parayı değil, gelecekte kazanacağı parayı harcayarak borçlanan insanların bütün hayatı bankalar tarafından ipotek altına alınarak bir nevi köle durumuna sokularak geçmektedir.
Gelir gider dengesini tutturmak devletler için de hayati derecede önemlidir. Gelirleri ile giderleri arasındaki dengeyi sağlayamayarak bütçe açığı veren ülkeler, bu açığı borç almak yolu ile kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Diğer ülkelerden borç alarak, bütçe açıklarını kapatmaya çalışan ülkeler, borç aldıkları ülkelere mahkum durumda kalarak, onların boyunduruğu altına girerek, emirlerini tatbik etmek zorunda kalmaktadırlar.
Aldıkları borçları ödemekte sıkıntı çeken devletler, bazı kuruluşlarını satarak elde ettikleri gelir ile borçlarını kapatmak yolunu seçmektedirler. Bu devletlerin sattıkları kurumları alanlar ise, borç aldıkları zengin ülkelerin şirketleri olduğunu dikkate aldığımızda, ülkelerin işgalinin artık askeri yolla değil, ekonomik yolla gerçekleştirildiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Güçlü ülkeler, kendilerinden güçsüz olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek için askeri yönteme ek olarak Ekonomik işgal yöntemine başvurmakta, bu yöntem ise, hem sömüren ülke hem de sömürülen ülke tarafından daha kolay bir şekilde gerçekleşmektedir.
Türkiye'nin I.M.F adı ile bildiğimiz kuruluştan borç almak zorunda kaldığı zamanlarda, bu kuruluş vereceği borcu nasıl kullanmamız gerektiğini bize dikte eder, eğer kabul edersek borcu verir ve emirlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol ederdi. Verdiği borcun kalkınmamızı sağlayacak şekilde kullanılmaması, bu kuruluşun ilk emri olduğunu o günleri hatırlayanlar çok iyi bilecektir. Çünkü I.M.F adlı kuruluşun verdiği borç eğer ülke kalkınmasında kullanılacak olursa, ülke bu kuruluştan borç almak zorunda kalmayacak, dolayısı ile bu kuruluşlar ülkemiz sömürülerini gerçekleştirmekte zorluğa düşeceklerdir.
BORÇ YİĞİDİN KAMÇISI DEĞİL YİĞİDE VURULAN BİR PRANGADIR.
İnsanlar ve devletler için asıl olan borçsuz bir yaşam olup, borcu olmayan kişi ve devletler, kimseye karşı boyun eğmek zorunda kalmayacaktır. İnsanların ekonomik yönden felakete sürüklenmesinin sebebi, onların lüks tüketim için bankalardan aldıkları faizli krediler olduğuna göre, bu felakete uğramamak için İhtiyaç kredisi adı altında verdikleri, aslında lüks tüketimi artırmak amaçlı olarak alınan kredi alış verişini kesmek zorundadırlar. Bankalara mahkum kalmamak için ise, kazanacağımız paradan değil, kazandığımız paradan harcamak yoluna gitmek tek çıkar yoldur.
[020.131] Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.
Bizden daha üst gelir gurubuna mensup insanların yaşam tarzlarına özenerek onlar gibi yaşamak arzusu, insanların iktisadi dengelerinin bozulmasına sebep olan en büyük etkendir. Herkes kazandığının kendisine sağladığı yaşam tarzına razı gelen bir yaşam sürecek olsa, borç almaya kimsenin ihtiyacı olmayacağı gibi, bankalara kölelik gibi bir durum da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Bankalar tarafından yapılan reklamlar, maalesef insanların borçlu olarak yaşaması gerektiğini, onların şuur altlarına işleyen algı operasyonları olup, asıl olan borçsuz bir yaşam olması gerekirken, bankalar bu durumu ters çevirerek borçlu yaşamı insanlara empoze etmekte, borçsuz bir insanı, hele hele kredi kartı olmayan bir insanı, çağ dışı kalmış yabani bir insan gibi göstermek sureti ile, insanları kurdukları bu tuzaklara düşürmektedirler.
Bankalar para satmayı esas alan kuruluşlar olup, bütün amaçları insanlara faiz karşılığı para satarak kar etmektir. Bu amaçlarına ulaşmak için her yolu meşru gören bu kuruluşların, insanların gözlerini boyamak sureti ile sundukları tuzaklara aldananların düştükleri acı durumlara bir çoğumuz şahit olmaktadır.
Müslüman olmanın verdiği şuuru hayata yansıtmak demek, kapitalist sistemin çarkları arasında ezilmeyi ret etmek demek anlamındadır. Bu sistem kendisini yaşatmak için, tüketime dayalı bir yaşam tarzını insanlara sunmakta, bu yaşam tarzının İslami literatürdeki adı ise İSRAFtır. İsrafı yaşam tarzı seçenlerin akıbeti ise, İsra s. 29. ayetinde belirtildiği üzere, dünya hayatında zelil bir duruma düşmektir.
Müslüman olmak demek, dünya malının geçici hevesine kapılmadan ahireti unutmamak şartı ile dünya hayatını yaşamaktır. Her insan güzel giyinmek, iyi yaşamak, güzel evlerde oturmak ve güzel arabalara binmek ister, ancak bu isteklerine meşru yoldan ulaşmak gerektiğini de çok iyi bilir. Onda var bende niye yok diyerek, başkalarına özenen hayatların sonu maalesef hüsran ile sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak; Helak, Allah (c.c) nin emirleri doğrultusunda yaşamamanın getirdiği bir sonuç olup, kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir. Yaşadığımız dünya içindeki helak biçimlerinden birisi, iktisadi dengeyi sağlamamaktan ötürü kişilerin ve devletlerin borçlanmak sureti ile çöküntüye uğraması, böylelikle borç aldıkları banka ve devletlere köle durumuna düşmeleri şeklinde gerçekleşmektedir.
Kişilerin ve devletlerin iktisadi dengeyi sağlayarak köle durumuna düşmemeleri, Allah (c.c) nin önerdiği yaşam kurallarına uymak ile gerçekleşecektir. Banka adı ile insanlara hizmet verdiğini iddia edenler, bu hizmeti!!! insanların iliklerine kadar sömürerek, onları kendilerine köle haline düşürmek ile yapmaktadırlar.
Bankalara köle olmamanın yolu, onların insanların şuur altlarına işledikleri lüks tüketime rağbet etmeyerek, dengeli bir yaşam sürmek ile gerçekleşecektir.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.
Kişinin geliri ve gideri arasında denklik kurmak sureti ile, bütçesini gelirine göre ayarlaması, İsra s. 29. ayetinde haber verilen duruma düşmemesi anlamına gelecektir. Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların yıkıma uğraması ise toplumsal bir yasa, yani Sünnetullahtır.
Kur'an kıssalarını okuduğumuzda, bu kıssalarda kendilerine gelen elçileri ret eden bazı kavimlerin helak edildiklerini görmekteyiz. Helak edilen bu kavimlerin helak ediliş biçimlerini dikkate alarak yapılan kıssa okumalarında, bu helaklerin bugün de devam edip etmediği konusu tartışılmakta, bir kısım insan helakin devam eden bir süreç olmadığını iddia etmektedir.
Halbuki yapılan okumalarda, kavimlerin nasıl helak edildiklerinin değil , NEDEN HELAK EDİLDİKLERİ dikkate alınmış olsaydı, bu tartışmanın ne kadar gereksiz olduğu anlaşılır, kavimlerin helaki ile toplumsal yasaların (Sünnetullah) bağı kurulur, bu yasalarda değişme olmadığı dikkate alındığında ise, helakin devam eden bir süreç olduğu anlaşılarak bu helaktan kurtulmanın çareleri aranabilirdi.
Çağdaş dünya insanını bekleyen yeni helak biçimi İKTİSADİ HELAK
Gelir ve gider dengesini tutturamayan kişi ve toplumların, yaptıkları hatalar sonucunda yıkıma uğramalarının evrensel bir yasa olduğu, yaşadığımız ülkedeki bazı ekonomik verilere bakıldığında açık seçik görülmektedir. Bu iddiamızın ne kadar gerçekçi olduğu, ülkede kaç milyon kişinin kredi kartı taşıdığı, kaç milyon kişinin kredi kartı borçlusu olduğu, kaç kişinin bankalara borçlu olduğu, kaç kişinin hakkında bankalar tarafından haciz işlemi başlatıldığı, kaç ailenin ekonomik meseleler yüzünden dağıldığı, kaç kişinin kredi kartı borcunu ödemek için hırsızlık yaparken yakalandığı, kaç kişinin borç yüzünden fuhşa sürüklendiği dikkate alındığında, bugün içinde bulunduğumuz durumun adı, İKTİSADİ HELAKtan başka bir deyim ile izah edilemez.
Ülke insanının önce nasıl bu hale geldiğini tespit etmek, bu halden nasıl çıkılabileceğinin de yolunu gösterecektir.
Bankalar bilindiği üzere para alım satımı yapan, yaptıkları bu alım satımlar üzerinden faiz alan ve faiz veren kuruluşlardır. Her kuruluş gibi bankalarda ayakta kalabilmek için, para alış verişi yapmak ve faiz yolu ile kar etmek zorundadırlar. Allah (c.c) nin faizi haram kılmış olduğu her Müslüman tarafından bilinmekte olup, bankalar tarafından yapılan para alış verişi, İslam açısından bakıldığında meşru bir kazanç şekli değildir. Bazı Müslümanlar tarafından ortaya atılan banka faizinin haram olmadığı yönündeki düşüncelerin, haramı helal yapmaya yönelik yasağı delme çabalarının bir ürünü olduğunu burada kısaca hatırlatmak istiyoruz.
Kapitalist sistemin mabetleri olarak nitelenebilecek olan bankaların ayakta kalması, bu bankalar ile para alış verişi yolu ile ilişki kuracak olan insan sayısının çokluğuyla yakından alakalıdır. Bankaların, kendileri ile ilişki kuracak insan sayısını çoğaltarak, insanların onlardan para almasını sağlamak için bir takım yollara başvurduğu da bilinen bir gerçektir.
İnsanların Allah (c.c) tarafından Geçici bir oyalanma olarak tabir edilen dünya hayatına olan aşırı ilgileri, onların Dünya Malı olarak özetleyebileceğimiz şeylere olan isteklerini de artırmıştır.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
Savurganlığı ve cimriliği yasaklayan bir dinin mensubu olarak, yaşamlarına daha fazla dikkat etmeleri gereken Müslümanların bir kısmı, maalesef dünyevileşmenin getirdiği hayat tarzını benimsemiş, lüks ve israf konusunda başkaları ile yarış haline girmiştir. Lüks ve israfa dayanan bir yaşamı tercih edenler için para, haliyle en çok ihtiyaç duyulan bir madde haline gelecektir. Bu ihtiyacın karşılanması için ise bankalar hazır beklemekte, para ihtiyacı olanların yardımına koşmak için!! her an fırsat kollamaktadırlar.
Bankaların kredi reklamları ile aldanan insanlar, bu krediler ile diğer insanlardan aşağı kalmamak için tatile koşmakta, arabasını veya telefonunu yenilemekte, aldıkları kredi ile bir kaç hafta tatil yaparak, aldıkları yeni araba ve yeni telefonu ile dostlarına karşı övünen insanlar, aldıkları krediyi ödemek için bütün yıl borç ödeyerek, gelecek senenin tatil hayalini veya çıkacak olan yeni model telefonun veya arabanın hayalini kurmaktadırlar.
Reklam yolu ile algı üreterek insanların rahat, kolay, çağdaş yaşamlarını sağlamak için onlara en kolay biçimde krediler vermek için yarışan bankalara boynunu kaptıranlar için, artık çağdaş bir kölelik devri başlamıştır. Maaşını almak için bankamatiklere gelen bir çok kişinin, maaşını aldıktan sonra yaptıkları ilk işleri, aylık kredi kartı borçlarını ödemek olmaktadır. Maaşını alarak kredi kartı borcunu ödeyebilenler bir bakıma şanslı sayılmaktadır. Kredi kartı borcu olup ta, onu ödemek için para bulamayanları ise daha kötü ve zor günler beklemektedir.
Bugün artık kölelik farklı bir şekle bürünerek işlevini sürdürmektedir. Bankaların süslü ve boyalı reklamlarına aldanarak, ihtiyaçları olmadığı halde, başkalarına özenerek lüks ve ihtişamlı bir hayat sürmek isteyenler bankaların kapılarını aşındırmakta, onlarda aldıkları faizli kredileri ödemek için kazançlarını bankalara ipotek ettirmektedirler.
HARCAMALAR KAZANILACAK PARADAN DEĞİL KAZANILMIŞ PARADAN YAPILMALIDIR.
İnsanların iktisadi hayatlarının bozulmasının en önemli sebebi, onların kazandıkları parayı değil, kazanacakları paraya harcamalarıdır. Kazanmadıkları para üzerinden borçlanan insanlar, bazı nedenlerden işlerini kaybettikleri zaman onları artık daha zor günler beklemektedir. Geçmişte kazanarak biriktirdiği parayı değil, gelecekte kazanacağı parayı harcayarak borçlanan insanların bütün hayatı bankalar tarafından ipotek altına alınarak bir nevi köle durumuna sokularak geçmektedir.
Gelir gider dengesini tutturmak devletler için de hayati derecede önemlidir. Gelirleri ile giderleri arasındaki dengeyi sağlayamayarak bütçe açığı veren ülkeler, bu açığı borç almak yolu ile kapatmak zorunda kalmaktadırlar. Diğer ülkelerden borç alarak, bütçe açıklarını kapatmaya çalışan ülkeler, borç aldıkları ülkelere mahkum durumda kalarak, onların boyunduruğu altına girerek, emirlerini tatbik etmek zorunda kalmaktadırlar.
Aldıkları borçları ödemekte sıkıntı çeken devletler, bazı kuruluşlarını satarak elde ettikleri gelir ile borçlarını kapatmak yolunu seçmektedirler. Bu devletlerin sattıkları kurumları alanlar ise, borç aldıkları zengin ülkelerin şirketleri olduğunu dikkate aldığımızda, ülkelerin işgalinin artık askeri yolla değil, ekonomik yolla gerçekleştirildiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz görülmektedir.
Güçlü ülkeler, kendilerinden güçsüz olan ülkelerin kaynaklarını sömürmek için askeri yönteme ek olarak Ekonomik işgal yöntemine başvurmakta, bu yöntem ise, hem sömüren ülke hem de sömürülen ülke tarafından daha kolay bir şekilde gerçekleşmektedir.
Türkiye'nin I.M.F adı ile bildiğimiz kuruluştan borç almak zorunda kaldığı zamanlarda, bu kuruluş vereceği borcu nasıl kullanmamız gerektiğini bize dikte eder, eğer kabul edersek borcu verir ve emirlerinin uygulanıp uygulanmadığını kontrol ederdi. Verdiği borcun kalkınmamızı sağlayacak şekilde kullanılmaması, bu kuruluşun ilk emri olduğunu o günleri hatırlayanlar çok iyi bilecektir. Çünkü I.M.F adlı kuruluşun verdiği borç eğer ülke kalkınmasında kullanılacak olursa, ülke bu kuruluştan borç almak zorunda kalmayacak, dolayısı ile bu kuruluşlar ülkemiz sömürülerini gerçekleştirmekte zorluğa düşeceklerdir.
BORÇ YİĞİDİN KAMÇISI DEĞİL YİĞİDE VURULAN BİR PRANGADIR.
İnsanlar ve devletler için asıl olan borçsuz bir yaşam olup, borcu olmayan kişi ve devletler, kimseye karşı boyun eğmek zorunda kalmayacaktır. İnsanların ekonomik yönden felakete sürüklenmesinin sebebi, onların lüks tüketim için bankalardan aldıkları faizli krediler olduğuna göre, bu felakete uğramamak için İhtiyaç kredisi adı altında verdikleri, aslında lüks tüketimi artırmak amaçlı olarak alınan kredi alış verişini kesmek zorundadırlar. Bankalara mahkum kalmamak için ise, kazanacağımız paradan değil, kazandığımız paradan harcamak yoluna gitmek tek çıkar yoldur.
[020.131] Kendilerini sınamak için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme, Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.
Bizden daha üst gelir gurubuna mensup insanların yaşam tarzlarına özenerek onlar gibi yaşamak arzusu, insanların iktisadi dengelerinin bozulmasına sebep olan en büyük etkendir. Herkes kazandığının kendisine sağladığı yaşam tarzına razı gelen bir yaşam sürecek olsa, borç almaya kimsenin ihtiyacı olmayacağı gibi, bankalara kölelik gibi bir durum da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Bankalar tarafından yapılan reklamlar, maalesef insanların borçlu olarak yaşaması gerektiğini, onların şuur altlarına işleyen algı operasyonları olup, asıl olan borçsuz bir yaşam olması gerekirken, bankalar bu durumu ters çevirerek borçlu yaşamı insanlara empoze etmekte, borçsuz bir insanı, hele hele kredi kartı olmayan bir insanı, çağ dışı kalmış yabani bir insan gibi göstermek sureti ile, insanları kurdukları bu tuzaklara düşürmektedirler.
Bankalar para satmayı esas alan kuruluşlar olup, bütün amaçları insanlara faiz karşılığı para satarak kar etmektir. Bu amaçlarına ulaşmak için her yolu meşru gören bu kuruluşların, insanların gözlerini boyamak sureti ile sundukları tuzaklara aldananların düştükleri acı durumlara bir çoğumuz şahit olmaktadır.
Müslüman olmanın verdiği şuuru hayata yansıtmak demek, kapitalist sistemin çarkları arasında ezilmeyi ret etmek demek anlamındadır. Bu sistem kendisini yaşatmak için, tüketime dayalı bir yaşam tarzını insanlara sunmakta, bu yaşam tarzının İslami literatürdeki adı ise İSRAFtır. İsrafı yaşam tarzı seçenlerin akıbeti ise, İsra s. 29. ayetinde belirtildiği üzere, dünya hayatında zelil bir duruma düşmektir.
Müslüman olmak demek, dünya malının geçici hevesine kapılmadan ahireti unutmamak şartı ile dünya hayatını yaşamaktır. Her insan güzel giyinmek, iyi yaşamak, güzel evlerde oturmak ve güzel arabalara binmek ister, ancak bu isteklerine meşru yoldan ulaşmak gerektiğini de çok iyi bilir. Onda var bende niye yok diyerek, başkalarına özenen hayatların sonu maalesef hüsran ile sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak; Helak, Allah (c.c) nin emirleri doğrultusunda yaşamamanın getirdiği bir sonuç olup, kıyamete kadar devam edecek olan bir süreçtir. Yaşadığımız dünya içindeki helak biçimlerinden birisi, iktisadi dengeyi sağlamamaktan ötürü kişilerin ve devletlerin borçlanmak sureti ile çöküntüye uğraması, böylelikle borç aldıkları banka ve devletlere köle durumuna düşmeleri şeklinde gerçekleşmektedir.
Kişilerin ve devletlerin iktisadi dengeyi sağlayarak köle durumuna düşmemeleri, Allah (c.c) nin önerdiği yaşam kurallarına uymak ile gerçekleşecektir. Banka adı ile insanlara hizmet verdiğini iddia edenler, bu hizmeti!!! insanların iliklerine kadar sömürerek, onları kendilerine köle haline düşürmek ile yapmaktadırlar.
Bankalara köle olmamanın yolu, onların insanların şuur altlarına işledikleri lüks tüketime rağbet etmeyerek, dengeli bir yaşam sürmek ile gerçekleşecektir.
16 Mart 2017 Perşembe
Maide s. 94-95. Ayetleri: Allah'ın Koyduğu Yasakların Hikmeti
İnsanlar için kurulan ilk ev olan Kabe'nin, gücü yetenler tarafından hac edilmesi, Allah (c.c) nin insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Al-i İmran s. 95-96). Bu görevin yerine getirilmesi sırasında, hac zamanı dışında yasak olmayan avlanmak, cinsel ilişki, cedel, kavga gibi fiillerin, hac zamanında Allah (c.c) tarafından yasaklandığını görmekteyiz. Halk arasında ve ilmihal kitaplarında İhram Yasakları olarak bilinen bu yasaklar, hac ve umre ibadetinin genelinde olduğu gibi sadece ilmihal bilgileri dahilinde anlaşılmakta, kuru bir ritüel haline getirilmekte, bu yasaklamanın nasıl bir hikmete mebni olabileceği konusunda herhangi tefekkürde bulunulmamaktadır.
Hac ibadetinin belirli günlerde olmasına karşın, bu ibadetin insana vermesi gereken şuur, insan hayatının bütününü kapsaması gerekmektedir. Halk arasında hac ibadeti genellikle, hac öncesine kadar yapılan yanlışların hac esnasında bağışlanması anlamına gelip, hac sonrasında ise eski hayatlar kaldığı yerden devam etmektedir. Yazımızda Maide s. 94. ve 95. ayetlerini ele almaya çalışarak, İhram Yasakları olarak bildiğimiz yasakların hikmeti, ve bu yasaklar üzerinden hayatımızı nasıl yönlendirmemiz gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.
[005.094] Ey iman edenler! Allah, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları bilmek için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da... Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır.
[005.095] Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlanmanın cezası), fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır.
Bu ayetler hakkında bir çok farklı yönden okuma yapılarak, ayetlerin bizlere dair neler söylemiş olabileceği yönünde tefekkür çalışması yapmak mümkündür. İlgili ayetler üzerinde, Rabbimizin bize böyle bir yasaklamayı neden getirmiş olabileceği yönündeki verdiği bilgiyi dikkate alarak tefekkür yapmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz;
Allah (c.c) bir çok ayetinde, yaşadığımız geçici dünya hayatını İmtihan olarak nitelemektedir. Yaşadığımız geçici dünya hayatı içinde yaptıklarımız, bizlerin ebedi olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirleyecektir. Allah (c.c) kulları üzerinde tek ve yegane tasarruf sahibi olmasının kendisine verdiği verdiği hakka istinaden, kullarına bazı şeyleri Haram olarak niteleyerek, bu şekilde nitelediği bazı yiyecek ve fiillere yaklaşılmasını yasaklamıştır.
Allah (c.c) kullarına bazı şeyleri yasaklaması onların İlahı ve Rabbı olduğunu bilmeleri içindir. İslam kelimesinin anlamının Teslim Olmak olduğunu düşündüğümüzde, bu yasakların konulma sebebinin, bizim teslimiyetimizin test edilmesi maksatlı olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) haram olarak nitelediği bazı yiyecek ve fiilleri kıyamete değin yasaklarken, bazı yiyecek ve fiilleri ise, belirli zamanlarda haram kılmıştır. Yani yaşadığımız hayat içindeki günler içinde Helal olan bazı yiyecek ve fiiller, belirli günler içinde Haram olarak ilan edilerek, bizler imtihan edilmekteyiz.
Yılın belirli gününde ve belirli bir mekanında bazı fiillerin haram kılınmasının nedeni üzerinde düşünecek olursak, bu yasaklamanın hikmetini, kulun Allah'a karşı olan teslimiyetinin ölçülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Araf s. 163-168. ayetleri arasında anlatılan, İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, aynı şekilde imtihan edildiklerini ve bu topluluğun yasağa teslimiyet göstermeyerek imtihandan başarısız çıktığını görmekteyiz.
Allah (c.c) balıkçılık ile geçimlerini sürdüren bu topluluğa, haftanın bir gününde balık avlamalarını yasaklayarak, onların kendisine olan teslimiyetlerini ölçmek istemiştir. Haftanın, avlamanın serbest olduğu diğer 6 gününde balıklar az gelirken, balık avlamanın yasak olduğu cumartesi gününde balıklar akın akın gelerek, İsrailoğullarının iştahını kabartmaktadır. Allah (c.c) tarafından kendilerine konulan yasağın hikmetini anlamayarak yasağı çiğneyen bu topluluğun helak edildiği, anlatılan kıssa içindeki ayetlerde haber verilmektedir.
Allah (c.c) İsrailoğullarından bir topluluğa böyle bir imtihan uygulaması yaptığını ve bu topluluğun kaybettikleri imtihanları sonucunda ne gibi bir karşılık ile ceza gördüklerini beyan ederek, aynı uygulamanın bir benzeri olan, ihram öncesi ve sonrasında helal olan bazı fiillerin, ihram zamanında haram olduğunun beyan edilmesinin hikmeti, aynı ayet içinde bildirilmektedir. Ayrıca hac esnasında yasaklanan bazı fiiller, daha geniş olarak Bakara s. 197. ayetinde de beyan edilmektedir.
Maide s. 94. ayetinde, MEN YEHAFUHU BİL GAYBİ olarak ifade edilen konulan yasağın sebebi, sadece hac zamanı ile sınırlı olduğu veya olması gerektiği düşünülmemelidir. Hac ibadetinin amacı insana kulluk şuurunu yeniden hatırlatmak olup, hac esnasında yapılan sembolik hareketler, sadece Allah'a kul olduğumuzu dost düşman herkese deklare etmek anlamına gelmektedir. Hac zamanında avlanma yasağının getirilmesi, kişiye elinde fırsat ve imkan varken sadece Allah (c.c) yasakladığı için, sevdiği ve istediği bir işten vazgeçebilme şuurunu aşılamaktadır.
Bütün yaşam sistemleri, toplumda Suç olarak nitelenen ve toplumun ifsad olmasına neden olabilecek filleri yasaklamak noktasında bazı önlemler almak zorundadırlar. Alınan bu önlemlerin amacı, suç işleme oranını düşürmek, suç işlemeye meyyal olanları caydırmaya dayanmaktadır. Ancak ne kadar önleyici tedbir alınırsa alınsın, ne kadar sert cezalar konulursa konulsun, toplumlardaki suç oranlarının azalmak yerine, artış gösterdiği de bir gerçektir.
Polisiye Tedbirler olarak tanımlanan önlemlerin, istenilen sonucu vermekte yetersiz kaldığı gerçeğini hesaba kattığımızda, herkesin fıtratında bulunan ve VİCDAN POLİSİ diyebileceğimiz mekanizmanın işlerliğe kavuşmasını sağlamaya çalışmak, suç oranının azalması noktasında büyük faydalar getirecektir. Vicdan polisinin devreye girmesi için, insandaki bu mekanizmayı yaratanın koyduğu kuralların, insan hayatı içinde işlerlik kazanması gerekmektedir.
Allah (c.c) nin dışında hiç bir sistem, kişiye dünya hayatı dışında ödül veya ceza vaat edebilme yetkisine ve gücüne sahip değildir. Allah (c.c) kullarına işlemiş oldukları iyilik ve kötülüğün karşılığını, dünya ve ahirette verebilme yetki ve gücüne sahip olan tek ve yegane ilahtır. İnsanlar suç işledikleri zaman, bir şekilde dünya hayatlarında görebilecekleri cezadan kurtulma şansları olabilir. Fakat kulları üzerinde her an görücü ve işitici olan Allah (c.c) nin ahirette vereceği cezadan kimsenin kurtulma şansı asla yoktur.
Bir çok ayetinde kullarını ebedi bir hayata dikkat çekmek sureti ile onları işleyecekleri kötülüklere karşı uyaran Allah (c.c), bu hayat içinde yerleşilecek yer olan cennetin güzellikleri, cehennemin çirkinlikleri ile ilgili bir çok bilgi vererek, insanları cennete özendirmekte, cehennemden sakındırmaktadır.
Bir çok ayette müminlerin vasıfları arasında sayılan GAYBE ve AHİRETE İMAN esası, insanların vicdanlarını harekete geçirmek sureti ile, herkesin kendisinin polisi olmasını sağlayan bir esastır. Bir insan ki yaptığı en küçük iyi veya kötü amelinin kayıt altına alındığını, ve bu kaydın hesap günü karşısına çıkarak, bunun karşılığını alacağına gerçek ve kesin bir iman ile bilir ve bunun gereğini yapar, böyle insanların yaşadığı dünyada acaba bir karıncanın dahi incitilmesi acaba mümkün olabilir mi?.
Hangi Müslümana sorulsa, iman esasları olarak bilinen bu esaslara iman ettiğini söyleyecektir. Fakat bu esasların sadece dil ile değil, amel ile Müslüman hayatında yer alma şartı vardır. Elinde yapmak imkanı olduğu halde, kendisini bir gözetleyenin olduğunun bilincinde bir yaşam inşa eden Müslümanlar elinden ve dilinden emin olunan bir kişiler haline gelecektir.
Ancak bir çok Müslüman iman ettiğini iddia ettiği ahiret yokmuş gibi bir hayat yaşamakta, yaptıklarının hesabını vereceğine dil ile inanan, fakat amel ile tasdik etmeyen Müslüman tipleri ortalıkta kol gezmektedir. İnandıkları esasları gerçek olarak hayata geçirdiklerinde dünyanın bütün insanlarına örnek topluluğu olabilecek olan biz Müslümanlar, maalesef bu konuda başkalarına örnek olmak yerine, başkalarından örnek alınan yanlış yaşamlar sürmekteyiz.
Hac öncesi ve sonrası helal olduğu halde, Hac zamanında kendisine haram olan bir fiili işlememek, gaybe iman etmenin, kul hayatında pratiğe geçmiş bir halidir. Elinde Allah (c.c) nin yasakladığı amelleri işlemek fırsatı var iken, sadece Allah (c.c) yasakladığı ve onun kendisini her an gözetip kolladığını bildiği için o yasağı işlememek, kendisini gerçek olarak Allah'a teslim etmiş bir kulun yapacağı iştir.
Hac esnasında Allah (c.c) tarafından yasaklanan fiillerin kulun vicdanını harekete geçirmesi açısından önemini düşündüğümüzde, bu yasakların sadece hac içindeki bir kaç gün ile sınırlı olmayacağı bilinmelidir. Hac vazifesini tamamlayarak beldelerine dönen insanlar, hac içinde provasını yaptıkları kulluk gösterilerinin bütün zamanlara has olduğu bilinci içinde oldukları ve yaşamlarını ona göre inşa etmeye çalıştıkları zaman gerçek bir hac yapmış olacaklardır. Bu gibi yasaklara riayet etmek ile terbiye olan vicdanlara sahip olan insanların oluşturduğu toplumlar ve beldeler, emin toplum ve beldeler olacaktır.
Oruç ibadeti düşündüğümüzde, bu ibadetin de böyle bir hikmeti olduğunu görebiliriz. Senenin belirli bir ayında, günün belirli vakitlerinde yemek, içmek ve cinsel ilişkinin, diğer ay ve zamanlarda helal olmasına rağmen Ramazan ayında yasaklanması, kulların vicdanını harekete geçirmesi açısından işlevi büyüktür. Elinde yemek ve içmek imkanı varken, Allah (c.c) nin yasak emri olduğu için, bunlara zamanından önce dokunmayan bir insan, Allah (c.c) diğer yasaklarına sair zamanlarda da riayet etmek konusunda daha dikkatli olacaktır.
Toplumların düzelmesi, toplumun en küçük yapı taşı olan ferdin düzelmesi ile mümkün olacaktır. Bir ferdin düzgün bir yapıya kavuşması için, karşısındaki insana davranışı konusunda hesap vereceği yüce bir makam olduğunu içtenlikle bilmesi gerekmektedir. Karşısındaki insana olan davranışının karşılığı konusunda yüce bir makama hesap vereceğine içtenlikle inanan bir kimse, yapacakları konusunda bir takım sınırlar olduğunu, ve bu sınırı çizenin ise Allah (c.c) den başkası olmayacağını bilir.
Bir çok ayetinde insanların her halini gören ve bilen olduğunu hatırlatan Rabbimizin bu uyarılarına gerçek olarak iman eden kimsenin yanına polis takmaya gerek kalmayacak, çünkü kişinin polisi kendisi olacaktır. Dünyanın her geçen gün dibe daha doğru battığı bir zamanda, insanların doğru, erdemli, başkalarının haklarına saygı duyan bir kişiliğe sahip olması için, fertlerden başlayan bir eğitimin ve onların vicdanlarını harekete geçirmelerini sağlayan tek inanç sistemi olan İslami değerlerin öne çıkarılmasının önemi her geçen gün artmaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına koyduğu yasaklamalar, sadece ilmihal bilgileri ile sınırlı olarak anlaşılarak, toplum hayatı ile ilgisi kurulmayacak olursa, yasaklamaların hikmeti kavranamamış olacaktır. Allah (c.c) nin kulları üzerine koyduğu kuralları kendisinin ihtiyacı olduğu değil, kullarının ihtiyacı olduğu içindir. Yılın onbir ayında helal olan bazı şeylerin yılın bir ayında yasak olması, veya hac esnasında bazı şeylerin yasaklanması kulun kendisinin üzerinde her an bir gözetleyici olduğunu bilmesi, ve bu bilgi ile yaşantısına yön vermesi amaçlanmaktadır.
Sonuç olarak; Kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan Allah (c.c), kulları üzerinde bir takım yasaklar koymak sureti ile onları imtihan etmektedir. Kendisi Allah'ı görememesine rağmen, Allah'ın onun her an gördüğüne gerçek olarak inanan bir kimse, yapacakları konusunda daha dikkatli olacaktır.
Vicdan, insan fıtratında bulunan doğru ve yanlışı ayırt etmesini sağlayan oto kontrol mekanizmasıdır. Allah (c.c) kulları üzerinde koyduğu bazı yasaklar ile bu mekanizmanın harekete geçmesini sağlamakta, her an diri ve canlı vaziyette kalarak, ferdin kendi polisi olmasını sağlamaktadır. İnsanın şeytan ile olan mücadelesinde vicdanının sesini dinlemesi ve ona göre hareket etmesi, şeytan ile yapacağı savaşta onu galibiyete taşıyacaktır.
Bir kul olarak bize düşen görev, Allah (c.c) tarafından bize yasaklanan her şeye işittik ve itaat ettik şeklinde bir teslimiyet göstererek, kelime oyunları ile bu yasakları delmeye çalışMAmak olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Hac ibadetinin belirli günlerde olmasına karşın, bu ibadetin insana vermesi gereken şuur, insan hayatının bütününü kapsaması gerekmektedir. Halk arasında hac ibadeti genellikle, hac öncesine kadar yapılan yanlışların hac esnasında bağışlanması anlamına gelip, hac sonrasında ise eski hayatlar kaldığı yerden devam etmektedir. Yazımızda Maide s. 94. ve 95. ayetlerini ele almaya çalışarak, İhram Yasakları olarak bildiğimiz yasakların hikmeti, ve bu yasaklar üzerinden hayatımızı nasıl yönlendirmemiz gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.
[005.094] Ey iman edenler! Allah, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları bilmek için sizi av nevinden bir şeyle deneyecek. Bir av bolluğu ki elleriniz de yetişebilecek, mızraklarınız da... Kim bundan sonra konulan hududu aşarsa işte ona gayet acı bir azap vardır.
[005.095] Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin. İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın dengi (ona) cezadır. (Buna) Kâbe'ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder). Yahut (avlanmanın cezası), fakirleri doyurmaktan ibaret bir keffârettir, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Ta ki (yasak av yapan) işinin cezasını tatmış olsun. Allah geçmişi affetmiştir. Kim bu suçu tekrar işlerse Allah da ondan karşılığını alır. Allah daima galiptir, öç alandır.
Bu ayetler hakkında bir çok farklı yönden okuma yapılarak, ayetlerin bizlere dair neler söylemiş olabileceği yönünde tefekkür çalışması yapmak mümkündür. İlgili ayetler üzerinde, Rabbimizin bize böyle bir yasaklamayı neden getirmiş olabileceği yönündeki verdiği bilgiyi dikkate alarak tefekkür yapmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz;
Allah (c.c) bir çok ayetinde, yaşadığımız geçici dünya hayatını İmtihan olarak nitelemektedir. Yaşadığımız geçici dünya hayatı içinde yaptıklarımız, bizlerin ebedi olan ahiret hayatımızdaki yerimizi belirleyecektir. Allah (c.c) kulları üzerinde tek ve yegane tasarruf sahibi olmasının kendisine verdiği verdiği hakka istinaden, kullarına bazı şeyleri Haram olarak niteleyerek, bu şekilde nitelediği bazı yiyecek ve fiillere yaklaşılmasını yasaklamıştır.
Allah (c.c) kullarına bazı şeyleri yasaklaması onların İlahı ve Rabbı olduğunu bilmeleri içindir. İslam kelimesinin anlamının Teslim Olmak olduğunu düşündüğümüzde, bu yasakların konulma sebebinin, bizim teslimiyetimizin test edilmesi maksatlı olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) haram olarak nitelediği bazı yiyecek ve fiilleri kıyamete değin yasaklarken, bazı yiyecek ve fiilleri ise, belirli zamanlarda haram kılmıştır. Yani yaşadığımız hayat içindeki günler içinde Helal olan bazı yiyecek ve fiiller, belirli günler içinde Haram olarak ilan edilerek, bizler imtihan edilmekteyiz.
Yılın belirli gününde ve belirli bir mekanında bazı fiillerin haram kılınmasının nedeni üzerinde düşünecek olursak, bu yasaklamanın hikmetini, kulun Allah'a karşı olan teslimiyetinin ölçülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Araf s. 163-168. ayetleri arasında anlatılan, İsrailoğullarına mensup deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun, aynı şekilde imtihan edildiklerini ve bu topluluğun yasağa teslimiyet göstermeyerek imtihandan başarısız çıktığını görmekteyiz.
Allah (c.c) balıkçılık ile geçimlerini sürdüren bu topluluğa, haftanın bir gününde balık avlamalarını yasaklayarak, onların kendisine olan teslimiyetlerini ölçmek istemiştir. Haftanın, avlamanın serbest olduğu diğer 6 gününde balıklar az gelirken, balık avlamanın yasak olduğu cumartesi gününde balıklar akın akın gelerek, İsrailoğullarının iştahını kabartmaktadır. Allah (c.c) tarafından kendilerine konulan yasağın hikmetini anlamayarak yasağı çiğneyen bu topluluğun helak edildiği, anlatılan kıssa içindeki ayetlerde haber verilmektedir.
Allah (c.c) İsrailoğullarından bir topluluğa böyle bir imtihan uygulaması yaptığını ve bu topluluğun kaybettikleri imtihanları sonucunda ne gibi bir karşılık ile ceza gördüklerini beyan ederek, aynı uygulamanın bir benzeri olan, ihram öncesi ve sonrasında helal olan bazı fiillerin, ihram zamanında haram olduğunun beyan edilmesinin hikmeti, aynı ayet içinde bildirilmektedir. Ayrıca hac esnasında yasaklanan bazı fiiller, daha geniş olarak Bakara s. 197. ayetinde de beyan edilmektedir.
Maide s. 94. ayetinde, MEN YEHAFUHU BİL GAYBİ olarak ifade edilen konulan yasağın sebebi, sadece hac zamanı ile sınırlı olduğu veya olması gerektiği düşünülmemelidir. Hac ibadetinin amacı insana kulluk şuurunu yeniden hatırlatmak olup, hac esnasında yapılan sembolik hareketler, sadece Allah'a kul olduğumuzu dost düşman herkese deklare etmek anlamına gelmektedir. Hac zamanında avlanma yasağının getirilmesi, kişiye elinde fırsat ve imkan varken sadece Allah (c.c) yasakladığı için, sevdiği ve istediği bir işten vazgeçebilme şuurunu aşılamaktadır.
Bütün yaşam sistemleri, toplumda Suç olarak nitelenen ve toplumun ifsad olmasına neden olabilecek filleri yasaklamak noktasında bazı önlemler almak zorundadırlar. Alınan bu önlemlerin amacı, suç işleme oranını düşürmek, suç işlemeye meyyal olanları caydırmaya dayanmaktadır. Ancak ne kadar önleyici tedbir alınırsa alınsın, ne kadar sert cezalar konulursa konulsun, toplumlardaki suç oranlarının azalmak yerine, artış gösterdiği de bir gerçektir.
Polisiye Tedbirler olarak tanımlanan önlemlerin, istenilen sonucu vermekte yetersiz kaldığı gerçeğini hesaba kattığımızda, herkesin fıtratında bulunan ve VİCDAN POLİSİ diyebileceğimiz mekanizmanın işlerliğe kavuşmasını sağlamaya çalışmak, suç oranının azalması noktasında büyük faydalar getirecektir. Vicdan polisinin devreye girmesi için, insandaki bu mekanizmayı yaratanın koyduğu kuralların, insan hayatı içinde işlerlik kazanması gerekmektedir.
Allah (c.c) nin dışında hiç bir sistem, kişiye dünya hayatı dışında ödül veya ceza vaat edebilme yetkisine ve gücüne sahip değildir. Allah (c.c) kullarına işlemiş oldukları iyilik ve kötülüğün karşılığını, dünya ve ahirette verebilme yetki ve gücüne sahip olan tek ve yegane ilahtır. İnsanlar suç işledikleri zaman, bir şekilde dünya hayatlarında görebilecekleri cezadan kurtulma şansları olabilir. Fakat kulları üzerinde her an görücü ve işitici olan Allah (c.c) nin ahirette vereceği cezadan kimsenin kurtulma şansı asla yoktur.
Bir çok ayetinde kullarını ebedi bir hayata dikkat çekmek sureti ile onları işleyecekleri kötülüklere karşı uyaran Allah (c.c), bu hayat içinde yerleşilecek yer olan cennetin güzellikleri, cehennemin çirkinlikleri ile ilgili bir çok bilgi vererek, insanları cennete özendirmekte, cehennemden sakındırmaktadır.
Bir çok ayette müminlerin vasıfları arasında sayılan GAYBE ve AHİRETE İMAN esası, insanların vicdanlarını harekete geçirmek sureti ile, herkesin kendisinin polisi olmasını sağlayan bir esastır. Bir insan ki yaptığı en küçük iyi veya kötü amelinin kayıt altına alındığını, ve bu kaydın hesap günü karşısına çıkarak, bunun karşılığını alacağına gerçek ve kesin bir iman ile bilir ve bunun gereğini yapar, böyle insanların yaşadığı dünyada acaba bir karıncanın dahi incitilmesi acaba mümkün olabilir mi?.
Hangi Müslümana sorulsa, iman esasları olarak bilinen bu esaslara iman ettiğini söyleyecektir. Fakat bu esasların sadece dil ile değil, amel ile Müslüman hayatında yer alma şartı vardır. Elinde yapmak imkanı olduğu halde, kendisini bir gözetleyenin olduğunun bilincinde bir yaşam inşa eden Müslümanlar elinden ve dilinden emin olunan bir kişiler haline gelecektir.
Ancak bir çok Müslüman iman ettiğini iddia ettiği ahiret yokmuş gibi bir hayat yaşamakta, yaptıklarının hesabını vereceğine dil ile inanan, fakat amel ile tasdik etmeyen Müslüman tipleri ortalıkta kol gezmektedir. İnandıkları esasları gerçek olarak hayata geçirdiklerinde dünyanın bütün insanlarına örnek topluluğu olabilecek olan biz Müslümanlar, maalesef bu konuda başkalarına örnek olmak yerine, başkalarından örnek alınan yanlış yaşamlar sürmekteyiz.
Hac öncesi ve sonrası helal olduğu halde, Hac zamanında kendisine haram olan bir fiili işlememek, gaybe iman etmenin, kul hayatında pratiğe geçmiş bir halidir. Elinde Allah (c.c) nin yasakladığı amelleri işlemek fırsatı var iken, sadece Allah (c.c) yasakladığı ve onun kendisini her an gözetip kolladığını bildiği için o yasağı işlememek, kendisini gerçek olarak Allah'a teslim etmiş bir kulun yapacağı iştir.
Hac esnasında Allah (c.c) tarafından yasaklanan fiillerin kulun vicdanını harekete geçirmesi açısından önemini düşündüğümüzde, bu yasakların sadece hac içindeki bir kaç gün ile sınırlı olmayacağı bilinmelidir. Hac vazifesini tamamlayarak beldelerine dönen insanlar, hac içinde provasını yaptıkları kulluk gösterilerinin bütün zamanlara has olduğu bilinci içinde oldukları ve yaşamlarını ona göre inşa etmeye çalıştıkları zaman gerçek bir hac yapmış olacaklardır. Bu gibi yasaklara riayet etmek ile terbiye olan vicdanlara sahip olan insanların oluşturduğu toplumlar ve beldeler, emin toplum ve beldeler olacaktır.
Oruç ibadeti düşündüğümüzde, bu ibadetin de böyle bir hikmeti olduğunu görebiliriz. Senenin belirli bir ayında, günün belirli vakitlerinde yemek, içmek ve cinsel ilişkinin, diğer ay ve zamanlarda helal olmasına rağmen Ramazan ayında yasaklanması, kulların vicdanını harekete geçirmesi açısından işlevi büyüktür. Elinde yemek ve içmek imkanı varken, Allah (c.c) nin yasak emri olduğu için, bunlara zamanından önce dokunmayan bir insan, Allah (c.c) diğer yasaklarına sair zamanlarda da riayet etmek konusunda daha dikkatli olacaktır.
Toplumların düzelmesi, toplumun en küçük yapı taşı olan ferdin düzelmesi ile mümkün olacaktır. Bir ferdin düzgün bir yapıya kavuşması için, karşısındaki insana davranışı konusunda hesap vereceği yüce bir makam olduğunu içtenlikle bilmesi gerekmektedir. Karşısındaki insana olan davranışının karşılığı konusunda yüce bir makama hesap vereceğine içtenlikle inanan bir kimse, yapacakları konusunda bir takım sınırlar olduğunu, ve bu sınırı çizenin ise Allah (c.c) den başkası olmayacağını bilir.
Bir çok ayetinde insanların her halini gören ve bilen olduğunu hatırlatan Rabbimizin bu uyarılarına gerçek olarak iman eden kimsenin yanına polis takmaya gerek kalmayacak, çünkü kişinin polisi kendisi olacaktır. Dünyanın her geçen gün dibe daha doğru battığı bir zamanda, insanların doğru, erdemli, başkalarının haklarına saygı duyan bir kişiliğe sahip olması için, fertlerden başlayan bir eğitimin ve onların vicdanlarını harekete geçirmelerini sağlayan tek inanç sistemi olan İslami değerlerin öne çıkarılmasının önemi her geçen gün artmaktadır.
Allah (c.c) nin kullarına koyduğu yasaklamalar, sadece ilmihal bilgileri ile sınırlı olarak anlaşılarak, toplum hayatı ile ilgisi kurulmayacak olursa, yasaklamaların hikmeti kavranamamış olacaktır. Allah (c.c) nin kulları üzerine koyduğu kuralları kendisinin ihtiyacı olduğu değil, kullarının ihtiyacı olduğu içindir. Yılın onbir ayında helal olan bazı şeylerin yılın bir ayında yasak olması, veya hac esnasında bazı şeylerin yasaklanması kulun kendisinin üzerinde her an bir gözetleyici olduğunu bilmesi, ve bu bilgi ile yaşantısına yön vermesi amaçlanmaktadır.
Sonuç olarak; Kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olan Allah (c.c), kulları üzerinde bir takım yasaklar koymak sureti ile onları imtihan etmektedir. Kendisi Allah'ı görememesine rağmen, Allah'ın onun her an gördüğüne gerçek olarak inanan bir kimse, yapacakları konusunda daha dikkatli olacaktır.
Vicdan, insan fıtratında bulunan doğru ve yanlışı ayırt etmesini sağlayan oto kontrol mekanizmasıdır. Allah (c.c) kulları üzerinde koyduğu bazı yasaklar ile bu mekanizmanın harekete geçmesini sağlamakta, her an diri ve canlı vaziyette kalarak, ferdin kendi polisi olmasını sağlamaktadır. İnsanın şeytan ile olan mücadelesinde vicdanının sesini dinlemesi ve ona göre hareket etmesi, şeytan ile yapacağı savaşta onu galibiyete taşıyacaktır.
Bir kul olarak bize düşen görev, Allah (c.c) tarafından bize yasaklanan her şeye işittik ve itaat ettik şeklinde bir teslimiyet göstererek, kelime oyunları ile bu yasakları delmeye çalışMAmak olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Mart 2017 Salı
Musa (a.s) ın Asasının Taş'tan Su Çıkarmasının Bize Dönük Mesajı Üzerine Bir Okuma Çalışması
Musa (a.s) kıssası bilindiği üzere, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip bir kıssadır. Bu kıssa içinde gördüğümüz Musa'nın elindeki asanın, asli şeklinin dışında farklı bir şekil alarak yılana dönüşmesi, ve sihirbazların yaptığı sihri yok etmesi ile ilgili ayetler herkesin malumudur. Bu konulara daha önceki yazılarımızda değinmeye çalışmış, Asa üzerinden bizlere nasıl mesajlar verilmiş olabileceği üzerinde durmaya gayret etmiştik.
Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir.
[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.
[007.160] Biz onları ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.
İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.
[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.
[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.
İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır.
Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.
[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.
[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.
[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
[045.016-17] Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
Yukarıdaki ayet örnekleri, kendilerine kitap verilenlerin aralarındaki ayrılıkların sebebini bildirmektedir. Dikkat edilirse bu ayrılığın sebebi vahyin kendisi değil, vahye iman iddiasında olan insanların, aralarındaki ihtirasları olarak beyan edilmektedir. İsrailoğullarının aralarındaki ihtiras yüzünden vahyin birleştiriciliğini terk etmek sureti ile, yeryüzünde zelil bir topluluk haline gelmiş olmaları, ilk muhatapların gözünü açmış, onlar İsrailoğullarının yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, Mekke'nin fethine giden yolda emin adımlarla yürümüşler ve hedefe ulaşmışlardır.
[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40).
İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).
Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.
Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;
Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.
Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.
İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen çalışmaktayız.
Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.
Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir.
Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.
Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir.
Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda, Asanın vurulması ile taştan su çıkmasını konu alan ayetlerin, bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız. Kur'an kıssaları ile ilgili yaptığımız okumalarda öne çıkarmaya çalıştığımız husus, anlatılan kıssada geçen olayların yaşanmışlığı ile bitmediği, gelecek olanlara dair mesajlar içerdiğidir. Kıssalar eğer yaşanmışlığı çerçevesinde okunarak, bize dair mesajlarının neler olduğu yönünde okumalar yapılmayacak olursa, yapılan anlatımların maksadı hasıl olmayacak, kıssalar sadece geçmişlerin masalları haline dönüşecektir.
[002.060] Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman biz ona: «Asanı taşa vur» demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık (ve kışkırtıcılık) çıkarmayın.
[007.160] Biz onları ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk olarak ayırdık. Kavmi kendisinden su istediğinde Musa'ya: «Asan'la taşa vur» diye vahyettik. Ondan on iki pınar sızıp-fışkırdı; Böylece her bir insan-topluluğu su içeceği yeri öğrenmiş oldu. Üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da şöyle dedik:) «Size rızk olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyin.» Onlar bize zulmetmedi, ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı.
Bu ayetler okunduğunda akla ilk olarak, Firavun kavminden kurtularak denizin karşı kıyısına geçen İsrailoğullarının suya olan ihtiyacının, Musa (a.s) ın elindeki asa ile kayaya vurulmak sureti ile kayadan çıkan 12 göze ile karşılandığı anlaşılmaktadır. Kayadan çıkan 12 gözenin, asanın taşa vurulmak sureti ile birden mi, yoksa asanın güç sembolü olduğu dikkate alınarak belirli bir çalışma sonrasında mı çıktığı bu yazının konusu değildir. Kanaatimizce, anlatılan bu olayda bakılması gereken taraf, suyun nasıl çıktığı değil, çıkan su üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceğidir.
Çünkü böyle bir olay yaşanmış ve bizlere anlatılmaktadır. Kur'an kıssalarının muhataplarına mesaj içermiş olduğunu dikkate alarak bu ayetleri okuduğumuz da, konunun sadece suyun nasıl çıkmış olabileceği yönünden tartışılması, kıssalar üzerinden bizlere verilmek istenen mesajın anlaşılmasına engel teşkil edecektir.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[016.065] Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.
[039.021] Allah'ın gökten bir su indirip, onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün, sonra da çer çöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.
Su kelimesinin geçtiği ayetleri okuduğumuzda, gökten inen suyun insanlar ve beldeler üzerinde gördüğü işlev ile, gökten inen vahyin insanlar üzerindeki işlevinin birbirine benzetildiğini görebiliriz. Gökten inen su, ölü beldeyi nasıl diriltiyor ise, gökten inen vahiy de, aynı şekilde ölü insanların dirilmesini sağlamaktadır. Asanın kayaya vurularak, içinden suyun çıkmasını da, su ile vahyin birbiri ile ilgisinin kurulduğu ayetleri dikkate alarak, bu şekilde bir benzetme dahilinde okuyabiliriz.
Su, nasıl insan vücudunun hayatiyetini sürdürebilmesi için olmazsa olmaz ihtiyaçlardan ise, vahiy de aynı şekilde insan için olmazsa olmaz ihtiyaçlardandır. Bu sebepten ötürü Su ve Vahiy, ölüyü diriltmesi açısından bir benzerlik kurularak okunduğunda, Musa (a.s) ın kayadan asası ile su çıkarmasının bize dönük mesajını okumak daha da kolaylaşacaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulmak sureti ile kayadan 12 pınar fışkırması, Musa (a.s) ın önderliğinde denizin karşı tarafına geçen İsrailoğullarının hepsinin bir arada toplu biçimde yaşadığını göstermektedir. İsrailoğullarının 12 farklı topluluk olması ve hepsinin bir arada yaşaması, bir topluluğun birlik ve beraberliğinin vurgulanması bakımından önemli bir noktadır. Musa (a.s) ve asası, İsrailoğullarının birlik ve beraberlik içinde yaşaması için önemli bir işleve sahiptir.
Asa adı ile bildiğimiz obje, binlerce yıldır güç sahiplerinin elinde bulundurduğu ve onların güçlerini simgeleyen evrensel sembol haline gelmiş olan bir objedir. Asanın Allah'ın elçisi olan bir kimsenin elinde olması, onun temsil ettiği gücü simgelemektedir. Musa (a.s) ın elindeki asa, temsil ettiği gücü yani Allah (c.c) nin gücünü simgelemesi açısından önemli bir objedir. Musa (a.s) ın asasını sadece ağaçtan mamul bir olarak eşya değil, Allah'ın gücünü simgeleyen bir simge olarak gördüğümüz zaman, asa tarafından yapılan işlerin evrensel mesajları, daha net ve kolay olarak anlaşılacaktır.
Asanın taşa vurulması sureti ile taştan su çıkması, taşın asanın gücü karşısında yumuşaması anlamına gelmektedir. Fakat asanın gücü taşı yumuşatmasına, İsrailoğullarının da aynı şekilde kalplerini yumuşatması gerekmesine rağmen, onların kalbini yumuşatamamıştır. Vahyi ile kalpleri yumuşamayan toplumların akıbetinin ne olduğunu görebilmek için, Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini okumak yeterli olacaktır.
[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.
Bakara s. 74. ayeti, Bakara Kıssası olarak bildiğimiz kıssa ile bağlamı olan bir ayettir. İsrailoğullarının kalplerinin ne kadar katı olduğunun taş üzerinden misallendirilmesi ile, asanın taşa vurulmak sureti ile kayadan su çıkmasını birleştirerek okuduğumuzda, vahyin insanların kalplerini yumuşatmasını ve aralarında birbirleri ile bir takım farklılıkları olanları ancak vahyin birleştirebileceğini okuyabiliriz.
İsrailoğullarının kalbini yumuşatamayan vahiy, Medine de birbirlerine düşman olan kabilelerin kalbini yumuşatarak onların aralarındaki kan davalarını unutmalarını sağlamıştır.
[003.103] Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.
[008.062-63] Eğer onlar seni aldatmak isterlerse kuşku yok ki, Allah sana yeter. O seni yardımı ile ve mü'minler aracılığı ile desteklemiştir. Ve onların kalblerini birleştirmiştir. Eğer yeryüzünde bulunan her şeyi sarfetsen yine de onların kalblerini birleştiremezdin. Fakat Allah birleştirdi onların arasını. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Al-i İmran ve Enfal surelerindeki bu ayetler, birbirleri ile kanlı bıçaklı olan ve barışmaları mümkün olmayan kabilelerin, vahyin şemsiyesi altında birleşerek kalplerinin yumuşamış olduklarını bildirmektedir. Ortak paydaları vahye iman etmek olanların, aralarındaki her türlü husumeti terk ederek, birbirleri ile kardeş olmanın örnekleri, Asr-ı Saadet dediğimiz Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde canlı olarak gösterilmiştir.
İlk muhataplar olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) ve beraberinde ashabı, kendilerine okunan İsrailoğulları ile ilgili ayetleri, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasalar olan Sünnetullah gerçekleri dahilinde anlamışlardır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, sadece bu kavmin başından geçen olaylar olarak sınırlı bir şekilde okumamışlar, bu olayların kendilerine bir hikmete mebni olarak okunduğunu anlayarak, bu kavmin Musa (a.s) karşı yaptığı hataları, onlar Muhammed (a.s) a karşı yapmamışlardır.
Vahyin insanları birleştirici bir çimento olduğunu çok iyi anlayan ilk muhataplar, geçmişteki yaşanmış düşmanlıkları bir kenara bırakmak sureti ile kardeş olmuşlar, ve böylelikle düşmanlarına karşı galip gelmişlerdir. İlk muhatapların bu şuuru kazanmasında, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin büyük rolü olmuş, onların vahyin birleştiriciliğini terk ettiklerinde başlarına gelenlerin aynısının Sünnetullah gereği kendi başlarına geleceğini çok iyi anlamışlar, onların düştükleri hataya düşmemişlerdir.
[002.213] İnsanlar bir tek ümmetti. Allah müjdeleyici ve korkutucu nebiler gönderdi ve onlarla beraber insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hüküm vermeleri için hak kitablar indirdi. Halbuki kitab verilmiş olanlar, kendilerinde açık deliller geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştüler. İşte Allah; kendi izniyle, iman edenleri, üzerinde ihtilafa düştükleri Hakka ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola ulaştırır.
[003.019] Allah katında din, şüphesiz İslam'dır. Ancak, Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür.
[042.013-14] Dine bağlı kalın ve onda tefrikaya düşmeyin, diye dinden Nuh'a buyurduğunu, size de teşri buyurdu. Sana vahyettiğimizi ve İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya buyurduğumuzu. Kendilerini çağırdığın bu şey; müşriklere ağır geldi. Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidayete iletir. Onlar; kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Şayet belirli bir süre için Rabbından bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da ondan mutlak bir şüphe ve tereddüt içindedirler.
[045.016-17] Andolsun ki, Biz vaktiyle İsrail oğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Kendilerini temiz rızıklardan rızıklandırmıştık ve alemlerin üstüne geçirmiştik. Ve onlara emirden burhanlar verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler. Elbette Rabbın; ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
[002.083-85] Hani, İsrailoğullarından; Allah'tan başkasına ibadet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekat verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hala yüz çevirenlerdensiniz. Hani birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Kendi tanıklığınızla bunu kabul etmiştiniz.Sonra sizler yine şöyle kimselersiniz ki kendi kendinizi öldürüyorsunuz ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkışıyorsunuz. Oysa çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Şu halde içinizde böyle yapanlar sonuçta dünya hayatında rüsvaylıktan başka ne kazanırlar? Kıyamet günü de en şiddetli azaba kakılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.
Bakara s. 83-85. ayetleri arasında İsrailoğullarından alınan misak, onların bu misaka karşı tutumları, yaptıkları yanlışlıkların onlara geri dönüşünün ne olacağı beyan edilmektedir. Bu misak sadece bu kavme has değil, vahiyle muhatap olan biz Müslümanlardan da alınmış bir misaktır. Allah (c.c), ona verdiğimiz misaka sadık kaldığımız sürece, kendisi de ahdine sadık kalacağını bildirmektedir (Bakara s. 40).
İsrailoğullarının tarihine baktığımızda, Allah'a verdikleri ahdi bozmalarının onları darmadağın ettiği ve Sünnetullah gereği yıllarca bölük börçük halde yaşam sürdüklerinin görmekteyiz (Maide s. 20-26).
Biz Müslümanlar, bugün içinde bulunduğumuz zelil durumun sebeplerinin ne olduğunu öğrenmek istiyor isek, önce Sünnetullah denilen toplumsal yasaların işleyişini gösteren İsrailoğulları ile ilgili ayetleri çok iyi okumak, sonra da Biz bu ayetlerin neresindeyiz? sorusunu sorarak, içinde bulunduğumuz durumun sebebini anlamak durumundayız. İçinde bulunduğumuz durumdan çıkışın çaresi, önce nerede yanlış yaptığımız öğrenmek olmalı, sonrasında ise bu yanlışlardan kurtulmanın yolunu araştırmalıyız.
Kendilerine kitap verilmiş olanların aralarındaki ihtilaf sebebinin aralarında ihtiraslar olduğu yukarıdaki ayetlerden öğrenmekteyiz. Asanın taşa vurulması sonucunda çıkan 12 ayrı gözeye gelen su, aslında tek bir kaynaktan gelmektedir. Bu durum bize şunu göstermektedir;
Tek bir kaynaktan gelen 12 ayrı gözeden su içenlerin birbirlerine karşı üstünlük vesilesi sayabilecekleri, bu nedenden ötürü ayrışmaya gidebilecekleri herhangi meşru bir nedenleri yoktur. Hepsi Yakub (a.s) ın 12 oğlunun soyundan türemiş insanlar olup, neticede aynı soyun mensubudurlar. Allah (c.c) nin Kur'an'da bizlere Ey Ademoğulları şeklinde yaptığı hitap ve Hucurut s. 13. ayetinde yaptığı hatırlatma, insan olarak hiç kimsenin diğer bir kimseye üstünlük vesilesi olarak görebilecek meşru bir sebebinin olmadığı noktasındadır.
Ayrışmak için meşru sebep bulamayan insanlar, kendilerince bir takım suni ayrılık noktaları üreterek bunları meşrulaştırmak sureti ile ayrışmışlar, fakat bu ayrışma onlara fayda yerine zarar getirmiştir. Aralarındaki birliği herhangi sebeple bozarak parça parça olan toplulukların, toplumsal yasalar (Sünnetullah) gereğince başkaları tarafından parçalanıp yutulması daha da kolaylaşmaktadır.
İsrailoğulları ile ilgili ayetleri doğru biçimde okuyarak, hedefe giden yolda emin adımlarla yürüyen Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı, Mekke'nin fethini bu yolla gerçekleştirmişler, ancak onun vefatının hemen akabinde, aralarındaki ihtiras nedeni ile cahiliye dönemine geri dönerek, eski düşmanlıkları depreşen Müslümanların neden olduğu ayrışmalar, ve ortaya çıkan fırkaların açtıkları kapanmaz yaraların sebep olduğu yıkımın, bırakın kapatılmaya çalışılması için gayret etmeyi, daha da açılması için var gücümüzle halen çalışmaktayız.
Geçmişteki toplumların yaptıkları hatalardan ders çıkarmayanlar, aynı hataları tekrarlamaya mahkumdurlar. Kur'an'da kıssa yollu anlatımlar ile geçmiştekilerin yaptıkları yanlışların anlatılma sebebi, o hataların kendilerinden sonra gelecek olan başka toplumlar tarafından tarafında işlenerek, tarihin tekerrür etmemesini sağlamaktır.
Musa (a.s) ın asasının taşa vurulması ile taştan 12 gözenin çıkması ve her boyun su içeceği yeri bilmesi, İsrailoğullarının haklarına razı olduklarının göstermektedir. Her topluluğun kendisine ayrılan gözeden su içmesinin, kendileri için tayin edilmiş haklarına razı olduklarının bir göstergesi olarak okunabilir. Kendilerine tayin edilmiş hakka razı olmayarak, daha fazlasını isteyen aç gözlü toplumların çöküşü, yine toplumsal bir yasadır. Salih (a.s) kıssasının okuduğumuzda bu noktayı rahatça görebiliriz. Allah (c.c) tarafından tayin edilen su içme hakkına razı olmayarak deveyi kesen toplumun helak edilmesini bu yönden de okumak mümkündür.
Bugün Dünya genelinde yapılan savaşlara baktığımızda, bu savaşların temel sebebi, ülkelerin yeraltı kaynaklarını sömürmek amacına dayanmaktadır. Daha çok tüketmeyi kendilerine şiar edinmiş topluluklar, tüketim için gerekli olan ham maddeleri, diğer ülkelerin kaynaklarını sömürmek sureti ile elde etmeye çalışmaktadır. Her toplum, hakkına razı olan bir yaşam tarzını şiar edinmiş olsa, başka ülkelerdeki kaynaklara göz dikmeye gerek kalmayacak, eğer bu kaynaklara ihtiyaçları varsa bile, bu kaynakları meşru yoldan elde etme yoluna gideceklerdir.
Yaşam hakkının sadece kendileri için gerekli olduğunu düşünen topluluklar, başkalarının yaşam hakkına asla saygı duymayacak, onları Dünya yüzünden kaldırılması gereken fazlalıklar sürüsü olarak görecektir. Yaşam hakkının en az kendileri kadar başkalarının da hakkı olduğunu düşünenler, tayin edilmiş hakları rıza gösterecekler, kimsenin hakkını gasp etmek yoluna gitmeyeceklerdir.
Sonuç olarak ; Yapmaya çalıştığımız çalışma, Kur'an kıssalarının evrensel mesajlarını okuma çalışması olup, bu konuda ortaya sürdüğümüz düşünceler mutlaka böyle okunmalıdır şeklinde bir iddia değildir.
Su ve Asa sembollerinin anlamlarının dikkate alarak okumaya çalıştığımız bu kıssa da öne çıkarmaya dikkat ettiğimiz konu, kıssalar üzerinden yapılan kısır tartışmaların bize herhangi bir getirisi olmadığı yönündedir. Bu kıssa üzerinden daha bir çok konu başlığı açılarak okumalar yapmak mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Mart 2017 Pazar
Ledün İlmi Nedir Bu İlim Kimlerde Bulunur ?
Ledün İlmi olarak bilinen terkip, Kehf s. 60-82. ayetler arasında anlatılan Musa ve ilim verilen kul kıssasının 65. ayetinde geçmektedir. Tasavvuf kesiminde bu terkibe, Allah (c.c) tarafından bazı kullarına verilen özel bilgiler şeklinde bir anlam yüklenerek, ilah olmanın gereği olan ve Allah (c.c) dışında kimsenin sahip olmayacağı bazı özelliklere sahip insan tipleri üretilmiş, insanlar bu ilme sahip olduğu iddia edilen kişiler veya bu tür kişilerin menkibeleri ile maddi ve manevi yönden sömürülmektedir. Hurafe kültüründe meşhur birisi olan Hızır adlı kişinin maceraları ile ilgili olarak yüzlerce yıldır masallar ve yalanlar uydurulmasının temelinde, onun böyle bir ilme sahip olduğu iddiası yatmaktadır.
Ledün , de, da, den, dan, katından, yanından, nezdinden gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Bu kelime, Ledün İlmi şeklinde kullanıldığı zaman, Allah katından verilmiş ilim olarak anlaşılmaktadır.
Burada sorulması ve cevabının aranması gereken soru, Allah kendi katından kimlere ilim verir? sorusudur.
Allah (c.c) elçiler hariç hiç bir kuluna diğer insanlardan farklı bir ayrıcalık tanımaz. Nebi Resul olarak bildiğimiz seçilmiş insanların diğer insanlardan farkı ise, onlara vahyedilmiş olmasıdır. Onların bu noktada bizden ayrıcalıklı olması, onları Allah (c.c) katında özel bir statü sahibi yapmaz, her kul gibi onlarda öldükleri zaman hesaba çekileceklerdir.
Dünyaya gelen bütün insanlar istisnasız olarak yaşadıkları hayat içinde bir takım bilgiler ile hayatlarını sürdürürler. İnsanların sahip oldukları bilgiler, onların eğitim ve zeka durumları, bulundukları çevre ile yakından alakalıdır. Her insanın sahip olduğu ilim ve bilgi, onun kendi çabası ile kazandıkları olsa bile, neticede insanların sahip oldukları ilim ve bilgi onlara Allah (c.c) katından verilmektedir.
Hiç bir insanın Allah (c.c) nin bilgisi haricinde ilim ve bilgi sahibi olma imkanı yoktur. İnsanların sahip oldukları maddi veya manevi birikimler, yeryüzüne konulmuş olan yasalar çerçevesinde işlerlik kazanmakta ve her kul gayreti ve çabasının karşılığında ilim ve bilgiye sahip olmaktadır.
İstisnasız olarak bütün insanların sahip oldukları ilim ve bilgi, onlara Allah (c.c) katından yani onun ledün'nünden verildiğine göre, Ledün İlmi adı ile bildiğimiz terkib bütün insanların sahip olduğu bilgi ve ilim dahildir. Yani LEDÜN İLMİNE BÜTÜN İNSANLAR SAHİPTİR VEYA BÜTÜN İNSANLARIN SAHİP OLDUĞU BİLGİ ALLAH KATINDAN OLDUĞUNA GÖRE BU İLMİN ADI LEDÜN İLMİDİR.
Bu ilmin bütün insanlara şamil olduğunu bir kenara bırakarak, bazı Kur'an ayetleri üzerinden bazı insanların Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğuna inanarak, bu insanlara bir takım gaybi bilgilerin verildiğini iddia etmek, Nebi Resullere bile verilmemiş olan gaybi bilgilerin, bazı insanlara verilmiş olduğu iddiası fasit bir iddiadır.
Ledün İlmi deyimine farklı bir anlam yüklemek sureti ile bazı insanların yüceltilmeye çalışılması, bir takım akidevi sorunları beraberinde getirmesi açısından tehlikeler arz etmektedir şöyle ki;
Ledün İlmi olarak bilinen ilmin, çalışılarak ve gayret etmek ile kazanılmayacağı düşüncesi, bu deyimi istismar yolu ile insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü kurmak isteyen tasavvuf meşrebinin bir söylemidir. Muhammed (a.s) a İlmi Ledün Sultanı payesi vermek sureti ile bu payenin ondan sonra gelen varisleri olarak insanlara kendilerini lanse eden tarikat meşrebinin ileri gelenleri, Muhammed (a.s) gibi kendilerine de vahyedildiğini örtülü veya açık olarak zikrederek, diğer insanlar üzerinde sömürü tezgahları kurmaktadırlar.
Bu ilme sahip olduğu iddia edilen kişiler özellikle gaybi bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri bilinmektedir. Kendilerine tabi olan müritlerinin her halini bildikleri ve gördükleri hatta onların içlerinden geçenleri dahi bildikleri gibi iddiaların sıkça dile getirildiği malumdur.
Gayb bilgisine sahip olmak, insanların her halini görmek ve bilmek, onların içinden geçeni okuyabilmek, ilah olmanın bir gereği olduğu malumdur. Bu tür bilgile ve yetkilerin kullara verilmiş olabileceğini düşünmek ise, kişileri şirke düşürmesi açısından büyük tehlike arz etmektedir.
Bu gibi düşünceleri taşıyan kişiler veya bu gibi düşünceleri tasdikleyerek, mensubu oldukları kişiye bağlananlar, bu yolla kendilerinin dünya ve ahiret hayatlarının tehlike içinde olduğunu bilmelidirler.
Ledün ilmi adı ile ihdas edilen ve kişiye özel ilim iddiası, binlerce yıldır insanlığın başına bela olan Din Adamlığı sınıfının, İslam dünyasındaki versiyonları tarafından icat edilmiştir. Bu ilme sahip olduğu iddia edilen özel bir sınıf insana Allah (c.c) özel bilgiler verdiği iddiası, bu insanların Allah (c.c) ile haberleşme yeteneğine sahip insanlar olduğu anlamına gelir ki, bu iddia yalan ve iftiradan başka bir değer taşımaz.
Sonuç olarak; Ledün İlmi olarak bilinen ve bazı kullara özel olarak verilmiş olduğu zannedilen ilim, anlam olarak Allah katından verilen ilim olduğuna göre, Allah (c.c) bütün kullarına çalışmaları ve gayret etmelerinin karşılığında hak ettikleri ilmi vermektedir. Bu ilim belirli kullara verilmiş bir ilim değil, Allah'ın bütün kullarına verilmiş bir ilim olup, bütün insanların sahip olduğu ilim Allah katından olduğuna göre bütün insanların tamamı bu ilme sahiptir.
Ledün ilmi deyiminin, bazı insanlar tarafından istismar edilerek, ayrıcalıklı bir ilim olduğu iddiası, diğer insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü tezgahlarının kurulması için bir payanda olarak kullanılmaktadır. Halbuki Allah (c.c) hiç bir kuluna kendi yetkilerin paylaşmak için ne özel bir izin ne de özel bir ilim asla vermez. Kendilerine böyle özel ve ayrıcalıklı bir ilim verildiğini iddia edenler ise bu yalanlarının karşılığını acı biçimde ödeyeceklerini bilmelidirler.
Bu deyim ile bildiğimiz ilim herkeste olmasına rağmen istismar edilerek, dini maddi ve manevi kazanç kapısı olarak gören şarlatanların elinde tuttukları bir kılıç haline getirilmiştir.
Allah (c.c) bütün Müslümanları bu tür özel ilme sahip olduğu yalanları ile insanları aldatmaya çalışan şarlatanlardan muhafaza etsin.
Ledün , de, da, den, dan, katından, yanından, nezdinden gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Bu kelime, Ledün İlmi şeklinde kullanıldığı zaman, Allah katından verilmiş ilim olarak anlaşılmaktadır.
Burada sorulması ve cevabının aranması gereken soru, Allah kendi katından kimlere ilim verir? sorusudur.
Allah (c.c) elçiler hariç hiç bir kuluna diğer insanlardan farklı bir ayrıcalık tanımaz. Nebi Resul olarak bildiğimiz seçilmiş insanların diğer insanlardan farkı ise, onlara vahyedilmiş olmasıdır. Onların bu noktada bizden ayrıcalıklı olması, onları Allah (c.c) katında özel bir statü sahibi yapmaz, her kul gibi onlarda öldükleri zaman hesaba çekileceklerdir.
Dünyaya gelen bütün insanlar istisnasız olarak yaşadıkları hayat içinde bir takım bilgiler ile hayatlarını sürdürürler. İnsanların sahip oldukları bilgiler, onların eğitim ve zeka durumları, bulundukları çevre ile yakından alakalıdır. Her insanın sahip olduğu ilim ve bilgi, onun kendi çabası ile kazandıkları olsa bile, neticede insanların sahip oldukları ilim ve bilgi onlara Allah (c.c) katından verilmektedir.
Hiç bir insanın Allah (c.c) nin bilgisi haricinde ilim ve bilgi sahibi olma imkanı yoktur. İnsanların sahip oldukları maddi veya manevi birikimler, yeryüzüne konulmuş olan yasalar çerçevesinde işlerlik kazanmakta ve her kul gayreti ve çabasının karşılığında ilim ve bilgiye sahip olmaktadır.
İstisnasız olarak bütün insanların sahip oldukları ilim ve bilgi, onlara Allah (c.c) katından yani onun ledün'nünden verildiğine göre, Ledün İlmi adı ile bildiğimiz terkib bütün insanların sahip olduğu bilgi ve ilim dahildir. Yani LEDÜN İLMİNE BÜTÜN İNSANLAR SAHİPTİR VEYA BÜTÜN İNSANLARIN SAHİP OLDUĞU BİLGİ ALLAH KATINDAN OLDUĞUNA GÖRE BU İLMİN ADI LEDÜN İLMİDİR.
Bu ilmin bütün insanlara şamil olduğunu bir kenara bırakarak, bazı Kur'an ayetleri üzerinden bazı insanların Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğuna inanarak, bu insanlara bir takım gaybi bilgilerin verildiğini iddia etmek, Nebi Resullere bile verilmemiş olan gaybi bilgilerin, bazı insanlara verilmiş olduğu iddiası fasit bir iddiadır.
Ledün İlmi deyimine farklı bir anlam yüklemek sureti ile bazı insanların yüceltilmeye çalışılması, bir takım akidevi sorunları beraberinde getirmesi açısından tehlikeler arz etmektedir şöyle ki;
Ledün İlmi olarak bilinen ilmin, çalışılarak ve gayret etmek ile kazanılmayacağı düşüncesi, bu deyimi istismar yolu ile insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü kurmak isteyen tasavvuf meşrebinin bir söylemidir. Muhammed (a.s) a İlmi Ledün Sultanı payesi vermek sureti ile bu payenin ondan sonra gelen varisleri olarak insanlara kendilerini lanse eden tarikat meşrebinin ileri gelenleri, Muhammed (a.s) gibi kendilerine de vahyedildiğini örtülü veya açık olarak zikrederek, diğer insanlar üzerinde sömürü tezgahları kurmaktadırlar.
Bu ilme sahip olduğu iddia edilen kişiler özellikle gaybi bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri bilinmektedir. Kendilerine tabi olan müritlerinin her halini bildikleri ve gördükleri hatta onların içlerinden geçenleri dahi bildikleri gibi iddiaların sıkça dile getirildiği malumdur.
Gayb bilgisine sahip olmak, insanların her halini görmek ve bilmek, onların içinden geçeni okuyabilmek, ilah olmanın bir gereği olduğu malumdur. Bu tür bilgile ve yetkilerin kullara verilmiş olabileceğini düşünmek ise, kişileri şirke düşürmesi açısından büyük tehlike arz etmektedir.
Bu gibi düşünceleri taşıyan kişiler veya bu gibi düşünceleri tasdikleyerek, mensubu oldukları kişiye bağlananlar, bu yolla kendilerinin dünya ve ahiret hayatlarının tehlike içinde olduğunu bilmelidirler.
Ledün ilmi adı ile ihdas edilen ve kişiye özel ilim iddiası, binlerce yıldır insanlığın başına bela olan Din Adamlığı sınıfının, İslam dünyasındaki versiyonları tarafından icat edilmiştir. Bu ilme sahip olduğu iddia edilen özel bir sınıf insana Allah (c.c) özel bilgiler verdiği iddiası, bu insanların Allah (c.c) ile haberleşme yeteneğine sahip insanlar olduğu anlamına gelir ki, bu iddia yalan ve iftiradan başka bir değer taşımaz.
Sonuç olarak; Ledün İlmi olarak bilinen ve bazı kullara özel olarak verilmiş olduğu zannedilen ilim, anlam olarak Allah katından verilen ilim olduğuna göre, Allah (c.c) bütün kullarına çalışmaları ve gayret etmelerinin karşılığında hak ettikleri ilmi vermektedir. Bu ilim belirli kullara verilmiş bir ilim değil, Allah'ın bütün kullarına verilmiş bir ilim olup, bütün insanların sahip olduğu ilim Allah katından olduğuna göre bütün insanların tamamı bu ilme sahiptir.
Ledün ilmi deyiminin, bazı insanlar tarafından istismar edilerek, ayrıcalıklı bir ilim olduğu iddiası, diğer insanlar üzerinde maddi ve manevi sömürü tezgahlarının kurulması için bir payanda olarak kullanılmaktadır. Halbuki Allah (c.c) hiç bir kuluna kendi yetkilerin paylaşmak için ne özel bir izin ne de özel bir ilim asla vermez. Kendilerine böyle özel ve ayrıcalıklı bir ilim verildiğini iddia edenler ise bu yalanlarının karşılığını acı biçimde ödeyeceklerini bilmelidirler.
Bu deyim ile bildiğimiz ilim herkeste olmasına rağmen istismar edilerek, dini maddi ve manevi kazanç kapısı olarak gören şarlatanların elinde tuttukları bir kılıç haline getirilmiştir.
Allah (c.c) bütün Müslümanları bu tür özel ilme sahip olduğu yalanları ile insanları aldatmaya çalışan şarlatanlardan muhafaza etsin.
10 Mart 2017 Cuma
Veli Kelimesinin Dost Olarak Çevirilmesinin Getirdiği Bazı Sorunlar Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın bazı ayetlerinde bizlere Kafirleri - Hristiyanları - Yahudileri - Münafıkları VELİ edinmeyin şeklinde emirler verilmektedir. Bu ayetlerde geçen Veli - Evliya gibi kelimelerin genellikle Dost edinmeyin şeklinde çevrilmiş oldukları , meal okuyucularının gözünden kaçmamaktadır. Herhangi bir dile ait metnin, başka bir dile çevrilmeye çalışılmasında elbette bir takım sıkıntıların olması kaçınılmazdır. Hele bu metin Allah (c.c) nin Arap dili ile indirdiği bir kitap Kur'an olduğunda bu kitabın başka dile çevirisinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalınmaktadır. Bu kitap içindeki bazı kavram ve kelimelerin başka bir dilde karşılığının tam olarak meallere yansıtılamaması, bu kitabın çevirisini yapanlar tarafından, o kelimenin en yakın anlamını bulmaya yöneltmiştir.
Bir işte tasarrufa yetkili olmak, idare etmek, düzenlemek, işin idaresini birisine bırakmak gibi anlamlara gelen Veli, Kur'an'ın odak kavramlarından bir tanesidir. Bu kelimenin geçtiği ayetlerin, meallerde en yakın anlamı olan Dost şeklinde çevrilmiş olması, Türkiye dışındaki ülkelerde yaşayan ve Müslüman olmayan dost ve arkadaşlara sahip olanlar tarafından, Acaba bu ayet bizlere Müslüman olmayan kimselerle ilişki kurmamızı yasaklıyor mu? şeklinde sorulara, veya Türkiye içinde yaşayan fakat en yakın akrabaları İslam inancına karşı olan bazı kimseler de ise bu kimselerle nasıl bir ilişki içinde olunması gerektiği noktasında sorulara sebep olmaktadır.
Şurasını önemle hatırlatmak isteriz ki, Veli kelimesinin Dost şeklinde bir anlam verilerek çevrilmesi, bu kelimenin tam anlamını karşılamamaktadır. Mealler bu kelimeye başka anlam vermeden orjinal olarak bırakmış, ne anlama geldiğini ise dip not olarak belirtmiş olsa daha isabetli olabilirdi.
Allah (c.c) nin Kafir, Hristiyan, Yahudi, Müşrik, Münafık olarak tanımladığı, ve Onları veliler edinmeyin şeklinde verdiği emirler, onlarla veli kavramının anlam alanına giren konulardaki ilişkileri yasaklamaktadır. Allah (c.c) İslam inancına sahip olmayanların inançlarını sahiplenmek ve onların inanç esas ve kaidelerini kendi hayatlarına aktarmayı yasaklamıştır.
Peki bu insanlarla hiç mi ilişki kurulmayacak ?.
[005.005] Bugün, size, iyi ve temiz olanlar helal kılındı. Kitab verilmiş olanların yemeği size helaldir, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitab verilenlerdenb iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helaldir. Kim de imanı inkar ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.
Maide s. 5. ayetini okuduğumuzda, Kitap Ehli olarak tanımlanan kimselerin yemeğini yemekte, onların da Müslümanların yemeğini yemelerinde, yine bu kimselerin kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir.
Bu beyanlar ne anlama gelmektedir ?.
Bu beyanlar, Müslüman olmayanlarla velayet ilişkisi içine girilmeden insani anlamda ilişkiler kurulabileceği anlamına gelmektedir. Çünkü insanların birbirleri ile yemek yemeleri ve evlenmeleri, insani anlamda ilişkiler kurulması demek olup , Allah (c.c) Müslümanların kendilerinin dışındaki insanlar ile bu tür ilişkiler kurmasına izin vermiştir.
Ayrıca Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin ip uçlarını görmek mümkündür.
[018.032] Onlara iki adamı örnek ver ki; birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer) leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: «Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.»
[018.035] Adam, bu şekilde kendine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: «Bunun hiç yok olacağını sanmıyorum»
[018.036] «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»
[018.037] Arkadaşı da ona karşılık vererek dedi ki: «Sen, seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da insan şekline koyan Rabbini inkar mı ediyorsun?
[018.038] «Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.»
[018.039] «Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, lâ kuvvete illâ billah' demeli değil mi idin, eğer beni malca ve evlatça daha az görüyorsan?»
[018.040] «Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] «Yahut, bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.»
Yukarıdaki Kehf suresinde geçen Bahçe Sahipleri kıssasında iki kişi arasında geçen konuşmalara dikkat ettiğimizde bir kişinin Kafir, diğer kişinin ise Mümin olduklarını görmekteyiz. Ayet onların arasındaki ilişkiyi Sahibuhu (arkadaşı) olarak ifade etmektedir.
Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, Mü'min bir kimsenin Kafir bir kimse ile arasındaki arkadaşlık ilişkisidir. Mü'min kişi Kafir olan kişi ile velayet ilişkisi içine girmeden arkadaşlık sınırları dahilinde ilişkisini yürütmekte, onu yaptığı yanlışa karşı uyarmaktadır.
Saffat s. ayetlerinde, cennet ehli bir kimsenin, cehenneme düşmüş bir kimse ile olan konuşmasına baktığımızda, aralarında yine bir arkadaşlık ilişkisi olduğunu görmekteyiz.
[037.051] İçlerinden biri: «Benim, bir arkadaşım vardı» dedi.
[037.052] Derdi ki: Sen de mi tasdik edenlerdensin?
[037.053] Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten biz cezalanacak mıyız?»
[037.054] (Konuşan yanındakilere) Der ki: «Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?»
[037.055] Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
[037.056] Ona der ki: «Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.»
[037.057] «Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum.»
Bu ayetlerdeki konuşmalar bizlere, ahirette cennet ve cehennem ile karşılık gören iki kişinin, dünyada iken arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile olan yakınlığını da göstermektedir. Cennet ehli olan kişi, cehennem ehli olan kişi ile velayet ilişkisi içinde değil, arkadaşlık ilişkisi içinde dünya hayatlarında birbirleri ile olan arkadaşlığını sürdürmüşlerdir.
Tebliğ konusu ile ilgili olarak düşündüğümüzde, inandığımız dinin doğrularını başkalarına, yani inanmayanlara tebliğ etmek için, onlarla bir şekilde ilişki kurmak kaçınılmaz hatta gereklidir. Karşınızdaki kimseye tebliğ etmek için ona karşı olan yaklaşımımız insan olmanın gerekleri göz önünde bulundurularak olması gerektiğine göre, inanmayanlar ile ilişkilerin tamamen kesilmesi gibi bir durum da söz konusu olamaz. İnanmayanlar ile olan ilişkilerin kesilme emri onlar ile velayet ilişkisi içine girilmemesi noktasındadır.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın odak kavramlarından olan Veli nin , meallerde Dost olarak çevrilmesi, inanmayanlar ile ilişkileri olan bazı kimselerde, Allah bizleri bu kimseler ile dostluk kurmamayı mı emrediyor? şeklinde sorulara sebep olmaktadır. Allah (c.c) bizleri kafir, münafık, müşrik olarak nitelediği kimseler ile Veli kavramının anlam alanına dahil olan konularda ilişki kurulmasını yasaklamış olup, onlarla insani ilişkiler kurulmasını yasaklamamıştır.
Mü'min bir kimse, Mü'min olmayan bir kimse ile arkadaşlık bazında ilişkilerini yürütebilir, ancak bu ilişki Mü'min olmayan kimsenin inancını sahiplenmek, onun inancını savunmak noktasına geldiği zaman tehlike arz etmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) nin Kafir, Hristiyan, Yahudi, Müşrik, Münafık olarak tanımladığı, ve Onları veliler edinmeyin şeklinde verdiği emirler, onlarla veli kavramının anlam alanına giren konulardaki ilişkileri yasaklamaktadır. Allah (c.c) İslam inancına sahip olmayanların inançlarını sahiplenmek ve onların inanç esas ve kaidelerini kendi hayatlarına aktarmayı yasaklamıştır.
Peki bu insanlarla hiç mi ilişki kurulmayacak ?.
[005.005] Bugün, size, iyi ve temiz olanlar helal kılındı. Kitab verilmiş olanların yemeği size helaldir, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitab verilenlerdenb iffetli kadınlar, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve mehirlerini verdiğinizde size helaldir. Kim de imanı inkar ederse; yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.
Maide s. 5. ayetini okuduğumuzda, Kitap Ehli olarak tanımlanan kimselerin yemeğini yemekte, onların da Müslümanların yemeğini yemelerinde, yine bu kimselerin kadınları ile evlenilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir.
Bu beyanlar ne anlama gelmektedir ?.
Bu beyanlar, Müslüman olmayanlarla velayet ilişkisi içine girilmeden insani anlamda ilişkiler kurulabileceği anlamına gelmektedir. Çünkü insanların birbirleri ile yemek yemeleri ve evlenmeleri, insani anlamda ilişkiler kurulması demek olup , Allah (c.c) Müslümanların kendilerinin dışındaki insanlar ile bu tür ilişkiler kurmasına izin vermiştir.
Ayrıca Kur'an içinde geçen bazı ayetlerde Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki ilişkilerin ip uçlarını görmek mümkündür.
[018.032] Onlara iki adamı örnek ver ki; birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik.
[018.033] Her iki bahçe de ürünlerini vermişlerdi, hiçbir şeyi de eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.
[018.034] (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer) leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: «Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.»
[018.035] Adam, bu şekilde kendine zulmederek bağına girdi ve şöyle dedi: «Bunun hiç yok olacağını sanmıyorum»
[018.036] «Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.»
[018.037] Arkadaşı da ona karşılık vererek dedi ki: «Sen, seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da insan şekline koyan Rabbini inkar mı ediyorsun?
[018.038] «Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.»
[018.039] «Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, lâ kuvvete illâ billah' demeli değil mi idin, eğer beni malca ve evlatça daha az görüyorsan?»
[018.040] «Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir.»
[018.041] «Yahut, bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arayıp bulamazsın.»
Yukarıdaki Kehf suresinde geçen Bahçe Sahipleri kıssasında iki kişi arasında geçen konuşmalara dikkat ettiğimizde bir kişinin Kafir, diğer kişinin ise Mümin olduklarını görmekteyiz. Ayet onların arasındaki ilişkiyi Sahibuhu (arkadaşı) olarak ifade etmektedir.
Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, Mü'min bir kimsenin Kafir bir kimse ile arasındaki arkadaşlık ilişkisidir. Mü'min kişi Kafir olan kişi ile velayet ilişkisi içine girmeden arkadaşlık sınırları dahilinde ilişkisini yürütmekte, onu yaptığı yanlışa karşı uyarmaktadır.
Saffat s. ayetlerinde, cennet ehli bir kimsenin, cehenneme düşmüş bir kimse ile olan konuşmasına baktığımızda, aralarında yine bir arkadaşlık ilişkisi olduğunu görmekteyiz.
[037.051] İçlerinden biri: «Benim, bir arkadaşım vardı» dedi.
[037.052] Derdi ki: Sen de mi tasdik edenlerdensin?
[037.053] Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten biz cezalanacak mıyız?»
[037.054] (Konuşan yanındakilere) Der ki: «Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?»
[037.055] Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
[037.056] Ona der ki: «Allah'a and olsun ki, az kalsın beni de mahvedecektin.»
[037.057] «Eğer Rabbimin lütfu olmasaydı ben de oraya götürülenlerden olurdum.»
Bu ayetlerdeki konuşmalar bizlere, ahirette cennet ve cehennem ile karşılık gören iki kişinin, dünyada iken arkadaşlık ilişkisi içinde birbirleri ile olan yakınlığını da göstermektedir. Cennet ehli olan kişi, cehennem ehli olan kişi ile velayet ilişkisi içinde değil, arkadaşlık ilişkisi içinde dünya hayatlarında birbirleri ile olan arkadaşlığını sürdürmüşlerdir.
Tebliğ konusu ile ilgili olarak düşündüğümüzde, inandığımız dinin doğrularını başkalarına, yani inanmayanlara tebliğ etmek için, onlarla bir şekilde ilişki kurmak kaçınılmaz hatta gereklidir. Karşınızdaki kimseye tebliğ etmek için ona karşı olan yaklaşımımız insan olmanın gerekleri göz önünde bulundurularak olması gerektiğine göre, inanmayanlar ile ilişkilerin tamamen kesilmesi gibi bir durum da söz konusu olamaz. İnanmayanlar ile olan ilişkilerin kesilme emri onlar ile velayet ilişkisi içine girilmemesi noktasındadır.
Sonuç olarak ; Kur'an'ın odak kavramlarından olan Veli nin , meallerde Dost olarak çevrilmesi, inanmayanlar ile ilişkileri olan bazı kimselerde, Allah bizleri bu kimseler ile dostluk kurmamayı mı emrediyor? şeklinde sorulara sebep olmaktadır. Allah (c.c) bizleri kafir, münafık, müşrik olarak nitelediği kimseler ile Veli kavramının anlam alanına dahil olan konularda ilişki kurulmasını yasaklamış olup, onlarla insani ilişkiler kurulmasını yasaklamamıştır.
Mü'min bir kimse, Mü'min olmayan bir kimse ile arkadaşlık bazında ilişkilerini yürütebilir, ancak bu ilişki Mü'min olmayan kimsenin inancını sahiplenmek, onun inancını savunmak noktasına geldiği zaman tehlike arz etmeye başlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Mart 2017 Perşembe
Fatiha s. 6. Ayeti : Allah (c.c) Kullarını Doğru Yola Nasıl İletir ?
Fatiha adı ile bildiğimiz sure , 7 den 70 e bir çok Müslüman tarafından ezbere bilinmekte ve her gün namazlarda okunmaktadır. Bizlerin kulluk bilincine sahip olmamızı sağlayacak mesajları olan bu surenin 6. ayeti olan İhdinassıratal mustakıme (Bizi doğru yola ilet) şeklinde yaptığımız duanın , nasıl bir anlama ve hayatımızda nasıl bir yeri olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır.
Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.
Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir.
Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.
Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.
Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.
Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir.
Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.
Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.
[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?
Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.
Sıddık , Şehit , Salihlerden olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.
Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir.
Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.
Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.
Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.
Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir.
Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.
Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.
Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.
Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir.
Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.
Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.
[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?
Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.
Sıddık , Şehit , Salihlerden olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.
Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir.
Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.
Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.
6 Mart 2017 Pazartesi
Kehf s. 25. Ayetinin Esed, İslamoğlu ve Öztürk Tarafından Yapılmış Olan Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza
Kur'an'ın Arap dilini bilmeyen insanlar tarafından anlaşılabilmesi için farklı dillere çevrilmesi, veya Tefsir dediğimiz yöntem ile bazı ayetlerinin yorumlanması , İslam dünyasında yapılan yaygın çalışmalardandır. Bu tefsir ve mealleri yapanların sahip oldukları bilgi birikimini bu çalışmalarına yansıtmış olmaları ise bir realitedir.
Tefsirlere bakıldığında bazı ayetlerin yorumlarının birbirlerinden farklı , hatta taban tabana zıt bir şekilde yapılmış olduğu , bir çok tefsir okuyucusunun gözünden kaçmamaktadır. Tefsirlerde yapılan bu yorumların doğru veya yanlış olma ihtimali elbette mevcuttur. Bir tefsircinin yapmış olduğu ayet yorumu , sahip olduğu bilgi birikiminin bir sonucu olup , hiç bir tefsirci yapmış olduğu yorumu nihai doğrular olarak göstermek , kendi görüşlerinin doğrultusunda yapılmayan yorumları mahkum etmek hakkına asla sahip değildir.
Tefsir çalışmaları , Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında kişilere daha geniş bir alan sağlarken, meal çalışmaları , tefsir kadar geniş alanda ayetleri yorumlama imkanı sağlamaz. Meal yapıcıları farklı yorumlanmaya müsait olan ayetlerde o ayetin aslına sadık kalmak sureti ile çevirmek zorundadırlar. Meal yapıcısı farklı yoruma müsait olan ayetlerde , doğru olduğunu düşündüğü yorumu , ayet çevirisi üzerinde parantez açmak, veya metin üzerinde oynama yapmak sureti ile kabul ettiği yorumu ayete onaylatmak hak ve yetkisine sahip değildir.
Söylemek istediklerimiz , bu konuda somut örnek göstermeye çalıştığımızda , daha net olarak anlaşılacaktır.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Yukarıdaki ayet Kehf s. 25. ayeti olup , Ashabı Kehf'in mağarada kalış süreleri ile ilgili olarak bir rakam vermektedir. Ayetin aslına uygun olarak yapılmış çevirisi şu şekildedir;
Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar. (Ö. Nasuhi Bilmen)
Bu ayet tefsirlerde iki farkı şekilde yorumlanmaktadır. Birinci yoruma göre Allah (c.c) Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıklarını haber vermektedir. İkinci yoruma göre ise , Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıkları konusunda insanların ortaya koyduğu iddia olup bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulması ile , insanlar tarafından ortaya atılan bu kalış süresi ret edilmektedir.
Kehf s. 25. ayeti ile ilgili olarak yapılan iki farklı yorumun birisinin doğru , birisinin yanlış olma ihtimali mevcuttur. Her iki yorumun da doğru olması mümkün değildir. Ancak doğru olarak kabul ettiğimiz yorumun doğruluğunu , veya yanlış olarak kabul ettiğimiz yorumun yanlış olduğunu bize haber verecek tek merci Allah (c.c) olup , hiç kimsenin artık ondan böyle bir haberi alması da mümkün değildir.
Yani bir ayetin yorumu hakkında doğru veya yanlış şeklinde öne süreceğimiz iddia , ortaya koyduğumuz deliller neticesindedir , ve bu delillerin doğruluğunu veya yanlışlığını onaylayacak ilahi bir merci yoktur.
Ortada böyle bir durum mevcut iken , bu ayet ile ilgili olarak yapılan yorumların herhangi birisinin kesin doğru , diğerinin ise kesin yanlış olarak nitelendirilmesi , yanlış bir tutum olacaktır. Bu ayet ile ilgili olarak yapılacak tek şey , kişinin doğru olarak kabul ettiği yorumu tercih etmesi , kabul etmediği yorumu ise yanlış olarak mahkum etmemesi olacaktır.
Ancak hiç kimsenin iki farklı yoruma açık olan bir ayetin çevirisi üzerinden kendi tercih ettiği yorumu ayete onaylatmak hakkı ve yetkisi de yoktur.
Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış olan çevirilerine baktığımızda , farklı yorumlardan birisini tercih ettiklerini ve bu tercihlerini yapmış oldukları ayet çevirilerine yansıttıklarını görmekteyiz.
Muhammed Esed :
Ve (bazıları,) onlar(ın) mağaralarında üçyüz yıl kaldı(ğını ileri sürüyor) ve kimileri de (bu sayıya) dokuz yıl daha ekliyorlar.
Mustafa İslamoğlu :
İmdi (kimileri) Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar (diye iddia ederlerken), bir (başkaları) da bu sayıya dokuz yıl daha ekledi.
Mustafa Öztürk :
Bazıları o gençlerin mağaralarında üç yüz yıl uyuyup kaldıklarını söylüyor. Bazıları ise buna dokuz yıl daha ekleyip üç yüz dokuz yıl kaldıklarından söz ediyor
Dikkat edilirse Kehf s. 25. ayetinin yapılan çevirileri , ayetin 2 farklı yorumundan birisinin tercih edilmiş halinin Allah'ın ayetine onaylatılmış bir halidir.
Herkesin Kur'an ayetleri üzerinde yorum yapmak veya yapılmış olan yorumlardan uygun olduğunu düşündüğünü kabul etmek hakkı elbette vardır. İsimlerini verdiğimiz kişiler bu alanda söz sahibi olduğunu düşündüğümüz kişilerdir. Ancak bu ayetlerin çevirisinde hatalı bir yöntem sergileyerek doğru veya yanlış olma ihtimali olan kendi düşüncelerini doğru olarak kabul ederek , Kehf s. 25. ayetini bu doğrultuda çevirmişlerdir.
İsimlerini verdiğimiz kişilerin Kehf s. 25. ayetinin , Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi değil , başkalarının böyle bir süre vermiş olduğunu , ve bu sürenin Allah (c.c) tarafından ret edildiği şeklinde yapılan yorumların doğru olduğunu kabul etmek hakları vardır. Ancak hiç kimsenin böyle bir yorumu , ayetin metni üzerinde oynamalar yapmak , veya parantez açmak sureti ile Allah (c.c) nin böyle söylediğini iddia etmek hakkı ve yetkisi yoktur.
Sayın İslamoğlu ve Öztürk , neden böyle bir çeviriyi tercih ettiklerini dip not olarak açıklamış olmalarına rağmen , onların kendi tercihlerini ayetin çevirisine yansıtmaya hakları olmadığını düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Esed ve İslamoğlu tarafından yapılan Kehf s. 25. ayetinin çevirisindeki şahsi yorumlar parantez içine alınmış olmasına rağmen , Öztürk tarafından yapılan çevirideki şahsi yorumlar , parantez içine dahi alınmadan sanki Allah (c.c) böyle diyormuş gibi gösterilerek daha bariz bir hataya imza atılmıştır.
Bu kimselerin yapmaları gereken , önce ayeti aslına sadık bir şekilde çevirmek , ayetin yorumu hakkındaki şahsi tercihlerini ise , dip not olarak belirtmek olması iken, kabul etmedikleri diğer yorumu görmezden gelerek , tek ve nihai doğru olarak kendi görüşlerini dikte ettirmeye çalışmış olmaları kabul edilir bir durum değildir.
Anlam yorum tarzında Kur'an çevirisi yapan kimselerin bir çoğu , ayet çevirisi gibi yorum alanı dar bir alanda çalıştıklarını unutarak , yorum alanı daha geniş olan ayet tefsiri alanında çalıştıkları zannetmeleri , veya yaptıkları çeviri tarzının bunu gerektirdiğini düşünerek ayet üzerinde bu tür tasarrufları yapmayı , kendilerine verilmiş bir yetki olarak görmektedirler.
Ancak bu tarz çevirilerin , okuyucular tarafından Allah'ın kesin olarak böyle dediği gibi bir zanna kapılmalarına ve farklı yorumlara açık olan ayetlerdeki yorum farklılıklarının önünü kapatmalarına sebep oldukları unutulmamalıdır.
Amacımızın bu çevirileri yapanların kişiliklerini zedelemek olmadığını özellikle hatırlatmak isteriz. Amacımız , bu veya başka kişilerin yaptıkları Anlam Yorum tarzı çevirilerin , kişilerin indi görüşlerini ayete söyletmeye daha müsait bir çeviri tarzı olduğu , meal okuyucularını ise daha dikkatli olması yönünde hatırlatmalar yapmaya yöneliktir.
Anlam Yorum tarzında yapılan Kur'an çevirilerini tamamen mahkum etmek gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte , konu etmeye çalıştığımız ayet örneğinde olduğu gibi , yoruma açık bazı ayet meallerinde Anlam yorum tarzı çevirilerin , kişisel tercihlerin öne çıktığı bir tarz olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Kehf s. 25. ayetinin iki farklı yorumundan hangisini tercih ettiğimiz sorulacak olursa , ayetin Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu ve o yorumu kabul ettiğimizi söyleyebiliriz. Bu kabulümüzün gerekçesi olarak ta şunları söyleyebiliriz ;
Ashabı Kehf'in mağarada uzun yıllar uyutulduktan sonra uyandırılan bir topluluk olduğunu onların kıssasının anlatıldığı ayetlerden öğrenmekteyiz. Ashabı Kehf'in sayıları ile ilgili ortaya atılan iddiaların ret edildiği 22. ayete baktığımızda seyekulune (diyecekler) şeklinde başlaması , başkaları tarafından bu konuda söylenecek ,olan iddiaların yanlış olduğunu beyan etmektedir.
Eğer Ashabı Kehf'in 309 yıl uyumuş olduğu , başkaları tarafından ortaya atılan , veya atılacak bir iddia ise , 22. ayette bulunan seyekulune kelimesinin 25. ayette de bulunması gerektiğini ve ayetin "Ve diyecekler ki onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar" şeklinde gelerek , onların Ashabı Kehf'in 309 yıl uyuduğunu söylediklerini ve 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir velisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulmuş olması ile karşı tarafın verdiği bu rakamın yanlış olduğunun beyan edildiği bize gösterilebilirdi.
[018.025] Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar.
[018.026] Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O ne güzel görendir. O ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka velisi yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.
Kehf s. 25. ayetini üzerinde herhangi bir oynama yapmadan okuduğumuzda Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl uyutulmuş olduğu , 26. ayette ise bu süreyi en iyi Allah (c.c) nin bildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yapılan ikinci yorum ise yukarıda görüldüğü gibi ayet üzerinde oynama ve parantezler sonucu yapılmış bir yorum olarak görülmektedir.
Bizim Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl kaldığını düşünmemiz bize , bu ayet hakkında yapılan diğer yorumu mahkum etmek hakkı vermez. bu ayet hakkındaki diğer yorumu kabul edenlere ise , kabul ettikleri yorumu ayete onaylatmak için ayet üzerinde oynama hakkını ise hiç vermez.
Bu meyandaTelevizyon ekranlarında tefsir dersleri yapan bazı hocaların yöntemleri üzerinde bir kaç söz etmek istiyoruz ;
Bazı hocalarımızın , yapmış oldukları tefsir derslerinde , tefsirciler tarafından farklı yorumlar yapılan bazı ayetlerin , sadece kendileri tarafından doğru olduğunu düşündükleri yorumlarına yer vermekte olduklarına , veya kendilerinin kabul ettiği yorumları kesin doğru kendilerinin kabul etmedikleri yorumları ise kesin yanlış şeklinde mahkum eden konuşmalarına şahit olmaktayız.
Bu hocalarımıza tavsiyemiz şu olacaktır ; Tefsir ettikleri ayetlerde kabul etmeseler dahi o ayetin farklı yorumları olduğunu dinleyicilerine aktarmalı , kendilerinin farklı yorumlardan hangisini tercih ettiklerini söylemelidirler. Dinleyiciler bu sayede daha geniş bir bakış açısı kazanacak , dersi veren hocamız da kendi görüşünü mutlaklaştırmamış olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. 25. ayetinin Esed , İslamoğlu ve Öztürk tarafından yapılmış olan çevirileri örneğinde , Kur'an çevirilerinde hatalı bir yöntem olduğunu düşündüğümüz , bazı ayetlerin aslına sadık kalmamak sureti ile , istenilen doğrultuda anlam verilmesinin yanlışlığına dikkat çekmeye çalıştık.
Bahsettiğimiz hatalı yöntemi bu 3 kişinin yaptığı bir meal üzerinden örneklendirmiş olmamız , bu tür hataların sadece bu 3 kişi tarafından yapıldığı veya onları hedef almak gibi bir niyete matuf olmadığı bilinmelidir.
Kur'an çevirileri , Kur'an tefsirine göre daha dar bir alana sahip olup , tefsircilerin bir ayet hakkında sahip olduğu farklı görüşlerin birisinin kabul edilerek , ayetin o yönde çevrilmeye çalışılması kabul edilebilir bir yöntem değildir. Çevirmen ayet üzerinde tarafsız bir bakış açısına sahip olmalı , bir ayet hakkındaki sahip olduğu görüşü ayete onaylatmaya çalışmamalıdır.
Bu noktada Kur'an meali okuyucusuna da görevler düşmekte , tek bir meale bağlı kalmak o meali yapan kimsenin muhtemel bazı hatalarını görememek olacağı için , bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumaya çalışmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Tefsirlere bakıldığında bazı ayetlerin yorumlarının birbirlerinden farklı , hatta taban tabana zıt bir şekilde yapılmış olduğu , bir çok tefsir okuyucusunun gözünden kaçmamaktadır. Tefsirlerde yapılan bu yorumların doğru veya yanlış olma ihtimali elbette mevcuttur. Bir tefsircinin yapmış olduğu ayet yorumu , sahip olduğu bilgi birikiminin bir sonucu olup , hiç bir tefsirci yapmış olduğu yorumu nihai doğrular olarak göstermek , kendi görüşlerinin doğrultusunda yapılmayan yorumları mahkum etmek hakkına asla sahip değildir.
Tefsir çalışmaları , Kur'an ayetlerinin yorumlanmasında kişilere daha geniş bir alan sağlarken, meal çalışmaları , tefsir kadar geniş alanda ayetleri yorumlama imkanı sağlamaz. Meal yapıcıları farklı yorumlanmaya müsait olan ayetlerde o ayetin aslına sadık kalmak sureti ile çevirmek zorundadırlar. Meal yapıcısı farklı yoruma müsait olan ayetlerde , doğru olduğunu düşündüğü yorumu , ayet çevirisi üzerinde parantez açmak, veya metin üzerinde oynama yapmak sureti ile kabul ettiği yorumu ayete onaylatmak hak ve yetkisine sahip değildir.
Söylemek istediklerimiz , bu konuda somut örnek göstermeye çalıştığımızda , daha net olarak anlaşılacaktır.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Yukarıdaki ayet Kehf s. 25. ayeti olup , Ashabı Kehf'in mağarada kalış süreleri ile ilgili olarak bir rakam vermektedir. Ayetin aslına uygun olarak yapılmış çevirisi şu şekildedir;
Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar. (Ö. Nasuhi Bilmen)
Bu ayet tefsirlerde iki farkı şekilde yorumlanmaktadır. Birinci yoruma göre Allah (c.c) Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıklarını haber vermektedir. İkinci yoruma göre ise , Ashabı Kehf'in mağarada kaç yıl kaldıkları konusunda insanların ortaya koyduğu iddia olup bir sonraki 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulması ile , insanlar tarafından ortaya atılan bu kalış süresi ret edilmektedir.
Kehf s. 25. ayeti ile ilgili olarak yapılan iki farklı yorumun birisinin doğru , birisinin yanlış olma ihtimali mevcuttur. Her iki yorumun da doğru olması mümkün değildir. Ancak doğru olarak kabul ettiğimiz yorumun doğruluğunu , veya yanlış olarak kabul ettiğimiz yorumun yanlış olduğunu bize haber verecek tek merci Allah (c.c) olup , hiç kimsenin artık ondan böyle bir haberi alması da mümkün değildir.
Yani bir ayetin yorumu hakkında doğru veya yanlış şeklinde öne süreceğimiz iddia , ortaya koyduğumuz deliller neticesindedir , ve bu delillerin doğruluğunu veya yanlışlığını onaylayacak ilahi bir merci yoktur.
Ortada böyle bir durum mevcut iken , bu ayet ile ilgili olarak yapılan yorumların herhangi birisinin kesin doğru , diğerinin ise kesin yanlış olarak nitelendirilmesi , yanlış bir tutum olacaktır. Bu ayet ile ilgili olarak yapılacak tek şey , kişinin doğru olarak kabul ettiği yorumu tercih etmesi , kabul etmediği yorumu ise yanlış olarak mahkum etmemesi olacaktır.
Ancak hiç kimsenin iki farklı yoruma açık olan bir ayetin çevirisi üzerinden kendi tercih ettiği yorumu ayete onaylatmak hakkı ve yetkisi de yoktur.
Kehf s. 25. ayetinin Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu ve Mustafa Öztürk tarafından yapılmış olan çevirilerine baktığımızda , farklı yorumlardan birisini tercih ettiklerini ve bu tercihlerini yapmış oldukları ayet çevirilerine yansıttıklarını görmekteyiz.
Muhammed Esed :
Ve (bazıları,) onlar(ın) mağaralarında üçyüz yıl kaldı(ğını ileri sürüyor) ve kimileri de (bu sayıya) dokuz yıl daha ekliyorlar.
Mustafa İslamoğlu :
İmdi (kimileri) Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar (diye iddia ederlerken), bir (başkaları) da bu sayıya dokuz yıl daha ekledi.
Mustafa Öztürk :
Bazıları o gençlerin mağaralarında üç yüz yıl uyuyup kaldıklarını söylüyor. Bazıları ise buna dokuz yıl daha ekleyip üç yüz dokuz yıl kaldıklarından söz ediyor
Dikkat edilirse Kehf s. 25. ayetinin yapılan çevirileri , ayetin 2 farklı yorumundan birisinin tercih edilmiş halinin Allah'ın ayetine onaylatılmış bir halidir.
Herkesin Kur'an ayetleri üzerinde yorum yapmak veya yapılmış olan yorumlardan uygun olduğunu düşündüğünü kabul etmek hakkı elbette vardır. İsimlerini verdiğimiz kişiler bu alanda söz sahibi olduğunu düşündüğümüz kişilerdir. Ancak bu ayetlerin çevirisinde hatalı bir yöntem sergileyerek doğru veya yanlış olma ihtimali olan kendi düşüncelerini doğru olarak kabul ederek , Kehf s. 25. ayetini bu doğrultuda çevirmişlerdir.
İsimlerini verdiğimiz kişilerin Kehf s. 25. ayetinin , Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi değil , başkalarının böyle bir süre vermiş olduğunu , ve bu sürenin Allah (c.c) tarafından ret edildiği şeklinde yapılan yorumların doğru olduğunu kabul etmek hakları vardır. Ancak hiç kimsenin böyle bir yorumu , ayetin metni üzerinde oynamalar yapmak , veya parantez açmak sureti ile Allah (c.c) nin böyle söylediğini iddia etmek hakkı ve yetkisi yoktur.
Sayın İslamoğlu ve Öztürk , neden böyle bir çeviriyi tercih ettiklerini dip not olarak açıklamış olmalarına rağmen , onların kendi tercihlerini ayetin çevirisine yansıtmaya hakları olmadığını düşündüğümüzü söylemek istiyoruz. Esed ve İslamoğlu tarafından yapılan Kehf s. 25. ayetinin çevirisindeki şahsi yorumlar parantez içine alınmış olmasına rağmen , Öztürk tarafından yapılan çevirideki şahsi yorumlar , parantez içine dahi alınmadan sanki Allah (c.c) böyle diyormuş gibi gösterilerek daha bariz bir hataya imza atılmıştır.
Bu kimselerin yapmaları gereken , önce ayeti aslına sadık bir şekilde çevirmek , ayetin yorumu hakkındaki şahsi tercihlerini ise , dip not olarak belirtmek olması iken, kabul etmedikleri diğer yorumu görmezden gelerek , tek ve nihai doğru olarak kendi görüşlerini dikte ettirmeye çalışmış olmaları kabul edilir bir durum değildir.
Anlam yorum tarzında Kur'an çevirisi yapan kimselerin bir çoğu , ayet çevirisi gibi yorum alanı dar bir alanda çalıştıklarını unutarak , yorum alanı daha geniş olan ayet tefsiri alanında çalıştıkları zannetmeleri , veya yaptıkları çeviri tarzının bunu gerektirdiğini düşünerek ayet üzerinde bu tür tasarrufları yapmayı , kendilerine verilmiş bir yetki olarak görmektedirler.
Ancak bu tarz çevirilerin , okuyucular tarafından Allah'ın kesin olarak böyle dediği gibi bir zanna kapılmalarına ve farklı yorumlara açık olan ayetlerdeki yorum farklılıklarının önünü kapatmalarına sebep oldukları unutulmamalıdır.
Amacımızın bu çevirileri yapanların kişiliklerini zedelemek olmadığını özellikle hatırlatmak isteriz. Amacımız , bu veya başka kişilerin yaptıkları Anlam Yorum tarzı çevirilerin , kişilerin indi görüşlerini ayete söyletmeye daha müsait bir çeviri tarzı olduğu , meal okuyucularını ise daha dikkatli olması yönünde hatırlatmalar yapmaya yöneliktir.
Anlam Yorum tarzında yapılan Kur'an çevirilerini tamamen mahkum etmek gibi bir düşüncemiz olmamakla birlikte , konu etmeye çalıştığımız ayet örneğinde olduğu gibi , yoruma açık bazı ayet meallerinde Anlam yorum tarzı çevirilerin , kişisel tercihlerin öne çıktığı bir tarz olduğunu da hatırlatmak isteriz.
Kehf s. 25. ayetinin iki farklı yorumundan hangisini tercih ettiğimiz sorulacak olursa , ayetin Ashabı Kehf'in mağarada kaldıkları süreyi haber verdiği şeklindeki yorumun daha isabetli olduğunu ve o yorumu kabul ettiğimizi söyleyebiliriz. Bu kabulümüzün gerekçesi olarak ta şunları söyleyebiliriz ;
Ashabı Kehf'in mağarada uzun yıllar uyutulduktan sonra uyandırılan bir topluluk olduğunu onların kıssasının anlatıldığı ayetlerden öğrenmekteyiz. Ashabı Kehf'in sayıları ile ilgili ortaya atılan iddiaların ret edildiği 22. ayete baktığımızda seyekulune (diyecekler) şeklinde başlaması , başkaları tarafından bu konuda söylenecek ,olan iddiaların yanlış olduğunu beyan etmektedir.
Eğer Ashabı Kehf'in 309 yıl uyumuş olduğu , başkaları tarafından ortaya atılan , veya atılacak bir iddia ise , 22. ayette bulunan seyekulune kelimesinin 25. ayette de bulunması gerektiğini ve ayetin "Ve diyecekler ki onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar" şeklinde gelerek , onların Ashabı Kehf'in 309 yıl uyuduğunu söylediklerini ve 26. ayette "De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir velisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez." buyurulmuş olması ile karşı tarafın verdiği bu rakamın yanlış olduğunun beyan edildiği bize gösterilebilirdi.
[018.025] Ve onlar mağaralarında üçyüz sene durdular. Dokuz (sene) de arttırdılar.
[018.026] Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, de. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O ne güzel görendir. O ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka velisi yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.
Kehf s. 25. ayetini üzerinde herhangi bir oynama yapmadan okuduğumuzda Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl uyutulmuş olduğu , 26. ayette ise bu süreyi en iyi Allah (c.c) nin bildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yapılan ikinci yorum ise yukarıda görüldüğü gibi ayet üzerinde oynama ve parantezler sonucu yapılmış bir yorum olarak görülmektedir.
Bizim Ashabı Kehf'in mağarada 309 yıl kaldığını düşünmemiz bize , bu ayet hakkında yapılan diğer yorumu mahkum etmek hakkı vermez. bu ayet hakkındaki diğer yorumu kabul edenlere ise , kabul ettikleri yorumu ayete onaylatmak için ayet üzerinde oynama hakkını ise hiç vermez.
Bu meyandaTelevizyon ekranlarında tefsir dersleri yapan bazı hocaların yöntemleri üzerinde bir kaç söz etmek istiyoruz ;
Bazı hocalarımızın , yapmış oldukları tefsir derslerinde , tefsirciler tarafından farklı yorumlar yapılan bazı ayetlerin , sadece kendileri tarafından doğru olduğunu düşündükleri yorumlarına yer vermekte olduklarına , veya kendilerinin kabul ettiği yorumları kesin doğru kendilerinin kabul etmedikleri yorumları ise kesin yanlış şeklinde mahkum eden konuşmalarına şahit olmaktayız.
Bu hocalarımıza tavsiyemiz şu olacaktır ; Tefsir ettikleri ayetlerde kabul etmeseler dahi o ayetin farklı yorumları olduğunu dinleyicilerine aktarmalı , kendilerinin farklı yorumlardan hangisini tercih ettiklerini söylemelidirler. Dinleyiciler bu sayede daha geniş bir bakış açısı kazanacak , dersi veren hocamız da kendi görüşünü mutlaklaştırmamış olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. 25. ayetinin Esed , İslamoğlu ve Öztürk tarafından yapılmış olan çevirileri örneğinde , Kur'an çevirilerinde hatalı bir yöntem olduğunu düşündüğümüz , bazı ayetlerin aslına sadık kalmamak sureti ile , istenilen doğrultuda anlam verilmesinin yanlışlığına dikkat çekmeye çalıştık.
Bahsettiğimiz hatalı yöntemi bu 3 kişinin yaptığı bir meal üzerinden örneklendirmiş olmamız , bu tür hataların sadece bu 3 kişi tarafından yapıldığı veya onları hedef almak gibi bir niyete matuf olmadığı bilinmelidir.
Kur'an çevirileri , Kur'an tefsirine göre daha dar bir alana sahip olup , tefsircilerin bir ayet hakkında sahip olduğu farklı görüşlerin birisinin kabul edilerek , ayetin o yönde çevrilmeye çalışılması kabul edilebilir bir yöntem değildir. Çevirmen ayet üzerinde tarafsız bir bakış açısına sahip olmalı , bir ayet hakkındaki sahip olduğu görüşü ayete onaylatmaya çalışmamalıdır.
Bu noktada Kur'an meali okuyucusuna da görevler düşmekte , tek bir meale bağlı kalmak o meali yapan kimsenin muhtemel bazı hatalarını görememek olacağı için , bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumaya çalışmasıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)