Kur'an kıssaları geçmiş yaşantılardan kesitler sunarak , gelecek olan yaşantılara örnekler veren anlatımlardır. Süleyman (a.s) kıssası , kendisine yönetim gücü ve servet verilenlerin , bu gücü nasıl kullanmaları gerektiği dair bilgiler ihtiva etmektedir. Onun kıssasında geçen, Cinler ve Şeytanların onun emrine verilmiş olmasının bizlere dönük nasıl bir mesaj taşıyabileceğini konu etmeye çalışacağımız bu yazımızda , konumuz ile ilgili ayetlerin mealleri şöyledir;
[034.012] Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay
(mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik) ; erimiş bakır madenini ona sel gibi
akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de
vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin
azabından tattırırdık.
[034.013] Onlar, ona mihraplar, heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve sabit
kazanlardan her ne isterse yaparlardı. Çalışın ey Davud hanedanı, şükür için
çalışın! Kullarım arasında şükreden azdır.
[038.036-8] Bunun üzerine Biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca
giden rüzgarı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı
diğerlerini onun buyruğu altına verdik.
Süleyman (a.s) çok geniş bir coğrafi alana yayılmış toprakları ve bu geniş alanda yaşayan kalabalık bir insan nüfusunu yöneten bir hükümdardır. Bu coğrafi alandaki insanları yönetmek , yönetim gücü ve kabiliyeti gerektirmektedir.
Meallerini verdiğimiz ayetler, onun yönetimi altındaki insanları nasıl yönettiğine dair anlatımlar olup, bu ayetlerin bir devlet içindeki insanların nasıl yönetilmesi gerektiği dair mesajlar içermekte olduğunu söyleyebiliriz . Süleyman (a.s) kıssası okunurken onun hükümdar olması dikkate alınarak okunmaya çalışıldığında , kıssa masal olmaktan çıkarak, güncel hayata dair mesajlar olmaya başlayacaktır.
"Cinler" ve "Şeytanlar" olarak ifade edilenlerin kim oldukları noktasında söyleyeceklerimiz , bazı kimselerden tarafından yadırganabilir. Böyle bir ifadenin kullanılmış olması , Kur'anda bu isimle anılan varlık guruplarının isyankar , bozguncu , insanları ayartan v.s gibi vasıflara sahip olması olup , bu vasıflara sahip olan veya bu vasıflara sahip olma potansiyeli bulunan insan guruplarının , bir devlet yönetimi altında nasıl kontrol altında tutulabileceğini yukarıdaki ayetlerden okumak mümkündür.
Süleyman (a.s) kıssası genellikle hayat içinden kopuk bir anlayışla okunduğu için, kıssa içinde geçen bazı anlatımların gerçek hayata dair mesajlar olarak okunmaya çalışılmaması sonucunda , kıssanın doğru mesajı maalesef okunamamaktadır. Kıssa genellikle "aya değil parmağa bakmak" yöntemi ile veya kerameti müritlerinden menkul din baronlarının sahtekarlıklarına payanda olması amacına dönük okunduğu için , asıl mesaj ıskalanarak , bize herhangi bir faydası olmayacak kısır tartışmalar içinde buhar olup gitmiştir.
Yine tekrarlamak isteriz ki ; Biz, ayetlerde geçen "Cinler" ve "Şeytanlar" ifadeleri ile onların ontolojik kimliklerini değil , Kur'anda bu kimlikler üzerinden ifade edilenlerin Kur'an geneline baktığımızda olumsuz bir anlamda kullanılmış olmasından hareketle , Süleyaman (a.s) kıssası içindeki anlatımlar ile, bir devlet çatısı altında bu vasfa veya potansiyele sahip insanların nasıl yönetilebileceği yazının konusu olacaktır.
Bir ülke toprakları içinde yaşayan insanların, bir takım etnik farklılıkları olması bir realitedir. Din , dil , ırk , kavim , renk vs. gibi farklılıkları taşıyan insanlar, aynı ülke ve devlet çatısı altında birlik , beraberlik ve huzur içinde nasıl yaşaması gerektiğini bize yine Kur'an öğretmektedir.
Süleyman (a.s) kıssası içinde geçen cin ve şeytanları , o ülkede yaşayan etnik azınlık veya ülke içinde yaşayan diğer insan gurupları ile birbirleri arasında husumet olan insanlar olarak okumaya çalıştığımızda , kıssanın güncel mesajını okumak kolaylaşacaktır.
Her ülke ve devlet içinde, etnik farklılıkları olan insan gurupları mutlaka bulunur , asıl olan bu farklılıkların, o insanlar arasında kin ve düşmanlık vesilesi değil , Hucurat s. 13. ayeti gereğince, birlik ve beraberlik vesilesi olarak görülmesini sağlamak , bir devletin asli vazifesi olmalıdır. Devletin yönetim modeli , o devlet içinde yaşayan insanlar üzerinde önemli bir paya sahiptir.
Bir devletin topraklarına göz koymuş, bir başka düşman ülke, tarih boyunca var olmuş , her zaman da var olacaktır. Bu devletler, topraklarına göz koydukları devletleri ele geçirebilmek için, bu gibi etnik ayrılıkları fırsata dönüştürmek gayesi ile , halkın içinde fitne ateşini körükleyerek devletleri güçsüz bırakma yollarını denemektedirler.
Devletler , düşmanlarının ellerine koz vermemek için , kendi içlerinde mevcut olan, bu gibi farklı guruplara mensup olan insanlar arasında ayrım yapmamak ve onları adalet anlayışına uygun bir biçimde yönetmek zorundadırlar.
Süleyman (a.s) ın yönetimi, bu noktada örnek bir yönetim modeli olarak bizlerin karşısındadır. Cinler ve şeytanlar olarak ifade edilen insan guruplarını çalıştırmak sureti ile öncelikle onların ekonomik olarak sıkıntı içine düşmemelerini hem de böyle bir mekanizma içinde yer alarak , Süleyman (a.s) ın yönetimi ile barışık olmalarını sağlamıştır.
"Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra(boyun eğdirdik)"
Bu cümle Süleyman (a.s) ın geniş bir coğrafya üzerinde hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Ayeti lafızcı bir anlam ile okuduğumuzda rüzgarların esmesini kontrol altında tutması gibi bir anlam çıkar ki böyle bir anlam yanıltıcı olacaktır. Rüzgarın Süleyman (a.s) a boyun eğmesinin ne anlama gelebileceğini, Enfal s. 46. ayetine baktığımızda daha kolay anlayabiliriz.
[008.046] Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra
korkuya kapılırsınız da zaafa düşerseniz ve rüzgarınız gider. Sabredin, muhakkak
ki Allah; sabredenlerle beraberdir.
Bu ayette "Rüzgarınız gider" şeklinde kullanılan deyimin anlamı , bir topluluğun birbiri ile çekiştiği zaman , sahip oldukları gücün ellerinden gitmesi anlamında olup , Süleyman (a.s) ın rüzgarını da bu anlamda okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Yani Süleyman (a.s) çok geniş coğrafyaya hükmeden güçlü bir hükümdardır.
"erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık"
Bir devletin güçlü ve kuvvetli olması için askeri ve teknolojik bakımdan üstün bir güce sahip olması gerekmektedir. Başkalarına bağımlı olarak yaşayan devletler , hiç bir zaman güçlü bir devlet olamazlar. Halkı için gerekli olan maddeleri temin etmekte dışa bağımlı olan devletler , hele hele stratejik önemi olan maddeleri temin etmekte dışa bağımlı olan ülkeler , yeri geldiğinde ambargoya maruz kalarak elleri kolları bağlanarak dış devletlerin kölesi durumuna geleceklerdir.
Bu cümle, Süleyman (a.s) ın askeri ve teknolojik bakımdan büyük bir üstünlüğe sahip olduğunu ifade etmektedir.
"Onun eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan bir kısım cinler de vardı."
"bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,"
"Onlar, ona mihraplar, heykeller, havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlardı."
Süleyman (a.s) ın elinin altında cinler ve şeytanların olmasını , gaybi varlıkların elinde olması olarak değil , ülkesinin içinde farklı insan guruplarının olması şeklinde anlamanın daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Bu gurupları ülke içinde kullanarak onları ekonomik ve sosyal yönden ülkeye katkı vermelerini sağlamış , hem yönetim için tehlike oluşturmalarının önüne geçmiş hem kendileri için çalışma imkanı sağlamış , günümüz tabiri ile onlara iş , aş ve ekmek vermiştir.
Süleyman (a.s) ın tebası üzerinde uyguladığı yönetim modeli onların karnını doyurarak aç bırakmayan yani onları ekonomik yönden destekleyen bir yönetim modeli olup , bu modelin ip uçlarını, emrinde çalışanlara yaptırdığı "Çanaklar" ve "Sabit kazanlar" olarak ifade edilen kelimelerde görebiliriz. Emrinde çalıştırdıklarına yaptırdığı bu eşyalarla hem onlara hem iş güvencesi sağladığını, hem de tebası altındaki insanları aç bırakmayan bir yönetim sergilediğini okuyabiliriz. Çünkü yapılan eşyalar ile onu yapanlar iş sahibi olurken , yapılan eşyalar ile insanlar karnını doyurmaktadırlar.
Bir devlet , tebasının tamamını kucaklayan bir yönetim , hem de onların tamamının geleceklerini ekonomik ve sosyal açıdan garanti altına aldığı zaman, her türlü iç ve dış tehlikeden emin olacaktır. Devletlerin dış düşmanları , o devleti ele geçirmek için o devletin tebasına yaptığı zulmü koz olarak kullanarak tebasını, o devlete isyan etmesi için kışkırtamayacaktır.
Bir devlet yönetimi altında yaşayan halk , o devletin kendisine karşı uyguladığı yönetim modelinden memnun olduğu müddetçe , o devlete isyan etmesi için herhangi bir sebep olmayacağı gibi , dış düşmanların ellerinde halkı kışkırtmak için bir kozları da olmayacaktır.
" demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik."
Süleyman (a.s) yönetiminin , acziyet gösteren bir yönetim olmadığını bu cümleden anlamaktayız. Bir devlet güvenliği için sosyal ve ekonomik önlemlerin yanı sıra , her türlü asayiş olayları için polisiye tedbirleri almak zorundadır. İnsan unsurunun olduğu her yerde suç işleme potansiyelinin her zaman muhtemel olduğu düşünüldüğünde sert tedbirlerin alınması gayet makul ve gereklidir.
"Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırırdık."
Bir devlet , halkının mutlu ve müreffeh yaşaması için gerekli olan her türlü sosyal ve ekonomik önlemleri alarak , halkının ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile onları memnun eden bir yönetim tarzı sergilemek zorundadır . Yönetim sahiplerinin , halktan gelecek olan her türlü şikayet ve isyan yollarını kapattıktan sonra , böyle bir yönetime karşı isyan sergileyenler için sert önlemler almaları artık zaruret haline gelmiş demektir.
Karnı tok sırtı pek olan ve devlet tarafından her türlü ihtiyacı karşılanmış olan halkın isyan etmesi için geçerli bir sebep artık yokken , hala isyan hareketleri içinde olanlar her türlü şekilde bertaraf edilmesi gerekecektir.
Bir devlet içinde, kıssada "Cinler" ve "Şeytanlar" olarak ifade edilen ve başkaları tarafından istismar edilmeye açık olan unsurların , önce devlet tarafından ekonomik ve sosyal bakımdan gerekli olan ihtiyaçları karşılanarak , muhtemel olan her türlü kalkışmalarının önüne geçilmelidir.
Adil bir devlet önce suça giden yolları kapatarak , halkının suç işlemesine ihtiyaç bırakmayacak her türlü sosyal ve ekonomik tedbirleri alması gerekmektedir. Her türlü tedbiri alarak şuça giden yollar tıkandıktan sonra , hala suç işleyen olursa o suçun bir daha işlenmemesi için sert önlemler almak devletin hakkı ve vazifesidir.
Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) geniş bir coğrafyaya yayılmış bir devletin yönetiminin başıdır.
Süleyman (a.s) böyle bir coğrafi alana yayılmış ülkenin geleceğinin sağlam zemine oturması için gerekli olan askeri ve teknolojik ihtiyacı dışa bağımlı olarak değil , kendi iç imkanları ile sağlamaktadır.
Süleyman (a.s) ın yönetimi altında cinler ve şeytanlar ifade edilen isyan etme potansiyeli olan insan gurupları vardır.
Süleyman (a.s) bu gibi insan guruplarını dışlamak yerine , onları ekonomik ve sosyal içine alarak , onlara iş ve aş sağlayarak isyan etmelerini önleyecek tedbirler almaktadır.Süleyman (a.s) yönetim konusunda zaafiyet göstermeyen bir hükümdardır. Hükümranlığı altında yaşayan insanların , isyan etme sebeplerini ortadan kaldırdıktan sonra,yine isyan edecek olurlarsa onları bu yaptıklarına pişman edecek güce sahiptir.
"Bu kıssada Süleyman (a.s) tarafından yapılan yönetim modeli eğer , günümüz Türkiyesinin kuruluşundan beri uygulanarak bir kavmi üstün tutan , diğer kavmi aşağılayan bir yönetim sergilenMEmiş olsaydı acaba şu anda içinde yaşadığımız günlere gelinirmiydi ?" sorusunun cevabı herhalde koskoca bir "HAYIR" olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
15 Haziran 2016 Çarşamba
13 Haziran 2016 Pazartesi
Sebe Hükümdarının Süleyman'ın Kitabına Teslim Olması ve Bu Teslimiyetin Karşılığı
Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletmekteki kullandığı yollardan birisi, insanların birbirleri arasındaki iletişimlerinde kullandıkları edebi sanatlardır. "Teşbih" (benzetme) sanatı denilen edebi üslup , insanların kendi aralarındaki iletişimlerinde sıkça kullandıkları, bilinen bir üsluptur. Kur'an bu sanatı, özellikle gaybi anlatımlarda kullanarak , zihin dünyamızın algılayamadığı gaybi alemi, zihin dünyamızın algıladığı, gözle gördüğümüz alemin verilerine benzeterek anlatmaktadır.
Kur'anın Allah (c.c) ile ilgili verdiği bilgilerin anlatımında böyle bir edebi üslup kullanılmaktadır.
Allah (c.c) kendisini bizlere, zihin dünyamızın aşina olduğu "Hükümdar" tasvirine uygun bir benzetme kullanarak anlatmaktadır. Neml suresinde anlatılan Süleyman (a.s) kıssasını okuduğumuzda, beşer bir hükümdarın emrine tabi olan ve olmayanlara ne yapacağı üzerinden , Allah (c.c) nin kendisini hükümdara benzetmesi ile ilgisini kurarak , emrine tabi olan ve olmayanlara ne yapacağını görmekteyiz.
Neml suresinde anlatılan Süleyman (a.s) kıssasında , onun Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ile arasında geçenlerin anlatıldığı ayetlere baktığımızda, Allah (c.c) nin hükümdarlığı ile , Süleyman (a.s) ın hükümdarlığı arasında bir benzetme kurulduğunu görmekteyiz. Süleyman (a.s) ın elçisi ile "Kitap" gönderdiği Sebe hükümdarına, kendisine teslim olması gerektiğini , teslim olmadığı takdirde onu orduları perişan edeceğini haber vermektedir. Sebe hükümdarı, Süleyman (a.s) ın bu isteğine olumlu cevap vererek , kendisi ve ülkesini helak edilmekten kurtarmış ve sarayda ağırlanmaya hak kazanmıştır.
Kur'an geneline baktığımızda ise , Allah (c.c) nin elçileri ile gönderdiği kitaba iman etmeyen kavimleri helak ettiğini , edenleri ise helak olmaktan kurtardığını görmekteyiz.
Bu yazımızda, ilgili ayetler üzerinden kurulan benzerliği okumaya çalışarak , Allah (c.c) nin, yeryüzündeki bir hükümdarın kendi emrine uyan ve uymayanlara yapacakları üzerinden, kendi emrine uyan ve uymayanlara yapacaklarını anlamaya çalışacağız.
Hüdhüd , Sebe adlı ülkeden haber getirerek oradaki durumu Süleyman (a.s) a anlattıktan sonra (27/ 22.27) , Süleyman (a.s) ona şunları söylemektedir ;
[027.028] Şu kitabımı götür onlara bırak; sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak!
Hükümdarların bir ülkeye elçi gönderme adetine uygun olarak, elçi seçtiği Hüdhüd'ü Sebe ülkesine gönderen Süleyman (a.s) ın, o elçisini gönderirken kullandığı "Şu kitabımı götür onlara bırak" cümlesi önemli bir noktadır.
Burada Hüdhüd'ün ne veya kim olduğu noktasında herhangi bir açıklama yapmamış olmamız , bu konuda daha önceden bir çalışma yapmış olduğumuz içindir. Bu çalışmayı okumak isteyenler verdiğimiz linkteki yazıya göz atabilirler.
http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/03/hudhud-ve-elcilerin-kimligi.html
Allah (c.c) Alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak, mülkü altında yaşayan insanların hangi kurallara tabi olacaklarını bildirmek için, elçileri aracılığı ile KİTAP göndermektedir. Bu durumu Süleyman (a.s) ın beşer bir hükümdar olarak elçi ve kitap göndermesi ile benzerliğini kurabiliriz. Süleyman (a.s) bir hükümdar olarak , başka bir ülkenin hükümdarına elçi göndererek , kendisinin emirlerine tabi olmalarını istemektedir.
Süleyman (a.s) ın Hüdhüd'e söylediği "sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak" emrinin, Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerin , muhataplarına karşı olan vazifelerinin sınırlarını anlatan bir ifade olduğunu söyleyebiliriz.
Başta Muhammed (a.s) olmak üzere elçilerin vazifelerinin sadece mesajı iletmek (elçilerin sadece postacı olduğunu söylemek istemediğimizi hatırlatalım) muhataplarına herhangi bir baskı ve zorlama gibi bir vazifelerinin olmadığını ifade eden ayetleri dikkate alarak okuduğumuzda , Hüdhüd'e Süleyman (a.s) tarafından verilen "sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak" daha kolay anlaşılacaktır. Elçiler getirdikleri mesajı muhataplarına iletirken onların kabul etmeleri noktasında onlara herhangi bir baskıda bulunmaları gibi bir vazife ve selahiyete sahip değillerdir.
Elçinin getirmiş olduğu kitap kendisine ulaşan Sebe hükümdarı şunları söylemektedir;
[027.029] Dedi ki: Ey ileri gelenler (meleu); gerçekten bana kerim bir kitap bırakıldı.
[027.030] Süleyman'dan; o Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır.
[027.031] «Bana karşı üstün gelmeye çalışmayın (elle ta'lu aleyye), teslimiyet göstererek(müslimine) bana gelin diye (yazmaktadır).»
Sebe hükümdarının , Süleyman'ın elçisi tarafından kendisine bırakılan kitab'a karşı söylediği "kerim bir kitap" ifadesi onun , Süleyman tarafından kendisine gönderilen kitaba teslim olduğunu göstermektedir.
Süleyman (a.s) ın Sebe hükümdarına hitaben söylediği "elle ta'lu aleyye ve'tuni müslimine" (Bana karşı üstün gelmeye çalışmayın teslimiyet göstererek bana gelin) ifadesi , Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile bildirdiği biz kullarından olan isteğini ifade etmektedir. Bu ifadenin bir benzeri Musa (a.s) tarafından Firavuna karşı söylenmektedir.
[044.019] «Allah'a karşı üstün gelmeye kalkışmayın (ve en le ta'lu alallahi) ; doğrusu ben size apaçık bir delil getirdim.»
Bu noktada Mısır hükümdarı Firavun ile , Sebe hükümdarı arasındaki ortak bağı kurmanın faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Her ikisinin de ortak yönü, ellerinde mülk , güç ve servet bulundurmuş olmalarıdır. Firavun kendisine gönderilen "Kerim elçi" yi (44.17) ret ederken , Sebe hükümdarı kendisine Süleyman tarafından gönderilen "Kerim kitap" a iman etmiştir.
Ayetlerde geçen "Mele" kelimesi ; " bir düşünce ve inançta birleşmiş olan topluluk" anlamında olup , ayrıca hükümdarların etrafında bulunan danışmanlar için de kullanılmaktadır. Süleyman (a.s) ve Sebe hükümdarlarının yanlarında bulunan mele , hükümdarların yanlarında bulunan bir danışman kadrosunu oluşturmaktadır.
Bu bağlamda Allah (c.c) nin kendisini bir hükümdar olarak tanıtmasına paralel olarak "Mele i Ala" (Yüce topluluk) terkibinin de kullanıldığını hatırlatalım (37/ 8 - 38 / 69). Bu terkibin kullanılmasından maksadın , Allah (c.c) nin yaptığı işleri bu topluluğa danışarak karar alması şeklinde bir durumun olduğunu söylemek mümkün değildir , böyle bir terkip kullanılmasının amacının , Allah (c.c) nin kendisini bizlere tanıtır iken kullandığı hükümdar benzetmesine uygunluk olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) nin Firavundan , Süleyman (a.s) ın Sebe hükümdarından istediği "Bana üstün gelmeye kalkmayın" ifadesi örtülü olarak , "malınıza , mülkünüze , gücünüze güvenerek bana kafa tutmaya kalkmayın" anlamındadır. Bu tehdide Firavun kulak asmamış , sonucunda helak edilmiş , fakat Sebe hükümdarı bu tehdide boyun eğerek kurtulmuştur.
[027.032] Dedi ki: «Ey ileri gelenler! Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
Hükümdarların yanlarında olan danışmanları ile olan müşaveresi Sebe hükümdarı tarafından da yapılmakta , aynı müşavere Firavun tarafından da yapılmaktadır.
[007.110] O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. (Firavun): «O halde siz ne diyorsunuz?» dedi.
Sebe hükümdarının melesi, kararı hükümdara bırakır iken , Firavunun melesi, Musa (a.s) a karşı hileler düzenlemenin yollarını aramak için Firavuna akıl vermektedir.
[027.033] Dediler ki: «Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir azim sahipleriyiz ve emir sana aittir. Artık bak, ne emredeceksen.»
[007.111-2] «Onu ve kardeşini alıkoy, bütün şehirlere de görevliler yolla, usta sihirbazların hepsini senin huzuruna getirsinler» dediler.
[027.034] Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi.
Sebe hükümdarı , sorumluluk örneği göstererek ülkesini ve halkını düşünüp , melesi tarafından teklif edilen savaş önerisini ret eder. Onun bu sözleri , kendisine elçiler aracılığı ile gelen talimatlara kişilerin nasıl bir cevap vermesi gerektiği yönünde mesaj içermektedir.
Kur'an kıssalarında anlatılan kavimlerin , kendilerine elçiler aracılığı ile gelen talimatlara karşı inkarcı tavır takınanların uğradıkları sonları okuduğumuzda , Neml s. 34. ayetinin anlaşılması kolaylaşacaktır. Kur'an kıssalarında anlatılan helak edilen beldeler ile ilgili baktığımızda o beldelerde taş üstünde taş bırakılmadığını dümdüz edildiği haber verilmektedir.
[027.035] «Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler.»
Sebe hükümdarının bu sözleri, elinde bulundurmuş olduğu servetin kendisine fayda sağlayabileceği ve bu servet ile Süleyman'ın kendisine karşı yaptığı teslim olma emrini delme umudunu taşıyan sözlerdir. Bu sözleri daha geniş anlamda , iman etmeyi bazı karşılıklı tavizlere bağlamak isteyenlere mesaj niteliği taşıması açısından okumak mümkündür.
Kur'an geneline baktığımızda kendilerine gelen elçilere karşı çıkanların öne çıkan söylemlerinde , ellerinde bulunan güç ve servete güvenerek bu karşı çıkışlarını yaptıklarını gözlemlemekteyiz. Ellerindeki 3 kuruşluk dünya malı ile kendilerini yenilmez görerek, ilahlık ve rablik taslayanların başında Firavun gelmektedir.
[043.051] Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: «Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâla görmüyor musunuz?»
Kur'anın pek çok ayeti, mal ve evlatlar ile övünerek, bunları Allah (c.c) ye kafa tutma vasıtası yapanların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vermektedir. Sebe hükümdarı da elinde bulundurduğu mal ve servetten bir kısmını Süleyman'a hediye olarak göndererek , kayıtsız şartsız teslimiyet konusunda Süleyman'dan bir çeşit ödün yani müdahene başvurusunda bulunmaktadır.
Bu başvuruya Süleyman'ın cevabı şöyledir ;
[027.036-7] Süleyman'a geldiklerinde: «Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de siz hediyenizle sevinirsiniz. Onlara dön! And olsun ki, güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız» dedi.
Süleyman beşer bir hükümdar iken , kendisine tam bir teslimiyet ile gelinmesini istemekte, bu konuda hiç bir taviz vermemektedir. Hükümdarların hükümdarı olan , Allah (c.c) pazarlıklı bir imanı acaba kabul edebilir mi?. Kur'anın bir çok ayetinde pazarlıklı bir imanın kabul edilmeyeceği , imanın şartlarını kulların değil , Allah (c.c) nin belirlediğini , bu şartlara herkes tarafından uyulması gerektiği , uymayanların nasıl bir akıbete uğrayacaklarını haber verilmektedir.
Bu konuda özellikle ilk inen surelerde Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, tavizkar, yani müdaheneci bir tavıra asla müsaade edilmemektedir.
[068.008-14] Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Sebe hükümdarı , Süleyman (a.s) tarafından kendisine elçi vasıtası ile gönderilen kitaba teslim olarak , helak edilmekten kurtulmuş , Süleyman (a.s) ın sarayında ağırlanmaya hak kazanmıştır.
[027.044] Ona denildi ki: «Saraya gir.» Vaktâ ki onu gördü, onu derin bir su sandı, iki baldırını açıverdi. (Süleyman) Dedi ki: «O hakikaten sırçalardan döşenmiş düz, açık bir yerdir (min kavarira).»
Sebe hükümdarı ,kendisine elçi aracılığı ile gelen kitaba iman ederek , o elçiyi gönderen Süleyman (a.s) ın ona orduları ile saldırmasından korunmuş , netice olarak Süleyman (a.s) ın sarayında ağırlanmaya hak kazanmıştır. Kur'anın "Allah'ın orduları" ile alakalı ayetlerine baktığımızda , Süleyman'ın ordusu ile bir ülkeyi helak etme tehdidi ile , Allah (c.c) nin orduları ile kendisine iman etmeyenleri helak etmiş olduğunun anlatıldığı ayetler daha kolay anlaşılacaktır.
Aynı şekilde , Allah (c.c) nin elçi aracılığı ile gönderdiği kitaba iman edenlerde aynı şekilde Allah (c.c) nin saraylarında ağırlanmaya hak kazanacaktır. Kur'anın cennet ile ilgili anlatımlarına baktığımızda bu yönde bir paralellik görmekteyiz.
[076.015] Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler (kavarira) dolaştırılır.
[076.016] Billurları (kavarira)gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar.
Sonuç olarak ; Kur'anın içinde benzeterek anlatma (teşbih) üslubunu taşıyan ayetler önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlatıma, gayb alanı içine giren konular dahil olmakta , ve o alana ait bilgiler dünya hayatında bilgimiz olan alana ait verilere benzetilerek anlatılmaktadır.
Allah (c.c) kendisini bir hükümdara benzetmekte ve bu benzetme, yaşamış gerçek bir hükümdar olan Sülayman (a.s) ın Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ve kitap ile eşleştirilerek , Süleyman (a.s) ın gönderdiği elçi ve kitaba karşı çıkanlara ne yapacağı üzerinden, kendisinin gönderdiği elçi ve kitaplara karşı çıkanlara tarih boyunca ne yaptığı elçi kıssalarında anlatılmaktadır.
Kendisinin gönderdiği elçi ve kitaplara iman edenlere ise ne yapacağını , yine yaşamış gerçek bir hükümdar olan Süleyman (a.s) ın , Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ve kitaba iman etmesi neticesinde onu sarayında ağırlaması ile eşleştirdiğimizde , Allah (c.c) de kendisine iman edenleri ahirette saraylarda ağırlayacağını cennet ile ilgili ayetlerde bizlere bildirmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'anın Allah (c.c) ile ilgili verdiği bilgilerin anlatımında böyle bir edebi üslup kullanılmaktadır.
Allah (c.c) kendisini bizlere, zihin dünyamızın aşina olduğu "Hükümdar" tasvirine uygun bir benzetme kullanarak anlatmaktadır. Neml suresinde anlatılan Süleyman (a.s) kıssasını okuduğumuzda, beşer bir hükümdarın emrine tabi olan ve olmayanlara ne yapacağı üzerinden , Allah (c.c) nin kendisini hükümdara benzetmesi ile ilgisini kurarak , emrine tabi olan ve olmayanlara ne yapacağını görmekteyiz.
Neml suresinde anlatılan Süleyman (a.s) kıssasında , onun Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ile arasında geçenlerin anlatıldığı ayetlere baktığımızda, Allah (c.c) nin hükümdarlığı ile , Süleyman (a.s) ın hükümdarlığı arasında bir benzetme kurulduğunu görmekteyiz. Süleyman (a.s) ın elçisi ile "Kitap" gönderdiği Sebe hükümdarına, kendisine teslim olması gerektiğini , teslim olmadığı takdirde onu orduları perişan edeceğini haber vermektedir. Sebe hükümdarı, Süleyman (a.s) ın bu isteğine olumlu cevap vererek , kendisi ve ülkesini helak edilmekten kurtarmış ve sarayda ağırlanmaya hak kazanmıştır.
Kur'an geneline baktığımızda ise , Allah (c.c) nin elçileri ile gönderdiği kitaba iman etmeyen kavimleri helak ettiğini , edenleri ise helak olmaktan kurtardığını görmekteyiz.
Bu yazımızda, ilgili ayetler üzerinden kurulan benzerliği okumaya çalışarak , Allah (c.c) nin, yeryüzündeki bir hükümdarın kendi emrine uyan ve uymayanlara yapacakları üzerinden, kendi emrine uyan ve uymayanlara yapacaklarını anlamaya çalışacağız.
Hüdhüd , Sebe adlı ülkeden haber getirerek oradaki durumu Süleyman (a.s) a anlattıktan sonra (27/ 22.27) , Süleyman (a.s) ona şunları söylemektedir ;
[027.028] Şu kitabımı götür onlara bırak; sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak!
Hükümdarların bir ülkeye elçi gönderme adetine uygun olarak, elçi seçtiği Hüdhüd'ü Sebe ülkesine gönderen Süleyman (a.s) ın, o elçisini gönderirken kullandığı "Şu kitabımı götür onlara bırak" cümlesi önemli bir noktadır.
Burada Hüdhüd'ün ne veya kim olduğu noktasında herhangi bir açıklama yapmamış olmamız , bu konuda daha önceden bir çalışma yapmış olduğumuz içindir. Bu çalışmayı okumak isteyenler verdiğimiz linkteki yazıya göz atabilirler.
http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/03/hudhud-ve-elcilerin-kimligi.html
Allah (c.c) Alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak, mülkü altında yaşayan insanların hangi kurallara tabi olacaklarını bildirmek için, elçileri aracılığı ile KİTAP göndermektedir. Bu durumu Süleyman (a.s) ın beşer bir hükümdar olarak elçi ve kitap göndermesi ile benzerliğini kurabiliriz. Süleyman (a.s) bir hükümdar olarak , başka bir ülkenin hükümdarına elçi göndererek , kendisinin emirlerine tabi olmalarını istemektedir.
Süleyman (a.s) ın Hüdhüd'e söylediği "sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak" emrinin, Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerin , muhataplarına karşı olan vazifelerinin sınırlarını anlatan bir ifade olduğunu söyleyebiliriz.
Başta Muhammed (a.s) olmak üzere elçilerin vazifelerinin sadece mesajı iletmek (elçilerin sadece postacı olduğunu söylemek istemediğimizi hatırlatalım) muhataplarına herhangi bir baskı ve zorlama gibi bir vazifelerinin olmadığını ifade eden ayetleri dikkate alarak okuduğumuzda , Hüdhüd'e Süleyman (a.s) tarafından verilen "sonra geri çekil de, ne sonuca varacaklarına bak" daha kolay anlaşılacaktır. Elçiler getirdikleri mesajı muhataplarına iletirken onların kabul etmeleri noktasında onlara herhangi bir baskıda bulunmaları gibi bir vazife ve selahiyete sahip değillerdir.
Elçinin getirmiş olduğu kitap kendisine ulaşan Sebe hükümdarı şunları söylemektedir;
[027.029] Dedi ki: Ey ileri gelenler (meleu); gerçekten bana kerim bir kitap bırakıldı.
[027.030] Süleyman'dan; o Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla (başlamakta)dır.
[027.031] «Bana karşı üstün gelmeye çalışmayın (elle ta'lu aleyye), teslimiyet göstererek(müslimine) bana gelin diye (yazmaktadır).»
Sebe hükümdarının , Süleyman'ın elçisi tarafından kendisine bırakılan kitab'a karşı söylediği "kerim bir kitap" ifadesi onun , Süleyman tarafından kendisine gönderilen kitaba teslim olduğunu göstermektedir.
Süleyman (a.s) ın Sebe hükümdarına hitaben söylediği "elle ta'lu aleyye ve'tuni müslimine" (Bana karşı üstün gelmeye çalışmayın teslimiyet göstererek bana gelin) ifadesi , Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile bildirdiği biz kullarından olan isteğini ifade etmektedir. Bu ifadenin bir benzeri Musa (a.s) tarafından Firavuna karşı söylenmektedir.
[044.019] «Allah'a karşı üstün gelmeye kalkışmayın (ve en le ta'lu alallahi) ; doğrusu ben size apaçık bir delil getirdim.»
Bu noktada Mısır hükümdarı Firavun ile , Sebe hükümdarı arasındaki ortak bağı kurmanın faydalı olacağını düşünmekteyiz.
Her ikisinin de ortak yönü, ellerinde mülk , güç ve servet bulundurmuş olmalarıdır. Firavun kendisine gönderilen "Kerim elçi" yi (44.17) ret ederken , Sebe hükümdarı kendisine Süleyman tarafından gönderilen "Kerim kitap" a iman etmiştir.
Ayetlerde geçen "Mele" kelimesi ; " bir düşünce ve inançta birleşmiş olan topluluk" anlamında olup , ayrıca hükümdarların etrafında bulunan danışmanlar için de kullanılmaktadır. Süleyman (a.s) ve Sebe hükümdarlarının yanlarında bulunan mele , hükümdarların yanlarında bulunan bir danışman kadrosunu oluşturmaktadır.
Bu bağlamda Allah (c.c) nin kendisini bir hükümdar olarak tanıtmasına paralel olarak "Mele i Ala" (Yüce topluluk) terkibinin de kullanıldığını hatırlatalım (37/ 8 - 38 / 69). Bu terkibin kullanılmasından maksadın , Allah (c.c) nin yaptığı işleri bu topluluğa danışarak karar alması şeklinde bir durumun olduğunu söylemek mümkün değildir , böyle bir terkip kullanılmasının amacının , Allah (c.c) nin kendisini bizlere tanıtır iken kullandığı hükümdar benzetmesine uygunluk olduğunu söyleyebiliriz.
Allah (c.c) nin Firavundan , Süleyman (a.s) ın Sebe hükümdarından istediği "Bana üstün gelmeye kalkmayın" ifadesi örtülü olarak , "malınıza , mülkünüze , gücünüze güvenerek bana kafa tutmaya kalkmayın" anlamındadır. Bu tehdide Firavun kulak asmamış , sonucunda helak edilmiş , fakat Sebe hükümdarı bu tehdide boyun eğerek kurtulmuştur.
[027.032] Dedi ki: «Ey ileri gelenler! Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
Hükümdarların yanlarında olan danışmanları ile olan müşaveresi Sebe hükümdarı tarafından da yapılmakta , aynı müşavere Firavun tarafından da yapılmaktadır.
[007.110] O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. (Firavun): «O halde siz ne diyorsunuz?» dedi.
Sebe hükümdarının melesi, kararı hükümdara bırakır iken , Firavunun melesi, Musa (a.s) a karşı hileler düzenlemenin yollarını aramak için Firavuna akıl vermektedir.
[027.033] Dediler ki: «Biz kuvvet sahipleriyiz ve şiddetli bir azim sahipleriyiz ve emir sana aittir. Artık bak, ne emredeceksen.»
[007.111-2] «Onu ve kardeşini alıkoy, bütün şehirlere de görevliler yolla, usta sihirbazların hepsini senin huzuruna getirsinler» dediler.
[027.034] Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını alçaltırlar. (Herhalde) onlar da böyle yapacaklardır, dedi.
Sebe hükümdarı , sorumluluk örneği göstererek ülkesini ve halkını düşünüp , melesi tarafından teklif edilen savaş önerisini ret eder. Onun bu sözleri , kendisine elçiler aracılığı ile gelen talimatlara kişilerin nasıl bir cevap vermesi gerektiği yönünde mesaj içermektedir.
Kur'an kıssalarında anlatılan kavimlerin , kendilerine elçiler aracılığı ile gelen talimatlara karşı inkarcı tavır takınanların uğradıkları sonları okuduğumuzda , Neml s. 34. ayetinin anlaşılması kolaylaşacaktır. Kur'an kıssalarında anlatılan helak edilen beldeler ile ilgili baktığımızda o beldelerde taş üstünde taş bırakılmadığını dümdüz edildiği haber verilmektedir.
[027.035] «Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler.»
Sebe hükümdarının bu sözleri, elinde bulundurmuş olduğu servetin kendisine fayda sağlayabileceği ve bu servet ile Süleyman'ın kendisine karşı yaptığı teslim olma emrini delme umudunu taşıyan sözlerdir. Bu sözleri daha geniş anlamda , iman etmeyi bazı karşılıklı tavizlere bağlamak isteyenlere mesaj niteliği taşıması açısından okumak mümkündür.
Kur'an geneline baktığımızda kendilerine gelen elçilere karşı çıkanların öne çıkan söylemlerinde , ellerinde bulunan güç ve servete güvenerek bu karşı çıkışlarını yaptıklarını gözlemlemekteyiz. Ellerindeki 3 kuruşluk dünya malı ile kendilerini yenilmez görerek, ilahlık ve rablik taslayanların başında Firavun gelmektedir.
[043.051] Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: «Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâla görmüyor musunuz?»
Kur'anın pek çok ayeti, mal ve evlatlar ile övünerek, bunları Allah (c.c) ye kafa tutma vasıtası yapanların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vermektedir. Sebe hükümdarı da elinde bulundurduğu mal ve servetten bir kısmını Süleyman'a hediye olarak göndererek , kayıtsız şartsız teslimiyet konusunda Süleyman'dan bir çeşit ödün yani müdahene başvurusunda bulunmaktadır.
Bu başvuruya Süleyman'ın cevabı şöyledir ;
[027.036-7] Süleyman'a geldiklerinde: «Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha iyidir. Ama belki de siz hediyenizle sevinirsiniz. Onlara dön! And olsun ki, güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız» dedi.
Süleyman beşer bir hükümdar iken , kendisine tam bir teslimiyet ile gelinmesini istemekte, bu konuda hiç bir taviz vermemektedir. Hükümdarların hükümdarı olan , Allah (c.c) pazarlıklı bir imanı acaba kabul edebilir mi?. Kur'anın bir çok ayetinde pazarlıklı bir imanın kabul edilmeyeceği , imanın şartlarını kulların değil , Allah (c.c) nin belirlediğini , bu şartlara herkes tarafından uyulması gerektiği , uymayanların nasıl bir akıbete uğrayacaklarını haber verilmektedir.
Bu konuda özellikle ilk inen surelerde Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, tavizkar, yani müdaheneci bir tavıra asla müsaade edilmemektedir.
[068.008-14] Şu halde yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin.
Sebe hükümdarı , Süleyman (a.s) tarafından kendisine elçi vasıtası ile gönderilen kitaba teslim olarak , helak edilmekten kurtulmuş , Süleyman (a.s) ın sarayında ağırlanmaya hak kazanmıştır.
[027.044] Ona denildi ki: «Saraya gir.» Vaktâ ki onu gördü, onu derin bir su sandı, iki baldırını açıverdi. (Süleyman) Dedi ki: «O hakikaten sırçalardan döşenmiş düz, açık bir yerdir (min kavarira).»
Sebe hükümdarı ,kendisine elçi aracılığı ile gelen kitaba iman ederek , o elçiyi gönderen Süleyman (a.s) ın ona orduları ile saldırmasından korunmuş , netice olarak Süleyman (a.s) ın sarayında ağırlanmaya hak kazanmıştır. Kur'anın "Allah'ın orduları" ile alakalı ayetlerine baktığımızda , Süleyman'ın ordusu ile bir ülkeyi helak etme tehdidi ile , Allah (c.c) nin orduları ile kendisine iman etmeyenleri helak etmiş olduğunun anlatıldığı ayetler daha kolay anlaşılacaktır.
Aynı şekilde , Allah (c.c) nin elçi aracılığı ile gönderdiği kitaba iman edenlerde aynı şekilde Allah (c.c) nin saraylarında ağırlanmaya hak kazanacaktır. Kur'anın cennet ile ilgili anlatımlarına baktığımızda bu yönde bir paralellik görmekteyiz.
[076.015] Çevrelerinde gümüş kaplar ve billur kaseler (kavarira) dolaştırılır.
[076.016] Billurları (kavarira)gümüş gibi parlaktır, onları ölçüp ölçüp dağıtırlar.
Sonuç olarak ; Kur'anın içinde benzeterek anlatma (teşbih) üslubunu taşıyan ayetler önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlatıma, gayb alanı içine giren konular dahil olmakta , ve o alana ait bilgiler dünya hayatında bilgimiz olan alana ait verilere benzetilerek anlatılmaktadır.
Allah (c.c) kendisini bir hükümdara benzetmekte ve bu benzetme, yaşamış gerçek bir hükümdar olan Sülayman (a.s) ın Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ve kitap ile eşleştirilerek , Süleyman (a.s) ın gönderdiği elçi ve kitaba karşı çıkanlara ne yapacağı üzerinden, kendisinin gönderdiği elçi ve kitaplara karşı çıkanlara tarih boyunca ne yaptığı elçi kıssalarında anlatılmaktadır.
Kendisinin gönderdiği elçi ve kitaplara iman edenlere ise ne yapacağını , yine yaşamış gerçek bir hükümdar olan Süleyman (a.s) ın , Sebe hükümdarına gönderdiği elçi ve kitaba iman etmesi neticesinde onu sarayında ağırlaması ile eşleştirdiğimizde , Allah (c.c) de kendisine iman edenleri ahirette saraylarda ağırlayacağını cennet ile ilgili ayetlerde bizlere bildirmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Haziran 2016 Cumartesi
NUR s.41. Ayeti : Kuşların Tesbihi ve Salatı, İnsanın Tesbihi ve Salatı
"Tesbih" ve "Salat" , Kur'anın odak kavramlarından ikisidir. Kur'anın bir çok yerinde geçen bu iki kavram aynı zamanda, üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılarak, kafalardaki ön yargının kabulü noktasında anlam bindirilmeye çalışılan kavramlardır.
"Tesbih" kavramı , elde 99 veya 999 luk ipe dizilmiş boncuklar ile bazı tarikatlar tarafından belirlenmiş virdlerin çekilmesi noktasında istismar edilirken , "Salat" kavramı ise , bir çok mealde sadece namaza indirgenmiş bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılmasına karşın , namaz karşıtları tarafından ise, başta konumuz olan ayet delil gösterilerek "Kuşlar nasıl namaz kılar demek ki salat namaz değilmiş" denilerek namazın olmadığına dair delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Şunu hatırlatmak isteriz ki ; Kur'anı okuma ve anlama yöntemimiz , kafamızdaki ön yargıları bu kitaba onaylatmak amaçlı değil , bu kitap içindeki kavramların ifade ettiği anlamları, Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak , anlamak ve hayata aktarmak olmalıdır.
Bu yöntem dahilinde , Nur s. 24. ayetini okumaya çalıştığımızda , "Tesbih" ve "Salat" kavramlarının en geniş anlamda kullanılmasını , aynı zamanda bu anlamı daraltmak veya başka anlamlara çekmenin yanlışlığını görebiliriz.
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
[024.041] Görmedin mi ki; göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah' ı tesbih etmektedir. Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah; onların yaptıklarını bilendir.
Ayetin "Görmedin mi" diye bir soru ile başlaması , kuşların hayatı örnek gösterilerek , bu örnekten insanın ibret alması gerektiği vurgusu yapılmakta, onların bu yaşantıları tesbih ve salat kavramları özdeşleştirilerek , insanın nasıl bir tesbih ve salat yapması gerektiği gösterilmektedir.
Peki bizlerin, kuşların yaşantılarından ne gibi ibret almamız gerekmektedir ?. Kuş bilimciliğine soyunmak gibi bir iddia sahibi olmadığımızı hatırlatarak kısaca, her sade insanın kuşlar üzerinde gözlemlediği bilgilerin, onların tesbih ve salatı olduğunu söyleyebiliriz.
Kuşlar yaratılışlarından beri havada uçmakta , "Göçmen Kuşlar" olarak bilinen kuşlar ise , her sene sıcak mevsimlerde , serin bölgelere , soğuk mevsimlerde ise daha sıcak bölgelere göç etmekte , yaratılışları gereği bunu her sene tekrarlayarak , " bu mevsimde yerimizde kalalım" veya "Uç uç nereye kadar artık biraz da yerde kalalım" dememekte , yani Allah (c.c) nin onlar için yazmış olduğu yaratılış kaderini harfi harfine yerine getirmektedirler.
Rabbimiz, kendisinin kuşlar üzerinde koyduğu yaratılış kanunlarına yani fıtrata dikkat çekerek , biz insanlara "Kuşlar kadar mı olamayacaksınız" mesajını vermektedir.
"Tesbih" kelimesi ; "Yüzmek" anlamında olup , terim olarak , Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin belirlenmiş bir yaratılış kanunu çerçevesinde hayatiyetini devam ettirmek zorunda olduğu , bu çerçeve dışına çıkmak gibi bir lüksleri olmadığı anlamındadır.
Kur'anın bir çok yerinde "Yerde ve gökte olanların hepsi Allah'ı tesbih ederler" şeklindeki ayetler, bu gerçeği haber vermektedir. Yani Allah (c.c) nin mülkü dahilinde olan her ne varsa onun koyduğu yaratılış yasalarına tabi olmak zorundadırlar , bu yasaların dışına çıkmaları asla mümkün değildir.
Kısaca kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için tayin ettiği bir yaşam dairesi içinde hayatiyetlerini sürdürmek mecburiyetindedirler. Bu dairenin adı TESBİH , daire içinde yaptıkları ise onların SALATlarıdır. Bu kavramların insan ile ilgili olan kısmını bu ayet üzerinden okuyabilmek mümkündür.
Burada çok önemli bir noktaya temas etmek istiyoruz ; Eğer kuşlar fıtratları gereğinin dışına çıkacak olurlarsa onların neslinin helak olması mukadderdir. Örneğin ; Soğuklar başladığı zaman sıcak iklimlere göç etmeyerek yerlerinde kaldıkları takdirde sonları ölüm olacak ve nesilleri tükenecektir.
İnsan da aynı şekilde kendisine yüklenen tesbih ve salat görevinin dışına çıktığı zaman , onların bu çıkışları da helak ile sonuçlanacaktır. Kur'an içinde zikri geçen elçi kıssalarındaki kavimlerin helakına baktığımızda, onların tesbih ve salatlarını terk ettikleri , ve bunun sonucunda da helak olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kuşları işaret ederek insana " Ey insan, sende kuşlar gibi benim mülküm de yaşayan bir varlık olman nedeniyle , benim senin üzerine koyduğum yasalar dahilinde hayat sürmek zorundasın" demektedir.
İnsan nasıl tesbih ve salat eder ?.
İnsanın tesbih etmesini ikiye ayırarak anlamak mümkündür.
İnsan bedenindeki , göz , kulak , kalp , mide , ciğer vs. gibi azalar , Allah (c.c) nin koyduğu çalışma yasalarına uygun olarak insanın ölümüne kadar çalışmalarını sürdürürler. Bu durum insan azalarının tesbih etmesi demektir. İnsan bedeninin tesbihi insan iradesinin dışında bir durum sergilemekte olup , insan iradesinin dahilinde olan tesbih , onun kulluk ile ilgili vazifeleri noktasındadır. Konumuz olan kavramları , insanın iradesi dahilinde olan kısmı ilgilendirmektedir.
Bir de insanın mükellef bir varlık olması nedeniyle yaşadığı hayat içinde tabi olması gereken kulluk yasaları bulunmaktadır. İnsan , Allah (c.c) nin mülkünde yaşayan bir varlık gurubu olması nedeniyle , onun kendisi için koyduğu yasalara tabi olmak zorundadır.
[091.008] Sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene,
İrade sahibi olması nedeniyle insan , Allah (c.c) tarafından kendisi için konulan kurallara uymak veya uymamak noktasında serbest bırakılmıştır. Bedeni, kendi iradesi dışında olarak Allah'ı koyduğu tesbih yasalarına uyan insan , serbest iradesi ile üzerine vazife olan Allah'ı tesbih etme noktasında acze ve isyana düşmektedir.
Tarih boyunca gelen elçiler , insanın üzerine vazife olan kulluk görevlerini yani salat ve tesbihi onlara hatırlatmaya çalışmışlar , bu vazifelerin nasıl yerine getirileceği konusunda önder olmuşlardır.
İnsanın tesbih ve salatını en geniş anlamda düşünecek olursak , kuşların fıtratları gereği yapması gerekenleri yerine getirmesi demek olmasından hareketle , insanın tesbih ve salatı da aynı şekilde fıtratları gereği olarak Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen vazifeleri yerine getirmeleri insanın salatı ve tesbihidir.
İnsanın fıtratı gereği karşı cinsle evlilik yolu ile ilişki kurması onun TESBİH ve SALATIdır. (Lut (a.s) kıssası örneği)
İnsanın fıtratı gereği muhtaç olanlara yardım ve infak etmesi onun TESBİH ve SALATIdır. (Bahçe sahipleri kıssası örneği)
İnsanın karşısındakinin hakkına riayet ederek ölçü ve tartıda hile yapmaması onun TESBİH ve SALATIdır. (Şuayb (a.s) kıssası örneği)
İnsanın kendi dışındaki canlı hayatına saygı duyarak bitki ve hayvan neslini yani ekolojik hayatı koruması onun TESBİH ve SALATIdır. (Salih (a.s kıssası örneği)
İnsanın Allah (c.c) dışındaki ilah ve rablara kulluk etmemesi onun TESBİH ve SALATIdır.
(İbrahim (a.s) kıssası örneği)
İnsanın çoluk çocuğuna Allah'a karşı olan vazifelerin öğretmesi onun TESBİH ve SALATIdır.
(Lokman ve İmran ailesi örneği)
İnsanın Allah'a karşı yapılan şirk , isyan , zulme karşı baş kaldırması onun TESBİH ve SALATIdır.
İnsanın fıtratı gereği , kulluğunu ameli ve şekli olarak göstemesi onun TESBİH ve SALATIdır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , elçiler insanlar tarafından unutulan bu tesbih ve salatı onları hatırlatmak için gönderilmişlerdir. Bu örneklere dikkat edecek olursak , kendilerinin vazifeleri olan kulluk görevlerinin dışına çıkan topluluklar Sünnetullah gereği helak edilmişlerdir.
Kuşlar nasıl fıtratları dışına çıkacak olduklarında helak olacak iseler , insanlar da fıtratları dışına çıkarak Allah'a olan tesbih ve salatlarını yerine getirmedikleri takdirde helak olarak , yer yüzünden silineceklerdir , bunun canlı örnekleri Kur'an içinde mevcuttur.
Sonuç olarak ; Kuşların tesbih ve salatının nasıl olduğunu merkeze alarak , insanın tesbih ve salatının nasıl olması gerektiği yönünde şunları söylemek mümkündür. Kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için çizdiği yaşam dairesi içinden çıkmayarak yaşamlarını ve nesillerini sürdürmektedirler.
İnsan da , Allah'ın kendisi için çizdiği yaşam dairesinin çıkmadığı müddetçe yani tesbih ve salatını Allah'a göre yaptığı müddetçe hayatiyetini devam ettirecektir. Aksi takdirde geçmiş kavimlerin örneğinde yok olup gidecektir.
SALAT ve TESBİH , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam sınırları olup , bu sınırların aşılması neticesinde bizleri dünya ve ahirette acı bir son beklemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Tesbih" kavramı , elde 99 veya 999 luk ipe dizilmiş boncuklar ile bazı tarikatlar tarafından belirlenmiş virdlerin çekilmesi noktasında istismar edilirken , "Salat" kavramı ise , bir çok mealde sadece namaza indirgenmiş bir şekilde anlamlandırılmaya çalışılmasına karşın , namaz karşıtları tarafından ise, başta konumuz olan ayet delil gösterilerek "Kuşlar nasıl namaz kılar demek ki salat namaz değilmiş" denilerek namazın olmadığına dair delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Şunu hatırlatmak isteriz ki ; Kur'anı okuma ve anlama yöntemimiz , kafamızdaki ön yargıları bu kitaba onaylatmak amaçlı değil , bu kitap içindeki kavramların ifade ettiği anlamları, Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak , anlamak ve hayata aktarmak olmalıdır.
Bu yöntem dahilinde , Nur s. 24. ayetini okumaya çalıştığımızda , "Tesbih" ve "Salat" kavramlarının en geniş anlamda kullanılmasını , aynı zamanda bu anlamı daraltmak veya başka anlamlara çekmenin yanlışlığını görebiliriz.
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
[024.041] Görmedin mi ki; göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah' ı tesbih etmektedir. Her biri kendi salatını ve tesbihini bilir. Allah; onların yaptıklarını bilendir.
Ayetin "Görmedin mi" diye bir soru ile başlaması , kuşların hayatı örnek gösterilerek , bu örnekten insanın ibret alması gerektiği vurgusu yapılmakta, onların bu yaşantıları tesbih ve salat kavramları özdeşleştirilerek , insanın nasıl bir tesbih ve salat yapması gerektiği gösterilmektedir.
Peki bizlerin, kuşların yaşantılarından ne gibi ibret almamız gerekmektedir ?. Kuş bilimciliğine soyunmak gibi bir iddia sahibi olmadığımızı hatırlatarak kısaca, her sade insanın kuşlar üzerinde gözlemlediği bilgilerin, onların tesbih ve salatı olduğunu söyleyebiliriz.
Kuşlar yaratılışlarından beri havada uçmakta , "Göçmen Kuşlar" olarak bilinen kuşlar ise , her sene sıcak mevsimlerde , serin bölgelere , soğuk mevsimlerde ise daha sıcak bölgelere göç etmekte , yaratılışları gereği bunu her sene tekrarlayarak , " bu mevsimde yerimizde kalalım" veya "Uç uç nereye kadar artık biraz da yerde kalalım" dememekte , yani Allah (c.c) nin onlar için yazmış olduğu yaratılış kaderini harfi harfine yerine getirmektedirler.
Rabbimiz, kendisinin kuşlar üzerinde koyduğu yaratılış kanunlarına yani fıtrata dikkat çekerek , biz insanlara "Kuşlar kadar mı olamayacaksınız" mesajını vermektedir.
"Tesbih" kelimesi ; "Yüzmek" anlamında olup , terim olarak , Allah (c.c) nin yarattığı her şeyin belirlenmiş bir yaratılış kanunu çerçevesinde hayatiyetini devam ettirmek zorunda olduğu , bu çerçeve dışına çıkmak gibi bir lüksleri olmadığı anlamındadır.
Kur'anın bir çok yerinde "Yerde ve gökte olanların hepsi Allah'ı tesbih ederler" şeklindeki ayetler, bu gerçeği haber vermektedir. Yani Allah (c.c) nin mülkü dahilinde olan her ne varsa onun koyduğu yaratılış yasalarına tabi olmak zorundadırlar , bu yasaların dışına çıkmaları asla mümkün değildir.
Kısaca kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için tayin ettiği bir yaşam dairesi içinde hayatiyetlerini sürdürmek mecburiyetindedirler. Bu dairenin adı TESBİH , daire içinde yaptıkları ise onların SALATlarıdır. Bu kavramların insan ile ilgili olan kısmını bu ayet üzerinden okuyabilmek mümkündür.
Burada çok önemli bir noktaya temas etmek istiyoruz ; Eğer kuşlar fıtratları gereğinin dışına çıkacak olurlarsa onların neslinin helak olması mukadderdir. Örneğin ; Soğuklar başladığı zaman sıcak iklimlere göç etmeyerek yerlerinde kaldıkları takdirde sonları ölüm olacak ve nesilleri tükenecektir.
İnsan da aynı şekilde kendisine yüklenen tesbih ve salat görevinin dışına çıktığı zaman , onların bu çıkışları da helak ile sonuçlanacaktır. Kur'an içinde zikri geçen elçi kıssalarındaki kavimlerin helakına baktığımızda, onların tesbih ve salatlarını terk ettikleri , ve bunun sonucunda da helak olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kuşları işaret ederek insana " Ey insan, sende kuşlar gibi benim mülküm de yaşayan bir varlık olman nedeniyle , benim senin üzerine koyduğum yasalar dahilinde hayat sürmek zorundasın" demektedir.
İnsan nasıl tesbih ve salat eder ?.
İnsanın tesbih etmesini ikiye ayırarak anlamak mümkündür.
İnsan bedenindeki , göz , kulak , kalp , mide , ciğer vs. gibi azalar , Allah (c.c) nin koyduğu çalışma yasalarına uygun olarak insanın ölümüne kadar çalışmalarını sürdürürler. Bu durum insan azalarının tesbih etmesi demektir. İnsan bedeninin tesbihi insan iradesinin dışında bir durum sergilemekte olup , insan iradesinin dahilinde olan tesbih , onun kulluk ile ilgili vazifeleri noktasındadır. Konumuz olan kavramları , insanın iradesi dahilinde olan kısmı ilgilendirmektedir.
Bir de insanın mükellef bir varlık olması nedeniyle yaşadığı hayat içinde tabi olması gereken kulluk yasaları bulunmaktadır. İnsan , Allah (c.c) nin mülkünde yaşayan bir varlık gurubu olması nedeniyle , onun kendisi için koyduğu yasalara tabi olmak zorundadır.
[091.008] Sonra da ona, hem kötülüğü hem de takvayı ilham edene,
İrade sahibi olması nedeniyle insan , Allah (c.c) tarafından kendisi için konulan kurallara uymak veya uymamak noktasında serbest bırakılmıştır. Bedeni, kendi iradesi dışında olarak Allah'ı koyduğu tesbih yasalarına uyan insan , serbest iradesi ile üzerine vazife olan Allah'ı tesbih etme noktasında acze ve isyana düşmektedir.
Tarih boyunca gelen elçiler , insanın üzerine vazife olan kulluk görevlerini yani salat ve tesbihi onlara hatırlatmaya çalışmışlar , bu vazifelerin nasıl yerine getirileceği konusunda önder olmuşlardır.
İnsanın tesbih ve salatını en geniş anlamda düşünecek olursak , kuşların fıtratları gereği yapması gerekenleri yerine getirmesi demek olmasından hareketle , insanın tesbih ve salatı da aynı şekilde fıtratları gereği olarak Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen vazifeleri yerine getirmeleri insanın salatı ve tesbihidir.
İnsanın fıtratı gereği karşı cinsle evlilik yolu ile ilişki kurması onun TESBİH ve SALATIdır. (Lut (a.s) kıssası örneği)
İnsanın fıtratı gereği muhtaç olanlara yardım ve infak etmesi onun TESBİH ve SALATIdır. (Bahçe sahipleri kıssası örneği)
İnsanın karşısındakinin hakkına riayet ederek ölçü ve tartıda hile yapmaması onun TESBİH ve SALATIdır. (Şuayb (a.s) kıssası örneği)
İnsanın kendi dışındaki canlı hayatına saygı duyarak bitki ve hayvan neslini yani ekolojik hayatı koruması onun TESBİH ve SALATIdır. (Salih (a.s kıssası örneği)
İnsanın Allah (c.c) dışındaki ilah ve rablara kulluk etmemesi onun TESBİH ve SALATIdır.
(İbrahim (a.s) kıssası örneği)
İnsanın çoluk çocuğuna Allah'a karşı olan vazifelerin öğretmesi onun TESBİH ve SALATIdır.
(Lokman ve İmran ailesi örneği)
İnsanın Allah'a karşı yapılan şirk , isyan , zulme karşı baş kaldırması onun TESBİH ve SALATIdır.
İnsanın fıtratı gereği , kulluğunu ameli ve şekli olarak göstemesi onun TESBİH ve SALATIdır.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , elçiler insanlar tarafından unutulan bu tesbih ve salatı onları hatırlatmak için gönderilmişlerdir. Bu örneklere dikkat edecek olursak , kendilerinin vazifeleri olan kulluk görevlerinin dışına çıkan topluluklar Sünnetullah gereği helak edilmişlerdir.
Kuşlar nasıl fıtratları dışına çıkacak olduklarında helak olacak iseler , insanlar da fıtratları dışına çıkarak Allah'a olan tesbih ve salatlarını yerine getirmedikleri takdirde helak olarak , yer yüzünden silineceklerdir , bunun canlı örnekleri Kur'an içinde mevcuttur.
Sonuç olarak ; Kuşların tesbih ve salatının nasıl olduğunu merkeze alarak , insanın tesbih ve salatının nasıl olması gerektiği yönünde şunları söylemek mümkündür. Kuşlar , Allah (c.c) nin kendileri için çizdiği yaşam dairesi içinden çıkmayarak yaşamlarını ve nesillerini sürdürmektedirler.
İnsan da , Allah'ın kendisi için çizdiği yaşam dairesinin çıkmadığı müddetçe yani tesbih ve salatını Allah'a göre yaptığı müddetçe hayatiyetini devam ettirecektir. Aksi takdirde geçmiş kavimlerin örneğinde yok olup gidecektir.
SALAT ve TESBİH , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam sınırları olup , bu sınırların aşılması neticesinde bizleri dünya ve ahirette acı bir son beklemektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
9 Haziran 2016 Perşembe
Beşere Kelimesi Örneğinde Arap Dilinde Kelimelerin Çok Anlamlılığı
Kur'anın anlaşılmasında nazil olduğu dil olan Arapçanın bilinmesinin rolü büyüktür. Kur'an, bu dili konuşan insanların yaşadıkları bir mekana inmiş olması nedeniyle , o zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dili ve onun edebi üslubunu kullanmış ,ve bu kullanımlar, bir çok ayet örneğinde görülmektedir.
Son yıllarda, Kur'anın daha geniş kitleler tarafından okunmaya ve anlaşılmaya çalışılması olumlu bir gelişme iken , maalesef bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. "Kur'an tek kaynak" söyleminin altını doldurmakta yaşanan bu olumsuzlukların başında , Kur'an dilinin Arapça ve onun dil kurallarını gözeten bir üslup kullanmış olmasının dikkate alınmadan okuma ve anlama çalışması yapılması gelmektedir.
Tefsir usulünde "Vücuh ve Nezair" olarak adlandırılan , kelimelerin aldığı anlamları konu alan ilim dalı , Kur'anın anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Hatalı bir okuma örneği olarak gördüğümüz , sadece bir kelimeyi, ayet içinden çıkararak o kelimenin etimolojisi üzerinde durarak ilgili ayeti anlama çalışmaları yapmak çoğu zaman bizleri yanılgıya düşürebilir. Kelimeler her dilde olduğu gibi, içinde bulunduğu cümle ile yakından alakalı olup , cümle içinde kullanılışına göre anlam kazanmaktadırlar.
Nuzül ortamının bilinmesi ve dikkate alınması, Kur'anın doğru anlaşılmasında olmazsa olmazlardan olup , bu durumun dikkate alınmadığı okuma örnekleri, trajikomik çıkarımlar maalesef dolup taşmaktadır.
Bu düşüncemizi "Beşere" kelimesi üzerinden örneklendirerek ne demek istediğimizi anlatmaya çalışacağız.
El beşretü ; "Derinin zahiri , dış yüzü" anlamındadır.
Bu kelime kökünden türemiş kelimeler, Kur'anın bir yerinde İNSAN , bir başka yerinde MÜJDE , bir başka yerinde ise CİMA anlamında kullanılmaktadır. İzafi anlam olarak ifade edebileceğimiz bu anlamların hepsi de, kelimenin asıl anlamı ile yakından alakalıdır.
Beşer kelimesinin "İnsan" anlamında kullanılmasında esas alınan nokta, insanın deri sahibi olması ve onun böyle bir deri sahibi olmasının üzerinde yün ve kıl bulunan hayvanlardan ayırt edilmesinden dolayıdır. Yani İnsanı hayvandan ayırt eden nokta ,Arapça kullanımda kıl ve yün sahibi olmamasıdır.
Beşer kelimesinden türemiş olan "Elmübaşeretü" ; "İki deriyi birbirine değdirmek dokundurmak" anlamındadır. İki derinin birbirine dokunmasından kinayeli olarak, cinsel ilişki (cima) anlamında kullanılmıştır.
Ve la tübaşiruhünne ve entüm akifune filmesacidi. (Bakara s.187)
"Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın"
Beşer kelimesinden türemiş olan "Beşirün" , "Beşşere" gibi kelimelerin "Müjde" anlamında kullanılması ise , "Yüzün derisinin, alınan sevindirici bir haber sebebi ile gevşemesi anlamındadır.
Arapçada bir çok kelime asıl anlamı üzerinden izafi anlama sahip bir durumdadır.
Kur'an okuma ve anlama çalışmalarında bu husunun göz önünde bulundurulması, büyük bir öneme sahiptir. Böyle kullanımlara Kur'an içinden bir çok örnek verilebilir. Bu kelimeyi örnek verme amacımız , Kur'an kelimelerinin çok anlamlılığının dikkate alınması gereğine binaendir.
Bu noktada Arapça kelimelerin anlamları üzerinde bilgi veren sözlüklerin okuma ve anlama çalışmalarında el altında olmasının faydalı olacağını söylemek istiyoruz. Cümle içinden bir kelimeyi çekerek, o kelimenin anlamı üzerinden cümleye anlam bindirmeye çalışmak, çoğu zaman okuyucuyu hatalı sonuçlara götürebilir.
Kelimeyi cümle içinden çıkararak cümleden bağımsız anlamaya çalışmak yerine , ilgili ayeti bütüncül bir şekilde okumak ve kelimeye cümle bütünlüğüne uygun anlam vermeye çalışmak bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
Kur'an okuyucularının tamamını kast etmediğimizi hatırlatarak , ayet içinden cımbızlama yapılarak çekilen bir kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı çalışmalar, ön yargıları kabul ettirmeye dayalı çalışmaların ürünü olarak kendisini göstermektedir. Çünkü ilgili ayetten bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılan bir kelime, ön yargılı düşüncelerin onaylatılmasına yönelik çalışmaların esasını oluşturmaktadır.
Bir kelimenin Kur'anda kullanılmış olması , o kelimenin o günkü Arapın lisanında kullanılmış ve biliniyor olmasındandır. O günkü kullanımı ve bilindikliği göz ardı ederek yapılan anlama çalışmaları , maalesef bazı art niyetlilerin elinde silaha dönüşerek , istediğini Kur'ana söyletme çabasına dönüşmüştür.
Örneğin "Salat" kelimesi üzerinde, etimolojik çalışmalar yaparak bu kelimenin "Namaz" adı bildiğimiz ibadeti kapsamadığını ispatlamaya çalışanlar , o kelimeyi o günkü bilindik anlamı ve kullanımını dikkate almayarak okumaya çalışarak, yani nuzül ortamından kopartarak okumaya çalışmakta, neticede namaz adlı ibadetin olmadığını ispatlamaya !! çalışmaktadırlar.
Nuzül ortamının dilsel ve kültürel arka planının dikkate alınmaması , bugün maalesef "Mushafperestlik" diyebileceğimiz bir Kur'an okuma akımını beraberinde getirmiştir. "Tek kaynak Kur'an" sloganı altında Kur'andan başka kaynak tanımama akımı, akidenin belirlenmesi noktasında Kur'anın tek kaynak olması gerektiği düşüncesinden çıkmış , "Kur'anın anlaşılmasında sadece meal yeterlidir" söylemine dönüşmüştür.
Netice olarak "Meal alimleri" diyebileceğimiz bir güruh ortaya çıkarak "Kur'anda ........ yok veya var" şeklindeki fetvalar, ortalıkta gezmeye başlamıştır.
Sonuç olarak ; Kur'an kelimeleri, içinde bulunduğu ayet , sure ve Kur'an bütünlüğü , nuzül ortamı , kelimenin o günkü Arabın dilindeki anlamları gibi hususlar göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılması gerekmektedir. Bu hususlar göz ardı edilerek yapılan çalışmaların bizleri bir takım yanlış sonuçlara götürmesi muhtemeldir. "Çok anlamlılık" diyebileceğiz ve her dilde bulunan , kelimelerin birden fazla anlamlarının olması , ve ayet içinde bir kelimeye hangi anlamın verilmesi konusu , Kur'anı ciddi olarak okuma ve anlama çalışma yapanların başvurması gereken önemli konulardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Son yıllarda, Kur'anın daha geniş kitleler tarafından okunmaya ve anlaşılmaya çalışılması olumlu bir gelişme iken , maalesef bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. "Kur'an tek kaynak" söyleminin altını doldurmakta yaşanan bu olumsuzlukların başında , Kur'an dilinin Arapça ve onun dil kurallarını gözeten bir üslup kullanmış olmasının dikkate alınmadan okuma ve anlama çalışması yapılması gelmektedir.
Tefsir usulünde "Vücuh ve Nezair" olarak adlandırılan , kelimelerin aldığı anlamları konu alan ilim dalı , Kur'anın anlaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Hatalı bir okuma örneği olarak gördüğümüz , sadece bir kelimeyi, ayet içinden çıkararak o kelimenin etimolojisi üzerinde durarak ilgili ayeti anlama çalışmaları yapmak çoğu zaman bizleri yanılgıya düşürebilir. Kelimeler her dilde olduğu gibi, içinde bulunduğu cümle ile yakından alakalı olup , cümle içinde kullanılışına göre anlam kazanmaktadırlar.
Nuzül ortamının bilinmesi ve dikkate alınması, Kur'anın doğru anlaşılmasında olmazsa olmazlardan olup , bu durumun dikkate alınmadığı okuma örnekleri, trajikomik çıkarımlar maalesef dolup taşmaktadır.
Bu düşüncemizi "Beşere" kelimesi üzerinden örneklendirerek ne demek istediğimizi anlatmaya çalışacağız.
El beşretü ; "Derinin zahiri , dış yüzü" anlamındadır.
Bu kelime kökünden türemiş kelimeler, Kur'anın bir yerinde İNSAN , bir başka yerinde MÜJDE , bir başka yerinde ise CİMA anlamında kullanılmaktadır. İzafi anlam olarak ifade edebileceğimiz bu anlamların hepsi de, kelimenin asıl anlamı ile yakından alakalıdır.
Beşer kelimesinin "İnsan" anlamında kullanılmasında esas alınan nokta, insanın deri sahibi olması ve onun böyle bir deri sahibi olmasının üzerinde yün ve kıl bulunan hayvanlardan ayırt edilmesinden dolayıdır. Yani İnsanı hayvandan ayırt eden nokta ,Arapça kullanımda kıl ve yün sahibi olmamasıdır.
Beşer kelimesinden türemiş olan "Elmübaşeretü" ; "İki deriyi birbirine değdirmek dokundurmak" anlamındadır. İki derinin birbirine dokunmasından kinayeli olarak, cinsel ilişki (cima) anlamında kullanılmıştır.
Ve la tübaşiruhünne ve entüm akifune filmesacidi. (Bakara s.187)
"Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın"
Beşer kelimesinden türemiş olan "Beşirün" , "Beşşere" gibi kelimelerin "Müjde" anlamında kullanılması ise , "Yüzün derisinin, alınan sevindirici bir haber sebebi ile gevşemesi anlamındadır.
Arapçada bir çok kelime asıl anlamı üzerinden izafi anlama sahip bir durumdadır.
Kur'an okuma ve anlama çalışmalarında bu husunun göz önünde bulundurulması, büyük bir öneme sahiptir. Böyle kullanımlara Kur'an içinden bir çok örnek verilebilir. Bu kelimeyi örnek verme amacımız , Kur'an kelimelerinin çok anlamlılığının dikkate alınması gereğine binaendir.
Bu noktada Arapça kelimelerin anlamları üzerinde bilgi veren sözlüklerin okuma ve anlama çalışmalarında el altında olmasının faydalı olacağını söylemek istiyoruz. Cümle içinden bir kelimeyi çekerek, o kelimenin anlamı üzerinden cümleye anlam bindirmeye çalışmak, çoğu zaman okuyucuyu hatalı sonuçlara götürebilir.
Kelimeyi cümle içinden çıkararak cümleden bağımsız anlamaya çalışmak yerine , ilgili ayeti bütüncül bir şekilde okumak ve kelimeye cümle bütünlüğüne uygun anlam vermeye çalışmak bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir.
Kur'an okuyucularının tamamını kast etmediğimizi hatırlatarak , ayet içinden cımbızlama yapılarak çekilen bir kelimenin anlamı üzerinden yapılan bazı çalışmalar, ön yargıları kabul ettirmeye dayalı çalışmaların ürünü olarak kendisini göstermektedir. Çünkü ilgili ayetten bağımsız olarak anlaşılmaya çalışılan bir kelime, ön yargılı düşüncelerin onaylatılmasına yönelik çalışmaların esasını oluşturmaktadır.
Bir kelimenin Kur'anda kullanılmış olması , o kelimenin o günkü Arapın lisanında kullanılmış ve biliniyor olmasındandır. O günkü kullanımı ve bilindikliği göz ardı ederek yapılan anlama çalışmaları , maalesef bazı art niyetlilerin elinde silaha dönüşerek , istediğini Kur'ana söyletme çabasına dönüşmüştür.
Örneğin "Salat" kelimesi üzerinde, etimolojik çalışmalar yaparak bu kelimenin "Namaz" adı bildiğimiz ibadeti kapsamadığını ispatlamaya çalışanlar , o kelimeyi o günkü bilindik anlamı ve kullanımını dikkate almayarak okumaya çalışarak, yani nuzül ortamından kopartarak okumaya çalışmakta, neticede namaz adlı ibadetin olmadığını ispatlamaya !! çalışmaktadırlar.
Nuzül ortamının dilsel ve kültürel arka planının dikkate alınmaması , bugün maalesef "Mushafperestlik" diyebileceğimiz bir Kur'an okuma akımını beraberinde getirmiştir. "Tek kaynak Kur'an" sloganı altında Kur'andan başka kaynak tanımama akımı, akidenin belirlenmesi noktasında Kur'anın tek kaynak olması gerektiği düşüncesinden çıkmış , "Kur'anın anlaşılmasında sadece meal yeterlidir" söylemine dönüşmüştür.
Netice olarak "Meal alimleri" diyebileceğimiz bir güruh ortaya çıkarak "Kur'anda ........ yok veya var" şeklindeki fetvalar, ortalıkta gezmeye başlamıştır.
Sonuç olarak ; Kur'an kelimeleri, içinde bulunduğu ayet , sure ve Kur'an bütünlüğü , nuzül ortamı , kelimenin o günkü Arabın dilindeki anlamları gibi hususlar göz önünde bulundurularak anlaşılmaya çalışılması gerekmektedir. Bu hususlar göz ardı edilerek yapılan çalışmaların bizleri bir takım yanlış sonuçlara götürmesi muhtemeldir. "Çok anlamlılık" diyebileceğiz ve her dilde bulunan , kelimelerin birden fazla anlamlarının olması , ve ayet içinde bir kelimeye hangi anlamın verilmesi konusu , Kur'anı ciddi olarak okuma ve anlama çalışma yapanların başvurması gereken önemli konulardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Haziran 2016 Salı
ORUÇ : İnsanların Vicdanını Harekete Geçiren Bir İbadet
Bakara suresi 183-187. ayetleri arasında Allah (c.c), ramazan ayı içinde günün belirli zamanlarında yemek , içmek ve cinsel ilişkiyi yasaklamıştır. Bu emir sadece aç ve susuz kalmayı amaçlayan bir emir olmaktan ziyade, daha geniş anlamı ile kişileri terbiye edici bir role sahiptir. Yazımızda , bu yasaklamanın ilmihal boyutunu değil , kişi ve toplum boyutunda getirmeyi amaçladığı oto kontrol mekanizmasını ele almaya çalışacağız.
[005.094] Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.
Oruç ibadetinin kişi ve toplum hayatında ne gibi kazanımlar meydana getirmeyi amaçladığını, Maide s. 94. ayetinin mesajını merkeze alarak anlamaya çalıştığımızda, bu ibadetin sadece aç kalmaya indirgenemeyecek kadar geniş bir anlamı olduğu da görülecektir.
Allah (c.c) bilindiği üzere hac günlerinde "İhram yasakları" olarak bildiğimiz bir takım yasaklar ihdas ederek, diğer günlerde helal olan bazı şeyleri belirli günler için haram kılmıştır. Bu haram kılmanın, kişi ve toplum vicdanını harekete geçiren bir yönü bulunmaktadır. Allah (c.c) kişilerin başına birer polis dikmek yerine vicdanlara hitap ederek , herkesin kendi polisi olmasını sağlayacak önlemler almaktadır. Bu önlemler toplum bazında insanların birbirine güven duyan bir ortamın sağlanmasına matuf olup , oruç ibadeti de böyle bir işleve sahiptir.
Ayet içindeki "Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için" cümlesi, anahtar bir cümle olup , herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlayan bir oto kontrol sistemi meydana getirmektedir. Allah (c.c) bu gibi yasaklamalar ile vicdanları harekete geçirerek , kişinin başında bir polis olmasa bile her an gözetildiğini unutmamasını hatırlatmaktadır.
Allah (c.c) biz kullarına diğer günlerde HELAL olan bazı şeyleri , bazı günlerde HARAM kılmaktadır. Böyle bir uygulamanın yapılma amacı Maide s. 94. ayetinde beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının kendisini görmemiş olsa bile , kendisinin kullarını her an gözetlediğini , onların her anını gördüğünü ve bildiğini bir çok ayette haber vererek , yaptıklarımızın her anının kayıt altına alındığını bilmemizi istemektedir.
Mantık açısından düşündüğümüzde bu yasakları izah etmek mümkün değildir . Değişen hiç bir şey yok iken helal olan bazı şeyler, birden belirli bir süre için harama dönüşüyor , helal iken yediğimiz bir yiyecek , yasaklanan zamanda yenildiği zaman harama dönüşüyor ve yiyen kişiyi vebal altına sokuyor.
Bu durumu Allah'a kulluk ve teslimiyetten başka bir şey ile açıklamak mümkün değildir. İnsan olarak bize düşen bunu sorgulamak değil , bu yasaklar ile bizlere verilmek istenen kişisel ve toplumsal terbiyeye odaklanarak , kul olma bilinci içinde teslim olmaktır.
İnsan topluluk halinde yaşama itiyadında olan bir varlık olup , bu yaşam bir takım kurallar dahilinde olması gerekmektedir. Kişilerin birbirlerinin hak hukukunu gözeten bir yaşam şekli toplumun selameti için olmazsa olmazlardandır. Allah (c.c) oruç gibi koyduğu ibadetler ile sadece kuru bir ibadeti değil , bu orucun insana sağladığı olgunluk vasıtası ile diğer insanların hakkına riayet edilmesini öğretmektedir.
Allah (c.c) veya beşer olsun , yasa koyucuların tamamı, koydukları yasaların çiğnenmemesini , şayet koydukları yasalar çiğnenecek olursa bu çiğnemenin cezasını da cezai müeyyide olarak yasalarına koyarlar. Beşer cinsinden olan yasa koyucular , polisiye tedbirler ile bu yasaların çiğnenmemesini sağlamaya çalışırlarken , Allah (c.c) herkesin vicdanına hitap ederek , herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlamaktadır.
Oruç, insanların kendi kendisinin polisi olmasını sağlayan bir ibadet yöntemi olup , kişiler sair günlerde kendisine helal olan yiyeceklerin , ramazan ayı içinde belirli zamanda haram olması ile bir imtihana tabi tutularak nefisler terbiye edilmektedir.
Oruçlu olmak sadece belirli bir aya mahsus bir hal olarak kalmamalıdır. Oruçlu olma halini en geniş anlamda "Kötülüklerden kendini tutmak" olarak anlamlandırdığımızda kişilerin bu hallerinin belirli bir aya has değil yaşadığı hayatın tamamını kapsaması gerekmektedir.
Belirli bir zamanda farz kılınan oruç , kişilerin bütün yıl sürecek oruçlu olma halinin biraz daha yoğun yaşanacak olan bir zaman dilimini kapsamaktadır.
Oruç, kişilerden başlayarak toplumu düzelmesini sağlayan bir kulluk borcudur.
Oruç bugün her ne kadar sadece yeme ve içmeden kesilmeye odaklanmış bir ibadet haline getirilmiş ise de, bu ibadet insanların vicdanlarını harekete geçiren , her kesin kendi polisi olmasını sağlayan bir ibadettir.
Şöyle bir düşünelim ; Akşam yediğimiz bir yemek , veya içtiğimiz su, bize gündüz haram ve haram olan bu yiyecek ve içecek, elimizin altında ve karşımızda durarak bize bakmakta, ve biz ona el süremiyoruz. Yediğimiz takdirde bizi suçlu olarak görecek ve mahkum edecek hiç bir dünyevi merci olmamasına rağmen sadece , Allah (c.c) ye karşı olan GIYABİ KORKUdan dolayı elimizi yiyecek ve içeceğe süremiyoruz.
İşte oruç insandaki gıyabi korkuyu açığa çıkarıcı bir mahiyete sahiptir. Yemek ve içmek hususunda elini bağlayan olmamasına rağmen , kendi kendisi elini bağlayarak , içindeki Allah korkusunun ramazan ayında daha yoğun ortaya çıkmasını sağlayarak , diğer aylarda aynı korkunun devamı bu oruç ile sağlanır.
Bunları söylerken , oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin bu gibi hasletlere sahip olamayacaklarını söylemek istemediğimizi hatırlatmak isteriz.
Bu bağlamda, insanda olan AHİRETE İMAN inancı büyük rol oynamaktadır. Ahirete iman etmiş olan bir kimse, bu inancı sayesinde dünya hayatı içinde yapacak olduğu bir takım hataların karşılığının ahiret gününde alacağını bilmektedir.
İşte bu ahirete iman inancı eğer gerçek olarak iman ettiğini iddia edenler tarafından içselleştirilerek , kişilerden başlayarak bütün toplumda hakim olduğu zaman, insanların birbirlerine kötülük yaptıkları takdirde , ahiret hesabının çetin olacağını bilmek korkusu insanları kötülükten alıkoyacaktır.
Bir toplumda yaşayan insanların huzur ve sükunetinin sağlanması için elbette polisiye tedbirler gerekecektir , ancak o toplumda yaşayan insanların vicdanların oluşturulacak olan vicdan polisleri , beşer polislerden daha etkili olarak görev yapacaktır.
Bir toplumun huzur ve refah içinde yaşamasının ilk kuralı , o toplumda yaşayan insanların yaptıkları kötülüğün karşılığında sadece dünya cezası ile kurtulamayacaklarını bilmeleri ile mümkündür. Yaptığı suçun dünya cezasına katlanan insan cezayı göze alarak suçu işleyebilir , ancak bu suçun uhrevi cezasının çok daha büyük olduğu inancına sahip olduğunda bu suçu işlemesi güçleşecektir.
Allah (c.c) nin yılda bir ay olarak farz kıldığı oruç ibadeti eğer maksadına uygun bir şekilde yerine getirilecek olursa , insanları yılın diğer aylarında da tutacak , ve onları yılın bütün aylarında kendisini kötülüklerden tutmasını sağlayacaktır.
Oruç tutmayı sadece ramazan ayında aç ve susuz kalmaya indirgeyenler ise , bu ibadetin hikmetini tam olarak kavramamış olacaklardır.
[005.094] Ey İnananlar! Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için, (ihramlıyken) elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah and olsun ki sizi dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azab vardır.
Oruç ibadetinin kişi ve toplum hayatında ne gibi kazanımlar meydana getirmeyi amaçladığını, Maide s. 94. ayetinin mesajını merkeze alarak anlamaya çalıştığımızda, bu ibadetin sadece aç kalmaya indirgenemeyecek kadar geniş bir anlamı olduğu da görülecektir.
Allah (c.c) bilindiği üzere hac günlerinde "İhram yasakları" olarak bildiğimiz bir takım yasaklar ihdas ederek, diğer günlerde helal olan bazı şeyleri belirli günler için haram kılmıştır. Bu haram kılmanın, kişi ve toplum vicdanını harekete geçiren bir yönü bulunmaktadır. Allah (c.c) kişilerin başına birer polis dikmek yerine vicdanlara hitap ederek , herkesin kendi polisi olmasını sağlayacak önlemler almaktadır. Bu önlemler toplum bazında insanların birbirine güven duyan bir ortamın sağlanmasına matuf olup , oruç ibadeti de böyle bir işleve sahiptir.
Ayet içindeki "Gıyabında Kendisinden, kimin korktuğunu bilmek için" cümlesi, anahtar bir cümle olup , herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlayan bir oto kontrol sistemi meydana getirmektedir. Allah (c.c) bu gibi yasaklamalar ile vicdanları harekete geçirerek , kişinin başında bir polis olmasa bile her an gözetildiğini unutmamasını hatırlatmaktadır.
Allah (c.c) biz kullarına diğer günlerde HELAL olan bazı şeyleri , bazı günlerde HARAM kılmaktadır. Böyle bir uygulamanın yapılma amacı Maide s. 94. ayetinde beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının kendisini görmemiş olsa bile , kendisinin kullarını her an gözetlediğini , onların her anını gördüğünü ve bildiğini bir çok ayette haber vererek , yaptıklarımızın her anının kayıt altına alındığını bilmemizi istemektedir.
Mantık açısından düşündüğümüzde bu yasakları izah etmek mümkün değildir . Değişen hiç bir şey yok iken helal olan bazı şeyler, birden belirli bir süre için harama dönüşüyor , helal iken yediğimiz bir yiyecek , yasaklanan zamanda yenildiği zaman harama dönüşüyor ve yiyen kişiyi vebal altına sokuyor.
Bu durumu Allah'a kulluk ve teslimiyetten başka bir şey ile açıklamak mümkün değildir. İnsan olarak bize düşen bunu sorgulamak değil , bu yasaklar ile bizlere verilmek istenen kişisel ve toplumsal terbiyeye odaklanarak , kul olma bilinci içinde teslim olmaktır.
İnsan topluluk halinde yaşama itiyadında olan bir varlık olup , bu yaşam bir takım kurallar dahilinde olması gerekmektedir. Kişilerin birbirlerinin hak hukukunu gözeten bir yaşam şekli toplumun selameti için olmazsa olmazlardandır. Allah (c.c) oruç gibi koyduğu ibadetler ile sadece kuru bir ibadeti değil , bu orucun insana sağladığı olgunluk vasıtası ile diğer insanların hakkına riayet edilmesini öğretmektedir.
Allah (c.c) veya beşer olsun , yasa koyucuların tamamı, koydukları yasaların çiğnenmemesini , şayet koydukları yasalar çiğnenecek olursa bu çiğnemenin cezasını da cezai müeyyide olarak yasalarına koyarlar. Beşer cinsinden olan yasa koyucular , polisiye tedbirler ile bu yasaların çiğnenmemesini sağlamaya çalışırlarken , Allah (c.c) herkesin vicdanına hitap ederek , herkesin kendi kendisinin polisi olmasını sağlamaktadır.
Oruç, insanların kendi kendisinin polisi olmasını sağlayan bir ibadet yöntemi olup , kişiler sair günlerde kendisine helal olan yiyeceklerin , ramazan ayı içinde belirli zamanda haram olması ile bir imtihana tabi tutularak nefisler terbiye edilmektedir.
Oruçlu olmak sadece belirli bir aya mahsus bir hal olarak kalmamalıdır. Oruçlu olma halini en geniş anlamda "Kötülüklerden kendini tutmak" olarak anlamlandırdığımızda kişilerin bu hallerinin belirli bir aya has değil yaşadığı hayatın tamamını kapsaması gerekmektedir.
Belirli bir zamanda farz kılınan oruç , kişilerin bütün yıl sürecek oruçlu olma halinin biraz daha yoğun yaşanacak olan bir zaman dilimini kapsamaktadır.
Oruç, kişilerden başlayarak toplumu düzelmesini sağlayan bir kulluk borcudur.
Oruç bugün her ne kadar sadece yeme ve içmeden kesilmeye odaklanmış bir ibadet haline getirilmiş ise de, bu ibadet insanların vicdanlarını harekete geçiren , her kesin kendi polisi olmasını sağlayan bir ibadettir.
Şöyle bir düşünelim ; Akşam yediğimiz bir yemek , veya içtiğimiz su, bize gündüz haram ve haram olan bu yiyecek ve içecek, elimizin altında ve karşımızda durarak bize bakmakta, ve biz ona el süremiyoruz. Yediğimiz takdirde bizi suçlu olarak görecek ve mahkum edecek hiç bir dünyevi merci olmamasına rağmen sadece , Allah (c.c) ye karşı olan GIYABİ KORKUdan dolayı elimizi yiyecek ve içeceğe süremiyoruz.
İşte oruç insandaki gıyabi korkuyu açığa çıkarıcı bir mahiyete sahiptir. Yemek ve içmek hususunda elini bağlayan olmamasına rağmen , kendi kendisi elini bağlayarak , içindeki Allah korkusunun ramazan ayında daha yoğun ortaya çıkmasını sağlayarak , diğer aylarda aynı korkunun devamı bu oruç ile sağlanır.
Bunları söylerken , oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin bu gibi hasletlere sahip olamayacaklarını söylemek istemediğimizi hatırlatmak isteriz.
Bu bağlamda, insanda olan AHİRETE İMAN inancı büyük rol oynamaktadır. Ahirete iman etmiş olan bir kimse, bu inancı sayesinde dünya hayatı içinde yapacak olduğu bir takım hataların karşılığının ahiret gününde alacağını bilmektedir.
İşte bu ahirete iman inancı eğer gerçek olarak iman ettiğini iddia edenler tarafından içselleştirilerek , kişilerden başlayarak bütün toplumda hakim olduğu zaman, insanların birbirlerine kötülük yaptıkları takdirde , ahiret hesabının çetin olacağını bilmek korkusu insanları kötülükten alıkoyacaktır.
Bir toplumda yaşayan insanların huzur ve sükunetinin sağlanması için elbette polisiye tedbirler gerekecektir , ancak o toplumda yaşayan insanların vicdanların oluşturulacak olan vicdan polisleri , beşer polislerden daha etkili olarak görev yapacaktır.
Bir toplumun huzur ve refah içinde yaşamasının ilk kuralı , o toplumda yaşayan insanların yaptıkları kötülüğün karşılığında sadece dünya cezası ile kurtulamayacaklarını bilmeleri ile mümkündür. Yaptığı suçun dünya cezasına katlanan insan cezayı göze alarak suçu işleyebilir , ancak bu suçun uhrevi cezasının çok daha büyük olduğu inancına sahip olduğunda bu suçu işlemesi güçleşecektir.
Allah (c.c) nin yılda bir ay olarak farz kıldığı oruç ibadeti eğer maksadına uygun bir şekilde yerine getirilecek olursa , insanları yılın diğer aylarında da tutacak , ve onları yılın bütün aylarında kendisini kötülüklerden tutmasını sağlayacaktır.
Oruç tutmayı sadece ramazan ayında aç ve susuz kalmaya indirgeyenler ise , bu ibadetin hikmetini tam olarak kavramamış olacaklardır.
5 Haziran 2016 Pazar
Neml s. 25. Ayeti Çerçevesinde Şirk ve Tapınma Psikolojisi Üzerine Bir Tahlil Çalışması
Şirk , Kur'anın odak kavramlarından bir tanesi olup , terim olarak "Sadece Allah (c.c) nin ilahlık ve rablik yetkisi alanına giren konularda başka yetki mercileri tanıyarak ilahlık ve rabliğin gereklerini onun dışındakilere tanımak" anlamına gelmektedir. Allah (c.c) nin dışında yetki mercileri tanıyanlar , bu tanımalarını bir takım ritüeller ile ve objelere tazimde bulunarak şirklerini açıkça ilan etmekte , "Müşrik" olarak isimlendirilen bu kimselerin, şirklerini açığa vurmak için kullandıkları objelerin genel ismi ise , "Put" olarak isimlendirilmektedir.
Taş , tahta , metal v.s gibi şeylerden yapılmış olan bu putların konuşmadığını , insana fayda ve zarar vermediğini, o putlara tapan müşrikler dahi bilmektedirler, yazımızda , bu halde olan putlara tapmaktaki ısrarcı tavırlarının altında yatan psikolojiyi , Neml s. 25. ayetinin beyanı üzerinden okumaya çalışacağız.
Konumuz olan ayet , Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı bir bağlama sahiptir. Hüdhüd , Sebe ülkesinden getirdiği haberi Süleyman (a.s) a şöyle anlatmaktadır ;
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[027.023] «Muhakkak ki ben, bir kadın buldum ki onları hükümdarlık ediyor, ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için azim bir arşı da var.»
[027.024] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.
[027.025] Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026] Allah O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir.
Bu ayetlerde Hüdhüd , Sebe ülkesindeki durumu Süleyman (a.s) a haber vermektedir. Bu haberi verirken hükümdar ve kavminin güneşe taptıklarını , bunu onlara şeytanın güzel gösterdiğini anlatarak , 25. ayette önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.
Hüdhüd, bu kavmin güneşe secde etmesinin sebebinin "ALLAH'A SECDE ETMEMEK İÇİN" olduğunu söylemektedir. Bu cümle, müşriklerin neden Allah (c.c) dışındaki varlıklara secde ettiklerini ifade eden , şirk'in kıyamete kadar değişmeyecek karakterini ifade eden veciz bir cümledir.
Allah (c.c) nın ilk elçiden son elçiye kadar göndermiş olduğu vahiylerinin ortak mesajı KENDİSİNDEN BAŞKASINA SECDE EDİLMEMESİ gerektiğine dair emirlerdir.
İnsanlar, Şeytanın onlara verdiği iğva ile, gerçek olarak kulluk edilmesi gereken yegane merciyi terk ederek , sahte ilahlar edinmiş ve onlara kulluk etmeye yönelmişlerdir. Günümüzde dahi bir çok insan, sahte ilahlara kulluk etmeye devam etmektedir. Bu yönü ile "Şirk" evrensel bir insan hastalığı olarak kıyamete kadar varlığını korumaya devam edecektir.
Kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa karşı tazimde bulunmak sureti ile onu ilah ve rab olarak tanımak (7/ 172.173), insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Bu özellik asla boşluk kabul etmez , bu boşluk eğer Allah'a kulluk etmek şeklinde doldurulmaz ize , başkalarına kulluk şeklinde doldurulacaktır.
Allah (c.c), ilah ve rab olarak tanınma hakkının sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek , kendisi dışındakilere yapılan ilah ve rab olarak bilme şeklindeki yönelimin "Şirk", bu yönelimleri yapanların ise "Müşrik" olduğunu bildirmektedir.
Kendisine nasıl kul olunması , ve bu kulluğun kendisine karşı nasıl gösterilmesi gerektiği konusundaki bilgileri tarih boyunca gönderdiği elçileri ile insanlara bildiren Allah (c.c), Kur'anda ki kıssa yollu anlatımlar ile, bize gerçek kulluğun nasıl ve kime olması gerektiğini öğretmektedir.
İbrahim (a.s) ın kıssasının anlatıldığı En am s. 75 -79. ayetler arasında onun, Güneş , Yıldız ve Ayın gerçek ilah olamayacağını , gerçek ilahın bunları yaratan olduğu vurgusu yapılarak , ilah ve rab olarak kimin tanınması gerektiği bildirilmektedir.
[041.037] Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.
Secde kelimesi ; "Öne eğilme , aşağıya bükülme , kendini alçaltma , kibrini ve gururunu kırma" anlamındadır.
Bu kelimenin insan üzerindeki tezahürü , kişinin kendisinden yüce olarak bildiği ve tanıdığı kişi veya herhangi bir ojbeye karşı olan yönelimini bedensel veya düşünsel olarak göstermesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Yani insanlar kendilerinden yüce olarak kabul ettikleri herhangi bir kişi veya objeyi , hayatlarının merkezine aldıklarında , bu merkeze alışlarını , bedensel olarak dışa vurmakta , düşünsel olarak ise o kişi veya obje üzerinden üretilmiş yaşam biçimini hayatına pratize ederek secde etme halini göstermektedirler.
Bu durumu, ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onu ilah ve rab olarak tanıyanlar, bu tanımalarını ona hem bedenen hem de düşünsel olarak göstererek , sadece onu ve ilah ve rab olarak tanıdıklarını hayatlarına onun bize dair olan emir ve yasaklarını ikame ederek ortaya koymaktadırlar.
Aynı durumu ilah ve rab olarak Allah (c.c) dışındakileri tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onlar da bu tanımalarını , hem bedenen hem de düşünsel olarak ortaya koymakta , ve bu tanımalarını hayatlarının merkezine sahte ilah ve rabler tarafından vaz edilen sistemleri ikame ederek göstermektedirler.
Secde etme hali istisnasız olarak bütün insanlarda vaki olan bir hal olup , hiç bir insan bu halden beri değildir. Secde etme hali bir gösterge olup , insanlar ilah ve rab olarak tanıdıkları her ne veya kim ise bu tanımalarını bu şekilde göstermektedirler.
Secde etme halini insan fıtratında olan kulluk psikolojisinin bir tezahürü olarak değerlendirdiğimizde , bu halin ortaya konulmasına hak sahibi olan tek ve yegane kişi Allah (c.c) dir. Hiç bir kişi , kurum , kuruluş , düşünce ve ideoloji onun üzerinde yer alarak , insanların onun dışındakilere secde etmesini haklı gösteremez.
Bir kısım insan, hayatlarında Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanıdıklarını, ona secde ederek göstererek MÜ'MİN ismine layık olur iken , diğer bir kısım ise, onun dışındakileri ilah ve rab olarak tanıdığını göstermek için ilah ve rab olarak tanıdığı her ne veya kim ise ona secde ederek MÜŞRİK ismine layık olmaktadır.
"Mü'min" veya "Müşrik" ismini alan insanların birbirleri ile olan ortak yönleri , kulluklarını ilah ve rab olarak her ne veya kimi tanıyorlarsa ona karşı göstererek secde etmiş olmalarıdır. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı, mutlaka ilah ve rab olarak birisini tanıyarak ona secde edecektir.
Şirk ve müşrik psikolojisi , işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak tanıyarak "Müşrik" ismini alanlar , ALLAH'I İLAH VE RAB OLARAK TANIMADIKLARINI İLAN ETMEK İÇİN ONUN DIŞINDAKİLERE SECDE ETMEKTEDİRLER.
Sebe halkı ve hükümdarının Allah'ı bırakarak güneşe secde etmelerinin altında yatan temel saik , Allah'a secde etmediklerini ilan etmek esasına dayalı bir düşüncenin ürünü olarak , bu ilanlarını onun dışındakilere secde ederek göstermek istemelerine dayanmaktadır.
Bu bağlamda, ilk insandan beri ortaya çıkan şirk'in altında yatan temel sebepte anlaşılmış olmaktadır. Bazı kaynaklarda, "ilkel insan" olarak tanımladıkları kabile ve uluslarda bazı gök cisimlerine tapınma şeklinde şeklinde ortaya çıkan şirk'in, o gök cisimlerinden korku sebebi ile olduğu ve bunların onlara vereceği zarardan korunmak için tapındıkları söylenmektedir. Bu tesbitin doğru bir tesbit olmadığını düşünmekteyiz.
[025.055] Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere kulluk ederler. İnkar eden, Rabbine karşı gelenin (şeytanın) yardımcısıdır.
Bu ve benzeri bir çok ayette , müşriklerin tapındıkları putların onlara fayda ve zarar vermeye güçleri yetmedikleri haber verilmektedir. Bu durumu müşriklerin kendileri de bilmekte ve puta tapmaya gerekçe olarak "Atalarımızı bunlara kulluk eder halde bulduk" demektedirler.
Müşriklerde puta tapıcılığın altında yatan temel sebep, korkudan emin olma isteğinden doğan bir hal değil , Allah'a kul olmadıklarını bu şekilde izhar etme halidir.
Bu temel saik sadece Sebe halkına has bir durum değil, evrensel mahiyet arz eden bir durumdur. Sebe halkının şirkini izhar etmek için tapındıkları Güneş , bugün bile dünyanın bazı yerlerinde tapınma aracı olarak kullanılmasına karşın , insanların hayatında ortaya çıkan şirk olgusunun tezahürü, farklı tapınma araçlarını ortaya çıkarmıştır.
Çağdaş dünyada şirk olgusu taştan veya metalden yapılmış bir takım heykeller önünde saygı duruşu yapılarak ortaya çıkmaktadır. Bugünün çağdaş müşrikleri de önceki ataları gibi, önünde kıyam ve secde ettikleri heykellerin kendilerine fayda ve zarar vermediklerini pekala bilmektedirler.
Ancak bu heykeller önünde kıyam ve secde etme gerekleri heykelleri yapılmış kişilerin düşünce ideolojilerini hayatlarında hakim kıldıklarını aleme göstermek amaçlı olduğunu kendileri de itiraf etmektedirler.
Örneğin ; Günümüz Türkiye sine baktığımızda her şehir ve kasabanın belirli yerlerine yapılmış olan Atatürk heykelleri önünde kıyama duranlar , o heykellerin taştan yapılmış objeler olduğunu ve kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Onların, bu heykeller önünde kıyama durma gerekçeleri, hayatların merkezinde "Kemalizm" ideolojisinin hakim olduğunu ilan etmek amacına dayanmaktadır.
Şirk ve müşrik psikolojisi binlerce sene önce nasıl ise bugün de aynı şekilde işlemektedir. Allah'a kul olmadıklarını cümle aleme duyurmak için taş , tahta , metal gibi v.s den yapılmış şeylere tapınan müşrikler , aynı tapınmayı bugün de sürdürmektedirler. Bazı insanlar tarafından ihdas edilmiş düşünce ve ideolojileri hayatlarının merkezine alarak , hayatlarını bunlara göre yönlendiren kişiler , yaşam tarzlarını oluşturan kişilerin taş veya metalden yapılmış heykelleri önünde kıyam ve secde ederek , bu kişilerin sistemlerini Allah (c.c) nin sistemine tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.
Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. içindeki Sebe halkının güneşe taptığı haberine , bu tapmanın sebebi olarak hüdhüd tarafından söylenen "Allah'a secde etmemeleri için" ifadesi önemli bilgiler içermektedir.
İnsan fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa secde etme itiyadı , gerçek secde edilmesi gereken merciden saptırıldığı zaman , bu secde etme başka mercilere yapılacaktır. Şirk psikolojisinde ortaya çıkan durum gereği , Allah (c.c) ye secde etmeyenler , ona secde etmediklerini ilan etmek için başka secde mercileri bularak ona secde etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Taş , tahta , metal v.s gibi şeylerden yapılmış olan bu putların konuşmadığını , insana fayda ve zarar vermediğini, o putlara tapan müşrikler dahi bilmektedirler, yazımızda , bu halde olan putlara tapmaktaki ısrarcı tavırlarının altında yatan psikolojiyi , Neml s. 25. ayetinin beyanı üzerinden okumaya çalışacağız.
Konumuz olan ayet , Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı bir bağlama sahiptir. Hüdhüd , Sebe ülkesinden getirdiği haberi Süleyman (a.s) a şöyle anlatmaktadır ;
[027.022] Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: «Senin (bilgi gücünle) kuşatıp öğrenemediğin şeyi, ben kuşatıp öğrendim ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim.»
[027.023] «Muhakkak ki ben, bir kadın buldum ki onları hükümdarlık ediyor, ve kendisine her şeyden verilmiş ve onun için azim bir arşı da var.»
[027.024] Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.
[027.025] Allah'a secde etmemeleri için (böyle yapmış). O Allah'a ki, göklerdeki ve yerdeki her gizliyi (meydana) çıkarır ve neyi gizlediğinizi ve neyi de âşikâre yaptığınızı bilir.
[027.026] Allah O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, yüce Arşın sahibidir.
Bu ayetlerde Hüdhüd , Sebe ülkesindeki durumu Süleyman (a.s) a haber vermektedir. Bu haberi verirken hükümdar ve kavminin güneşe taptıklarını , bunu onlara şeytanın güzel gösterdiğini anlatarak , 25. ayette önemli bir noktaya dikkat çekmektedir.
Hüdhüd, bu kavmin güneşe secde etmesinin sebebinin "ALLAH'A SECDE ETMEMEK İÇİN" olduğunu söylemektedir. Bu cümle, müşriklerin neden Allah (c.c) dışındaki varlıklara secde ettiklerini ifade eden , şirk'in kıyamete kadar değişmeyecek karakterini ifade eden veciz bir cümledir.
Allah (c.c) nın ilk elçiden son elçiye kadar göndermiş olduğu vahiylerinin ortak mesajı KENDİSİNDEN BAŞKASINA SECDE EDİLMEMESİ gerektiğine dair emirlerdir.
İnsanlar, Şeytanın onlara verdiği iğva ile, gerçek olarak kulluk edilmesi gereken yegane merciyi terk ederek , sahte ilahlar edinmiş ve onlara kulluk etmeye yönelmişlerdir. Günümüzde dahi bir çok insan, sahte ilahlara kulluk etmeye devam etmektedir. Bu yönü ile "Şirk" evrensel bir insan hastalığı olarak kıyamete kadar varlığını korumaya devam edecektir.
Kendisinden yüce olarak bildiği bir varlığa karşı tazimde bulunmak sureti ile onu ilah ve rab olarak tanımak (7/ 172.173), insanın fıtratında var olan bir özelliktir. Bu özellik asla boşluk kabul etmez , bu boşluk eğer Allah'a kulluk etmek şeklinde doldurulmaz ize , başkalarına kulluk şeklinde doldurulacaktır.
Allah (c.c), ilah ve rab olarak tanınma hakkının sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek , kendisi dışındakilere yapılan ilah ve rab olarak bilme şeklindeki yönelimin "Şirk", bu yönelimleri yapanların ise "Müşrik" olduğunu bildirmektedir.
Kendisine nasıl kul olunması , ve bu kulluğun kendisine karşı nasıl gösterilmesi gerektiği konusundaki bilgileri tarih boyunca gönderdiği elçileri ile insanlara bildiren Allah (c.c), Kur'anda ki kıssa yollu anlatımlar ile, bize gerçek kulluğun nasıl ve kime olması gerektiğini öğretmektedir.
İbrahim (a.s) ın kıssasının anlatıldığı En am s. 75 -79. ayetler arasında onun, Güneş , Yıldız ve Ayın gerçek ilah olamayacağını , gerçek ilahın bunları yaratan olduğu vurgusu yapılarak , ilah ve rab olarak kimin tanınması gerektiği bildirilmektedir.
[041.037] Gece, gündüz, güneş ve ay onun ayetlerindendir. Eğer Allah â kulluk ediyorsanız, güneşe ve aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah â secde edin.
Secde kelimesi ; "Öne eğilme , aşağıya bükülme , kendini alçaltma , kibrini ve gururunu kırma" anlamındadır.
Bu kelimenin insan üzerindeki tezahürü , kişinin kendisinden yüce olarak bildiği ve tanıdığı kişi veya herhangi bir ojbeye karşı olan yönelimini bedensel veya düşünsel olarak göstermesi olarak ortaya çıkmaktadır.
Yani insanlar kendilerinden yüce olarak kabul ettikleri herhangi bir kişi veya objeyi , hayatlarının merkezine aldıklarında , bu merkeze alışlarını , bedensel olarak dışa vurmakta , düşünsel olarak ise o kişi veya obje üzerinden üretilmiş yaşam biçimini hayatına pratize ederek secde etme halini göstermektedirler.
Bu durumu, ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onu ilah ve rab olarak tanıyanlar, bu tanımalarını ona hem bedenen hem de düşünsel olarak göstererek , sadece onu ve ilah ve rab olarak tanıdıklarını hayatlarına onun bize dair olan emir ve yasaklarını ikame ederek ortaya koymaktadırlar.
Aynı durumu ilah ve rab olarak Allah (c.c) dışındakileri tanıyanlar açısından değerlendirdiğimizde , onlar da bu tanımalarını , hem bedenen hem de düşünsel olarak ortaya koymakta , ve bu tanımalarını hayatlarının merkezine sahte ilah ve rabler tarafından vaz edilen sistemleri ikame ederek göstermektedirler.
Secde etme hali istisnasız olarak bütün insanlarda vaki olan bir hal olup , hiç bir insan bu halden beri değildir. Secde etme hali bir gösterge olup , insanlar ilah ve rab olarak tanıdıkları her ne veya kim ise bu tanımalarını bu şekilde göstermektedirler.
Secde etme halini insan fıtratında olan kulluk psikolojisinin bir tezahürü olarak değerlendirdiğimizde , bu halin ortaya konulmasına hak sahibi olan tek ve yegane kişi Allah (c.c) dir. Hiç bir kişi , kurum , kuruluş , düşünce ve ideoloji onun üzerinde yer alarak , insanların onun dışındakilere secde etmesini haklı gösteremez.
Bir kısım insan, hayatlarında Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak tanıdıklarını, ona secde ederek göstererek MÜ'MİN ismine layık olur iken , diğer bir kısım ise, onun dışındakileri ilah ve rab olarak tanıdığını göstermek için ilah ve rab olarak tanıdığı her ne veya kim ise ona secde ederek MÜŞRİK ismine layık olmaktadır.
"Mü'min" veya "Müşrik" ismini alan insanların birbirleri ile olan ortak yönleri , kulluklarını ilah ve rab olarak her ne veya kimi tanıyorlarsa ona karşı göstererek secde etmiş olmalarıdır. Boşluk kabul etmeyen insan fıtratı, mutlaka ilah ve rab olarak birisini tanıyarak ona secde edecektir.
Şirk ve müşrik psikolojisi , işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak tanıyarak "Müşrik" ismini alanlar , ALLAH'I İLAH VE RAB OLARAK TANIMADIKLARINI İLAN ETMEK İÇİN ONUN DIŞINDAKİLERE SECDE ETMEKTEDİRLER.
Sebe halkı ve hükümdarının Allah'ı bırakarak güneşe secde etmelerinin altında yatan temel saik , Allah'a secde etmediklerini ilan etmek esasına dayalı bir düşüncenin ürünü olarak , bu ilanlarını onun dışındakilere secde ederek göstermek istemelerine dayanmaktadır.
Bu bağlamda, ilk insandan beri ortaya çıkan şirk'in altında yatan temel sebepte anlaşılmış olmaktadır. Bazı kaynaklarda, "ilkel insan" olarak tanımladıkları kabile ve uluslarda bazı gök cisimlerine tapınma şeklinde şeklinde ortaya çıkan şirk'in, o gök cisimlerinden korku sebebi ile olduğu ve bunların onlara vereceği zarardan korunmak için tapındıkları söylenmektedir. Bu tesbitin doğru bir tesbit olmadığını düşünmekteyiz.
[025.055] Allah'ı bırakıp, kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere kulluk ederler. İnkar eden, Rabbine karşı gelenin (şeytanın) yardımcısıdır.
Bu ve benzeri bir çok ayette , müşriklerin tapındıkları putların onlara fayda ve zarar vermeye güçleri yetmedikleri haber verilmektedir. Bu durumu müşriklerin kendileri de bilmekte ve puta tapmaya gerekçe olarak "Atalarımızı bunlara kulluk eder halde bulduk" demektedirler.
Müşriklerde puta tapıcılığın altında yatan temel sebep, korkudan emin olma isteğinden doğan bir hal değil , Allah'a kul olmadıklarını bu şekilde izhar etme halidir.
Bu temel saik sadece Sebe halkına has bir durum değil, evrensel mahiyet arz eden bir durumdur. Sebe halkının şirkini izhar etmek için tapındıkları Güneş , bugün bile dünyanın bazı yerlerinde tapınma aracı olarak kullanılmasına karşın , insanların hayatında ortaya çıkan şirk olgusunun tezahürü, farklı tapınma araçlarını ortaya çıkarmıştır.
Çağdaş dünyada şirk olgusu taştan veya metalden yapılmış bir takım heykeller önünde saygı duruşu yapılarak ortaya çıkmaktadır. Bugünün çağdaş müşrikleri de önceki ataları gibi, önünde kıyam ve secde ettikleri heykellerin kendilerine fayda ve zarar vermediklerini pekala bilmektedirler.
Ancak bu heykeller önünde kıyam ve secde etme gerekleri heykelleri yapılmış kişilerin düşünce ideolojilerini hayatlarında hakim kıldıklarını aleme göstermek amaçlı olduğunu kendileri de itiraf etmektedirler.
Örneğin ; Günümüz Türkiye sine baktığımızda her şehir ve kasabanın belirli yerlerine yapılmış olan Atatürk heykelleri önünde kıyama duranlar , o heykellerin taştan yapılmış objeler olduğunu ve kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Onların, bu heykeller önünde kıyama durma gerekçeleri, hayatların merkezinde "Kemalizm" ideolojisinin hakim olduğunu ilan etmek amacına dayanmaktadır.
Şirk ve müşrik psikolojisi binlerce sene önce nasıl ise bugün de aynı şekilde işlemektedir. Allah'a kul olmadıklarını cümle aleme duyurmak için taş , tahta , metal gibi v.s den yapılmış şeylere tapınan müşrikler , aynı tapınmayı bugün de sürdürmektedirler. Bazı insanlar tarafından ihdas edilmiş düşünce ve ideolojileri hayatlarının merkezine alarak , hayatlarını bunlara göre yönlendiren kişiler , yaşam tarzlarını oluşturan kişilerin taş veya metalden yapılmış heykelleri önünde kıyam ve secde ederek , bu kişilerin sistemlerini Allah (c.c) nin sistemine tercih ettiklerini açıkça beyan etmektedirler.
Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. içindeki Sebe halkının güneşe taptığı haberine , bu tapmanın sebebi olarak hüdhüd tarafından söylenen "Allah'a secde etmemeleri için" ifadesi önemli bilgiler içermektedir.
İnsan fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa secde etme itiyadı , gerçek secde edilmesi gereken merciden saptırıldığı zaman , bu secde etme başka mercilere yapılacaktır. Şirk psikolojisinde ortaya çıkan durum gereği , Allah (c.c) ye secde etmeyenler , ona secde etmediklerini ilan etmek için başka secde mercileri bularak ona secde etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Haziran 2016 Cuma
NAHL S. 71 : Önyargılı ve Kur'an Bütünlüğü Gözetilmeden Okunan Bir Ayet Örneği
Kur'anın okunması , anlaşılması , başka bir dile çevrilmesi ve yorumlanmasında ortaya çıkan bazı sorunların kaynağında , mezhebi ,meşrebi , itikadi düşüncelerin dikkate alındığı ön yargılar ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmemesi olduğunu söyleyebiliriz. Yazımıza konu edeceğimiz Nahl s. 71. ayeti, böyle bir ön yargı ve bütünlük gözetilmeden , mülkiyet ve eşitlik konusu ile bağdaştırılmaya çalışılan bir ayet olarak okunmaya çalışılmaktadır.
وَاللّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الْرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُواْ بِرَآدِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاء أَفَبِنِعْمَةِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Bu ayetin yapılmış olan çevirilerinin bir kaç örneği şu şekildedir ;
Ahmet Varol :
Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere (köle ve cariyelerine) rızıklarını vermezler. Oysa onda (rızıkta) eşittirler. Öyleyken Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Ali Bulaç :
Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?
Bekir Sadak :
Allah rizikda kiminizi digerlerine ustun tutmustur. stun kilinanlar, emirleri altinda bulunanlarin riziklarini vermezler. Oysa rizikta hepsi esittir. Allah'in nimetini bile bile inkar mi ediyorlar?
Diyanet İşleri :
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere vermezler ki rızıkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Edip Yüksel :
ALLAH rızık (varlık) açısından sizi birbirinize üstün kılmıştır. Nitekim, üstün kılınanlar, emirleri altındakilerle varlıklarını eşit paylaşmazlar. ALLAH'ın nimetini mi reddediyorlar?
Muhammed Esed :
Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır: hal böyleyken, kendisine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını -bu bakımdan aralarında eşitlik olsun diye- sağ ellerinin malik olduğu kimselerle paylaşmakta isteksiz davranıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) Allah'ın nimetini (bile bile) inkara mı kalkışıyorlar?
Suat Yıldırım :
Allah sizi, maişet ve rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye gelecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendilerinin üzerindeki hakkını bile bile inkâr ederler?
Çeviri örneklerini aldığımız kişilere karşı herhangi bir art niyet taşımadığımızı öncelikle hatırlatarak , örneklerini verdiğimiz türden yapılan çevirilerde , Nahl s. 71. ayetinin anlamı , "Ellerinin altında köle bulunan kişilerin bu servetlerini onlarla paylaşarak eşit hale gelmeleri gerektiği , bunu yapmadıkları takdirde Allah'ın nimetini inkar etmiş olacakları" şeklinde anlaşılmaktadır.
Bu ayetten bir kısım kimse ise , varlık sahibi olanların elindekilerden ihtiyacından fazlası olanı bir başkasına vererek , onunla eşit duruma gelmesi gerektiğine dair bir düşünce çıkararak , neredeyse mülkiyet düşmanlığına varacak düşüncelerine olan desteği bu ayetten çıkartmaktadırlar. Allah (c.c) varlık sahiplerine ellerinde olanlardan ihtiyaç sahiplerine vermesi gerektiğine dair kitabında bir çok yerde emirler vermektedir , fakat bu varlıklarını ihtiyaç sahipleri ile eşit duruma gelecek şekilde vermeleri gerektiği yönünde bir beyan bulunmamaktadır.
Peki Nahl s. 71. ayetine verilen böyle bir anlam ne derece doğru ,ve Kur'an bütünlüğüne ne kadar uygundur?.
[043.032] Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükseltkik. Senin Rabbinin rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır.
Zuhruf s. 32. ayetindeki " onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik." ifadesi, insanlar arasındaki ekonomik farklılık gerçeğine vurgu yapmaktadır.
Bir dünya ve hayat gerçeği olarak , insanlar arasında ekonomik farklılık mutlaka olacaktır. İnsanların bilgi ve yeteneklerinin aynı seviyede olmayışı, bu farkı doğuran sebeplerden birisidir. Allah (c.c) bu farklılığa dikkat çekmekte ve bu farklılık neticesinde "İşçi" ve "İşveren" adı altında bildiğimiz sosyal gurup, hayat içindeki yerini binlerce senedir sürdürmektedir.
Binlerce yıldır emeği ile para kazanan "İşçi" , ve bu emeği ücret karşılığı satın alan "İşveren" sınıfı ,birbirlerinin haklarına riayet ettikleri müddetçe sorunsuz yaşamışlar , birbirlerinin haklarına göz diktikleri müddetçe sorunlar baş göstermiştir.
İşçi sınıfının işveren sınıfına olan hak ve vazifeleri kadar , işveren sınıfının da işçi sınıfına karşı aynı şekilde hak ve vazifeleri vardır. Asıl olan bu hakları dengeleri bozmadan gözetmek olmalı iken , dünya yüzünde ortaya çıkan ve işçi sınıfının hakkını gözettiğini iddia eden bazı ideolojik fikirler hak gözetmek değil , hak yemek üzerine kurulmuştur.
Allah (c.c) dünya yüzündeki bu sınıfsal gerçeğin birbirinin haklarına riayet etmesi gerektiği esasına dayalı hükümler vaz ederek , infak , sadaka , zekat gibi ihtiyaç sahiplerine yapılması gereken yardımları , varlık sahiplerine şart koşmuş , bu vazifelerini yapmayanlara hesap gününde ağır cezalar vereceğini haber vermiştir.
Ancak , varlık sahiplerinin ellerindeki olanları, ihtiyaç sahipleri ile paylaşarak onlarla eşit duruma gelmeleri gerektiğini asla beyan etmemiştir.
Zuhruf s. 32. ayetinde böyle bir sosyal sınıf farkını dikkate alan Allah (c.c) , bir başka ayette sosyal sınıf farkını yok sayacak ve dengeleri yerinden oynatacak bir emir verebilir mi ?.
Kısacası , Nahl s. 71. ayetine verilen anlam ile , Zuhruf s. 32. ayetinde anlatılan hayat gerçeği , birbiri ile çelişmektedir. Kur'an çelişkisiz bir kitap (4.82) olduğuna göre , bu ayeti kitap içindeki bir başka ayet ile çelişki arz etmeyecek bir anlamı olmalı ve ona göre bir çevirisi yapılmalıdır.
Nahl s. 71. ayetinin çeviri ve yorumunda , Rum s. 28. ayetini dikkate alan bir çevirinin bizi isabetli bir çeviri ve yoruma götüreceğini söyleyebiliriz.
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
[030.028] Sizin için kendi nefislerinizden misal irâd etti. Sizi merzûk ettiğimiz şeyde sizin için sağ ellerinizin maliki olduğu (köle ve cariye) gibi şeylerden ortak olanları var mıdır ki, onda siz müsavî olasınız? Kendi nefislerinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkasınız? İşte böyle âyetleri âkilâne düşünürler olan bir kavim için mufassalan bildiririz.
Rum s. 28. ayetinde Allah (c.c) , gerçek hayat içinden bir örnekle , kendisinin ilahlık ve rablik alanına giren konularda, kimse ile yetki paylaşımına gitmeyeceğini , nuzül dönemindeki insanların birbirleri arasındaki "Köle- Efendi" statü farkına dikkat çekerek örneklemektedir.
Allah (c.c) müşriklere , "Sizler bile kendiniz gibi insan olan ve sizin altınızda olan birisi ile eşit duruma gelmeyi kabul etmez iken , ben sizlerle eşit bir duruma düşürülmeyi nasıl kabul edebilirim" demektedir.
Nahl s. 71. ayeti de Rum s. 32. ayetinin bir benzeri olan anlama sahiptir. Şurası bir gerçektir ki , Nahl s. 71. ayeti çevirisi zor bir ayettir. Bu ayetin çevirisi motamot bir şekilde yapıldığında okuyucu için pek anlam ifade etmeyecektir. Bu ayetin çeviri ve yorumu için Kur'an bütünlüğünün gözetilmesine olan ihtiyaç başka ayetlerden daha fazladır.
Bu ayet ile ilgili olarak müfessir Kurtubi nin tefsirinde yazdıkları şöyledir ;
Ulaşma imkanı bulduğumuz meallerde Nahl s. 71. ayetinin doğru olarak çevrildiğini söyleyebileceğimiz şekli şöyledir ;
Mustafa Öztürk
Maddi zenginlik yönünden kimimizi kiminizden üstün kılan da Allah'tır. Hal böyleyken maddi imkânları geniş olanlar, sahip oldukları zenginliği kendi köleleriyle eşit olarak paylaşmaya, böylece onlarla denk olmaya hiç yanaşmazlar. [Kölelerini bu denk görmeyen o müşrikler nasıl oluyor da [putları Allah'a denk tutuyorlar?!} yine onlar nasıl oluyor da [kendilerine hiçbir nimet verme imkânı bulunmayan o putlara tanrılık yakıştırmak suretiyle] Allah'ın onca nimetini bile bile inkâra kalkışıyorlar?
Mustafa İslamoğlu
ALLAH rızkı kiminize diğerinden daha fazla vermiştir. Peki ,kendisine daha fazla verilenler emirleri altında çalışan kesimleri servetlerine ortak etseler de , onlar da bu konuda (kendileriyle) eşit hale gelseler ya. Buna (dahi razı olmayacaklarına) göre hala (ortak koşmakla), Allah'ın nimetlerini bile bile inkara yeltenmiş olmuyorlar mı?
Hayrat Neşriyat :
Hem Allah, rızık husûsunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Böylece üstün kılınanlar ise, rızıklarını (kendileriyle eşit dereceye gelecek şekilde) ellerinin altındaki kölelerine verici değiller ki, artık onda (o rızıkta) kendileri müsâvî olsunlar. (Onlar kendi köleleriyle eşitliği kabûl etmezken, nasıl oluyor da Allah’a eş tutup ortak koşuyorlar?)Şimdi Allah’ın ni'metini bilerek inkâr mı ediyorlar?
Ali Fikri Yavuz :
Allah rızık hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler de, rızıklarını elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. (İşte böyle köle ve hizmetçilerini mallarına ortak etmiyenler, Allah’a nasıl, kudreti altındaki şeyleri ortak ediyorlar?) Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Erhan Aktaş
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Üstün kı- lınanlar; rızıklarını, yeminlerinin mülkü olan kimselere aktarıyorlar da, onlar, onda eşit oluyorlar mı? O halde, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?2
Sonuç olarak ; Nahl s. 71. ayeti bir çok mealde Kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan çevrilmiş ve bu yanlış çevirilerin başka ayetler ile çelişki arz edebileceği akla getirilmemiştir. Rum s. 28. ayetini merkeze alarak yapılan çeviri ve yorumlar , çelişkiyi ortadan kaldırıcı ve Kur'an bütünlüğüne daha uygun olarak yapılmış çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
وَاللّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الْرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُواْ بِرَآدِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاء أَفَبِنِعْمَةِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Bu ayetin yapılmış olan çevirilerinin bir kaç örneği şu şekildedir ;
Ahmet Varol :
Allah rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar ellerinin altındakilere (köle ve cariyelerine) rızıklarını vermezler. Oysa onda (rızıkta) eşittirler. Öyleyken Allah'ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
Ali Bulaç :
Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?
Bekir Sadak :
Allah rizikda kiminizi digerlerine ustun tutmustur. stun kilinanlar, emirleri altinda bulunanlarin riziklarini vermezler. Oysa rizikta hepsi esittir. Allah'in nimetini bile bile inkar mi ediyorlar?
Diyanet İşleri :
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere vermezler ki rızıkta hep eşit olsunlar. Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Edip Yüksel :
ALLAH rızık (varlık) açısından sizi birbirinize üstün kılmıştır. Nitekim, üstün kılınanlar, emirleri altındakilerle varlıklarını eşit paylaşmazlar. ALLAH'ın nimetini mi reddediyorlar?
Muhammed Esed :
Rızık konusunda, kiminize kiminizden fazla veren Allah'tır: hal böyleyken, kendisine fazla verilmiş olanlar, rızıklarını -bu bakımdan aralarında eşitlik olsun diye- sağ ellerinin malik olduğu kimselerle paylaşmakta isteksiz davranıyorlar. Peki, (böyle yapmakla) Allah'ın nimetini (bile bile) inkara mı kalkışıyorlar?
Suat Yıldırım :
Allah sizi, maişet ve rızık hususunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Nasipleri bol olanlar kendi nasiplerini, kendileriyle eşit seviyeye gelecek derecede, yanlarında çalıştırdıkları köle ve hizmetçilere vermezler. O halde nasıl olur da Allah’ın nimetini, Allah’ın kendilerinin üzerindeki hakkını bile bile inkâr ederler?
Çeviri örneklerini aldığımız kişilere karşı herhangi bir art niyet taşımadığımızı öncelikle hatırlatarak , örneklerini verdiğimiz türden yapılan çevirilerde , Nahl s. 71. ayetinin anlamı , "Ellerinin altında köle bulunan kişilerin bu servetlerini onlarla paylaşarak eşit hale gelmeleri gerektiği , bunu yapmadıkları takdirde Allah'ın nimetini inkar etmiş olacakları" şeklinde anlaşılmaktadır.
Bu ayetten bir kısım kimse ise , varlık sahibi olanların elindekilerden ihtiyacından fazlası olanı bir başkasına vererek , onunla eşit duruma gelmesi gerektiğine dair bir düşünce çıkararak , neredeyse mülkiyet düşmanlığına varacak düşüncelerine olan desteği bu ayetten çıkartmaktadırlar. Allah (c.c) varlık sahiplerine ellerinde olanlardan ihtiyaç sahiplerine vermesi gerektiğine dair kitabında bir çok yerde emirler vermektedir , fakat bu varlıklarını ihtiyaç sahipleri ile eşit duruma gelecek şekilde vermeleri gerektiği yönünde bir beyan bulunmamaktadır.
Peki Nahl s. 71. ayetine verilen böyle bir anlam ne derece doğru ,ve Kur'an bütünlüğüne ne kadar uygundur?.
[043.032] Senin Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükseltkik. Senin Rabbinin rahmeti, onların toplayıp-yığmakta olduklarından daha hayırlıdır.
Zuhruf s. 32. ayetindeki " onlardan bir bölümü (diğer) bir bölümünü 'teshîr etmesi için, bir bölümünü bir bölümü üzerinde derecelerle yükselttik." ifadesi, insanlar arasındaki ekonomik farklılık gerçeğine vurgu yapmaktadır.
Bir dünya ve hayat gerçeği olarak , insanlar arasında ekonomik farklılık mutlaka olacaktır. İnsanların bilgi ve yeteneklerinin aynı seviyede olmayışı, bu farkı doğuran sebeplerden birisidir. Allah (c.c) bu farklılığa dikkat çekmekte ve bu farklılık neticesinde "İşçi" ve "İşveren" adı altında bildiğimiz sosyal gurup, hayat içindeki yerini binlerce senedir sürdürmektedir.
Binlerce yıldır emeği ile para kazanan "İşçi" , ve bu emeği ücret karşılığı satın alan "İşveren" sınıfı ,birbirlerinin haklarına riayet ettikleri müddetçe sorunsuz yaşamışlar , birbirlerinin haklarına göz diktikleri müddetçe sorunlar baş göstermiştir.
İşçi sınıfının işveren sınıfına olan hak ve vazifeleri kadar , işveren sınıfının da işçi sınıfına karşı aynı şekilde hak ve vazifeleri vardır. Asıl olan bu hakları dengeleri bozmadan gözetmek olmalı iken , dünya yüzünde ortaya çıkan ve işçi sınıfının hakkını gözettiğini iddia eden bazı ideolojik fikirler hak gözetmek değil , hak yemek üzerine kurulmuştur.
Allah (c.c) dünya yüzündeki bu sınıfsal gerçeğin birbirinin haklarına riayet etmesi gerektiği esasına dayalı hükümler vaz ederek , infak , sadaka , zekat gibi ihtiyaç sahiplerine yapılması gereken yardımları , varlık sahiplerine şart koşmuş , bu vazifelerini yapmayanlara hesap gününde ağır cezalar vereceğini haber vermiştir.
Ancak , varlık sahiplerinin ellerindeki olanları, ihtiyaç sahipleri ile paylaşarak onlarla eşit duruma gelmeleri gerektiğini asla beyan etmemiştir.
Zuhruf s. 32. ayetinde böyle bir sosyal sınıf farkını dikkate alan Allah (c.c) , bir başka ayette sosyal sınıf farkını yok sayacak ve dengeleri yerinden oynatacak bir emir verebilir mi ?.
Kısacası , Nahl s. 71. ayetine verilen anlam ile , Zuhruf s. 32. ayetinde anlatılan hayat gerçeği , birbiri ile çelişmektedir. Kur'an çelişkisiz bir kitap (4.82) olduğuna göre , bu ayeti kitap içindeki bir başka ayet ile çelişki arz etmeyecek bir anlamı olmalı ve ona göre bir çevirisi yapılmalıdır.
Nahl s. 71. ayetinin çeviri ve yorumunda , Rum s. 28. ayetini dikkate alan bir çevirinin bizi isabetli bir çeviri ve yoruma götüreceğini söyleyebiliriz.
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
[030.028] Sizin için kendi nefislerinizden misal irâd etti. Sizi merzûk ettiğimiz şeyde sizin için sağ ellerinizin maliki olduğu (köle ve cariye) gibi şeylerden ortak olanları var mıdır ki, onda siz müsavî olasınız? Kendi nefislerinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkasınız? İşte böyle âyetleri âkilâne düşünürler olan bir kavim için mufassalan bildiririz.
Rum s. 28. ayetinde Allah (c.c) , gerçek hayat içinden bir örnekle , kendisinin ilahlık ve rablik alanına giren konularda, kimse ile yetki paylaşımına gitmeyeceğini , nuzül dönemindeki insanların birbirleri arasındaki "Köle- Efendi" statü farkına dikkat çekerek örneklemektedir.
Allah (c.c) müşriklere , "Sizler bile kendiniz gibi insan olan ve sizin altınızda olan birisi ile eşit duruma gelmeyi kabul etmez iken , ben sizlerle eşit bir duruma düşürülmeyi nasıl kabul edebilirim" demektedir.
Nahl s. 71. ayeti de Rum s. 32. ayetinin bir benzeri olan anlama sahiptir. Şurası bir gerçektir ki , Nahl s. 71. ayeti çevirisi zor bir ayettir. Bu ayetin çevirisi motamot bir şekilde yapıldığında okuyucu için pek anlam ifade etmeyecektir. Bu ayetin çeviri ve yorumu için Kur'an bütünlüğünün gözetilmesine olan ihtiyaç başka ayetlerden daha fazladır.
Bu ayet ile ilgili olarak müfessir Kurtubi nin tefsirinde yazdıkları şöyledir ;
"Allah, rızık
hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı." Yani, kiminizi zengin,
kiminizi fakir, kiminizi hür, kiminizi köle kıldı. Rızık hususunda
"üstün kılınanlar... rızıklarmı ellerinin altındakilere geri
vermezler." Yani, efendi, mal bakımından köle ile sahibi eşit olsun diye
kendisine rızık olarak verilen herhangi bir şeyi, kölesine vermek istememektedir. Bu, yüce Allah'ın,
puta tapanlara verdiği bir misaldir Yani sîzin köleleriniz, sizinle eşit
olmadığına göre, nasıl benim kullarımı bana eşit kılıyorsunuz? Sahip oldukları
kölelerinin kendi mallarında ortaklıkları söz konusu olmadığına göre, onların
da Allah'a ibadette O'nun dışındaki putları, heykelleri ve onların dışında
kendilerine tapınılan melekler ve peygamberleri halbuki hepsi de Allah'ın
kullan ve yaratıklarıdır ortak koşmaları da caiz olamaz. Bu anlamdaki
açıklamayı Taberî naklettiği gibi, İbn Abbas, Mücahid, Katade ve başkaları da
bu şekilde açıklamışlardır.
Yine İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre, bu ayei-i kerime Necranlı hristiyanları hakkında inmiştir.
Onlar, İsa Allah'ın oğludur deyince, yüce Allah onlara; "Üstün
kılınanlar... nzıklarını ellerinin altındakilere geri vermezler"
buyruğunu indirdi.
Yani efendi, sahip olduğu kölesine» efendi ile köle malda eşit olsun diye
rızkını, malını geri vermediğine güre, siz nasıl olur da kendiniz için razı
olmadığınız bir hususa Benim için rıza gösteriyor ve böylelikle kullarım
arasından oğlumun olduğunu iddia ediyor?"
Ulaşma imkanı bulduğumuz meallerde Nahl s. 71. ayetinin doğru olarak çevrildiğini söyleyebileceğimiz şekli şöyledir ;
Mustafa Öztürk
Maddi zenginlik yönünden kimimizi kiminizden üstün kılan da Allah'tır. Hal böyleyken maddi imkânları geniş olanlar, sahip oldukları zenginliği kendi köleleriyle eşit olarak paylaşmaya, böylece onlarla denk olmaya hiç yanaşmazlar. [Kölelerini bu denk görmeyen o müşrikler nasıl oluyor da [putları Allah'a denk tutuyorlar?!} yine onlar nasıl oluyor da [kendilerine hiçbir nimet verme imkânı bulunmayan o putlara tanrılık yakıştırmak suretiyle] Allah'ın onca nimetini bile bile inkâra kalkışıyorlar?
Mustafa İslamoğlu
ALLAH rızkı kiminize diğerinden daha fazla vermiştir. Peki ,kendisine daha fazla verilenler emirleri altında çalışan kesimleri servetlerine ortak etseler de , onlar da bu konuda (kendileriyle) eşit hale gelseler ya. Buna (dahi razı olmayacaklarına) göre hala (ortak koşmakla), Allah'ın nimetlerini bile bile inkara yeltenmiş olmuyorlar mı?
Hayrat Neşriyat :
Hem Allah, rızık husûsunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Böylece üstün kılınanlar ise, rızıklarını (kendileriyle eşit dereceye gelecek şekilde) ellerinin altındaki kölelerine verici değiller ki, artık onda (o rızıkta) kendileri müsâvî olsunlar. (Onlar kendi köleleriyle eşitliği kabûl etmezken, nasıl oluyor da Allah’a eş tutup ortak koşuyorlar?)Şimdi Allah’ın ni'metini bilerek inkâr mı ediyorlar?
Ali Fikri Yavuz :
Allah rızık hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızık verilenler de, rızıklarını elleri altında bulunanlara vermiyorlar ki, onda müsavi olsunlar. (İşte böyle köle ve hizmetçilerini mallarına ortak etmiyenler, Allah’a nasıl, kudreti altındaki şeyleri ortak ediyorlar?) Şimdi Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?
Erhan Aktaş
Allah, rızık konusunda kiminizi kiminize üstün kıldı. Üstün kı- lınanlar; rızıklarını, yeminlerinin mülkü olan kimselere aktarıyorlar da, onlar, onda eşit oluyorlar mı? O halde, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorlar?2
Sonuç olarak ; Nahl s. 71. ayeti bir çok mealde Kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan çevrilmiş ve bu yanlış çevirilerin başka ayetler ile çelişki arz edebileceği akla getirilmemiştir. Rum s. 28. ayetini merkeze alarak yapılan çeviri ve yorumlar , çelişkiyi ortadan kaldırıcı ve Kur'an bütünlüğüne daha uygun olarak yapılmış çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
1 Haziran 2016 Çarşamba
Kesilen İneğin Bir Parçası İle Ölüler Nasıl Dirilir ?
Bakara s. 67. ve 74. ayetleri arasında bizlere , "Bakara kıssası" adı ile bildiğimiz bir kıssa anlatılmaktadır. Bu kıssada , Allah (c.c) nin Musa (a.s) ın kavmine bir sığır kesmelerini emretmesi ve onların bu emri defalarca yokuşa sürmeleri , ve neticede sığırı kesmeleri anlatılmaktadır. İsrailoğullarının sığırı kesmeleri sonucunda surenin 73. ayetindeki "İşte böylece Allah ölüleri diriltir " ifadesinin, kıssanın ana temasını oluşturduğu düşüncesinden hareketle , kıssanın sonuç ifadesi olan bu cümlenin , kıssa içindeki anlatımı dahilinde ,bizler için ne anlama gelebileceğini okumaya çalışacağız.
İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığırın bir parçası ile ölüye vurulması neticesinde , ölünün dirilmesini mesaj içerikli okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssayı sadece literal bir anlamda okuduğumuz zaman , mesele bir et parçası ile ölü bir insanın dirilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında dönüp dolaşacak ve içinden çıkılmaz tartışmalara kapı açacaktır.
Kıssa içinde geçen kesilen ineğin bir parçası ile ölünün dirilmiş olmasının gerçekte olup olmadığını tartışmak ,bu yazının konusu değildir bu tartışmaya gerek te yoktur. Ancak, Kur'anın kıssaların yaşanmışlığı üzerinden vermek istediği mesajın evrensel olduğu düşüncesinden yola çıkarak , yaşanmışlık zaman ve mekan dahilindeki anlatımı ret etmeden ve orada takılı kalmadan , o anlatım üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışmak , kıssaların bize dönük mesajlarını okumayı kolaylaştıracaktır.
Kur'an kıssalarındaki ana mesajın Allah (c.c) nin yasalarında, yani Sünnetullah'ta değişme olmayacağının anlatılması olduğuna göre, kıssalarda yaşanan olaylar bir kereliğine mahsus yaşanmış bitmiş olaylar olarak anlaşılmamalıdır. Konuyu Bakara kıssası çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , ölülerin dirilmesi sadece yaşanmışlığı zamanına has bir olay olarak değil , her zamana has bir olay olarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Yazının konusu, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen "Ölü-Diri" kavramlarının, mecazi anlamda kullanılışları ile kıssada anlatılan dirilmenin alakasını kurmaya çalışmak olacaktır. Bu tür bir alaka kurma , kıssayı sadece yaşanmışlığında kalmaktan çıkararak , mesaj içerikli bir okumaya dönüştürerek , Allah (c.c) nin sünnetinde bir değişme olmadığını gösterecektir.
Kur'an kıssalarında önemli olan nokta , sadece o kıssanın yaşanmışlığı değil , yaşanmışlığı üzerinden verilmek istenilen mesajdır. Kıssa içinde anlatılan kişi ve objeleri, sadece o zamana ve mekana has, kişi ve objeler olarak değil , onların temsil ettikleri anlamları dikkate alarak okumaya çalıştığımızda , kıssalar masal olmaktan çıkarak , yaşanan zamana dair mesajları olan anlatımlara dönüşecektir.
Kıssada anlatılan sığır'ın , sadece etinden , sütünden , derisinden faydalanılan bir hayvan olmasından ziyade , yine İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda karşımıza çıkan buzağı heykeli ve bunu yapan Samiri ile alakasının kurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığır'ın anlamı daha kolay anlaşılacaktır.
40 günlüğüne Tur dağına çıkan Musa (a.s) ın ardından , İsrailoğullarına buzağı dan bir heykel yapan Samiri ve yandaşları ,yaptığı heykeli kavmine, "İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu" diyerek tanıtmaktadır.
Buzağının, geldikleri Mısır'da ilah olarak kabul edilen bir ve tapınılan bir varlık olduğunu düşündüğümüzde , buzağı veya boğa gücü temsil eden , Allah (c.c) nin dışında ilah olarak kabul edilen evrensel bir şirk objesi olarak bugün dahi varlığını korumaktadır.
Bakara kıssasını okumadan önce , Samirinin yapmış olduğu buzağıyı ve bu heykelin İsrailoğullarının hayatındaki yerini öğrendiğimizde , Allah (c.c) nin İsrailoğullarına bir sığır boğazlama emri sadece onlarla ilgili bir emir değil , Allah (c.c) dışında kulluk edilen her şeyin boğazlanması gerektiğine dair bir emir olarak evrensel bir anlama kavuşacaktır.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarından boğazlanmasını istediği "Bakara" , artık sadece etinden , sütünden , derisinden yararlanılan bir hayvan olmaktan ziyade evrensel ve sembolik bir anlama kavuşarak , Allah (c.c) nin hükümranlık alanını ihlal ederek , ilahlığa ve rablığa soyunan her kişi , kurum , kuruluş , fikir , ideoloji v.s nin boğazlanarak yok edilmesi anlamına gelecektir.
"Bakara" ismi üzerinden temsil edilen , Allah (c.c) dışında ilah ve rablığa soyunan her kim ve ne olursa olursa olsun, boğazlandığında yani ÖLDÜRÜLDÜĞÜNDE , "Ölü" bir halde olan kişi DİRİLECEK ve , Allah (c.c) nin ölüleri mecazi anlamda nasıl dirilttiği de ortaya çıkacaktır.
Kıssaya dönecek olursak , kıssa içinde adı geçen Bakara , Allah (c.c) nin elçisi Musa (a.s) aracılığı ile bildirmiş olduğu emrin neticesinde kesilmiş , yani netice olarak Allah (c.c) nin emri yerine getirilmiştir. Bu emrin yerine gelmesi neticesinde ise, Musa (a.s) ın kavmi kendilerini Allah (c.c) ye kulluktan alıkoyan ve "İnek sevgisi" olarak temsil edilen engeli ortadan kaldırarak vahye teslim olmuşlar, ve ölü halden diri hale geçmişlerdir.
Bu olay , kendisini vahye teslim etmeyerek "Ölü" duruma düşenlerin, ne şekilde "Diri" konumuna geçeceklerini anlatmaktadır. Kıssanın ana teması , gerçek bir ölünün üzerine et parçasının vurulması neticesinde dirilip bazı şeyleri haber vermesi değildir.
[035.022] Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kimseye işittirir. Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.
[027.080] Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.
Kur'an bir insanda ortaya çıkan "Ölü" olma halini, sadece hakiki anlamda onun hayati canlılığının sona ermesi olarak değil , mecazi anlamda da kullanarak , vahye karşı duyarsız olma hali olarak ta anlatmaktadır.
Bu bağlamda , Allah (c.c) nin ölüden diriyi çıkardığını beyan eden ayetler de anlamını bulacaktır.
[030.019] O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz.
Allah (c.c) nin ölüden diriyi , diriden ölüyü çıkardığını beyan eden ayetler için tefsirlerde farklı yorumlar bulunmaktadır. Bu ayetlerin konumuz ile alakalı olarak yorumunu yapmaya çalıştığımızda , vahyin hayata pratize edildiğinde , ölülerin dirileceği , hayata prtize edilmediğinde ise , dirilerin öleceği şeklinde bir yorum getirmek mümkündür.
[002.072] Siz bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. (muhricun).
[009.064] Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır (muhricun).
Kıssanın anlatıldığı 72. ayet içindeki "Muhricun" kelimesinin , Tevbe s. 64. ayetinde de kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Bu ayette , Allah (c.c) münafıkların kalplerinde gizlediklerini, indireceği bir sure ile haber vererek kalplerindeki nifağı ortaya çıkaracağını beyan etmektedir.
Kesilen ineğin bir parçası artık , sadece yenilecek bir et parçası olmaktan çıkarak, doğruyu yanlıştan ayıran vahyi temsil etmektedir. Vahiy nasıl insanların gizlemekte olduklarını açığa çıkaran bir işlev görüyor ise , kesilen parça da aynı işlevi görmektedir.
[002.073] «Onun bir parçasıyla ona vurun» dedik. İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir.
Bütün bunlardan sonra , Bakara s. 73. ayetinde haber verilen olayın sadece literal bir okuma yöntemi ile okunmayacak ve o literalliğe hapsedilmeyecek kadar geniş bir anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Kur'an "Ölü" ve "Diri" kavramlarını sadece bedenen yaşayan ve yaşamayanlar için değil , mecazi anlam çerçevesinde de kullanarak , vahyi kendisine rehber edinmemiş olanları "Ölü" , vahyi kendisini rehber edinmiş olanlar ise "Diri" olarak tasvir etmektedir.
[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.
Bu ayet ise , vahyin insan hayatında yaptığı değişimi görmezden gelenlerin düştükleri durumu tasvir etmektedir.
Sonuç olarak ; Bakara kıssası , eski tefsirlerde sadece ölünün dirilmesi mucizesi çerçevesinde okunmaya çalışılarak , öldürülenin kim olduğu , neden öldürüldüğü , dirilince neler dediği gibi , bizlere mesaj yönü olmayan yorumlar çerçevesinde okunmaya çalışılmıştır.
Biz ise olayın mesaj yönünü okumaya çalışarak , yaşanmışlığı içinde anlatılan olayın, "Sünnetullah" denilen yasaların devamlılığı esasına dayalı olarak , her zaman yaşanacak bir olay olması üzerine bir düşünce bina etmeye gayret ettik.
Yaşanmışlığı içine hapsedilerek yapılan bir kıssa okuması , bizlere dönük herhangi bir mesaj ihtiva edip etmediği noktasında tefekküre kapı açmadığı için , biz olayın yaşanmışlığının anlatılması üzerinden , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeye çalışarak , bize dönük mesajını okumaya çalıştık.
Bakara kıssası içinde anlatılan ölünün dirilmesi olayı , "Bakara" adı ile temsil edilen şeyin, kişiyi Allah (c.c) ye kulluk etmenin önündeki engel olanların tümünün sembolik adı şeklinde okuduğumuzda bu engellerin insanları "Ölü" konumuna düşürdüğü , bu engellerin kaldırılması sonucunda ise ölü konumundan "Dir" konumuna geçildiği haber verilmektedir.
Vahyin hayatımızın her anında karşılaştığımız sorunlara çözüm getirici yönünün vurgulanmaya çalışıldığı bu kıssada , vahyin her şeyin değerinin , kalitesinin , doğruluğunun ve yanlışlığının ölçüleceği bir mihenk taşı olduğu vurgusu da yapılmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığırın bir parçası ile ölüye vurulması neticesinde , ölünün dirilmesini mesaj içerikli okumak gerektiğini düşünmekteyiz. Kıssayı sadece literal bir anlamda okuduğumuz zaman , mesele bir et parçası ile ölü bir insanın dirilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında dönüp dolaşacak ve içinden çıkılmaz tartışmalara kapı açacaktır.
Kıssa içinde geçen kesilen ineğin bir parçası ile ölünün dirilmiş olmasının gerçekte olup olmadığını tartışmak ,bu yazının konusu değildir bu tartışmaya gerek te yoktur. Ancak, Kur'anın kıssaların yaşanmışlığı üzerinden vermek istediği mesajın evrensel olduğu düşüncesinden yola çıkarak , yaşanmışlık zaman ve mekan dahilindeki anlatımı ret etmeden ve orada takılı kalmadan , o anlatım üzerinden verilmek istenilen mesajı okumaya çalışmak , kıssaların bize dönük mesajlarını okumayı kolaylaştıracaktır.
Kur'an kıssalarındaki ana mesajın Allah (c.c) nin yasalarında, yani Sünnetullah'ta değişme olmayacağının anlatılması olduğuna göre, kıssalarda yaşanan olaylar bir kereliğine mahsus yaşanmış bitmiş olaylar olarak anlaşılmamalıdır. Konuyu Bakara kıssası çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , ölülerin dirilmesi sadece yaşanmışlığı zamanına has bir olay olarak değil , her zamana has bir olay olarak okunması ve anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Yazının konusu, Kur'anın diğer ayetlerinde geçen "Ölü-Diri" kavramlarının, mecazi anlamda kullanılışları ile kıssada anlatılan dirilmenin alakasını kurmaya çalışmak olacaktır. Bu tür bir alaka kurma , kıssayı sadece yaşanmışlığında kalmaktan çıkararak , mesaj içerikli bir okumaya dönüştürerek , Allah (c.c) nin sünnetinde bir değişme olmadığını gösterecektir.
Kur'an kıssalarında önemli olan nokta , sadece o kıssanın yaşanmışlığı değil , yaşanmışlığı üzerinden verilmek istenilen mesajdır. Kıssa içinde anlatılan kişi ve objeleri, sadece o zamana ve mekana has, kişi ve objeler olarak değil , onların temsil ettikleri anlamları dikkate alarak okumaya çalıştığımızda , kıssalar masal olmaktan çıkarak , yaşanan zamana dair mesajları olan anlatımlara dönüşecektir.
Kıssada anlatılan sığır'ın , sadece etinden , sütünden , derisinden faydalanılan bir hayvan olmasından ziyade , yine İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda karşımıza çıkan buzağı heykeli ve bunu yapan Samiri ile alakasının kurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , İsrailoğullarından kesilmesi istenilen sığır'ın anlamı daha kolay anlaşılacaktır.
40 günlüğüne Tur dağına çıkan Musa (a.s) ın ardından , İsrailoğullarına buzağı dan bir heykel yapan Samiri ve yandaşları ,yaptığı heykeli kavmine, "İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu" diyerek tanıtmaktadır.
Buzağının, geldikleri Mısır'da ilah olarak kabul edilen bir ve tapınılan bir varlık olduğunu düşündüğümüzde , buzağı veya boğa gücü temsil eden , Allah (c.c) nin dışında ilah olarak kabul edilen evrensel bir şirk objesi olarak bugün dahi varlığını korumaktadır.
Bakara kıssasını okumadan önce , Samirinin yapmış olduğu buzağıyı ve bu heykelin İsrailoğullarının hayatındaki yerini öğrendiğimizde , Allah (c.c) nin İsrailoğullarına bir sığır boğazlama emri sadece onlarla ilgili bir emir değil , Allah (c.c) dışında kulluk edilen her şeyin boğazlanması gerektiğine dair bir emir olarak evrensel bir anlama kavuşacaktır.
Allah (c.c) nin İsrailoğullarından boğazlanmasını istediği "Bakara" , artık sadece etinden , sütünden , derisinden yararlanılan bir hayvan olmaktan ziyade evrensel ve sembolik bir anlama kavuşarak , Allah (c.c) nin hükümranlık alanını ihlal ederek , ilahlığa ve rablığa soyunan her kişi , kurum , kuruluş , fikir , ideoloji v.s nin boğazlanarak yok edilmesi anlamına gelecektir.
"Bakara" ismi üzerinden temsil edilen , Allah (c.c) dışında ilah ve rablığa soyunan her kim ve ne olursa olursa olsun, boğazlandığında yani ÖLDÜRÜLDÜĞÜNDE , "Ölü" bir halde olan kişi DİRİLECEK ve , Allah (c.c) nin ölüleri mecazi anlamda nasıl dirilttiği de ortaya çıkacaktır.
Kıssaya dönecek olursak , kıssa içinde adı geçen Bakara , Allah (c.c) nin elçisi Musa (a.s) aracılığı ile bildirmiş olduğu emrin neticesinde kesilmiş , yani netice olarak Allah (c.c) nin emri yerine getirilmiştir. Bu emrin yerine gelmesi neticesinde ise, Musa (a.s) ın kavmi kendilerini Allah (c.c) ye kulluktan alıkoyan ve "İnek sevgisi" olarak temsil edilen engeli ortadan kaldırarak vahye teslim olmuşlar, ve ölü halden diri hale geçmişlerdir.
Bu olay , kendisini vahye teslim etmeyerek "Ölü" duruma düşenlerin, ne şekilde "Diri" konumuna geçeceklerini anlatmaktadır. Kıssanın ana teması , gerçek bir ölünün üzerine et parçasının vurulması neticesinde dirilip bazı şeyleri haber vermesi değildir.
[035.022] Dirilerle ölüler de bir değildir. Doğrusu Allah, dilediği kimseye işittirir. Sen, kabirlerde olanlara işittiremezsin.
[027.080] Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.
Kur'an bir insanda ortaya çıkan "Ölü" olma halini, sadece hakiki anlamda onun hayati canlılığının sona ermesi olarak değil , mecazi anlamda da kullanarak , vahye karşı duyarsız olma hali olarak ta anlatmaktadır.
Bu bağlamda , Allah (c.c) nin ölüden diriyi çıkardığını beyan eden ayetler de anlamını bulacaktır.
[030.019] O, ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra O canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böylece diriltileceksiniz.
Allah (c.c) nin ölüden diriyi , diriden ölüyü çıkardığını beyan eden ayetler için tefsirlerde farklı yorumlar bulunmaktadır. Bu ayetlerin konumuz ile alakalı olarak yorumunu yapmaya çalıştığımızda , vahyin hayata pratize edildiğinde , ölülerin dirileceği , hayata prtize edilmediğinde ise , dirilerin öleceği şeklinde bir yorum getirmek mümkündür.
[002.072] Siz bir kimseyi öldürmüş ve bunu birbirinize atmıştınız; oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktır. (muhricun).
[009.064] Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır (muhricun).
Kıssanın anlatıldığı 72. ayet içindeki "Muhricun" kelimesinin , Tevbe s. 64. ayetinde de kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Bu ayette , Allah (c.c) münafıkların kalplerinde gizlediklerini, indireceği bir sure ile haber vererek kalplerindeki nifağı ortaya çıkaracağını beyan etmektedir.
Kesilen ineğin bir parçası artık , sadece yenilecek bir et parçası olmaktan çıkarak, doğruyu yanlıştan ayıran vahyi temsil etmektedir. Vahiy nasıl insanların gizlemekte olduklarını açığa çıkaran bir işlev görüyor ise , kesilen parça da aynı işlevi görmektedir.
[002.073] «Onun bir parçasıyla ona vurun» dedik. İşte böylece Allah ölüleri diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir.
Bütün bunlardan sonra , Bakara s. 73. ayetinde haber verilen olayın sadece literal bir okuma yöntemi ile okunmayacak ve o literalliğe hapsedilmeyecek kadar geniş bir anlama sahip olduğu anlaşılacaktır. Kur'an "Ölü" ve "Diri" kavramlarını sadece bedenen yaşayan ve yaşamayanlar için değil , mecazi anlam çerçevesinde de kullanarak , vahyi kendisine rehber edinmemiş olanları "Ölü" , vahyi kendisini rehber edinmiş olanlar ise "Diri" olarak tasvir etmektedir.
[002.074] Sonra kalbleriniz yine katılaştı, taş gibi, hatta daha da katı oldu. Nitekim taşlar arasında kendisinden ırmaklar fışkıran vardır; yarılıp su çıkan vardır; Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir.
Bu ayet ise , vahyin insan hayatında yaptığı değişimi görmezden gelenlerin düştükleri durumu tasvir etmektedir.
Sonuç olarak ; Bakara kıssası , eski tefsirlerde sadece ölünün dirilmesi mucizesi çerçevesinde okunmaya çalışılarak , öldürülenin kim olduğu , neden öldürüldüğü , dirilince neler dediği gibi , bizlere mesaj yönü olmayan yorumlar çerçevesinde okunmaya çalışılmıştır.
Biz ise olayın mesaj yönünü okumaya çalışarak , yaşanmışlığı içinde anlatılan olayın, "Sünnetullah" denilen yasaların devamlılığı esasına dayalı olarak , her zaman yaşanacak bir olay olması üzerine bir düşünce bina etmeye gayret ettik.
Yaşanmışlığı içine hapsedilerek yapılan bir kıssa okuması , bizlere dönük herhangi bir mesaj ihtiva edip etmediği noktasında tefekküre kapı açmadığı için , biz olayın yaşanmışlığının anlatılması üzerinden , Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeye çalışarak , bize dönük mesajını okumaya çalıştık.
Bakara kıssası içinde anlatılan ölünün dirilmesi olayı , "Bakara" adı ile temsil edilen şeyin, kişiyi Allah (c.c) ye kulluk etmenin önündeki engel olanların tümünün sembolik adı şeklinde okuduğumuzda bu engellerin insanları "Ölü" konumuna düşürdüğü , bu engellerin kaldırılması sonucunda ise ölü konumundan "Dir" konumuna geçildiği haber verilmektedir.
Vahyin hayatımızın her anında karşılaştığımız sorunlara çözüm getirici yönünün vurgulanmaya çalışıldığı bu kıssada , vahyin her şeyin değerinin , kalitesinin , doğruluğunun ve yanlışlığının ölçüleceği bir mihenk taşı olduğu vurgusu da yapılmaktadır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Mayıs 2016 Pazartesi
TEKFİRCİLİK : Müslümanlarda Arız Olan Bir Hastalık
İnsanlar arasında aynı konuda farklı düşünceye sahip olmak , olağan , doğal , hatta gerekli bir durumdur. Farklı düşünceler, insanları daha geniş düşünmeye sevk ederek, tek düzelikten kurtarır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta , bu farklılıkların düşmanlık ve tefrikaya dönüşmemesinin gerektiğidir. Bu durumu, biz Müslümanların arasında olan bazı farklı fikirler açısından düşündüğümüzde , farklı düşüncelerin bırakın doğal karşılanması , kan dökmeyi gerektirecek bir durum olarak görülmesi neticesinde , kafirler ile yapılan savaşlardaki insan zayiatından daha fazla , kendi aralarında yaptıkları savaşlarda zayiat vermişler , hala vermektedirler.
İslami argümanları kullanarak karşısındakini sadece kendisi gibi düşünmediği için "Kafir" olduğunu söylemek , yani tekfir etmek , bir kısım Müslümanda neredeyse imanın şartı haline gelmiş bir vaziyettedir.
Bu duruma yol açan sebepler nedir ?
Bu konuda tek bir sebepten bahsetmek zor olacaktır , ancak önemli sebep olarak gördüğümüz , kendi düşüncesini merkeze alarak , diğer düşünceyi mahkum etmeye yönelik, düşünce ve söylemlere dikkat çekerek , bu durumun meydana getirdiği düşmanlıklara temas etmeye çalışacağız .
"Tekfir" ; "Bir kimseye, düşüncesi ve söyleminden ötürü , küfre düştüğünü söyleyerek onu "Kafir" ilan etmek" anlamına gelmektedir.
Kendisi gibi düşünmediği için diğer bir kimseyi kafir ilan etmek , biz Müslümanlar arasında yaygın olan, ve neredeyse hastalık haline gelmiş bir durumdur.
Peki bir kimseye "Sen kafirsin" diyebilmek için, şart olan kriterler ne olmalıdır?.
Bu sorunun cevabından önce , bir kimseye "Sen kafirsin" diyenlerin, büyük çoğunluğunun dayandığı kriterleri ortaya koymanın gerektiğini düşünmekteyiz.
Bir kimseye düşünce ve söyleminden ötürü "Sen kafirsin" diyen bir kimsenin dayandığı kriter , kendi sahip olduğu düşüncesi olup , karşısındaki kimsenin kafir sayılma gerekçesi , sadece kendisi gibi düşünmemesidir.
Kişi, sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak , bu düşünceyi "Mutlak doğru" olarak kabul etmekte , ve karşısındaki düşünce ve söylemleri, kendi doğrularına göre değerlendirerek , karşısındaki düşüncenin doğru veya yanlışlığına buna göre karar vermektedir. Bunun neticesinde ise , karşısındaki kişinin düşüncesinin doğru , kendi düşüncesinin yanlış olabileceği ihtimalini göz ardı eden kişiler , karşılarındaki kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedirler.
Müslüman dünyasına baktığımızda , eline tekfir kılıcını alarak, önüne gelene sallayanların oluşturduğu kaos ortamına baktığımızda, kötü bir tablo önümüze çıkmakta , "bu kaosun önüne nasıl geçilebilir ?" sorusu, cevabını aramaktadır.
Bu durumun önüne geçilebilmesi için , öncelikle insan olmanın gerektirdiği karşılıklı saygı ve birbirini dinleme , medeni bir kişilik sahibi olmak , karşıt görüşlere tahammül edebilme olgunluğu, gibi erdemler , kişilerde bulunmalıdır. Bu gibi insanı insan yapan erdemlere sahip olmayanların din adına yapacakları söylem ve eylemler , her şeyden önce İslama zarar verecektir.
Her şeyden önce , karşısındaki kişinin kendisi gibi bir insan olduğu , o kişinin de bir şahsiyet ve kişilik sahibi olduğu , ona saygı duyulması gerektiğine dair bir düşünce içinde bulunmayan kişi , bencillik duygularının ağır basması neticesinde , kendisini dinin merkezinde görerek , diğerlerini hiçe saymak , dışlamak , hor ve hakir görmek gibi hasletlere sahip olacaktır.
Kendi düşüncesini merkeze almak sureti ile, kendisini tek ve yegane doğru olarak gören kişiler ile tartışmak, fayda yerine zarar getirecektir. Hiç bir Müslüman , sahip olduğu düşünceyi merkeze almak , kendisini tek ve yegane doğru görmek hakkına sahip değildir.
Çünkü, istisnasız olarak bütün Müslümanların sahip oldukları düşünceleri , okudukları Kur'an , hadis , tefsir , fıkıh v.s gibi kitaplardan elde edilmiş olan yorumlardır. Bu kitaplardan elde edilmiş olan yorumlar , insan ürünü olması nedeniyle, eksik ve hata barındırma ihtimali mutlaka olabileceği hesap edilerek , sahip olunan düşüncenin dinin merkezine konulması gibi bir bencillik içine girilmemesi Müslümanların en başta gelen vazifesi olmalıdır.
Okuduğu veya dinlediklerinden yaptığı çıkarımlar ile, kendisini en doğru , karşısındaki en yanlış olarak görenler , kişilerdeki cehaletin zirve yapmış halini temsil etmektedirler. Okuduklarından elde ettiği bilgi ile, ilim sahibi olan bir kişinin öncelikle , sahip olduğu bilginin eksiklik veya hatadan münezzeh olamayacağı bilincine sahip olması gerekmektedir. Böyle bir olgunluğa sahip olmayan kişilerin sahip oldukları bilgiler , karşısındaki insanları aşağılamak , hakaret etmek , küçük düşürmek için kullandıkları bir silah haline gelecektir.
İnsan olmanın en büyük tezahürü , karşısındaki insana karşı gösterdiği sevgi , saygı , hoş görü v.s gibi hasletler de ortaya çıkmaktadır. Müslüman olarak bu hasletleri taşımayan insanların konuştukları her söz , yaptıkları her fiil , başta kendilerine olmak üzere , mensup olduklarını iddia ettikleri dine zarar verecektir.
Tekfirciliğin , insani ilişkileri zayıf , kaba , saygısız , karşıt düşüncelere tahammülü olmayan , karşıt düşünceye karşı bir delil getiremeyen cahil insanların bir hastalığı olduğunu , birbirini tekfir eden insanların düşünce ve insani yapılarına baktığımızda görülecektir.
Bu noktada "Peki bir kimse eğer kafir ise ona kafir denilmeyecek mi?" sorusu da sorulacaktır.
Bu sorunun cevabı için bu sefer de , bir kimsenin "Kafir" olarak damgalanmayı hak edecek eylem ve söyleminin neye göre tesbit edileceği meselesi gündeme gelecektir.
Bir kimseye kafir olduğunu söylemek, onu tahkir ve hakaret amaçlı olarak kullanılmamalıdır.
Biz Müslümanların en büyük hatası, maalesef bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kafir olmak , kişinin içine düştüğü bir hal olup , onun kafir olduğunu söylemek , onu tahkir ve hakaret amacı taşımaması , içine düştüğü yanlıştan çıkması için ikaz mahiyetinde olmalıdır.
Tabi ki bir kişinin "Kafir" olması için herkesin kendi oluşturduğu kriterler değil , ortak kitabımız olan Kur'andaki "Delaleti ve subuti KAT'İ" olarak ifade edilen hükümleri red etmesi gerekmektedir.
Aksi takdirde,bazı kişilerin Kur'an içinden çıkardıkları " Delaleti ve subuti ZANNİ" olarak ifade edilen hükümlere dayanarak kişilerin kafir ilan edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir.
Kur'an farklı olarak yorumlanmaya müsait bir kitap olup , bu yorumları kesin doğrular kabul etmek sureti ile bazı kimselerin tekfir edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir.
Herkes okuduğu Kur'andan, ilmi , fikri , beslendiği hizip , meşrep doğrultusunda çıkarımlar yapmakta ve bu çıkarımlar kişilerin indi görüşleri olmaktadır. Bilgi ve düşünce alt yapılarının kendilerine gösterdiği yol ile okunan Kur'andan yaptığı çıkarımları , "Kargadan başka kuş tanımam" misali nihai doğrular olarak görerek , başka yorumları mahkum etmek , tekfircilik hastalığının en başta gelen sebebidir.
Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi ise , öncelikle kendisini dinin merkezinde görmek şeklinde ortaya çıkan kibirden kurtulmakla olacaktır. Ortaya koyduğu bir düşüncenin eksik ve hata barındırabileceği ihtimalini asla kabul etmeyen bir kişi , tıbbi desteğe muhtaç bir kişi konumuna gelmiş , bu hastalıktan ancak psikiyatristlerin vereceği reçete ile kurtulması mümkün olacaktır.
Müslümanların birbirleri arasında olan tartışmalar genellikle vurdulu kırdılı bir boks maçı havasında gerçekleşmektedir. Halbuki bu tartışmalar , birbirine karşı galip gelmeyi amaç edinmeyerek , doğru bildiklerini birbirlerine aktarmak şeklinde bir hava içinde yapılmış olsaydı , sonrasında kırıcı davranışlar sergilenmesine gerek bile kalmayarak , sadece bilgi aktarımı havasında gerçekleşen güzel bir ortam sergilenebilirdi.
Müslümanlar arasında sonu birbirini tekfir etmek şeklinde neticelenen tartışmalar , mahalle çocuklarının kavgada birbirlerine karşı güç yetirememeleri neticesinde, küfür ve hakaret ile karşı mahalle çocuklarına karşı üstünlük sağlama gayretlerine benzemektedir.
Olgun ve insani ilişkileri daha medeni olan Müslümanlar , kendi düşüncelerini zorla kabul etmek gayreti içinde asla olmadan , doğru bildikleri söylemek zorundadırlar. Hiç bir kimse kendi doğru bildiğini karşısındaki kişinin kabul etmesi için zorlayamaz.
MEDENİ bir Müslüman sadece doğru bildiğini söyler ve kenara çekilir , kimseyi kendisi gibi düşünmeye zorlamaz.
BEDEVİ bir Müslüman ise , doğru bildiğini söyler , fakat karşısındakini bu doğruya tabi olması için zorlar , başaramaz ise onu tekfir ederek amacına ulaşmaya çalışır.
Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar , netice olarak tarafların birbirlerini tekfir etmesi sonuçlanmaktadır. Tekfircilik, Müslümanlar arasında öyle bir hal almıştır ki , neredeyse patolojik bir durum arz etmektedir.
Bu durumun önünün alınabilmesi , öncelikle kişilerin sahip oldukları düşünceleri tek ve yegane doğru olarak merkeze almamaları ile mümkün olacaktır. Kendi düşüncesi tek ve yegane doğru olarak görmeyen bir kişi , karşısındaki düşünceyi dinleme olgunluğunu gösterecek ve katılmasa dahi , kendi doğrularını ortaya koyarak medeni bir tartışma ortamı meydana getirecektir.
Müslümanların bir kısmında arız olan tekfircilik , medeni bir tarz da değil , bedevi bir tarz da karşısındakine yaklaşmanın sonucudur. Karşısındaki insanın en az kendisi kadar şahsiyet sahibi , saygın olmayı hak eden birisi olduğunu düşüncesine sahip olmadan yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan sonuç birbirini tekfir etmek ile sonuçlanacaktır.
Karşılıklı olarak , insani değerlere ve ilim ahlakına sahip olan kimselerin yapacakları tartışmalar , birbirini tekfir etmekle değil , saygı ve hoş görü sınırları aşılmamış medeni bir ortamda yapılmış bilgi alış verişi içinde gerçekleşerek sonuçlanacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
İslami argümanları kullanarak karşısındakini sadece kendisi gibi düşünmediği için "Kafir" olduğunu söylemek , yani tekfir etmek , bir kısım Müslümanda neredeyse imanın şartı haline gelmiş bir vaziyettedir.
Bu duruma yol açan sebepler nedir ?
Bu konuda tek bir sebepten bahsetmek zor olacaktır , ancak önemli sebep olarak gördüğümüz , kendi düşüncesini merkeze alarak , diğer düşünceyi mahkum etmeye yönelik, düşünce ve söylemlere dikkat çekerek , bu durumun meydana getirdiği düşmanlıklara temas etmeye çalışacağız .
"Tekfir" ; "Bir kimseye, düşüncesi ve söyleminden ötürü , küfre düştüğünü söyleyerek onu "Kafir" ilan etmek" anlamına gelmektedir.
Kendisi gibi düşünmediği için diğer bir kimseyi kafir ilan etmek , biz Müslümanlar arasında yaygın olan, ve neredeyse hastalık haline gelmiş bir durumdur.
Peki bir kimseye "Sen kafirsin" diyebilmek için, şart olan kriterler ne olmalıdır?.
Bu sorunun cevabından önce , bir kimseye "Sen kafirsin" diyenlerin, büyük çoğunluğunun dayandığı kriterleri ortaya koymanın gerektiğini düşünmekteyiz.
Bir kimseye düşünce ve söyleminden ötürü "Sen kafirsin" diyen bir kimsenin dayandığı kriter , kendi sahip olduğu düşüncesi olup , karşısındaki kimsenin kafir sayılma gerekçesi , sadece kendisi gibi düşünmemesidir.
Kişi, sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak , bu düşünceyi "Mutlak doğru" olarak kabul etmekte , ve karşısındaki düşünce ve söylemleri, kendi doğrularına göre değerlendirerek , karşısındaki düşüncenin doğru veya yanlışlığına buna göre karar vermektedir. Bunun neticesinde ise , karşısındaki kişinin düşüncesinin doğru , kendi düşüncesinin yanlış olabileceği ihtimalini göz ardı eden kişiler , karşılarındaki kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedirler.
Müslüman dünyasına baktığımızda , eline tekfir kılıcını alarak, önüne gelene sallayanların oluşturduğu kaos ortamına baktığımızda, kötü bir tablo önümüze çıkmakta , "bu kaosun önüne nasıl geçilebilir ?" sorusu, cevabını aramaktadır.
Bu durumun önüne geçilebilmesi için , öncelikle insan olmanın gerektirdiği karşılıklı saygı ve birbirini dinleme , medeni bir kişilik sahibi olmak , karşıt görüşlere tahammül edebilme olgunluğu, gibi erdemler , kişilerde bulunmalıdır. Bu gibi insanı insan yapan erdemlere sahip olmayanların din adına yapacakları söylem ve eylemler , her şeyden önce İslama zarar verecektir.
Her şeyden önce , karşısındaki kişinin kendisi gibi bir insan olduğu , o kişinin de bir şahsiyet ve kişilik sahibi olduğu , ona saygı duyulması gerektiğine dair bir düşünce içinde bulunmayan kişi , bencillik duygularının ağır basması neticesinde , kendisini dinin merkezinde görerek , diğerlerini hiçe saymak , dışlamak , hor ve hakir görmek gibi hasletlere sahip olacaktır.
Kendi düşüncesini merkeze almak sureti ile, kendisini tek ve yegane doğru olarak gören kişiler ile tartışmak, fayda yerine zarar getirecektir. Hiç bir Müslüman , sahip olduğu düşünceyi merkeze almak , kendisini tek ve yegane doğru görmek hakkına sahip değildir.
Çünkü, istisnasız olarak bütün Müslümanların sahip oldukları düşünceleri , okudukları Kur'an , hadis , tefsir , fıkıh v.s gibi kitaplardan elde edilmiş olan yorumlardır. Bu kitaplardan elde edilmiş olan yorumlar , insan ürünü olması nedeniyle, eksik ve hata barındırma ihtimali mutlaka olabileceği hesap edilerek , sahip olunan düşüncenin dinin merkezine konulması gibi bir bencillik içine girilmemesi Müslümanların en başta gelen vazifesi olmalıdır.
Okuduğu veya dinlediklerinden yaptığı çıkarımlar ile, kendisini en doğru , karşısındaki en yanlış olarak görenler , kişilerdeki cehaletin zirve yapmış halini temsil etmektedirler. Okuduklarından elde ettiği bilgi ile, ilim sahibi olan bir kişinin öncelikle , sahip olduğu bilginin eksiklik veya hatadan münezzeh olamayacağı bilincine sahip olması gerekmektedir. Böyle bir olgunluğa sahip olmayan kişilerin sahip oldukları bilgiler , karşısındaki insanları aşağılamak , hakaret etmek , küçük düşürmek için kullandıkları bir silah haline gelecektir.
İnsan olmanın en büyük tezahürü , karşısındaki insana karşı gösterdiği sevgi , saygı , hoş görü v.s gibi hasletler de ortaya çıkmaktadır. Müslüman olarak bu hasletleri taşımayan insanların konuştukları her söz , yaptıkları her fiil , başta kendilerine olmak üzere , mensup olduklarını iddia ettikleri dine zarar verecektir.
Tekfirciliğin , insani ilişkileri zayıf , kaba , saygısız , karşıt düşüncelere tahammülü olmayan , karşıt düşünceye karşı bir delil getiremeyen cahil insanların bir hastalığı olduğunu , birbirini tekfir eden insanların düşünce ve insani yapılarına baktığımızda görülecektir.
Bu noktada "Peki bir kimse eğer kafir ise ona kafir denilmeyecek mi?" sorusu da sorulacaktır.
Bu sorunun cevabı için bu sefer de , bir kimsenin "Kafir" olarak damgalanmayı hak edecek eylem ve söyleminin neye göre tesbit edileceği meselesi gündeme gelecektir.
Bir kimseye kafir olduğunu söylemek, onu tahkir ve hakaret amaçlı olarak kullanılmamalıdır.
Biz Müslümanların en büyük hatası, maalesef bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kafir olmak , kişinin içine düştüğü bir hal olup , onun kafir olduğunu söylemek , onu tahkir ve hakaret amacı taşımaması , içine düştüğü yanlıştan çıkması için ikaz mahiyetinde olmalıdır.
Tabi ki bir kişinin "Kafir" olması için herkesin kendi oluşturduğu kriterler değil , ortak kitabımız olan Kur'andaki "Delaleti ve subuti KAT'İ" olarak ifade edilen hükümleri red etmesi gerekmektedir.
Aksi takdirde,bazı kişilerin Kur'an içinden çıkardıkları " Delaleti ve subuti ZANNİ" olarak ifade edilen hükümlere dayanarak kişilerin kafir ilan edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir.
Kur'an farklı olarak yorumlanmaya müsait bir kitap olup , bu yorumları kesin doğrular kabul etmek sureti ile bazı kimselerin tekfir edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir.
Herkes okuduğu Kur'andan, ilmi , fikri , beslendiği hizip , meşrep doğrultusunda çıkarımlar yapmakta ve bu çıkarımlar kişilerin indi görüşleri olmaktadır. Bilgi ve düşünce alt yapılarının kendilerine gösterdiği yol ile okunan Kur'andan yaptığı çıkarımları , "Kargadan başka kuş tanımam" misali nihai doğrular olarak görerek , başka yorumları mahkum etmek , tekfircilik hastalığının en başta gelen sebebidir.
Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi ise , öncelikle kendisini dinin merkezinde görmek şeklinde ortaya çıkan kibirden kurtulmakla olacaktır. Ortaya koyduğu bir düşüncenin eksik ve hata barındırabileceği ihtimalini asla kabul etmeyen bir kişi , tıbbi desteğe muhtaç bir kişi konumuna gelmiş , bu hastalıktan ancak psikiyatristlerin vereceği reçete ile kurtulması mümkün olacaktır.
Müslümanların birbirleri arasında olan tartışmalar genellikle vurdulu kırdılı bir boks maçı havasında gerçekleşmektedir. Halbuki bu tartışmalar , birbirine karşı galip gelmeyi amaç edinmeyerek , doğru bildiklerini birbirlerine aktarmak şeklinde bir hava içinde yapılmış olsaydı , sonrasında kırıcı davranışlar sergilenmesine gerek bile kalmayarak , sadece bilgi aktarımı havasında gerçekleşen güzel bir ortam sergilenebilirdi.
Müslümanlar arasında sonu birbirini tekfir etmek şeklinde neticelenen tartışmalar , mahalle çocuklarının kavgada birbirlerine karşı güç yetirememeleri neticesinde, küfür ve hakaret ile karşı mahalle çocuklarına karşı üstünlük sağlama gayretlerine benzemektedir.
Olgun ve insani ilişkileri daha medeni olan Müslümanlar , kendi düşüncelerini zorla kabul etmek gayreti içinde asla olmadan , doğru bildikleri söylemek zorundadırlar. Hiç bir kimse kendi doğru bildiğini karşısındaki kişinin kabul etmesi için zorlayamaz.
MEDENİ bir Müslüman sadece doğru bildiğini söyler ve kenara çekilir , kimseyi kendisi gibi düşünmeye zorlamaz.
BEDEVİ bir Müslüman ise , doğru bildiğini söyler , fakat karşısındakini bu doğruya tabi olması için zorlar , başaramaz ise onu tekfir ederek amacına ulaşmaya çalışır.
Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar , netice olarak tarafların birbirlerini tekfir etmesi sonuçlanmaktadır. Tekfircilik, Müslümanlar arasında öyle bir hal almıştır ki , neredeyse patolojik bir durum arz etmektedir.
Bu durumun önünün alınabilmesi , öncelikle kişilerin sahip oldukları düşünceleri tek ve yegane doğru olarak merkeze almamaları ile mümkün olacaktır. Kendi düşüncesi tek ve yegane doğru olarak görmeyen bir kişi , karşısındaki düşünceyi dinleme olgunluğunu gösterecek ve katılmasa dahi , kendi doğrularını ortaya koyarak medeni bir tartışma ortamı meydana getirecektir.
Müslümanların bir kısmında arız olan tekfircilik , medeni bir tarz da değil , bedevi bir tarz da karşısındakine yaklaşmanın sonucudur. Karşısındaki insanın en az kendisi kadar şahsiyet sahibi , saygın olmayı hak eden birisi olduğunu düşüncesine sahip olmadan yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan sonuç birbirini tekfir etmek ile sonuçlanacaktır.
Karşılıklı olarak , insani değerlere ve ilim ahlakına sahip olan kimselerin yapacakları tartışmalar , birbirini tekfir etmekle değil , saygı ve hoş görü sınırları aşılmamış medeni bir ortamda yapılmış bilgi alış verişi içinde gerçekleşerek sonuçlanacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)