Allah (c.c) yaratmış olduğu kullarının üzerinde yegane otorite ve tasarruf sahibi olduğunu , göndermiş olduğu Elçileri vasıtası ile bildirerek kendisinin dışında otorite ve tasarruf sahibi olmaya çalışmanın veya onun dışındaki otorite ve tasarruf sahiplerine tabi olmayı "ŞİRK" olarak niteleyerek, bu suçu asla af etmeyeceğini beyan etmiştir .
[004.048] Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun
dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük
bir günahla iftira etmiş olur.
[004.116] Doğrusu Allah kendine şirk koşulmasını mağfiret buyurmaz, ondan
berisini ise dilediğine mağfiret buyurur, kim de Allaha şirk koşarsa hakıkatte
pek uzak bir dalâle sapmıştır.
Ancak bir çok insan, kendisine verilen bu bilgilere ve yapılan tehditlere rağmen ilahlığa soyunmayı veya ilahlığa soyunanlara tabi tercih etmiş ve ahirette ebedi Cehennem azabına hak kazanmıştır.
Kur'anın anlatım usluplarından bir tanesi , Dünya hayatında kişilerin yaptıklarının karşılığını Cennet veya Cehennem olarak haber verdikten sonra , Cennet veya Cehennem hayatından kesitler sunarak , bizleri ölmeden evvel oralara götürüp getirmesi ve oradaki yaşantıdan kesitler sunmasıdır. Duhan s. 40 ila 50. Ayetlerine baktığımızda böyle bir anlatım üslubu dahilindeki Ayetlerde , Dünyada yaptıkları neticesinde Cehennemi hak etmiş bulunanların nasıl bir karşılık görecekleri beyan edilmektedir.
[044.040] Haberiniz olsun ki o fasıl günü hepinizin mikatıdır.
Ayet içinde geçen "Yevmel fasli" (Ayırım günü) ibaresi başka Ayetlerde de geçmekte olup bu geçişleri , Ayetin anlaşılmasında kolaylık sağlamaktadır.
[037.016-24] «Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı,
diriltileceğiz?»Evvelki atalarımız da mı?.De ki: «Evet hem de zelil ve hakir olarak.» O, sadece bir tek çığlıktır ki onların birden bire gözleri açılıverecektir. Eyvah bizlere derler bu o din günü.Bu işte o sizin yalan dediğiniz fasıl günü. O zulmedenleri, eşlerini ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri Toplayın mahşere,
toplayın da götürün onları cehennem yoluna doğru ve tutuklayın
onları çünkü sorguya çekilecekler.
[077.011-15] Elçiler, tayin edilen vakitlerine erdirildikleri zaman,Bunlar hangi güne ertelendiler?.Fasıl gününe. O fasıl gününün ne olduğunu sana ne bildirdi?.O gün yalanlamış olanların vay haline!.
[078.017-28] Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir. O gün Sûr'a üflenir, bölük bölük gelirsiniz.Gök de açılmış artık kapı kapı oluvermiştir. Dağlar da yürütülmüş de, su gibi
görülen bir hayâl olmuştur.Kuşkusuz Cehennem gözetleme yeri olmuştur. (Azgınlar) orada çağlar boyu kalırlar, orada bir serinlik ya da (susuzluk
gideren) bir içecek tatmazlar, ancak (dünyada yaptıklarına) uygun karşılık
olarak kaynar su ve irin tadarlar.Çünkü onlar, hesaba çekileceklerini sanmazlardı.Ayetlerimizi hep yalan sayıp dururlardı.
[044.041] O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da
görmezler.
[044.042] Yalnız, Allah'ın merhamet ettiği kimseler bunların dışındadır. O,
şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.
Bu Ayetler , fasıl gününde , Allahın dışında kimsenin herhangi bir yardımı olmayacağını beyan etmektedir. Allahın merhamet ettiği kişiler , yardımı başkalarından değil sadece Allah tan göreceklerdir. Şefaat konusu ile ilgili ayetlere bakıldığında bu durum açık seçik görülmektedir. Geleneksel Din algısına baktığımız zaman rivayetler kanalı ile giren bilgiler Kur'ana onaylatılmaya çalışılarak , ilgili Ayetler bir nevi tahrife uğratılmış ve rivayetler doğrultusunda yorumlanmaya çalışılarak, Allah (c.c) nin dışında şefaatçiler olduğu gibi bir algı oluşturulmuş ve bu algılar doğrultusunda bir takım şefaatçiler ihdas edilerek Allah (c.c) nin hükmüne itiraz edebilecek derecede ona denkler ortaya çıkarılmıştır.
[002.048] Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul
edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden
korunun.
[002.123] Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye
alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği
günden korunun.
[044.043] Şüphesiz zakkum ağacı,
[044.044] Günahkarların yiyeceğidir.
[044.045] Sanki erimiş madenler gibi karınlarında kaynar.
[044.046] Kaynar-suyun kaynaması gibi.
[044.047] Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin.
[044.048] Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün.
Kur'andaki Cehennem tasvirlerine baktığımızda yukardaki Ayetler gibi, bırakın tatmayı okuyanların dahi içini kaldıracak derecede bir anlatım ile oradakilerin yiyecekleri bildirilerek bu azabı hak etmemeleri için yol henüz yakınken Cennet ehli olma yolunda çalışılması tavsiye edilmektedir.
[056.052-56] Doğrusu bir zakkum ağacından yiyeceksiniz.Karınlarınızı onunla dolduracaksınız;Onun üzerine kaynar su içeceksiniz;Hem de susamış develerin suya saldırışı gibi içeceksiniz;İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir.
[037.062-68] Konukluk olarak bu mu iyidir, yoksa zakkum ağacı mı? Ki biz onu zalimler için bir fitne kılmışızdır. O, cehennemin dibinde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları sanki şeytanların başları gibidir. Onlar muhakkak ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklardır. Sonra üzerine onlar için kaynar bir içecek vardır.Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.
[078.024-28] Orada ne bir serinlik tadacaklar, ne de bir içecek.Yalnızca bir kaynar su ve irin. Yaptıklarına uygun bir ceza olarak.Çünkü onlar, hesaba çekileceklerini sanmazlardı.Ayetlerimizi hep yalan sayıp dururlardı.
[047.015] Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir:
Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren
şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün ve
Rablerinden mağfiret vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve
bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur
mu?
[044.049] Tad bakalım, sen Elaziz Elkerim idin.
[044.050] İşte bu; doğrusu şüphelenip durduğunuz şeydir.
49. Ayet , yukarıdaki Ayetlerde sözü edilen duruma dahil olma sebebini açıklamaktadır. Bu Ayette dikkatimizi Allah (c.c) nin esmasına dahil olan iki isim çekmektedir.
"El Aziz" ismi ; İzzet sahibi , yüceliğin zirvesinde olmak, mağlub edilmeyen , azamet, büyüklük ve kudret sahibi anlamına gelmektedir.
"El Kerim" ismi ; Cömert , iyiliksever , ikramı bol olan anlamına gelmektedir.
Kişinin Cehenneme girme sebebi olarak zikredilen bu iki isim , kişilerin bu isimlerin ifade ettiği anlamı kullanarak diğer insanları kendilerine kul olmaya çağırması nedeniyledir. Mekke döneminde inen Ayetlere baktığımızda , Muhammed (a.s) ın çağrısına karşı çıkan insanların ortak özellikleri mal , servet ve güç sahibi olmaları idi. Onlar ellerindeki bu güce öylesine güvenmişlerdi ki, kendilerini Allahın bile helak edeceğini sanmıyorlar ve Allaha karşı bir meydan okuma içine girmişlerdi.
Bir çok Ayette, Kendilerinden daha güçlü olanların Allah (c.c) tarafından helak edilmiş olduğu haber verilerek , "Elinizde üç kuruşa güvenerek bana kafa tutmaya kalkmayın" mesajı verilmektedir.
[002.209] Size apaçık deliller geldikten sonra, yine de kayarsanız, şunu
iyi bilin ki Allah azîzdir, hakîmdir.
[003.018] Allah, şehadet etti ki: Gerçekten O'ndan başka ilah yoktur.
Melekler ve ilim sahibleri de adaleti ayakta tutarak buna şehadet ettiler;
O'ndan başka ilah yoktur. O, Aziz'dir, Hakim'dir.
[014.001] Elif, Lam, Ra. Bu, insanları Rabblarının izniyle karanlıklardan
aydınlığa çıkarman için onu sana indirdiğimiz bir kitaptır. Aziz ve Hamid'in
dosdoğru yoluna.
[004.056] Şüphesiz ki ayetlerimizi inkar edenleri yakında ateşe atacağız.
Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz.
Allah; Aziz, Hakim olandır.
[004.139] Onlar ki, müminleri bırakıp kafirleri dost ediniyorlar; onların
yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Oysa izzet ve şeref, tamamıyla Allah'a
aittir.
[010.065] Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü
Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.
[035.010] Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır.
O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara
gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın
olur.
Ayrıca Alak s. 3. Ayetinde, Rabbimiz kendisini "El Ekrem" yani "En Kerim" olarak tanıtmaktadır. Bu şekil bir tanıtmanın sebebi , Mekkeli müşriklerde yaygın olan ve sadece "El Kerim" ismini almak için nesi va nesi yok son kuruşuna veren insanların olduğu hatırlanacak olursa daha kolay anlaşılacaktır. Allah (c.c) , "Ben sizden daha kerimim" şeklinde bir ifade kullanarak , Mekkelilerin "Kerim" ismin almak için verdikleri malın bile kendisinin olduğunu hatırlatarak , bizim sahib olduğumuz servetin sadece geçici bir süreliğine emaneten olduğunu , ancak kendisindeki servet ve gücün ebedi olduğunu bize hatırlatmaktadır.
Bu iki ismin zikredilerek , kendilerine üstünlük ve zenginlik atfedip, ilahlıktan bir payları vehmine kapılarak insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenlerin, bu güçlerinin hesap gününde artık hiç bir işe yaramadığının görülerek, kul olmak şeklindeki durumlarını hatırlamaları ve ona göre bir hayat sürmeleri hatırlatılmaktadır.
Sonuç olarak; Kişilerin Cehennem ile cezalandırılmalarının sebebleri bir çok Ayette beyan edilmiş ve konumuz olan Ayetlerde de, kişinin Cehennem ile cezalandırılma sebebi olarak, Allah (c.c) den rol kapmaya çalışmak yani ilahlığa soyunmak olduğunu görmekteyiz. Elinde "Aziz" olmak gibi fırsat bulunanların Yusuf (a.s) ı örnek almaları ve onun Azizliği gibi bir Aziz olmak mecburiyetleri vardır. Azizliği Musa (a.s) ın karşısındaki Firavun örneğinde olduğu gibi yerine getirmeye çalışanların akıbeti Firavundan farklı olmayacaktır. Kul olarak "Aziz" sıfatı taşıyanların kendilerinin üzerinde bir "EL AZİZ" in olduğunu , kul olarak "Kerim" sıfatı taşıyanların kendilerinin üzerinde bir "EL KERİM" in olduğunu unutarak yaşadıkları bir hayat onları yukardaki Ayetlerde beyan edilen Cehennem azabına düçar edecektir. Allahın yaratmış olduğu biz insanların , Allah tarafından nasıl bir konuma oturtulduğumuz asla unutulmamalı ve bu konuma ilişkin bize verilen görevleri yerine getirerek ilgili Ayetlerdeki duruma düşmemek için çaba harcamalıyız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
18 Haziran 2015 Perşembe
14 Haziran 2015 Pazar
ZUHRUF s. 44. Ayeti Hakkında Bir Mülahaza
Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan bir tanesi , okunan ayetin kişinin tabi olduğu düşünceler doğrultusunda okunması ve o düşüncenin Kur'an tarafından onaylatılmaya çalışılmasıdır. Bu yanlış sadece Müslümanlara has olmayıp , Kur'an içinde zikri geçen İsrailoğullarının da düştüğü bir yanlıştır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlara bakıldığında onların Tevrat hakkında yapmış oldukları yanlışlar anlatılarak aynı hataları bizlerinde tekrarlamaması istendiği halde sanki tekrarlamamız isteniyormuşçasına Yahudileşme temayülü içine girilmiş olması üzücü bir durumdur.
Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen olaylar neticesinde ortaya çıkmış olan fırkalara bakıldığında söylemek istediğimiz daha net anlaşılacak olup , bu fırkaların kendi görüşlerini Kur'ana onaylatmak için Allah ın Ayetlerini nasıl evirip çevirdiği bilinen bir gerçektir. Allahın Ayetlerini indi görüşleri doğrultusunda çevirme ameliyesine maalesef "Kur'an Merkezli Söylem" iddiasında bulunanların da katıldığı da görülmektedir. Bu söylemi dile getirenlerin, bu konuda daha hassas olmaları gereken bir durum olduğu halde, onlarında bu furyaya katılmış olmaları bizleri düşündürmektedir.
Örnek vermek gerekirse ; Hadis rivayetlerinin toptan reddedilmesi gerektiğini, Kur'an içindeki "Bundan sonra hangi hadise inanırsınız?" mealindeki Ayetler ile reddetme veya Kur'anın eksiksiz olduğunu ispat için Enam s. 38. Ayetindeki "Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" mealindeki Ayeti delil getirme girişimlerini verebiliriz. Örneğini verdiğimiz her iki Ayette bağlamından ve Kur'an bütünlüğünden koparılarak okunmuş ve indi görüşlere dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Bu ameliyenin , kendisini Kur'an ile tanımlayanlar tarafından yapılmış olması kaygı vericidir.
Bu yazımızda indi görüşlere dayanak edilmeye çalışıldığını düşündüğümüz Zuhruf. s. 44. Ayetini ele almaya çalışarak yapılan bir yanlışı dile getirmeye çalışacağız.
Festemsik billezî ûhıye ileyk(ileyke), inneke alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
[043.043] Sen hemen o sana vahyedilene tutun! Muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin.
Ve innehu le zikrun leke ve li kavmik(kavmike), ve sevfe tus’elûn(tus’elûne).
[043.044] Ve hiç şüphesiz o (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz sorulacaksınız.
Zuhruf s. 44. Ayetinin meallerinde "Ondan sorguya çekileceksiniz" şeklinde bir meal yapılıp ve bu şekildeki mealin, Kur'an dışındaki bilgilerin (Hadis-Sünnet) red edilmesine dayanak yapılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Halbuki "Ondan" şeklinde meale ilave edilebilecek bir kelime veya edat Ayetin orjinal metninde yoktur.
Yazımızın amacının Kur'an dışında gelen bilgilerden sorumlu tutulacağımız iddiası olmadığını hatırlatarak, Ayetin mesajının ahirette herkesin sorguya çekileceğinin haberi olduğunu görmekteyiz.
Ayetin yorumu ile ilgili dikkat çekmeye çalıştığımız nokta bu Ayeti kendi düşüncelerimize dayanak yapmak gibi bir okuma şeklinin yanlış olduğu noktası olup başkalarını suçladığımız yanlışa düşmemek gerektiğini hatırlatmak amacına matuftur. Elbette Allah (c.c) bizleri indirmiş olduğu Kitabın muhteviyatı ile sorumlu tutacak ve Kitap içindeki bilgileri hayata geçirip geçirmediğimizden sual edecektir , düşüncemiz bu ayetin geçmiştekilerin yaptığı gibi mızrakların ucuna takarak farklı düşüncede olanları mahkum etmeye yarayan bir alet aline getirmenin yanlış olduğu yönündedir. Herhangi bir konuda karşımızdaki muhatabımızla yaptığımız bir tartışmada elbette Kur'an ayetleri delilimiz olacaktır , ancak bu deliller bağlamından ve bütünlüğünden koparılmış olan Ayetler olursa getirdiğimiz deliller başka bir ayetle çürütülerek haklı iken haksız duruma düşebileceğimiz unutulmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen olaylar neticesinde ortaya çıkmış olan fırkalara bakıldığında söylemek istediğimiz daha net anlaşılacak olup , bu fırkaların kendi görüşlerini Kur'ana onaylatmak için Allah ın Ayetlerini nasıl evirip çevirdiği bilinen bir gerçektir. Allahın Ayetlerini indi görüşleri doğrultusunda çevirme ameliyesine maalesef "Kur'an Merkezli Söylem" iddiasında bulunanların da katıldığı da görülmektedir. Bu söylemi dile getirenlerin, bu konuda daha hassas olmaları gereken bir durum olduğu halde, onlarında bu furyaya katılmış olmaları bizleri düşündürmektedir.
Örnek vermek gerekirse ; Hadis rivayetlerinin toptan reddedilmesi gerektiğini, Kur'an içindeki "Bundan sonra hangi hadise inanırsınız?" mealindeki Ayetler ile reddetme veya Kur'anın eksiksiz olduğunu ispat için Enam s. 38. Ayetindeki "Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık" mealindeki Ayeti delil getirme girişimlerini verebiliriz. Örneğini verdiğimiz her iki Ayette bağlamından ve Kur'an bütünlüğünden koparılarak okunmuş ve indi görüşlere dayanak yapılmaya çalışılmıştır. Bu ameliyenin , kendisini Kur'an ile tanımlayanlar tarafından yapılmış olması kaygı vericidir.
Bu yazımızda indi görüşlere dayanak edilmeye çalışıldığını düşündüğümüz Zuhruf. s. 44. Ayetini ele almaya çalışarak yapılan bir yanlışı dile getirmeye çalışacağız.
Festemsik billezî ûhıye ileyk(ileyke), inneke alâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
[043.043] Sen hemen o sana vahyedilene tutun! Muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin.
Ve innehu le zikrun leke ve li kavmik(kavmike), ve sevfe tus’elûn(tus’elûne).
[043.044] Ve hiç şüphesiz o (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz sorulacaksınız.
Zuhruf s. 44. Ayetinin meallerinde "Ondan sorguya çekileceksiniz" şeklinde bir meal yapılıp ve bu şekildeki mealin, Kur'an dışındaki bilgilerin (Hadis-Sünnet) red edilmesine dayanak yapılmaya çalışıldığını görmekteyiz. Halbuki "Ondan" şeklinde meale ilave edilebilecek bir kelime veya edat Ayetin orjinal metninde yoktur.
Yazımızın amacının Kur'an dışında gelen bilgilerden sorumlu tutulacağımız iddiası olmadığını hatırlatarak, Ayetin mesajının ahirette herkesin sorguya çekileceğinin haberi olduğunu görmekteyiz.
Ayetin yorumu ile ilgili dikkat çekmeye çalıştığımız nokta bu Ayeti kendi düşüncelerimize dayanak yapmak gibi bir okuma şeklinin yanlış olduğu noktası olup başkalarını suçladığımız yanlışa düşmemek gerektiğini hatırlatmak amacına matuftur. Elbette Allah (c.c) bizleri indirmiş olduğu Kitabın muhteviyatı ile sorumlu tutacak ve Kitap içindeki bilgileri hayata geçirip geçirmediğimizden sual edecektir , düşüncemiz bu ayetin geçmiştekilerin yaptığı gibi mızrakların ucuna takarak farklı düşüncede olanları mahkum etmeye yarayan bir alet aline getirmenin yanlış olduğu yönündedir. Herhangi bir konuda karşımızdaki muhatabımızla yaptığımız bir tartışmada elbette Kur'an ayetleri delilimiz olacaktır , ancak bu deliller bağlamından ve bütünlüğünden koparılmış olan Ayetler olursa getirdiğimiz deliller başka bir ayetle çürütülerek haklı iken haksız duruma düşebileceğimiz unutulmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Haziran 2015 Cuma
Musa (a.s) Firavuna İsyan Eden Bir Nankör müydü ?
Bilindiği
üzere Türkiye'de seçim zamanlarında ortaya çıkan tartışmalardan bir
tanesi; mevcut sistemin kuralları dahilinde kurulmuş olan siyasi
partilere oy vermenin hükmü konusunda olup, Müslümanlar bu konuda iki
zıt kutupta toplanmışlardır. Bir kısım Müslüman oy kullanmayı
savunurken, diğer bir kısım Müslüman oy kullanmamayı savunmaktadır.
Oy
kullanmayı savunanların oy verme sebebi olarak öne sürdükleri
gerekçelerden bir tanesi; içinde yaşadığımız sistemin herkese sağlamış
olduğu bir takım imkanlardan herkesin yararlanmış olduğu ve oy
kullanmama noktasında tercih beyan edenlerinde bu nimetlerden
faydalandığı halde sisteme karşı çıktıkları, "Madem sisteme karşı çıkıyorsunuz bu nimetlerden neden faydalanıyorsunuz?" şeklinde bir söylem ile kendilerini savunup karşı tarafı suçladıklarına şahit olmaktayız.
Kur'an'ın
hayatlarında belirleyici bir Kitap olduğunu iddia eden bizler için,
yaşadığımız her zaman çerçevesi içindeki olaylara karşı nasıl bir tavır
takınmamız gerektiği, bu tür durumlarda bizden öncekilerin
yaşanmışlıklarından örnekler çıkararak muvahhid atalarımızın yolunu
izlemek mecburiyeti vardır.
Musa(a.s)'ın
Firavun ile olan mücadelesi, sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde
değil, çağlar boyunca gelecek olan Firavunlar'a karşı nasıl bir tavır
takınılması gerektiğini bize öğretmektedir. Musa(a.s)'ın hayatını
okuduğumuz zaman, onun bebekliğinden gençlik çağına kadar Firavun'un
himayesinde büyümüş birisi olduğunu görürüz.
Musa(a.s)'ın
elçi seçilme anına kadar başından geçen olaylar, onun kıssasının
anlatıldığı surelerden okunabilir. Yazıyı uzatmamak amacı ile onun elçi
seçilmesini müteakip, Firavun ile aralarında geçen bir konuşma üzerinden
içinde olduğumuz duruma dair bir davranış metodu çıkarılabileceğini
düşünmekteyiz.
Musa(a.s)'ın ŞUARA Suresi içinde anlatılan kıssasında Firavun ile aralarında geçen konuşma şöyledir:
Kâle
e lem nurabbike fînâ velîden ve lebiste fînâ min umurike sinîn(sinîne).
Ve fealte fa’letekelletî fealte ve ente minel kâfirîn(kâfirîne).
[026.018-19]
Dedi ki: "Çocukken biz, seni yanımıza alıp büyütmedik mi (sana rablik
etmedik mi)? Ve sen, hayatının birçok yılllarını aramızda geçirdin. Hem
de o yaptığın fi'li yaptın, o halde sen o nankör kâfirlerdensin."
Kâle fealtuhâ izen ve ene mined dâllîn(dâllîne).
Fe ferartu minkum lemmâ hıftukum fe vehebe lî rabbî hukmen ve cealenî minel murselîn(murselîne).
Ve tilke ni’metun temunnuhâ aleyye en abbedte benî isrâîl(isrâîle).
[026.020-22] Dedi
ki: "Ben, onu yaptım, ama o zaman şaşkınlardandım. Bu yüzden sizden
korkunca aranızdan kaçtım. Sonra, Rabbim bana hikmet verip, beni
peygamber yaptı. Başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullarını kendine köle
ettiğinden ötürüdür" dedi.
Musa(a.s)
ile Firavun arasında geçen konuşmayı şu şekilde tahlil edebiliriz;
Firavun halkına karşı "İlahlık" ve "Rablık" iddia eden birisi olarak
buna karşı çıkan Musa(a.s)'a, ona daha önceden yaptığı "Rab"lığı
hatırlatarak (başına kakarak) kendisine karşı "kafir" olmamasını ister.
Firavun'un böyle bir istekte bulunma sebebi; Musa(a.s)'ın varlık
sebebinin kendisi(!) olduğuna dair olup, günümüz tabiri ile "Ben olmasaydım sen olmazdın" diyerek Musa(a.s)'a hatırlatmada bulunmaktadır.
Firavun
kendi açısından haklı sayılabilir çünkü bebek iken aldığı Musa(a.s)'ı
sarayında en güzel ortam içinde büyütmüş ve ona gereken ihtimamı
göstermiştir. Buna karşılık olarak, yaptığı bu iyiliklere Musa(a.s)'ın
nankör davranmamasını istemiş olması bir yönden makul görülebilir. Ancak
burada bir hata yapmaktadır. Kendisini Rab olarak tanıtan Firavun'a
karşı Musa(a.s) ve kardeşi Harun(a.s), gerçek Rabbın "alemlerin rabbi"
olan Allah(c.c) olduğunu ifade etmektedirler.
Musa(a.s),
iki Rab karşısında bir seçim yapmak durumunda olup, bu seçimini
"alemlerin rabbi" Allah(c.c) yönünde yapmış ve Firavun'un rablığını red
etmiştir. Burada dikkatimizi çeken ve çekmesi gereken nokta şu
olmalıdır; Firavun'un iddia ettiği mülk aslında kendisinin değil,
Allah(c.c)'nindir. Firavun ilahlığa ve rablığa soyunarak Mısır ülkesi
üzerinde hak iddia etmekte olup, ona bu imkanları veren "alemlerin
rabbi" olan Allah(c.c)'dir. Musa(a.s) bu noktayı göz önüne alarak
kendisine bebek iken bakmış olması onun İsrailoğulları üzerindeki
zulmünün neticesinde olduğunu, yani ona hiç bir şekilde borcu olmadığını
tereddüt etmeden haykırmıştır.
MUSA(A.S)
FİRAVUN'A, "ER-REZZAK" OLANIN SADECE ALLAH OLDUĞUNU HAYKIRARAK, ONA
HİÇBİR ŞEKİLDE MİNNET BORCU OLMADIĞINI SÖYLEMESİ BİZİM İÇİN BİR TAKIM
MESAJLAR İÇERMEKTEDİR.
Bu
olayın bize dönük mesajını okumaya çalıştığımız zaman şunları söylemek
mümkündür; içinde yaşadığımız ülkenin yönetim şekli bilindiği gibi gayri
İslami bir sistem üzerine kurulmuştur. Bu sistemin yürümesi için
kurulmuş siyasi partiler seçimler yolu ile iş başına gelerek halkı
yönetmektedirler. Siyasi partilerin tamamı sistemin önermiş olduğu
kanunlar dahilinde ve esas olarak mevcut sistemin yürümesi için
kurulmuşlardır.
Durumu,
inancını Kur'an'ın belirlediği Müslümanlar açısından
değerlendirdiğimizde, inancımıza sahip çıkan ve mevcut sistemin yerine
İslami bir sistem getireceği söyleminde bulunan tek bir parti olmaması
(böyle bir partinin olması mevcut kanunlara göre mümkün değildir), bizim
oy kullanmak konusunda daha temkinli davranmamızı gerektirmektedir.
Tercihini
oy kullanmamaktan yana kullananlara karşı getirilen argümanlara
baktığımızda, bu sistemin bize olan nimetleri hatırlatılarak, bu sisteme
karşı "KAFİR" nankör davranılmaması gerektiği ve sistemin desteklenmesi
gerektiği söylenmektedir.
Muhatap
olduğumuz bu söylemi, Musa(a.s)'ın muhatap olduğu kişinin söylemi ile
aynileştirmek mümkündür. Firavun, Musa(a.s)'a kendisine karşı yapmış
olduğu "rablığa" karşı ondan itaat beklemektedir. Fakat Musa(a.s)
Firavun'a itaat etmek şöyle dursun, ona zulmünü haykırmaktan geri
durmamıştır.
Musa(a.s)
neden böyle bir kafirlikte(!) bulunup "alemlerin rabbi"ne teslim
olduğunu bildirmiştir? Çünkü Musa(a.s), Firavun'un elinde bulundurmuş
olduğu iktidar, servet, mülk, güç vb. unsurların asıl sahibinin
Allah(c.c) olduğunu biliyordu.
BİZE
NE OLUYOR Kİ, KENDİSİNİ KUR'AN MÜSLÜMANI OLARAK LANSE EDENLERİN BİR
KISMINA GÖRE BU SİSTEMİN YÖNETİCİLERİNİN BİZLERE VERMİŞ OLDUĞU
NİMETLERİN ASIL SAHİBİNİN ONLAR OLDUĞU ZANNINA KAPILARAK, BU SİSTEMİN
AYAKTA KALMASI İÇİN BİZDEN ÖNCEKİ ELÇİLERİN YOLLARINA İHANET EDİYORUZ?
Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c), Musa(a.s)'a "Firavun'a git çünkü o AZDI" dediği zaman, Musa(a.s) Rabbi'ne "Ey Rabbim! Doğru dersin ama o azgın Firavun ben bebek iken büyütüp RABLİK etti, ben ona nasıl isyan ederim?" mi dedi?
Bugün
sisteme karşı çıkarak, bu karşı olmalarını oy kullanmayarak göstermeye
çalışanlara karşı getirilen argümanın, yukardaki sözlerden bir farkı
yoktur. Bu sistemin halkına vermiş olduğu nimetlerin sanki sistemin
yöneticileri tarafından verildiği zannı onların "er-rezzak" (rızık
verici) konumuna yükseltilmiş olduğunu göstermektedir.
"er-rezzak"
olan sadece Allah(c.c)'dir. Arz üzerinde kim varsa, hangi ülke varsa
verilenler hepsi O'nun katından olup, yönetici kademesinde olanların
yapmış olduğu sadece Allah(c.c)'nin verdiğini halka dağıtmaktır. Bu
dağıtımın adaletli olup olmadığı tartışması bir tarafa olup, ülkemiz
geneline baktığımızda hangi iktidar olursa olsun bu nimetleri önce
kendilerine aktarmaya gayret ettikleri bir vakıadır. Bu vakıaya
özellikle kendisini muhafazakar İslamcı olarak gösterenlerin ortak olmuş
olmaları ayrı bir gerçek olup bu yazının konusu değildir.
Bugün
içinde bulunduğumuz sisteme bakış açıları, o sistem içindeki mevcut
olan iktidar partisinin diğer partilere göre daha kaliteli olduğu için
oy verdiğini iddia edenler için herhangi bir sözümüz yoktur. Sözümüz;
kendisini Kur'an Müslümanı olarak beyan edip inancının esaslarını
Kur'an'ın belirlediğini iddia edenleredir.
İnancını
Kur'an'ın belirlediği iddiasında olanlar için örneğini verdiğimiz
ayetlerdeki Musa(a.s)'ın duruşunun, bugün bizim sisteme karşı duruşumuz
noktasında bir örneklik teşkil etmesi gerektiğini düşünmekteyiz. İçinde
bulunduğumuz imkanları sunanlar, o imkanların yaratıcıları değil, o
imkanları halka eşit olarak dağıtmakla görevli olan emanetçilerdir. Bu
emanetçiliği bizler şayet asil olarak gördüğümüz takdirde, yönetim
kademesinde olan kişileri "Rab" konumuna yükseltmiş oluruz ki bunun
literatürdeki adı "ŞİRK"tir.
Müslümanlar
olarak yaşadığımız topraklar üzerinde Allah(c.c)'den başka kimseye
karşı bir minnet borcumuz olmadığı gibi, bizim üzerimizde yönetici
kademesinde olanların yönetim konusunda Allah(c.c)'nin emirlerinde
doğrultusunda hareket etmek mecburiyetleri vardır. Bu yöneticilerin veya
bu yöneticilerin yandaşlarının kendilerinin dışındakilere, onlara karşı
yaptıklarını başa kakmak gibi bir cüretleri, onların kendilerini Rab
ilan etmeleri anlamına gelir.
Allah(c.c)'den
başka Rab olmadığını iddia eden Müslümanların, varlıklarını yönetim
kademesinin başındakilere bağlayarak veya ellerindeki imkanları onların
sayesinde sahip oldukları "Onlar olmazsa halimiz duman olur" şeklindeki söylemleri, Rablığı Allah(c.c)'nin dışındakilere tahsis etmeleri anlamına gelir.
Sistemin
yönetim kademesinin başında olanlar şunu asla unutmamalıdırlar ki;
sizlerin varlığınızı borçlu olduğunuz birisi vardır ki O da "alemlerin
rabbi" Allah(c.c)'dir. Kendinizi yandaşlarınıza ululatarak etrafınızda
oluşturduğunuz taraftarlarınız yarın hesap gününde ne sizi, ne
kendilerini kurtaramayacaklardır.
Çağrımız
şudur; özellikle AKP'nin destekçisi olan ve kendilerini Kur'an
Müslümanı olarak niteleyenler, hiç kimsenin bu yöneticilere herhangi bir
minnet borcu yoktur. Minnet borcu, bu yöneticilerin kendilerini böyle
bir kademeye getirdiği için Allah(c.c)'ye karşı olmalıdır. Ancak
görüyoruz ki bu minneti tabanlarına öyle bir lanse etmektedirler ki "Biz olmazsak batarsınız" şeklinde bir söylem ile kendilerini bulunmaz hint kumaşı olarak görmektedirler.
Esas
olan ellerindeki bu iktidar gücünü İslami argümanları istismar etmeden
kullanmak olması gereken bu insanlar, etraflarında oluşturmuş oldukları
taraftarları ile İslami söylem kullanarak bir nevi nifak içine
girmektedirler. Kendilerine İslami şahsiyetleri örnek aldıklarını iddia
ederek iktidarını sürdürenlerin, yaşantılarında bu şahsiyetlerin
yaşantılarını ne kadar pratize(!) ettikleri hepimizin bilgisi
dahilindedir.
Şakşakçı
tabir edilen taraftar kadrosunun yaptığı şey, iktidar sahiplerinin
saltanatlarını sürdürmesinde İslami söylemi öne çıkararak sadece oy
deposu olarak gördükleri halk sürüsünün oylarını toplayarak
iktidarlarının sürmesini sağlamaktır.
Aynı durumu atamız İbrahim (a.s) açısından değerlendirdiğimizde ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır; Bilindiği üzere İbrahim (a.s) ın babası müşrik bir kimse olarak oğluna iman etmemiştir. İbrahim (a.s) babasının kendisini büyütmüş ve doyurmuş olması karşısında ona minnet altında kalarak, ona karşı müdaheneci bir tavır içine girmemiş, seçimini Rabbinden yana yapmıştır.
Sonuç olarak; Türkiye'de mevcut olan tağuti sistemin devam etmesinde önemli etken olan seçimler ve seçimlerin en önemli kaynağı olan halkın oyları, bu sistemin ayakta kalmasını sağlamaktadır. Sisteme karşı duruşlarını oy kullanmayarak göstermeye çalışanlara karşı getirilen argümanlara karşı, bize Musa(a.s)'ın Firavun'a karşı olan duruşu örnektir. Kimseye karşı minnet borcumuz olmamakla birlikte, minnet borcu olanların başında iktidar sahipleri gelmektedir. Onlar bu minnetlerini, onlara bu iktidarı sağlayan Rablerine karşı O'nun önerdiği bir sistemi hayata geçirerek göstermek zorunlulukları vardır. Sistemin bize verdiklerini öne sürerek bu sisteme karşı "kafirlik" yapılmamasını isteyenler, aslında Allah(c.c)'ye "kafirlik" yapmakta olduklarını unutmamalıdırlar.
Aynı durumu atamız İbrahim (a.s) açısından değerlendirdiğimizde ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır; Bilindiği üzere İbrahim (a.s) ın babası müşrik bir kimse olarak oğluna iman etmemiştir. İbrahim (a.s) babasının kendisini büyütmüş ve doyurmuş olması karşısında ona minnet altında kalarak, ona karşı müdaheneci bir tavır içine girmemiş, seçimini Rabbinden yana yapmıştır.
Sonuç olarak; Türkiye'de mevcut olan tağuti sistemin devam etmesinde önemli etken olan seçimler ve seçimlerin en önemli kaynağı olan halkın oyları, bu sistemin ayakta kalmasını sağlamaktadır. Sisteme karşı duruşlarını oy kullanmayarak göstermeye çalışanlara karşı getirilen argümanlara karşı, bize Musa(a.s)'ın Firavun'a karşı olan duruşu örnektir. Kimseye karşı minnet borcumuz olmamakla birlikte, minnet borcu olanların başında iktidar sahipleri gelmektedir. Onlar bu minnetlerini, onlara bu iktidarı sağlayan Rablerine karşı O'nun önerdiği bir sistemi hayata geçirerek göstermek zorunlulukları vardır. Sistemin bize verdiklerini öne sürerek bu sisteme karşı "kafirlik" yapılmamasını isteyenler, aslında Allah(c.c)'ye "kafirlik" yapmakta olduklarını unutmamalıdırlar.
[039.036] Allah, kuluna yetmez mi? Seni O'ndan başka şeylerle korkutuyorlar. Allah'ın, saptırdığını doğru yola koyacak yoktur.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Haziran 2015 Çarşamba
Tağut Kelimesi Üzerine Bir Mülahaza
Tağut , Kur'anın mesajının anlaşılmasında önemli kelimelerden birisi olup, Türkiye gündemine seçim zamanlarında ve belirli bir takım hiziplerin söylemi şeklinde gelmektedir. "Selefiyye" adlı hizip bu kavramı gündem ederek özellikle mevcut sistem hakkında bir takım düşünceler üretmekte ve bu hizb'in söylemine karşılık olarak bazı karşıt hizipler bu kavramı gündem etmek konusunda geri durmaktadırlar.
Bu kelimenin ifade ettiği anlam basit bir anlam olmayıp, Kur'anın ana mesajı olan "Tevhid" ile yakından alakalıdır. Selefiyye'ye mensup hiziplerin bu kelimeyi gündem etmeleri ve bu kelimenin İslam Dünyasında'ki bazı silahlı guruplar ile birlikte anılması bu kelimeye karşı bir allerji oluşmasına sebeb olmuştur.
Bu kelimenin, özellikle içinde yaşadığımız sisteme karşı bir sözünün olmuş olması, bir takım kimselerin korku kaynağı olmuş ve bu kelimeyi duydukları zaman "Aslandan kaçan yaban eşekleri" misali kaçtığını görmekteyiz. Bu kelimeyi işittikleri zaman tüyleri diken diken olanların , Kur'anın tabiri ile "Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak" şeklinde tezahür eden yahudileşme temayülü içinde olduklarını üzülerek belirtmek isteriz.
Türkiye de , yapıldığı iddia edilen Kur'an çalışmaları genelde entellektüel bir faaliyet aşamasından yukarı çıkamadığı ve bu kelimenin ifade etttiği anlamın hayat içinde pratik bir uygulaması olması gerektiği için, Kur'an çalışmaları yapanların bu kelime üzerinde pek fazla durmak istemediklerini , bu kelimeyi gündem edenleri (Selefi gurupları kast etmekteyiz) bahane ederek Kur'an dışı yabancı bir kelime muamelesine tabi tuttuklarına şahid olmaktayız.
Bu yazımızda , Kur'an şayet hayatımızda belirleyici bir kitap ise ki iddiamız bu dur , bu kelimenin ifade ettiği anlam konusunda nasıl bir düşünce sahibi olmamız gerekmektedir ? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.
"Tağut" kelimesi , " Sınırı , haddi aşmak" anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin geçtiği Ayet mealleri şu şekildedir.
[020.024] «Firavun'a git, doğrusu o azmıştır (tağa).»
[020.043] Firavun'a gidin, doğrusu o azmıştır (tağa).
[053.017] Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı (vema tağa).
[069.011] Gerçek şu ki, su taştığı (tağa)zaman, o gemide biz sizi taşıdık:
[079.017] «Firavun'a git; doğrusu o azmıştır (tağa).»
[079.037-9] Azana (tağa)ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır.
[089.011-2] İşte onlar ki beldelerde azgınlıkta (tağav)bulunmuşlardı. Oralarda fesadı çoğaltmışlardı.
[011.112] Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin,(vela tetğav) doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.
[020.081] Size verdiğimiz rızıkların en hoşlarından yiyin ve o hususta taşkınlık yapmayın ki (vela tetğav), sonra gazabım iner üzerinize; her kimin üzerine de gazabım inerse, o uçuruma gider.
[055.008] Sakın tartıda taşkınlık (elle tetğav) etmeyin.
[020.045] Musa ve kardeşi: «Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının (yetğa) artmasından korkarız» dediler.
[096.006-7] Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık (leyetğa) eder.
[050.027] Yanındaki şeytan: «Rabbimiz! Ben onu azdırmadım,(ma etğaytühü) fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı» der.
[051.053] Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir (kavmün tağun).
[052.032] Bunu kendilerine akılları mı buyuruyor, yoksa onlar, azgın bir kavim midirler?(kavmün tağun)
[037.030] bizim size karşı zorlayacak bir gücümüz de yoklu; fakat siz azmış bir kavimdiniz;(kavmen tağıne)
[038.055] Bu böyle; ama azgınlara (littağıne)kötü bir gelecek vardır.
[068.031] Dediler ki: Yazıklar olsun bize, doğrusu biz; azgınlardanmışız (tağıne).
[078.021-22] Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir.Azgınlar için (littağıne)varılacak bir yer.
[053.052] Önceden de Nuh kavmini (helak etmişti), çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı.(etğa)
[069.005] Bu sebeple Semud, azgın bir sesle (bittağıyeti) helak edildiler.
[091.011] Semud kavmi azgınlığından (bitağvahe) inanmadı.
[005.064] Bir de Yahudiler: «Allah'ın eli bağlıdır.» dediler ve dedikleri yüzünden elleri bağlandı ve la'netlendiler. Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi nimet veriyor. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilenler, onlardan birçoğunun azgınlığını (tuğyanen) küfrünü artıracaktır. Bununla birlikte, aralarına kıyamete kadar sürecek olan bir düşmanlık ve kin bıraktık. Her ne zaman savaş için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.
[005.068] «Ey Kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz» de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kuran, onlardan çoğunun azgınlık (tuğyanen) ve küfrünü artırır. Öyleyse kafirler için tasalanma.
[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları kuşatmıştır» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık (tuğyanen kebiren) vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.080] «Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından (tuğyanen)ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk.
[002.015] Onlarla Allah alay eder ve taşkınlıkları (tuğyanihim)içinde bocalar durumda bırakır.
[006.110] Onların kalblerini, gözlerini, ona ilk defa inanmadıkları gibi çeviririz; onları taşkınlıkları (tuğyanihim) içinde şaşkın şaşkın bırakırız.
[007.186] Allah'ın saptırdığını yola getirecek yoktur. O, sapanları taşkınlıkları (tuğyanihim) içinde bocalayıp dururlarken bırakır.
[010.011] İyiliği acele isteyen kimselere Allah fenalığı da çarçabuk verseydi, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları (tuğyanihim) içinde bocalayıp dururlarken bırakırız.
[023.075] Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları (tuğyanihim)içinde bocalayıp kalırlar.
[002.256] Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
[002.257] Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[004.051] Görmedin mi o kendilerine kitaptan bir nâsip verilmiş kimseleri ki, Cibt ve Tâğût'a imân ediyorlar ve kâfirler için, «Bunlar mü'minlerden daha doğru bir yoldadırlar,» deyiveriyorlar.
[004.060] Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.
[004.076] İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise tağut yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır.
[005.060] De ki: «Allah yanında cezaca bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın la'net ettiği, gazabına uğrattığı, kendilerini maymunlara ve domuzlara dönüştürdüğü kimselerle Tağut'a tapanlar, işte bunlar, yerleri en kötü yer olan ve doğru yoldan en çok sapanlardır.»
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
[039.017] Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı.
Yukarda verdiğimiz Ayet meallerine dikkat ettiğimiz zaman ortak nokta "Haddi aşmak" olarak karşımıza çıkmaktadır. "Haddi aşmak" deyiminin içine neler girer ki böyle bir had aşımı olduğunda "Tuğyan" ve "Tağut" kelimeleri gündeme gelsin ?.
Nahl s. 36. Ayetine baktığımızda ,Allah (c.c) nin Elçi gönderme sebebinin sadece ona kulluk ve Tağuttan kaçınmamız amacı olduğunu görmekteyiz. "Kulluk" dediğimiz kelimenin anlam alanı geniş bir çerçeve dahilinde olup , bizlerin yaşamlarında belirleyici olan inancın her alanda Allah (c.c) nin önerdiği ilkeler dahilinde olmasını gerektirmektedir. Bu ilkelerin çiğnenerek başka belirleyicilerin önerdiği sistemlerin hayata geçirilmesi "Tuğyan" ve bunları hayata geçirme noktasında önder olanların "Tağut" olarak Kur'anda yerini bulduğunu görmekteyiz.
Yukarda verilen Ayet meallerine baktığımızda , Firavun'un icraatlarının bu kelime ile ifade edildiği yani Firavunun "Tağut" luğa soyunduğunu görmekteyiz. Firavun'un "Tağut" olarak nitelendirilmesine sebeb olan şey onun "İlahlık ve Rablik" iddiasında bulunmuş olmasıydı. Firavun'un bu iddiasının hayata geçmiş şekli yönetim noktasında kendisinin veya kendisi gibi beşerin belirlediği bir sistemi halkına dayatmış olması idi.
İlah ve Rab kavramlarını ifade ettiği anlam kişilerin hayatlarında belirleyici olmak anlamına gelmekte olup , bu kavramların sadece Allaha hasredilmesi gerektiği yönünde Allah (c.c) kullarına Elçileri vasıtası ile vahiyler göndermiştir. Bu kavramların onun dışındakiler tarafından kullanılması "Şirk" olgusunu gündeme getirmektedir.
"Firavun" , "Tuğyan" ve "Tağut" gibi kelimeler, zaman içinde önemini yitirmiş kelimeler değil, aksine her an için yaşayan ve yaşayacak olan kelimelerdir. Bu kelimelerin yaşantı içinde ifadesini bulabilmesi için bizlerin Kur'anı "Tevhid" merkezli bir okumaya tabi tutmamız gerekmektedir.
Çağlar boyunca gelen Elçilerin tebliğleri sadece tek bir İlaha kulluk etmek noktasında birleşmiş olması bizlerinde o Elçilerin izlerini takip etmemizi gerektirmektedir. Ana ilkelerini Kur'anın belirlediği bir sistemin dışındaki tüm sistemlerin genel adı "Tağuti Sistem" olup bunun başka bir adı yoktur.
Türkiye örneğine baktığımızda, Müslümanların yaşadığımız sistemin adını koymak noktasında bir takım sıkıntılar yaşadığını görmekteyiz. Her hangi bir hadisçi veya tasavvufçu ile ilgili olarak görüş beyan etmekte ve onu tekfir etmekte sıkıntı çekmeyen bir kısım "Ehli Kur'an" mensubu olduğunu iddia edenler içinde yaşadığımız sistem konusunda fikir beyan edilme noktasında "Ehli Kur'an" olduklarını unutup "Ehli Sistem" bir tavır takınarak Kur'anın içinde yaşadığımız sisteme dair herhangi bir sözünün olmadığı zannına kapılmaktadırlar.
Bunun sebebi Kur'anın tek İlaha dayalı bir sistem önermiş olmasının ne anlama geldiğinin veya gelmesi gerektiğinin anlaşılamamış olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Maalesef "Tağut" kelimesi ve onun anlam alanı bizlere itici gelmekte ve bu kelimeyi harici zihniyetine sahip olan tekfirci hizipler sahiplenmiş ve gündem etmektedirler. Onların bunu gündem etmiş olmaları ,onların düşüncelerine sahip olmayanların gündem etmemesini gerektirmediği gibi gündem etmeye en çok hakkı ve vazifesi olanların, Kur'anı Dinde belirleyici kitap olarak görenlere ait olması gerektiğini düşünmekteyiz.
Maaleseftir ki bu gün Türkiyede iktidar partisinin muhafazakar bir söyleme sahip olması, bir kısım Müslümanları atalete düşürmüş ve muhafazakarların hükümet olduğu sistemin sanki İslami bir sisteme dönüştüğü zannı hakim olmuştur. Kriterlerini Kur'andan almayan bu düşünce sahiplerinin daha müfrit olanlarına baktığımız zaman bu günkü iktidar sahiplerinin Allah (c.c) nin ümmete bir lutfu olduğu gibi sözleri işitmemiz işin boyutlarının vehametini göstermesi açısından ibret vericidir.
Kur'anın her çağa sözü olduğunun bilincine sahip Müslümanlar olarak , onun içinde yaşadığımız sistemin adını koymak noktasında bizlere yol gösterici olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Allah (c.c) nin tek İlah yani onun gösterdiği ilkeler çerçevesindeki bir sistem yerine onun yarattığı kişilerin ortaya attığı ilkelerin hakim olduğu bir devlet sisteminin adı "Tağuti" bir sistemdir.
Yaşadığımız sistemin "Tağuti" liği konusunda hem fikir olmak için Kur'anın Tevhid merkezli bir okunma metoduna dönülmesine gerek olduğunu düşünmekteyiz. Bunun dışında yapılan okumalar, bir takım kelime ve kavramların içinin boşaltılarak Kur'anın modası geçmiş düşünceler ve eskilerin masallarını kapsayan bir entellektüel bir çerez malzemesi haline çevrilmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
İşin daha kötüsü , yapılan bazı okuma metodlarının Kur'anın içinde yaşadığımız sistemi bırakın Tağuti olarak nitelemek ideal bir sistem olarak gördüğü sonucuna varmış olması, Kur'anın çağlar boyunca süregelen Tevhidi mücadele örnekliklerinin boşa yapılmış anlatımlar ve bize dair bir mesajı olmayan sözler mesabesine düşürecektir.
Kendisini Kur'ana nisbet ederek söylemde bulunan bazı kimselerin Kur'anın, bazılarının konforunun bozulmasına sebeb olacak bu söylemini gündem etmeyip , Hadisçi veya tasavvufçuları tekfir etmeye yarayan bir araç olarak okumaları Kitabın tek taraflı okunmaya tabi kılındığının bir göstergesidir. Yaşadığımız sisteme dair sözü olan bir Kur'anın bu sözleri hayat pratize etme gereği olmuş olması "Tatlı su Müslümanlığı" yapan bizlerin hoşuna pek gitmeyecektir.
Bugün inancını Kur'anın belirlediği iddiasında olanların bir kısmındaki arız olan eksiklik Kitabın çağlar boyunca gelen Tevhid çağrısının okunmaması olup , bu çağrının anlatıldığı kıssa yollu anlatımlardaki bazı olayların olup olmadığı konusundadır. Kur'an hayat içinde yaşanan bir Kitap değil hayattan koparılmış ve hayata dair sözü olmayan laik ve Kemalist sistemi savunan bir Kitap haline getirilmiştir.
Sonuç olarak ; Kur'anın her an için yaşayan kelimelerinden olan "Tağut", belirli bir kesimin elinde kalarak , kendisini "Ehli Kur'an" olarak niteleyen bazı kimselerin gözünde "Tavuk" kelimesi kadar bir anlamı olmayan bir hale getirilmiştir. Son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmiş olması maalesef , Kur'anın yaşanılan sisteme dair bir sözü olduğu noktasındaki düşünceleri beraberinde getirmemiştir. T.V lerde Kur'anı gündem etmeye çalışan bir kısım akademisyen ve alimlerin bu tür konuları gündeme getirmekten çekinerek suya sabuna dokunmayan düşünceleri gündeme getirmeleri onların bu tür söylemlerden Dünyevi gailelerden ötürü çekindikleri izlenimini kuvvetlendirmektedir. Kur'anı belirleyici bir Kitap olarak görenlerin o Kitap içindeki örneklerde canlarını mallarını Allah için feda edenlerin ne sebeble bunu yaptıklarını ciddi biçimde okumaları ve pratize etme gereği kaçınılmazdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kelimenin ifade ettiği anlam basit bir anlam olmayıp, Kur'anın ana mesajı olan "Tevhid" ile yakından alakalıdır. Selefiyye'ye mensup hiziplerin bu kelimeyi gündem etmeleri ve bu kelimenin İslam Dünyasında'ki bazı silahlı guruplar ile birlikte anılması bu kelimeye karşı bir allerji oluşmasına sebeb olmuştur.
Bu kelimenin, özellikle içinde yaşadığımız sisteme karşı bir sözünün olmuş olması, bir takım kimselerin korku kaynağı olmuş ve bu kelimeyi duydukları zaman "Aslandan kaçan yaban eşekleri" misali kaçtığını görmekteyiz. Bu kelimeyi işittikleri zaman tüyleri diken diken olanların , Kur'anın tabiri ile "Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak" şeklinde tezahür eden yahudileşme temayülü içinde olduklarını üzülerek belirtmek isteriz.
Türkiye de , yapıldığı iddia edilen Kur'an çalışmaları genelde entellektüel bir faaliyet aşamasından yukarı çıkamadığı ve bu kelimenin ifade etttiği anlamın hayat içinde pratik bir uygulaması olması gerektiği için, Kur'an çalışmaları yapanların bu kelime üzerinde pek fazla durmak istemediklerini , bu kelimeyi gündem edenleri (Selefi gurupları kast etmekteyiz) bahane ederek Kur'an dışı yabancı bir kelime muamelesine tabi tuttuklarına şahid olmaktayız.
Bu yazımızda , Kur'an şayet hayatımızda belirleyici bir kitap ise ki iddiamız bu dur , bu kelimenin ifade ettiği anlam konusunda nasıl bir düşünce sahibi olmamız gerekmektedir ? sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.
"Tağut" kelimesi , " Sınırı , haddi aşmak" anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin geçtiği Ayet mealleri şu şekildedir.
[020.024] «Firavun'a git, doğrusu o azmıştır (tağa).»
[020.043] Firavun'a gidin, doğrusu o azmıştır (tağa).
[053.017] Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı (vema tağa).
[069.011] Gerçek şu ki, su taştığı (tağa)zaman, o gemide biz sizi taşıdık:
[079.017] «Firavun'a git; doğrusu o azmıştır (tağa).»
[079.037-9] Azana (tağa)ve dünya hayatını ahirete tercih edene, şüphesiz cehennem tek barınaktır.
[089.011-2] İşte onlar ki beldelerde azgınlıkta (tağav)bulunmuşlardı. Oralarda fesadı çoğaltmışlardı.
[011.112] Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin,(vela tetğav) doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.
[020.081] Size verdiğimiz rızıkların en hoşlarından yiyin ve o hususta taşkınlık yapmayın ki (vela tetğav), sonra gazabım iner üzerinize; her kimin üzerine de gazabım inerse, o uçuruma gider.
[055.008] Sakın tartıda taşkınlık (elle tetğav) etmeyin.
[020.045] Musa ve kardeşi: «Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgınlığının (yetğa) artmasından korkarız» dediler.
[096.006-7] Ama, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık (leyetğa) eder.
[050.027] Yanındaki şeytan: «Rabbimiz! Ben onu azdırmadım,(ma etğaytühü) fakat kendisi derin bir sapıklıktaydı» der.
[051.053] Onlar birbirlerine bunu mu tavsiye ettiler? Hayır onlar azgın bir kavimdir (kavmün tağun).
[052.032] Bunu kendilerine akılları mı buyuruyor, yoksa onlar, azgın bir kavim midirler?(kavmün tağun)
[037.030] bizim size karşı zorlayacak bir gücümüz de yoklu; fakat siz azmış bir kavimdiniz;(kavmen tağıne)
[038.055] Bu böyle; ama azgınlara (littağıne)kötü bir gelecek vardır.
[068.031] Dediler ki: Yazıklar olsun bize, doğrusu biz; azgınlardanmışız (tağıne).
[078.021-22] Gerçekten cehennem, bir gözetleme yeridir.Azgınlar için (littağıne)varılacak bir yer.
[053.052] Önceden de Nuh kavmini (helak etmişti), çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı.(etğa)
[069.005] Bu sebeple Semud, azgın bir sesle (bittağıyeti) helak edildiler.
[091.011] Semud kavmi azgınlığından (bitağvahe) inanmadı.
[005.064] Bir de Yahudiler: «Allah'ın eli bağlıdır.» dediler ve dedikleri yüzünden elleri bağlandı ve la'netlendiler. Hayır, O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi nimet veriyor. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilenler, onlardan birçoğunun azgınlığını (tuğyanen) küfrünü artıracaktır. Bununla birlikte, aralarına kıyamete kadar sürecek olan bir düşmanlık ve kin bıraktık. Her ne zaman savaş için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.
[005.068] «Ey Kitap ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz» de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kuran, onlardan çoğunun azgınlık (tuğyanen) ve küfrünü artırır. Öyleyse kafirler için tasalanma.
[017.060] Sana: «Rabbin şüphesiz insanları kuşatmıştır» demiştik; sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kuran'da lanetlenmiş ağaçla, sadece insanları denedik. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık (tuğyanen kebiren) vermekten başka birşeye yaramıyor.
[018.080] «Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından (tuğyanen)ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk.
[002.015] Onlarla Allah alay eder ve taşkınlıkları (tuğyanihim)içinde bocalar durumda bırakır.
[006.110] Onların kalblerini, gözlerini, ona ilk defa inanmadıkları gibi çeviririz; onları taşkınlıkları (tuğyanihim) içinde şaşkın şaşkın bırakırız.
[007.186] Allah'ın saptırdığını yola getirecek yoktur. O, sapanları taşkınlıkları (tuğyanihim) içinde bocalayıp dururlarken bırakır.
[010.011] İyiliği acele isteyen kimselere Allah fenalığı da çarçabuk verseydi, süreleri hemen bitmiş olurdu. Bizimle karşılaşmayı ummayanları, azgınlıkları (tuğyanihim) içinde bocalayıp dururlarken bırakırız.
[023.075] Biz onlara acısak ve başlarındaki sıkıntıyı gidersek bile, azgınlıkları (tuğyanihim)içinde bocalayıp kalırlar.
[002.256] Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
[002.257] Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[004.051] Görmedin mi o kendilerine kitaptan bir nâsip verilmiş kimseleri ki, Cibt ve Tâğût'a imân ediyorlar ve kâfirler için, «Bunlar mü'minlerden daha doğru bir yoldadırlar,» deyiveriyorlar.
[004.060] Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tâğut'a inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, Tâğut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.
[004.076] İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler ise tağut yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın, esasen şeytanın hilesi zayıftır.
[005.060] De ki: «Allah yanında cezaca bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın la'net ettiği, gazabına uğrattığı, kendilerini maymunlara ve domuzlara dönüştürdüğü kimselerle Tağut'a tapanlar, işte bunlar, yerleri en kötü yer olan ve doğru yoldan en çok sapanlardır.»
[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.
[039.017] Tağuta kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı.
Yukarda verdiğimiz Ayet meallerine dikkat ettiğimiz zaman ortak nokta "Haddi aşmak" olarak karşımıza çıkmaktadır. "Haddi aşmak" deyiminin içine neler girer ki böyle bir had aşımı olduğunda "Tuğyan" ve "Tağut" kelimeleri gündeme gelsin ?.
Nahl s. 36. Ayetine baktığımızda ,Allah (c.c) nin Elçi gönderme sebebinin sadece ona kulluk ve Tağuttan kaçınmamız amacı olduğunu görmekteyiz. "Kulluk" dediğimiz kelimenin anlam alanı geniş bir çerçeve dahilinde olup , bizlerin yaşamlarında belirleyici olan inancın her alanda Allah (c.c) nin önerdiği ilkeler dahilinde olmasını gerektirmektedir. Bu ilkelerin çiğnenerek başka belirleyicilerin önerdiği sistemlerin hayata geçirilmesi "Tuğyan" ve bunları hayata geçirme noktasında önder olanların "Tağut" olarak Kur'anda yerini bulduğunu görmekteyiz.
Yukarda verilen Ayet meallerine baktığımızda , Firavun'un icraatlarının bu kelime ile ifade edildiği yani Firavunun "Tağut" luğa soyunduğunu görmekteyiz. Firavun'un "Tağut" olarak nitelendirilmesine sebeb olan şey onun "İlahlık ve Rablik" iddiasında bulunmuş olmasıydı. Firavun'un bu iddiasının hayata geçmiş şekli yönetim noktasında kendisinin veya kendisi gibi beşerin belirlediği bir sistemi halkına dayatmış olması idi.
İlah ve Rab kavramlarını ifade ettiği anlam kişilerin hayatlarında belirleyici olmak anlamına gelmekte olup , bu kavramların sadece Allaha hasredilmesi gerektiği yönünde Allah (c.c) kullarına Elçileri vasıtası ile vahiyler göndermiştir. Bu kavramların onun dışındakiler tarafından kullanılması "Şirk" olgusunu gündeme getirmektedir.
"Firavun" , "Tuğyan" ve "Tağut" gibi kelimeler, zaman içinde önemini yitirmiş kelimeler değil, aksine her an için yaşayan ve yaşayacak olan kelimelerdir. Bu kelimelerin yaşantı içinde ifadesini bulabilmesi için bizlerin Kur'anı "Tevhid" merkezli bir okumaya tabi tutmamız gerekmektedir.
Çağlar boyunca gelen Elçilerin tebliğleri sadece tek bir İlaha kulluk etmek noktasında birleşmiş olması bizlerinde o Elçilerin izlerini takip etmemizi gerektirmektedir. Ana ilkelerini Kur'anın belirlediği bir sistemin dışındaki tüm sistemlerin genel adı "Tağuti Sistem" olup bunun başka bir adı yoktur.
Türkiye örneğine baktığımızda, Müslümanların yaşadığımız sistemin adını koymak noktasında bir takım sıkıntılar yaşadığını görmekteyiz. Her hangi bir hadisçi veya tasavvufçu ile ilgili olarak görüş beyan etmekte ve onu tekfir etmekte sıkıntı çekmeyen bir kısım "Ehli Kur'an" mensubu olduğunu iddia edenler içinde yaşadığımız sistem konusunda fikir beyan edilme noktasında "Ehli Kur'an" olduklarını unutup "Ehli Sistem" bir tavır takınarak Kur'anın içinde yaşadığımız sisteme dair herhangi bir sözünün olmadığı zannına kapılmaktadırlar.
Bunun sebebi Kur'anın tek İlaha dayalı bir sistem önermiş olmasının ne anlama geldiğinin veya gelmesi gerektiğinin anlaşılamamış olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Maalesef "Tağut" kelimesi ve onun anlam alanı bizlere itici gelmekte ve bu kelimeyi harici zihniyetine sahip olan tekfirci hizipler sahiplenmiş ve gündem etmektedirler. Onların bunu gündem etmiş olmaları ,onların düşüncelerine sahip olmayanların gündem etmemesini gerektirmediği gibi gündem etmeye en çok hakkı ve vazifesi olanların, Kur'anı Dinde belirleyici kitap olarak görenlere ait olması gerektiğini düşünmekteyiz.
Maaleseftir ki bu gün Türkiyede iktidar partisinin muhafazakar bir söyleme sahip olması, bir kısım Müslümanları atalete düşürmüş ve muhafazakarların hükümet olduğu sistemin sanki İslami bir sisteme dönüştüğü zannı hakim olmuştur. Kriterlerini Kur'andan almayan bu düşünce sahiplerinin daha müfrit olanlarına baktığımız zaman bu günkü iktidar sahiplerinin Allah (c.c) nin ümmete bir lutfu olduğu gibi sözleri işitmemiz işin boyutlarının vehametini göstermesi açısından ibret vericidir.
Kur'anın her çağa sözü olduğunun bilincine sahip Müslümanlar olarak , onun içinde yaşadığımız sistemin adını koymak noktasında bizlere yol gösterici olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Allah (c.c) nin tek İlah yani onun gösterdiği ilkeler çerçevesindeki bir sistem yerine onun yarattığı kişilerin ortaya attığı ilkelerin hakim olduğu bir devlet sisteminin adı "Tağuti" bir sistemdir.
Yaşadığımız sistemin "Tağuti" liği konusunda hem fikir olmak için Kur'anın Tevhid merkezli bir okunma metoduna dönülmesine gerek olduğunu düşünmekteyiz. Bunun dışında yapılan okumalar, bir takım kelime ve kavramların içinin boşaltılarak Kur'anın modası geçmiş düşünceler ve eskilerin masallarını kapsayan bir entellektüel bir çerez malzemesi haline çevrilmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
İşin daha kötüsü , yapılan bazı okuma metodlarının Kur'anın içinde yaşadığımız sistemi bırakın Tağuti olarak nitelemek ideal bir sistem olarak gördüğü sonucuna varmış olması, Kur'anın çağlar boyunca süregelen Tevhidi mücadele örnekliklerinin boşa yapılmış anlatımlar ve bize dair bir mesajı olmayan sözler mesabesine düşürecektir.
Kendisini Kur'ana nisbet ederek söylemde bulunan bazı kimselerin Kur'anın, bazılarının konforunun bozulmasına sebeb olacak bu söylemini gündem etmeyip , Hadisçi veya tasavvufçuları tekfir etmeye yarayan bir araç olarak okumaları Kitabın tek taraflı okunmaya tabi kılındığının bir göstergesidir. Yaşadığımız sisteme dair sözü olan bir Kur'anın bu sözleri hayat pratize etme gereği olmuş olması "Tatlı su Müslümanlığı" yapan bizlerin hoşuna pek gitmeyecektir.
Bugün inancını Kur'anın belirlediği iddiasında olanların bir kısmındaki arız olan eksiklik Kitabın çağlar boyunca gelen Tevhid çağrısının okunmaması olup , bu çağrının anlatıldığı kıssa yollu anlatımlardaki bazı olayların olup olmadığı konusundadır. Kur'an hayat içinde yaşanan bir Kitap değil hayattan koparılmış ve hayata dair sözü olmayan laik ve Kemalist sistemi savunan bir Kitap haline getirilmiştir.
Sonuç olarak ; Kur'anın her an için yaşayan kelimelerinden olan "Tağut", belirli bir kesimin elinde kalarak , kendisini "Ehli Kur'an" olarak niteleyen bazı kimselerin gözünde "Tavuk" kelimesi kadar bir anlamı olmayan bir hale getirilmiştir. Son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmiş olması maalesef , Kur'anın yaşanılan sisteme dair bir sözü olduğu noktasındaki düşünceleri beraberinde getirmemiştir. T.V lerde Kur'anı gündem etmeye çalışan bir kısım akademisyen ve alimlerin bu tür konuları gündeme getirmekten çekinerek suya sabuna dokunmayan düşünceleri gündeme getirmeleri onların bu tür söylemlerden Dünyevi gailelerden ötürü çekindikleri izlenimini kuvvetlendirmektedir. Kur'anı belirleyici bir Kitap olarak görenlerin o Kitap içindeki örneklerde canlarını mallarını Allah için feda edenlerin ne sebeble bunu yaptıklarını ciddi biçimde okumaları ve pratize etme gereği kaçınılmazdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
31 Mayıs 2015 Pazar
Sisteme Karşı Müslüman Duruşu ve Nebilerin Örnekliği
Allah (c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanlara , bu kulluğun nasıl olması gerektiği bilgisini öğreten bir çok "Nebi Resul" göndermiştir. Bu Nebi Resuller, içlerinde bulundukları kavimlerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettiklerine karşı amansız bir mücadele içine girerek, var güçleri ile sadece tek İlahın hakimiyetini tesis etmek için mücadele etmişlerdir.
Bu mücadele içinde öne çıkan ortak nokta , müşrik kavimleri ile en küçük bir tavize bile yanaşmamaları olan bu Nebileri takip iddiasında olan bazılarımızın, bu gün içinde bulunduğumuz sisteme karşı bir takım tavizkar tutum sergiliyor olmaları ,Nebi Resullerin yoluna yapılan bir ihanet olarak karşımızda durmaktadır. Bu ihanet, son yıllarda Türkiye de A.K.P adlı siyasi partinin iktidar olması ile daha bariz bir biçimde ortaya çıkmış ve bu ihanetin başını çekenlerinde, A.K.P iktidarı öncesi Türkiye deki mevcut sistemi "Tağut" olarak niteleyen bazı alim ve yazarlar kadrolarından olması bizi derinden yaralamaktadır.
Ne oldu da dün içinde yaşadığımız sisteme karşı çıkanlar, bu gün bu sisteme karşı daha yumuşakve tavizkar bir bakış açısı içine girdiler ?.
Bilindiği üzere A.K.P iktidarından önceki iktidar tarafından Müslüman kesime uygulanan baskılar sonucu , inancının gereği olarak başını örten bir bayan "Kamusal Alan" olarak tabir edilen bazı yerlere alınmamaktaydı, buna benzer zulümler Müslümanları içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya itmiş ve sistemin değişmesi konusunda bir fikir birliği içine girilmişti.
A.K.P adlı siyasi partinin iktidara gelmesi ile, Müslümanların yaşamında bir takım iyileştirilmeler yapılmış olması bir kısım Müslümanı atalete sürüklemiş ve sistemin sorgulanması bir kenara bırakılarak bu sistemin devam etmesi gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve özellikle kendisini Kur'ana nisbet ederek, düşüncelerinin kaynağını Kur'andan aldığını iddia eden bir kısım alim ve yazar kadrosu tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştır.
A.K.P sempatizanları içinde dün mücahit olan , fakat bu gün müteahhit olan bazı eski İslamcıların, makam ve servet sahibi olmuş olmaları, sisteme bakışımızın değişmesinde rol oynayan etkenlerin başında gelmektedir. Mevcut iktidar sayesinde makam ve mevki sahibi olanların, iktidarın değişmesinde neticesinde bu gibi imkanlardan mahrum kalma korkusu ile mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği düşüncesini İslami söylem kullanarak savunmaları esas kaygının servet ve makamların elden gitme korkusu olduğunu göstermektedir.
Mevcut iktidar sahiplerinin bu gün yapmış oldukları israf derecesindeki bazı icraatları , belki de kendilerini İslami bir söylem ile halka lanse etmeyenlerin dahi yapmayacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu israf icraatlarının bir başka iktidar tarafından yapıldığı takdirde yanlış olduğunu söyleyecek olanların , bu israfları kendi partileri yaptığı için bırakın eleştirmeyi , desteklediğini görmüş olmamız olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunu göstermektedir.
Bu gün sistemin savulmasına sebeb olan mevcut iktidarın yapmış olduğu bir takım iyileştirmeleri göz önünde bulundurarak bu partinin iktidarının devam etmesi gerektiğini düşüncesine sahip olanların başta gelen argümanlarından bir tanesi , başka bir partinin iktidara gelmesi ile sahip olduğumuz mevcut iyileştirmelerin geri alınacağı ve eski baskı ve zulüm günlerinin geri geleceği iddiasıdır.
Yazımızda muhatap almaya çalıştığımız kişilerin, olaya sadece sosyal ve ekonomik yönden bakarak Türkiyenin mevcut siyasi parti iktidarı ile daha müreffeh bir hale geldiği düşüncesine sahip olanlar değil, hayatlarında Kur'anı örnek alarak ona göre bir hayat yaşama iddiasında olanlar olduğunu hatırlatmak isteriz. Cumhurbaşkanı veya Başbakanı bazı dini değerleri kullanarak öven bir takım meczuplar, bu yazının kapsamına alınmaya dahi değmeyecek kadar alçak bir seviyede oldukları için onlar muhatap alınmaya değer görülmemiştir.
Müslüman olarak Kur'anı hayatlarında belirleyici kılmak iddiasında olanlar için yaşadığımız sisteme karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiği bu Kitabın içinde YAŞANMIŞ ÖRNEKLER ile beyan edilmektedir.
Kur'anda zikri geçen Elçilerin mücadelelerinin bizlere anlatılma sebebi, bizlere örnek olması ve aynı durumda olduğumuz zamanlarda takip etmemiz gereken yolun nasıl olması gerektiğine dair olup , kıssa şeklindeki bu anlatımların masal veya mitoloji şeklinde okunması bu mücadeleyi anlamayı zorlaştıracaktır.
Nuh (a.s) örneğine baktığımızda 950 sene kavminin içinde kalmış olmasına rağmen ona iman edenlerin sayısı , etmeyenlere göre kıyas edilmeyecek kadar az olduğunu, kavminin helak edilmeye müstehak olmasından anlamaktayız. Nuh (a.s) şayet müşrik kavmi ile karşılıklı br tavizleşmeye Kur'an tabiri ile "Müdahene" ye girmiş olsaydı belkide ona iman edenlerin sayısında artış olacaktı.
Nuh (a.s) tebliğini sayısal çoğunluk üzerine değil Allah (c.c) den başkasını İlah olarak tanımama esasına kurduğu için kimse ile tavizleşmeye girmek durumuna düşmemiş ve kriterlerini Allah (c.c) nin belirlediği bir sistemin savunuculuğunu ve tebliğini yapmıştır.
İbrahim (a.s) a kavmi içinde sadece Lut (a.s) iman etmiş olması dikkate değer bir durumdur. İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı tavizkar bir şekilde duruş sergilemiş olsa idi ateşe atılmasına gerek bile duyulmayacak ve kavmi ile gül gibi geçinip gideceklerdi. İbrahim (a.s) ın kavmini onu ateşe atmaya yeltenecek şekilde kızdıran duruşunun sebebi neydi ? , neden canı pahasına böyle bir mücadele içine girişti ?.
Son Elçi Muhammed (a.s) Elçi atalarının yolunu takip etmiş ve Mekkelilerin "Müdahene" taleplerini geri çevirmiştir. Mekke de nazil olan ilk surelere baktığımızda ona önerilen mücadele metodunun öne çıkan en önemli noktası kimse ile karşılıklı bir tavizleşmeye gidilmeme emridir (Kalem s. 9. Ayet ).
Nuh , İbrahim , Muhammed ve diğer bütün Nebilerin selam onlara olsun , kavimlerinden bir çok baskı ve zulüm görmüş olmaları , bizlerin baskı ve zulüm görmemek için mevcut iktidarın devam etmesi gerektiği iddiasının ne kadar Kur'anla örtüştüğünü !! göstermektedir.
Bizlere ne oluyor da hem Kur'anı öncellediğimizi iddia ediyor , hem de o Kitap içinde bizden önceki Elçi atalarımızın yoluna ihanet ederek sistemi yönetenlerin sadece eşlerinin başörtülü veya namazlı abdestli olmalarını dikkate alarak bu sistemin artık savunulması gerektiğini iddia edebiliyoruz?.
Müslümanın kriteri bu mu olmalıdır ?.
Müslüman duruşu, sistemin kurucusunun kabrinde veya heykelinin önünde duran başka bir partinin lideri veya mensubu olduğunda onun yaptığına tereddüt etmeden "Şirk" diyebilen fakat bu eylemi bizim partinin !!!! lideri yaptığında "Gönlünüzün kıblesi şaşmasın" diyebilecek kadar yamulmak mı olmalıdır ?.
Müslümanın kriteri , kendisine verilen "Elma Şekeri" mesabesinde olan bir takım iyileştirmeler karşısında atalete düşmemek , Nebilerin örnekliğinde bir yol takip ederek 950 yıl dahi sürse , yanında kimse olmasa dahi doğru bildiğini bıkmadan , yılmadan , korkmadan savunmak olmalıdır.
Aksi takdirde Nebilerin yapmış oldukları ve bizlere Kur'anda anlatılan amellerini haşa "Aptallık" olarak görmek gibi bir yanlışa düşmüş oluruz. Şayet esas olan verilen ile yetinmek olmuş olsa idi , onların ve onlarla beraber olanların yaptıkları mücadeleler boşa yapılmış bir mücadele olmuş olurdu.
Bu gün "Tağut" denildiği zaman aklımıza sadece belli bir gurup Müslümanın sahiplendiği bir kavram aklımıza gelmektedir. Özellikle kendisini "Selefi" olarak niteleyenlerin gündeme taşıdıkları bu kavram, Kur'anın anahtar kavramlarından bir tanesidir. Kur'anı Tevhid merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda ki bu okuma tarih boyunca gelen Elçilerin yolunu anlamada önemli bir okuma metodudur , bu kavram etrafında düşünülmesi gereken bir çok mesele gündeme gelecektir. Bu kavramı birilerinin gündem etmiş olması kendisini Kur'an nisbet edenlerin geri durmasını gerektirmez , aksine daha sıkı sarılmasını gerektirir.
Türkiye geneline baktığımızda son yıllarda "Alim" olarak niteleyebileceğimiz bazı kişilerin Kur'anı gündeme alanlarına baktığımız zaman bir kısım Alimin sisteme itiraz konusunda herhangi bir söylem üretmek şöyle dursun , etrafındakilere sistemi desteklemek konusunda fikirler empoze ettiğini görmekteyiz. Toplumun önünde olan bu kişiler sorumluluk yüklenme bakımından avamdan farklı bir durumda olup etrafındakileri okudukları ve tefsir dersleri yaptıkları Kitap doğrultusunda uyarmaları gerekmektedir. Aksi takdirde İsrailoğulları alimlerinden bir farkları olmayıp yapılan kötülüklere ortak olmak durumunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; Müslüman ve kendisini Kur'anın belirlediği bir Din anlayışına sahip olanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin adının , her ne kadar başında "Muhafazakar" kimlikli insanların olmuş olması onun "Tağuti" bir sistem olduğu noktasında hemfikir olmamızı gerektirir. Sistem konusunda hemfikir olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz düşünce ayrılıkları en aza inmeyecektir. Kulluk görevimiz şayet sadece Allaha olması gerektiği bilincinde isek , Allahın yaratmış olduğu kulların vaaz ettiği sistemleri desteklemeye İslami kılıf uydurmaya çalışmaktan vaz geçip en azından kalbimizle buğz etmek gibi bir eylem içinde olmamız gerekmektedir. Aynı Kitabı okuyarak daha Kitabın bize nasıl bir yol önerdiği noktasında hem fikir olamamamız , bizim Kur'an okumalarında henüz kayda değer bir yol alamadığımızın göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları destekleyen , veya onlara herhangi bir sözü olmayan bir Kitap olarak okunan Kur'an, ancak entellektüel bir muhabbet aracı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu mücadele içinde öne çıkan ortak nokta , müşrik kavimleri ile en küçük bir tavize bile yanaşmamaları olan bu Nebileri takip iddiasında olan bazılarımızın, bu gün içinde bulunduğumuz sisteme karşı bir takım tavizkar tutum sergiliyor olmaları ,Nebi Resullerin yoluna yapılan bir ihanet olarak karşımızda durmaktadır. Bu ihanet, son yıllarda Türkiye de A.K.P adlı siyasi partinin iktidar olması ile daha bariz bir biçimde ortaya çıkmış ve bu ihanetin başını çekenlerinde, A.K.P iktidarı öncesi Türkiye deki mevcut sistemi "Tağut" olarak niteleyen bazı alim ve yazarlar kadrolarından olması bizi derinden yaralamaktadır.
Ne oldu da dün içinde yaşadığımız sisteme karşı çıkanlar, bu gün bu sisteme karşı daha yumuşakve tavizkar bir bakış açısı içine girdiler ?.
Bilindiği üzere A.K.P iktidarından önceki iktidar tarafından Müslüman kesime uygulanan baskılar sonucu , inancının gereği olarak başını örten bir bayan "Kamusal Alan" olarak tabir edilen bazı yerlere alınmamaktaydı, buna benzer zulümler Müslümanları içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya itmiş ve sistemin değişmesi konusunda bir fikir birliği içine girilmişti.
A.K.P adlı siyasi partinin iktidara gelmesi ile, Müslümanların yaşamında bir takım iyileştirilmeler yapılmış olması bir kısım Müslümanı atalete sürüklemiş ve sistemin sorgulanması bir kenara bırakılarak bu sistemin devam etmesi gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve özellikle kendisini Kur'ana nisbet ederek, düşüncelerinin kaynağını Kur'andan aldığını iddia eden bir kısım alim ve yazar kadrosu tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştır.
A.K.P sempatizanları içinde dün mücahit olan , fakat bu gün müteahhit olan bazı eski İslamcıların, makam ve servet sahibi olmuş olmaları, sisteme bakışımızın değişmesinde rol oynayan etkenlerin başında gelmektedir. Mevcut iktidar sayesinde makam ve mevki sahibi olanların, iktidarın değişmesinde neticesinde bu gibi imkanlardan mahrum kalma korkusu ile mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği düşüncesini İslami söylem kullanarak savunmaları esas kaygının servet ve makamların elden gitme korkusu olduğunu göstermektedir.
Mevcut iktidar sahiplerinin bu gün yapmış oldukları israf derecesindeki bazı icraatları , belki de kendilerini İslami bir söylem ile halka lanse etmeyenlerin dahi yapmayacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu israf icraatlarının bir başka iktidar tarafından yapıldığı takdirde yanlış olduğunu söyleyecek olanların , bu israfları kendi partileri yaptığı için bırakın eleştirmeyi , desteklediğini görmüş olmamız olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunu göstermektedir.
Bu gün sistemin savulmasına sebeb olan mevcut iktidarın yapmış olduğu bir takım iyileştirmeleri göz önünde bulundurarak bu partinin iktidarının devam etmesi gerektiğini düşüncesine sahip olanların başta gelen argümanlarından bir tanesi , başka bir partinin iktidara gelmesi ile sahip olduğumuz mevcut iyileştirmelerin geri alınacağı ve eski baskı ve zulüm günlerinin geri geleceği iddiasıdır.
Yazımızda muhatap almaya çalıştığımız kişilerin, olaya sadece sosyal ve ekonomik yönden bakarak Türkiyenin mevcut siyasi parti iktidarı ile daha müreffeh bir hale geldiği düşüncesine sahip olanlar değil, hayatlarında Kur'anı örnek alarak ona göre bir hayat yaşama iddiasında olanlar olduğunu hatırlatmak isteriz. Cumhurbaşkanı veya Başbakanı bazı dini değerleri kullanarak öven bir takım meczuplar, bu yazının kapsamına alınmaya dahi değmeyecek kadar alçak bir seviyede oldukları için onlar muhatap alınmaya değer görülmemiştir.
Müslüman olarak Kur'anı hayatlarında belirleyici kılmak iddiasında olanlar için yaşadığımız sisteme karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiği bu Kitabın içinde YAŞANMIŞ ÖRNEKLER ile beyan edilmektedir.
Kur'anda zikri geçen Elçilerin mücadelelerinin bizlere anlatılma sebebi, bizlere örnek olması ve aynı durumda olduğumuz zamanlarda takip etmemiz gereken yolun nasıl olması gerektiğine dair olup , kıssa şeklindeki bu anlatımların masal veya mitoloji şeklinde okunması bu mücadeleyi anlamayı zorlaştıracaktır.
Nuh (a.s) örneğine baktığımızda 950 sene kavminin içinde kalmış olmasına rağmen ona iman edenlerin sayısı , etmeyenlere göre kıyas edilmeyecek kadar az olduğunu, kavminin helak edilmeye müstehak olmasından anlamaktayız. Nuh (a.s) şayet müşrik kavmi ile karşılıklı br tavizleşmeye Kur'an tabiri ile "Müdahene" ye girmiş olsaydı belkide ona iman edenlerin sayısında artış olacaktı.
Nuh (a.s) tebliğini sayısal çoğunluk üzerine değil Allah (c.c) den başkasını İlah olarak tanımama esasına kurduğu için kimse ile tavizleşmeye girmek durumuna düşmemiş ve kriterlerini Allah (c.c) nin belirlediği bir sistemin savunuculuğunu ve tebliğini yapmıştır.
İbrahim (a.s) a kavmi içinde sadece Lut (a.s) iman etmiş olması dikkate değer bir durumdur. İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı tavizkar bir şekilde duruş sergilemiş olsa idi ateşe atılmasına gerek bile duyulmayacak ve kavmi ile gül gibi geçinip gideceklerdi. İbrahim (a.s) ın kavmini onu ateşe atmaya yeltenecek şekilde kızdıran duruşunun sebebi neydi ? , neden canı pahasına böyle bir mücadele içine girişti ?.
Son Elçi Muhammed (a.s) Elçi atalarının yolunu takip etmiş ve Mekkelilerin "Müdahene" taleplerini geri çevirmiştir. Mekke de nazil olan ilk surelere baktığımızda ona önerilen mücadele metodunun öne çıkan en önemli noktası kimse ile karşılıklı bir tavizleşmeye gidilmeme emridir (Kalem s. 9. Ayet ).
Nuh , İbrahim , Muhammed ve diğer bütün Nebilerin selam onlara olsun , kavimlerinden bir çok baskı ve zulüm görmüş olmaları , bizlerin baskı ve zulüm görmemek için mevcut iktidarın devam etmesi gerektiği iddiasının ne kadar Kur'anla örtüştüğünü !! göstermektedir.
Bizlere ne oluyor da hem Kur'anı öncellediğimizi iddia ediyor , hem de o Kitap içinde bizden önceki Elçi atalarımızın yoluna ihanet ederek sistemi yönetenlerin sadece eşlerinin başörtülü veya namazlı abdestli olmalarını dikkate alarak bu sistemin artık savunulması gerektiğini iddia edebiliyoruz?.
Müslümanın kriteri bu mu olmalıdır ?.
Müslüman duruşu, sistemin kurucusunun kabrinde veya heykelinin önünde duran başka bir partinin lideri veya mensubu olduğunda onun yaptığına tereddüt etmeden "Şirk" diyebilen fakat bu eylemi bizim partinin !!!! lideri yaptığında "Gönlünüzün kıblesi şaşmasın" diyebilecek kadar yamulmak mı olmalıdır ?.
Müslümanın kriteri , kendisine verilen "Elma Şekeri" mesabesinde olan bir takım iyileştirmeler karşısında atalete düşmemek , Nebilerin örnekliğinde bir yol takip ederek 950 yıl dahi sürse , yanında kimse olmasa dahi doğru bildiğini bıkmadan , yılmadan , korkmadan savunmak olmalıdır.
Aksi takdirde Nebilerin yapmış oldukları ve bizlere Kur'anda anlatılan amellerini haşa "Aptallık" olarak görmek gibi bir yanlışa düşmüş oluruz. Şayet esas olan verilen ile yetinmek olmuş olsa idi , onların ve onlarla beraber olanların yaptıkları mücadeleler boşa yapılmış bir mücadele olmuş olurdu.
Bu gün "Tağut" denildiği zaman aklımıza sadece belli bir gurup Müslümanın sahiplendiği bir kavram aklımıza gelmektedir. Özellikle kendisini "Selefi" olarak niteleyenlerin gündeme taşıdıkları bu kavram, Kur'anın anahtar kavramlarından bir tanesidir. Kur'anı Tevhid merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda ki bu okuma tarih boyunca gelen Elçilerin yolunu anlamada önemli bir okuma metodudur , bu kavram etrafında düşünülmesi gereken bir çok mesele gündeme gelecektir. Bu kavramı birilerinin gündem etmiş olması kendisini Kur'an nisbet edenlerin geri durmasını gerektirmez , aksine daha sıkı sarılmasını gerektirir.
Türkiye geneline baktığımızda son yıllarda "Alim" olarak niteleyebileceğimiz bazı kişilerin Kur'anı gündeme alanlarına baktığımız zaman bir kısım Alimin sisteme itiraz konusunda herhangi bir söylem üretmek şöyle dursun , etrafındakilere sistemi desteklemek konusunda fikirler empoze ettiğini görmekteyiz. Toplumun önünde olan bu kişiler sorumluluk yüklenme bakımından avamdan farklı bir durumda olup etrafındakileri okudukları ve tefsir dersleri yaptıkları Kitap doğrultusunda uyarmaları gerekmektedir. Aksi takdirde İsrailoğulları alimlerinden bir farkları olmayıp yapılan kötülüklere ortak olmak durumunda kalacaklardır.
Sonuç olarak ; Müslüman ve kendisini Kur'anın belirlediği bir Din anlayışına sahip olanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin adının , her ne kadar başında "Muhafazakar" kimlikli insanların olmuş olması onun "Tağuti" bir sistem olduğu noktasında hemfikir olmamızı gerektirir. Sistem konusunda hemfikir olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz düşünce ayrılıkları en aza inmeyecektir. Kulluk görevimiz şayet sadece Allaha olması gerektiği bilincinde isek , Allahın yaratmış olduğu kulların vaaz ettiği sistemleri desteklemeye İslami kılıf uydurmaya çalışmaktan vaz geçip en azından kalbimizle buğz etmek gibi bir eylem içinde olmamız gerekmektedir. Aynı Kitabı okuyarak daha Kitabın bize nasıl bir yol önerdiği noktasında hem fikir olamamamız , bizim Kur'an okumalarında henüz kayda değer bir yol alamadığımızın göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları destekleyen , veya onlara herhangi bir sözü olmayan bir Kitap olarak okunan Kur'an, ancak entellektüel bir muhabbet aracı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
16 Mayıs 2015 Cumartesi
İSRA s. 1-8. Ayetleri Arasını Okuma Kılavuzu
Yazımıza
böyle bir başlık atma sebebimiz; zikri geçen ayetlerin, özellikle İsra s. 1.
ayetinin geleneksel ve modernist okuma tarzında bir takım yanlışlar
üzerine temellendirilerek okunması olup, yazımızda bu ayetlerin nasıl
bir bakış açısı altında değerlendirilip okunması gerektiği yönündeki
tekliflerimizi paylaşacağız. Tekliflerimizi paylaşırken
söylediklerimizin nihai doğrular ve bundan başka doğru yoktur mantığı
altında değil, sadece bu yazıyı yazanın bakış açısından kaynaklanan bir
düşüncenin ürünü olduğunu baştan hatırlatarak konumuza giriş yapalım.
Bilindiği
gibi İSRÂ 1 ayeti hatıra geldiği zaman; geleneksel din algısında ilk
önce "Miraç" adı verilen olay hatıra gelmektedir. İSRÂ 1 ayeti böyle bir
olayın olduğu bilgisini (en ufak bir delalet ihtimali dahi olmadan)
içinde barındırMAmaktadır. Bu olayın olduğuna inananlar, şayet aynı surenin 93.
ayetini okudukları takdirde; bu olayın müşrikler tarafından
gerçekleşmesinin istendiğini ancak böyle bir olayın asla olmayacağının
özellikle belirtildiğini göreceklerdir. NECM Suresi ayetlerinde bu
olayın anlatıldığı düşüncesi, bu surenin İSRÂ Suresi'nden önce inmiş
olduğu hesaba katılır ve ilgili ayetler ön kabulsuz ve bağlam içinde
okunursa, miraç diye bir olayın değil, Muhammed(a.s)'ın Cibril'den vahiy
almasının anlattığı açıkça görülebilir.
"Miraç"
olayı tamamen mitolojik bir düşünce eseri olup özellikle Hıristiyan
düşüncesinde ortaya çıkan elçiyi yüceltici bir düşüncenin eseri olması
açısından tehlikeli bir durum arz etmektedir. Allah(c.c), göndermiş
olduğu elçilerini, biz kulları tarafından asla onları ilah derecesine veya diğer elçilerle üstünlük
yarışına sokulması için göndermemiştir.
Yazımızda
geleneksel okuma hatalarından ziyade, geleneğe karşı çıkarak yapılan
okumalardaki bir takım hatalara dikkat çekmeye çalışacağız.
Modernist
okuma metodunda, ilgili ayetleri anlamakta problem olarak ortaya çıkan
düşüncelerden bir tanesi; 1. ayet içindeki "bi abdihi" (kulunu) kelimesi
ile zikredilen kişinin Muhammed(a.s) değil, 2. ayette "ve ateyne
Musel-kitabe" (ve Musa'ya Kitabı verdik) ibaresinin 1. ayetle bağlantılı
olduğu, "ve" bağlacı ile ayetin başlamış olmasının buna delalet ettiği
iddialarını görmekteyiz. Bu düşüncede olanların 1. ayet içindeki "minel
mescidil-harami" ifadesini farklı şekilde tevil ederek, belirli bir
mekan ismi olmaktan çıkardıklarını ve bu kelimeye "Batınî yorum" olarak
ifade edebileceğimiz bir anlam bindirmeye çalıştıklarını görmekteyiz.
Kur'an
okumalarında herhangi bir fikre varmak için, önce konu ile ilgili
ayetlerin tamamını alt alta koyarak okumak, vardığımız düşüncenin diğer
bir ayet ve Kur'an bütünlüğü ile herhangi bir çelişkisi olup olmadığına dikkat etmek zorunda
olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Vardığımız neticenin "Konu ve
Kitap bütünlüğü"nü gözeterek bu neticeye varılmış olması ve herhangi bir
çelişki arz etmemiş olması gerekmektedir. "Mescidi Haram" deyimi;
Kur'an'da geçtiği bütün ayetlerde belirli bir mekan ismi olarak
geçmektedir. Bu terime farklı anlamlar yükleyerek kafamızdaki ön
kabullere kurban ettiğimiz takdirde, başka bir ayette geçen kelimenin
çelişki arz edeceğini gözden ırak tutmamak gerekmektedir.
Ayrıca "Ve" bağlacı bir konuyu birbirine bağlamak için kullanılabileceği gibi, bir konuyu birbirinden ayırmak için de kullanılmakta, İSRA s. 2. ayeti başka bir konuya giriş yapmakta, dolayısı
ile İSRÂ 1 ayeti içindeki "abdihi" kelimesi ile ifade edilen kişinin
Musa(a.s) olmasının imkanı yoktur. Bahsedilen kişi; adı geçen mekanda
yaşayan Muhammed(a.s)'dır. Böyle bir düşünce içine girilmiş olmasının,
ilgili ayetleri Kur'an bütünlüğünü gözetmeden okumanın bir sonucu
olduğunu düşünmekteyiz.
İSRÂ
1 ayeti içinde geçen "elmescidil-Aksa" (en uzak mescid) terimi ile
ifade edilen yerin nerede olduğu üzerinde yine farklı düşüncelerin
üretilmiş olduğunu görmekteyiz. Bu deyim ile ifade edilen mekanın
"Beytül Ma'mur" adı verilen ve gökte, meleklerin secde ettiği ve
Kabe'nin iz düşümünde bir mescid olduğu olduğu iddiası vardır. Bu
düşüncenin rivayetler yardımı ile ortaya atıldığı, Kur'an'da geçen "vel
Beyt'il Ma'mur" (TÛR 4) deyiminin Kabe olduğu, Kur'an açısından
baktığımızda bu düşüncenin daha doğru olduğu ortadadır. Bu iddianın daha
vahim bir tarafı; miraç olayını kabul etmek anlamına gelir. Bu da
"İsra" kelimesi ile göğe çıkışın ifade edilmiş olduğu iddiasına gelir ki
bu iddianın doğru olması kelime anlamı açısından mümkün değildir.
"Mescidil
Aksa" adlı yerin Mekke'nin Cirane vadisinde bir mescid olduğu ve
Muhammed(a.s)'ın orada namaz kıldığı şeklinde iddialar olup, İSRÂ 1
ayetinin bu duruma işaret ettiği düşüncesi eski tefsirlerde de yerini
bulmuştur. İddialarımızı Kur'an çerçevesinde delillendirmenin daha doğru
bir yaklaşım olduğundan hareketle, İSRÂ 7 ayeti içinde geçen
"el-mescide" kelimesini göz önüne alarak "Mescidil Aksa" ile ifade
edilen yerin neresi olduğu daha doğru ortaya konulabilir.
Bu
deyim ile kast edilen yerin Cirane vadisindeki mescid olduğu
düşüncesinde olanlar, "Mescidil-Aksa" adı ile bugün bildiğimiz yerin
Ömer(r.a) zamanında yapılmış olduğunu, Muhammed(a.s)'ın zamanında bu
yerin Kudüs şehrinin çöplüğü olduğunu, dolayısı ile "İsra" adlı olayın
gerçekleştiği mekanın Kudüs olması ihtimali bulunmadığı iddialarını dile
getirmektedirler.
Kudüs
şehrinde şayet bir mescid var ise, ki var olduğunu İSRÂ 7 ayetinde
görmekteyiz, bu mescidin yıkık ve harap olmuş olması, orasının "Mescid"
adı ile anılMAmasını gerektirmez. "Mescidil-Aksa" olarak anılmış olması,
orada bina halinde yapılmış olan ve Muhammed(a.s) hayatta iken orasının
imarlı bir halde olması gerektiğini de ifade etmez. Süleyman(a.s)
tarafından yapılmış olan bir mescidin var olduğu ve bu mescid harap bir
halde olmuş olması, sembolik olarak ifade ettiği anlamdan herhangi bir
şey kaybetmiş olacağı anlamına gelmez.
"Mescidil-Aksa"
ve "Mescidil-Haram" terimlerinin ortak yönüne baktığımızda; her iki
terimde geçen "Mescid" kelimesi ile ifade edilen yerin ortak bir bağının
olduğu ve bu bağın Musa(a.s) ve Muhammed(a.s)'ın beslendiği kaynağın
aynı olduğunun beyanı açısından okunmasının bizleri daha doğru bir
neticeye ulaştıracağını düşünmekteyiz.
"Aksa"
(en uzak) tabiri Mekke'ye olan uzaklığı göz önüne alınarak ifade
edilmiş olup, Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman içinde tabela ismi olarak
"Aksa Mescidi" şeklinde orasının bilindik bir ismi olmayıp Kur'an'ın
Mekke şehrine olan uzaklığını göz önüne alarak belirtmiş olduğu bir
terkiptir. Bilinen ismi "Süleyman Mabedi" olup, bu mabedle olan ilişkiyi
ilgili ayetler ile ilgili okuma metodu teklifimizde açıklamaya gayret
edeceğiz.
Buraya
kadar ilgili ayetler ile öne sürülen farklı görüşlere katılmama
gerekçemizi izah etmeye gayret ettik. Yazımızın bundan sonraki bölümünde
ilgili ayetleri okurken göz önünde bulundurulması gereken noktaları ele
almaya çalışacağız.
Konumuz
ile ilgili ayetlere yapılan yorumlarda hata yapıldığını düşündüğümüz
nokta şu dur; ilgili ayetler sadece yaşandığı zaman ve mekan dahilinde
değerlendirilmeye tabi tutulmakta ve bu ayetler, nasıl bir mesaj
taşıdıkları düşüncesi ışığında okunmamaktadır.
İSRÂ
1 ayeti ile ilgili olarak tefsirlere baktığımızda "İsra" (gece
yürüyüşü) olayının bedenen mi, yoksa uykuda görülen bir rüya şeklinde mi
gerçekleştiği tartışılmıştır. Kanaatimizce bu olayın bedenen veya rüya
ile gerçekleşmiş olmasının tartışılmasının herhangi bir faydası olmayıp,
her iki şekilden birisi ile gerçekleşmiş olması muhtemeldir. İlgili
ayetleri okurken yürütülmenin keyfiyetini değil, yürütülme ile verilmek
istenen mesajın ne olması gerektiğini düşünmenin daha faydalı olacağını
düşünmekteyiz.
İlgili
ayetlerin nazil olduğu Mekke dönemini kısaca hatırlamak, konuyu
anlamanın başlangıcını teşkil etmektedir. Mekke dönemi; bilindiği gibi Muhammed(a.s) ve
ona tabi olan iman edenlere baskı, işkence ve zulümlerin had safhaya
vardığı bir dönemdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun ile mücadelesinin
anlatıldığı ayetler, bilindiği gibi Mekke'de nazil olmuştur. Bu
mücadelenin anlatılma sebebi tarihi bilgi vermek değil, geçmişteki zalimlerden
kurtulmanın Musa(a.s) örnekliğinde nasıl gerçekleştiği, önce Muhammed(a.s) ve
onunla birlikte olanların, sonra da bizler gibi sonradan gelenlerin o
mücadele örnekliğinden ibretler çıkarılmasına matuftur.
"İsra"
(gece yürüyüşü), müşrik kavimler ile mücadele sürecinin sonunda ve
müşrik kavmin helak edilme sürecinin başlaması ile ilgili bir kelime
olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Musa(a.s) kıssasına baktığımızda;
Firavun ve ordusunun helak edilmesi, Musa(a.s)'ın kavmini "isra" yani
gece yürüyüşüne çıkarması ile başlamıştır (ŞUARA 52).
Muhammed(a.s)'a
bedenen veya uykuda böyle bir yürüyüş yaptırılmış olmasını, ona Rabbi
tarafından zulümden kurtulmasının yolunu göstermesi açısından okunması
gerektiğini düşünmekteyiz. Musa(a.s) ve İsrailoğulları nasıl "İsra" ile
Firavun zulmünden kurtulmuş ise, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte
olanlar böyle bir hicret sonunda başarıya ulaşacaklardır ve 10. yılın
sonunda Mekke'nin fethedilmesi, bu zulmün sona ermesi ve Mekkeli
müşriklerin Firavun misali yenilgiye uğraması olarak okunması
gerektiğini düşünmekteyiz.
İSRÂ
1 ayetini Muhammed(a.s)'a hicret etmesi gerektiğini bildiren, devam
eden 2-8 ayetlerinde İsrailoğulları'nın zikredilmiş olmasını ise,
onların yaşadıkları belde olan "Yesrib"e yani Medine'ye hicret etmesi
gerektiği ve onların nasıl bir yapıda olduğunu bildiren ayetler olarak
okumak mümkündür.
İSRÂ
2-8 ayetleri; Müslümanların Medine'de karşılaşacakları topluluğun,
Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu elçilerden olan Musa(a.s)'a tabi
olduğunu iddia eden bir topluluk olduğunu, dolayısı ile "Ehli Kitap"
olarak aralarında bir bağ olduğunu hatırlatmaktadır. Aynı ayetler,
İsrailoğulları'na hitaben daha önceki çıkardıkları fesadlarında başlarına geleni
hatırlatarak, karşılacakları Müslümanlara karşı aynı fesada devam
ettikleri takdirde, Sünnetullah yasalarının işleyerek bozguna
uğratılacakları haberi verilmektedir.
Kur'an'ın
Medine'de inen ayetlerine baktığımızda; İsrailoğulları'nın Müslümanlar
aleyhine yapmış oldukları fitne ve fesadın, onları nasıl bir sona
uğrattığını açık ve net bir biçimde görmüş olmamız, İsrailoğulları'nın
geçmişte yapmış oldukları fitne ve fesadın cezasını nasıl çekmişlerse,
aynı fitne ve fesadı Müslümanlar aleyhine yapmış olmaları sonucunda,
Sünnetullah yasalarının tekerrür ederek nasıl bir bozguna uğradıklarını
bizlere göstermektedir.
İSRÂ
1-8 ayetlerini sadece Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman ve mekan
çerçevesinde değil, yaşanan her çağa dönük mesajlar olarak okumanın,
Kur'an'ın evrensel mesajına uygun bir okuma biçimi olduğunu
düşünmekteyiz. Dünyanın her neresinde olursak olalım, içinde
bulunduğumuz şartlar bizleri Allah(c.c)'nin dinini yaşamaya engel teşkil
ediyorsa, bulunduğumuz belde dışında yaşama alanı aramak yani hicret
etmek, bizden önceki elçilerin ve onlara tabi olanların uygulamış
oldukları bir yoldur.
Musa(a.s)
ile birlikte olan İsrailoğulları, Firavun zulmünden kurtulmak için
Musa(a.s) önderliğinde bir mücadeleye girişmişler, uzun yıllar süren
mücadele sonunda Firavun ve ordusu helak edilerek İsrailoğulları
kurtuluşa ermişlerdir. Bu mücadele süreci Sünnetullah dediğimiz
yasaların işlemesi sonucunda başarıya ulaşmıştır. Aynı Sünnetullah
kuralları, bir başka zaman İsrailoğulları üzerinde yine işlemiş olup,
fitne ve fesada koştukları zaman nasıl bir işleyiş ile karşılacaklarını
2-8 ayetleri arasında görmekteyiz. Bu yaşananlar örnek gösterilerek
ilerleyen zamanlarda Müslümanlar aleyhine yapabilecekleri fesad
hareketlerinin onlara pahalıya mal olacağı şimdiden haber verilmektedir.
İSRA s. ayetleri İsrailoğullarının gelecek bir zamanda Müslümanlar tarafından yenilgiye uğratılacağını haber veren ayetler değildir. Hele hele rivayetlerde geçen "Melhame-i Kübra" olarak bilinen bir savaşı işaret eden ayetler hiç değildir. Bu ayetler Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu evrensel toplumsal yasaların İsrailoğulları örneğinde nasıl işlediğini göstermekte, aynı yasaların bütün toplumlar için de geçerli olduğunu bildirmektedir.
Bugün yeryüzünde İsrail, Amerika gibi müstekbirlerin yıkımının, kıyamete yakın bir sürede geleceğine inanılan İsa ve Mehdi eli ile gerçekleşeceğine inanarak o zamanı beklemek, Müslümanların zilletini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, zilletten kurtuluşun yolu ise, Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğullarının Firavun'dan nasıl kurtulduklarını bildiren ayetlerdedir.
İSRA s. ayetleri İsrailoğullarının gelecek bir zamanda Müslümanlar tarafından yenilgiye uğratılacağını haber veren ayetler değildir. Hele hele rivayetlerde geçen "Melhame-i Kübra" olarak bilinen bir savaşı işaret eden ayetler hiç değildir. Bu ayetler Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu evrensel toplumsal yasaların İsrailoğulları örneğinde nasıl işlediğini göstermekte, aynı yasaların bütün toplumlar için de geçerli olduğunu bildirmektedir.
Bugün yeryüzünde İsrail, Amerika gibi müstekbirlerin yıkımının, kıyamete yakın bir sürede geleceğine inanılan İsa ve Mehdi eli ile gerçekleşeceğine inanarak o zamanı beklemek, Müslümanların zilletini artırmaktan başka bir işe yaramamakta, zilletten kurtuluşun yolu ise, Musa (a.s) önderliğindeki İsrailoğullarının Firavun'dan nasıl kurtulduklarını bildiren ayetlerdedir.
Sonuç
olarak; İSRÂ 1-8 ayetleri bir bağlam dahilinde okunarak,
Muhammed(a.s)'ın belirli bir mekandan bir başka mekana götürülmesinin,
Musa(a.s) örnekliğindeki gece yürüyüşünün başarıya ulaşmış olması
hatırlatılmış ve bu hatırlatma, Muhammed(a.s)'ın İsrailoğulları'nın
kutsal beldesindeki "Mescid"e "isra" yani gece yürüyüşü ile yapılmıştır.
Bu yürütülmenin keyfiyetinden çok, verilmek istenen mesajı okumaya
çalışmanın, konu ile ilgili bir takım yanlış düşünceler içine
girilmesine engel olacağını düşünmekteyiz. Bu mesajı, Muhammed(a.s)'ın
içinde bulunduğu zulüm ve baskıdan nasıl kurtulabileceği daha önce
yaşanmış olan canlı örnekten yola çıkılarak gösterilmesi olarak
okuyabiliriz. Olayı sadece belirli bir mekandan bir başka mekana
götürülmek şeklinde okuyarak "mucize" şeklinde değerlendirmek, verilmek
istenen mesajı anlamamaktan kaynaklanan ve elçiyi merkeze alan bir
düşüncenin ürünüdür. Halbuki ilgili ayetler evrensel mesajlar taşımakta
olup, her devirde karşımıza çıkan zorluklarla nasıl bir yol ile başa
çıkabileceğimiz bizlere gösterilmiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Mayıs 2015 Perşembe
BAKARA s. 61. Ayeti : Zillet ve Meskenet Damgası Vurulmasının Yasası
Kur'an'ın İsrailoğulları ile anlatımlarını sadece onların nasıl bir
kavim oldukları çerçevesinde değil, "Sünnetullah" dediğimiz
Allah(c.c)'nin arz üzerine koymuş olduğu toplumsal yasalarının nasıl ve
ne sebeble işlediğinin onlar üzerinden okunması amacına matuf olduğunu
konu ile ilgili yazılarımızda öncelikle vurgulamaya çalışmaktayız.
Yapılan bu anlatımlardan dersler çıkarılması ve aynı yasaların değişmez
olduğundan hareketle, onların yapmış olduğu müsbet ve menfi amellerin
onlar üzerindeki etkilerinin, sonrakiler için de işleyeceğinin bilinmesi
çerçevesinde okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu
yazımızda ele almaya çalışacağımız konu BAKARA 61 ayeti olup, bu ayet
üzerinden verilmek istenen mesajı bize dönük bir mesaj olarak okumaya
çalışacağız.
BAKARA 61. ayete kadar olan süreç
kısaca şöyledir; İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulduktan sonra,
yerleştikleri topraklar üzerinde Allah(c.c) onlara "elmenne vesselva"
(meallerde "bıldırcın ve kudret helvası" şeklinde çevrilen yiyecekler)
sunduğunu bildirmektedir. Tefsirlerde bu isimlerle anılan yiyeceklerin
cins isimden ziyade, genel bir anlamı olduğunu kısaca hatırlatmak
istiyoruz.
"Menne" kelimesi Kur'an'ın başka yerlerinde de geçmekte olup "verilen bir nimetin kişiye hatırlatılması" anlamındadır. "Selva" kelimesi ise "kişiyi avunduran şey" anlamındadır.
Kelimelerin
bu anlamları üzerinden giderek, İsrailoğulları'na verilen "men" ve
"selva" olarak ifade edilen şeylerin cins ismi olan yiyeceklerden
ziyade, onları beslenme ihtiyaçlarını giderecek olan nimetlerin
sunulması ve bu nimetlerin onlara hatırlatılması olarak anlamak
mümkündür.
Allah(c.c)'nin İsrailoğulları'nı bu
şekilde nimetlendirmiş olması, onları tatmin etmez ve Musa(a.s)'dan
başka yiyecekler isterler.
وَاِذْ قُلْتُمْ يَا
مُوسٰى لَنْ نَصْبِرَ عَلٰى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ
يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْاَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّٓائِهَا
وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَاۜ قَالَ اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذ۪ي هُوَ
اَدْنٰى بِالَّذ۪ي هُوَ خَيْرٌۜ اِهْبِطُوا مِصْراً فَاِنَّ لَكُمْ مَا
سَاَلْتُمْۜ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَٓاؤُ۫
بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِاٰيَاتِ
اللّٰهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيّ۪نَ بِغَيْرِ الْحَقِّۜ ذٰلِكَ بِمَا
عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ۟
[002.061]
Siz (ise şöyle) demiştiniz: «Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe
katlanamayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla,
acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın.» (O zaman Musa da) «Hayırlı
olanı, değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a
inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır.» demişti. Onların
üzerine zillet ve meskenet (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba
uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve
peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi: (yine) bu, isyan
etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi.
Bu ayeti mesaj içerikli olarak okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz;
Bir
çeşit yemeğe katlanamayan insanlar, yemek çeşidini çoğaltmak için bu
yönde bir çalışma içine girmek zorundadırlar. Allah(c.c) hiçbir insana
yattığı yerden rızık göndermez. Rızkının genişlemesini isteyen kimse
bunu genişletmek için gerekli olan ameliyeyi göstermek zorundadır.
İsrailoğulları bu ameliyeyi göstermek yerine, Musa(a.s)'dan bunu
istemişler ve ona "Rabbine yalvar" demişlerdir. İsrailoğulları
kendileri için istedikleri bir şey için çalışmak yoluna gitmeyip,
elçilerinden bunu "Rabbine" ifadesini kullanarak istemişlerdir. Halbuki
Allah(c.c) sadece Musa(a.s)'ın Rabbi değildir.
Rızıklarını
artırmasını istedikleri Rablerine kendileri dua etmeyecek kadar kibir
sahibi bir kavim örneği, aynı kibre sahip olanların başlarına
geleceklerin yaşanmış örneğini göstermektedir. Daha dün büyük bir
zulümden kurtulanlar, bu zulmü unutup konforlu bir hayat istemeye
başlamışlardır.
Musa(a.s) onlara daha önce
başlarından geçen olayı hatırlatarak "İhbitu Mısran" (Mısır'a inin)
diyerek, istediklerinin orada önceden olduğunu veya istediklerini orada
bulabileceklerini hatırlatmıştır.
Bu hatırlatma
bizim için şunları ifade edebilir; özgür bir yaşam sürmek bir takım
bedeller vermeyi gerektirmektedir. Bu bedelleri ödemeye razı olmayanlar
başkalarının esareti altında yaşamaya mahkumdurlar. Ülkelerin siyasal ve
ekonomik yönden bağımsızlık içinde olma istekleri böyle bir bedel
ödemeyi gerektirir. Her ülke insanı kendilerinin sahip oldukları
kaynakları kullanmak sureti ile --yani kendi yağı ile kavrulmaya razı
olan bir hayat idame ettirmeye çalıştıkları takdirde-- dışa bağımlı bir
durumda kalmaktan kurtulurlar ve siyasal ve ekonomik bağımsızlıklarını
elde etmiş olurlar.
Bu durumu kişisel bazdan
başlayarak devletler bazına kadar genişletmek mümkündür. Kişi kazandığı
kadar harcama yapıyorsa, bu kişi hiç kimseden maddi olarak bir yardım
istemek zorunda kalmaz. Devletler gelirleri kadar harcama yapıyorlarsa,
başka devletlerden borç istemek zorunda kalmazlar. Gelirlerinden çok
harcama yaparak başkalarından borç almak zorunda kalan devletler,
aldıkları borç karşılığında o devletlere ekonomik ve siyasal yönden bir
takım tavizler verirler ve onların baskıları altına girmekten
kurtulamazlar.
Musa(a.s)'ın İsrailoğulları'na söylemiş olduğu "Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır" sözünün açılımını şu şekilde okumak mümkündür; "Her
istediğinizi elde etmek veya her istediğinizi yemek gibi bir amaç
içindeyseniz; Firavun'un kanatları altına girin. Karnınız belki doyar
ama bir zalimin yönetimi altına girmiş olursunuz.".
Bu
sözler evrensel bir yasayı bizlere hatırlatmaktadır. Ayet içinde geçen
"İhbitu" kelimesinin tahlilini yaptığımız zaman, söylemek istediğimiz
biraz daha açık bir biçimde anlaşılacaktır. "Elhubut" kelimesi "yukarıdan aşağı inmek veya düşmek"
anlamındadır. "İzhebu Mısran" (Mısır'a gidin) denilmeyip "İhbitu
Mısran" (Mısır'a inin) denilmesi; yüksek bir mevkiden daha aşağı bir
inişi ifade etmektedir. "Mısır'a inmek" tabiri; İsrailoğulları'nın
içinde bulundukları özgür ortamı, midelerini doldurmak için satmaları
anlamına gelmektedir.
"Hayırlı olanı, değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?"
Musa(a.s)'ın
bu sorusu, aslında hayırlı olan şeylerin sadece dünya hayatının geçici
zevkleri uğruna satılmaması gerektiği vurgusunu yapması açısından önemli
bir cümledir. Ahiret hayatının, geçici dünya hayatı karşılığına sadece
yemek içmek gibi şeyler kazanmak için satılmaması, yemek, içmek gibi
zevklerden daha değerli olan şeylerin olduğu hatırlatması Musa(a.s)'ın
ağzından yapılmaktadır.
Musa(a.s)
İsrailoğulları'na, içinde bulundukları özgürlük nimetini hatırlatarak,
özgürlüklerini sadece midelerinin isteklerini yerine getirmek amacı ile
satarak, yerine dolu bir mide fakat esaret altında bir hayata razı
olanların durumlarını hatırlatarak, onlara başlarına gelecek akıbeti
hatırlatmaktadır. Kişiler ellerindeki imkanları kullanarak rızıklarını
artırmaya çalışmak yerine, başkalarının imkanlarını kullanma yolunu
seçerlerse; bu imkanı kullanmanın bedelini ödemek zorundadırlar. Bu
bedel; borç, esaret, baskı, zulüm, siyasal ve ekonomik işgal şeklinde
gerçekleşecektir.
"Geri bırakılmış (kalmış)
ülkeler" olarak bildiğimiz yerlerde yaşayan insanların yaşam tarzlarına
baktığımız zaman; Amerikan yaşam tarzının bir yansıması olan kola, cips,
hamburger vb. tür yiyeceklerin zararlı olduklarını bile bile tüketmenin
elit bir yaşamın gereği olarak görülmüş olmasının, geçmişte
İsrailoğulları'nın düştüğü ve "zillet ve meskenet" damgası vurulmasına
sebep olan durumdan hiçbir farkı yoktur.
Kişiler
veya devletler şayet zengin ve müreffeh bir hayat sürmek istiyorlarsa;
önce kendilerinin sahip oldukları kaynakları değerlendirmek
zorundadırlar. Başkalarından borç alarak böyle bir zenginliğe sahip
olmak zor hatta imkansızdır. Hiçbir devlet diğer bir ülkeye kalkınması
için borç vermez, verdiği borcu faiz almak karşılığında verir. IMF adlı
dünyaya borç veren örgütün, borç verdiği ülkelere koştukları şartları
araştıracak olduğumuzda bu söylediklerimiz daha açık ve net olarak
anlaşılacaktır.
IMF adlı örgütün borç verdiği
ülkelere tarım üretimi konusunda belirli şartlar koymuş olması, o
ülkelerin ekonomik yönden bağımlı olmasını amaçlayan, yani onları
göbeklerinden kendilerine bağlamayı amaç edinmiş olmalarının açık bir
örneğidir. Verdikleri borcu üretimi değil tüketimi artırmak amacı ile
kullandırma şartı, bu örgütün şeytani bir örgüt olduğunu açık bir
göstergesidir.
Beslenmek; insanlığın en temel
ihtiyaçlarından birisi olup bu ihtiyacın giderilmesi, çalışmak gibi bir
şarta bağlanmıştır. İsrailoğulları'nın bir çeşit yemeğe dayanamamaları
ve farklı gıdalar istemiş olmasının yanlış olan tarafı şudur; insanlar
eğer rızık bakımından genişlik isterlerse, bu genişliği temin etmek için
çalışmaya gayret etmek zorundadırlar. İsrailoğulları'nın Kur'an'da
anlatılan kıssasına baktığımızda, isteklerinin yerine gelmesi için
koşulan şartı yerine getirmek istemedikleri görülmektedir.
BAKARA
58 ayetine baktığımızda, onlara istediklerini bulabilecekleri bir belde
gösterilmiş ve o beldede istediklerini rahatlığı bulacakları beyan
edildiği halde Allah(c.c)'nin koymuş olduğu kuralları yerine
getirmeyerek MAİDE 20-26 ayetleri arasında görüldüğü üzere Musa'(a.s)'a "Sen ve Rabbin gidin savaşın" diyebilmişlerdir. Onların bu isyanları pahalıya mal olmuş ve yıllarca darmadağınık bir yaşam sürmüşlerdir.
İsrailoğulları'nın
Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri yüzünden gazaba, zillet ve meskenete
düşmelerini BAKARA 61 ayeti içinde okuduğumuz zaman, inkar ettikleri
ayetler sadece "Kitabi Ayetler " değil "Kevni Ayetler" dediğimiz yerin
soğan, sarımsak vb. bitirme yasalarına tabi olmak istememeleridir.
Dün,
bugün ve yarın hangi insan topluluğu olursa olsun, eğer yerin
bitirdiklerini yemek istiyorlarsa yerin bitirme yasalarına tabi olmaları
gerekmekte, bu yasalar gereği toprağı ekip biçme vb. bakımını yapmak
sureti ile ürün almak zorundadırlar. Bu yasalar devlet politikası olarak
uygulama alanına sokulup, ülke sınırları içinde yaşayan insanların
temel gıda ihtiyaçlarının dışa bağımlı olmaması gerekmektedir.
Eğer
devletler temel gıda ihtiyaçlarını dışa bağımlı bir hale sokarlarsa,
gün gelir bu gıda ihtiyaçları, temin ettikleri ülkelerin elinde bir
silaha dönüşür ve sattıkları ülkeleri bunları vermemek veya fahiş fiyata
satın almak gibi bir duruma sokarak ülkeleri hegemonya altına sokarlar.
"ZİLLET"
(alçaklık) ve "MESKENET" (yoksulluk) damgası yemek, kişilerin veya
ülkelerin yazılmış bir kaderi değil, arz üzerindeki cari olan yasaların
işlemesi neticesindedir. Müslüman veya kafir kimliğine sahip olan kişi
veya ülkeler bu damgayı yemek için gerekli olan çabayı gösterdikleri
takdirde, Allah(c.c) herhangi bir ayırım yapmadan bu damgayı vurur.
Müslüman veya kafir kimliğine sahip olan kişi veya ülkeler bu damgayı
yeMEmek için gerekli olan çabayı gösterdileri takdirde, Allah(c.c) yine
ayırım yapmadan bu damgayı onlara vurmaz. Sünnetullah dediğimiz yasalar
belirli bir dine veya kavme mensup olanlar için özel bir işleyiş
göstermez.
Bugün adına "İsrail" denen topraklar
üzerinde yaşayan Yahudiler, atalarının yaptıkları hataları görmüşler ve
bu hatalardan bizlerin ders çıkarması gerekirken onlar eski hataların
atalarına neye mal olduğunu görerek, bu hatalardan olumlu dersler
çıkararak özellikle ziraat alanında dünyaya hakim olmuşlardır. Yerin
bitirdiklerini sadece Allah(c.c)'nin onlara yattıkları yerden
vermeyeceğini anlayan Yahudiler, "Kevni Ayetler"i okuyarak bu konuda
olması gereken çalışmayı yapmışlar, dolayısıyla da evrensel yasalar
onların lehinde işlemiştir.
Sonuç olarak;
İsrailoğulları ile ilgili anlatımların Sünnetullah'ın işleyiş
örneklerinin canlı örnekleri olarak okunduğunda, BAKARA 61 ayeti
evrensel yasaların işleyişini bizlere göstermektedir. Kişiler eğer
herhangi bir yönden genişlik istiyorsa, o genişliği elde etmenin
yollarına tabi olmaları gerekmektedir. Bu genişliği elde etmek, bazı
hayırlı şeylerden feragat etmeyi gerektirecek ise bu yapılmamalı, geçici
dünya zevkleri asla kalıcı Ahiret hayat karşılığında
değiştirilmemelidir. Aksi takdirde zillet ve meskenet damgası vurularak
dünyada zelil bir hayat sürülür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
12 Mayıs 2015 Salı
Kur'an Kavramlarını Kapitalist Sistem içinde Eritme Çalışmaları: Riba örneği
Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz en sıkıntılı durumlardan birisi , yaşadığımız topraklarda geçerli olan ekonomik sisteme ayak uydurarak kapitalizm'in çarkları arasında ezilmiş olmamızdır. Faiz bu sistemin bel kemiğini oluşturmakta olup , neredeyse hiç kimse bu tür işlemlerden kendisini dışarda bırakamamaktadır.
İşin en sıkıntılı tarafı, içinde bulunduğumuz bu ekonomik sistem içinde Kur'anın yasakladığı ve "Riba" olarak kavramlaşan, bu gün "Faiz" olarak gündemimizde bulunan işlemin yumuşatılma veya delme çabaları olarak ifade edebileceğimiz düşüncelerin içine girilmiş olunmasıdır.
Kur'anda yasak edilen Riba ile şimdiki Faiz tanımının aynı olmadığı , yasaklanan Ribanın kat kat olan Riba olduğu , haram olan kısmın faiz almak olduğu vermenin haram olmadığı , mecbur kalma durumunda nasıl domuz veya şarap helal oluyorsa faiz almanın da böyle bir helallik dairesine girdiği gibi düşüncelerin dile getirildiğini görmekteyiz. Yazımızda önce Kur'anda geçen "Riba" kelimesinin anlamı ve geçtiği Ayetleri ele almaya çalışarak bu konuda nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
"Erriba" kelimesi ; " Yüksek tepe" anlamına gelen "Rabvetün" kelimesinden türemiştir. Tepe nin kendi kendine arttığı yükseldiği için , ona bu ad verilmiştir. Buradan hareketle , "Arttı ve yükseldi" anlamında "Rabee" fiili kullanılmıştır. "Erriba" kelimesi , ana malın üzerinde artma , üzerine ekleme anlamında olup , İslam hukukunda ki kullanımı yalnızca , belirli bir şekilde olan artışa , eklemeye tahsis edilmiştir ( Elmüfredat).
Bu kelimenin "Artma" , "Çoğalma" şeklinde sözlük anlamlarının geçtiği Ayetler şunlardır.
[013.017] Gökten su indirir de dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan (Rabiyen)köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya yararlanmak için ateşle erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Böyle misal verir Allah hak ile batıl için. Köpük; uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle; Allah daha nice misaller verir.
[069.010] Hep Rablerinin peygamberine karşı geldiler; o da onları gittikçe artan (Rabiyeten) bir tutuşla alıverdi.
[016.092] İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok(Erba) olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette size beyan edecektir.
[002.265] Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerini sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede (Rabvetin)bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görür.
[023.050] Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepeye (Rabvetin) yerleştirdik.
[022.005] Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmekten bir şüphede iseniz (düşününüz ki) Biz sizi topraktan, sonra safi bir sudan, sonra kırmızı bir kan parçasından, sonra da tam yaratılmış veya tam yaratılmamış bir et parçasından yarattık, size açıkça anlatalım (diye) ve dilediğimizi rahimlerde muayyen bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra da kemale eresiniz (diye yaşatıyoruz) ve sizden kimi vefat ettiriliyor, ve sizden kimi de ihtiyarlık çağına itiliverilir, tâ ki, bilgiden sonra birşey bilmez olsun. Ve yeryüzünü kurumuş bir halde görürsün. Vaktâ ki, onun üzerine suyu indiriveririz, harekete gelir ve kabarır (Rabet)ve her güzel çiftten otları bitirir.
[041.039] Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması (Rabet), Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye kadir'dir.
Kelimenin sözlük anlamında kullanılan Ayet meallerini gördükten sonra , ıstılahi anlamda kullanıldığı Ayetleri görelim.
[030.039] İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir riba Allah katında artmaz; fakat, Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevablarını kat kat artıranlardır.
[003.130-131] Ey İnananlar! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa erişesiniz.İnkar edenler için hazırlanmış ateşten sakının.
[002.275] Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, «Zaten alışveriş de riba gibidir» demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, ribayı haram kıldı. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de riba dan geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim ribaya dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[002.276] Allah ribayı eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkarı sevmez.
[002.278] Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve eğer inanmışsanız, ribadan artakalanı bırakın.
[004.161] ve nehyedildikleri halde riba almaları ve halkın malını haksızlıkla yemeleri sebebleriledir ki evvelce onlara halâl kılınmış bir çok pâk ve hoş ni'metleri kendilerine haram ettik ve kâfir kalanlarına elîm bir azab hazırladık
Ayetlere baktığımız zaman , yasaklanan riba'nın ne olduğu bilinmekte ve insanlar arasında yapılmakta olan bir işlemdir. Riba yani bu gün faiz olarak bildiğimiz işlemin , insanlar arasında malların "Hak" olarak yenildiği işlem olan "Ticaret" in dışında bir işlem olduğu ve bunun "Haram" kılındığı beyan edilmektedir.
Kur'ana baktığımız zaman zaruret halinde bu faizli işlemin yapılabileceği gibi bir ruhsat görmemekle birlikte , bu gün içinde bulunduğumuz sistemin faize dayalı olmuş olması bizleri bu konuda kapı aralamaya veya yaptığımız faizli işlemlerin haram olmadığına inanmamızı sağlayacak teorilerin üretilmesi gerektiğine dair düşünceler içine girmemizin şart olduğu zannına kaptırmaktadır.
"Faiz" veya Kur'an tabiri ile "Riba" kısaca, "alınan bir borç veya yapılan bir alışverişte bir tarafın lehine önceden şart koşulan ve karşılığı olmayan fazlalık" olarak tanımlanabilir. Meselemiz bu gün içinde yaşadığımız şartlarda bu tür işlemlerde yapılanın bu tanıma girip girmediğidir.
Kur'anın tanımladığı faiz ile bu günkü faizin aynı şey olmadığı , Kur'anda tanımlanan ve haram olan faizin "Kat kat" şeklinde olan ve tefeci faizi olarak bildiğimiz işlem olduğu bu gün bankaların tüketicilerden aldıkları faizlerin bu tanıma dahil olmadığı ,olmaması gerektiği gibi sözleri özellikle düşüncelerini Kur'an nisbet eden insanlardan duymaktayız.
İşin daha ilginç düşüncesi , Kur'anda haram kılınan faizin "Almak" şeklinde gerçekleşen işlem olduğu , "Vermek" şeklinde gerçekleşen işlemin haram olmadığı gibi sözlere bile rastlamaktayız. Kısa ve net bir şey söylemek gerekirse faiz alıp vermek aynen zina gibi iki kişinin arasında olan ve her iki kişiyi de haram işlemiş hükmüne sokan bir fiil gibidir. Kadın veya erkekten birisinin zinaya mecbur kalmış olması yapılan zinayı asla meşru göstermez.
Zina eden kadın veya erkekten herhangi birini yaptığı zinadan ötürü mazur görecek hiç bir bahane olamaz. Faiz konusu da aynı bu şekilde olup , faizi alanın haram işlediği , verenin haram işlemediği gibi bir düşüncenin Kur'anın bu konudaki takip ettiği tedricilik metodunu okumamaktan ileri gelen veya yaptığı yanlışı doğru görmek şeklinde bir düşüncenin eseridir.
Bakara s. içinde geçen Ayetler bu konudaki nihai Ayetler olup , sadece Ali imran s. içinde geçen Ayetlere bakıp, "haram olan kat kat yemektir , oranı düşük olan faiz haram değildir" demek yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir. Kur'an, faizli olan en ufak bir işleme dahi cevaz vermemekte olup bu gün bu konuda aranmaya çalışılan faize cevaz bulma çalışmalarına Kur'an içinden delil bulmanın imkanı yoktur.
Günümüz şartları için bu haramlılığı değerlendirmeye kalktığımız zaman , kişinin darda kalması gibi bir durum ile karşı karşıya geldiği zaman ne yapabileceği sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle Türkiye geneline baktığımız zaman , faiz oranlarının düşük seyretmesi , bankaların kişileri faizli borç almaya özendirmesi , kişisel ihtiyaçların suni bir şekilde kabarmasına sebeb olmuştur.
Bankaların işi azıtarak dini bayramları bile kullanarak "Geleneksel bayram kredileri" adı altında kişileri borca sokarak tatil yapmalarını teşvik etmeleri , veya arabalarının modelinin yükseltmeleri için düşük faizli krediler vermeleri bizleri öyle bir hale getirmiştir ki bu tür kredi almayanlar neredeyse aptal durumuna düşmüş gibi bir hava oluşturulmaktadır.
İşin daha korkunç boyutları kredi kartları ile ilgilidir , Türkiye geneline baktığımızda "Kredi kartı mağdurları" adı altında bir insan topluluğu oluşmuştur. Bu mağdurlara!!! sanki bankalar silah zoru ile kredi kartı vermiş , ve yine silah zoru ile aşırı borçlandırmış , ve yine borcunu ödemek istedikleri fakat banka onlardan faiz almak için bu borcu kabul etmemiş gibi bir mağdurluk edebiyatı içine girilmiştir.
Halbuki kredi kartı için bankaya müracaat eden kişi mağdurun !!! kendisi , kredi kartını bedava para gibi kullanan mağdurun !!! kendisi , suni ihtiyaçlar türeterek "illaki bunu almak zorundayım" diyen mağdurun !! kendisi , borcun zamanı geldiğinde ödeyecek parası olmadığı için bankaya kart borcunu ödemeyemeyen yine mağdurun !! kendisidir.
Kısacası "Kredi kartı mağdurları" şeklinde ortaya çıkan ordunun neferleri mecbur kalmaktan çok , mecbur kaldığını sanan kişilerden oluşan bir ordudur. Dünyanın hiç bir yerinde , Dünyanın hiç bir kanunu ve Evrensel yasalar , ödemeye gücü olmadığını bile bile borç alan birisini hoş görmez.
Yusuf (a.s) kıssasına baktığımız zaman , Mısırın kıtlık ekonomisini yönetme şekli , bollukta darlık zamanı için birikim yapmak gibi bir esasa daynamış olması evrensel bir iktisadi yasadır. Yusuf (a.s) şayet Mısırın iktisadını bu yasalar gereği gibi yönetmemiş olsaydı ülkenin açlıktan kırılması yine yasaların bir gereğiydi. Bu yönetim şekli kişisel ihtiyaçların savruk bir biçimde kullanılmamasından tutun devletlerin harcamalarına kadar geçerlidir.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[017.029] Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.
[025.067] Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
Bu gün içinde bulunduğumuz kapitalist sistem sadece tüketim odaklı olması nedeniyle insanları sadece tüketmeye teşvik etmekte bunu her türlü yayı organını devreye sokarak yapmakta , reklamı yapılan ürünü alamamayı eziklik gibi göstererek bu ezikliği yaşamamak için bilmem kaç taksitle o ürünü kişilere satmaktadır. Bu tür aldatmalarla gelirinden fazla borçlanan kişi borç yükü altına girmekte ve bunu ödemek için faize düşmektedir.
Bu tür sıkıntılar maalesef Müslümanlar içinde geçerlidir , zorunlu ihtiyaç olduğunu düşünerek faizli kredi almak zorunda kaldığını hisseden Müslümanlardan bir kısmı , faizin haramlılık boyutunu bir şekilde kırmanın yolunu aramaya çalışmaktadırlar. İçkinin veya Domuz etinin, darda kalınması durumunda helal olduğundan yola çıkarak, yani bir nevi kıyas yaparak kendisini bu haramlıktan kurtarma yoluna gitmektedirler.
İçki veya Domuz etinin yenilme ruhsatı ölüm ile karşıya karşıya gelindiği ve başka bir çare olmadığı an helal olup, bu şekil bir ruhsatı faizli bir işlem için kullanmanın asla imkanı olmadığını düşünmekteyiz. Faizli kredi alan bir kimse , kredi almak zorunda kalmasını başka bir çaresi olmadığı için değil, faizlerin düşük olması nedeniyle almaktadır , aksi takdirde ölüm ile burun buruna gelme durumuna düşmesi gibi bir zorunluluktan dolayı faizli kredi alan bir kişi olduğunu düşünmek zordur.
Kapitalist sisteme entegre olmuş Müslümanların içinde oldukları bu durum maalesef içler acısıdır. Bir çok Müslüman gelirinden fazla yaptığı harcamalardan dolayı faiz batağına düşmüş ve bazıları bu batağa düşmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık dahi duymamaktadır.
Gerçekten darda kalan birisine yardım etmeyi teşvik eden Ayetler maalesef işlevini yitirmiş durumda olup faizli kredi almaktan başka bir çaresi kalmayan Müslümanların o kişiye yardım etme zorunlulukları olduğu unutlmuş ve bankaların kucağına itilmiştir.
Sonuç olarak ; "Müslümanlar olarak yaşadığımız sistem içinde nasıl hareket etmeliyiz ?" sorusu , yukarıda yazılanlardan sonra cevaplanması gereken bir sorudur.
1- Faizli işlemlerin hiç bir şekilde , nasıl bir durumda olursak olalım helal dairesi içinde değerlendirilmemesi faizli yapılan her türlü işlemin "Haram" olduğunu bilinmesi.
2- Evrensel iktisadi yasalar gereği , gelirinden fazla harcayan kişi ,aile , toplum , devletlerin batmaya mahkum olduğunun asla hatırdan çıkarılmaması , gelirimiz ne kadarsa asla onun üzerinde bir harcamaya gidilmemesi.
3- İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız olduğunu asla unutmadan bizlere suni ihtiyaçlar sunmalarına kanmamalıyız.
4- Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin yanlışlıklarını , Kur'andan delil aramaya kalkarak düzgün göstermeye çalışmamalıyız , şayet faizli bir işlem yapmak durumundaysak bunun yanlış olduğunu en azından bilerek yapmalıyız , doğru olduğunu düşünerek yapılan faizli işlemler kişilerin itikadı derinden yaralayacaktır.
5- Bizleri faizli işlem yapmaya zorlayacak harcamalardan ve tüketim alışkanlıklarından mümkün olduğunca geri durmalıyız.
6- Riba veya Faiz kelimeleri üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunmaya çalışmak Kur'ana teslim olmanın değil , Kur'anı teslim almaya yönelik çalışmaları olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
7- Dara düşen bir kişiye karşılığına sadece Allah (c.c) den bekleyerek yardım etmek.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
İşin en sıkıntılı tarafı, içinde bulunduğumuz bu ekonomik sistem içinde Kur'anın yasakladığı ve "Riba" olarak kavramlaşan, bu gün "Faiz" olarak gündemimizde bulunan işlemin yumuşatılma veya delme çabaları olarak ifade edebileceğimiz düşüncelerin içine girilmiş olunmasıdır.
Kur'anda yasak edilen Riba ile şimdiki Faiz tanımının aynı olmadığı , yasaklanan Ribanın kat kat olan Riba olduğu , haram olan kısmın faiz almak olduğu vermenin haram olmadığı , mecbur kalma durumunda nasıl domuz veya şarap helal oluyorsa faiz almanın da böyle bir helallik dairesine girdiği gibi düşüncelerin dile getirildiğini görmekteyiz. Yazımızda önce Kur'anda geçen "Riba" kelimesinin anlamı ve geçtiği Ayetleri ele almaya çalışarak bu konuda nasıl bir tavır içinde olunması gerektiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
"Erriba" kelimesi ; " Yüksek tepe" anlamına gelen "Rabvetün" kelimesinden türemiştir. Tepe nin kendi kendine arttığı yükseldiği için , ona bu ad verilmiştir. Buradan hareketle , "Arttı ve yükseldi" anlamında "Rabee" fiili kullanılmıştır. "Erriba" kelimesi , ana malın üzerinde artma , üzerine ekleme anlamında olup , İslam hukukunda ki kullanımı yalnızca , belirli bir şekilde olan artışa , eklemeye tahsis edilmiştir ( Elmüfredat).
Bu kelimenin "Artma" , "Çoğalma" şeklinde sözlük anlamlarının geçtiği Ayetler şunlardır.
[013.017] Gökten su indirir de dereler onunla dolar taşar. Üste çıkan (Rabiyen)köpüğü sel alır götürür. Süslenmek veya yararlanmak için ateşle erittiklerinizin üzerinde de buna benzer bir köpük vardır. Böyle misal verir Allah hak ile batıl için. Köpük; uçar gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır. İşte böyle; Allah daha nice misaller verir.
[069.010] Hep Rablerinin peygamberine karşı geldiler; o da onları gittikçe artan (Rabiyeten) bir tutuşla alıverdi.
[016.092] İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra, söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin diğerinden daha çok(Erba) olmasından ötürü yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette size beyan edecektir.
[002.265] Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerini sağlamlaştırmak için mallarını sarfedenlerin durumu, yüksekçe bir tepede (Rabvetin)bulunan, bol yağmur aldığında yemişlerini iki kat veren, bol yağmur yağmasa bile çisentisi düşen bir bahçenin durumu gibidir. Allah işlediklerinizi görür.
[023.050] Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepeye (Rabvetin) yerleştirdik.
[022.005] Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra tekrar dirilmekten bir şüphede iseniz (düşününüz ki) Biz sizi topraktan, sonra safi bir sudan, sonra kırmızı bir kan parçasından, sonra da tam yaratılmış veya tam yaratılmamış bir et parçasından yarattık, size açıkça anlatalım (diye) ve dilediğimizi rahimlerde muayyen bir vakte kadar durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, sonra da kemale eresiniz (diye yaşatıyoruz) ve sizden kimi vefat ettiriliyor, ve sizden kimi de ihtiyarlık çağına itiliverilir, tâ ki, bilgiden sonra birşey bilmez olsun. Ve yeryüzünü kurumuş bir halde görürsün. Vaktâ ki, onun üzerine suyu indiriveririz, harekete gelir ve kabarır (Rabet)ve her güzel çiftten otları bitirir.
[041.039] Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçmesi, kabarması (Rabet), Allah'ın varlığının belgelerindendir. Ona can veren Allah şüphesiz ölüleri de diriltir. Doğrusu O her şeye kadir'dir.
Kelimenin sözlük anlamında kullanılan Ayet meallerini gördükten sonra , ıstılahi anlamda kullanıldığı Ayetleri görelim.
[030.039] İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir riba Allah katında artmaz; fakat, Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevablarını kat kat artıranlardır.
[003.130-131] Ey İnananlar! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa erişesiniz.İnkar edenler için hazırlanmış ateşten sakının.
[002.275] Riba yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, «Zaten alışveriş de riba gibidir» demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, ribayı haram kıldı. Kime Rabb'inden bir öğüt gelir de riba dan geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah'a aittir. Kim ribaya dönerse, işte onlar cehennemliktir, onlar orada temelli kalacaklardır.
[002.276] Allah ribayı eksiltir, sadakaları bereketlendirir. Allah pek nankör olan hiçbir günahkarı sevmez.
[002.278] Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve eğer inanmışsanız, ribadan artakalanı bırakın.
[004.161] ve nehyedildikleri halde riba almaları ve halkın malını haksızlıkla yemeleri sebebleriledir ki evvelce onlara halâl kılınmış bir çok pâk ve hoş ni'metleri kendilerine haram ettik ve kâfir kalanlarına elîm bir azab hazırladık
Ayetlere baktığımız zaman , yasaklanan riba'nın ne olduğu bilinmekte ve insanlar arasında yapılmakta olan bir işlemdir. Riba yani bu gün faiz olarak bildiğimiz işlemin , insanlar arasında malların "Hak" olarak yenildiği işlem olan "Ticaret" in dışında bir işlem olduğu ve bunun "Haram" kılındığı beyan edilmektedir.
Kur'ana baktığımız zaman zaruret halinde bu faizli işlemin yapılabileceği gibi bir ruhsat görmemekle birlikte , bu gün içinde bulunduğumuz sistemin faize dayalı olmuş olması bizleri bu konuda kapı aralamaya veya yaptığımız faizli işlemlerin haram olmadığına inanmamızı sağlayacak teorilerin üretilmesi gerektiğine dair düşünceler içine girmemizin şart olduğu zannına kaptırmaktadır.
"Faiz" veya Kur'an tabiri ile "Riba" kısaca, "alınan bir borç veya yapılan bir alışverişte bir tarafın lehine önceden şart koşulan ve karşılığı olmayan fazlalık" olarak tanımlanabilir. Meselemiz bu gün içinde yaşadığımız şartlarda bu tür işlemlerde yapılanın bu tanıma girip girmediğidir.
Kur'anın tanımladığı faiz ile bu günkü faizin aynı şey olmadığı , Kur'anda tanımlanan ve haram olan faizin "Kat kat" şeklinde olan ve tefeci faizi olarak bildiğimiz işlem olduğu bu gün bankaların tüketicilerden aldıkları faizlerin bu tanıma dahil olmadığı ,olmaması gerektiği gibi sözleri özellikle düşüncelerini Kur'an nisbet eden insanlardan duymaktayız.
İşin daha ilginç düşüncesi , Kur'anda haram kılınan faizin "Almak" şeklinde gerçekleşen işlem olduğu , "Vermek" şeklinde gerçekleşen işlemin haram olmadığı gibi sözlere bile rastlamaktayız. Kısa ve net bir şey söylemek gerekirse faiz alıp vermek aynen zina gibi iki kişinin arasında olan ve her iki kişiyi de haram işlemiş hükmüne sokan bir fiil gibidir. Kadın veya erkekten birisinin zinaya mecbur kalmış olması yapılan zinayı asla meşru göstermez.
Zina eden kadın veya erkekten herhangi birini yaptığı zinadan ötürü mazur görecek hiç bir bahane olamaz. Faiz konusu da aynı bu şekilde olup , faizi alanın haram işlediği , verenin haram işlemediği gibi bir düşüncenin Kur'anın bu konudaki takip ettiği tedricilik metodunu okumamaktan ileri gelen veya yaptığı yanlışı doğru görmek şeklinde bir düşüncenin eseridir.
Bakara s. içinde geçen Ayetler bu konudaki nihai Ayetler olup , sadece Ali imran s. içinde geçen Ayetlere bakıp, "haram olan kat kat yemektir , oranı düşük olan faiz haram değildir" demek yapılabilecek en büyük yanlışlardan birisidir. Kur'an, faizli olan en ufak bir işleme dahi cevaz vermemekte olup bu gün bu konuda aranmaya çalışılan faize cevaz bulma çalışmalarına Kur'an içinden delil bulmanın imkanı yoktur.
Günümüz şartları için bu haramlılığı değerlendirmeye kalktığımız zaman , kişinin darda kalması gibi bir durum ile karşı karşıya geldiği zaman ne yapabileceği sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Özellikle Türkiye geneline baktığımız zaman , faiz oranlarının düşük seyretmesi , bankaların kişileri faizli borç almaya özendirmesi , kişisel ihtiyaçların suni bir şekilde kabarmasına sebeb olmuştur.
Bankaların işi azıtarak dini bayramları bile kullanarak "Geleneksel bayram kredileri" adı altında kişileri borca sokarak tatil yapmalarını teşvik etmeleri , veya arabalarının modelinin yükseltmeleri için düşük faizli krediler vermeleri bizleri öyle bir hale getirmiştir ki bu tür kredi almayanlar neredeyse aptal durumuna düşmüş gibi bir hava oluşturulmaktadır.
İşin daha korkunç boyutları kredi kartları ile ilgilidir , Türkiye geneline baktığımızda "Kredi kartı mağdurları" adı altında bir insan topluluğu oluşmuştur. Bu mağdurlara!!! sanki bankalar silah zoru ile kredi kartı vermiş , ve yine silah zoru ile aşırı borçlandırmış , ve yine borcunu ödemek istedikleri fakat banka onlardan faiz almak için bu borcu kabul etmemiş gibi bir mağdurluk edebiyatı içine girilmiştir.
Halbuki kredi kartı için bankaya müracaat eden kişi mağdurun !!! kendisi , kredi kartını bedava para gibi kullanan mağdurun !!! kendisi , suni ihtiyaçlar türeterek "illaki bunu almak zorundayım" diyen mağdurun !! kendisi , borcun zamanı geldiğinde ödeyecek parası olmadığı için bankaya kart borcunu ödemeyemeyen yine mağdurun !! kendisidir.
Kısacası "Kredi kartı mağdurları" şeklinde ortaya çıkan ordunun neferleri mecbur kalmaktan çok , mecbur kaldığını sanan kişilerden oluşan bir ordudur. Dünyanın hiç bir yerinde , Dünyanın hiç bir kanunu ve Evrensel yasalar , ödemeye gücü olmadığını bile bile borç alan birisini hoş görmez.
Yusuf (a.s) kıssasına baktığımız zaman , Mısırın kıtlık ekonomisini yönetme şekli , bollukta darlık zamanı için birikim yapmak gibi bir esasa daynamış olması evrensel bir iktisadi yasadır. Yusuf (a.s) şayet Mısırın iktisadını bu yasalar gereği gibi yönetmemiş olsaydı ülkenin açlıktan kırılması yine yasaların bir gereğiydi. Bu yönetim şekli kişisel ihtiyaçların savruk bir biçimde kullanılmamasından tutun devletlerin harcamalarına kadar geçerlidir.
[017.026-7] Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[017.029] Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.
[025.067] Onlar, sarfettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
Bu gün içinde bulunduğumuz kapitalist sistem sadece tüketim odaklı olması nedeniyle insanları sadece tüketmeye teşvik etmekte bunu her türlü yayı organını devreye sokarak yapmakta , reklamı yapılan ürünü alamamayı eziklik gibi göstererek bu ezikliği yaşamamak için bilmem kaç taksitle o ürünü kişilere satmaktadır. Bu tür aldatmalarla gelirinden fazla borçlanan kişi borç yükü altına girmekte ve bunu ödemek için faize düşmektedir.
Bu tür sıkıntılar maalesef Müslümanlar içinde geçerlidir , zorunlu ihtiyaç olduğunu düşünerek faizli kredi almak zorunda kaldığını hisseden Müslümanlardan bir kısmı , faizin haramlılık boyutunu bir şekilde kırmanın yolunu aramaya çalışmaktadırlar. İçkinin veya Domuz etinin, darda kalınması durumunda helal olduğundan yola çıkarak, yani bir nevi kıyas yaparak kendisini bu haramlıktan kurtarma yoluna gitmektedirler.
İçki veya Domuz etinin yenilme ruhsatı ölüm ile karşıya karşıya gelindiği ve başka bir çare olmadığı an helal olup, bu şekil bir ruhsatı faizli bir işlem için kullanmanın asla imkanı olmadığını düşünmekteyiz. Faizli kredi alan bir kimse , kredi almak zorunda kalmasını başka bir çaresi olmadığı için değil, faizlerin düşük olması nedeniyle almaktadır , aksi takdirde ölüm ile burun buruna gelme durumuna düşmesi gibi bir zorunluluktan dolayı faizli kredi alan bir kişi olduğunu düşünmek zordur.
Kapitalist sisteme entegre olmuş Müslümanların içinde oldukları bu durum maalesef içler acısıdır. Bir çok Müslüman gelirinden fazla yaptığı harcamalardan dolayı faiz batağına düşmüş ve bazıları bu batağa düşmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık dahi duymamaktadır.
Gerçekten darda kalan birisine yardım etmeyi teşvik eden Ayetler maalesef işlevini yitirmiş durumda olup faizli kredi almaktan başka bir çaresi kalmayan Müslümanların o kişiye yardım etme zorunlulukları olduğu unutlmuş ve bankaların kucağına itilmiştir.
Sonuç olarak ; "Müslümanlar olarak yaşadığımız sistem içinde nasıl hareket etmeliyiz ?" sorusu , yukarıda yazılanlardan sonra cevaplanması gereken bir sorudur.
1- Faizli işlemlerin hiç bir şekilde , nasıl bir durumda olursak olalım helal dairesi içinde değerlendirilmemesi faizli yapılan her türlü işlemin "Haram" olduğunu bilinmesi.
2- Evrensel iktisadi yasalar gereği , gelirinden fazla harcayan kişi ,aile , toplum , devletlerin batmaya mahkum olduğunun asla hatırdan çıkarılmaması , gelirimiz ne kadarsa asla onun üzerinde bir harcamaya gidilmemesi.
3- İçinde bulunduğumuz kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız olduğunu asla unutmadan bizlere suni ihtiyaçlar sunmalarına kanmamalıyız.
4- Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin yanlışlıklarını , Kur'andan delil aramaya kalkarak düzgün göstermeye çalışmamalıyız , şayet faizli bir işlem yapmak durumundaysak bunun yanlış olduğunu en azından bilerek yapmalıyız , doğru olduğunu düşünerek yapılan faizli işlemler kişilerin itikadı derinden yaralayacaktır.
5- Bizleri faizli işlem yapmaya zorlayacak harcamalardan ve tüketim alışkanlıklarından mümkün olduğunca geri durmalıyız.
6- Riba veya Faiz kelimeleri üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunmaya çalışmak Kur'ana teslim olmanın değil , Kur'anı teslim almaya yönelik çalışmaları olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.
7- Dara düşen bir kişiye karşılığına sadece Allah (c.c) den bekleyerek yardım etmek.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
9 Mayıs 2015 Cumartesi
Lukman s.12-19. Ayetleri : Örnek Bir Baba ve Oğluna Tavsiyeleri
Allah (c.c) yaratmış olduğu insana , sadece kendisine kul olarak bir hayat sürmesi gerektiğini hatırlatan bilgiler göndererek bu kulluğun nasıl olması gerektiğini öğretmiştir. Elçiler vasıtası ile gelen bu öğretiler nesiller boyu aktarılarak bizlere gelmiş ve kıyamete kadar böyle gidecektir. Bu öğretilerin nesiller boyu aktarılmasında en önemli etken, aile içi eğitim ve öğretim olmuş ve olmaya devam edecektir. Kur'an neslin emniyetine önem atfederek, bu emniyetin nikah bağı ile oluşturulan aileler ile yürümesini istemiş , nikahsız ilişkileri "Zina" olarak niteleyerek bunu kesinlikle yasaklamış ve cezai müeyyedeler getirmiştir.
Çağlar boyunca Elçiler ile gelen bilgiler , bu bilgileri duyan ve onlara tabi olanlar tarafından , özellikle pratik hayat içinde yaşanarak "Ameli Tevatür" dediğimiz bilgi yolu ile diğer insanlara ulaştırılmıştır. İnsanlar hayat içinde , "Evlat" , "Karı" , "Koca" , Anne" , "Baba" olarak rollere sahip olup, bu rollerdeki insanların birbirlerine karşı olması gereken davranışları , çağlar boyunca gelen Elçiler tarafından insanlara beyan edilmiştir.
Allah (c.c) nin son Elçisi ile indirmiş olduğu Kitab içinde bu rolleri kuşanmış olanların , olumlu veya olumsuz örneklikleri sunularak olumlu örnekleri bizlerinde uygulaması istenmiştir. Olumlu örneklerden bir tanesi olan Lukman ismindeki kişinin oğluna olan tavsiyeleri, örnek bir babanın çocuğuna karşı yapması gereken vazifeleri anlatarak bizlerinde aynı yolu takip etmesi istenmektedir.
Tefsirlerde , Lukman adlı kişinin kimliği üzerinden tartışmalar yapıladursun , biz onun örnek bir baba portresini öne çıkararak , babaların çocuklarına öğretmeleri gereken öncelikli bilgilerin neler olması gerektiğini dikkate alarak, ilgili Ayetleri okumaya çalışacağız.
[031.012] And olsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir, övülmeğe layık olandır.
[031.013] Hani Lokman da oğluna öğüt vererek demişti: «Yavrum! Allah'a ortak koşma; çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür!
[031.014] Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.
[031.015] Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.
[031.016] Oğulcuğum; işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latif'tir, Habir'dir.
[031.017] Oğulcuğum salatı ayakta tut, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir.
[031.018] «İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»
[031.019] «Yürüyüşünde tabii ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir.»
12. Ayette , Lukman'a Hikmet verilmiş olmasını , Hikmet kelimesinin anlamını, "Doğruyu yanlıştan ayırabilme kabiliyeti" şeklinde kısaca özetleyecek olursak , bu kabiliyetin hem fıtri bir özellik olması , hem de bu fıtri özelliği destekleyen bilgilerin Elçiler vasıtası ile gönderilmiş olmasından hareketle , Lukman 'ın yaratılışına uygun bir tarz üzere hayat süren bir kişi olduğunu görürüz. Lukman hem fıtratında olan bilgileri hem de gelen Elçilerin bilgilerine tabi olmuş bir kişidir . Kişiye verilen Hikmet kişinin şükür merkezli bir hayat sürmesini gerektirmekte olup bu şükrünün kendisi için faydalı olduğu , Allah (c.c) nin böyle bir karşılığa ihtiyacı bulunmadığı beyan edilmektedir.
Allah (c.c) nin insanlara yüklemiş olduğu görev ve sorumlulukların hiç biri insanın fıtratına aykırı olmayıp , aksine onların Dünya ve Ahirette mutlu ve mesut bir hayat sürmesini amaçlamaktadır. Ancak insanların bir çoğu Şeytana uyup bu emirleri çiğnemekte , Dünyayı hem kendilerine , hem de başkalarına zindan ederek , Ahirettede büyük bir kayıba uğramaktadırlar.
Bir baba olarak , çocuğuna karşı görevleri olduğunu bilen Lukman bu sorumluluğu , oğluna yaratılış gayesini anlatmakla yerine getirmeye başlar ve hayatın gayesinin sadece Allah kul olmak ve ondan başka ilahlık iddiasında olanları red etmek olduğunu hatırlatır.
Tabiki bu anlatma , sigara içen bir babanın oğluna sigaranın zararlarını anlatması gibi bir şey asla değildir. Baba oğluna ettiği nasihatı önce kendi hayatı içinde pratize etmesi gerekir ki Lukman bunu mutlaka yapmıştır , Tevhide dayanan bir hayat tarzının nasıl olması gerektiğini yaşantı içinde öğrensin.
"En büyük zulüm" olarak ifade edilen "Şirk" , insanların yaşadıkları hayat içindeki kuralların Allah (c.c) tarafından değil onun dışındakiler tarafından belirlenmesi demektir. Allah (c.c) tek ilah olmasına dayalı bir sistem bütün insanlığın Dünya ve Ahiret mutluluğu için olmazsa olmazlardandır. Bu gün Dünyanın içinde bulunduğu fesadın en büyük kaynağı şirke dayalı sistemler olup bu sistemleri vaz edenler, kendileri gibi yaratılmışlar üzerinde ilahlık hakkı olduğunu iddia etmektedirler.
Kur'an Ayetlerine baktığımızda çağlar boyunca gelen Elçilerin çağrısının temelini, Allah (c.c) nin merkeze konulduğu bir sistem üzerine bina edilmiş hayat tarzı olması gerektiği haberi oluşturmaktadır. Elçilerin bu haberlerini onlara tabi olanlarda aynen sözlü ve yaşantı içinde pratize etmek suretiyle tevatüren aktararak nesiller boyu bu bilgilerin diri kalmasını sağlamışlardır. Lukman'ın oğluna olan öğütlerini bilgi aktarımının nasıl bir yolla devam ettiğinin canlı bir örneği olarak okumak mümkündür. Lukman oğluna yapmış olduğu bu tavsiyeleri kendisinden öncekilerden öğrenmiş ve bu bilgiyi kendisinden sonrakilere aktararak "Ortak Hafıza" oluşturulmasının yolunu göstermiştir.
"Ortak Hafıza" dediğimiz bilgi aktarımı yolu ile insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi bir sonrakilere aktarılıp , onlarında bu bilgilere yeni bilgiler ekleyerek diğer insanların hizmetine sunmuş olmuş olması bu gün sahip olduğumuz medeniyetin oluşmasına sebeb olmuştur. Dini bilgilerde aynen bu yolla aktarılmış olup literatürde "Ameli Tevatür" deyimi ile dile getirilmektedir. Dini bilgi anlamında şayet bu yolu göz önüne almayıp bu bilgilerin ilk defa kendisine nazil olduğunu düşünerek bu bilgileri değerlendirmeye kalkan birisi maalesef yanlış çıkarımlar yapma tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Kur'an içindeki bilgiler nazil olduğu zaman çerçevesindeki muhatapları tarafından bilinen şeyler olup bilinen fakat şirk bulaştırılmış olan bilgi ve uygulamaların aslına döndürülmesi amacına matuftur. Bütün bu arka plan bilgileri arkaya atılarak okunan bir kitapta bulunmayan bazı bilgiler yaşantı ve ameli tevatür yolu ile bizlere ulaşmış olup,Kur'anın bu şekil bir bakış açısı ile okunmasının daha doğru sonuçlar doğrucağını düşünmekteyiz.
Anne ve Babaya itaat , Kur'anın bir çok yerinde bizlere öğütlenmektedir, ancak bu itaatın bir sınırı vardır bu sınır, Allaha isyan noktasında onlar tarafından bir emir geldiğinde buna asla itaat edilmemesi gerektiğidir. Onlar her ne kadar isyan içinde bir hayat içinde olsalar dahi onlar ile iyi geçinmek gibi bir sorumluluğu Rabbimiz bizlere yüklemiştir. İbrahim (a.s) ın babası ile olan ilişkisi bu konuda verilebilecek en güzel örnektir.
Lukman oğluna , yapılan bütün amellerin hiç birisinin kayıt dışında olmadığı , hesap günü bu amellerinin karşılığının hiç eksiksiz olarak ödeneceğini hatırlatarak , Dünyada yaşarken Ahiret merkezli yani geçici hayatı değil, ebedi hayatı merkeze alan bir hayat tarzı sürmesini öğütlemektedir.
Salatın ayakta tutulması , iyiliği emredip kötülükten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının benimsenmiş olmasının Dünyayı nasıl bir yere çevireceğini , Salatın zayi edilmiş olması , kötülüğün emredilip , iyilikten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının rağbet gördüğü bir Dünyanın şimdiki halini gördükçe daha iyi tahmin edebiliriz.
Salat kelimesinin sadece namaz olarak çevrilmiş olması bir çok mealin ortak hatası olarak karşımızdadır. Salat kelimesi namazı da içine alan daha geniş bir kavram olup , namaza indirgendiği için diğer anlamları maalesef gündem dışında kalmıştır. Namaz kulun bütün hayat içindeki salatını sadece Allaha yaptığına dair bir gösterge olup maalesef içi boş bir ritüele indirgenmiş vaziyette icra edilmektedir.
Lukman oğluna , diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği konusunda öğütler vererek , diğer insanlara karşı kibirli bir tavır takınmamasını hatırlatmaktadır. İsra s. 22. Ayetten başlayarak , 39. Ayette "Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir" buyurulması bu bilgilerin evrensel kurallar olduğunu ve Muhammed (a.s) öncesi yaşayan insanlara da aynı şeylerin vahyedildiğini göstermektedir.
Lukmanın oğluna olan tavsiyelerini genel olarak şöyle özetlemek mümkündür; Kişi inancını yaşadığı hayat içinde dışa vurarak göstermek zorundadır. Sadece söze dayanan , fiiliyata gelince inancının gereği olanı değil işine geleni yapan yapan bir kişinin erdemli bir insan olduğunu söylemek maalesef zordur. İnsanlar ile olan ilişkilerimizde "Abadı Muaşeret" olarak bildiğimiz davranış yöntemlerinin öne çıkması gerekmekte olup insanlara tepeden bakan kibir sahibi olan kişilerin toplum nezdinde hoş karşılanmayacağı bilinmelidir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin insana yüklemiş olduğu vazifelerin aile içinde sorumluluğunun nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair Lukman'ın oğluna tavsiyelerini görmekteyiz. Kıssa dan alınması gereken hisse olarak bizlerinde aile sorumluluğuna sahip insanlar olarak çocuklarımıza bilgi olarak neleri vermemiz gerektiği buradan okunabilir. Baba olarak çocuklarımıza yaptığımız öğütleri önce kendi hayatımızda yaşamak sureti ile örnek olmamız gerekmektedir ki yaşamadığımız bir şeyi başkasına tavsiye etmemiz durumunda bu tavsiyenin etkisini olmayacağı açıktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Çağlar boyunca Elçiler ile gelen bilgiler , bu bilgileri duyan ve onlara tabi olanlar tarafından , özellikle pratik hayat içinde yaşanarak "Ameli Tevatür" dediğimiz bilgi yolu ile diğer insanlara ulaştırılmıştır. İnsanlar hayat içinde , "Evlat" , "Karı" , "Koca" , Anne" , "Baba" olarak rollere sahip olup, bu rollerdeki insanların birbirlerine karşı olması gereken davranışları , çağlar boyunca gelen Elçiler tarafından insanlara beyan edilmiştir.
Allah (c.c) nin son Elçisi ile indirmiş olduğu Kitab içinde bu rolleri kuşanmış olanların , olumlu veya olumsuz örneklikleri sunularak olumlu örnekleri bizlerinde uygulaması istenmiştir. Olumlu örneklerden bir tanesi olan Lukman ismindeki kişinin oğluna olan tavsiyeleri, örnek bir babanın çocuğuna karşı yapması gereken vazifeleri anlatarak bizlerinde aynı yolu takip etmesi istenmektedir.
Tefsirlerde , Lukman adlı kişinin kimliği üzerinden tartışmalar yapıladursun , biz onun örnek bir baba portresini öne çıkararak , babaların çocuklarına öğretmeleri gereken öncelikli bilgilerin neler olması gerektiğini dikkate alarak, ilgili Ayetleri okumaya çalışacağız.
[031.012] And olsun ki, Lokman'a, Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir, övülmeğe layık olandır.
[031.013] Hani Lokman da oğluna öğüt vererek demişti: «Yavrum! Allah'a ortak koşma; çünkü ortak koşmak büyük bir zulümdür!
[031.014] Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.
[031.015] Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.
[031.016] Oğulcuğum; işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latif'tir, Habir'dir.
[031.017] Oğulcuğum salatı ayakta tut, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir.
[031.018] «İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»
[031.019] «Yürüyüşünde tabii ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeblerin sesidir.»
12. Ayette , Lukman'a Hikmet verilmiş olmasını , Hikmet kelimesinin anlamını, "Doğruyu yanlıştan ayırabilme kabiliyeti" şeklinde kısaca özetleyecek olursak , bu kabiliyetin hem fıtri bir özellik olması , hem de bu fıtri özelliği destekleyen bilgilerin Elçiler vasıtası ile gönderilmiş olmasından hareketle , Lukman 'ın yaratılışına uygun bir tarz üzere hayat süren bir kişi olduğunu görürüz. Lukman hem fıtratında olan bilgileri hem de gelen Elçilerin bilgilerine tabi olmuş bir kişidir . Kişiye verilen Hikmet kişinin şükür merkezli bir hayat sürmesini gerektirmekte olup bu şükrünün kendisi için faydalı olduğu , Allah (c.c) nin böyle bir karşılığa ihtiyacı bulunmadığı beyan edilmektedir.
Allah (c.c) nin insanlara yüklemiş olduğu görev ve sorumlulukların hiç biri insanın fıtratına aykırı olmayıp , aksine onların Dünya ve Ahirette mutlu ve mesut bir hayat sürmesini amaçlamaktadır. Ancak insanların bir çoğu Şeytana uyup bu emirleri çiğnemekte , Dünyayı hem kendilerine , hem de başkalarına zindan ederek , Ahirettede büyük bir kayıba uğramaktadırlar.
Bir baba olarak , çocuğuna karşı görevleri olduğunu bilen Lukman bu sorumluluğu , oğluna yaratılış gayesini anlatmakla yerine getirmeye başlar ve hayatın gayesinin sadece Allah kul olmak ve ondan başka ilahlık iddiasında olanları red etmek olduğunu hatırlatır.
Tabiki bu anlatma , sigara içen bir babanın oğluna sigaranın zararlarını anlatması gibi bir şey asla değildir. Baba oğluna ettiği nasihatı önce kendi hayatı içinde pratize etmesi gerekir ki Lukman bunu mutlaka yapmıştır , Tevhide dayanan bir hayat tarzının nasıl olması gerektiğini yaşantı içinde öğrensin.
"En büyük zulüm" olarak ifade edilen "Şirk" , insanların yaşadıkları hayat içindeki kuralların Allah (c.c) tarafından değil onun dışındakiler tarafından belirlenmesi demektir. Allah (c.c) tek ilah olmasına dayalı bir sistem bütün insanlığın Dünya ve Ahiret mutluluğu için olmazsa olmazlardandır. Bu gün Dünyanın içinde bulunduğu fesadın en büyük kaynağı şirke dayalı sistemler olup bu sistemleri vaz edenler, kendileri gibi yaratılmışlar üzerinde ilahlık hakkı olduğunu iddia etmektedirler.
Kur'an Ayetlerine baktığımızda çağlar boyunca gelen Elçilerin çağrısının temelini, Allah (c.c) nin merkeze konulduğu bir sistem üzerine bina edilmiş hayat tarzı olması gerektiği haberi oluşturmaktadır. Elçilerin bu haberlerini onlara tabi olanlarda aynen sözlü ve yaşantı içinde pratize etmek suretiyle tevatüren aktararak nesiller boyu bu bilgilerin diri kalmasını sağlamışlardır. Lukman'ın oğluna olan öğütlerini bilgi aktarımının nasıl bir yolla devam ettiğinin canlı bir örneği olarak okumak mümkündür. Lukman oğluna yapmış olduğu bu tavsiyeleri kendisinden öncekilerden öğrenmiş ve bu bilgiyi kendisinden sonrakilere aktararak "Ortak Hafıza" oluşturulmasının yolunu göstermiştir.
"Ortak Hafıza" dediğimiz bilgi aktarımı yolu ile insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi bir sonrakilere aktarılıp , onlarında bu bilgilere yeni bilgiler ekleyerek diğer insanların hizmetine sunmuş olmuş olması bu gün sahip olduğumuz medeniyetin oluşmasına sebeb olmuştur. Dini bilgilerde aynen bu yolla aktarılmış olup literatürde "Ameli Tevatür" deyimi ile dile getirilmektedir. Dini bilgi anlamında şayet bu yolu göz önüne almayıp bu bilgilerin ilk defa kendisine nazil olduğunu düşünerek bu bilgileri değerlendirmeye kalkan birisi maalesef yanlış çıkarımlar yapma tehlikesi ile karşı karşıyadır.
Kur'an içindeki bilgiler nazil olduğu zaman çerçevesindeki muhatapları tarafından bilinen şeyler olup bilinen fakat şirk bulaştırılmış olan bilgi ve uygulamaların aslına döndürülmesi amacına matuftur. Bütün bu arka plan bilgileri arkaya atılarak okunan bir kitapta bulunmayan bazı bilgiler yaşantı ve ameli tevatür yolu ile bizlere ulaşmış olup,Kur'anın bu şekil bir bakış açısı ile okunmasının daha doğru sonuçlar doğrucağını düşünmekteyiz.
Anne ve Babaya itaat , Kur'anın bir çok yerinde bizlere öğütlenmektedir, ancak bu itaatın bir sınırı vardır bu sınır, Allaha isyan noktasında onlar tarafından bir emir geldiğinde buna asla itaat edilmemesi gerektiğidir. Onlar her ne kadar isyan içinde bir hayat içinde olsalar dahi onlar ile iyi geçinmek gibi bir sorumluluğu Rabbimiz bizlere yüklemiştir. İbrahim (a.s) ın babası ile olan ilişkisi bu konuda verilebilecek en güzel örnektir.
Lukman oğluna , yapılan bütün amellerin hiç birisinin kayıt dışında olmadığı , hesap günü bu amellerinin karşılığının hiç eksiksiz olarak ödeneceğini hatırlatarak , Dünyada yaşarken Ahiret merkezli yani geçici hayatı değil, ebedi hayatı merkeze alan bir hayat tarzı sürmesini öğütlemektedir.
Salatın ayakta tutulması , iyiliği emredip kötülükten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının benimsenmiş olmasının Dünyayı nasıl bir yere çevireceğini , Salatın zayi edilmiş olması , kötülüğün emredilip , iyilikten nehyetmeye dayalı bir hayat tarzının rağbet gördüğü bir Dünyanın şimdiki halini gördükçe daha iyi tahmin edebiliriz.
Salat kelimesinin sadece namaz olarak çevrilmiş olması bir çok mealin ortak hatası olarak karşımızdadır. Salat kelimesi namazı da içine alan daha geniş bir kavram olup , namaza indirgendiği için diğer anlamları maalesef gündem dışında kalmıştır. Namaz kulun bütün hayat içindeki salatını sadece Allaha yaptığına dair bir gösterge olup maalesef içi boş bir ritüele indirgenmiş vaziyette icra edilmektedir.
Lukman oğluna , diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği konusunda öğütler vererek , diğer insanlara karşı kibirli bir tavır takınmamasını hatırlatmaktadır. İsra s. 22. Ayetten başlayarak , 39. Ayette "Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir" buyurulması bu bilgilerin evrensel kurallar olduğunu ve Muhammed (a.s) öncesi yaşayan insanlara da aynı şeylerin vahyedildiğini göstermektedir.
Lukmanın oğluna olan tavsiyelerini genel olarak şöyle özetlemek mümkündür; Kişi inancını yaşadığı hayat içinde dışa vurarak göstermek zorundadır. Sadece söze dayanan , fiiliyata gelince inancının gereği olanı değil işine geleni yapan yapan bir kişinin erdemli bir insan olduğunu söylemek maalesef zordur. İnsanlar ile olan ilişkilerimizde "Abadı Muaşeret" olarak bildiğimiz davranış yöntemlerinin öne çıkması gerekmekte olup insanlara tepeden bakan kibir sahibi olan kişilerin toplum nezdinde hoş karşılanmayacağı bilinmelidir.
Sonuç olarak; Allah (c.c) nin insana yüklemiş olduğu vazifelerin aile içinde sorumluluğunun nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair Lukman'ın oğluna tavsiyelerini görmekteyiz. Kıssa dan alınması gereken hisse olarak bizlerinde aile sorumluluğuna sahip insanlar olarak çocuklarımıza bilgi olarak neleri vermemiz gerektiği buradan okunabilir. Baba olarak çocuklarımıza yaptığımız öğütleri önce kendi hayatımızda yaşamak sureti ile örnek olmamız gerekmektedir ki yaşamadığımız bir şeyi başkasına tavsiye etmemiz durumunda bu tavsiyenin etkisini olmayacağı açıktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)