17 Ekim 2014 Cuma

YUNUS 87 Ayeti ve Firavunlarla Mücadele Yöntemi

Kur’an kıssaları ile ilgili her yazımızda, kıssaların bizlere anlatılma sebebinin yaşanmış olayların bize dönük mesajını kavramak ve hayata aktarmak olduğunu yine vurgulayarak yazıya başlamak istiyoruz. Musa(a.s)’nın Firavun ile olan mücadelesinin bizlere anlatılma sebebi; her zaman ve mekanda ortaya çıkacak olan Firavun ve avanesi ile nasıl bir mücadele yöntemi takip edilmesi gerektiği olup, YUNUS 87 ayeti bu yöntemin ipuçlarını veren bir ayettir; 

Bu Ayeti okumaya başlamadan önce Musa (a.s) ve kavminin, Yunus s. 85.ve 86. Ayetlerindeki duasını anlamak zorundayız. O Ayetlerde Musa (a.s) ve kavmi Rablerine , "Biz de Allah’a dayanıp güvendik. Ey Rabbimiz! Bizi o zalim kimselerin işkenceleri ile imtihan etme ve rahmetinle  o kâfirler güruhundan bizi kurtar" şeklindeki dualarının nasıl kabule şayan olacağı beyan edilmektedir. Allah (c.c) kullarının duasına icabet edeceğine dair olan vaadinin yerine gelme şartı sadece el açıp yalvarmak değil , öncelikle istenilen şeyin kullar tarafından fiili olarak yerine getirilmeye çalışılmasıdır. Allah (c.c) hiç kimseye yattığı yerden ettiği duanın karşılığını vermez.

[012:087] Mûsa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın. Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve salatı ikame edin. İnananlara müjde ver.

Bu ayet içinde 3 tane emir geçmektedir;
  1. Evler hazırlamak,
  2. Evleri kıble edinmek,
  3. Salatı ikame etmek.
Üç emir sonunda gelen müjde; bu emirlerin doğru olarak yerine getirildikten sonra kurtuluşun geleceği müjdesidir. Bu müjde Allah(c.c)’ın değişmez bir sünneti olarak kıyamete kadar geçerlidir. Bizler Kur’an kıssalarını "eskilerin masalları" olarak okumayıp, "bize dönük evrensel mesajlar" olarak okuduğumuz takdirde; her devirde peydâ olan Firavunların nasıl yıkılacağının ipuçlarını bu ayet içinde görmekteyiz.

Ayet içinde geçen "tebevvea" kelimesi; “bir mekandaki cüzlerin birbirine eşit olması" anlamında kullanılan bir kelimedir. Evlerin bu hale getirilmesinin vahyedilmesinden anlaşılması gereken; bütün İsrailoğulları evlerinin aynı amaç için şuurlanmasının gerektiğidir.

"Evlerin kıble edinilmesi"nin ne anlama geldiği üzerinde de durulması gerekmektedir. "Kıble" kelimesi; "yönelinen ve yüzün dönüldüğü yer" anlamında bir kelimedir. 

İsrailoğulları evlerinin; aynı amaç olan Firavun zulmünden kurtulmak şuuru üzerine tesis edilerek o evlerde yaşayanların, "yüzlerinin birbirlerine dönük olması"nın ne anlama gelmesi gerektiğini, bu deyimin tersi olan "sırtın birbirine dönük olması"nın ne anlama geldiğini bularak anlayabiliriz.
 "Sırtın birbirine dönük olması”; insanların birbirleri ile anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık şeklinde başgösteren sorunların anlatıldığı bir deyimdir. Bunun tersi olan “yüzün birbirlerine dönük olması”; anlaşmazlık, ihtilaf, düşmanlık gibi sorunların olmamasını anlatan bir deyimdir.

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c); Firavun zulmü altında inleyen İsrailoğulları’na bu zulümden kurtulabilmeleri için gerekli olan mücadele yönteminin nasıl olmasını gerektiğini beyan etmektedir. Bu yöntem; öncelikle bütün bireylerin tek bir amaç etrafında şuurlanmaları, sonra da bu amaç etrafında kenetlenerek aralarında olan her türlü ayrışmaları ortadan kaldırmaları ve sırtlarını değil, yüzlerini birbirlerine dönmeleri şeklinde olacaktır.

Musa(a.s) kıssasını hatırlayacak olursak; onun Firavun'un sihirbazları yapmış olduğu düello sonucunda sihirbazların yenilerek iman etmeleri sonucunda yeniden bir soykırıma başlayan Firavun zülmüne karşı koymaya güç yetiremeyenlerin Musa(a.s)’ya şunları söylediğini görmekteyiz;

[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»

[007.128] Musa, kavmine dedi ki: «Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve sabır gösterin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Sonunda kurtuluş müttakilerindir.»
[007.129]  Kavmi de dediler ki: «Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.» Musa dedi ki: «Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacaktır ve sizin nasıl işler yaptığınıza bakacaktır.»

Mücadele süreci içinde, bütün insanların aynı kararlılığı göstermesi beklenemez. İnsanların dayanıklılık açısından birbirleri ile farklılık göstermesi; onların yapılarının bir sonucudur. Medine’de inen ayetleri dikkatli okuyacak olursak, özellikle savaşların zikredildiği ayetlerdeki insan tipleri, bizlere bu durumun sadece belli bir ırka has durum değil, genel olarak insana has bir durum olduğunu göstermektedir.

Mücadele sürecinin bazı sıkıntılarına katlanmakta zorlanan insanları dışlamak yerine, onları sürece kazandırmanın yollarını aramanın daha doğru olduğu ARAF 128 ayetinin mesajından anlaşılmaktadır.
 Musa(a.s) kıssasının özellikle sihirbazların imanından sonra, denizin kıyısına varmalarına kadar olan süreci anlatan ayetlerin; masal tadında değil ibret tadında okunması gerekmektedir ki Allah(c.c)’ın câri olan sünnetinin nasıl işlediği anlaşılsın. Denizin yarılma hadisesi noktasında, bu yarılmanın nasıllığından ziyade böyle bir olayın meydana gelmesini gerektirecek olan bir mücadele sürecini başaran İsrailoğulları’nın bu çalışmalarının okunması gerekmektedir ki o olay bizlere ibret mesajı olabilsin.

Allah(c.c); Kitabı’nda "inananlara yardım etmeyi kendi üzerine borç olarak yazdığını" beyan etmektedir. Ancak bu yardımın asla, inananların yatarak, çalışmadan, herhangi bir mücadele göstermeden olmayacağınıda haber vermektedir.

İsrailoğulları ile ilgili ayetlere baktığımızda; Sünnetullah’ın yeryüzünde nasıl pratiğe geçtiğinin anlatıldığı ayetler olarak gözümüze çarpmaktadır. İsrailoğulları’nın olumlu veya olumsuz davranışlarının, Sünnetullah’ı nasıl çalıştırdığının canlı olarak görülmesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır.

Firavun ile olan mücadele sürecinde Sünnetullah’ın yardım için gerekli kurallarını yerine getiren İsrailoğulları için Allah(c.c)’ın yardımı "artık bittik" dedikleri zaman gelmiştir. Yardım zamanı da işte bu andır; kulların var güçleri ile çalışıp artık son hadde gelindiğinde Allah(c.c)’ın yardımı gelir.

[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, resul ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.

BAKARA 214 ayeti yardımın zamanının ve şartının anlatıldığı bir ayet olup, yardımı hakediş dediğimiz zamanı anlatarak bu hakediş zamanına kadar sabır gösterilmesi, azimle mücadeleye devam edilmesinin gerektiğini bildirmektedir.

İsrailoğulları’nın Firavun ile olan mücadele sürecini Allah(c.c)’ın Kitabı’ndan okuyarak, bugün veya yarın tâ kıyamete kadar biz Mü'minlerin, bizlere musallat olan Firavunlar’ın nasıl yıkılacağının ipuçlarını görmekteyiz. Bu ipuçlarını YUNUS 87 ayetindeki üç emri biraz açarak görebiliriz.
 1- EVLER HAZIRLAMAK

"Tebevvea" kelimesi ile ifade edilen bu durum, "evleri aynı seviyeye getirmek" anlamındadır. Evleri aynı duruma getirmek demek; içinde bulunulan durumun farkına varılması ve bu durumun ortadan kaldırılması için ortak bir hareket noktası belirlenmesi demektir.

Bugün kendilerini “müslümanlar" olarak gören insanların, yaşadıkları topraklar üzerindeki yönetimlere ve yöneticilere baktığımız zaman; Firavunvâri bir yönetim ve yöneticilerin işbaşında olduğunu görmekteyiz. Firavun bilindiği gibi kendisini "İlah ve Rab" ilan ederek Mısır halkı üzerinde tasarruf hakkı olduğunu iddia etmekteydi. Halbuki insanlar üzerinde tasarruf etme hakkı sadece ve sadece onları yaratan Allah’a ait bir haktı ve bu hakkı Firavun gasp etmişti. Bu gasp edişin adı "TUĞYAN” idi; buna "sınırı aşmak" deniyor ve bu sınırı aşanların ortak adı "TAĞUT" oluyordu.

Allah(c.c) NAHL 36 ayetinde mealen "Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve Tağuttan sakının!» diye uyaran bir resul gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!" buyurarak gönderdiği elçilerin gönderiliş amacını beyan etmektedir.

Tağutu ve Tuğyanı red ederek, dini sadece Allah’a has kılmak gibi bir vazifemiz olduğu zaman içinde unutularak tıpkı "Stocholm sendromu" misali bir durum içinde girerek, celladına aşık bir topluluk oluşmuş ve içinde bulunulan durumdan bırakın rahatsızlık duymayı, memnuniyet duyan bir topluluk oluşmuştur.

Türkiye örneğine baktığımız zaman; iktidarda muhafazakar bir partinin olması, bazı Kur'an kavramlarının üzerinin örtülmesi gerektiği zannına götürmüştür. Halbuki böyle olmamalıydı; Allah(c.c)’ın dini üzerine kurulu bir sistem için mücadele etmenin, var oluşumuzun ana gayesi olduğu unutulmamalıydı.

Türkiye Müslümanlarının bir çoğunun; Allah, Din, İbadet, Tağut, Müstekbir, Mele gibi kelimeler ile ifade edilen şeylerin ne olması gerektiği yolunda her hangi bir düşünceye bile sahip olmaması; içinde bulunduğumuz durumun ne kadar çukurda olduğunu göstermesi bakımından ibret vericidir.

Yapılacak ilk iş; yukarda verdiğimiz kelimelerin içlerinin Kur’an'î anlamda doldurularak, insanların şuurlandırılması ve her Müslümanın aynı seviyeye (Tebevvea) getirilerek Firavun sisteminden rahatsız olmalarını sağlamak olacaktır.
 2- EVLERİ KIBLE EDİNMEK

Evler aynı şuurda olan insanlarla oluşturulduktan sonra, o insanların aralarındaki farklı fikirler yüzünden birbirlerinden ayrılmalarının önüne geçilmesi gerekmektedir. Kıble kelimesinin "yüzünü dönmek” anlamı; bize evlerin kıble edinilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğini açıklamaktadır. Her ev ferdinin diğer ev ferdinden haberdar olması, bir ev ferdinin diğer ev ferdi ile arasındaki ihtilafı ortadan kaldırarak sadece tek amaç olan Firavunları ortadan kaldırma mücadelesine yönelmesi gerekmektedir.

[028.004] Firavun memleketin başına geçti ve halkını fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu; çünkü o, bozguncunun biriydi.

KASAS 4 ayetinde; Firavun'un halkı fırkalara ayırarak onları güçsüz bırakması evrensel bir taktikti ve "böl-parçala-yönet" olarak bilinen taktiği halkına uygulayan bir yöneticiydi. Zalim yöneticilerin en büyük kozları; halkın tek bir yumruk olmasını engelleyerek aralarında sûni ayrılıklar çıkararak onların gücünü kırma yöntemidir. Firavunların tasallutundan kurtulmak isteyen Müstazaflar (zayıflatılmışlar), aralarındaki ihtilafları sıfıra indirerek tek bir amaç olan Müstekbirleri (kibirlenenler, büyüklenenler, Allah’a karşı büyüklenen kafirler) yıkmak üzere olan amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak zorundadırlar.

Allah(c.c)’ın kendileri için layık gördüğü MÜSLÜMAN ismini az görüp önüne veya arkasına ilave isimler ekleyenlerin bırakın müstekbirlere karşı koyabilmeyi, farklı isimler altında toplanmanın onların elinde oyuncak olmaktan başka bir şeye yaramayacağını bilmek zorundadırlar.

3- SALATI İKAME ETMEK

Meallerde "namaz kılmak" şeklinde verilen bu kelimenin ifade ettiği anlam; namazı da kapsayan daha geniş bir anlam örgüsüne sahiptir. Salat kelimesi; "kulun İlahı’na yönelimi, O’nun dinine desteği" anlamına gelen bir kelime olup, Firavunların yeryüzündeki iktidarına son vermeye çalışmakta "SALATIN İKAMESİ”nin içine dahil olan eylemlerdendir. Bu salatın nasıl ikame edileceğini ise birinci ve ikinci şıklardaki emirlerin yerine getirlmesi ile mümkün olacaktır.

MÜ'MİNLERİ MÜJDELE

Sabır ile yapılan mücadelenin sonu mutlaka zafer ile sonuçlanacak olup; bu Allah(c.c)’ın kullarına olan vaadidir. Musa(a.s) örneğinde bu durum canlı olarak yaşanmış ve bizlere kıssa yolu ile ibret almamız için Kur’an vasıtası ile iletilmiştir. Tarihin herhangi bir anında, arzın herhangi bir bölgesinde müstazaflar müstekbirlere karşı YUNUS 87 ayetinde bildirilen yöntemle mücadele ettiği takdirde başarıya ulaşmaları Allah’ın bir vaadidir ve Allah vaadinden asla dönmez.


Sonuç olarak; kıssa yollu anlatımların bizlere örnek olması gerektiği vurgusundan hareketle,YUNUS 87 ayetinden Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s)’a vahyedilen mücedele yöntemi sonunda nasıl başarı geldiyse; Sünnetullah gereği kıyamete kadar bu tür yöntemlerle yapılan mücadeleler her zaman başarıya ulaşacak olup, Musa(a.s) kıssası bu başarının canlı örneğini vermektedir. Kıssaları masal değil örnek olarak okuma gereğine binaen, biz inananlar eğer çağdaş Firavunların zulmünden kurtulmak istiyorsan bu örnekliği uygulamak zorundayız.

En doğrusunu Allah(c.c) bilir.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kur'an -Hadis -Sünnet

Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu 3 kelime , İslam denilince en önce akla gelen kelimelerden biridir. Bu 3 kelimeyi kısaca özetleyecek olursak ; 
 1- Kur'an , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) 23 senede zarfında indirdiği vahy'in toplanmış olduğu kitabın adı.
2- Hadis , Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği rivayet edilen sözlere verilen ad. 
3-Sünnet , Muhammed(a.s) ın 23 yıllık elçiliği içindeki fiilleri olarak söyleyebiliriz. 

Müslümanlar arasındaki ihtilafların , bu 3 kelimenin ifade ettiği malzemelerin doğru anlaşılamamasından kaynaklandığınıda üzülerek ifade edelim ,bu ihtilafın tarihini kısaca özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz. 

Muhammed (a.s) daha hayatta iken , onun söz ve fiilerini anlama konusunda ,Sahabe arasında 2 farklı yaklaşım olduğunu görmekteyiz. 1. gurup sahabe onun her yaptığını taklit etme gibi bir seçim içine girmiş (Abdullah ibni ömer , Ebu hureyre r.a gibi sahabeler) 2. gurup sahabe ise onu yaptıkları ve söyledikleri konusunda ,sorgulayıcı bir tutum içinde girerek , ne ,niçin ,nerede,nasıl,ne zaman ve kime sorularının cevabını aramak şeklinde bir tutum içinde girmiş (Ömer ve Aişe r.a validemiz gibi) olanlar şeklinde ayırmak mümkündür. Zaman içinde bu iki akım fırkalaşarak "Ehli hadis" ve "Ehli rey" olarak kendini göstermiş ve bu güne kadar bu 2 ana ayrışım süregelmiştir.

"Ehli hadis" fırkasının genel anlayışı , adından da anlaşılacağı üzere hadise karşı bir ilgi şeklinde kendini göstermiş (bu anlayışa İmam Şafii ,Ahmed İbni Hanbel gibi kişileri örnek verebiliriz), "Ehli rey" fırkasının genel anlayışı ise hadislere karşı daha sorgulayıcı , daha seçici bir yaklaşım olarak kendisini göstermiştir (bu anlayışa örnek Ebu Hanifeyi gösterebiliriz)

Ehli hadis fırkasına mensup olan İmam Şafii nin ilk olarak ortaya koyduğu , "Gayri metluv vahiy" teorisi ve "Sünnetin vahiy olması" konusu Müslümanlar arasındaki , belkide kıyamete kadar sürecek olan ihtilafın kaynağını oluşturmaktadır.

Allah (c.c) nin Elçisine indirmiş olduğu vahyi ikiye ayırarak , Kur'anı "Metluv vahiy" yani namazlarda okunan vahiy olarak , Hadis ve Sünneti de "Gayri metluv vahiy", yani namazlarda okunmayan vahiy olarak kategorize ederek elçiyi sadece bir robot konumuna indiren anlayış İslama vurulmuş en büyük darbebir diyebiliriz.

Sünnetin veya Hadisin vahiy olması bizlere Kur'anın verdiği bir bilgi olmayıp , İmam Şafiinin ortaya attığı düşüncedir , bu düşünceyi kur'andan delillendirmek amacı ile Necm suresinin ilk ayetleri Bektaşi misali üzeri örtülerek okunmuş ve "al sana işte ayet" diyerek bizlere sunulmuştur. İsteğe göre ayet arama yöntemi ile yapılan ayet aramalarında amaç ayetin verdiği mesaj olmayıp , oluşturulan inancın Kur'andan delilini aramak şeklinde yapılan bir işlem olması nedeniyle zorlama te'viller yapılarak, gerekirse ayet tahrif edilerek bu tür çıkarımlar yapılmakta olduğuna , Kuranda olmayan bir çok konuyu Kur'andanmış gibi göstermek sureti ile insanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı herkesin malumudur.

Ehli rey fırkasının başını çeken Ebu Hanife ve onun çizgisinde olanlar , özellikle Hadis konusunda daha seçici davranarak kur'ana arz metodunu seçtiklerini görmekteyiz. Bu tarz bir hadis anlayışının özellikle Ehli Hadis yanlısı olan İmam Buhari tarafından çok şiddetli bir biçimde eleştirildiği , hatta Ebu Hanifenin kafir olduğu gerekçesi ile tevbeye davet edildiği bazı eserlerde yer almaktadır.

Ehli Hadis fırkası , kendilerine gelen bir hadisi , o hadisin senet zincirindeki ravilerin cerh ve ta'dil metodu ile seçime tabi tutulması sonucunda elde edilen verilerle değerlendirmekte olup , Ehli rey fırkası ise senet zincirine ek olarak ( senet zincirini tamamen red etmemektedir) Kur'ana arz metodu ile değerlendirmektedir. 

Ehli Hadis'in tercih ettiği "Cerh ve Ta'dil" denilen bu metoda göre Hadis zincirinde ismi geçen şahısların elemeleri yapılarak elekten geçmek yada geçememek durumuna göre hadis derecelendirilmektedir. Kişisel tercihlerin önde olduğu bu metoda göre A hadisçisine göre sağlam olan bir ravi , B hadisçisine göre sağlam olmayabilmektedir, böylesine kaypak bir zeminde yapılan hadis tahlilinin, o hadisin sahihliği hakkında ne kadar doğru bir bilgi verebileceği düşündürücüdür.

Bugün elimizde olan "Kütübü sitte" adı ile maruf olan kitaplar veya onun dışındaki hadis kitaplarının içindeki hadislerin tamamı Ehli hadis'in tenkit metodu olan sened tenkidi ile ortaya konan hadisler olup , Kur'ana arz edildiğinde Kur'an ile uyuşmayan bir çok rivayet mevcuttur. Zaman içinde bu eserlere bindirilen aşırı değer sonucu bu eserler artık sorgulanamaz , la yus'el bir konuma geçirilerek dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. 

 Bu durum bu güne kadar böyle olup bugün bile "Buhari hadisi" veya "Müslim hadisi" denildimi akan sular durmakta olup herhangi birisi bu eserlerdeki hadislere yan gözle bakmak cüretinde bulunduğu zaman yediği damga "KAFİR" damgasıdır. 

Ehli Hadis düşüncesinin bu tasallutundan kurtulmak isteyen düşünce sahipleri her devirde ortaya çıkmış olup yeni bir düşünce olarak ortaya atılmış değildir. Ehli Hadis olan İbni Kuteybe'nin türkçeyede çevrilmiş olan "Hadis Müdafaası" adlı eserinin "Zina edenin recmedilmesini red edenler" ile ilgili açmış olduğu bölüm bizlere , daha 1000 kusur sene öncesi Kur'anı kendisine rehber edinmek isteyenler ile buna karşı çıkanların aralarındaki atışmaların var olduğunu göstermektedir. İbni Kuteybe bu başlık altında , zina edenlerin recm edilmesine karşı çıkanların ortaya koyduğu delillere karşı bir nevi kıvırma harekatında bulunmaktadır. 

Bugün Ehli rey düşüncesinin başını çeken Ebu Hanife'nin mezhebine bağlı olduklarını iddia edenlerin , Ebu Hanife nin baş düşmanı diyebileceğimiz , İmam Buharinin eserine toz kondurmamaları geldiğimiz noktanın çelişkilerini görmek açısından manidardır.

Şu ana kadar yazdıklarımızı özetleyecek olursak ; Müslümanların en büyük sıkıntısı Kur'an , Hadis ve Sünnet'in nereye ve  nasıl bir konuma sahip olarak görülmesi noktasından kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Peki bu sıkıntıya karşı nasıl bir teklif sunabiliriz veya bu 3 kelime ile ifade edilen şeyleri nasıl bir konuma koyabiliriz?. 

Kur'an , Allah (c.c) indirmiş olduğu vahiy kitabı olması itibarı ile bilgi kaynağı ve bize gelen bilgileri onunla değerlendirmeye tabi tutmamız gereken  tek kaynaktır. Maaleseftirki geleneksel İslam düşüncesinin oluşturduğu düşünce sisteminde Kur'an, "adı var kendisi yok" mesabesinde bırakılmış hatta " Mütevatir Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği" gibi bir teori ihdas edilerek, Kur'an otomatikman arka plana atılmış bunun yerine Sünnet ve Hadis Kur'anın önüne geçen bilgi kaynağı olarak işlem görmeye başlamıştır.

Bu şekil bir anlayış şöyle bir durumu beraberinde getirmiştir; Bilgi kaynağı olarak tepe noktada "Sünnet ve Hadis" olunca , özellikle Hadisler "Ehli Hadis" fırkasının anlayışına göre sahih olup olmadığı tesbit edildiği ve Kur'ana uygun olup olmadığı herhangi bir önem arzetmeyince ,Kur'an artık Hadise vurularak anlaşılmaya çalışılan bir kitap haline gelmiştir. 

Kur'anın arkaya atılarak rivayetlerin öne geçmesi ile zina cezası evli , bekar ayrımı yapılarak evlinin cezası Kur'anda böyle bir hüküm olmamasına rağmen taşlanarak öldürülür , İsa (a.s) kıyamete yakın bir zamanda yeniden Dünyaya gönderilir , Mushafa abdest almadan el sürmek haram olur , kabir azabı adı altında bir çok rivayet inanç meselesi haline gelir.

Bu hale gelen bir kitabın ayetleri, Hadislere uygun olması için gerekli olan tahrifata uğratılarak okunmaya başlar ve elimizdeki mevcut din anlayışı Kur'an merkezli değil , Hadis merkezli bir din olur. Burada Hadis kelimesinin bize ne ifade ettiği üzerinde durmanın gerektiğini düşünmekteyiz. 

Hadis adı verilen sözler , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu rivayet edlen sözler olup onun Kur'an aykırı olarak bir söz ve icraat yapması asla mümkün değildir. Bir çok Kur'an ayeti onun sadece kendisine vahyedilen uymasını ve uyduğunu , kendisine vahyedilene aykırı bir söz söylediğinde ona ne yapılacağını Hakka suresi ayetlerinden okuyan birisinin rivayet kitaplarında mevcut olan sözlerin bir çoğunun söylemesinin imkansız olduğunu göstermektedir.

Kur'ana aykırı söz ve fiilde bulunması imkansız olan bir elçinin ,Kur'ana aykırı olarak yaptığı ve söylediği rivayet edilen bütün fiil ve sözlerin olması gereken yeri rivayet kitapları değil çöp tenekesidir.

Düşüncemiz o durki , Kur'anın önüne geçen her düşünce , her kitap Allah (c.c) ye ortak koşmak anlamına gelmekte olup bu 3 kelimenin asla aynı seviyede olarak görülmesi , düşünülmesi , ona uygun bir anlayış geliştirilmesi ancak Allaha şirk koşulması anlamına gelmektedir. 

"Şirk" kelimesini , Allah (c.c) nin hakkı olan konularda onun yerine yaratmış olduklarının konuşması şeklinde özetlemek mümkündür.

Allah (c.c) Alemlerin yegane Rabbi ve İlahı olarak sadece kendisinin bilinmesi için tarih boyunca göndermiş olduğu elçilerini kendisinin yanında herhangi bir hüküm koyucu vasfına sahip olarak göndermemiştir. Muhammed (a.s) elçilerin son halkası olup bu konuda onunda diğer elçilerden herhangi bir ayrıcalığı bulunmamaktadır.

Hırıstiyanların İsa (a.s) a yükledikleri misyonun bir benzeri Muhammed (a.s) a yüklenerek , onunda Allah (c.c) gibi haram helal beyan etme yetkisi olduğu yönündeki düşünceler, geleneksel düşünce  içinde kemikleşmiş bir vaziyet almıştır.

Allah (c.c) nin yanına konulan her şahıs , her düşünce , nasıl şirk ise , onun kitabının yanına konulup onun kitabı ile eş değer görülen her kitab ta ona şirk koşulması anlamına gelmektedir. 

Allah -Muhammed gibi ikilemelerin camilerde bile bulunması  , bu tür şirkin içselleşmesine yol açmış olmasından kaynaklananan bir yansımadır. Allah (c.c) nin bu elçisi Muhammed (a.s) olsa dahi , Kur'anın yanına adı Buhari , Müslim v.s olsa dahi hiç bir surette bir ikilemede bulunulamaz bu şekil bir ikileme Hıristiyanların Baba -Oğul -Ruhulkudüs şeklindeki teslis akidesinden herhangi bir farkı yoktur.

"Kur'an - Sünnet" veya "Kur'an-Hadis" şeklinde yapılan ikilemeler Kur'anın yanına eş bilgi kaynakları koymak ameliyesi olması itibarı ile şirk içeren düşünceler olup Kur'anın yanına hiç bir surette ek kaynak konulması gibi bir duruma ihtiyaç olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) nin kitabına eksiklik izafe edip bu eksiği Hadis ve Sünnet'in kapattığını iddia etmek anlamına gelir.

Bu sefer Kur'anın yanına konulan bu iki kaynağın nasıl bir değer ve nasıl bir konumda olması gerektiği gündeme gelecektir.


Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki Hadis ve Sünnet Muhammed (a.s) ın elçilik vazifesi dahilinde yaptıkları ve söylediklerinin genel bir adı olup ne geleneksel anlayış içinde toptan kabul , ne de modernist anlayış içinde toptan red edilebilecek bilgi kaynaklarıdır. 

 Kur'anın tek belirleyiciliği çerçevesinde, bu bilgi kaynaklarının sahih olup olmadığı şeklinde yapılan tasnifler sonucunda sahih olanlarının kabul edilebileceğini belirtmek isteriz. Sünnet olarak bize gelen, zina yapan evlilerin recm edilmesi şeklindeki ceza kur'ana uyup uymadığı noktasında yapılan işlem sonucunda doğru bir cezalandırma olmadığı sabittir. 

Geleneksel İslam hukukunda "Mütevatir sünnetin Kur'an ayetini neshetmesi" gibi bir durum, sadece bu  cezanın oturtulması amacı yapılmış bir Kur'anı öteleme işlemidir. Ayetlerin açık beyanı ortada olduğu halde rivayetler ile bunu dinin esası haline getirerek red edeni kafir damgası vuran zihniyet , asıl kafirliğin bu tür meselelerde açık beyana rağmen kitabı ötelemek olduğunu bilmelidir. 

Bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların modernist anlayış olarak ifade edebileceğimiz düşüncedede doğru bir zemine oturtulmadığını görmekteyiz. Geleneksel anlayışa tepki olarak doğan bu anlayışta Kur'an tek kaynak olarak görülmekte fakat Allah (c.c) nin tarih boyunca Elçi ve Kitap gönderme gerekçesi olan onun tek İlah olarak bilinmesine dayalı bir sistem içinde yaşama düşüncesi modernist düşünce içinde pek rağbet görmemektedir. Kıssalar yolu ile anlatılan Tevhid mücadelesinin yaşanmışlığı göz ardı edilerek o yaşanmışlık içindeki bazı sıradışı olayların (mucize olarak bildiğimiz) olup olmadığı tartışmaları ile vakit geçirtilerek vakit kaybedilmesi amaçlanmış ve maalesef başarılı olunduğuda gözlenmektedir. 

Muhammed (a.s) ın 23 yıllık elçiliği içinde söylediği sözler veya fiilleri yok sayılarak geçmiş tamamen sıfırlanmak istenmekte ve Kitap sanki bugün inmiş gibi okunarak binlerce yıldır gelen örneklikler hiçe sayılmak istenmektedir. Muhammed (a.s) diye birisi hiç yaşamamış yokmuş gibi okunan bir Kitab ütopik , hayata dair bir mesajı olmayan , yaşanmışlık diye bir geçmişi olmayan entel toplantıların çerezi haline gelmiştir. 

Sonuç olarak ; Kur'an , Hadis ve Sünnet'in konum itibarı ile yanlış yerlere oturtulmuş olması , Müslümanlar arasındaki ihtilafların baş müsebbibi olarak görülmektedir. İhtilafların en aza indirilmesi bu 3 kelime ile ifade edilen kaynakların olması gereken yerlerine oturtularak Kur'ana eş değer hatta, Kur'andan üstün görülmesinin önüne geçilmesi ile mümkün olacaktır. Aksi takdirde geleneksel anlayış devam ettirildiği müddetçe ihtilafların bırakın azalması , artarak büyümesinin önü alınamayacaktır.Modernist anlayış şayet Kur'anı doğru bir anlama metodu ile okuyarak geçmişi silmek gibi bir düşünceyi terkederek Tevhidi bir anlayış ile Kur'ana yaklaştığı takdirde geleneksel anlayıştaki yanlışları tekrarlamak durumundan kurtulacaktır.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.



10 Ekim 2014 Cuma

İbrahim(a.s) Örnekliğinde Anne ve Babaya İtaatın Sınırı

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c)’ın kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirmiş olduğu Kitap; anne ve babaya iyiliği emreden ayetler içermektedir;

[2.83] İsrailoğullarından, «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anne babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edin, insanlarla güzel güzel konuşun, namazı kılın, zekatı verin» diye söz almıştık. Sonra siz pek azınız müstesna, döndünüz; hala da yüz çevirip duruyorsunuz.

[2.215]  Sana, ne sarfedeceklerini sorarlar, de ki: «Sarfedeceğiniz mal, ana baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir».

[4.36]  Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez.

[6.151]  De ki: «Gelin size Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya babaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin ve onların rızkını veren Biziz, gizli ve açık kötülüklere yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.»

[17.23]  Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, «öff!» bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle.

[46.17] Ana ve babasına: «Öf size! siz bana öldükten sonra tekrar dirilip kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice nesiller gelip geçmiştir.» diyen kimseye ana ve babası Allah'a sığınarak «Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi gerçektir.» dediklerinde o: «Bu Kur'ân öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» diyordu.

[31.14]  Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.

[19.12-4]  «Yahya! Kitaba var kuvvetinle sarıl» dedik ve henüz çocuk iken ona hikmet verdik. Tarafımızdan bir merhamet, arı duru bir gönül de ihsan ettik. O haramlardan çok sakınan bir insandı. Anne ve babasına iyi davranan hayırlı bir evlattı, asla zorba ve isyankâr biri değildi.

[19.00-3]  (Çocuk): «Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı, nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekat vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde, dirileceğim günde bana selam olsun» dedi.

[46.15] Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben müslümanlardanım.

Anne ve babaya itaat ve iyilik emreden Rabbimiz, itaatı kayıtsız şartsız olarak emretmeyip bir sınır dahilinde emretmiştir;

[29.8] Biz insana, ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.

[31.15]  Şayet onlar seni körü körüne Bana şirk koşman için zorlarsa; onlara itaat etme ve dünya işlerinde onlarla iyi geçin Bana dönenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz yine Bana'dır. O zaman Ben, size yaptıklarınızı bildiririm.

Allah(c.c) anne ve babaya itaati; eğer onlar kendisine şirk koşmayı çocuklarına emrederlerse, bu şekil bir itaatın olamayacağını ve onlara itaat edilmemesini emretmektedir. 

Lokman(a.s)'ın oğluna yaptığı ilk tavsiye, örnek ebeveyn olmanın bir tezahürünü göstermesi bakımından dikkate değerdir;

[31.13] Hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki: «Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü Allah'a ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.»

Anne ve babanın ilk vazifesi; çocuğun mü'min bir kul olarak yetişmesini sağlayacak olan bilgileri vermektir. Ancak çocuk bu bilgileri red etmek isterse, anne ve babanın yapacağı bir şey maalesef yoktur;

[46.17] Ana ve babasına: «Öf size! siz bana öldükten sonra tekrar dirilip kabrimden çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Oysa benden önce nice nesiller gelip geçmiştir.» diyen kimseye ana ve babası Allah'a sığınarak «Yazıklar olsun sana! Gel iman et, şüphesiz ki, Allah'ın vaadi gerçektir.»

[11.42]  Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna: Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma! diye seslendi.

[11.43]  O: « Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.» dedi. Nuh: « Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yok; meğer ki O rahmet ede!» dedi, derken dalga aralarına giriverdi ve o da boğulanlardan oldu.»

Yukarda verdiğimiz AHKAF ve HUD Sureleri ayetlerinde; mü'min olan ebeveynine karşı çıkan bir çocuğu ve babası Elçi olduğu halde babasına iman etmeyen bir çocuğu görmekteyiz. Anne ve baba; Allah(c.c)'nin kendilerine yüklemiş olduğu görev çerçevesinde çocuklarına gerekli eğitimi vermek zorundadırlar fakat çocukları bu eğitimi red ederek küfrü seçtiği takdirde, zorlayarak çocuklarını imana döndürmek gibi bir vazifeleri de yoktur.

Elçilerin yaşadıkları zaman içinde yapmış oldukları tebliğ görevleri, bizlere birer örneklik olarak Kur’an’da anlatılmaktadır. MÜMTEHİNE 4 ayetinde "İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için örnekler vardır” buyurulması; onun müşrik olan babasına karşı olan tavrının bile bize örnek olması gerektiği anlatmaktadır. Anne ve babaya itaati; şirki istisna ederek emreden Rabbimizin, Elçisi İbrahim(a.s)'ın babası ile olan diyalogları bu istisnanın nasıl olması gerektiğini beyan etmektedir.

[006.074]  Ve bir vakit ki, İbrahim babası Azer'e demişti ki: «Sen putları ilâhlar mı ittihaz ediyorsun! Ben şüphe yok seni ve kavmini apaçık bir dalâlet içinde görüyorum»

[19.41-47]  Kitabda İbrahimi de an, çünki o bir sıddık, bir Nebi idi. Babasına şöyle demişti: «Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?»«Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.»Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.«Babacığım! Doğrusu sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.»Babası: «Sen benim ilahlarımdan geçmek mi istiyorsun ey İbrahim? Yemin ederim ki, eğer vazgeçmezsen, seni muhakkak taşlarım; beni sen uzun bir süre bırak git!» dedi.(İbrahim:) «Selam üzerine olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O bana pek lütufkârdır» dedi.

[21.52-54]  Hani babasına ve kavmine demişti ki: «Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?»«Babalarımızı onlara tapar bulduk» demişlerdi.Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz, dedi.

[26.69-74]  Onlara İbrahim'in haberini oku. Hani, babasına ve kavmine: «Siz neye kulluk ediyorsunuz?» demişti. Demişlerdi ki: «Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz.» «Peki» dedi, «Siz kendilerine dua ettiğinizde onlar sizi işitiyorlar mı? Yahut taptığınızda size fayda veya tapmadığınızda size zarar verebiliyorlar mı? Hayır, biz atalarımızı böyle yaparken bulduk. dediler.

[37.85-87]  Babasına ve halkına şöyle dedi: «Nedir bu tapındığınız nesneler? İlle de bir iftira, bir yalan olsun diye mi Allah’tan başka mâbud arıyorsunuz! Siz Rabbülâlemin’i ne zannediyorsunuz?

[43.26-27]  Bir vakit İbrâhim babasına ve halkına şöyle dedi: «Bilin ki ben sizin taptıklarınızla her türlü ilişiği kestim. Ben ancak beni yaratana ibadet ederim. O bana yol gösterecektir.»

Müşriklikte ısrar eden babası ile olan ilişkisinin nasıl olduğunu ayetlerden öğrendiğimiz İbrahim(a.s), müşrik babasına karşı "öff" bile demeden yolunun yanlışlığını ona ve kavmine anlatmış ancak İbrahim(a.s)'ın bu tebliği babası tarafından şiddetli bir biçimde red edilmiştir. Babasına karşı en ufak incitici bir söz etmeyen İbrahim(a.s), babasına "Sana selam olsun. Senin için Rabbim'den mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütufkardır." diyerek ondan ayrılmıştır. 

Lokman(a.s) örneğinde, bir babanın çocuğuna karşı olan vazifesinin; onu sadece Allah'a kul olan bir fert olarak yetiştirmek olduğunu görmekteyiz. İbrahim(a.s)'ın örneğinde müşriklikte ısrar eden babaya karşı çocuğun nasıl davranması gerektiğini görmekteyiz.

Sonuç olarak; hayata dokunan bir kitap olan Kur’an, bizlere hayat içinde karşılaşacağımız sorunlara karşı nasıl bir yol izlememiz gerektiğini öğretmektedir. Bu öğretim çerçevesi içinde anne ve babaya iyilikle davranmak, onlara "öff" bile dememek ve onlara itaat etmek bizlere emredilmiştir. Rabbimiz itaate sınır koyarak; çocuklarına şirk baskısı yapması sonucunda onlara itaat edilmemesi gerektiğini atamız İbrahim(a.s) örneğinde bizlere öğretmektedir. Şirk veya tevhidi tercih etmek noktasında kalan bir kişi için, bu şirki ona empoze etmeye çalışan anne ve babası olsa dahi onlara itaat edilmemesi gerektiğini, anne ve babanın çocuğu üzerinde haklarını bir çok ayetinde beyan ederek onlara itaat edilmesini gerektiğini bizlere emreden Rabbimiz, ortada şirk baskısı olduğu zaman sadece kendisine itaat edilmesi gerektiğini bizlere emretmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ekim 2014 Perşembe

İnsanlığın Kadim Kültürü "Yevmüzzinet" (Bayram Günleri)

İnsan fıtrat itibarı ile birlikte yaşamaya ihtiyaç duyan bir varlıktır. Kadın ve erkek cinsinin birbirlerine olan karşılıklı duyguları bu ihtiyaçtan kaynaklanmakta ve Allah (c.c) nin ayetlerindendir. Kadın ve erkeklerin oluşturduğu şehirler birlikte yaşama ihtiyacından doğan bir sonuç olup insanlık tarihi kadar eskidir. 

Aynı insan yine fıtrat itibarı ile adına ,"Din" denilen yaşama biçimine ihtiyaç duyarak hayatını onun üzerine ikame eder. İnsanları birbirine bağlayan esasları , aile , kavim , ırk ,din olarak sıralayabiliriz. Din, yani inanç bağı en üstteki bağ olarak öne çıkan ve farklı kavim ve ırklarıda çatısı altında toplayan kadim bir inançtır. 

İnsanlık tarihini kısaca, Dinler savaşı olarak özetlemek mümkündür ,Allah (c.c) insanlara kendi dinini tebliğ etmesi için elçiler göndermiş , bu elçilere inananlar ve inanmayanlar arasındaki mücade bu güne kadar devam etmiş , kıyamete kadar da devam edecektir. 

Allah (c.c) dini ile , ona karşı oluşturulan dinlerin ortak yanı , hangi dine mensup olurlarsa olsunlar , dindaşları ile ortak bir paydada buluştuklarının göstergesi olarak belirli günlerde "CEM" olmaları yani toplanmalarıdır.

Allah (c.c) Hacc suresi 34. ve 67. ayetlerde bu duruma işaret ederek "MENSEK" yani zamanlı ve mekanlı ibdetler ihdas ettiğini bizlere beyan etmektedir. Hacc , Bakara ,İbrahim surelerinde adına HACC denilen Mekke deki BEYTULLAHIN ziyaret edilerek belli ritüellerin yapılması şeklinde cereyan eden olaylar onun dinine mensup olduğunu iddia eden insanların , bir araya gelerek görüşmesi ,tanışması , kaynaşması esasına dayalı bir ibadet tarzıdır. 

Diğer inanç sistemlerinde de aynı durum göze çarpmakta olup onlarında aynı amaç etrafında belirli gün ve zamanlarda toplanarak , İlahlarına olan saygılarını belirli ritüeller ile ortaya koymaları şeklinde gerçekleşen günleri vardır. 

Bilindiği üzere Firavun, kendisini Mısır halkının İlahı ve Rabbi olarak sunarak onların yaşam biçimlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu söyleyen birisi idi. Musa ve kardeşi Harun (a.s) lar onun bu tür bir hakka sahip olmadığını , bu hakkın sadece "Alemlerin rabbi" olan Allah' a ait olduğunu ona tebliğ etmek için gönderilen iki elçiydi. 

Firavun ve melesi onları red ederek , ülkenin en bilgili sihirbazlarını belli bir günde Musa (a.s) ın karşısına çıkarmıştır. Bu olay Taha s. 59. ayetinde şöyle anlatılmaktadır. 

 [020.058-59]  Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstereceğiz sana. Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et ki; sen de, biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.(Musa) Dedi ki: «Buluşma-zamanımız,  bayram günü(YEVMÜZZİNET) ve insanların toplanacağı kuşluk vakti (olsun) .»

Ayete dikkat ettiğimiz zaman , buluşma günü insanların bir araya geldikleri gün olarak belirlenmektedir. Bu gün de ülkenin her tarafından insanlar "Yevmüzzinet" günü yani "Bayram günü" olması dolayısı ile toplanmaktadırlar. Bu ayeti ,"Bayram günleri" kültürünün tarihinin ne kadar eskiye dayandığının bir göstergesi olarak'ta okumak mümkündür.

Türkiyeye baktığımızda bu durum kendisini göstermekte ihdas edilen "Milli bayramlar" vesilesi ile T.C nin kurucusunun anılması , ve onun Dininin anlaşılması için gerekli ritüeller (saygı duruşları) ifa edilmektedir.

Hacc ibadeti ve onun içinde yapılan riüeller , yegane İlah olan olan Allah (c.c) nin bizler için ihdas ettiği kulluk yöntemleri olup Mekke şehri içindeki KABE bu yöntemin ana merkezidir.  Yılın belirli zamanlarında kendisini Allah a kul olarak gören insanlar oraya akın ederek bu kulluklarını herkesle birlikte ifa ederler (her ne kadar bu şuurdan yoksun olsalarda olması gereken bu dur)

[62.9] Ey iman edenler, Cuma günü salat için çağrı yapıldığında hemen Allah'ın zikrine (anılmasına) koşun ve alım satımı bırakın; eğer bilirseniz, o sizin için daha hayırlıdır.
 

Cuma suresinin bu ayeti , insanların birlikte yaşamasının bir gerçeğinden yola çıkılarak , aynı inancı paylaştıklarına dair bir gövde gösterisi , tanışma , görüşme vesilesi olması açısından , mü'minleri haftada bir gün böyle bir toplantı düzenlemeye çağırmaktadır.

"Mescid" kelimesi " secde edilen mekan" anlamına gelmekte olup , mü'minlerin hayatların önemli yer tutması gereken bir kelimedir. Mescidler sadece , salatın bir rüknü olan namazın ifa edilip sonrada dağınıldığı bir  mekan değildir. Asrı saadete baktığımız zaman Mescid hayatın merkezidir , ve olması gereken bir şekilde kullanılmıştır. 

 [007.031]  Ey âdemoğulları! Her mescid yerinde ziynetinizi alıveriniz ve yiyiniz ve içiniz, israf da etmeyiniz. Şüphe yok ki O, israf edenleri sevmez.

Araf s. 31. ayetinde geçen "Mescid" ve   "Zinet" kelimesi bize önemli ipuçları vermektedir. Mescid kelimesinin , Mü'minler için toplanma mekanı olması gerektiğinden hareketle bu mescidlerin sadece namaz kılınan yerler olmadığı anlaşılmaktadır.  Zinet kelimesinin daha önce Taha s. 59. ayetindeki kullanılışı ile Araf s. 31. ayetindeki kullanılışının , sosyal bir olguyu ifade etmesi açısından bir bağı olduğunu düşünmekteyiz. 

Taha s. 59. ayetinde gördüğümüz "Zinet günü" yani insanların toplandıkları bayram gününün bu kültürün ne kadar eski olduğunu anlamak açısından okuduğumuzda , Araf s. 31. ayeti içinde insanların zinetlerini takınmasının bugün bile özel günlerde olmasından hareketle , "Mescid" adı verilen mekanların biz Mü'minler için toplanma mekanları olması gerektiği anlaşılarak kelimenin ifade ettiği "Secde mekanı" anlamından hareketle her türlü kulluk gösterisinin yapıladığı alanlar olarak ihdas edilme gereği anlaşılır sadece namaz vakitleri ve namaz ile sınırlı olmayan bir mekan olması gereken Mescidlerin gerçek işlevi Medinedeki gibi anlaşıldığı takdirde Müslümanların durumu daha iyiye gidecektir.

İnsanlar tabii ihtiyacı olan yemek ve içmek gibi eylemleri bir araya geldiklerinde icra ederek bu eylemler vasıtası ile kaynaşmaya vesile aramaları herkesin bildiği bir durumdur. Bu kaynaşma icraatlerı "Mescid" denilen sosyal mekanlarda ve çevresinde gerçekleştirilerek bir nevi "Bayram günleri" ihdas edilmiş olur. Hacc ibadeti bu durumun en belirgin bir göstergesi olup , bu mekan etrafında ritüeller harici her türlü sosyal ihtiyaçlar karşılanmaktadır .

Namaz adı verilen ibadetin toplu halde ifa edilmesinden hasıl olması gereken durum , İnsanların birlikte düşündüklerinin , ortak inanca sahip olduklarının , bu ortak inancın sadece ve sadece Allah (c.c) kul olmak şeklinde gerçekleştiğinin , diğer dini ve ilahı red etttiklerinin dışa vurumu olan bir ibadettir. Bayram günleri'nin mü'minler için bu durumu hatırlamanın bir vesilesi olması gerektiğinden hareketle bu bayram günlerinde topluca kılınan namaz bu durumu göstermenin bir işaretidir.

Sonuç olarak; insanların fıtratları gereği olan birlikte yaşama ihtiyacının bir sonucu olarak , aynı inancı paylaştıklarını, belirli günlerde ve mekanlarda göstermek sureti ile ifade edilen bir takım ritüeller , Müslüman veya Kafir inanca sahip olanlarda aynıdır. Müslümanlar kendi ialhlarına olan bağlılıklarını , kafirler ise kendi ilahlarına olan bağlılıklarını göstermek amacı ile "Bayram günleri" adı altında bir takım etkinlikler yaparak birbirleri ile kaynaşmayı amaçlarlar. 

Allah (c.c) iman edenlere bu tür etkinlik günleri ihdas ederek onu anlamalarını sağlamıştır. Cuma günü bu anmanın topluca yapılarak görüşme ve kaynaşma vesilesi olan bir gün olup , Hacc günleri olarak ihdas edilen günlerde , uzak diyarlardan gelen mü'minler , her türlü sosyal aktivite ile birlikte bir takım ritüeller icra ederek Allah (c.c) ye karşı olan kullukları topluca ifa ederek bir nevi , güçlerini başkalarına karşı gösterirler. Bu gün bu şuurdan uzak olarak yapılan bu ibadetler , asıl amacına uygun olarak yapılmaya başladığı zaman , Müslümanların Dünyada söz sahibi olmaya başlayacakları günler gelecektir. İslam düşmanları bu tehlikenin farkında olarak , bizleri bu şuurdan uzaklaştırmak için içimize sürdükleri truva atları ile bu ibadetlerin Kur'anda olmadığı gibi düşünceler ortaya atarak kendi yıkılışlarını geciktirmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.

Bizler bu günleri amacına uygun olarak değerlendirerek , sadece Allaha kul olduğumuzu , diğer ilahları red ettiğimizi , mü'min kardeşlerimiz ile birlik beraberlik içinde olduğumuzu bu ibadetlere daha sıkı yapışarak göstermek mecburiyetindeyiz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Şeytan Kavramının İblis Üzerinden Müşahhaslaştırılarak Anlatılması

Şeytan kelimesi sözlükte; "uzaklaştı" anlamına gelen "şa-ta-ne" kökünden türemiştir. Bu kelime çerçevesinde yapılan anlatımlar, insan hayatını derinden etkileyen ve onun Cehennem ile cezalandırılmasına sebep olan bir durum meydana getirmesi açısından bakıldığında; Kur’an’ın odak kavramlarından biri olduğu görülür.

Kur’an’ın anlatım metodlarından birisi; vermek istediği mesajı görsel bir olay şekline sokarak anlatması olup, bu metodu  "Adem ve İblis" kıssasında görmekteyiz. Bu kıssayı sadece yaşandığı zaman ve mekan içinde değerlendirmeye kalktığımız zaman, verilmek istenen mesaj mâlesef güme giderek "kıssa içinde dönüp dolaşmak" tâbir ettiğimiz bir kısır döngü etrafından çıkılamayacaktır. Adem ve İblis kıssasının, öncelikle Kur’an’ın görselleştirerek anlatma uslubu içinde bir anlatım yapmış olduğu kavranarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

İblis; Adem kıssasında ortaya çıkan bir aktör olup Şeytan adını almasına sebep olan olayın ve olay akabinde onun dili üzerinden yapılan anlatımların çok iyi okunarak, bu düşmanlığın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiği ve bizlere karşı nasıl cereyen edeceği, Adem'in kandırılması sonucu başlarına gelenler ile kendimiz arasında ortak bir bağ kurmak gerekmektedir. 

Şeytan kavramının anlaşılması için; İblis karakteri üzerinden verilen mesajların dikkate alınmasının öncelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu ile ilgili ayetleri sıralayarak "Şeytanlaşma" sürecine giden yola nasıl ulaşıldığını görelim.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs (iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn (kâfirîne).
[002.034] Hani meleklere: Adem'e secde edin demiştik de onlar hemen secde edivermişlerdi. Sadece iblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştu.

BAKARA 34 ayetine baktığımız zaman, İblis'in secde etmeme sebebi "vestekbere" (büyüklenmek) olarak ifade edilmektedir. “EL-KEBİR"; Allah(c.c)’ın esmâsına dahil olan isimlerden biri olması sebebi ile İblis'in büyüklenmesi demek; Allah'ın isimlerinden birini üzerine almak istemesi anlamına gelmesi ve bu durumun şeytanlaşması yolunda atılmış bir adım olduğunu anlamaktayız.

Kur’an’da bu kelimenin Allah(c.c)’ın dışındakiler için kullanılmış olması; büyüklenmek sadece ve sadece Allah(c.c)’ın hakkı olmasına rağmen onun hakkını gasp etmek isteyenlerin, onun esmâsından rol çalmaya oynadıkları, dolayısı ile "ŞEYTAN" vasfını aldıkları anlaşılır.

1- Şeytanlaşmaya giden yol; "el-kebir" ismini, Allah(c.c)’ın dışında olan kişi, kurum, kuruluş v.s’nin sahiplenerek ilahlaşmaya çalışmasından yani "MÜSTEKBİR"leşmesinden geçer.

Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[007.012]  (Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.»

Kıssanın ARAF Suresi içindeki bölümüne baktığımız zaman; İblis'in secde etmeme gerekçesinin 12. ayet içinde kendisinin Adem'den hayırlı olduğu ve yaratılış farkını öne sürdüğü görülmektedir.

Allah(c.c)’ın yaratmış oldukları üzerinde yegâne hâkim olduğunu düşünecek olursak, onun kullarına "yapın" veya "yapmayın" şeklindeki bir emrinin, bu emre muhatap olanlar tarafından herhangi bir yoruma tabi tutularak red edilmesi yerine "işittik ve itaat ettik" denilerek kayıtsız şartsız yerine getirilme mecburiyeti vardır.

2- Şeytanlaşmaya giden yol; kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak, Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)'a sunmak.

Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
[015.033] Dedi ki: «Kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yaratmış olduğun bir insana ben secde etmek için olmadım.»

HİCR 33 ayetinde; secde etmeme gerekçesi olarak yaratılış gayesinin bu olmadığı gerekçesini ileri sürmektedir. Halbuki Allah(c.c) yarattıklarını sadece kendisine ibadet etmek için yarattığını beyan etmektedir. Allah'a ibadet demek; yaratılış amacına uygun ameller işlemek demek olduğuna göre, İblis bu amacı red ederek isyan edenlerden olmaktadır.

3- Şeytanlaşmaya giden yol; yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen).
[017.061]  Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.

İSRÂ 61. ayette; diğer ayetlerde gördüğümüz, gerekçe olmadan resmen kafa tutar bir tavır ile emre karşı gelinmektedir. 

4- Şeytanlığa giden yol; yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutmak.

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen). 
[018.050]  Hani meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'in dışında secde etmişlerdi. O cinlerden oldu, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.  Zalimler için ne kadar kötü bir değiştirmedir.

KEHF 50 ayetinde; İblis'in secde etmeyerek "Fasık"lardan olduğu bildirilmektedir. Ayet içinde geçen bu kelimenin; Kur'an bütünlüğünde geçişleri dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilen durumun ne olduğu ve bu duruma düşünlerin akıbeti öğrenilebilir.

5- Şeytanlığa giden yol; imân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra, o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk).

Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
[020.116]  Hani biz meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diretmişti.

TAHA 116 ayetinde; İblis'in secde etmemesi "Ebaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimeyi BAKARA ve HİCR Sureleri içinde anlatılan kıssada da görmekteyiz. Bu kelime, "aşırı derecede kendini uzak tutma, çekinme, ayak direme" anlamına gelmektedir.

6- Şeytanlığa giden yol; kendisine yaratıcısı tarafından verilen bir emre karşı ayak diretmek.

İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne). 
[038.074]  Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.

BAKARA Suresi içindeki kıssada gördüğümüz “İstikbar" (büyüklenme) hali, SAD 74 ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.

İblis'in secde etmeyerek "Şeytan" vasfını almasına sebep olan gerekçelerini özetleyecek olursak;

1- Allah'tan rol çalmaya çalışması,
2- Kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)’a sunması,
3- Yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi,
4- Yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutması,
5- İmân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk) olarak anlayabiliriz.

Burada İblis adlı bir varlık üzerinden müşahhaslaştırılan "Şeytan”lığın, yine onun üzerinden nasıl tezahür edebileceği kendi sözleri üzerinden bizlere hatırlatılarak beyan edilmektedir.

[007.016] İblis dedi ki: «Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.

ARAF 16. ve 17. ayetlerde; kullarını nasıl saptırcağının haberini veren İblis, bu sözlerini nasıl pratiğe geçirdiğini, Adem ile eşini bulundukları makamdan çıkarılmalarına sebeb olarak göstermektedir. 

[7.20-22] Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. «Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim» diye ikisine yemin etti. Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.

Adem ile eşine "size düşmandır" diyerek haber veren Allah(c.c)’ın bu haberi, Adem ve eşi tarafından unutulmuş ve Şeytan’ın onlara güzel sözler ile verdiği vesvesenin kurbanı olarak Şeytan’a uymuşlar ve sonucunda bulundukları makamdan çıkarılmışlardır.

[007.027] Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
ARAF 16 ve 17 ayetlerinde saptırmanın nasıl olacağını, 20. ve 22. ayetler arası pratiğini bizlere göstererek bu tür taktiklerle bizim sapmamıza sebeb olacak her türlü unsurdan uzak durmamız öğütlenmektedir.

[004.117-121] Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve: «Elbette senin kullarından belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım, develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim» diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va’detmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

[015.039-40] «Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım» dedi.

[017.062-65] «Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle, gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.»

[020.120-122] Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.

[038.82-85]  (İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla dolduracağım.»

Şeytan kavramının, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak bizlere anlatılması, bu ismin anlamı üzerinde durmayı gerektirdiğini düşünmekteyiz. Bu kelime; "aşırı ümitsizlikten kaynaklanan hüzün, keder, tasa" anlamındadır. Bu kelimenin türevleri Kur’an’da şu şekilde geçmektedir.

[030.012]  Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler (yublisu).

[006.044]  Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler (müblisune).

[023.077]  Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler (müblisune).

[043.075]  Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar (müblisune).

[030.049]  Oysa onlar, daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi (müblisine).

Burada şöyle bir soru akla gelecektir; "Allah(c.c) adını «ümitsiz kalmış» olarak verdiği bir varlığı neden yaratmıştır? O varlık O’na «Ey Rabbim, beni neden ümitsiz bir varlık olarak yarattın?» diye sorsa ne cevap verirdi?"

Bu soruların sorulmasını gerektirebilecek durum, İblis adının ontolojik bir mahiyeti olduğundan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Allah(c.c), Cennet veya Cehennem ile cezalandıracağı bir kulunu önceden Cehennemi garantilemiş olarak yaratmaz. Ona iki yol göstererek hangisine gideceği konusunda iradesine baskı yapmaz, sadece hangisine giderse o gittiği yolun neticesini ona haber verip tercihi kuluna bırakır.

İblis adı ile Adem'in karşısında olan şey ontolojik varlığı olan birisi olmayan, Şeytan amellerini işleyip, tevbe etmediği takdirde Ahiretteki sonunun "ümitsiz kalan" yani Cehennem’i hak eden her kişinin adıdır. Kelimenin geçtiği ayetlere dikkat edecek olursak; Cehennem’i hak edenler için kullanılmış olması, o hak edenlerin yapmış olduğu ameller ile Adem kıssası içinde geçen İblis isminin yaptığı ameller ortak olup hak ettikleri yerin neresi olacağı haber verilmektedir.

Şeytan kavramı; Kur’an’ın odak kavramlarından birisi olup, kulun yaratıcısına karşı olan kulluğunu engelleyen her şeye verilebilecek bir isimdir. İBRAHİM 22 ayeti bu iğvaları yapanların ve kapılanların hallerini tasvir eden bir çok ayetten biridir.

[014.022] İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: «Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.» Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır!.

ENFAL 48 ayeti; onun insanı kandırma yolunu Bedir harbi örneğinde vererek bizlere anlatmaktadır.

[008.048]  Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve «Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım» dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, «Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir» dedi.

Adem ve İblis kıssasındaki yukarda verilen ayetlere tekrar göz atacak olursak; Şeytan’ın insanlara vaadler vererek aldatacağını söylediği görülür. Bedir harbindeki Müşrik tarafa böyle bir vaadde bulunarak onları Müslümanların üzerine kışkırtmış, fakat Şeytanın kışkırttığı bu ordu darmadağın olmuştu. Bunu yaparken Müşrik ordusunun karşısına etten kemikten oluşan canlı biri olarak çıkmamış, onlara vesvese yolu ile Adem ile eşine yaptığını tekrarlamıştır. Geri dönüp söylediklerinin bizlere yönelik mesajının şu şekilde okunması gerektiğini düşünmekteyiz; "Ey insanlar, size vaadler vererek yaptığınızı güzel gösteren Şeytan, bu amacına ulaştıktan sonra sizi aldatmış olduğunu kendisi itiraf etmektedir. Siz aklınızı kullanın, kendinizi Şeytan’a kullandırarak yarın kıyamet günü cehennem ile cezalandırılmayın".

Sonuç olarak; Kur’an’ın bir çok ayetinde bize düşman olduğu beyan edilen Şeytan'ın bizi nasıl bir yolla kandırabileceği, Adem ve İblis kıssası olarak görselleştirilmiştir. Şeytan, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak muhatapların zihninde kalıcılık sağlaması ve daha uzun yer etmesi amacı sağlanmaya çalışılmıştır. Adem ve İblis kıssası olarak Kur’an'ın yedi ayrı Suresi’nde anlatılan bu kıssadaki baş rol kahramanları, kıyamete kadar gelecek olan insanların başlarından geçecek olan bir kıssa olup, bu kıssada bir kısım insan Adem rolünde, bir kısım insan Şeytan rolünde olacaktır.

Adem rolündekiler hayatlarının herhangi bir anında Şeytan’a uyup hata yapabilirler. Eğer hatasını anlayıp tevbe edip dönerlerse Adem olarak kalırlar, hata edip hatada İblis gibi ısrar ederlerse onlar da kendilerini ayartan Şeytan’ın ordusunun bir neferi olarak hep birlikte Cehennemi boylarlar.

Bu kıssada şahısların kimliklerinden çok, kimlikler üzerinden verilmek istenen mesajın okunmaya çalışılması gerektiğini, özellikle İblis adı ile anlatılanın kim olduğundan çok, insan üzerindeki düşmanlık planlarının okunması ve bu tür düşmanlıkları yapanların ortak adının "Şeytan" olduğu, bu Şeytanların ve onların yardakçılarının kıyamet günü "Müblisin"den yani ümidi kesenlerden olacağının bizlere anlatılmış olduğu bilinmelidir. Bize düşen vazife; Şeytan’ı sadece Kur'an içinde anlatılan Adem ve İblis kıssası içinde değil, hayatımıza yön vermek isteyen Müstekbirler’de arayarak, onların düşmanlıklarına karşı gerekli hazırlıkları yapmaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR

27 Eylül 2014 Cumartesi

KASAS 57 Ayeti ve Dünya Hayatını Ahiret'e Tercih Etmek

Allah(c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanı geçici bir süre için dünya adını verdiği yer üzerinde imtihana tabi tutarak, ölümsüzlük diyarı olan Ahiret'teki yerini hazırlama imkanı vermiştir. İmtihan dediğimiz olay; adından da anlaşılacağı üzere kolay bir şey olmayıp hayat içinde zorlu bir süreç anlamına gelmektedir.

Bu zorlu süreç, kişinin dünya hayatında kendisine verilen geçici meta ile imtihan edilmesini kapsamakta olup, soruları en zor imtihan sayılabilir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

Bu ve benzeri bir çok ayet; dünya hayatının geçici olduğunu, esas kalıcı hayatın Ahiret hayatı olduğunu, geçici olanın tercih edilmeyerek kalıcı olanın tercih edilmesi ve dünya hayatında yapılan amellerin Ahiret endeksli olması gerektiğini bizlere haber vermektedir.

Allah(cc) kendisine kul olması için yarattığı insanın, başka ilahlara kul olmaya yöneldiği zamanlarda, onlara elçiler göndererek tek İlah olarak kendisinin tanınmasını istemiştir. Elçilerin bunu tebliğ etmelerinin akabinde, kabul edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılmaları yine Kur'an kıssalarından öğrenilmektedir.

Allah(cc)'ın ilahlığını kabul etmeyenlerın, sahte ilahlarının ortadan kalkmaması için var güçleri ile mü'minlere saldırarak, onları sindirmek amaçlı her türlü baskıyı yaptıkları da yine kıssalar vasıtası ile bizlere anlatılmaktadır. Bu durum tâ Muhammed(as)'in elçi olarak gönderilmesine kadar devam ederek, aynı şekil baskı ve zulüm Mekkeliler tarafından da icra edilmeye devam edilmiştir.

İnanmayanların, inananlara karşı her türlü ekonomik ve sosyal baskıyı uygulayarak onları yalnız bırakma yolunu seçmiş olmaları "Mekke boykotu" veya "hüzün yılları" başlıkları altında siyer kitaplarında yerini almıştır.

Hicret adı verilen olgunun, "bir kimsenin herhangi bir ihtiyacını temin etmek için bulunduğu konumu değiştirmesi" anlamı üzerinden hareket edecek olursak; tarih boyunca elçiler ve onlarla birlikte olanlar inandıkları dini yaşayabilmek için müşrik kavimlerini terkederek o beldeden hicret etmişlerdir.

Hicret olgusu; Muhammed(as) ve ona iman edenler içinde geçerli olup, bunu Mekke'den Medine'ye giderek yaşamışlardır. Bu şekil bir terketme; mal, mülk, evlat ve eşten ayrılmak anlamına geldiği için ve "mü'min oldum" demenin bu terki gerektirecek potansiyele sahip olan bir şehirde mutlaka gerçekleşeceği bilinmekteydi.

Mekke'de inen ayetlerde; belli bir safhadan sonra artık o şehri terketmenin zamanının gelmeye başladığına dair beyanlar bulunmaktadır. Medine'de inen ayetlerde ise hicretin artık bir mecburiyet haline gelmesi, mümin olduğunu beyan edenlerin hicret etmedikleri takdirde mes'ul duruma düşecekleri beyanı vardır.

[029.056] Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.

[039.010] De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan korkun. Bu dünyada iyilik yapanlara, iyilik vardır. Ve Allah'ın arzı geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri, hesapsız ödenecektir.

[004.097-100] Kendilerine yazık edenlerin melekler canlarını aldıkları zaman onlara: «Ne yaptınız bakalım?» deyince, «Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik» diyecekler, melekler de: «Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir! Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar.İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayan'dır.Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve Peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.

AL-İ İMRAN 14 ayetinde beyan edildiği üzere; geçici hayatın metaını terketmek, Mekke'deki bazı insanlara zor geliyordu. Bu insanlar vahye direk olarak karşı çıkmak yerine, iman ettikleri takdirde başlarına gelecek olan sıkıntıları bahene ederek iman etmiyorlardı. KASAS 57 ayeti onların bu durumunu anlatmaktadır.

[028.057] Dediler ki: Seninle beraber hidayete uyacak olursak, yerimizden oluruz. Halbuki onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi? Ama onların çoğu bilmezler.

Bir sonraki ayet; bu sözü söyleyenlere karşı müthiş bir tehdit olup, kimsenin servetinin kalıcı olmadı hatırlatılmaktadır.

[028.058] Nimet ve refaha karşı nankörlük eden nice şehri yok etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimseler oturabilmiştir. Oralara Biz varis olmuşuzdur.

TEVBE 24 ayeti; ültimatom niteliğinde bir ayet olup dünya malı ile Ahiret arasında kesin bir tercih yapılması gerektiğini haber vermektedir.

[009.024] De ki «Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez.»

Kur'an ayetleri sadece indiği zaman ve mekana has olmadığına göre, "bugün için bu ayetler bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?" sorusu gündeme gelecektir.

İnsan fıtratı, mala ve servete karşı meyyal olma niteliğinde yaratıldığı için; dün, bugün ve yarın aynı şekilde mala karşı zaafı her zaman olacaktır. İmtihan dediğimiz olgu aynı şekilde devam ederek, sadece Allah(cc)'a kul olma noktasında denemeye tutulmak kıyamete değin sürecektir. Allah(cc)'ın dinine karşı olanlar da aynı şekilde dün, bügün ve yarın inananlara karşı baskı ve zulümde bulunarak onları yerlerinden etmeye devam edeceklerdir.

İman iddiasında bulunan bizler bu tür baskılar karşısında Muhammed(as) ve ona inananların yaptığı gibi; yerimizi, yurdumuzu, servetimizi, evladımızı, kısaca herşeyimizi feda etmek zorunda kalabiliriz. Denenmenin bir çeşidi olan bu hicret etme zorunluluğu karşısında eğer KASAS 57 ayetindeki gibi bir bahanemiz olacak olursa, TEVBE 24 ayeti suratımıza tokat gibi yapışacaktır.

Dün sokaklarda, dergilerde, gazetelerde "kahrolsun kafir sistem" türünden sloganlar ile tevhidî bir mücadele peşinde koşan bir kısım kardeşlerimiz, bugün mevcut iktidarın kendilerine sağladığı bazı avantajları kullanarak, terketmesi çok zor olacak mal ve servete sahip oldukları görülmekte olup, servetlerine servet eklemekten başka bir cihad(!) yapmamaktalar ve eskiden yapmış oldukları mücadeleleri anılarda kalmış ve torunlarına bile anlamaktan çekindikleri şeyler olmuştur. Bu satırları yazan kişi kendisi bu tür bir servete kavuşamadığı için eskileri eleştirmemekte; eğer o da böyle bir mal edinmeye başkoysaydı mutlaka hatırı sayılır bir mal sahibi olurdu.

Sonuç olarak; iman etmek demenin sadece dilde olmadığı, bu iddianın ispat isteyeceği ve bu ispatın, en zor olan mal ve can ile verilebileceği müteaddit Kur'an ayetlerinde bizlere beyan edilmiştir. Sadece mal ve servete zarar geleceği kaygısı ile Allah(cc)'ın bizler üzerindeki bir takım emirlerinin göz ardı edilerek, tatlı su müslümanlığının bizlere Ahiret hayatında hayırlı sonuçlar sağlamayacağı bilinmelidir. Müslümanlar olarak geçici dünya hayatına olan sevgimiz, bizleri hiç bir zaman Ahiret hayatını terk ettirmemelidir. Böyle bir terk edişin hesabı yine bir çok Kur'an ayetinde bizlere haber verilmiştir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Eylül 2014 Perşembe

Musa (a.s) Kıssası ile İlgili Genel bir Değerlendirme

Kur'an kıssaları; taşıdıkları mesajlar itibarı ile "Tevhid" ve "Şirk"in kıyamete kadar olacak mücadelesinin, Muhammed(as) öncesi elçiler ve kavimleri arasında nasıl cereyan ettiğini canlı biçimde gösteren ve bu mücadelenin içindeki aktörler olan "Mü'min" ve "Müşrik"lere vaad edilen karşılık önerisinin boş bir iddiadan ibaret olmadığını gösteren yaşanmış anlatımlardır.

Musa(as) kıssası, Kur’an'da en fazla yer tutan kıssa olması itibarı ile bizlere bir çok mesaj vermektedir. Musa(as) kıssasında öne çıkan aktörleri;

1. Firavun,
2. Haman,
3. Karun,
4. Askerler,
5. Sihirbazlar,
6. İsrailoğulları,
7. Samiri,
8. Asa, olarak sıralamak mümkündür.

Bu aktörlerin üzerinden yapılan anlatımları sadece yaşadıkları zaman içinde düşünerek ileriye dönük mesajlar taşımış olması bakımından okumayacak olursak, kıssalar sadece "eskilerin masalları"na dönüşür. Musa(as) kıssasındaki bu aktörler ile ilgili anlatımları ayrı ayrı başlıklar halinde değerlendirerek, onlar üzerinden verilmek istenen mesajları anlamaya çalıştığımız takdirde, onlarca ayrı başlık altında yazılabilecek bir çok konu başlığı çıkacaktır.

Musa(as) kıssasını;

1. Firavun ile olan mücadelesi,
2. İsrailoğulları ile olan mücadelesi şeklinde iki ana başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Firavun ile olan mücadelesini; Allah(cc) tarafından sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanın eline güç, servet ve iktidar geçince nasıl "Müstekbir"leştiğinin, yönetimi altındaki insanlara karşı nasıl zalim olabileceğinin, ezilen "Müstaz'af"ların bir zalimi nasıl devirebileceklerinin ipuçlarının verilmesi açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

İsrailoğulları ile olan mücadelesini ise; insanın nasıl nankör olabileceği, "Müstaz'af" iken "Müstekbir"lerin elinden kurtulmalarının onlar için bir ibret olmaması, "Müstaz'af" iken onları kurtaranı unutarak "Müstekbir"leşerek arz üzerinde hakim olan yasalar gereği başlarına neler geldiğini okuyarak, bu yolu takip edenlerin akıbetlerinin ne olacağı açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

1. FİRAVUN İLE OLAN MÜCADELE

[28.4-6] Şüphe yok ki, Firavun o yerde yükseldi ve ahalisini bölük bölük etti, onlardan bir tâifeyi zayıf düşürmek istiyordu. Oğullarını boğazlıyordu, kadınlarını da berhayat bırakıyordu. Muhakkak ki o müfsitlerden olmuştu.Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.

KASAS 4 ve 6 ayetleri; Musa(as) kıssasının, Firavun ile olan mücadelesi kısmının bel kemiğini oluşturan ayetlerdir. Firavun ve kıyamete kadar gelecek olan çağdaş “Firavunlar"ın yıkımlarının nasıl bir yasaya tâbi olarak gerçekleştiği, onun denizde boğulmasına kadar varan süreç içinde anlatılmaktadır.

Firavunların yıkımının yasası; onların zulmü altında inleyen mazlumların, onları yıkmak için gerekli olan çabayı göstermeleri sonucunda olduğu, bu çabanın nasıl olması gerektiği YUNUS 87 ayetinde anlatılmaktadır.

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun ! Bir de mü'minleri müjdele!

İsrailoğulları, Mısır’da zulme uğradıkları süre içinde elleri kolları bağlı olarak sadece Musa(as)'a güvenselerdi, bu zulumden kurtulmaları asla mümkün olmazdı. Kurtuluş; hep birlikte çabalayarak gelmiş ve zalimler helak olmuştur. Musa(as) kurtuluş sürecini koordine eden bir önder olarak önemli bir konuma sahiptir ve bu tür önderlik her devir içinde olması gereken bir kurum olup, mazlumların örgütlenerek başkaldırması ve başarıya ulaşması için gereklidir.

Kıssa ile ilgili anlatımlarda, bu olayların sanki çok kısa bir zaman içinde olmuş gibi bir izlenim vermesine rağmen kurtuluş; uzun yıllar içine yayılan bir mücadele sürecinde gelmiştir. Denizin ortadan ikiye ayrılarak İsrailoğulları’nın kurtulmasının sağlanmasının sıradışı bir olay olması; böyle bir olayın bir daha gerçekleşeceği anlamına gelmez. Böyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini söylemek; Allah(cc)'nin kullarına yardım etmeyeceği anlamına da gelmez.

Denizin yarılması üzerinden verilen mesaj; Allah(cc)’nin, zulümden kurtulmak için en üst seviyede gayret gösteren kullarına vermiş olduğu, onları zalimler elinden kurtarma sözünün gerçek olduğunun canlı bir ifadesidir. İsrailoğulları’nın kurtuluşu; denizin yarılması ile gerçekleşmesine rağmen, daha önceki yıllar içinde yapılan kurtuluş faaliyetlerinin, Allah(cc)’nin kullarına ve elçilerine söz verdiği onları zalimlerden kurtarma sünnetinin, kullara düşen kısmını yerine getirmeleri sonucunda gerçekleşmiştir. Allah(cc) zalimlerin yıkılarak mazlumların iş başına geçmesi için bir takım yasalar koymuş ve bu yasalara tabi olarak çalışıldığı takdirde kullarına yardım edeceğine söz vermiştir. Denizin yarılma olayı mazlumlara verilen bu sözün lafta kalan bir söz olmadığının açık bir göstergesidir.

2. İSRAİLOĞULLARI İLE OLAN MÜCADELE

Ancak mazlumlar zalimlerin elinden kurtulduktan sonra rol değiştirip, zalim rolune soyunacak olurlarsa; aynı yasalar bu sefer dünkü mazlum bugünkü zalimlerin üzerinde de işleyecektir. İsrailoğulları’nın denizin karşı kıyısına geçtikten sonra yapmış oldukları nankörlükler yüzünden başlarına gelenler, bu yasanın sadece onlara değil evrensel olduğu ve bütün zalimlere uygulanacağını göstermektedir.

Denizin öte yanına geçtiklerinde müşrik bir kavme rastlayan İsrailoğulları, Musa(as)'dan o kavmin putları gibi bir put yapmasını istemiş, Tur Dağı’na 40 günlük bir süre için çıkmasını fırsat bilenler hemen buzağı heykeli yapıp “Musa'nın ilahı bu fakat unuttu" diyerek halkı aldatmışlar (ARAF 137, 148), kesmeleri gereken ineği kırk dereden su getirerek kesmişler (BAKARA 67-74), kendilerine nimet olarak sunulanları beğenmeyerek daha başka yiyecekler istemişler (BAKARA 61), girmeleri istenen şehre girmeyi red ederek "sen ve Rabbin gidin savaşın” demiş ve Musa(as)'ı yalnız bırakmışlardır.

Kur'an genelinde, daha bir çok nankörlük örnekliklerini gördüğümüz İsrailoğulları; prototip bir kavim olarak mazlum iken zalimleşenlerin nasıl bir sona uğradığının canlı örneği olarak karşımızdadır. İSRA 2-8 ayetleri; bu kavim üzerinden ulusların yükseliş ve düşüşlerinin yasasının nasıl gerçekleştiğini bizlere göstermektedir.

Bugüne gelecek olursak; ezilen mazlumlar, ezen zalimlerin tasallutundan kurtulmak için Musa(as) ve İsrailoğulları gibi "Mısır direnişi" diyebileceğimiz bir örnekliği Kur’an'dan okumak zorundadırlar. Zalimler mazlumlara en ağır baskıları revâ görebilirler. Bu da zalimin zalim olmasının bir gereğidir. Eğer mazlumlar bu zulme seyirci kalarak, sadece birilerinin gelip onları kurtaracaklarını umarlarsa; zulümden kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır.

Burada önderlik dediğimiz olgu büyük bir önem taşımaktadır. Örgütlenmeden, başıbozuk bir şekilde, bölük börçük parçalar halinde yapılan zulme başkaldırı hareketleri meyvesini vermez. Aksine zalimlerin ekmeğine yağ sürer. YUNUS 87 ayetinde emredilen hareket süreci; önemli bir süreç olup, çileli ve meşakkatli bir yolculuktur, sabır isteyen bir süreçtir. Liderlik vasıflarına haiz olan kimsenin bu işin ehli olmasının ve emri altında olan farklı karakterdeki insanları yönetmesinin kolay bir şey olmadığı malumdur. Musa(as)’ın; bir yöneticide olması gereken baskın ve sert bir karakterde olması, bu işi başarmasında önemli bir rol oynadığını düşünmekteyiz.

[007.129] Kavmi de ona: «Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da işkenceye uğratıldık.» dediler. O da: «Umulur ki, Rabbiniz hasımınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacak ve sizin nasıl işler yapacağınıza bakacaktır.»
ARAF 129 ayeti; direniş süreci içinde olması muhtemel bazı sabırsızlık örneklerinin nasıl bertaraf edilebileceğinin ipuçlarını vermesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır. Her topluluk içinde o topluluğa ayak bağı olabilecek düşünceler ve kişiler mutlaka çıkacaktır. 

Özellikle Medine’de nâzil olan ayetlerde ortaya çıkan, savaştan geri kalanların iki farklı karakter taşıdıklarını görürüz;

1. Müslüman olmasına rağmen savaşın zorluğuna katlanmaya cesaret edemeyen tip,
2. Menfaatleri doğrultusunda iman etmiş görünen fakat iman etmeyen, her defasında Müslümanların tekerine çomak sokmaya çalışan münafık tip.

Bu iki tipi biribirinden ayırmamızı sağlayan ayetler bir toplum içinde olması muhtemel tipleri anlatmaktadır.

İsrailoğulları içindede bu tip insanlar olmasına rağmen liderlik vasıflarını son derece iyi kuşanmış olan Musa(as), bu tür sıkıntılı durumları yönetmesini bilerek İsrailoğulları’nın kurtuluş sürecini ustalıkla yönetmiştir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları içinde önemli bir hacmi olan Musa(as) kıssasını, iki ana başlık altında değerlendirmeye çalıştığımız takdirde; onlarca alt başlık açılarak gündem edilmesi gereken konular çıkacak kadar geniş ve evrensel mesajları olan bir kıssadır. Firavun ve yandaşları olan aktörlerin nasıl bir süreç içinde yıkılmış olduğu, yine kıssa içindeki ayetlerin okunması ile bizlere öğretilerek, bizlerin bundan sonraki zalimleri yıkma çalışmalarında örneklik olarak sunulmuştur.

Mazlumların zulümden kurtulduktan sonra zalim rolunü üstlenmeleri, bu sefer onların yıkımlarını beraberinden getirmiş olması, Firavun zulmünden kurtulduktan sonra zalimleşen İsrailoğulları üzerinden canlı olarak bizlere anlatılarak aynı yolu izlemememiz hatırlatılmaktadır.

Musa(as) kıssası okunurken bu tür bir değerlendirme ile okunacak olursa, kıssalar üzerinden verilmek istenen Tevhid ve Şirk mücadelesinin aktörlerinin, sadece yaşamış bitmiş şahıslar olmadığı, evrensellik taşıyan bir karaktere sahip olduğu görülerek, Kur’an’ın yaşanan zamana hitap eden beyanları olduğu görülecektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

--

22 Eylül 2014 Pazartesi

Nuh(as)'ın 950 Yıllık Sabrı ve Yunus(as)'ın Sabırsızlığı


Kur'an kıssaları, taşıdıkları mesaj itibarı ile evrensellik taşıyan anlatımlar olup; yaşandığı zaman ve mekana hapsedilerek anlaşılmaya çalışıldığı takdirde, anlatımlardan alınması gereken ibretlerin alınamamış olacağını, kıssalar konusu ile ilgili yazılarımızda özellikle vurgulamaya çalışmıştık.

Kur'an'ın, Muhammed(as)'a vahyedilmesine başlanır başlanmaz, ona tebliğ sürecinde zorluklarla karşılacağı haberi verilerek "Balık sahibi gibi olma" (KALEM 48) buyurulmaktadır. Yunus(as)'ın örnekliğinde, tebliğ sürecinde başına gelen ezâlara katlanamayarak kavmini terketmesi ve bunun sonucunda balık tarafından yutulması ve pişmanlık göstererek tevbe etmesinin ardından yeniden elçi olarak kavmine geri döndürülmesi ve o kavmin ona iman etmesi, ENBİYA ve SAFFAT Sureleri'nde  anlatılmaktadır.

Nuh(as) da; kıssası bir çok surede anlatılan bir elçi olması nedeniyle, onun kıssası da ibret vesikaları ile doludur. Onu diğer elçilerden ayıran özelliği ANKEBUT 14 ayetinde "Andolsun ki; Biz, Nuh'u, kavmine gönderdik. Aralarında elli yılı müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. Sonunda onlar, zulme devam edip dururken kendilerini tufan yakalayıverdi." şeklinde buyurulmasıdır. Bu ayet içinde Nuh(as)'ın 950 sene kavmi içinde kaldığı beyan edilmektedir.

Bu kadar sene kalmasını "olmaz öyle şey, yıl değil olsa olsa aydır" olarak mı, yoksa bu kadar kalmış olmasının bizlere anlatılmasının sebebini sabır olgusu açısındanmı okumak lazımdır? Öncelikle birinci iddia üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Kıssaları mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma yöntemi içinde okunan Yunus(as) kıssasında, "balık Yunus'u değil, Yunus balığı yutmuş olabilir" veya "böyle bir olay hakiki; olarak değil, olsa olsa mecazdır mecaz" denilerek geçiştirilmeye çalışılmıştır. Bu konuyu daha önceki yazılarımızda anlamaya çalıştığımız için daha fazla uzatmak istemiyoruz.

Kıssaları mesaj içerikli okuma yöntemini tercih etmeyerek, yaşandığı zaman ve mekana hapsetmek ve sıradışı olan bazı durumları akla uydurarak okuma yöntemi içinde okunan Nuh(as) kıssasında; onun kavmi içinde 950 yıl kalmış olması bir insan ömrünün bu kadar uzun olamayacağından hareketle yıl yerine ay olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürenlere rastlamaktayız.

Sümerler'in kullandıkları takvimde yıl olmadığı, 29-30 günlük sürenin "yıl" olarak adlandırıldığından hareketle Nuh(as)'ın yaşadığı sürenin, 1000 aya tekabül eden yıl kadar yaşamış olması gerektiği dile getirilmektedir.

Bu düşünceleri sahiplenen kişilerin özellikle Kur'an dışı bilgiler olan Hadis ve Sünnet'e olan karşı tutumları "sadece Kur'an" söylemini dillerinden düşürmediklerini görmekle birlikte, Sümerler'in kullandıkları takvim üzerinden Kur'an'da geçen "a men" (yıl) kelimesini rivayetlere vurarak anlama gayretinde olmaları kendileri için ne yaman bir çelişkidir.

Nuh(as); 950 sene değil de çok uzun yıllar kalmış olsaydı, Kur'an bunu o şekilde söylerdi. Ama net olarak yıl adedi vermesi; onun ne kadar sabır gerektiren bir sürece katlanmış olduğunun görülmesi içindir.

"Sadece Kur'an" demenin içini doğru olarak doldurmak istiyorsak, bu kelimenin geçtiği şu ayetler bizlere gerekli bilgiyi verecek ve Sümerler'in kullandığı iddia edilen takvim rivayetlerine itibar etmenin ne kadar yanlış olduğu görülecektir (2.259- 9.126-12.49-9.37.28-31.14).

"Essabru" kelimesi "nefsi; aklın ve şeriatın gerektirdiği şekilde bazı şeylerden hapsedip alıkoymak" anlamındadır. Muhammed(as)'a tebliğ sürecinde karşılaştığı sıkıntıları dışa vurmadan içinde saklaması "sabır" kelimesi ile ifade edilen ayetlerde görülmektedir.

[Ahkaf s. 035] Artık sabret, resûllerden azim sahiplerinin sabrettiği gibi ve onlar için acele etme. Sanki onlar vaadolunduklarını görecekleri gün, gündüzden bir saatten başka durmamışlar gibi olacaklardır. (Bu) Bir tebliğdir, fâsıklar olan kavimden başkası, helâke uğratılacak mıdır?

[Yunus s.109] Sana vahyedilene uy; Allah hükmünü verene kadar sabret. O, hüküm verenlerin en iyisidir.

[Hud s. 049] İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.

[Hud s.115] Sabret, Allah iyi davrananların ecrini elbette zayi etmez.

[Nahl s.127] Sabret, senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır; onlara üzülme, kurdukları düzenlerden de endişe etme.

[Kehf s.28] Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.

[Taha s.130] Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et; gece saatlerinde ve gündüzleri de tesbih et ki Rabbinin rızasına eresin.

[Rum s.60] Sabret ki, Allah'ın sözü şüphesiz gerçektir. Kesin olarak inanmayanlar seni hafife almasınlar.

[İnsan s.24] Rabbinin hükmüne kadar sabret; onların günah işleyen ve inkarcı olanlarına uyma.

[Müzzemmil s.10] Başkalarının sözlerine sabret ve onları güzel bir terkedişle terket

Muhammed(as)'ın tebliğ sürecince karşılaştığı sıkıntılara sabretmesini öğütleyen ayetler Kur'an'ın bir çok suresinde mevcuttur. Bu öğüt ile birlikte Muhammed(as)'a; kendinden önce geçen elçilerden olan Yunus(as)'ın bu öğüdü yerine getirmediği için başına gelenler anlatılarak, bir çeşit tehdit verilmektedir. Nuh(as)'ın yaşadığı hayat süresinden örnek verilerek ne kadar sabırlı olduğu ve bu uzun zaman içinde ona ne kadar az kişinin iman ettiği anlatılarak ümitsizliğe düşmemesi öğütlenmektedir.

Aynı öğüt ve tehditler bizler için de geçerli olup, Allah(cc)'nin dinini yaşama noktasında karşımıza çıkacak olan zorluklara katlanmak gibi bir mecburiyetimiz olduğu vurgulanarak, bunun tersi bir eylemin Yunus(as)'a verilen ceza gibi karşılık bulacağı bizlere anlatılmaktadır.

Sabır kelimesinin içeriğinde; başa gelene ses etmemek veya taviz vererek kendisini bazı zararlardan korumak şeklinde bir durum asla yoktur. Mekke sürecinde yapılan sabır örneği; başa gelen ezalara sabretmei emretmekle birlikte, süreç içinde din konusunda kimse ile taviz pazarlığı yapılmaması, onlardan küçük bir adım için herhangi bir şekilde asla taviz verilmemesi, onlardan da hiç bir şekilde taviz kabul edilmemesi emredilmektedir.

Günümüzde Türkiye Müslümanlarının bir kısmının mevcut iktidar tarafından bir takım tavizler ile susturulmuş olması, din konusunda yapılan en büyük stratejik hatalardandır. Dün "İslam devleti" sloganları ile ortalığı çınlatan bir kısım Müslüman, bugün "yoksa siz hala ordamısınız?" diyerek, eski söylemlerin artık değerini kaybettiği ve bugün mevcut iktidarın verdiği tavizlerin yeterli olduğu düşüncesini taşıyor olması, bu yolda sabredilmemiş olması ve Yunus(as) gibi tebliği terkedip kaçmak anlamına gelmektedir. Tabi ki hiçbir şey bitmiş değildir; Muhammed(as)'a tebliğ sürecinde inen ayetler doğrultusunda yeniden bir düşünce ihtilali yaparak, bu yanlıştan kurtulmak ve Yunus(as) kavminin misali hedefe ulaşmak mümkündür.

Sonuç olarak; kıssalardaki yaşanmışlıklar vasıtası ile bizlere örnek olarak gösterilen Elçilerin yaşantıları, Nuh(as)'ın sabır örneği, Yunus(as)'ın sabırsızlık örneği olarak karşımızdadır. "Parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak" misali, okunan kıssalarda bu Elçilerin başlarından geçenlerin bizler için örnek teşkil edip etmediği sorusunun cevabı aranmadan, sadece yaşanmışlık içindeki bazı sıra dışı olayların akla uydurulmaya çalışılması ve bunun için dışardan alınan rivayetlerin delil gösterilmesi traji-komik bir durumdur. Kıssaları mesaj içerikli olarak yapılan bir okumada, Yunus(as)'ın balık tarafından yutulması, Nuh(as)'ın 950 sene tebliğ de bulunması; "sadece Kur'an" söylemine uygun olarak Kur'an dışı bilgiler ile değil, Kur'an içi bilgiler ile okunduğunda ibret ve örneklik olarak bizlere, yürüdüğümüz yolda karşımıza çıkacak olan engelleri nasıl aşmamız gerektiğinin püf noktalarını vermiş olduğu görülecektir.

Nuh (a.s) kaç yıl yaşadığının anlatılma sebebini onun inkarcı kavminin karşısında gösterdiği sabır örneğini önce Muhammed (a.s) ve onunlar birlikte olan ashabının bu örneği dikkate alması, sonra bu örneği kıyamete kadar gelecek olan Müslümanların dikkate alarak sabır konusuna dikkat çekilmesi açısından okuduğumuz zaman, gereksiz tartışmaların da önü alınmış olacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

20 Eylül 2014 Cumartesi

İnsanlığın Kadim Ritüeli "Kurban"

İnsan; yaratılış itibarı ile kendisine sığınabileceği ve başkasından gelecek tehlikelere karşı korunabileceği bir varlığın himayesinde olduğunu hissetmek ister ve bunları hissettiği varlığa karşı bir takım "ritüel" dediğimiz törenler icra eder. "Kurban" adı verilen yakınlık takdimleri de bu duygudan kaynaklanarak "İlah" olarak kabul edilen varlığa karşı yapılan bir takım sunumlardır.

"Beyt" kelimesinin "gece karanlığından ve tehlikeden sığınılan yer" anlamına gelmesinden hareketle, "Beytullah" teriminin ne demek olduğu daha doğru anlaşılacaktır. Kur'an'ın "Zulumat" (karanlık) kelimesini mecaz anlamda kullanmış olması, insanların küfür karanlığından ve tehlikesinden sığınmaya ihtiyaç duyduğu bir yer olması gerektiğinden hareketle; Mekke'deki "Kâbe"nin bu isimle anılarak oradaki yapıya karşı yapılan bir takım ritüellerin bu sığınışın bir ifadesidir. Bu izahı yapma sebebimiz; yazımızın konusu olan kurban ibadetinin Kabe ile olan bağı olup, yazımızın ilerleyen bölümlerinde ilgili ayetleri örnek vererek konu ile bağını anlamaya çalışacağız.

"Kurban" kelimesi; "yakın olmak", "yaklaşmak", "yakınlık" anlamına gelen "karebe" kelimesinden türemiştir. Kur'an'da geçen bu tür yakınlık gösterisi; "Adem'in iki oğlunun kıssası" adı altında, MAİDE 27-32 ayetleri arasında anlatılmaktadır.

İbrahim(as)'in müşrik kavminden kurtulduktan sonra, hayatının ikinci kısmı diyebileceğimiz bölümler; BAKARA, İBRAHİM ve HACC Sureleri'nde anlatılmaktadır. Hayatının bu bölümünde, insanlar için ilk kurulan evin temellerinin olduğu (3:96) topraklara gelen atamızın, buraya geliş sebebini İBRAHİM 35-41 ayetleri arasında görmekteyiz. BAKARA 124-129 ayetleri arasında, oğlu ile Beyt'in temellerini yükselten İbrahim(as)'in; 128. ayette "Rabbimiz ve menasıkımızı (ibadet yöntemlerimizi) göster" şeklindeki duasını görmekteyiz. 

"Menasık" kelimesi; "neseka" kelimesinden türeyen, "yeri ıslah için gübrelemek", "elbiseyi suyla yıkayıp temizlemek", "eve gelmek" gibi anlamları olan bir kelimedir. "Mensek" kelimesinin "Neseka" kelimesinin "zaman ve mekan ismi" sigasından türemiş olması, zamanlı ve mekanlı bir ibadeti çağrıştırmış olduğunu göstermektedir. Istılahi olarak; zamanlı ve mekanlı bir ibadet olan "Hacc" ve orada yapılan ritüeller için kullanılmıştır. Toprağı gübrelemek ve elbiseyi temizlemekten hâsıl olması istenen muradı düşünecek olursak, kelimenin lûgat anlamı ile ıstılah anlamı arasında bir benzerlik kurmak mümkündür.

Hacc ibadeti; "Beyt" kelimesinin anlamından hareketle Mekke'deki "Beytullah" etrafında yapılan bir takım sembolik hareketlerin toplamından ibarettir. Küfrün karanlığından ve tehlikesinden "Allah'ın evi"ne sığınmanın ifade ettiği anlamın şuur boyutunu düşüncek olursak, bizler için çok şeyler ifade ettiği görülecektir. Oradaki "Beyt"e karşı olan tazim hareketlerinin, bu şuurun bir dışa vurumu olduğunu bilen hacılar artık sadece İlah olarak Allah(cc)'ı bilmek gerektiği, sahte ilahları red etmek demek olduğunu, şeytanları alkışlamanın yanlış olduğunu göstererek onları recm ettiğini İlah olarak kabul ettiği varlığa bir nevi deklere eder.

"Kurban" ritüelinin Hacc ibadeti içinde yapılması gereken bir amel olduğu ilgili ayetlerin beyanından anlaşılmaktadır.

[022.034] Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver. 

[022.036] Ve develeri de sizin için Allah'ın şeâirinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Artık onların üzerlerine birer ayakları bağlı, üçer ayakları bağlı, üçer ayakları üzerine kâim bulundukları halde Allah'ın ismini zikredin. Yanları üzerine yere düşünce de artık etlerinden yeyin; haline kanaat edip istemeyene de ve isteyene de yediriniz. Onları size öylece musahhar kıldık, tâ ki şükredesiniz.

[022.037]  Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver.

[022.067]  Biz her ümmete bir ibadet-tarzı (Mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in) de seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.

Bu ayetleri okuyunca şöyle bir soru akla gelecektir; "kurban ibadeti Hacc mekanına has bir ibadet ise, bu mekan haricinde kesilen kurbanların durumu nedir?".

Ayetlerin bize verdiği mesajdan anlaşıldığı üzere, yapılan bu kurban ritüeli Mekke şehri sınırları içinde yapılan Hacc ibadetinin bir rüknüdür. Mesela; bu hac rüknünün içinde olarak yapılan şeytan taşlama ritüelini, herkes kendi beldesinde bir meydana kurduğu taşlama mekanında yapsa, bunun Hacc mekanı haricinde yapılması gibi bir durum olmadığı için ne gibi bir değeri olabilir (şeytan taşlamanın gerekli olup olmamadığı tartışması bir tarafa, sadece misal olarak verilmiştir)?

Kurban ritüeli de aynı şekilde belirli zaman ve mekanda icra edilmesi gerektiği için; Hacc mekanı dışında yapılan bu ritüelin vucub noktasında bir gereği yoktur. Bunu söylerken, yapılmasının herhangi bir vebali olduğunu söylemek istemiyoruz ancak insanların bu ibadeti bir vucubiyet olarak algılayarak yapmasını veya borca girme pahasına bu ibadeti icra etmesinin herhangi bir gereği olmadığını ifade etmek istiyoruz.

Bardağın dolu tarafını görme açısından şunları söylemek mümkündür; bugün ülkemizdeki yardım kuruluşları vasıtası ile organize edilen kurban kesimleri, halkının ihtiyaç içinde olduğu ülkelerde yapılarak oradaki muhtaç insanlara faydalı olmaktadır. Ancak istisnaları olmakla beraber ülke içinde bu ibadeti yerine getirenlerin bir çoğu olayın, şuur boyutundan mahrum bırakarak sadece et yemek üzerine bir ritüeli(!) ifâ etmektedir.

"Kurban" ibadetinin geçmişine gidecek olursak; İbrahim(as)'in geç yaşında olan oğlu İsmail'i, gördüğü rüya üzerine boğazlamaya götürmesi, bu olayın bir deneme olduğu, bu denemeyi başarıyla geçen İbrahim ve oğlu İsmail'e kurbanlık bir hayvan verildiği SAFFAT Suresi içinde geçen kıssasındaki ayetlerden öğrenmekteyiz.

Bu denemenin perde arkasına baktığımız zaman; İbrahim(as)'in en sevdiğini Allah(cc) için kurban etmeye kalkmasının arkasında; Allah(cc)'a olan kulluk bilincinin evlat sevgisinden daha ağır basmış olduğu görülür. Bizler bu olayı yâd ederek, bizimde en sevdiğimizi onun yolunda harcamaktan çekinmeyecemize dair bir gösteri sunmuş olmaktayız.

Bugün yapılan bu eylemin zaman içinde boyutunun et yemek ritüeline(!) dönüşmüş olması, bu olayın yeniden şuur boyutunun ayağa kaldırılmasını ve tevhîdî bir boyuta dündürülemesi gereğinin aciliyetini göstermektedir.

İbrahim(as)'in duasına karşılık Mekke'nin bir Hacc mekanı olması ve orada Allah(cc)'a olan kulluk şuurunun sembolik hareketler ile ifade edilmesi olayı; zaman içinde şekil değiştirerek şirk unsurların karıştığı bir ibadet haline gelmiştir. Hacc ibadeti içinde yapılan kurban kesimi, Kabe içinde bulunan putların adı anılarak kesilir olmuş ve bu durum Allah(cc) tarafından "şirk" olarak vasıflandırılmıştır. Kur'an içinde birçok ayet, bu eylemin yanlışlığına vurgu yaparak; bu tür kesilmiş olan hayvanların etlerini "haram" olarak nitelemiş ve kesilen hayvanın "helal" olması için putların adının anılmış olmaması ve Allah adı anılmış olması esasını getirmiştir.

Sonuç olarak; genel olarak ana hatları ile ifade etmeye etmeye çalıştığımız kurban ibadeti, insanlığın ilahına karşı olan bir fedakarlık gösterisinin bir dışa vurumu olup, zaman içinde şirk unsurları karıştırılarak olması gereken yönünden çevrilmiştir. Kur'an bu durumu yeniden olması gereken boyutuna çevirmesine rağmen, bu ibadet zaman içinde geleneksel bir hale gelmiş ve yine şuur boyutundan başka bir yöne çevrilerek et yeme ritüeli haline getirilmiştir.

"Nusuk" kelimesinin "zamanlı ve mekanlı bir ibadet" anlamından hareketle; bu ibadet sadece hacc mekanı ve zamanı dahilinde icra edilmesi gerekmekte olup, bu mekan ve zaman haricinde ifâ edilmesinin herhangi bir vucubiyeti olmamakla birlikte, sadece birlik ve beraberliği güçlendirme açısından faydalı olduğunu düşünmekteyiz. Kişilerin kendilerini böyle bir yükümlülük altına sokarak kredi kartı vb. işlemlerle bunları yapmasının hiç gereği yoktur.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR