19 Nisan 2017 Çarşamba

Maide s. 119. Ayeti: Doğrulara Doğruluklarının Fayda Verdiği, Kimsenin Kimseye Şefaat Edemediği Bir Gün

Kıyamet gününde başta Muhammed (a.s) olmak üzere, bazı kimselere Allah (c.c) tarafından şefaat etme hakkı verilerek, cehenneme girmeyi hak etmiş bazı kimselerin ateşten kurtulmalarını sağlayacaklarına dair olan inanç, İslam düşüncesi içinde neredeyse imanın bir şartı haline getirilerek, itiraz edilmesi bile yasak olan bir duruma sokulmuştur. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgilerde, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaat yetkisine sahip olacağına dair rivayetler, marka haline gelmiş ve muhteviyatının sorgulanması dahi yasak olan Buhari, Müslim gibi hadis kitaplarında yerini almış, Kur'anın bu konuda söyledikleri ne yazık ki geriye atılmış veya rivayetler doğrultusunda yorumlanmış sureti ile anlam tahrifine uğratılmıştır. 

Kur'an içindeki şefaat konulu ayetler, müşriklerin bu konudaki inançları ret etmek üzerine kurulu olmasına rağmen, rivayetler bu konuda baskın çıkarak, bu konudaki Kur'an ayetlerinin üzerini örtmüştür. Bu yazımızda belki şefaat konusu ile alakası olmadığı düşünülebilecek bir ayet olan Maide s. 119. ayetinin üzerinde durarak, rivayet kitaplarında yer alan uydurma kıyamet sahnelerine karşı, Ahsenel Hadis olan Kur'an'daki kıyamet sahnelerindeki İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmaları ele alarak, kıyamet gününde kişilere neyin faydası olacağını öğrenmeye çalışacağız.

[005.116] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?» dediğinde: «Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen.»

[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

[005.118] «Onlara azabedersen, doğrusu onlar Senin kullarındır; onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin.»

Maide s. 116. ve 117. ayetlerde Allah (c.c) tarafından İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmalardan sonra, 118. ayette İsa (a.s) ın söylediği sözlere karşılık Allah (c.c) tarafından verilen cevap, kıyamet gününde kişilerin değil, dünyadan getirilen amellerin fayda edeceğini bildirmesi bakımından dikkat çekicidir.

Rivayet kitaplarındaki kıyamet günü ile ilgili bazı rivayetlerde, bu sahnenin bir benzeri Allah (c.c) ile Muhammed (a.s) arasında gerçekleşmekte, Muhammed (a.s) ın Ümmetim ümmetim diyerek başını secdeden kaldırmadığı, Allah ile bir takım pazarlıklara girdiği anlatılmaktadır. Muhammed (a.s) gibi bir elçi olan İsa (a.s) ın sorgulanması ile ilgili ayetler, bu rivayetleri yalanlamaktadır.

[005.119] Allah, «Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür; ebedi ve temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur» dedi.

Ayet içindeki, "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür" cümlesini tersten okuyacak olursak, kimsenin kimseye faydası olmadığı bir gündür anlamı çıkar, ve bu anlam başka ayetlerle de desteklenmektedir. 

[002.048] Ve kimsenin kimseden bir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaatin kabul olunmayacağı, kimseden fidyenin alınmayacağı ve kimsenin kurtarılamayacağı bir günden sakının!

[002.123] Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

[026.88-89] O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selimle gelmiş olan başka.

[050.031-33] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır.İşte bu, sizin vaadolunduğunuz şeydir, her bir tevbekar olan (vazifesini) muhafaza eden için. Rahmân'a gıyaben korku duyan ve hakka müteveccih bir kalb ile gelen kimseye (mahsus) bir cennettir.

Kur'an içindeki daha bir çok ayet, kıyamet gününde kişiye sadece dünya hayatında yapmış olduğu amellerin fayda edeceğini beyan etmesine rağmen, bazı kişilerin devreye girerek şefaat yetkisine sahip olacağı ve ateşi hak etmiş kişileri ateşten kurtaracakları düşüncesi Kur'an ile asla uyuşmayan bir düşüncedir. 

 [039.019-20] Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlar için yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah'ın va'didir. Allah, va'dinden dönmez.

Bu noktada şefaat hakkının kafirler için değil, Müslümanlar için olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten gariplikler içeren bir konu olan şefaat etme ve edilme hakkının, kıyamet gününde Müslüman olarak gelen bir kimse, yani ateşe girmeyecek bir kimse için ne işe yarayacağı, zaten cenneti hak etmiş bir kimsenin şefaate ihtiyacı olabileceği sorusuna nasıl cevap verilebilir?.

Bu soruya şayet, Günahkar bir Müslümanın günahlarının cezasını çekmek için geçici bir süre için cehenneme gireceği, şefaat hakkının bu durumda olan kimseleri cehennemden kurtarmak için kullanılacağı şeklinde bir cevap verilecek olursa, bu iddianın da çürük bir iddia olduğu görülecektir. 

Cehennemden çıkışa delil olarak gösterilen Meryem s. 71. ayeti, bağlamından koparılarak şefaat düşüncesine alt yapı hazırlanmak amacı ile okunduğu için, öyle bir düşünce ortaya atılmış, eğer bu ayet Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamı dahilinde okunacak olursa gerçek ortaya çıkacak, ve cehenneme herkesin değil, yeniden dirilişi inkar eden kafirlerin gireceğinden bahsettiği görülecektir.

Burada dikkat çekmesi gereken konulardan bir tanesi, rivayetler ile Kur'an'ın bu konuda birbiri ile çelişmesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarında Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile pazarlık etmesini konu alan rivayetler mevcut iken, Kur'an'da İsa (a.s) ın böyle bir pazarlık içine girmediği görülmektedir. İsa (a.s) a verilmeyen böyle bir yetkinin, Muhammed (a.s) a verileceği iddia edilecek olursa, bu iddia peygamberler arası ayrımcılıktan başka bir anlama gelmeyecektir.

Sonuç olarak; Kur'an tarafından müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilen ve o konudaki bütün ayetler bu yanlış inancı ret etmek amacına dayalı olduğu halde, rivayet kültürünün etkisi ile İslam inancı haline gelmiş olan şefaat düşüncesinin, Maide s. 119. ayetinde gerçek bir kıyamet sahnesinde nasıl ret edildiğini okumaya ve anlamaya çalıştık. 

Buhari, Müslim gibi rivayet kitaplarında uydurma kıyamet sahneleri düzenlenerek, Muhammed (a.s) ın ümmetini almadan cennete gitmeyeceğini bildiren haberlerin, Kur'an ile taban tabana zıt olduğu aşikardır.

Bütün bunlardan sonra hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere, tabi oldukları Şeyh, Gavs gibi ünvanlar takılmış kimselerin böyle bir yetkiye sahip oldukları düşünülecek olursa, gerçeklerin ortaya çıktığı kıyamet gününde bunu anlamanın bir faydası olmayacaktır.

Herkes cenneti de , cehennemi de dünya hayatında yaptığı amelleri ile dünyada kazanmakta olup, kıyamet gününde kendisi gibi bir insan olan kimselerden fayda beklemesi boş bir beklentiden ibarettir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Nisan 2017 Salı

Maide s. 109. Ayeti ile Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetleri Arasındaki Bir Müşkülat ve Peygamberlerin Şahitliği

Allah (c.c) Maide s. 109. ayetinde "Allah, Resulleri topladığı gün şöyle buyurur; Size ne cevap verildi? Onlar da: Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler." buyurarak, hesap gününde meydana gelecek bir olayı bildirmektedir. Ancak dikkatli bir Kur'an okuyucusu, Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine şahit olarak getirileceğini beyan eden ayetleri okuduğu zaman, bu ayetler arasında bir müşkülat olduğunu fark edecek ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceğini düşünecektir.

[004.041] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?.

[016.089] Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.

Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerine baktığımızda, Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki muhataplarına karşı, hesap gününde şahit olarak getirileceğinden bahsedilmektedir. Maide s. 109. ayetine baktığımız zaman ise, hesap gününde bütün resullere (Muhammed a.s da bu resullere dahildir) kavimleri tarafından onlara ne cevap verildiği sorulduğunda, onların "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" şeklinde bir cevap verecekleri bildirilmektedir. 

Bu ayetleri okuyan dikkatli bir okuyucunun, Nisa ve Nahl surelerindeki ayetlerde, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı şahitlik için getirileceğinden bahsedilirken, Maide s. 109. ayetinde ise içinde Muhammed (a.s) ın da dahil olduğu elçilerin, bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını söyledikleri dikkatini çekecektir. Bu durum, tefsirde Müşkülat olarak bildiğimiz durum ile izah edilerek, bu müşkülatın nasıl çözülebileceği üzerinde fikir yürütülmektedir.

Bilindiği üzere, hesap gününde bütün insanlar toplanacak, toplanan bu insanlar arasında, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş elçilere, onların vefat etmesinden sonra da iman etmiş veya etmemiş olan insanlar da bulunmaktadır. 

Bu durumu Muhammed (a.s) ın elçiliğinde örnekleyecek olursak; Muhammed (a.s) a iman eden veya etmeyen insanlar, sadece kendisinin yaşadığı zaman ile sınırlı değil, vefatından sonra da ona iman eden veya etmeyen insanlar, kıyamete kadar da ona iman edecek veya etmeyecek olan insanlar olacaktır. Bu durum İbrahim, İsa, Musa ve bütün elçiler (hepsine selam olsun) için de geçerlidir. 

Bütün insanların toplandığı mahşer alanında, bütün elçilerin vefatlarından sonra kendilerinden sonra yaşayan insanlar ile ilgili herhangi bir şahitlikte bulunmalarının söz konusu olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 109. ayetinde elçilerin söyleyeceği "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" sözü daha net anlaşılacak, Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde müşkül olarak görünen durum açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu noktada Elçilerin şahitlikleri kimler için sınırlıdır? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. Bu sorunun cevabı ise Maide s. 116-117-118. ayetlerindeki İsa (a.s) ın sorgulanması sırasında söylediği sözlerdedir.

[005.116-8] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa!» Sen mi insanlara «Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,» diye? «diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek: «Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.» «Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» «Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: «Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!» «Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!»

Bu ayetlerde İsa (a.s) yaşadığı zaman içinde ulaştığı kişilere, kendisine verilen emrin dahilinde hareket ettiğini, kendisinin vefatından sonra olan bitenden haberi olmadığını söylemektedir. İsa (a.s) ın bu durumu sadece kendisi için değil, bütün elçiler için geçerlidir. Bütün elçiler yaşadıkları zaman zarfı içinde olan biten hakkında şahitlik yapacak olup, kendilerinden sonra olanlar için,  bu durum ayet içinde GAYB olarak geçmektedir, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını söylemektedir.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerdeki şahitlik, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı yapacağı şahitlik olup, kendisinden sonra gelen insanlar hakkında herhangi bir şahitliği olmayacaktır. Maide s. 109. ayeti elçilerin kendilerinden sonra ki durumu ifade etmektedir.

Sonuç olarak; Elçilerin şahitlikleri yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları insanlar ile sınırlı olup, kendilerinden sonra yaşamış insanlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olması söz konusu değildir. Maide s. 109. ayetinde, elçilerin kendilerine Allah (c.c) tarafından sorulan soruya verdikleri cevap ile, Nisa s.41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde elçinin şahitlik etmesi ile ortaya çıkan müşkül durum, elçilerin kendilerinden sonraki insanlar hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları için, onlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olamayacağını söylemeleri olarak anlaşılması, ayetler arasındaki müşkülatın ortadan kalkması anlamına gelecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 119. Ayetindeki Şeytanın Vaadini Maide s. 103 ve Enam s. 136-145. Ayetlerinden Anlamak

Kur'an'ın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanlara ne dediğinin anlaşılması, bu kitabın biz sonrakilere ne demiş olabileceğinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Bilindiği üzere Kur'an, Mekke ve Medine'de yaşayan topluluğa inmiş, inen ayetlerin büyük çoğunluğu, bu şehirlerde yaşayan Müşrik, Yahudi, Hristiyan gibi toplulukların bazı yanlışlarını düzeltmek amacına matuftur. 

Bu toplumların yaptıkları yanlışlar, Küfür, Şirk, Fısk, Nifak gibi Kur'an'i kavramlar ile ifade edilen yanlışlar olup, bu fiiller sadece o zaman ve mekanda yaşayan insanlar tarafından işlenmemekte, insanın yaşam alanında olduğu tüm zamanlarda yaptığı yanlışlardır. Bu fiillerin ilk muhataplar nezdinde nasıl işlendiğinin anlaşılması, biz sonrakiler için bu fiillerin insan hayatından nasıl hayat bulduğunu, bu fiillerden nasıl sakınmak gerektiğini de öğretecektir.

Kur'an'ın Şeytan kavramı etrafında yaptığı anlatımlar, yaşamış ve yaşayacak bütün insanları ilgilendirmektedir. Bütün insanlar Şeytan tarafından her an iğvaya maruz kalmakta, insanın nasıl yanlışa düşürüldüğü kıssa yollu anlatım ile Kur'an içinde yer bulmuş, Şeytan'ın insana olan düşmanlığı, Adem ve eşinin şahsında canlandırılarak anlatılmıştır.

Adem İblis kıssası, yaratılan ve yaratılacak olan bütün insanları ilgilendirmesi bakımından evrensel mesajlar taşımaktadır. Nisa s. 118-119. ayetlerinde Şeytan insanların ayağını kaydırmak maksadıyla onlara bir takım iğvalarda bulunacağını söylediğini görmekteyiz. Şeytanın insanları yoldan çıkarmak için yapmayı vaad ettiği iğvalara baktığımızda, o iğva ile Mekke'li müşriklerin yaptığı bazı şeylerin örtüştüğünü görmekteyiz. 

Şeytanın iğvası sonucunda Mekke müşriklerinin yaptığı şeyin ne anlama geldiğinin anlaşılması, bu ayetin evrensel mesajının anlaşılmasını da sağlayacaktır.

[004.118-9] Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: «Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler» dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.

Nisa s. 119. ayetindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesinin ne anlama geldiğini anlamak için Maide s. 103. ayetine gitmek gerektiğini düşünmekteyiz. 

[005.103] Allah, ne «bahîre»yi, ne «sâibe»yi, ne «vesile»yi ve ne de «hâm»ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.
[005.104] Onlara: «Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin» denildiğinde, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter» derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?.

Bahire ; 5 defa doğurduktan sonra KULAĞI YARILAN, putların hizmetine verilerek kimsenin binmediği, etinden ve sütünden faydalanmadığı dişi deve veya koyun. 

Saibe ; Bir kimsenin hastalandığında veya eve döndüğünde bağışladığı ve hiç kimsenin ondan faydalanmadığı deve. 

Vesile ; Hiç doğurmamış dişi devenin arka arkaya ikizler doğurması sonucunda salıverilmesi.

Ham ; Erkek deveden 10 döl alındığında sırtına binilmemesi.

Maide s. 103. ayetinde Allah (c.c) nin Bahire, Saibe, Vesile, Ham olarak bahsettiği isimler, Arap müşriklerinin bazı hayvanlar üzerinde Helal- Haram şeklinde yapmış oldukları tasarruflar ile ilgili isimler olup, Kur'an bunların Allah'a atılmış bir iftira olduğunu beyan etmektedir.

Maide s. 103. ayetinde bahsi geçen isimlerin ne anlama geldiğini ise Enam s. 136-145. ayetlerinden anlamaktayız.

[006.136]  Tutup Allah'ın yarattığı ekin ve davar'dan ona bir pay ayırdılar ve kendi yanlış kanaatlerince: «Bu Allah için, bu da ortaklarımız için.» dediler. Fakat ortakları için olanlar Allah tarafına geçmez, Allah için yarılmış olan ise, ortaklarının tarafına geçer. Ne kötü hüküm yürütüyorlar!
[006.137] Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[006.139] Dediler ki: «Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır.» Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
[006.140] Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar. Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!
[006.141] Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün hakkını verin; israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.
[006.142] Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytana ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır.
[006.143] Sekiz çift: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: «İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin.»
[006.144] Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: İki erkeği mi, iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanı mı haram kıldı? Yoksa Allah; size bunları buyururken, siz orada mı idiniz? İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Muhakkak ki Allah; zalimler güruhunu hidayete erdirmez.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir) . Şüphesiz senin Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.

Mekke müşrikleri yaşamlarında Allah'ın değil kendilerini belirleyici kılmak sureti ile ŞİRK içine düşmüşler, bu şirklerini ise Allah'ın helal kıldığı hayvanlar üzerine, haram hükümleri koymak sureti ile açığa çıkarmaktadırlar. 

Yeniden Nisa s. 119. ayetine dönecek olursak, ayet içindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesi, yukarıdaki ayetlerin ışığında daha kolay anlaşılmış olacaktır.

Maide s. 103. ayetinde Bahire  adı ile geçen şirk eyleminin, hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile gerçekleştirildiğini dikkate aldığımızda, Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen sözün ilk muhataplar nezdinde hayata geçmiş olmasını, ve Mekke müşriklerinin Şeytanın iğvaları sonucunda böyle bir eylemi güzel gördüklerini ifade etmekte olduğunu anlayabiliriz. Mekke müşriklerinin hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile yaptıkları şirk eyleminin, onlara Şeytan tarafından güzel gösterildiği ifade edilerek, yapılan eylemin çirkinliği ve yanlışlığı, şirk'in ilk muhatapların hayatında nasıl işlerlik kazandığı Şeytanın dili üzerinden böyle ifade edilmektedir.

Nisa s. 119. ayetinin ilk muhataplara ne dediği anlaşıldıktan sonra, bizlere dair neler söylemiş olabileceğinin anlaşılması kolaylaşacaktır. 

Şeytan ve Şirk, birbiri ile iç içe geçmiş iki kavram olup, bir insanın hayatında şirk içine düşmesine sebep olan şey, Şeytan'dır. Şeytan, İblis'in şahsında müşahhaslaştırılmak sureti ile insana karşı olan düşmanlığı bir çok yerde anlatılmış, ondan korunma yolları gösterilmiştir.

Maide s. 103. ayetinde Bahire, Saibe, Vesile, Ham isimleri altında, cahiliye Arapları tarafından yapılan eylemin, Allah'ın hüküm koyma alanına giren konularda, onu devre dışı bırakarak insanların bu konuda kendilerini yetkili görmelerinin bir sonucu olduğu, bu eylemin Enam s. 142. ayetinde beyan edildiği üzere haram helal tayin yetkisinin insanlara verilmek sureti ile Şeytana ayak uydurmak olduğunu dikkate alan bir okuma yaptığımızda, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatında nasıl ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 

[016.116] Sadece dillerinizin yalan yere nitelemesi ile: «şu helaldır, şu haramdır.» demeyin ki, yalanı Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, yalanı Allah'a iftira edenler kurtuluşa eremezler.

Nahl s. 116. ayeti, konumuzu özetlemektedir. Şu helaldir- Şu haramdır demenin Allah (c.c) indinden gelen bir bilgiye dayalı olması gerektiği, böyle bir bilgiye dayanmadan ortaya konan hükümlerin Allah'a iftira olduğu bildirilmektedir.

Sonuç olarak; Şirk'in kadim bir hastalık olduğunu ve kavramın sadece Mekke'li müşriklerle sınırlı olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 103, Enam s. 136 ve 145. ayetler arasında anlatılan durumun, insanların hayatlarında kural koyucu olarak Allah'ı devre dışı bırakarak kendi yanlarından ürettikleri hükümler ile yaşamlarını sürdürmeleri, onların ayaklarını cennetten kaydırarak cehenneme yuvarlanmaları için her fırsatı değerlendireceğine dair söz veren Şeytan'ın iğvası sonucu olduğu görülmektedir.

Hayvanların kulaklarını yarmak şeklinde gerçekleştirilen eylem, Mekke müşriklerinin yaşamlarında Allah'ı kural koyucu olarak tanımamalarının bir yansıması olduğu, bu yansımanın Şeytan iğvası sonucu olduğu Nisa s. 119. ayetinde Şeytan'ın insanlara böyle bir emir vereceğini söylemesinden anlaşılmaktadır. 

Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen bu söz sadece Mekke müşriklerinin yaptığı şirk eylemini değil, şirk eyleminin Mekke müşriklerinin yaşantısında nasıl ortaya çıktığının anlaşılması, bu eylemin diğer insanlarda nasıl ortaya çıktığının anlaşılması bakımından önem arz etmektedir.

Şirk'in tarifini, Allah'ın yetki alanına giren konularda onun devre dışı bırakılarak, insanlar tarafından konular hükümlerin hayata geçirilmesi, şeklinde yaptığımız zaman, insan ve toplum hayatında ortaya çıkan evrensel bir cürüm olduğu anlaşılacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Nisan 2017 Perşembe

Maide s. 97. Ayeti: Toplumun Ayakta Durmasına Vesile Olan Ortak Değerler

İnsanların fıtri bir özelliği olan birlikte yaşam sürme ihtiyacı, bu birlikteliğin devamına vesile olması için bazı ortak değerlere sahip olmalarını da gerektirmiştir. Müslüman veya Kafir hangi topluluk olursa olsun bütün toplumlar, kendilerini ayakta tutacak, ve birbirleri ile kenetlenmelerini sağlayacak olan bazı ortak değerler üretmiş, ve bu ortak değerlere bağlı kalmak sureti ile hayatiyetlerini devam ettirmeye çalışmaktadır. 

Konuya biz Müslümanlar açısından baktığımızda, bizlerin de birlik ve beraberlik içinde olması gerektiğine dair emirler Kur'an içinde mevcut olup, bu birlikteliğimizin sürmesini sağlayan belirli zaman ve mekanda yapılan bazı kulluk görevleri, Allah (c.c) tarafından bizlere emredilmiştir. Hac, insana kulluğunu hatırlatan, aynı zamanda belirli bir mekan ve zamanda toplu olarak yapılan bir ibadet olması hasebiyle, Müslüman topluluğun ayakta durmasına, birlik ve beraberliğini hatırlamasına vesile olan bir ibadet olarak atamız İbrahim (a.s) dan beri icra edilegelmektedir. 

Kur'an içinde bir çok ayet Hac ibadetinin fıkhi ve sosyal boyutu hakkında bilgi vermekte olup, Maide s. 97. ayeti bunlardan bir tanesidir. Yazımızda, bu ayet içindeki bilgileri dikkate alarak Hac ibadetinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.

[005.097]  Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.

Maide s. 97. ayetinde geçen  Kabe, Haram ay, Kurban, Hac ibadeti ile ilgili olan kelimelerdir. Ayet içindeki Kıyamen kelimesi, Hac ile ilgili olan menasıkin, toplum dinamikleri açısından ne anlama geldiğini anlamak noktasında anahtar bir kelimedir. Bu kelimenin anlaşılması, Hac ibadetinin kuru bir ritüeller manzumesi olmadığını, toplumun ayakta kalması için gerekli olan dinamikleri içinde barındırdığını göstermektedir. 

Haram Aylar, bilindiği üzere Hac ile yakından alakalı olup, Hac için yola çıkan insanların güven ve emniyetinin sağlanması amacı ile, bu 4ay (Zilkade, Zilhicce, Muharrem - Recep) içinde savaşlara ve kan dökmeye ara verilirdi. İnsanlar bu aylar içinde Hac ve Umre için yola çıkar, ticaret ve ibadet maksatlı olarak Mekke'ye gider ve orada ibadet ve maddi yönden menfaatlerini de temin ederek yurduna geri dönerdi. 

Haram aylar içinde savaş yapmamak demek, Hac yolunun emniyeti açısından hayati önem arz eden bir durumdur. Bu aylar içinde kan dökülmemesi gerektiğine dair olan inancın bütün kabileler tarafından yerine getirilmiş olması, insanların Hac için Mekke'ye gelmelerinin yolunu açmakta, bu yolla insanlar birbiri ile, insan olmanın gerektirdiği ihtiyaçlarını gidermekte idi. İnsanların birbirlerinden menfaatler sağlaması, öncelikle menfaat sağlanacak mekana giden yolların açık olmasını gerektirmesinden dolayı, haram aylar içinde savaşa ve kan dökmeye ara verilerek Hac yolunun emniyet ve güven içinde açık olması, Mekke'ye gelen insanlar için önem arz etmektedir.

[022.026]  Hani İbrahim'e: Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut, diye Kabe' nin yerini hazırlamıştık.
[022.027]  İnsanlar için haccı ilan et. Gerek yaya, gerek arık binekler üzerinde uzak vadiden ve yollardan sana gelsinler.
[022.028] Taki kendi menfaatlerine şahid olsunlar; Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.029]  Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kabe'yi tavaf etsinler.
[022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.
[022.031]  Allah'a ortak koşmaksızın O'na yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözden çekinin. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.
[022.032] İşte böyle; kim Allah'ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.
[022.033]  Onlarda sizin için adı konulmuş bir süreye kadar yararlar vardır. Sonra onların yerleri Beyt-i atik'tir.
[022.034]  Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver.

Hac ile ilgili Kur'an ayetlerini okuduğumuzda, gözümüzde çarpan önemli hususlardan bir tanesi, bu ibadetin sadece bir takım ritüellerin yerine getirilmesi olmadığını, Menfaat kelimesinin en geniş anlamı olan her türlü ihtiyacın giderilmeye çalışılmasını anlayabilir, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için ticari faaliyetlerin de yürütülmesine izin verildiğini görebiliriz. İnsanların birbirleri ile karşılıklı menfaatler içinde olmaları, onların birbirleri ile barış içinde yaşamalarına, ve toplumun ayakta kalmasına sebep olan en önemli bir etkendir. Hac ibadeti işte bu barışı sağlayan önemli etkenlerden biri olarak Müslüman toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir.

[022.036] İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik.

Hac ibadetinde yapılan kurban kesme ritüeli sadece kuru bir kan dökme ritüeli değil, kesilen hayvanların etlerinin dağıtılmak sureti ile, insanlar arasında sevgi bağı kurulmasına sebep olan bir ibadettir. Kurban keserek Allah'a yaklaşmak demek, sadece o hayvanların kanlarını akıtmak değil, o hayvanların etlerinin ihtiyacı olan insanlara dağıtmak sureti ile, insanlar arasında köprüler oluşturmaya, bu suretle toplumun fertlerinin birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurmasına vesile olmak anlamına gelmektedir. 

Bu noktada İbadet  kavramının ne demek olduğu daha net ortaya çıkacaktır. Allah'a ibadet etmek demek sadece belirli zaman ve mekanlarda yapılan bir takım ritüelleri şuursuzca tekrarlamak değil, aynı zamanda toplumun ayakta kalmasına sebep olan unsurları da ihtiva etmektedir. Bugün biz Müslümanlar tarafından Hac ibadetinin sadece kuru ritüeller olarak sınırlandırılmış olması, bu ibadet vesilesi ile ortaya çıkması gereken ve toplumun daha diri, daha canlı, birbirini seven, sayan ve kulluk bilincinin şuuruna vakıf olmuş insanlardan oluşmasına engel olmaktadır. 

Müslümanlar arasında ibadet kavramının Kur'an'i boyutundan uzaklaştırılarak, Hristiyanca bir boyutta anlaşılıyor olması, İslam'ı maalesef tapınaklara hapsedilen bir din haline getirmiş, yapılan ibadetler sadece sevap almak amacına indirgenmiştir. Halbuki ibadet denildiği zaman aklımıza ilk gelen şey belirli sayıda bazı şeyleri tekrarlamak sureti ile kaç sevap alınacağı yerine, toplumu ayakta tutan ortak değerler akla gelmiş ve bu noktada bir ibadet şuuru geliştirilmiş olsaydı, biz Müslümanlar dünyanın parmakla gösterilen örnek bir topluluğu olarak, diğer insanlara karşı olan şahitliğimizi de yerine getirmiş olabilirdik. 

Bu noktada son yıllarda Kur'an merkezli İslam söylemi etrafında geliştirilmiş olan ve Hac ibadeti ile ilgili düşüncelere değinmek istiyoruz. Bazı kimseler tarafından Namaz, Hac, Oruç gibi ibadetlerin Kur'an tarafından emredilmediği, hatta bunları yerine getirmenin şirk !! olduğu gibi düşüncelerin dile getirilmeye çalışıldığı, konu ile alakalı olan kimselerin malumudur. 

Yerleşik uygulamalardaki yanlışlıkların kalkan edilerek, bu gibi ibadetlerin ret edilme yoluna gidilmesi doğru bir düşünce değildir. Ancak bu ibadetlerin toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerlerden olduğunu dikkate alarak, bu iddiayı değerlendirdiğimizde, bu iddiaların altında şeytani bir planın yattığını anlamak güç olmayacaktır. Bir toplumu yıkmanın yollarından birisi, o toplumu ayakta tutan değerlerin o toplum tarafından mehcur bırakılması, veya içinin boşaltılarak anlamsız bir hale getirmek olduğunu dikkate aldığımızda, bizi ayakta tutan her değerin mehcur bırakılması için yapılan çalışmaların ve üretilen düşüncelerin, samimi düşünceler olmadığını anlamak mümkündür.

Bu düşüncelerin Kur'an Merkezli İslam söylemi adı altında üretilmesi bizleri yanıltmamalı, bu gibi düşünceleri üreten insanların Çağdaş Samiriler  olduğu unutulmamalıdır. Allah'a karşı yapılan ibadetleri sadece onunla kulu arasındaki mistik bir ilişki olarak görmeyerek, bu ibadetlerin sosyal boyutları olduğunu düşünmek sureti ile bu ibadetlere karşı bir bakış açısı geliştirmek, bu ibadetlerin tapınak ibadeti olmaktan çıkmasına, insan ilişkileri ile direk bağının kurulmasına, ve toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerler olarak görülmesine sebep olacaktır.

Hac konusunda yapılan bir ve hatalı olduğunu bir düşünce de şu dur; Hac sırasında Mekke'de meydana gelen izdiham ve bu izdihamın sebep olduğu ölüm olayları gündeme gelmekte, Haccın bilinen aylarda olduğu ayetine dayanılarak, bu ibadetin belirli aylara yayılmasının bu izdihamı önleyeceği iddia edilmektedir.

Hac organizasyonununda yapılan bir takım hatalar yüzünden izdiham olması, ve bu izdihamda ölüm olaylarının meydana gelmesi, üzüntü verici bir durumdur. Ancak bu durumun önlenmesi için Hac ibadetinin başka aylara yayılmasının düşünülmesi, bu ibadetin ruhuna aykırı düşecektir. Hac ibadetinin Müslümanların yıllık kongreleri ve bu zaman içinde bütün Müslümanların bir araya gelerek bazı sorunlarını tartışmaları ve bu sorunlara  çözüm üretmeye çalışmalarının Hac ibadetinin önemli bir boyutu olduğunu dikkate aldığımızda, (bu ibadet her ne kadar şimdi böyle bir şuur içinde yapılmıyor olsa da) bu ibadetten hasıl olması gereken bazı neticelerin alınmasına engel teşkil edecektir. 

Allah (c.c) nin bizler için beğendiği dinin en bariz özelliği sadece onu ilah ve rab edinmek temeline kurulu, insanların tamamının Kul statüsüne tabi olduğunun şuuru içinde yapılmaya çalışılan Hac ibadeti, Müslümanları küfre, zulme, tuğyana karşı ayağa kaldıracak en önemli organizasyondur.

Sonuç olarak; Hac, bir toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir. Bu ibadetin belirli zaman ve mekanda yapılması, toplumun ayakta kalması için zaruri ihtiyaçlardan olan birlik ve beraberliğin yeniden hatırlanması için önemli katkılar sağlamaktadır. 

Bu ibadetin zaman içinde içinin boşaltılarak kuru ritüeller manzumesine dönüştürülmüş olması, bu ibadetin Kur'an'i anlamda yeniden anlaşılması ve bütün Müslümanların bu ibadetin aslına uygun bir şekilde yapması gerektiği yönünden yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Allah (c.c) nin biz kullarına emretmiş olduğu ibadetler, mistik ritüeller olarak görmekten çıkarılarak, toplumun birbiri ile kenetlenmesine vesile olan ortak değerler olarak görülmeye başlandığı zaman, bu ibadetler gerçek anlamını bulmaya başlayacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


11 Nisan 2017 Salı

Meryem s. 28. Ayeti: Meryem Harun (a.s) ın Kız Kardeşi midir?

Meryem s. 16. ve 34. ayetleri arasında Meryem oğlu İsa nın kıssası anlatılırken, 28. ayette Meryem'e kavmi tarafından "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi" söylenen söz içinde geçen Harun'un kim olduğu konusunda bazı sorular sorulmakta, ismi geçen bu kişinin Musa (a.s) ın kardeşi Harun veya başka bir Harun'mu olup olmadığı yönünde cevaplar aranmaktadır. 

Buradaki müşkilat, eğer bahsedilen kişi Harun (a.s) ise, Meryem ile aralarında yüzlerce senelik bir zaman aralığı olmasına karşın, neden Meryem'e Ey Harun'un kız kardeşi  şeklinde bir hitapta bulunulduğu, eğer ismi geçen kişi  Harun (a.s) değil ise bu Harun'un kim olduğu noktasındadır.

Bu konu, ayet içinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesinin ne anlama geldiğinin anlaşıldığında kolayca anlaşılacaktır. Çünkü bu kelime ayetin anlaşılmasında anahtar bir rol üstlenmektedir.

Ehavu; Kişinin aynı anne babadan, veya sadece birinden doğması yönüyle, ya da aynı kadından süt emmek ile oluşan durum anlamındadır. Kabile, Din, Sanat, muamele, alışveriş, sevgi veya bunların dışındaki ilişkilerde başkası ile ortaklık kuran herkes ile ilgili kullanılan bir kelimedir.

Bu kelime Kur'an içinde hakiki anlamı olan aynı anne babadan doğmak, inanç veya kavim itibarı ile aynı durumda olmak şeklindeki mecaz anlamında kullanılmaktadır. Kelime mecazi olarak, kişilerin durumlarının aynileştirilmesi anlamında kullanılmaktadır.

[007.111] Onu (Musa) ve kardeşini (Harun): eğle, ve şehirlere toplayıcılar yolla
[012.069]  Yusuf'un yanına girdiklerinde, kardeşini bağrına bastı ve: «Ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme» dedi.
[019.053] Ona rahmetimizden kardeşi Harun'u da bir nebi olarak armağan ettik.
[020.040]  Hani, kız kardeşin gidip «Ona bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Musa!

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, bu kelimenin hakiki anlamındaki kullanılışına örnektir.

046.021]  Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım» diye uyarıp-korkutmuştu.
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, 'Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.
[007.085] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı. Dedi ki: Ey kavmim; Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilahınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı doğru tutun. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Ve o, ıslah olduktan sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Bunlar, sizin için hayırlıdır, eğer mü'minlerden iseniz.
[026.106]  Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
[049.010]  Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
[015.047] Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir.
[002.220] Sana yetimleri sorarlar, de ki: «Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır». Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah dileseydi sizi zora sokardı. Allah şüphesiz güçlüdür, Hakim'dir.
[007.202]  (Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.

Yukarıdaki ayet mealleri, bu kelimenin mecaz anlamda bazı durumlarda aynı durumda olmak anlamındaki kullanımlarıdır.

Aşağıda vereceğimiz 2 ayet meali ise, bu konunun daha net olarak anlaşılması noktasında yardımcı olacaktır. 

[007.038]  Girin bakalım cinlerden ve insanlardan sizden önce geçen milletlerin arasında ateşe! der. Her millet girdikçe, kendilerine uyup sapıklığa düştüğü hemşiresine (dindaşına) (UHTEHA) lanet eder. Sonunda hepsi orada birbirlerine ulanırlar. Sonrakileri, öndekileri göstererek: «Ey Rabbimiz, işte şunlar bizi yoldan çıkardılar; onun için onlara ateşten iki katlı azap ver!» derler. Allah: «Her birinize iki katlı, fakat bilmiyorsunuz.» der.

[043.048]  Biz onlara biri ötekinden (UHTEHA) daha büyük olmayan hiç bir ayet göstermedik. Belki dönerler diye, biz onları azabla yakalayıverdik.

Araf s. 38. ayetinde geçen kelime, cehenneme girmeyi hak eden ameller işlemek noktasında aynı durumda olmanın getirdiği bir ortak durumdan yani kardeşlikten bahsetmektedir.

Zuhruf s. 48. ayetinde geçen kelime ise, Firavun kavmine gönderilen ve Araf s. 133. ayetinde anlatılan ayetlerin, Firavun kavminin imana gelmesi için gönderildiğini, yani Firavun kavmine verilen bütün ayetlerin ortak bir yönü olduğunu bildirerek, bu ortaklık kız kardeş kelimesi ile ifade edilmektedir.

Her iki ayete dikkat edilecek olursa, UHTEHA kelimesi kişilerin aynı durumda oldukları anlamında kullanılmakta, kelimenin bu kullanımı Meryem s. 28. ayetinde kullanımı anlamada yol gösterici bir konumdadır.

Araf s. 38, Zuhruf s. 48. ayetlerinden geçen Uhteha kelimelerinin anlamlarını dikkate alarak, Meryem s. 28. ayetini okuduğumuzda, Harun'un Meryem'in aynı anne ve babadan doğma kardeşi olduğu değil, Meryem'in ailesinin peygamber ahlakına sahip bir aile olduğu vurgulanmakta, ve bu vurgu İsrailoğullarına mensup bir elçi olan Harun (a.s) ın ismi verilerek yapılmaktadır. Burada Harun (a.s) üzerinden haya ve iffet örneği verilmekte, Meryem'de böyle bir ailenin ferdi olmasına rağmen, onun hayasızlık yaptığı iddiası dile getirilmektedir.

Burada yapılan asıl hata, kucağında bir çocuk ile gelen haya ve iffet örneği olan bir ailenin ferdi olan Meryem'e bu çocuğun kaynağı sorulmadan, ona hayasızlık ve iffetsizlik iftirası atılmış olmasıdır. Halbuki Meryem'in kavminin bu noktada yapması gereken şey, Nur suresinde Aişe validemize atılan iftira ile ilgili ayette buyurulduğu gibi , hüsnü zan ile yani iyi niyet ile davranmak O ASLA BÖYLE BİR ŞEY YAPMAZ demek gerektiğidir.

Sonuç olarak; Kur'an içinde kullanılan bazı kelimeler, Hakiki anlam- Mecaz Anlam olarak bildiğimiz yapıya sahiptirler. Bir kelimenin hangi anlama sahip olduğu, o kelimenin kullanıldığı, cümle, ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında daha doğru anlaşılabilir. 

Bir kelimenin mecaz anlamda kullanılışına örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Meryem s. 28. ayetinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesi hakiki anlamda değil, mecaz anlamda kullanılmaktadır. Araf s. 38. ve Zuhruf s. 48. ayetlerinde geçen aynı kelimenin anlamı dikkate alınarak, Meryem s. 28. ayeti anlaşılmaya çalışıldığında, Meryem ile Harun (a.s) ın aralarında yüzlerce yıl olmasına karşın neden kız kardeşi olarak hitap edildiği anlaşılacaktır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Maide s. 12-13. Ayetleri: Allah Nasıl Kullarının Yanında Olur? Onları Nasıl Terk Eder?

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili yaptığı anlatımlar, Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumlar yasaların, bu kavmin Kur'an içinde anlatılan pratikleri üzerinden nasıl işlediğinin anlaşılması olarak olarak okunduğu zaman, bu kavim ile ilgili ayetler sadece belirli bir zamanda yaşayan bir kavme has ayetler olmaktan çıkarak, kıyamete kadar bütün topluluklara mesajları olan ayetlere dönüşecektir.

Maide s. 12. ve 13. ayetlerini okuduğumuz zaman, İsrailoğullarından alınan bir söz ve onların verdikleri sözlerini bozmalarından bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu söz, sadece onlardan değil, kitaba ve elçiye iman ettiğini iddia eden herkesten alınan bir söz, ve bu bozulduğu zaman ortaya çıkacak durum ise, evrensel bir yasa olarak tüm zamanlarda ve tüm topluluklar için geçerlidir.

[005.012]  And olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan oniki reis seçtik. Allah: «Ben şüphesiz sizinleyim,salatı ikame ederseniz, zekat verirseniz, resullerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir borç verirseniz, and olsun ki kötülüklerinizi örterim. And olsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur» dedi.

[005.013]  Sözlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik, kalblerini de katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine öğretilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı müstesna daima hainliklerini görürsün. Sen; onları affet ve geç. Muhakkak Allah; ihsan edenleri sever.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin İsrailoğullarının yanında olmasını bazı şartlara bağladığını görmekteyiz.

1- Salatı ikamet etmek.
2- Zekatı vermek.
3-Resullere inanmak ve onlara yardım etmek.
4- Allah'a güzel borç vermek (Karzen Hasenen)

Kur'an'ın geneline bakıldığında, bu emirlerin sadece İsrailoğullarına has olmadığı, bu emirler ile biz Müslümanların da muhatap olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu emirler, gereğince yerine getirildiği takdirde, bizlere dünya ve ahirette bir takım vaatlerin verildiğini görmekteyiz. Bu emirlerin yerine getirilmediği takdirde, doğru yoldan sapılmış olacağı, doğru yoldan sapan bir topluluğun ise dünya ve ahirette sıkıntılı bir hayat geçireceği bildirilmektedir.

Müslümanlar olarak yaşadığımız sıkıntılı hayatın en temel sebebi, Allah (c.c) nin biz kullarına vermiş olduğu emirlerin, yaşam içinde yerine getirilmemesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İsrailoğullarının Kur'an içinde anlatılan tarihine bakıldığında, yaşadıkları inişli ve çıkışlı hayatın sebebinin, kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri ve getirmedikleri zaman aldıkları karşılıklar olduğu görülecektir.

Kur'an'ın temel kavramlarından olan Salat'ın  anlam alanının daraltılması sonucunda sadece namaza indirgenmesi, namaz ibadetinin ise sadece tapınaklarda icra edilen bir ritüele dönüşerek, Müslüman hayatının sadece bir kaç dakikalık zamanı içinde yer bularak diğer zamanlarda yer bulmaması, başta gelen sorunlardandır. Halbuki bu kavram, namazı da içine alan daha geniş bir anlam alanına sahip olup, hayatın her anını ve alanını ilgilendirmektedir.

Müslümanlar olarak Din kavramını sadece kulun hayatının belirli zamanlarında ve belirli yerlerde yaptığı bir takım ritüel ibadetler olarak görmüş olmamız, yaptığımız en büyük hatalardandır. Halbuki bu kavram, kulun bütün yaşamını ilgilendiren bir kavram olarak görüldüğü ve anlaşıldığı zaman, Allah (c.c) nin bizler için seçip beğendiği, ve sadece ondan razı olacağını beyan ettiği İslam Dini'nin  ne demek olduğu, bizler için hayat içinde ne anlama gelmesi gerektiği anlaşılacaktır. 

Allah (c.c) nin bütün elçileri aracılığı ile gönderdiği hayat sisteminin adının İslam Dini  olduğunu dikkate aldığımız zaman, İsrailoğullarının başlarına gelen sıkıntıların kaynadığında kendileri için seçilmiş ve beğenilmiş olan İslam'ı terk ederek, beşeri kaynaklı sistemleri hayatlarına geçirmiş olmalarını gösterebiliriz. Maide s. 13. ayeti, İsrailoğullarının kendilerini İslam'dan nasıl soyutladıkları anlatılmakta, aynı soyutlama yönteminin biz Müslümanlar tarafından da uygulandığını görmekteyiz.

Maide s. 13. ayeti içinde, İsrailoğulları tarafından yapılan "Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" şeklinde ifade edilen bir eylemden bahsedilmekte, bu eylemin ne olduğu, nasıl gerçekleştiği ve biz Müslümanların kelimeleri yerlerinden oynatmasını yaşamları içinde nasıl gerçekleştirdikleri üzerinde durmak istiyoruz. 

Tevrat'ın tahrifinin nasıl gerçekleştiği konusu, Müslüman alimler tarafından tartışılan bir konudur. Bu tahrifin metin olarak mı yoksa anlam olarak mı olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki Allah'ın kitaplarının anlam olarak tahrifi geçmişte nasıl yaşanmış ise, halen aynı tahrif işlemi Kur'an içinde geçerlidir. Kur'an metin olarak tahrife uğramamış olsa da, onun anlam olarak tahrifi yapılarak, Kitaba değil kitabına uydurmak dediğimiz cinsten yapılan çalışmalar sonucunda, din adına bir sürü asılsız iddialar ortaya atılmaktadır. 

Bazı Müslümanların dünyevileşmenin getirdiği yaşam tarzına ayak uydurmaya çalışmaları, onların bu seküler yaşamlarını İslami bir yaşam gibi göstermek ihtiyacını doğurmuştur. Örneğin; Lüks tüketime ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyaçlarını banka kredisi ile karşılamak isteyenler, faiz vermenin haram olmadığını, veya bankalardan alınan kredilerin faiz olmadığını Kur'an ayetlerini delil olarak öne sürmek sureti ile, yaptıkları hatalardan çıkış yolu aramakta, yoğun iş yaşamı arasında namaza vakit bulamayanlar ise, bazı kimselerin ortaya attığı Kur'an'da namaz olmadığı iddiasına can simidi gibi yapışmakta, vicdanlarını bu şekilde rahatlatma yoluna gitmektedirler. 

Allah'ın kitabına karşı yapılan Kelimelerin yerinden oynatılması işleminin biz Müslümanlar tarafındaki yansıması, kitaba uymak yerine, kitabı kendisine uydurmak sureti ile yapılmakta, böylelikle insanlar, kitaba uyduklarını zannederek kitapsız bir hayata entegre olmaktadırlar. Kısacası, İslami kuralları yine İslami bir kılıf giydirmek sureti ile çiğnemeye çalışan Müslüman tipolojisi, son yıllarda dikkatleri çekmeye başlamıştır.

Allah'ın kitabından kopuk yaşamanın dünya hayatında elbette bir bedeli olacak ve bu bedel farkında olmasak dahi biz Müslümanlar tarafından şu anda ödenmektedir. Lüks hayata ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyacı bankalardan faizli krediler ile karşılamak durumunda olan bir çok kişinin bu borcu ödemekte zorlanması, kredi kartı kullanmak sureti ile hayatı borç ödemek ile geçen insanların yaşadıkları trajediler, Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bir bedeli olup, bu hayatın ahiret bedeli daha korkunçtur.

Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bedelinin ne olduğunu görmek için, İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki çöküşünün boyutlarını görmek yeterli olacaktır. İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu durum, Allah'ı terk eden bir yaşam olmasından dolayı, Allah'ta kendisini unutanları terk etmiş, onları şeytanları ile baş başa bırakmıştır.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin kullarının yanında olması için koyduğu şartlar olan ZEKAT ve KARZI HASEN (Güzel borç) kavramlarının toplum hayatındaki rolleri ve bu kurumların ortadan kalktığı zaman, meydana gelecek olan durumu özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz;

Zekat; Temizlenmek anlamında bir kelime olup, bu kelime nefsin ve malın temizlenmesi anlamında Kur'an içinde geçmektedir. Malın temizlenmesi demek, kişinin elinde olan malda başkalarının da hakkı olması demek ve bu hakkı gerekli yerlere teslim etmek demektir. Eğer bu hak, hak sahiplerine teslim edilmeyecek olduğunda, zengin ile fakir arasındaki makas açılacak ve toplumsal bir kargaşa meydana gelecektir.

Karzı Hasen; Güzel Borç anlamında bir deyim olup, bu deyimi Allah (c.c) tarafından haram kılınan Faiz ile alakasını kurarak anlamaya çalıştığımız zaman, anlamı daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Nisa s. 160 ve 161. ayetlerde, Allah (c.c) Yahudilerin yasaklandıkları halde faiz aldıklarından ve bu yanlışları sonucunda onlara bazı yaptırımlar getirildiğinden bahsetmektedir. İnsanların birbirleri ile her konuda olduğu gibi, maddi konularda da yardımlaşma içine girmeleri, toplumun ayakta kalması için önemli bir etkendir. Toplum bireylerinin birbirlerine sadece menfaatleri için yanaşmaları, menfaatleri olmadığında birbirlerine selam dahi vermemeleri, o toplumun geleceğini olumsuz yönde etkileyecektir.

Maddi ihtiyaç içine düşen bir kimseye, ihtiyacını karşılaması için ödünç para vermek insani ve erdemli bir davranıştır. Bu tür erdemli davranışların toplum içinde yok olması, maddi ihtiyaç içine düşen insanların ihtiyaçlarını karşılamak için faiz karşılığında ödünç para veren kişi ve kurumların kucağına itilmesi anlamına gelecektir. 

İhtiyacı olana Karzı Hasen  (Güzel Borç) vermek, yani ona verilen borcun karşılığını o kişiden maddi bir fazlalık olarak beklemek yerine, onun karşılığını Allah (c.c) den beklemek, toplumun selameti için önemli bir davranıştır. Karzı Hasen deyiminin önemini, faiz batağının toplumda sebep olduğu maddi ve manevi yıkımları dikkate alarak düşündüğümüzde, bu deyimin önemi daha kolay anlaşılacaktır. Karşılık ve fazlalık istemeden verilen Güzel Borç  deyiminin zıttı ise, Çirkin Borç deyimidir. Bu deyim yapılan bir iyiliğe karşı beklenti içinde olmak ve yapılan iyilikten maddi bir fazlalık yani faiz beklemek anlamındadır.

Sonuç olarak; Allah'a inanan her kişi ve toplum, onun her şeye gücünün yettiğini bildiği için, onun yanında olmasını, onun gücüne güç katmasını, onu her alanda galip getirmesini ister. Ancak Allah (c.c) kullarının yanında olmasını belirli şartlara bağlayarak bu şartlar yerine getirilmeden onların yanında olmayacağını bildirmektedir.

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, Allah (c.c) nin kullarının yanında ne zaman olacağını ve olmayacağını pratik uygulamalar üzerinden öğrenmek ve ibret almak bakımından okunduğunda, o topluluk ile ilgili ayetler Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların önceki toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin gösterilmesi açısından hayati önem arz ettiği anlaşılacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Nisan 2017 Perşembe

Nisa s. 135. Ayetinin Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Nisa s. 135. ayetinde, Rabbimiz bizlere şöyle buyurmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا

Bu ayetin Türkçe Kur'an meallerinde yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir.

Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Ayetin yukarıda verdiğimiz mealinde altı çizilen olan cümlenin, metnin anlamının meale yansıtılmasında problem arz ettiğini düşünmekteyiz. Arapça metindeki Evla kelimesinin Daha yakın anlamı verilerek çevrilmesinin, çevirilerdeki problemi oluşturduğunu düşünmekteyiz.

Evla; sözlükte daha uygun, münasip, ehil, layık anlamındadır.

Evla kelimesinin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda bu kelimeye Daha layık - Daha uygun- Daha münasip-öncelikli şeklinde mealler verildiğini görmekteyiz. 

[008.075]  Bundan sonra iman edip hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Akrabalar (mirasta) Allah'ın Kitabına göre, birbirlerine (mirasta) önceliklidir(evla). Doğrusu Allah her şeyi bilendir.

[019.070] Sonra biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun (evla) olduğunu daha iyi bilmekteyiz.

[033.006]  Peygamber, müminlere kendi nefislerinden önce gelir(evla). O'nun hanımları da onların analarıdır. Akraba da Allah'ın kitabında birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet) yapmanız müstesnâdır. Bu, kitapta yazılıdır.

Evla kelimesine verilen Daha yakın şeklinde bir anlam, ayetin mesajını yansıtma noktasında eksiklik arz ettiğinden dolayı, bu kelimeye Öncelikli şeklinde bir anlamın verilmesi, hem kelimenin sahip olduğu anlamın meale yansıtılması, hem de ayetin daha kolay anlaşılması için uygun olacaktır.

Ayetin mesajını kısaca özetleyecek olursak; Rabbimiz bu ayette bizlere şahitliği doğru yapmak noktasında emirler vermektedir. Hakkında şahitlik yaptığımız kimseler bizim anne ve babamız, yakınlarımız, zengin veya fakir olsa dahi, yani zenginlere karşı duyulan bazı çekincelerin, veya fakire karşı duyulan merhametin bile, bizi hakkı söylemekten geri bırakmaması, Allah'ın bu konudaki emirlerinin dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiği emredilmektedir.

Fallahu evla bihima cümlesine verilmesi gereken anlam, ayet içinde anne baba, akraba, zengin, fakir olarak sayılan guruplara değil Allah'a öncelik tanınması, Allah'ın emrinin yerine getirilmesinin daha uygun olması, Allah'ın bu konudaki emrinin dikkate alınarak önceliğin bu emre verilmesi şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Türkçe Kur'an mealleri içinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın bu ayete daha uygun ve anlaşılır bir meal verdiğini görmekteyiz. 

Elmalılı Hamdi Yazır :
Ey o bütün iyman edenler! Hakkaniyyetle durub adaleti yerine getirmeğe uğraşır hâkimler, Allah için şahidler olunuz, gerekse nefislerinizin, veya ebeveyninizin veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, gerek zengin ve gerek fakır bulunsun, çünkü Allah ikisinden de akdemdir, onun için haktan udul edib de nefsin arzusuna tabi' olmayın ve eğer dilinizi eğer veya çekinirseniz şüphe yok ki Allah her ne yaparsanız habîr bulunur

Elmalılı ayet içindeki Evla kelimesine Akdem şeklinde bir anlam vermek sureti ile daha uygun bir anlam vermiştir. Akdem kelimesi , Daha önce, daha mühim, daha öncelikli anlamlarına gelmektedir. 

Onun mealinin internet ortamında bulunan sadeleştirilmişlerinin bir tanesi, onun verdiği anlamı sadeleştirmeye yansıtırken, bir diğeri ise maalesef yansıtamamıştır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Ey iman edenler, hak ölçülerle hareket edip adaleti yerine getirmeye uğraşan hakimler, Allah için şahitlik yapan kişiler olunuz. Gerek kendileriniz veya ana-babanız yahut en yakınlarınız aleyhine olsun; gerek zengin, gerek fakir olsun. Çünkü Allah, ikisinden de önceliklidir. Bundan dolayı adaletten uzaklaşıp da nefsinize uymayın. Şahitlik yaparken dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana - babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Sonuç olarak; Türkçe Kur'an meallerinde sıkça rastladığımız bir durum olan, bazı meal yapıcılarının ayet bütünlüğünü meale tam yansıtamama durumu, Nisa s. 135. ayetinde geçen, Evla kelimesinde de göze çarpmaktadır. Bu kelimeye çoğunluk meallerde verilen Daha yakın anlamı yerine, hem kelimenin anlamına hem de ayetin mesajına daha uygun olan Öncelikli veya bu anlamı çağrıştıran anlamlar verilerek meal yapıldığında, bu ayet meal okuyucuları tarafından daha kolay anlaşılacaktır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Nisan 2017 Çarşamba

Nisa s. 80: Resule İtaat Edin Emirlerinin Doğru Anlaşılmasında Anahtar Ayet

Allah (c.c) alemlere rahmet ve hidayet olarak gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere Allah'a ve resulüne itaat edin şeklinde emirler vermektedir. Bu emirlerde geçen ve bağlacının Allah ve resulü birbirinden ayırdığı, Allah'a itaat edin emri ile Kur'an'a itaatin emredildiği, Resule itaat edin emri ile onun söylediği rivayet edilen hadislere itaat etmenin emredildiği yönündeki düşüncelerin ağırlıkta olduğu bilinmektedir. 

Fakat Allah (c.c) nin itaat konusunda kendisine ait yetkilerin bir kısmını, beşer cinsinden hiç bir kul ile paylaşmayacağı, beşer cinsinden elçi olarak  seçtiği insanlara yüklediği vazifenin kendi emirlerini tebliğ etmek ve yaşamak ile sınırlı olduğunu dikkate aldığımızda, Muhammed (a.s) a yüklenen bu görev bazı sakıncalar doğurmaktadır.

İslam dünyasında Ehli Hadis  düşüncesinin hakim olması, elçi merkezli din anlayışının öne çıkmasına sebep olmuş, elçi ile onu gönderen aynı kefeye konulmak sureti ile Kur'an'ın din de belirleyici olarak görülmediği bir din anlayışı geliştirilmiştir. Bu konuda en büyük yanlışlık, itaatin asıl kime olması gerektiği noktasında yapılmaktadır. Allah (c.c) kendisine itaat edilmesi için gerekli olan emirleri, biz insanlar içinden seçtiği elçiler yolu ile bildirmektedir. Elçilerin bu noktadaki görevi, elçi olmaları bakımından Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ etmeleri, insan olmaları bakımında ise aynı emir ve yasaklara uymanın nasıl gerçekleşmesi gerektiği insanlara yaşayışı ile örnek olmaktır.

Hal böyle iken Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı algılar, mesajın değil mesajı getirenin öne çıkarılmasına sebep olmuş, ve bu noktada bazı ayetlein delil olarak sunulma ihtiyacı doğmuş ve Allah ve elçisine itaat edilmesine emredilen ayetlerin, elçinin ayrı bir hüküm koyucu konumuna sahip olduğu, ve aynı Allah (c.c) gibi haklara sahip olduğunun, bu ayetler ile beyan edildiği yönünde iddialar ortaya atılmıştır. 

Nisa s. 80. ayeti, Allah ve resulüne itaat etmenin ne anlama geldiğini açık ve net olarak gösteren ve bu konudaki diğer ayetleri anlamanın anahtar bir ayetidir. Bu ayet doğru olarak anlaşıldığında, elçinin konumu hakkında ortaya atılan düşüncelerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünülecektir.

[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına gözcü olarak göndermedik!

Bu ayet, din de asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğunu, bu itaatin yolunun ise, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden resulden geçtiğini beyan etmektedir. Allah'a itaatın yolunun resul den geçmesi ise, onun aracılığı ile Allah tarafından vahyedilen emir ve yasaklara itaat etmekten geçmektedir. Elçilerin asıl görevlerinin Allah (c.c) tarafından kendilerine yüklenen görevi yerine getirmek olduğu anlaşıldığı zaman, ona yüklenen ilave görevlerin ne kadar yanlış olduğu da anlaşılacaktır.

Sonuç olarak; Yüzlerce yıl öncesi Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinden iki başlı bir din anlayışı çıkarmak hatasına düşülmesinden ötürü, elçinin dinde ortak duruma gelmesi gerektiği gibi bir ön yargıya varılmış, bazı ayetleri bu yönde tevil etmekle ile, belki kıyamete kadar sürecek bir kargaşanın temelleri atılmıştır. 

Nisa s. 80. ayeti, Kur'an içinde bir çok yerde geçen, Allah'a ve resulüne itaat edin ayetlerinin doğru anlaşılmasında anahtar konumda bir ayettir. Bu ayet, kul için asıl olanın Allah'a itaat etmek olduğu, bu itaatin yolunun ise onun seçtiği beşer elçiler ile kullarına ilettiği vahye uymaktan geçtiğini bildirmektedir. 

Beşer cinsinden seçilmiş olan elçilerin Allah (c.c) ile herhangi bir görev ve yetki paylaşımı gibi bir durumda olmadıklarının anlaşılmadığı sürece, yüzlerce yıldır devam eden ve büyük sıkıntıların doğmasına sebep olan yanlış elçi anlayışının düzelmesi ancak hesap gününe kalacaktır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

4 Nisan 2017 Salı

İbni Kuteybe'nin Recm Cezasını Savunması ve Recm Cezasının Ret Edilmesinin Tarihi Temelleri

Türkiye genelinde Kur'an merkezli din anlayışının rağbet görmeye başlaması ile, rivayet kültürünün empoze ettiği din anlayışı yeniden sorgulanmaya başlanmış, Kur'an ile çeliştiği düşünülen bazı konular, yeniden Kur'an merkezli anlama konusunda gayretlere girilmiştir. Bu sorgulama rivayet kültürünü savunan kimseler tarafından tepki ile karşılanarak, Şimdiye kadar bunları sizden başka kimse düşünmedi de siz mi düşündünüz? şeklinde itirazlara rastlanmaktadır. 

Recm cezası adı ile bildiğimiz ve İslam hukukunda zina eden evli kadın ve erkeğe verilecek olan taşlanarak öldürme cezasının, Kur'an tarafından emredilmediğini iddia edenler ile, bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığını iddia edenler arasında şiddetli tartışmalar yapıldığı herkesçe malumdur. Recm cezasını savunan kimseler, bu cezayı ret etmenin yeni yeni ortaya çıktığını, İslam tarihinde bu cezayı şimdiye kadar ret eden hiç kimsenin çıkmadığını iddia etmek sureti ile, bu cezayı savunma yoluna gitmektedirler.

Bu yazımızda İslam tarihinde bu cezayı kimsenin ret etmediği iddialarını ele alarak, İbni Kuteybe'nin Hadis Müdafaası adı ile Türkçeye çevrilen Tevilu Muhteliful Hadis adlı kitabından bir bölüm sunmaya, ve recm cezasını ret etmenin tarihi temelleri üzerinde durmaya çalışacağız.

İbni Kuteybe, hicri 213- 276 , miladi 828-889 yılları arasında yaşamış bir alimdir. Günümüzden yaklaşık 1200 yıl önce yaşamış olan bu alim, Hadis Müdafaası adı ile çevrilen kitabının 303-304. sayfalarında 44 numaralı bahiste açtığı başlıkta, recm cezasını ret edenlere karşı bir takım itirazi deliller sunmaktadır. Bu cezayı savunmak için kullandığı delilleri ele almadan önce, onun böyle bir savunma yapmak ihtiyacı duymasına, neyin sebep olduğu üzerinde durmak istiyoruz.

Bugün recm cezasının savunan kimselerin kullandığı argümanlardan bir tanesi, bu cezanın şimdiye kadar hiç bir kimse tarafından ret edilmediği yönünde olup, recm cezasını ret eden kimselerin yeni yeni ortaya çıktığı yönündedir. İbni Kuteybe neden böyle savunma yapma ihtiyacı duymuştur? sorusunu sorduğumuz zaman alacağımız cevap, Demek ki onun yaşadığı zaman içinde yani 1200 yıl önce, recm cezasının olmadığını iddia eden bazı kimseler varmış olacaktır.

Bu da göstermektedir ki, recm cezası en az 1200 yıl öncesinden beri ret edilmekte, bu cezanın Kur'an tarafından onaylanan bir ceza olmadığı iddiası, o zaman içinde yaşayan bazı Müslüman alimler tarafından da dile getirilmekteydi.

Bu noktada 1200 yıl öncesinden beri bu cezanın Kur'an tarafından onay almayan bir ceza olduğunu dile getirenlerin söylemlerinin ve eserlerinin acaba bugüne kadar neden ulaşmadığı, yüzlerce yıl önce yazılan İslami eserlerin hiç birinde recm cezasının ret edilmesine dair bilgilerin neden olmadığı sorusu akla gelecektir.

Bunun cevabını İslam dünyasında baskın olan düşüncenin Ehli sünnet  olması ve bu düşüncenin söylemini rivayet merkezli din algısının oluşturduğunu dikkate aldığımızda verebiliriz. Rivayet merkezli din algısı, kendi düşüncesinin karşısında olan her düşünceyi ve bu düşünce sahiplerinin sesini kısmak için elinden gelen baskıyı yapmak sureti ile, Kur'an merkezli bir söyleme sahip olanların bir şekilde kökünü kazıma yoluna gitmiş, ve bu konuda da başarılı olarak, bugüne kadar kendilerine muhalif olan eserlerin bize kadar ulaşmasına engel olmuştur. 

Bu durumun sadece recm konusu ile sınırlı olduğunu söylemek zordur. Rivayet kültürünün oluşturduğu ve Kur'an ile çeliştiği düşünülen konuların, o zamanlarda dahi itiraza sebep olduğunu söylemek mümkündür. Yüzlerce yıl öncesinde muhalif seslere meydan bırakmayarak onların seslerini kısmak için çalışanlar, bu konuda başarılı olmuş, bugün bu düşünceye muhalif olarak yükselen sesleri kısmak için, Şimdiye kadar bunu sizden önce kimse düşünmemiş te siz mi düşünüyorsunuz? şeklinde seslerin yükselmesine, yüzlerce yıl öncesinden zemin hazırlamışlardır.

İbni Kuteybe'nin adı geçen eserinde recm cezasını savunmak için kullandığı delil hakkında şunları söyleyebiliriz;

İbni Kuteybe, recm cezasını ret edenlerin Nisa s. 25. ayetinde, Eğer bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür kadınlar üzerine gerekli olan cezanın yarısı kendilerine lazım gelir  buyurulmuş olmasını delil olarak getirdiklerini, onların bu ayete dayanarak, Recm cezası ise insanı öldürüp telef etmektir, ve parçalanma kabul etmez. O halde hür kadına verilen cezanın yarısı cariyeye nasıl verilir? şeklinde konuştuklarını söylemektedir. 

Recm cezasını ret eden kişinin ismi olduğunu tahmin ettiğimiz Ebu Muhammed  adlı kişinin, Nisa s. 25. ayetinde geçen El muhsanat teriminin Evli Kadınlar anlamına geldiğini iddia ettiğini, ve bu nedenle evli kadınların cezasının değnek cezası olduğunu öne sürdüğünü söylemektedir.

İbni Kuteybe, recm cezasına karşı getirilen itiraza karşı, kendisinin itirazını şu şekilde getirmektedir;

Biz deriz ki: El Muhsanat eğer burada "evli kadınlar" anlamında olsaydı, dedikleri doğru olurdu. Ve bu delil geçerli olurdu. El Muhsanat ise burada "Bekar hür kadınlar" dan başkası değildir. Bakire oldukları halde onlara El Muhsanat ( Evli Kadınlar) denmiştir. Çünkü ihsan (evlilik) hür kadınlara mahsustur ve onlarla evlenilir. Cariyeler ile evlilik (akdi) olmaz. Sanki Allah (c.c) "Kendilerine hür kadınlar üzerine verilmesi gereken cezanın yarısı verilmelidir" derken, hür kadınlar ile bakire kadınları kast etmiştir.

Bizim El Muhsanat hakkında yapmış olduğumuz "El Muhsenat bu ayette bakire ve hür kadınlar demektir " şeklindeki tevilimizi destekleyen diğer bir şahid de,  Allahu Teala nın diğer bir yerdeki "İçinizden iman etmiş hür kadınlar ile evlenmeye gücü yetmeyen kimse malik olduğunuz iman etmiş genç kızlarınız (olan cariyeler) den alsın" (Nisa s. 25) ayetidir. El Muhsanat burada hür olan kadınlardır. Buradaki El Muhsanatın "evli kadınlar" olması caiz değildir. Çünkü evli kadınlar tekrar nikah edilemez.

İbni Kuteybe'nin Nisa s. 25. ayetinde geçen, El Muhsanat  terimi üzerinden getirdiği itiraz haklıdır. Bu terim, ilgili ayette Bekar hür kadınlar anlamında kullanılmaktadır. Ancak İbni Kuteybe, eserinin adından da anlaşılacağı üzere, recm konusunda objektif bir yaklaşım sergilemeyerek, zina eden evli kadın ve erkeğe verilecek olan cezanın recm olduğunu ispatlamak amaçlı taraflı bir yaklaşım sergilediği için, Nur suresi içinde bu konu ile ilgili ayetleri hesaba bile katmamaktadır.

İslam hukukunda genel geçer düşünce, Nur suresi 2. ayetinde zina eden kadın ve erkeğe verilmesi emredilen 100 sopa cezasının bekar kadın ve erkek için olduğu, Kur'an'ın evli kadın ve erkeğin zina cezası konusunda bir beyanı olmadığı için, bu cezanın sünnet tarafından uygulanan recm edilerek öldürme şeklinde olması gerektiği yönündedir.

Halbuki zina cezası konusu rivayetlerin belirlediği bir cezanın doğru olduğunu tasdikletmek amaçlı değil de, Kur'an'ın bu konudaki beyanı esas alınarak, Nur suresi doğru olarak okunduğunda 4. ve 9. ayetlerinde, evli kadın için verilmesi gereken cezanın da 100 sopa cezası olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konu ile ilgili daha önceden ayrı bir çalışma yaptığımız için, yaptığımız çalışma yazısının linkini vermek ile yetineceğiz. Bu konudaki çalışmamızı okumak isteyenler alttaki linki açabilir.

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2015/02/recm-cezasn-red-etmek-degil-kabul-etmek.html

Sonuç Olarak; Bu çalışmayı yapma amacımız, recm cezasının ret edilmesinin daha dün çıktığı iddia edilen Kur'an merkezli din anlayışı savunucuları tarafından değil, 1200 yıl öncesinden de var olduğunu göstermek, bu konuda bazı kimseler tarafından söylenen, Şimdiye kadar sizden başka kimse düşünmedi de siz mi düşündünüz? şeklindeki itirazların yersiz olduğunu göstermeye çalışmaktır. 

Ayrıca İslam dünyasında baskın görüş olan Ehli Sünnet  düşüncesinin rivayet merkezli olduğu, yüzlerce yıldır ortaya konulan eserlerin bu düşünceyi savunmak adına olduğu, bu düşüncenin karşısına çıkan bazı kimselerin bir şekilde seslerinin kısılmaya çalışıldığını bu kişinin eserinden anlamak mümkündür. Recm konusu örneğinde Kur'an'ın bu konuda net bir beyanı olduğu halde, bu beyanın göz ardı edilerek, rivayetlerin esas alınması, ve bu rivayetlerin savunulmaya çalışılmasının örneğini adı geçen eserden de anlamak mümkündür.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

3 Nisan 2017 Pazartesi

Nisa s. 43. Ayeti: Bağlam, Bütünlük, Maksat Gözetilmeden Yapılan Bir Yorum Örneği

Kur'an okumalarında yapılan hatalardan bir tanesi, bu kitabın ilk indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlara ne demiş olabileceğini hesaba katmadan, yani ilk hitap kitlesini yok sayarak yapılan okumalar ve bu okumalardan çıkarılan yorumlardır. Kur'an hakkında konuşabilmenin önemli bir noktası olarak gördüğümüz bu okuma yöntemini hiçe sayarak yapılan okumalardan çıkarılmaya çalışılan bazı sonuçlar, maalesef isabetli olmamakla birlikte, çıkarım sahiplerini gülünç duruma dahi düşürmekte, Bu kadar da olmaz dedirtebilmektedir.

[004.043] Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, yolcu olan müstesna gusledene kadar salata (namaza) yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.

Nisa s. 43. ayeti, namaz öncesi yapılması gereken, bizim Abdest adı ile bildiğimiz bir hazırlıktan bahsetmektedir. Bazı kimseler tarafından bu ayetin Bektaşi misali sadece Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın kısmı alınarak okunmakta, ve bu ayetten namaz kılanlar için kıldıkları namazda dediklerini bilmeleri gerektiği yönünde bir çıkarım yapılarak, Allah ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın diyor şeklinde, akıllara zarar bir yoruma imza atılmaktadır.


Sekir; Kişiyle aklı arasına giren hal anlamında ve sarhoş edici içeceklerle ilgili olarak kullanılan bir kelimedir. Ayetin bu cümlesinin, İçkinin kesin olarak yasaklanmamış olmasından dolayı, içki içmeyi tedrici olarak yasaklayan bir ayet olarak okunması daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Yani ayet ilk hitap ettiği kimselere, içki içerek namaza yaklaşmamalarını emretmekle, içkiden biraz daha uzaklaşmalarına zemin hazırlamaktadır. Ayeti işiten ve içki içen bir Müslüman, namaz ile içki arasında bir tercih yapmak zorunda kalmakta, ve büyük ihtimalle namazı seçerek içki içmekten biraz daha uzaklaşmış olmaktadır.

Namaz kılan bir kimse, namaz içinde söylediklerinin ne anlama geldiğini, kıldığı namazın Allah (c.c) ye karşı kulluğunun bir göstergesi olduğunu elbette bilmesi gerekmektedir, buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak bu ayetten böyle bir çıkarım yapmak bağlam, bütünlük ve maksat gözetilmeden bir çıkarım örneğidir. 

Allah (c.c) nin, kulunun namazda ne dediğini bilmesi gerektiğini, ne dediğini bilmeyen bir kimsenin namaza yaklaşmamasını bu ayet ile emrettiğini iddia etmek, hem Allah adına konuşmak anlamına gelmekte, hem de namaz kılan bir kimsenin namazı terk etmesine sebep olması açısından da sakıncalıdır. Böyle bir kimseye onu bu konuda ayet var diyerek namazdan soğutmak ve terk ettirmek yerine, kıldığı namazın ne anlama gelmesi gerektiğini, namazın bir kulluk eylemi olduğunu, şirke ve küfre karşı tevhidi bir kıyam olduğunu bu kimselere hatırlatarak, onları bu konuda şuurlandırmaya çalışmak, Allah adına yanlış iddialar ortaya atmaktan daha doğru olacaktır.

Kur'an ayetleri konusunda konuşmak elbette herkesin hakkıdır. Bu hakkı hiç kimse bazı sebeplerle kimsenin elinden alamaz. Böyle bir uyarı yapmakla hiç kimseye karşı , Bu kitabı siz anlayamazsınız şeklinde bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu kitabı anlamanın en önemli şartının, bağlam, bütünlük ve maksadı gözeterek okumak olduğu unutulmamalıdır. 

Ben dedim oldu mantığı ile yapılan bazı ayet yorumları, bu kitabı okumanın ve anlamanın bazı şartları olduğunun bazı kimseler tarafından pek bilinmediğini ortaya koyması açısından, özellikle Kur'an'ın gündem olmasından rahatsız olan bazı kesimlerin elinde bir koz olarak olarak görülmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Ey inananlar sarhoş iken ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın cümlesinin ilk anlamını hiçe sayarak, bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara karşı onları uyarmaya çalışmak, belki samimi bir niyet olabilir ama, bu samimiyet Allah adına konuşmak gibi bir iddiaya sebep olması açısından kişileri Kaş yapayım derken göz çıkarmak misali bir duruma düşürebilir.

Kur'an ayetlerinin ilk hitap ettiği kimselere ne demiş olabileceği doğru bir şekilde tesbit edildikten sonra, bizlere dair ne demiş olabileceği yönünde yorumlar yapılabilir. Nisa s. 43. ayetinin zorlama teviller yolu ile, namaz konusundaki bazı yanlışları düzeltmek adına kullanılması, doğru bir yaklaşım değildir. Şayet namaz konusunda bazı yanlışlar düzeltilmek için ayet aranacak olursa, Nisa s. 43. ayeti yerine Kur'an içinde bir çok ayet mevcut olduğu unutulmamalıdır. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

2 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 14. Ayetinden Resulün Hüküm Koyma Yetkisi İle İlgili Bir Çıkarım Çalışması

Allah (c.c) nin kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisine sahip olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaların yapıldığı malumdur. Bir kısım Müslüman, Kur'an içinde bulunan Allah'a ve Resulüne itaat edin ayetlerini, ve bu konudaki diğer bazı ayetleri öne sürerek, resulün de aynı Allah (c.c) gibi hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu iddia etmektedirler. Muhammed (a.s) ın din de hüküm koyma yetkisinin olduğu ile ilgili delil olarak öne sürülen ayetleri bundan önceki bazı yazılarımızda ele almaya çalışmıştık. 

Bu yazımızda sadece Nisa s. 14. ayetini ele alarak, resulün hüküm koyma yetkisinin olup olmadığını bu ayet üzerinden konuşmaya çalışacağız. 

وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ

[004.014]  Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de onun hududlarını aşarsa, onu da içinde temelli kalmak üzere ateşe sokar. Hor ve hakir edici bir azab vardır onun için.

Bu ayet, Nisa s. 11. ayetinden itibaren başlayan miras paylaşımı ile ilgili ayetlerin bağlamına dahildir. 13. ayette Allah ve resulüne itaat edene verilecek mükafat haber verilirken, 14. ayette Allah ve resulüne asi olana verilecek azap haber verilmektedir. Yine 14. ayet içindeki HUDUDEHU (O nun hududları) kelimesine dikkat edildiğinde, bize Muhammed (a.s) ın hüküm koyma yetkisi hakkında bilgi verebileceğini de görmekteyiz.

Resulün din de Allah (c.c) gibi hüküm yetkisinin olduğunu savunanlar, bu savunmalarını Allah ve resulü şeklinde geçen ayetlerdeki VE bağlacına dayandırmaktadırlar. Bu bağlacın Allah ve elçisini ayırarak, resulün Allah'tan ayrı olarak hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delillerinden biri olduğunu iddia etmektedirler. Bu iddianın sağlam bir iddia olmadığı, konumuz olan ayetten vereceğimiz bir örnek ile görülecektir. 

Ayette "Kim de Allah'a ve O'nun elçisine isyan eder de" buyurulduktan sonra, eğer Allah ve elçisinin ayrı ayrı hüküm koyma yetkisine sahip olduğunun delilinin çıkarılabilmesi için, devam eden "onun hududlarını aşarsa" ibaresinde o ikisini ifade eden tesniye yani ikili bir zamirin olması gerekir , ilgili kelimenin HUDUDEHÜMA ( ikisinin hududları) şeklinde olması gerekirdi.

Halbuki kelime tek bir kişiyi kast eden bir anlama sahip olarak HUDUDEHU şeklinde gelmiştir. Bu ifadeden, din de hüküm koyma yetkisinin sadece Allah (c.c) ye ait olduğu anlaşılmaktadır. Resul din de hüküm koyma yetkisine sahip ayrı bir kişi değil, hüküm koyma yetkisine sahip olan tek yetkili Allah (c.c) nin bu hükümlerini duyurmak ve yaşamak ile görevlendirilmiş bir kuludur.

Bu çalışmayı yapma amacımız, Kur'an ayetlerinin dikkate alınarak  herhangi bir konuda delil bulmanın gereğine dikkat çekmeye, ve belki hiç alakası olmadığı zannedilen bir ayet içinden, önemli bir konunun delilinin bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır.

Eğer Allah (c.c) hüküm koyma yetkisini elçisi ile paylaşmış olsa idi, Nisa s. 14. ayetinde sadece kendisini işaret eden tekil zamiri yerine, kendisi ve elçisini işaret eden ikili zamir kullanılması gerekir, böylelikle hüküm koyma yetkisini elçi içinde geçerli olduğu iddiasının güçlü bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Ancak bu iddiayı güçlü kılacak bir delilin olmadığı Nisa s. 14. ayetin anlaşılmaktadır. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Nisan 2017 Cumartesi

Hadis İnkarcılığı Nedir? Hadis İnkarcısı Kimdir?

Son yıllarda Türkiye'de Kur'an merkezli din anlayışının yaygınlaşması, rivayet kültürünün hakim olduğu din anlayışının sorgulanmaya başlanmasına sebep olmuştur. Bu sorgulamanın Müslümanlar arasında bir takım ayrışmaları beraberinde getirdiği de, konu ile alakalı olan herkesin malumudur. Kur'an merkezli düşünce sahiplerinin, Kur'an'ın önüne geçirilmiş olan hadis külliyatının sorgulanmaya açılması isteğine karşı, rivayet merkezli düşünce sahipleri ise, bu sorgulamaya şiddetle karşı çıkmaktadırlar.

Hadis rivayetlerinin yeniden sorgulanmaya açılması isteğine karşı çıkanlar tarafından, hadislerin Kur'an merkezli bir sorgulamaya tabi tutulması gerektiğini düşünenlere karşı, bir takım suçlamalar içine girilmekte, ve bu kimselere özellikle HADİS İNKARCILARI  şeklinde yaftalar takılmaktadır. Yazımızda bu deyimin ne anlama geldiğini ele almaya çalışarak aynı suçlamaya, başkalarını bu şekilde suçlayan insanların da muhatap olabileceğine dikkat çekmeye çalışacağız.


Hadis İnkarcısı olarak yaftalanan kişiler, Buhari , Müslim v.s gibi hadis kitaplarında bulunan ve Kur'an ile çeliştiği düşünülen hadislerin, Muhammed (a.s) tarafından söylenmesinin mümkün olmadığını iddia ederek, bu hadislerin sahihliği noktasında bir takım itirazlar ortaya koymaktadırlar. Ortaya konulan bu itirazların ne kadar doğru veya yanlış olabileceği bu yazının konusu değildir. Bizim asıl dikkat çekmeye çalışacağımız nokta, bu hadis inkarcılığı suçlamasına, hadis taraftarlarının da bazı hadislerin sahih olmadığını düşünmeleri dolayısı ile onların da aynı suçlamaya maruz kalabileceğini göstermeye çalışmak olacaktır.

Hadis İlmi olarak bilinen ilim dalı, Muhammed (a.s) a isnat edilen sözlerin doğruluğunu araştıran, bu sözlerin doğruluk derecesine göre onları, Sahih, Hasen, Meşhur v.s gibi çeşitli isimler altında kategorize eden bir ilim dalıdır. Bu ilim dalında Muhammed (a.s) a isnat edilen sözleri değerlendirme kriterlerinin hadisçiler tarafından belirlendiği ve bütün hadisçilerin bir tek belirleme kriteri üzerinde ittifak etmedikleri malumdur. 

Örneğin; A hadisçisinin belirlediği kriterlere göre, bir hadis için Sahihtir şeklinde karar verilebilirken, B hadisçisinin belirlediği kriterlere göre, aynı hadis için Sahih değildir  şeklinde karar verilebilmektedir. Mezheplerin birbirleri ile aralarındaki görüş farklılıklarının temelinde yatan sebeplere baktığımızda, kendilerine gelen hadislerin sahih olup olmadığı noktasındaki görüş ayrılıklarının büyük rolü olduğu görülecektir.

Hadisçiler arasında bile aynı hadis hakkında farklı görüşler serdedilerek, Sahih veya Sahih değildir şeklinde karar verilebilmesi, bir hadisi sahih olarak kabul etmeyen hadisçiye, aynı hadisi sahih olarak kabul eden diğer hadisçi tarafından,  Hadis İnkarcısı  yaftasının takılabilmesinin yolunu açmaktadır.

Hadis taraftarlarının bir kimseyi hadis inkarcısı olarak suçlamalarının sebebi, onlar tarafından sahih olduğu düşünülen hadisin, bir başkası tarafından sahih olmadığı sonucuna varıldığı için kabul edilmemesi olduğuna göre, hadis ehline mensup olan bir kimse için, herhangi bir hadisin sahih olmadığı düşüncesine sahip olduğu zaman neden ona HADİS İNKARCISI yaftası takılmasın?.

Başkalarını Hadis İnkarcısı olarak suçlayan hadis taraftarı olan bir kimseye eğer, SENİN SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN HADİSLER HİÇ Mİ YOK? şeklinde sorulacak bir soruya cevabı büyük ihtimalle, EVET BENİM DE SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜM HADİSLER VAR olacaktır. Yine aynı kişiye, SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN BİR HADİSİN HANGİ SEBEPLERDEN DOLAYI SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRSÜN? şeklinde sorulacak soruya, o hadis ile ilgili bir takım gerekçeler sunmak sureti ile cevap vermeye çalışacak, ve bu kimseye hadis ehli olduğu, bir takım hadisleri sahih olarak kabul etmediği için ona Hadis İnkarcısı yaftası takılMAyacaktır.

Başkaları tarafından Hadis İnkarcısı olarak suçlanan ve kendisini Kur'an Ehli olarak tanıtan bir kimseye, SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN BİR HADİSİN HANGİ SEBEPLERDEN DOLAYI SAHİH OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRSÜN? şeklinde sorulacak soruya, o da o hadis ile ilgili bir takım gerekçeler sunmak sureti ile cevap vermeye çalışacak, ve bu kimse hadis ehli olMAdığı için, ona Hadis İnkarcısı yaftası takılAcaktır.

Şimdi ortada iki kişi var, ve bu iki kişinin ikisinin de sahih olmadığını düşündükleri bir hadis var, ve bu iki kişinin ikisi de sahih olmadığını düşündükleri hadisin hangi sebeplerle sahih olamayacağına dair ortaya gerekçeler sunuyor. İki kişiden bir tanesi Hadis Ehli olduğu, sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçe için ona Hadis İnkarcısı yaftası takılmaz iken, Kur'an Ehli  olan diğer ikinci kişiye, sahih olmadığını düşündüğü bir hadisekarşı öne sürdüğü gerekçe için neden Hadis İnkarcısı yaftası takılmaktadır?. 

EĞER  HADİSİ BİR TAKIM GEREKÇELER İLE RET EDEN KİMSEYLERE HADİS İNKARCISI YAFTASI TAKILMASI GEREKİYOR İSE, BU İKİ KİŞİDEN NEDEN HER İKİSİNE DEĞİL DE, NEDEN SADECE BİRİSİNE BU YAFTA TAKILMAKTADIR?

Bu sorunun cevabı gayet basittir. 

Hadisi bir takım gerekçeler ile ret eden kişiden biri, EHLİ HADİS olarak bilinen tarafın mensubu olduğu, bu kimsenin sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçeler, HADİS ALİMLERİ olarak bilinen kimseler tarafından, hadisin senet ve ravi zincirinde bir takım sorunlar olduğu gerekçesi ile ortaya konulduğu için, o kişiye hadis inkarcısı yaftası takılmaMAktadır. 

Hadisi bir takım gerekçeler ile ret eden iki kişiden biri, KUR'AN EHLİ olarak bilinen tarafın mensubu olduğu, bu kimsenin sahih olmadığını düşündüğü hadise öne sürdüğü gerekçeler METİN TENKİDİ YÖNTEMİ olarak bildiğimiz yöntem ile hadisin tenkidi yapılarak, Kur'an metni ile uyuşmayan bir takım sorunları olduğunu öne sürdüğü için, o kişiye hadis inkarcısı yaftası takılmaktadır.

Ortada farklı düşüncelere mensup insanların ortaya koyduğu gerekçeler dahilinde bir hadisin sahih olmadığı iddiaları var, ve bu iddia sahiplerinden bir tarafa hadis inkarcısı yaftası yapıştırılmaz iken, diğer tarafa hadis inkarcısı yaftası yapıştırılmaktadır. 

Görülmektedir ki; Hadis İnkarcısı  yaftasını yapıştırmak, sadece hadis ehline mensup insanların eline verilmiş bir hak değildir. Çünkü aynı yaftayı yeme tehlikesi onlar için de mevcut olup, onlar da sahih olmadığını düşündükleri hadisler olduğu için, hadis inkarcısı olarak görülme potansiyeline sahiplerdir. 

Aklı başında hiç bir Müslüman, Ben Muhammed (a.s) söylemiş olsa bile hiç bir hadise inanmıyorum şeklinde aptalca bir laf etmeyeceği için, hadisler konusunda farklı kriterler öne sürmek sureti ile, bazılarının sahih olmadığını iddia eden kimselerin birbirlerini Hadis İnkarcısı olarak suçlaması kadar saçma ve basit bir iddia olamaz.

Hadislerin sahihliği noktasında ortaya konulan kriterler vahiy ile belirlenmediğine göre, hiç bir gurubun, kendi kriterini en iyi ve en güzel olarak, diğer gurubun ise en kötü ve en çirkin olarak lanse etmeye hakları yoktur. Doğru olduklarını düşündükleri kriterler dahilinde yaptıkları hadis sahihlemeleri konusunda, bir gurubun diğer bir gurubu Hadis İnkarcısı olarak görmek hakkı da yoktur.

Sonuç olarak; Hadis İnkarcısı suçlaması, hadis ehline mensup Müslümanların, Kur'an'ın dinde belirleyici bir konuma sahip olmasını savunan insanların, bazı hadislerin sahih olmadığı gerekçesi ile yaptıkları itirazlara karşı, hadisleri savunmak adına ortaya koymaya çalıştıkları bir suçlamadır. Fakat hadis ehline mensup bu kimselerin de bazı hadislerin sahih olmadığı noktasında itirazları bulunmasına rağmen, aynı suçlamanın kendileri için de geçerli olduğunun farkında değillerdir. 

Bir Müslümana diğer bir Müslüman tarafından yapılan 
Hadis İnkarcısı şeklindeki ithama muhatap olmamak için, hadis müktesebatındaki bütün hadislerin sahih olarak kabul edilerek, hiç bir hadis hakkında Bu hadis sahih değildir şeklinde bir iddia içinde olmamak gerekmektedir ki, böyle bir iddianın hiç bir Müslüman tarafından yapılabilmesi asla ve kat'a mümkün değildir. 

Bundan dolayı, bir kimsenin ağzına Hadis inkarcısı şeklinde suçlayıcı ifadeler alarak başkalarını itham etmesi demek, aynı itham ile kendisinin de karşı karşıya kalması anlamına gelecektir.

Müslümanların birbirlerini suçlayıcı ifadelerle yaftalamak yerine, ilmi münazaralar ile geliştirmeye çalıştığı günlerin gelmesi temennisi ile. 

30 Mart 2017 Perşembe

Al-i İmran s. 159. Ayeti: Muhammed (a.s) dan Davranış Örneklikleri

Uhud savaşının Müslümanlar ile Mekke'li müşrikler arasında yapılan,  ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan bir savaş olduğu herkesin malumudur. Al-i İmran suresi içindeki bazı ayetlerde bu savaşın kritiği yapılmakta neden bu duruma düşüldüğü konusunda bilgiler verilmektedir. Surenin 159. ayetine baktığımızda, yenilgi sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yapmış olduğu davranışın övülmekte olduğunu görmekteyiz. 

Kur'an ayetlerinin, bu savaşı Sünnetullah olarak bildiğimiz, Allah'ın yeryüzüne koyduğu yasaların bir sonucu olarak kaybedildiği üzerinde durduğunu dikkate alarak yapılan okumalar, savaşı sadece bir kahramanlık destanı olarak okumak yerine, bizlere dönük mesajlar veren ibretli anlatımlar olduğunu gösterecektir.

[003.159] Allah'ın rahmetinden dolayı, sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onlara mağfiret dile, iş hakkında onlara danış, fakat karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah güvenenleri sever.

Uhud savaşı öncesinde Muhammed (a.s) ın ashabı ile istişare yaptığı, bu istişare sonunda onun önerdiği savaş taktiğinin değil, ashabının önerdiği savaş taktiğinin uygulanmasına karar verildiği rivayet edilmekte, ve bu rivayetlerin doğru olduğunu düşünmekteyiz. 

Savaş bitmiş ve Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanarak, yapılan hatalar gözden geçirilmekte ve Nerede yanlış yaptık? sorusunun cevabı aranmakta, Muhammed (a.s) ın ashabına karşı yaptığı davranış, onun yolundan gittiğini iddia edenler için dikkate alınmaya değer bir örneklik taşımaktadır.

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında, bu başarısızlığın nedenleri araştırılır iken genellikle herkes birbirini suçlar, hatayı kimse üzerine almak istemez, herkes hatayı kendi üzerinden atmak için çeşitli bahaneler üreterek Sütten çıkmış ak kaşık misali, tertemiz olduğunu ispatlamaya çalışır. Bu türden yapılan işlerin herhangi bir faydası olmamakla birlikte, topluluğun daha da zarar görmesine sebep olmaktadır. 

Bir topluluğun uğradığı başarısızlık sonrasında yapılması gereken yıkıcı tartışmalar değil yapıcı tartışmalar olmalı, bu tartışmalar aynı hatanın tekrarlanmaması ve topluluğun birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesine vesile olmalıdır. Muhammed (a.s) ın savaş sonrasında, bu savaşı kendisinin önerdiği taktiğin kabul edilmemesi, ve ashabının ganimet peşine düşmesi ile kaybedildiğini öne sürerek, kendi hatasını üzerinden atmak gibi bir eylemi değil, ashabına karşı yapıcı davranışları tercih ettiğini görmekteyiz.

Muhammed (a.s) eğer hatayı ashabına yükleyerek bu savaşı onların yüzünden kaybettiklerini öne sürmek sureti ile kendisini haklı, ashabını haksız çıkaracak olsaydı ne gibi bir netice ile karşı karşıya kalacağını 159. ayet içinde görmekteyiz. Herkesi kırıp yıkarak etrafından kaçıran bir yönetici, bir kumandan portresi çizmeyen Muhammed (a.s), kendisinden sonrakilere de örnek davranış modeli sergilemiştir. 

Topluluk halinde yürütülen mücadeleler de zaman zaman inişler ve çıkışlar olabilir. Çıkış zamanlarında herkes çıkışın sebebi olarak kendisini göstermeye çalışırken, iniş zamanlarında mağlubiyetin sebebini kimse üzerine almak istemez. Topluluk ile yürütülen hareketlerde bir takım olayların sebep olduğu müsbet ve menfi gelişmeler, kişilere mal edilmek yerine, yine topluluğa mal edilmeli, galibiyet veya mağlubiyetin sonuçları ortak olarak kabullenilmelidir. 

[008.017] Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.

Enfal s. 17. ayeti Bedir savaşı ile ilgili olup, bilindiği üzere bu savaş Müslümanların galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ayetin başarının kişiye mal edilmemesi, kişilerin başarıya sadece kendileri sayesinde erişildiğini iddia etmesinin yolunu kapatması açısından anlaşılması da mümkündür.

Sonuç olarak; Uhud savaşı sonrasında Muhammed (a.s) ın ashabına karşı sergilediği davranışı beyan eden Al-i İmran s. 159. ayeti, sadece Uhud savaşı sonrasında yapılan bir davranışı haber vermek amaçlı değil, toplulukların uğradıkları başarısızlık sonrasında, yapmaları gereken davranış örnekliğini göstermesi açısından okunduğunda, tüm zamanlara dair mesajlar içeren bir ayet olarak karşımıza çıkacaktır. 

Muhammed (a.s) örnek bir kumandan olarak, uğradıkları başarısızlık karşısında kimseyi suçlamamış, yapıcı davranışlar sergilemek sureti ile ashabının birlik ve beraberliğinin daha da güçlenmesini sağlayarak, başka toplulukların kendisinden örnek almasını gerektiren bir davranış sergilemiştir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.